22 Eylül 2022 Perşembe

(21.Yüzyılın Feuerbach ya da Dühring’i HARARİ’nin HOMO DEUS’una) BİR ELEŞTİRİ DENEMESİ (II)

Arzu Kır


BÖLÜM VIII

Gördüm defnenin dalında iki karanlık güvercin.

Biri güneşti diğeri aydı onların.

Seslendim “komşucuklarım” diye “mezarım neresi benim?” Güneş, “kuyruğum” dedi,

ay “gerdanım”.

Yürüyordum belime kadar toprak. İki kartal gördüm

kar gibi ak, bir de kız, çırılçıplak. Diğerleriydi biri, kızsa hiçbiri. Seslendim “kartalcıklar” diye “mezarım neresi benim?” Güneş “kuyruğum dedi,

ay “gerdanım”. Gördüm defnenin dalında iki çıplak güvercin.

Biri diğeriydi, ikisi hiçbiri.

Federico Garcia Lorka, Dört Yol Ağzında,

Çev. Osman Tuğlu

SÜPERİNSAN ELİTLER AYLAKLAR VE İNSAN

Tarihçi Yoval Noah Harari’nin, Homo Deus -Yarının Kısa Bir Tarihi adıyla, geleceğe dair ileri sürdüğü tezlerin bundan sonraki Üçüncü Kısım’da “Homo Sapiens Kontrolü Kaybediyor”! “Yarının” kısa ya da uzun “tarihi”nin olup olamayacağı, bir şeyler yazmadan önce, küçük de olsa dikkatli bir okumayı, araştırmayı gerektiriyor. İvan Frolov yönetiminde Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi üyelerince, 1984 yılında hazırlanan Felsefe Sözlüğü’nden, tarih felsefesinin, tarihin anlamını, yasalarını, insanın başlıca gelişme eğilimlerini inceleyen bir bilgi alanı (1) olduğunu öğreniyoruz. Demek ki, tarih ya da tarihçi, geleceğe ilişkin öngörülerini, geçmişe bakarak tespit ettiği yasalardan hareketle, eğilimler olarak ortaya koyabilir. Yasallık geçmişle, eğilim gelecekle ilişkili olmalı. Tarihsel olarak, İlkçağ’a kadar geriye giden tarih felsefesi, Aydınlanma ile 15.yüzyıldan itibaren teolojinin tarih üzerindeki egemenliğine son verir.

Ayrıca, tarihin temel unsurlarının yasallık, determinizm (neden-sonuç ilişkisi), diyalektik, toplumsallık ve süreklilik olarak ortaya konduğunu, burjuva tarih felsefesinin Hegel ile doruğuna çıktığını öğreniyoruz. Öte yandan, nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marks da insan tarihinin gelişme yasasını (2) bulacaktır.

Son olarak, tarihin uzmanlaşmış alanlarından iktisat tarihçisi Eric Hobbsbawm’a göre hiç bir tarihçi; “insanın temel sorunlarından uzak duramaz ve bazı toplumlar bu sürecin belli bir noktasında duraklamış görünürlerken, başka toplumların neden böyle bir görüntü sunmadığı, modern sanayi toplumuna kadarki yolculuğun neden dünyanın sadece bir bölgesinde tamamlandığıyla, sistem içi ve/veya dışarıdan aktarılmış olan bu değişimlerin mekanizmalarının geçmişte ve şimdi neler olduğuyla ilgilenmeden(3)” edemez.

Hal böyleyken, tarihçimiz, Üçüncü kısımda somutladığı “yarına” ilişkin tespit ettiği eğilimleri, “liberalizmin karşı karşıya olduğu üç tehdit” olarak görüyor. Daha önce satır aralarında söylediği “üç tehdidi”, üçüncü kısımda, “Eşitsizliğin Sürümü” başlığı altında, nihayet açık seçik ifade ediliyor: “İlk tehdit insanların değerlerini tamamen kaybetmesi üzerine kuruluydu. İkinci tehditse, insanların topluluk halinde değerlerini koruyacaklarını ancak bireysel otoritelerini yitirerek dış algoritmalar tarafından yönetileceklerini söylüyordu (H.D, s. 360).” Öncelikle, yazar eylemi söylerken, özneyi söylemiyor. Eylem, söylemek; peki söyleyen kim? Neden böyle bir söylemin arkasına saklanıyor? Söylenen sözün sahibi, Homo Deus’un yazarı, kendisi değil mi? Özne olarak, neden üçüncü tekil şahıs kullanıyor?

“Çift düşünce” içeren “çift dil” ile dil, “nesnel gerçekliği örtücü bir işlev(4)” kazanıyor olmasın! Açlık grevindeki siyasi mahkûmların yanarak hayatını kaybettiği ya da ağır yaralandığı cezaevi operasyonuna “Hayata Dönüş Operasyonu”, iş cinayetlerine “iş kazası”, tecavüze “taciz”, emperyalist işgale “demokrasi”, Irak’da başlayıp, Mısır, Libya, Lübnan ve Suriye’ye uzanan emperyalist savaşa “Arap Baharı” adlandırması gibi, gerçeği örten bir dil, kimin için, neden kullanılır? Liberalizmi tehdit eden, yazarın “tarihini yazma” iddiasında olduğu, eğilimleri “söyleyen” özneyi saklama ihtiyacı nedendir? Geçelim.

Gelelim Yazar’a göre, liberalizm karşısında yükselen üçüncü tehdide! “Bazı insanlar vazgeçilmez olmaya ve sırları çözülemez kalmaya devam edecek ve bu insanlar sürümleri yükseltilmiş dar bir süperinsan eliti oluşturacak... Çoğu insanın sürümü yükseltilemediğinden çoğunluk bilgisayar algoritmaları ve süperinsanlar tarafından yönetilecek ve giderek daha alt bir sınıfa mensup olacaklar (H.D., s. 360).” Harari, “çözülemez sırlar”, “sürümleri yükseltilmiş insanlar”, “süperinsan eliti”, “bilgisayar algoritmaları”, “alt bir sınıf” uydurmaca kavramlarının, her birinin arkasına hangi nesnel gerçekliği saklıyor dersiniz?

Emperyalizmin ideoloğu Harari’nin asıl korumaya çalıştığı, ebedi ve ezeli olmasını beklediği kapitalizmin liberal ideolojisi olduğuna, bir kanıt daha; “eğer bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmeler insanlığı işe yaramaz kitleler ve bir grup gelişmiş süperinsan eliti olarak ikiye ayırır ya da otorite insanların elinden zeki algoritmalara geçerse liberalizmin çökeceği (s. 364)” korkusudur. “Bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmelerin”, “işe yaramaz kitlelerin”, “zeki algoritmaların”, hiç şüphesiz liberalizmin taşıyıcısı, sürdürücüsü olacak “süperinsan elitler” için yıkıcı olmasından korkuyor olmalı.

Her üç tehlike uyarısının gizlediği inanç kapitalizmin tek seçenek olduğudur. Kapitalizmin tekelindeki bilimin sermaye sınıfını “süperinsan eliti (s. 360)”, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükseldiği emekçi sınıfları “işe yaramayan kitleler” ve “başıboş aylaklar (s. 340) olarak yeniden biçimlendirmeye hazırlanmaktadır! Sermaye sınıfının üyelerine “süperinsan eliti”, bu sınıfın işsiz bıraktığı, mülksüzleştirdiği emeçi çoğunluğa, üretici, işçi sınıfına bugün olduğu gibi “işe yaramayan kitleler” ve “başıboş aylaklar” nitelendirmesi yeni bir şey değil! Emperyalizmin gelecek tasarımının hazırlık aşamasında, yeni bir olgu gibi sunulması amaçsız değil, kasıtlı ve bilinçlidir.

Kapitalist sömürü, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çıkarlar, sınıf savaşımı, iki sınıf arasındaki çelişki, eşitsizlik ve tabii sermaye diktatörlüğünün her ne kadar uydurma kavramlar arkasına saklansa da, geleceğe ilişkin kaygıları olduğu anlaşılıyor. Üretimi ve üretici sınıfları biçimlendirecek ve kontrol edecek, egemen sınıfı “süperinsan elit” haline getirecek “zeki algoritmalar” yazılacak olmasına rağmen, liberal ideolojinin inandırıcılığını kaybetmesinden, paranın saltanatının yıkılmasından korkuluyor olmalı. Kapitalizmin sahiplerinin bu korkusu yeni değil. Haksız da değil.

Yazıyor, yazıyor! Harari yazıyor! Homo Sapiens isimli ilk kitabında, tarihi anlatıları, “bilişsel devrimin arifesinde, Homo Sapiens’in daha büyük ve daha istikrarlı gruplar kurmasını sağlayan dedikodular (Homo Sapiens, s. 39)”, “on binlerce kişiden oluşan şehirler kurmayı milyonlarca insanı yöneten imparatorluklar oluşturmayı olanaklı kılan kurgu”, “ortak mite inanan yabancıların işbirliği(s.40)” olarak tanımlayan, “evrende hiçbir tanrı, millet, para, insan hakkı, yasa ve adaletin insanların ortak hayal gücü dışında var olmayacağı (s.41)”, devlet, şirket ve benzeri siyasi ve/veya ticari örgütlenmelerin “fiziksel bir dünyayla temel bir bağı olmadığı, bizim kolektif hayal gücümüzün ürünü(s.42)” olarak nitelendiren(5) yazarın tarihçi olması tesadüf değil. Ancak, tarihçi olması, yazarın postmodern yazına örnek olmasını engellemiyor. Tarihsel olarak, Sovyet sonrası dünya tarihinde emperyalizmin gereksindiği yeniden tarih yazıcılarından biri olarak yetiştirilmiş olması olası. İşini yapmaktadır. Gerçeği, bilimsel ve toplumsal gerçeği çarpıtmak görevidir.

Şimdi, üçüncü kısmın başına dönüp, sermayenin liberal ideolojisine yönelik birinci tehdit “Laboratuvardaki Saatli Bomba” neymiş görelim. “2016 YILI İTİBARİYLA dünya bireycilik, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasadan müteşekkil liberal paketin hâkimiyeti altında. Ne var ki 21. yüzyılda bilimin geldiği nokta, liberal düzenin temellerini sarsıyor. Bilim değerlere dair sorularla ilgilenmediğinden, liberaller eşitlikten çok özgürlüğe mi ya da toplumdan çok bireye mi değer verilmeli, bir cevap sunamıyor (Homo Deus, s. 293).” Gerçekten öyle mi, nasıl ve neden birlikte bakalım. İlk cümlede “liberal paketin hâkimiyetinin” bireycilik, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa üzerinde oluştuğuna dikkat çekiyor. Liberal ideolojinin bireyi yücelttiği doğrudur.

Ancak liberal bireycilik, üretim sürecinin öznesi, sınıf olarak emekçinin, yine sınıf olarak üretim araçları sahipleri tarafından el konulan emek ürünü ile olduğu gibi üyesi olduğu sınıf ve toplumla bağının koparılmasının adıdır. Gerçekte olan - amaçlandığı gibi- yabancılaşmadır; teke tek işçi sınıfının üyelerinin yalnızlaştırılmasıdır.

Şöyle ki, başlangıçta özdeş olan - yani, “gelişme süreci dışında kaldıktan sonra yeniden ortaya çıkan iç ayrılıkları ve çelişkileri içeren(6)”- sermaye ve emek, burjuva iktisatçılar tarafından bölünür, birbirinin karşıtı haline gelir. Üretimin esas unsuru, aynı anda servet kaynağı ve özgür insan eylemi olarak emek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet nedeniyle bir kez daha bölünür; “emeğin ürünü, emeğin karşısına ücret olarak çıkar(7).” Çünkü ürün artık üretenin, emeğin değildir. Emek ile ürün arasındaki ilişki, üretim tamamlandığı anda kopar. Ürün, üretim araçları sahibi için üretilen meta haline gelir. İşte bu andan itibaren, “özne ile nesnenin karşıtlığı aşamasında(8)” yabancılaşma gerçekleşir.

Emeğine, daha doğru bir deyimle aldığı ücret karşılığında, üretim araçları sahibine bırakılan ürününe yabancılaşan insan, üretim süreci sonunda ortaya çıkan emek ürünüyle olan ilişkisinin koparılmasında olduğu gibi bu kez toplumsal ilişkilerde kendi sınıfı ve üyeleriyle ilişkisi kesildiği oranda yabancılaşır, yalnızlaşır. Liberalizm, “bireyciliği yücelterek”, sınıflı toplumlarda var olan insanın varoluşunun doğal koşullarıyla, üretim koşullarıyla insanın doğru düzgün varoluşu arasındaki uçurumu(9)” sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda derinleştirir; toplumsal bir varlık olarak insan, üyesi olduğu toplum ve sınıfla ilişkisini keser. Toplumsal varlık olarak insan, toplumun üyesi olarak birey sadece üretim süreçlerinde değil, hukuki ve mekânsal düzenlemelerle de toplumun diğer üyelerine yabancılaşır.

Çok katlı yapılar, kalabalık şehirler, esnek çalışma biçimleri, güvencesiz çalışma, gün ışığını girmediği mekânlarda ve uzun çalışma saatleri bireyi toplumun diğer üyelerine, kendisine ve sınıfına yabancılaştırır. İşçi sınıfı şehirlidir. Sanayi üretiminin ve işçi sınıfının beşiği şehirler büyüdükçe yabancılaşma artar. Fabrikalar, caddeler, sokaklar ve çok katlı yapılar kalabalıklaştıkça kimse kimseyi tanımaz hale gelir, paylaşım, dayanışma azalır ve insan yabancılaşırken yalnızlaşır. Öyle ki, David Harvey Postmodernliğin Durumu’nda, genel olarak parasal ekonomilerde, özel olarak kapitalizmde para, zaman ve mekân üzerinde birbiriyle kesişen hâkimiyetin, toplumsal iktidarın görmezden gelemeyeceğimiz bir özsel bağıntısını oluşturduğu(10) tezini kabul eder. “Liberal paketin hâkimiyetindeki” bireycilik anlayışı, işte budur.

Öte yandan, Harari’nin “Liberal paketinde” yer alan “insan hakları” üzerinde de “hâkimiyet” kurduğu doğrudur. Ne var ki hâkimiyet, hakkın kaynağı olmakla bir ve aynı değildir. Bilakis, hâkimiyet çoğunlukla zoru gerektirir. Liberalizm insan haklarının kaynağı değildir. Akademik çalışmalarda yani, burjuvazinin liberal öğretisinde insan haklarının kaynağı, tarihsel olarak ilk kez Magna Karta olduğu ileri sürülse de, gerçek bu değildir.

Magna Carta 1215 yılında, İngiltere Kralı John’un, iktidarı toprak sahipleri ve kilise ile paylaşmak zorunda kaldığı ilk yazılı sözleşmeden başka bir şey değildir. Konusu, adalet, eşitlik, özgürlük olsa da, yurttaşlık mülkiyet ile belirlendiği içindir ki hakkın öznesi olan “yurttaş” kavramı sadece kilise ve toprak sahipleri ile sınırlıdır. 1774 Tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi de, Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılış manifestosudur! Bir sınıfın diğer sınıfa karşı ilan edilmiş manifestosu değildir.

Toplumsal varlık olarak insan, toplumun üyesi olarak bireyin iktidar ve toplumun diğer üyeleri karşısında vazgeçilmez insan haklarının kaynağı ise 10 Aralık 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi(11)’dir. Dünya işçi sınıfının sosyalist iktidarının ilk olarak gerçekleştiği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Alman Faşizmine karşı zaferin ardından, 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler (BM) tarafından hazırlanmış ve ilan edilmiştir.

Ne var ki, 1991’de Sovyetler Birliği’nin ihanete uğraması ve çözülmesinden sonra, yerküreyi kendisi için küresel pazara çeviren sermayenin liberal ideolojisinin hakimiyeti altında kadük (geçersiz) hale gelmiştir. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin uygulanabilirliği yoktur. Çünkü Sovyetler Birliği’nin, emperyalist kapitalist dünyada karşıt bir güç, siyasi özne olarak varlığı sona ermiştir. Dünya işçi sınıfı, hatta solu bu çözülüşün ardından halen toparlanamamıştır. Emperyalist ülkelerin hâkimiyetine geçen BM, NATO, IMF, DB ve benzeri emperyalist örgütler ve bu örgütler tarafından eğitilip donatılan kontrgerilla, “kökten dinci” El Kaide, Müslüman Kardeşler, IŞID, ÖSO ve benzeri paramiliter silahlı çeteler eliyle ulusal birlikler parçalanmış, dağıtılmıştır.

Örneğin, Dünya işçi sınıfının kanayan yarası Filistin’in İsrail tarafından işgali sürerken, 2011 Mart’ında Gazze ve Batı Şeria’da sokağa çıkan binlerin “Filistin Halkı Bölünmeye Karşı” sloganında ifadesini bulan birlik talebi, Mahmut Abbas tarafından BM genel kuruluna taşınır.

İsrail işgaline karşı mücadele eden Hamas ve El Fetih, Suriye’nin “demokrasi ve insan hakları” söylemiyle işgaline karşı yakınlaşır. Zira Suriye önemli sayıda Filistinli nüfusu barındırmaktadır. Oysa İsrail, emperyalizmin istediği, Suriye’de rejim değişikliğinden yanadır. Dolayısıyla, El Fetih ve Hamas’ın yakınlaşmalarından, “Müslüman Kardeşler’e rehin düşen(12)” Mısır ve Katar’ın Filistin’in Birliğinden yana aktif hale gelmesinden rahatsız olur. Şaşırtıcı olan, Eylül 2011’de yapılan BM Genel Kurulu’nda Türkiye kapitalizminin temsilcisi Erdoğan’ın Filistin’in devlet olarak tanınmasına desteği olur!

Oysa, “2006 yılından başlayarak ağırlıklı olarak Türkiye’deki Müslüman Kardeşler şebekesinin faaliyetleri üzerinden Filistin sorununa hızlı bir giriş yapan AKP iktidarı, Erdoğan’ın Davos şovu ve Mavi Marmara olayının ardından özellikle Hamas’la ilişkileri üzerinden yürüttüğü Filistin (daha ziyade Gazze) politikasını Arap halkları nezdinde meşruiyet kazanmak için oldukça etkin biçimde kullanmaktaydı(13).”

Harari’nin pek övündüğü “Liberal paketin hâkimiyet”indeki demokrasi için de, bireycilik ve insan hakları için söylenenler aynen geçerlidir. Son otuz yıldır, eski Sovyet ülkeleri gibi, Yugoslavya, Irak, Libya, Mısır ve Suriye, Lübnan aynı “liberal paketin hâkimiyetindeki demokrasi” vaadiyle parçalanmış, bitmeyen iç savaşa sürüklenmişlerdir. “Demokrasi”, emperyalist işgalin adı olmuştur. Parçalanan, ulusal birliğin yanı sıra asıl olarak ulusal birliğin kurucu unsurları üretici güçler, işçi sınıfının birliğidir. “Liberal hâkimiyet paketi”, demokrasiyi emperyalist kapitalist ülkelerde sandığa, parçalanan coğrafyalarda savaşa feda etmiştir.

Ve nihayet “liberal paketin hâkimiyet”inin kabul edildiği “serbest piyasaya” geldik. Burada da gerçek ters çevrilerek, serbest piyasanın kaynağı olduğu halde “liberal paketin hâkimiyet” alanı olarak sunuluyor. Öyle ya, toplumsal ilişkilerin ürünü olan, toplumsal gelişmenin belli bir aşamasında gerçekleşen birey, insan hakları ve demokrasi üzerinde hâkimiyet kurduğu kabul ve ilan edilen liberalizmin serbest pazar üzerinde de hakimiyetinin ilan edilmesi zorunlu hale gelmiştir.

Zira liberalizmin Fransızca’da “Laissez Faire Laissez Passer”, Türkçe’de “Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” sloganında ifadesini bulan, sadece mülkiyet haklarını korumayı amaçlayan yeterli düzenlemelerin bulunduğu bir ekonomik ortamda taraflar arasındaki alım satım (tecimsel) işlemlerinin kapitalist devletin müdahalesinden uzak, kısıtlama, tarife ya da sübvansiyonlardan muaf tutulmasını ifade eder. Yani, liberalizm kavramı, serbest piyasanın ideolojik ifadesidir.

“Ne var ki 21.yüzyılda bilimin geldiği nokta, liberal düzenin temellerini sarsıyor. Bilim değerlere dair sorularla ilgilenmediğinden, liberaller eşitlikten çok özgürlüğe mi ya da toplumdan çok bireye mi değer verilmeli, bir cevap sunamıyor (Homo Deus, s. 293).” Yukarıda, açıklamaya çalışıldığı üzere birey, insan hakları ve demokrasi hatta piyasa üzerinde “hâkimiyete” sahip olan liberalizmin içinde geliştiği üretim ilişkilerinin geçerli olduğu -adı verilmese de kapitalist- düzenin temellerinin, üstelik “bilim” tarafından “sarsıldığını” öğreniyoruz!

Gerçekten de bilimsel gerçeklikler, sermayenin hizmetindeki gerici ve faşist ideolojinin taşıyıcıları için sarsıcıdır. Doğanın diyalektik ve tarihsel yasalarının keşfeden bilim bir yandan evreni, dünyayı ve insanı bilinebilir kılarken bir yandan, kör bir inançla bilinemezciliği savunan gericiler için sarsıcı olmuştur. Öyle ki, Güneş, Ay ve gezegenler gibi astronomik cisimlerin hareketlerindeki düzenliliğin Tanrıların veya şeytanların heves veya kaprislerine göre değil, sabit yasalara göre(14) işlediği gerçeği, Büyük Tasarım’ı savunan, yasallığı değil tesadüfü, bilinebilirliği değil bilinemezciliği, bilimsel olanı değil tabuyu savunanlar için, şüphesiz, sarsıcıdır. Düşünselliğin düpedüz muamma karakteri taşıyan din fenomenine yenik düştüğü(15) yerde bilimin reddi kaçınılmaz olmaktadır.

Harari’nin Laboratuvardaki Saatli Bomba başlığı altında, ilk paragrafının ilk cümlesinde “iyi bir şey” olarak göstermeye çalıştığı “liberal paketin hâkimiyeti” altındaki bireycilik, insan hakları, demokrasi ve tabii aslında en başa yazmayı isteyeceğinden kuşku duyamayacağımız serbest piyasanın hiç de “iyi bir şey”, insanlık yararına olmadığı tecrübeyle sabit olmakla birlikte, yukarıda göstermeye çalışıldı. Küçük bir azınlık tarafından, emekçi büyük çoğunluğa dayatılan, insanlık tarihinin en ağır sömürü ve yaşam koşullarında bu sınıf için liberal bireycilik, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa eşitlik, özgürlük, kardeşlik getirmemiştir. Bilakis, sınıflar, halklar, cinsler, ülkeler hatta şehirlerarasında bile eşitsizlik derinleşmiş, eşitsiz koşullarda özgürlük değil zorunluluk, demokrasi değil diktatörlük, insan hakları değil sermayenin küreselleşmesi sayesinde, “serbest piyasada” toplumsal varlık olarak insan ve aynı zamanda toplumun üyesi olarak bireye emeğini ve bedenini satışa çıkarmaktan başka çare kalmamıştır.

Hal böyleyken, “liberal düzenin temellerinin sarsıldığından” şikâyet etmek, Harari’ye düşmüştür! Çünkü çıkarlarını, insanlığı açlık, yoksulluk, savaş ve salgınlar ile felakete sürükleyen, yoksullaştırıp, mülksüzleştiren kapitalizmle birleştirmiştir. Bireysel kurtuluşunu içinden geldiği emekçi sınıfın çıkarlarında değil, emperyalizmle işbirliği yapmakta bulmuş görünmekte. Bu nedenle, sadece son otuz yıla baktığında göreceği, karşı güç olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ihanete uğramasının ardından, çoğunluğunu dünya işçi sınıfının oluşturduğu insanlığın uğradığı yıkım için üzülmemektedir. “Liberal düzenin temellerinin sarsılmasından” korkmaktadır. Üstelikte bundan, büyük insanlığı ne yapıp edip aydınlatan bilimi sorumlu tutmaktadır. Ah şu bilim olmasa! Bakmayın siz bilimsel kavramları dilinden düşürmemesine, bunları sadece karşı takımın kalesine gol atmak için kullanıyor.

Bilim, “liberal düzenin temellerini sarsıyormuş”, çünkü “değerlere dair sorularla ilgilenmiyormuş”! Bilimin ilgilenmediği değerlerle liberalizm “ilgileniyorsa”, neden sarsmak yerine sarsılıyor? “Bilim değerlere dair sorularla ilgilenmediğinden, liberaller eşitlikten çok özgürlüğe mi ya da toplumdan çok bireye mi değer verilmeli, bir cevap sunamıyor (Homo Deus, s. 293).” Bilimin “değerlerle ilgilenmediği”nden yakınırken bile, bilinçli ve kasıtlı olarak eşitlik ve özgürlüğü, toplum ile bireyi birbirinin karşıtı olarak önümüze koyuyor. Oysa eşitlik ve özgürlük gibi, toplum ve birey biri olmazsa diğerinin olmazıdır.

Burjuvazinin mülksüzleştirdiği emekçi sınıflara vaat ettiği modern anlamda eşitlik, doğuştan var olan üretim ilişkilerinden bağımsız, anayasal ve kanun önünde eşitliktir. Ortaçağ’da ortaya çıkan modern sınıf olarak burjuvazinin, iktidardaki egemenlere yönelik eşitlik istemi “sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması” olacaktır. Ancak, burjuvaziyle eş zamanlı ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olan işçi sınıfının eşitlik istemi, burjuva eşitlik isteminden hareketle, “sınıfların kendisinin kaldırılması(16)” olacaktır. Zira üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı olarak ortaya çıkan – sermaye ve emekçi- sınıflar ortadan kalktığında, eşitsizlik de ortadan kalkacaktır. Özgürlük ise, nesnel olanın aşılması zorunluluğudur.

Eşitlik ile özgürlük, toplum ile birey, birbirinin karşıtı olmadığı gibi, bir ve aynı da değildir. Böyle bir zorunluluk da yoktur. Doğada ve toplumda işleyen yasallık, ille de “a eşittir b” ya da “a eşit değildir b” olmak zorunda değildir. Zira doğada bir nesne yoktur ki, değişim halinde olmasın. Değişim sürekli olduğu içindir ki, “aynı suda iki kez yıkanılmaz”. Bitki, hayvan, her hücre yaşamının her anında kendi kendisiyle özdeştir (çünkü karşıtını içerir, A.K), ama maddeleri özümsemesi ve atması, soluk alması, hücre oluşturması ve hücre ölümü, var olan dolaşım süreci, kısacası yaşamı oluşturan ve toplam sonuçları, yaşam aşamalarında gözlerimizin önüne serilen -embriyon dönemi, gençlik, cinsel olgunlaşma süreci, yaşlanma, ölüm- zaman zaman ortaya çıkan aralıksız birçok moleküler değişim yoluyla kendisinden farklı hale gelir(17). Darwin’in Doğal Seçilim yoluyla gerçekleştiğini gösterdiği oluş süreci, evrim adı verilen birikimli ve sürekli diyalektik bir süreçtir. Diyalektiğin, niceliğin niteliğe dönüşmesi, yadsımanın yadsınması gerçekleşmektedir. Doğada geçerli olan diyalektik yasalar, insanın insan olduğu toplum için de geçerlidir.

İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı(18). İnsanı insan yapan nasıl ki emeği ise, sürü olmaktan çıkıp toplumsallaşması da emeğin gelişim sürecinin ürünüdür. Avlanmak için taşı, mızrağı yaratan insan emeği korunmak için ateşi kontrol etmeyi öğrenerek, doğaya müdahale biçimlerini geliştirdikçe insanlaştı. Toplumsallaşan insan, aynı zamanda yarattığı toplumun bir parçası olarak bireydir. Toplum, tarihsel olarak hangi biçim altında ve hangi üretim aşamasında olursa olsun kendisini oluşturan tek tek bireylerin nicelik olarak birliği, yani matematiksel toplamı değildir. Bilakis, tek tek bireylerin yetenekleri, üretim ve toplumsal süreçlerdeki konumlanmaları ve kurdukları (ekonomik, siyasi, kültürel vb) ilişkiler bütünüdür. Dolayısıyla, “birey ve toplum” birbirlerinden koparılamaz, karşı karşıya getirilemez. Dolayısıyla, bilimin toplum ya da bireyle bir sorunu yoktur, onları karşı karşıya getirilmesi ise toplum için de geçerli olan temel doğa yasası olarak diyalektiğin reddi anlamına gelir. Yanıltıcıdır.

Öte yandan, sadece kapitalizmde değil, “tarihin tanıdığı devletlerin çoğunda, yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servete göre değişmiştir; bu olgu, devletin mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk sahibi sınıfın örgütü olduğunu açıkça gösterir(19).” Bu Eski Yunan’da da, Roma’da da böyledir. Yukarıda incelenen Magna Carta’nın tarafları kral ve iktidarı paylaşmak üzere tekelindeki yetkilerinden bir kısmını devrettiği yurttaşların, kilise ve toprak sahiplerinin olması bunun açık göstergesidir. Kral, rahipler ve toprak sahipleri yurttaştır çünkü mülk sahibidirler. Tam da bu nedenle, iktidarı mülk sahipleri arasında paylaştıran, mülksüzleri yurttaş olarak tanımayan, insandan saymayan 1217 tarihli Magna Carta, insan haklarına kaynaklık edemeyecektir.

Üretim aracı olarak toprak yurttaşa ait olup, o toprağı işleyenler toprakla birlikte yurttaşın mülkiyetine tabi, nesnedirler. Toprakla alınır satılır; değil toplumsal, siyasal hak ve özgürlüklerin öznesi olmak, mülksüzler fiziksel varlığı üzerinde bile hak sahibi değildir. Üretim ilişkilerinin belli bir gelişim aşamasına bağlı olarak önce kadın erkek ailesi, ikinci olarak üretim araçları sahipliğine dayalı özel mülkiyet ve nihayet üretim araçları sahiplerinin tek başına sahip olduğu özel mülkiyeti korumak üzere ortaya çıkan devlet eşitsizliğin kaynağıdır. Harari’nin diliyle “eşitlik ve özgürlüğün” birbirine sıkı sıkıya bağlı ilişkisini birbirinden koparan da devletin sahibi mülk sahibi sınıflardır. Liberalizm, mülk sahibi sınıfların ideolojisidir.

Burjuva anlayışta eşitlik, insanın insan tarafından sömürülmesi, mülkiyet ve siyaset eşitsizliği ve emekçi halkın haklarının fiili yokluğu sürüp giderken, yurttaşların yasa karşısında eşitliği anlamına gelir(20). Hal böyleyken mülk sahibi sınıf ile sırf mülk sahibi olmadığı için (Yeni Çağ’a kadar yurttaş bile sayılmayan) insanlığın özgürlüğünden söz edilebilir mi? Mülk sahiplerinin belirlediği ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak eşitsiz koşullarda, emekçi çoğunluk için özgürlükten söz edilemeyecektir. Emekçi sınıfların eşitlik ve özgürlüğünün gerçekleşmesi için, insanlık tarihinde ilk kez, kapitalist üretim ilişkilerinin üç yüz yıllık birikiminin ortasında Rusya işçi sınıfının omuzunda yükselen Sosyalist iktidarı zorunludur. Çünkü eşitlik somut olarak üretim ilişkisinin tarafları arasında ve böylece özel mülkiyete kamusal mülkiyetle son verilmesinden sonra mülk sahibi sınıfların emekçi sınıfla aynı nesnel koşullara tabi olmasıyla gerçekleşecektir. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması sayesinde emeğin sosyalist iktidarının kurucuları eşit yurttaşlar haline gelecek, yurttaşlığa bağlı ekonomik siyasi hakların öznesi olacaktır.

Bir uygarlıkta yaşamsal ürünlerin kazanımı için doğanın egemenlik altına alınması ne kadar önemli olursa olsun, “bunun içereceği tehlikeler söz konusu ürünlerin insanlar arasında gereği gibi paylaşılmasıyla giderilebilir(21). Sovyet yurttaşları için eşitlik ve özgürlük, 1917 Ekim devrimi ile kazandığı kadın erkek, toplumsal ve siyasal, yönetsel eşitlik, eğitim, kültür ve sanatta, sağlığa erişim olarak gerçekleşecektir. Oysa emperyalizmin başoyuncusu İngiltere ve ABD başta olmak üzere gerçekleşmekten uzak olsa da, emperyalist kapitalist ülkelerin bir kısmında, yasa üzerinde kabul ve ilan edilmesi için bile Sovyetlerin zaferi gerekecektir.

Dolayısıyla, yukarıdaki paragraflarda yapmaya çalışılan açıklamalar nedeniyle, “liberaller eşitlikten çok özgürlüğe ya da toplumdan çok bireye değer vermek zorunda” değildir! Bunu bilim söylemektedir. Eşitlik gerçekleşmeden özgürlüğün gerçekleşmesi beklenemeyecektir. Bilimin bir uzmanlaşma alanı olarak tarih, kanıtlarıyla ortaya koyduğu bu gerçeği söylemekten bıkmamıştır. Bıkmayacaktır. Harari’ye, bilinçli bir körlüğü seçtiği ve bu sayede bize “toplum ve birey”, “eşitlik ve özgürlük” arasındaki özdeşliği, açıklama fırsatı verdiği için ne kadar teşekkür etsek azdır.

Bay Noval Noah Harari, “Büyük Kopuş” alt başlığı altında, Liberal gelecek tasarımlarını anlatmaya devam ediyor. Tabii, tarihsel olarak nesnel ve ideolojik konumundan geriye bakmayı da ihmal etmiyor. Ne de olsa tarihçi! Bakalım postmodern, Aydınlanma ve bilim düşmanı, kapitalizm sevdalısı tarihçimiz, tarihsel olarak kadının yurttaşlık ve medeni hakları kazanmasını nasıl yorumluyor? “Endüstriyel savaşlarda kadınların hayati rolünün fark edilmesinden sonra, ülkeler barış dönemlerinde kadınlara siyasi haklar verme ihtiyacı duydu(Homo Deus, s. 321).” Beklendiği gibi, sermayenin penceresinden bakışla ve çıkarına olarak tarihi bir kez daha çarpıtıyor. 300 yıllık kapitalist üretim ilişkilerinden bir kopuş olarak, tesadüfen değil, Rus işçi sınıfının iktidarı burjuvaziyle paylaşan çarlıktan alışına, Sosyalizmin kuruluş sürecine denk düşen, sadece kadının değil, Dünya işçi sınıfının yurttaşlık ve ona bağlı siyasi ve kültürel hakları edinmesini görmezden geliyor.

Yine de, bir kopuş olarak nitelendirmeyi hak eden tarihsel olguyu anmaksızın, işaret ettiği “endüstriyel savaşlardan sonra... barış dönemleri...” ifadesi, onu ele veriyor. Dünya tarihinde ve siyasi literatürde “endüstriyel savaş” kavramı yok! Sınıf savaşları var, iktidar savaşları var, emperyalist savaşlar, iç savaşlar var; ancak, “endüstriyel savaşlar” yok! Olsa olsa, küreselleşen sermayenin tek tek özneleri arasından geçerli ve zorunlu, tekel hatta kartelleşme olarak görünür olan rekabetten söz edilebilir. Uyduruyor. Yer küreyi küresel bir pazar haline getiren emperyalist çıkarlar uğruna, Dünya işçi sınıfının kıyım ve yıkımını hazırlayan emperyalist savaşları anımsatmaktan bilinçli bir kaçış bu. Yazar’ın sözünü ettiği “endüstriyel savaşlar”, Birinci ve İkinci Emperyalist savaşlardan başkası değil. Zaten örnekleme yapmaksızın, sözü kadınların siyasi hakkın öznesi olmasına bağlaması da bunu gösteriyor. Üretim ilişkilerinin belli bir aşamasına denk gelen tarihsel altüst oluşun nesnellikle bağını koparıp, uydurma bir kavramlaştırma ile uydurma bir amaca bağlıyor. Siyasi bir dönüm noktası olarak, kadınlarla sınırladığı siyasi hakların kazanımı ile sonuçlanan “kadınların hayati rolü”, nedir bilmiyoruz. Açıklama ya da örnekleme yok!

Bizim bildiğimiz, tüm savaşlarda olduğu gibi savaşı çıkaran da sürdüren de emperyalist kapitalist sermaye düzeninin sahipleri, cepheye sürülen analar değil, oğullar olduğudur. Cephe gerisinde savaşa katılan kadınlar tek başına belirleyici olmuyor. Olamaz. Zira iktidar savaşları, uzlaşmaz çıkarları olan iki sınıf arasında sürerken, emperyalist savaşlarda savaşı çıkaranlarla savaşanlar, emperyalist savaşı iktidar savaşına çevirenler bir ve aynı sınıf değildir.

Dünyayı savaş alanına çeviren, emperyalist çıkarların karşı karşıya geldiği Birinci Emperyalist Savaşı bitiren, Rus işçi sınıfının 1917’de Çarlık ve işbirlikçi burjuvaziden iktidarı alışıdır. İkinci emperyalist savaşın galibi de, bir önceki emperyalist savaşın tek galibi Rus işçi sınıfının Sosyalist iktidarı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’dir. Zafer, dünya işçi sınıfının süregelen örgütlü mücadelesinindir. Sovyet sonrası dönemde, emperyalist restorasyon sürecinin bir parçası olarak karşı devrim sürecinde, Türkiye kapitalizmi için yazan Harari’nin bu sürecin baş kahramanı Erdoğan övgüsü de, sürdüğü coğrafyalarda iktidar savaşına çevrilme potansiyeli taşıyan emperyalist savaşı meşrulaştırma çabası da boşuna değil. Tamamen duygusal!

Ekim 1917’de Rus işçi sınıfının iktidarı almasından bir yıl sonra, Ekim 1918’de Türkiye coğrafyası, diğer kaybedenler gibi emperyalistler arasında paylaşıma konu olur. Rus işçi sınıfı kendi yurdunda Sosyalist iktidarı alır almaz, emperyalist savaşı reddeder; Çarlık Rusya’sının tüm gizli antlaşmalarını tanımaz; teşhir eder. Emperyalistler arasında bölüşülen Türkiye coğrafyasından Kars ve Ardahan’ı bırakarak çekilir, savaş esirlerini serbest bırakır. Bu sırada, Sovyet kadınları erkekleriyle birlikte mülkiyet temelindeki yurttaşlık anlayışını yıkar, yurttaşlık ve buna bağlı hakların öznesi konumuna yükselir.

“1918’de kadınlara oy verilemesini destekleyen Başkan Woodrow Wilson (H.D, s. 321)” da, Harari’yle aynı soyut, uydurma gerekçeyle – o tarihe kadar sadece mülk sahibi sınıfın elinde bulunan seçme ve seçilme hakkının -mülkiyet ilişkisinden bağımsız olarak- “oy verme hakkının” daha fazlası olan siyasi haklarını, işçi sınıfının önemli bir bileşeni olarak kadınlar için savunmak zorunda kalır. Zira henüz bir yıl önce gerçekleşen Rusya işçi sınıfının emperyalizme karşı zaferi ve Sosyalist iktidarında yurttaşlığa bağlı kazanımları inkâr edilemez boyuttadır. Savaş çok sayıda kadını siyasal savaşım saflarına çekmiş olsa da, kadınların toplum içinde ve toplum için çalışmaya başlamalarıyla birlikte, “etkin’ birer yurttaş olarak tanımlanmaları gereğini sistemin yasalarıyla ve tüm uygulama alanlarında ortaya koyan olgu, devrim olmuştur(22).

Sonuç olarak, emperyalist ülkelerin önünde sadece iki seçenek vardı: Ya kendi işçi sınıfına bir bütün olarak ekonomik, siyasi, kültürel hakları tanıyacaklar ya da iktidarı kaybetme riskini göze alacaklardı. Rusya işçi sınıfının zaferiyle sonuçlanan Birinci Emperyalist Savaş’ın ardından 1917’de Kanada, 1918’de Azerbeycan, Estonya, Macaristan, Kırgızistan, Letonya, Polonya, İngiltere, 1919’da Beyaz Rusya, Ukrayna, Lüksemburg, 1920’de Amerika’da; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı bitiren zaferinin ardından, İtalya ve Fransa 1945’de, İsviçre 1970’de işçi sınıfı için siyasi hakları tanımak zorunda kalmışlardır. Sovyet yurdunun kuruluşunun, insan haklarına ve işçi sınıfının üyesi olarak kadının hakkın öznesi olarak tanınmasına ön gelmesi, tesadüf değildir. O tarihe kadar, yurttaşlık ve siyasi haklar sadece mülk sahibi sınıfın tekelinde ve onların kadınları sadece seçme hakkına sahipti.

“Çoktu, Buhara topraklarını sulayan gözyaşları” der Orta Asya’da yaşayan işçi kadınlardan, Transkafkasya kadınlarına yazılan mektupta. “Doğumdan ölüme dek tüm hayat boyunca dökülen bu gözyaşları asla unutulamaz... Emirlerin Buharası’nda bir kadının beş efendisi vardı: Birinci efendisi Tanrı, ikinci efendisi Emir, üçüncü efendisi toprak ve suyun sahibi olan işvereni, dördüncü efendisi molla, beşinci efendisi kocası idi. Para için, pirinç için satıldık, her türlü mal karşılığı takas edildik; daha çocukken, zaten birkaç kadınla evli olan yaşlı adamlara verildik evlilik diye. Kocalarımızın köleleri idik(23).”

Bütün bu söylenenlerin yazıldığı mektup SSCB resmi arşivlerinde kayıtlı, resmi belgeler arasındadır. Bu yazılanlar Ekim devrimini yapan ülkelerle sınırlı değil; 300 yıllık kapitalist sömürü altında inleyen en büyüğünden en küçüğüne tüm kapitalist ülkeler için, üç aşağı beş yukarı halen geçerlidir. Kadın sorunu, kapitalizme özgüdür. Ancak, iktidarın her ülkenin kendi işçi sınıfının eline geçmesi, Sosyalist üretim ilişkilerinin gerçekleşmesiyle tarihe karışacaktır. Sovyetlerle birlikte gerileyen kadın sorunu, Sovyetlerin çözülüşünün ardından yükselişe geçmiş, kapitalist sömürünün ilk zamanlarını aratır hale gelmiştir.

Öte yandan, Mondros Ateşkes antlaşmasıyla, emperyalist paylaşıma konu olan Türkiye coğrafyasında ise 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edilir. Kadınların siyasi hakların öznesi olması ise 1934’ü bulur. Dikkatlerden kaçırılan, Sosyalizmin zaferiyle olan ilişkisi, sınıflar mücadelesinin konusu olmasıdır. Nihayet, 1991’den bu yana Sovyet ülkesinin parçalanmasını takip eden süreç, Türkiye kapitalizmi dâhil, geç kapitalist ülkelerde siyasi birliği parçalayan emperyalist işgalin, emperyalist paylaşımın nesnesi haline getirdiği dünya işçi sınıfı aleyhine ekonomik, siyasi, kültürel hakların tasfiyesi olarak gerçekleşmiştir. Emperyalizm, dizginlerinden boşalmış, önüne çıkanı ezip geçmektedir.

Tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının birliği parçalanmakta, en güçlü silahı olan örgütlülüğü dağıtılmaktadır. Bunda, Sovyet sonrası dönemde liberalizme savrulan, mücadeleyi iktidar değil demokrasiye indirgeyen dünya solunun da sorumluluğu büyüktür. İşçi sınıfını celladına teslim eden soldur. Ancak, tek tek ülkelerde işçi sınıfı tekrar ayağa kalkacak ve kendi öncülerini çıkaracaktır. Harari’nin dile getirdiği emperyalizmin tarihsel ve sınıfsal korkusu da budur.

Yeniden tarih yazımına “başarılı” ve güncel bir örnek olarak Homo Deus, ideolojik bir çalışmadır. Gösterildiği gibi geçmişe dair veriler görmezden gelinirken, gözden kaçırılamayacak olanlar eksik ya da yanlış verilmekte. Bu bilinçli eylemin sebebi; “geçmişe ve yaşanılan zamana ilişkin ne kadar az şey bilinirse gelecek konusunda verilecek yargı o kadar güvenilmez nitelik taşımakta” olup, “bir başka neden de böyle bir yargıda onu veren kişinin öznel beklentilerinin kolayca kestirilemeyecek kadar büyük rol oynamasıdır(24).”

Harari’nin, geleceğe yönelik bir olasılık gibi sunduğu; “21. yüzyılda hem kadınlar hem de erkekler askeri ve ekonomik değerlerini yitirebileceği” ifadesi, siyasi birliği parçalanan coğrafyalar başta olmak üzere tüm kapitalist dünyada işçi sınıfının hakkın öznesi olmaktan çıkıp, nesneye dönüştüğünün ilanıdır. Bu bir olasılık değil, olup bitendir. Kendiliğinden ya da tesadüfen değil, emperyalizmin sınıf çıkarlarına uygun olarak, bilinçli ve örgütlü müdahalesiyle ortaya çıkmıştır. Bir sonuçtur.

Yazar, özel bir yetenek ya da eğitim gerektirmeyen işlerle, teknolojinin bir parçasına dönüşen sınıf olarak işçiyi değersizleştiren süreci çarpıtıyor: “Ekonomik alanda da düğmeye basma ya da cıvata sıkma yeteneği eskiye göre değersizleşerek liberalizmle kapitalizmin pek değerli ittifakını tehlikeye atıyor(s. 323).” Bakın işi yapan özneden değil, işten bahsediyor. Öznesiz eylem! Taylan Kara, buna dil ile gerçeğin üzerini örtmek diyor(25). Çünkü kapitalist üretim sürecinin geldiği aşamada işçi, üretim sürecinin öznesi olmaktan çıkmış, işi yapan makinanın bir parçası haline gelmiştir. İşi yapan işçi değildir artık!

“Çok önemli bir devrimin eşiğindeyiz. İnsanlar ekonomik değerini yitirmek üzereler çünkü zekâ bilinçten ayrılıyor(s. 323).” Yeni tarih yazıcısı Harari’yi, takdir etmek gerekiyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin etrafından dolaşıp, gerçekleri gözlerden kaçırmakta son derece başarılı manevralar yapıyor. Ama yine kendini ele veriyor her ne kadar, hemen ardından, dikkatleri yapay bir ayrımla, “zekâ mı bilinç mi (s. 324)?” sorusuna çekiyor, olsa da.

Öncelikle, morfolojik ve fizyolojik olaylar- biçim ve işlev birbirlerini karşılıklı olarak belirlerler(26). Zekâ, fizyolojik olarak duyu organlarından gelen, sinir sistemi aracılığıyla iletilen verilerin beyin tarafından düşünme, öğrenme, kavrama yeteneğidir. İnsanımsılardaki iki ayak üzerinde yürüme, çenenin ufalması, hacimli görme, başparmağın gelişimi ve pençenin ele dönüşmesi gibi yapısal/işlevsel değişimlerin uzantısındaki en önemli aşama kuşkusuz beynin gelişimidir(27). Bilinç, insanın nesnel dünyayı ve kendi kişisel varlığını anlamasına etkin biçimde katılan zihinsel süreçlerin toplamıdır. Diğer yanda, Bilinç’in kökeni emekte, insanın toplumsal, üretici etkinliğinde yatar ve bilinç kendisi kadar eski olan dil’e ayrılmaz biçimde bağlıdır(28).”

Demek ki, bilinç toplumsal süreçlerin içinde, bireyin üretici etkinliği ile oluşan, en etkili ve en eski ifade ve iletişim aracı olan dil’e sıkı sıkıya bağlı bir olgudur. Hayvanların gerçeklik bilinci duyu organları aracılığıyla edindikleri bilgi ile sınırlıyken, insanın bilinçli toplumsal ilişkileri ve üretici etkinliği aracılığıyla gelişir. Başka bir deyişle, insan, toplumsallaşma sürecinde sadece duyu organları aracılığıyla öğrenmekle yetinseydi, bilinçli üretici etkinliğe yönelmemiş, emeğiyle zihinsel ve fiziksel evrimini zenginleştirmemiş olsaydı, insan olmayacaktı. İki ayağı üzerine dikilen insan özgür kalan ön ayaklarıyla alet yapmayı öğrendi. Alet yapmak emek gerektiriyordu. Emeğin evrimleştirdiği eller üretimin, üretim beynin ve bilincin gelişimini tetikliyordu.

Öyleyse, zekâ ve bilinç birbirinin içerir. Çelişik gibi görünse de biri olmadan diğerinin gelişmesi olanaklı olmadığı anlaşılıyor. Toplumdan soyutlanan insanın zihinsel ve bedensel yeteneklerini kaybetmesi de bunun göstergesidir. Bilinçlendikçe gelişen beyinin bir fonksiyonu olarak zekâ ve gelişen bilinç, kendini ifade etmeyi dayatacak, bilgini aktarılması, iletişim ihtiyacı çıkarılan seslerin zamanla anlam kazanmasına yol açacak, dil doğacaktı.

Oysa liberalizmin postmodern öncülerinden Humberto Maturana ve Francisco Varela, Tevrat’dan aşırdıkları Bilgi Ağacı’nda elin, dilin ve nihayet zekâ ve bilincin birbirini tetikleyen karşılıklı evriminin temelinde yatan emeği inkâr ederek, bizi şaşırtmazlar: “Dil birileri tarafından dış dünyayı anlamak amacıyla icat edilmiş değildir. Bu yüzden, dünyayı anlatmak için bir araç olarak kullanılmaz. Aksine ‘dilleştirme’ vasıtasıyladır ki bilme eylemi, dil denen davranış koordinasyonu içerisinde bir dünya oluşturuyor(29).”

Birikimli bir süreç olarak evrim ve diyalektik niceliğin niteliğe dönüşümü yasasını inkâr edenler, emek süreçlerini de inkâr etmekten kaçamazlar. Dil, emek sürecinin ürünü değildir, icat da edilmemiştir ama her nasılsa ve her neyse “dilleştirme” vasıtasıyla “bilme eylemi” gerçekleşiyor ve insan “bir dünya oluşturuyor”! Peki, dünyayı nasıl anlıyor ve anlatıyoruz? Kavramlar ve kavramlaştırma bireysel ve akılla sınırlı bir eylem ise, dilin olmadığı yerde toplumun diğer üyelerine ve gelecek nesillere aktarılması nasıl gerçekleşiyor? Maturana ve Valera, bu sorunun cevabını vermiyor, veremezler! Geçiniz. Dogma ile bilim, gerçek ile uydurmaca, teoloji ile diyalektik materyalizm, Palton ile Herakleitos arasındaki savaş devam ediyor.

Darwin, yüz elli yıl önce, insanla ve üst hayvanların, özellikle de primat denenlerin bazı ortak içgüdülere sahip olduklarını; aynı türün bireylerinin zihin yetileri bakımından en koyu ahmaklıktan en yüksek zekâ düzeyine kadar basamak basamak sıralandığını(30) göstermiştir. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirine söyleyecek bir şeylerin bulunduğu noktaya erişirler(31). Erişilen bilinçtir, emek sürecinde gelişen eller gibi beynin fonksiyonlarından biri de zekâ olsa gerektir. Bilinç geliştiği ölçüde, içgüdüsel olmaktan çıkan insan zekâsı bilinçli eylemiyle dünyayı değiştirir.

Zekâ ve bilinç birbirine içkin ve diyalektik bir sürecin ürünü olduğu halde, “zekâ ve bilincin birbirinden ayrıldığı” iddiasının ardından gelen “zekâ mı yoksa bilinç mi daha önemlidir?” sorusu ne anlama geliyor? Okumaya devam ediyor ve cevabı alıyoruz: “21.Yüzyılda bu soru siyasi ve ekonomik bir meseleye dönüşüyor. Ordular ve şirketler açısından değerlendirildiğinde cevabın çok net olması insanın gerçeklikle yüzleşmesini sağlıyor: Zekâ olmazsa olmaz hale gelirken bilinç zorunlu olmayan bir tercih artık(H.D, s. 324).” Yazar, okuru, “21.yüzyılda ordular ve şirketler için” bilincin değil, ama zekânın olmazsa olmaz olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye çağırıyor!

“Gerçek” bu mu? Bu üretim ilişkilerinden bağımsız soyut insan için genel geçerli olan gerçek midir? Oysa insan, insan olmasını emeğine borçlu değil mi? İnsanı hayvandan ayıran bilinçli eylemi değilse, nedir? Emek sürecinin öznesinin biyolojik evriminin yanı sıra zekâsı gelişirken, bilinçlenmeksizin dünyayı kavraması olanaklı mıdır? Yazarın, “ordular ve şirketler” ikilisinin arkasına sakladığı emperyalizm, meta üretiminde gereksindiği emek sahibinin bilinçlenmesini neden istemez? Metaların değeri, metalar içinde cisimleşmiş bulunan ve kendisi de süresiyle ölçülen toplumsal bakımdan zorunlu genel insan emeği ile belirlenir(32) iken, meta üretim sürecinde kullanılan emeğin sahibi insanın, bilinci zekasından ayrılabilir mi?

Diyelim ki ayrılabilir, bundan kim ne kazanır? Bir kez, soyut insan değil, meta üretiminden ve emek sahibi insandan yani işçiden söz ediyoruz. Harari’nin sözcülüğüne soyunduğu emperyalizme göre metanın üreticisi insan (işçi) zeki olabilir ancak, bilinçli olmasa da olur, kendi tercihidir! Öyleyse, bilinç işçinin, zekâ patronun gereksinimi olmalı! Bir kez daha, sermaye ile emeğin çıkarlarının uzlaşmazlığı gerçeği ile karşı karşıyayız. 18. yüzyılda, Osmanlı sadrazamı Koca Ragıp Mehmet Paşa’nın yazdığı gazelden bir beyit iken anonimleşen vecizesiyle; “merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş(33).”

“Ordular ve şirketler akıllı yapay ajanlar olmadan işleyemezken bilince ve öznel deneyimlere ihtiyaç duymazlar(H.D, s. 324).” İşte bütün mesele bu… Üstelik bu kadar da değil. “Bazı ekonomistler gelişmemiş insanların er ya da geç tamamen hurdaya çıkacağını söylüyor(s. 325).” Elbette, bu “bazı ekonomistler”in kim olduğu ve ne düşündükleri Harari’de saklı! Biz bilmiyoruz. Gerek de yok! Neyi bilip neyi bilmeyeceğimize Harari karar veriyor, bilmemiz gerekeni bize söylüyor! Öyle değil mi? Bu bazı ekonomistlere göre “gelişmemiş insanlar er geç hurdaya çıkacak”! Üretim sürecindeki emek sahibi insandan söz ediyoruz hal bu ki! Ya da biz öyle sanıyoruz! Başka türlü, insan ne kadar “gelişmemiş” olursa olsun, nasıl olur da “hurdaya çıkar”? İnsan, nasıl insan oldu?

Türkçesi, yazar, 21.yüzyılda emperyalizmin, yapay zekâya sahip teknolojik ajanları sayesinde “gereksiz/işe yaramaz” hale gelecek, emeğin sahibi olup ürünün sahibi olamayan “insanı” üretim dışına çıkaracağını öngörüyor. Aslına bakılırsa öngörmüyor, kapitalizmin geleceğe ilişkin “tasavvurunu”, çok sevdiği deyimle, “öznel deneyimlerinden” çıkardığı “öngörü” olarak yüceltiyor! Zaten, makinanın bir parçası haline gelmiş, artık sadece emek ürünü değil kendisi de bir bütün olarak nesneleşmiş insan, “sürümü” eskimiş makinalar gibi, dışarı atılacak!

Görüldüğü gibi, Yoval Noah Harari’nin geleceğe ilişkin tasarımında, bin bir dereden su getirip okuru ikna etmeye çalıştığı kapitalizmden başka bir seçeneği yok. Dolayısıyla, Dünya işçi sınıfını milyarlarca insanı mülksüzleştirip, açlığa sürükleyecek, “hurdaya çıkaracak” teknolojiyi, insanın insan olmasını sürekli kılacak boş zaman yaratmaya elverişli kısa çalışma süreleri lehine ve insana yakışmayan pis ya da sağlığa zararlı işlerden kurtulmak için kullanılabileceği bir seçeneği hayal bile edemiyor. Belki de, sosyalizm seçeneğini okurun aklına düşürmek, bilincine çıkarmak istemiyor olmasın!

1976 Tarihli Küba Anayasası Önsöz olarak şunu söyler: “İnsanın insanı sömürmesine dayalı tüm rejimlerin sömürülenlerin aşağılanmasına ve sömürenlerin insani doğasının çürümesine neden olduğunun; insanın sadece sosyalizm ve komünizmin himayesinde kölelik, esaret ve kapitalizm gibi sömürünün bütün biçimlerinden kurtulduğu zaman insan olmanın gerçek onuruna erişebileceği(34)” ilan edilir. Emperyalist kapitalist sermaye düzeninin, Harari’nin söyleyişiyle “işlevsiz sınıf(s. 331)”, “işe yaramaz(s. 339)”, “başıboş aylak(s. 340)” olarak hor gördüğü işçi sınıfını, Sosyalist Anayasa, “insan olmanın gerçek onuruna erişebileceği, Devrimin ülkesini ve Kübalıları yücelttiğinin; bilincinde olarak” yüceltiyor.

Emperyalizmin ideoloğu, burjuvazinin ideolojisi değilmiş gibi, “liberalizmin şah damarına darbe indireceği” gerekçesiyle, hiç seçmediği halde teknolojik gelişmenin üretim dışına çıkaracağı işsizler ordusuna nefretini ne kadar süslese de saklayamıyor. İşsizliği yaratan kapitalizme değil,  “kitlesel” olarak işsiz kalacak olan emekçi sınıfların üyelerine yükleniyor: “Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç çaba göstermese bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün olacaktır. Peki, hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir... Böyle bir gelişme, liberalizmin insan hayatının ve deneyiminin kut- sallığına duyduğu inancın şah damarına son darbe gibi inecektir. Günlerini La La Land’de sanal deneyimlerle harcayan bu işe yaramayan başıboş aylakların nesi kutsal olabilir(Homo Deus, s. 340)?” Daha önce görmediğimiz, ilk kez bu paragrafta dile gelenlere bakalım.

Öncelikle, Harari’nin açıkça “işe yaramaz”, “başıboş aylaklar” olarak nitelendirmekten çekinmediği, üretim dışına itilen emekçi sınıfların üyelerine “delirmesinler” diye, “uyuşturucu ve bilgisayar oyunlarını”, “çözüm” olarak “sunanlar” kimdir? Uyuşturucu ve bilgisayar oyunlarını çözüm olarak sunanlar üçüncü çoğul şahıs olmakla birlikte (hiç şüphesiz maksadı aşsa da sermaye sınıfını olarak okuyabilirsiniz), önceki ve sonraki cümlelerdeki özne, birinci tekil şahıs, bizzat Harari’dir. Üçüncü çoğul şahsa atıf yapılan cümlede kendisi de çoğulun üyesidir. Burada, kendisine ait bir düşünceyi belirsiz çoğul üçüncü şahsa yükleyerek, arkasına saklamaya çalışmakta; “başıboş aylaklar” için, “uyuşturucu ve bilgisayar oyunları” önerisini, genel bir çözüm önerisi olduğu yanılgısı yaratmayı amaçlamaktadır.

Hiç şüphesiz, “işe yaramaz kitleyi”, “besleyecek ve destekleyecek” olan, kim olduğu belirsiz “üçüncü şahıs”, emperyalist kapitalist sermaye düzeninin sahipleri, sermaye sınıfıdır. Sermaye iktidarının liberal öğretisi “insan hayatı ve deneyimin kutsallığına inanıyor” olsaydı, kitleler halin de emekçi sınıfların üyelerini işsiz bırakmaması gerekirdi. Üretim sürecinin dışına çıkarıldığı için işsiz ve mülksüz kalan, yaşamlarını “uyuşturucu ya da sanal deneyimde harcamak” zorunda bırakılan emekçi sınıfların “hayatı ve deneyimi” neden ve nasıl oluyor da, “kutsallığını” kaybediyor? Öyle ya, “bu işe yaramayan başıboş aylakların nesi kutsal olabilir?” artık insan bile değiller! Hayatlarının ya da deneyimlerinin Harari ve diğer liberaller için ne değeri olabilir?

Dünya işçi sınıfına, “işlevsiz sınıf”, “işe yaramayan kitleler” ve “başıboş aylaklar” olarak bir gelecek tasarımının sahibi Harari’nin bütün derdi, burjuvazinin liberalist ideolojisinin geleceği: “Eğer bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmeler insanlığı işe yaramayan kitleler ve bir grup gelişmiş süper insan eliti olarak ikiye ayırır ya da otorite insanların elinden zeki algoritmalara geçerse liberalizm çökecektir(Homo Deus, s. 364).”

21.yüzyılın Dühringi Harari’nin emperyalist kapitalist sermaye düzeninin “insanlığı işe yaramayan kitleler ve bir grup gelişmiş süper insan eliti olarak ikiye ayıran” kapitalizm yüzünden “liberalizmin çökeceği”, liberalizmin emperyalizmin Yeni Düzeninin ideolojisi olduğu gerçeğini örtmek için söylenmiştir. “Kapitalizm kötü, ideolojisi liberalizm iyidir, liberal olmak şartıyla kapitalizm kalabilir” anlamına gelen ifadesinin, 19. yüzyılın Dühringi’nin söylediklerinden farkı yok: “Şeyler üzerinde egemenlik olarak zenginlik, üretim zenginliği, iyi yan; insanlar üzerinde egemenlik olarak zenginlik, günümüze değin olmuş olduğu gibi bölüşüm zenginliği, kötü yan, cehennemin dibine! Bu şimdiki kapitalizm koşullarına uyarlanınca, şu sonucu verir: Kapitalist üretim biçimi çok iyidir ve kalabilir.., ama kapitalist bölüşüm biçimi metelik etmez ve onu ortadan kaldırmak gerekir(35).”

Dühring’in “şeyler üzerinde egemenlik olarak zenginliğin sahibi”, Marksizmin sermaye sınıfı, Harari’de “bir grup gelişmiş süper insan eliti” olarak çıkıyor karşımıza. Dühring’de adı anılmayan, “insan üzerinde egemenlik olarak zenginlik, bölüşüm zenginliği”nin nesnesi insan, yani Marksist öğretinin işçi sınıfı, Harari’de “işe yaramayan kitleler” olarak sahneye çağrılıyor. Sermaye sınıfının kapitalist iktidarının sürekliliği uğruna, sınıf kavramının, emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğinin etrafından dolaşırken, okuru da peşine takıyor!

Anlaşılan odur ki, Harari’nin gelecek tasarımında işçi sınıfının payına yine “aylaklık”, “başıboşluk”, “işlevsiz bir sınıf” olarak “işe yaramazlık” ve bu haliyle kapitalistlerin sırtından yaşamak düşecek! İşçinin emeğiyle üretilen ürünün tamamını özel mülkiyetine geçirmekte bir an bile tereddüt etmeyen kapitalistin, “kitleler halinde” işsiz ve mülksüz bıraktığı üretici sınıfları “her şeye rağmen besleyeceği ve destekleyeceği” inandırıcı değildir. Buna kim inanır? Kaldı ki, üreten ki onlardır kapitalisti besleyen de, zengin yapan da işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının insanca yaşamak için kapitalistin merhametine ihtiyacı yoktur; ancak, kapitalist yine işçi sınıfının emeğiyle üreteceği “zeki algoritmalar” üzerinde özel mülkiyet kurmuş ya da kaybetmiş olsa bile, işçi sınıfına muhtaç olmaktan kurtulamayacaktır. Üreten ki işçi sınıfıdır, aç kalması ancak ve ancak patronlar yararına meta üretimi sürdüğü içindir. Üreten ki onlardır, yöneten de onlar olmalıdır. Yazar, ciddi ciddi “liberalizm çökecektir” dedikten sonra, “oluşan boşlukta hangi yeni dinler ya da ideolojiler doğacaktır(Homo Deus, s. 364)?” sorusunu atıyor ortaya. Ardından, hangi ideolojilerin değil ama hangi dinlerin doğacağını da ekliyor sözlerine ve “Bilinç Okyanusu” başlığı altındaki son bölümü bu yeni dinlere ayırıyor. Radikal İslam ve fanatik Hristiyanlık üzerine dönen tüm tartışmalara rağmen, dini açıdan dünyadaki en ilgi çekici yer IŞİD’in kontrol ettiği bölgeler ya da ABD’nin İncil Kuşağı adlandırılan muhafazakâr güneyi değil, Silikon Vadisi’dir. Yüksek teknoloji gurularının teknoloji odaklı, tanrısız bu yeni cesur dini işte burada mayalıyorlar(Homo Deus, s. 365).”

Yazar, dilinde ne varsa bir cümleye sığdırmış, arka arkaya sıralıyor: “Radikal İslam”, “fanatik Hristiyanlık”, “IŞİD’in kontrol ettiği bölgeler”, “ABD’nin İncil Kuşağı... muhafazakar güneyi”, “Silikon Vadisi”, “yüksek teknoloji guruları”, “tanrısız yeni cesur din”, “mayalanıyor”! Hiç biri amaçsız, tesadüfi, rastgele seçilmiş değil. “Radikal İslam ve fanatik Hristiyanlık üzerine dönen tüm tartışmalara rağmen, dini açıdan dünyadaki en ilgi çekici yer IŞİD’in kontrol ettiği bölgeler”! Öncelikle, 1999 Yılında, Sovyetlerin ve Yugoslavya’nın siyasi birliğinin parçalanmasının ardından, -”Yeni Dünya Düzeni”nin mimarı ABD’nin başını çektiği- emperyalist örgütler tarafından yaratılan Irak Şam İslam Devleti, “IŞİD’in kontrol ettiği bölgeler” Irak’dan, Suriye ve Libya’ya uzanan coğrafya!

Yani, 1991’de Sovyetlerin çözülmesi ile başlayan emperyalist restorasyon sürecinin Ortadoğu ayağıdır. 1999’dan beri “IŞİD’in kontrolünde olan bölgede” olan, “demokrasi” adına 2003’de Irak, 2011’de Libya (Sosyalist Halk Cumhuriyeti), nihayet 2011’de İstanbul Konferansında “Suriye Dostları” tarafından kurulan Özgür Suriye Ordusu’nun yerine Irak’dan transfer edildiği Suriye’nin siyasi birliği parçalanmıştır. İlginç olan nedir?

Wikipedya’dan, Irak, Suriye ve Libya’da kontrolü elinde tutan IŞİD’in ideolojisinin, “hilafet, ümmetçilik, islamcılık, selefilik, cihatçı selefilik, vehhabilik, anti-siyonizm, anti-semitizm, anti-hristiyanlık, anti-yahudilik ve anti-komünizm” olduğunu öğreniyoruz! Bilindiği üzere bunun anlamı şu; IŞİD, komünizme karşı kurulmuş şeriatçı bir örgütlenme. “Kontrol ettiği” söylemi, “savaştığı” gerçeğini örten, Harari’nin fantezisidir. Belki de, savaş da bir kontrol yöntemi! Kimi kime karşı kontrol etmektedir?

Bu savaş, Komünizm tehdidine karşı emperyalist silahlı örgüt NATO eliyle dünya işçi sınıfına karşı açılmış, emperyalist bir savaştır. “Radikal İslam ve Fanatik Hristiyanlık üzerine dönen tartışmalar” safsatadır. Bu bir tartışma değil, sınıflar mücadelesinin alanı olarak ulus devleti ve beraberinde kaçınılmaz olarak sınıfın birliğini parçalayan, emperyalist bir savaştır. Bu savaş, sınıflar ve iktidar savaşından soyut “Radikal İslam ve Fanatik Hristiyanlık” savaşı değildir; bilakis 300 yıldır uzlaşmaz çıkarlara sahip iki sınıf, emek ve sermaye arasında süren iktidar savaşıdır. Bu söylem, sınıflar savaşını gözlerden kaçıran, ideolojik bir söylemdir.

Gelelim, “ABD’nin İncil Kuşağı... muhafazakar güneyi” kavramlarına... Açıkçası, Harari yazana kadar Türkiye coğrafyasının içinde bulunduğu, çözülmeden önce Sovyetler Birliği’ni kuşatan “Yeşil Kuşak” gibi, ABD’nin kendi emekçi sınıfları için de bir “İncil Kuşağı” oluşturduğunu bilmiyordum. Öğrenmiş oldum. Şaşırmadım. Hegemonyası altındaki tüm coğrafyalarda binlerce tarikatlara göz yuman, el altından destekleyen, “kapitalizmin en yüksek aşaması” emperyalizm, gelişkin sınıf bilinciyle, kapitalist dünyanın sınırlarını genişletirken, ülkesinde de işçi sınıfını gerici ideolojisiyle düzen içinde tutmayı, ihmal etmeyecektir.

Peki, içinde “yeni ve cesur bir dinin mayalandığı” Silikon Vadisi nedir? Harari ile aynı dili kullanan Wikipedya’dan, Silikon Vadisi’nin, ABD’nin Kaliforniya eyaletin- de, San Francisco körfezinin güneyinde yer alan, “silikon tabanlı entegre devre, mikroişlemci, mikrobilgisayar ve daha bir çok teknolojinin” üretildiği, “ileri teknoloji, inovasyon, risk sermayesi ve sosyal medya şirketlerinin küresel merkezi olarak görülen bölgenin gayri resmi adı” olduğunu öğreniyoruz. “Yüksek teknoloji gurularının teknoloji odaklı, tanrısız bu yeni cesur dini”, hiç şüphesiz “ileri teknoloji, inovasyon, risk sermayesi ve sosyal medya şirketlerinin küresel merkezi” olarak ilan edilen bir yerde “mayalanacaktır”! Herhalde, bilim ve emek düşmanı IŞİD’in kontrolünde parçalanarak küreselleşen sermayeye eklenen bölgeler, ideolojik bir araç olarak “yeni dinin” üretildiği merkez olmayacaktır!

Okurun algısında “yeni din” söylemiyle “mayalanan”, emperyalizmin eski liberal öğretisidir. Freud’un önemli saptamasıyla; “her Yeni, kimi hazırlık evrelerini geride bırakarak çıkar ortaya, her Yeni daha öncelerde kalmış kimi koşulların varlığını zorunlu kılar(36).” Harari de, diyalektik bir süreç olarak, liberal öğretisini yaymaya soyunduğu emperyalizmin geleceğe ilişkin “tasarımının” gerçekleşme sürecine (bugünden) katkı sunuyor! Tarihsel önkoşul, yetmiş yıllık Sosyalist iktidar deneyiminin çözülmüş, Dünya işçi sınıfının Marksist Leninist öğretisinin taşıyıcısı siyasi öznelerin de birlikte savrulmuş olmasıdır. Ancak, bu savruluşun ebedi olduğu sanılmasın. Öyle olsaydı, kapitalizmin emperyalist aklı Dünya işçi sınıfının aklını ele geçirmek için antikomünist histerinin şiddetiyle aynı oranda güçlü ideolojik savaşı sürdürmeyecek; Harari, Türkiye kapitalizmi için, Türkiyeli okur için Homo Sapiens ve Homo Deus’u yazmayacaktır.

Bu kapsamda, “yeni tekno-dinler ikiye ayrılabilir: Tekno-Hümanizm ve Veri Dini(Homo Deus, s. 365).” Yeni bir din değil, yeni bir postmodern uydurmacadır. Dünya ve özel olarak Türkiye işçi sınıfının öncülerinin boş bıraktığı alanı emperyalizmin liberal yalanlarıyla doldurma girişimidir. Boşa çıkarılmalıdır. Harari’nin ilk Kitabı Homo Sapiens’inin Bir Eleştiri Denemesi’nde olduğu gibi elinizdeki ikinci kitap, Homo Deus’un Bir Eleştiri Denemesi’nin yazılmasının biricik amacı da budur.

Dipnotlar:

1)        FROLOV, İvan; Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar, CEM Yayınevi, 1. Bası, 1991

2)        FOSTER, William Z.; Üç Enternasyonalin Tarihi- 1848’den 1955’e Sosyalist ve Komünist Hareketleri, Yazılama, Kasım 2011

3)        HOBSBAWM, Eric; Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınevi, 1999

4)        KARA, Taylan; Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme, Cilt 1, Hayal Yayınevi, 1. Bası, Şubat 2019

5)        HARARİ, YovalNoah; Hayvanlardan İnsanlara SAPİENS, Çev.Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, 11. Bası, Nisan 2016

6)        FROLOV, İvan; age.

7)        MARKS, 1844 El Yazmaları; Engels, “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi”, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınevi, 2. Baskı, Kasım 1993

8)        MARKS,1844 El Yazmaları, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınevi, 2. Baskı, Kasım 1993

9)        FROLOV, İvan; age.

10)      HARVEY, David; Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, 3. Baskı, Ekim 2003

11)      GEMALMAZ, Semih, Ulusalüstü İnsan Hakları Belgeleri, BETA, 2. Bası, 2000; “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit ve devredilmez haklarının tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğuna,

İnsan haklarının dikkate alınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanın isyana sevk eden barbarca eylemlere yol açtığına ve korkudan ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ile ifade ve inanç özgürlüğünden yararlanacak olan insanların yer alacağı bir dünyanın kurulmasının insanlığın en yüksek amacı olarak ilan edilmiş bulunduğuna,

            İnsanın, zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnmeye zorunlu kalmaması için, insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluk olduğuna,

Uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmeyi yetkinleştirmenin bir zorunluluk olduğuna,

Birleşmiş Milletler halklarının Şart’da, temel insan haklarına, insanın onur ve değerine ve erkeklerin ve kadınların eşit haklarına olan inançlarını yeniden teyit ettiklerine ve daha geniş özgürlük içerisinde sosyal ilerlemeyi geliştirmek daha iyi yaşam standartları oluşturmak hususlarında karar vermiş bulunduklarına,

Üye devletlerin, Birleşmiş Milletler ile işbirliği yaparak, insan haklarına ve temel özgürlüklere evrensel ölçekte saygı gösterilmesini ve bunlara uyulmasının geliştirilmesini gerçekleştirmek hususunda kendilerini bağlı kıldıklarına,

Bu haklara ve özgürlüklere ilişkin olarak ortak bir anlayış oluşturmak, üstteki söz verimin tam olarak gerçekleştirilmesi için çok büyük bir önem taşıdığına göre,

Bundan ötürü,

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,

Bu Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ni, bütün halklar ve bütün uluslar için başarılması gereken bir ortak standart olarak, bu Bildiri’yi daima göz önünde tutup, eğitim ve öğretim yoluyla bu haklara ve özgürlüklere saygının geliştirilmesi ve gelişmeye açık ulusal ve uluslararası önlemler yoluyla hem üye devletlerin halkları arasında hem de bu Devletlerin yargı yetkisine tabi ülkelerdeki halkların kendi aralarında hakların ve özgürlüklerin evrensel ölçekte ve etkin biçimde tanınmasının ve uygulanmasının temin edilmesi için, her bireyin ve toplumun her organının amacı sayarak ilan eder (BM. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, Başlangıç).”

12)      BİRDAL-GÜNAY, Arap Baharı Aldatmacası- Ortadoğu’da Emperyalist Restorasyon, Yazılama, Ağustos 2012

13)      BİRDAL-GÜNAY, age.; “2011 yazında Filistin açısından görünen tablo şuydu: Bir yandan Ortadoğu’da en güvenilir dayanak noktasını, 500 binin üzerinde yurttaşının ağırlayan Suriye’yi yitirmekte olan Filistin, diğer yanda Katar’ın, Müslüman Kardeşler Mısırı’nın ve AKP Türkiyesi’nin ‘desteğini’ alan, devlet olarak tanınması gündeme gelmiş ve nihayet bölünmüşlüğü aşabilecek gibi görünen bir Filistin...”

14)      HAWKİNG-MLODİNOV, Büyük Tasarım, Çev. Selma Öğünç, Doğan Kitap, 1. Baskı, Mart 2012

15)      FREUD, Musa ve Tektanrıcılık, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 2. Baskı, 2019

16)      ENGELS, Anti-Dühring, Çev. Kenan SOMER, SOL Yayınları, 4. Bası, 2003;”Bununla birlikte bilinir ki, burjuvazi, feodal burjuvazi krizalitinden çıktığı, Ortaçağ zümresi (ordre) modern sınıf (classe) durumuna dönüştüğü andan başlayarak burjuvazinin gölgesi olan proletarya ona durmadan ve kaçınılmaz olarak eşlik edecektir. Ve aynı biçimde proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak bunun yanı sıra sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik teorilerinin ta kendisine dayanarak ortaya çıkar. Proleterler, burjuvazinin eşitlik önerisini hemen benimserler.

Ancak, eşitlik yalnızca görünüşte, yalnızca devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır. Ve özellikle Fransız burjuvazisinin Büyük devriminden başlayarak yurttaş eşitliğini birinci plana koymasından sonra Fransız proletaryası, ekonomik ve toplumsal eşitlik isteyerek, ona hemen yanıt verdi; eşitlik Fransız proletaryasının savaş çığlığı haline geldi.

Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir anlam taşır... Bu istem ya -ve özellikle ilk başta, örneğin Köylüler savaşında durum budur- apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı zengin ile yoksul, efendi ile köle, har vurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak o, yalnızca devrimci içgüdünün dışa vurumudur ve doğrulanmasını da burada – yalnızca burada- bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür ve bu durumda bu istem burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla yıkılır. Her iki durumda da proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılmasıdır. Bundan öte her eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.”

17)      ENGELS, Doğanın Diyalektiği, Çev. Arif Gelen, SOL Yayınları, 11. Bası, 2019

18)      İLİN-SEGAL, İnsan Nasıl İnsan Oldu, Çev. AhmetZekerya, SAY Yayınları, 15. Baskı, 2018

19)      ENGELS, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınları, 12. BASKI, 2002

20)      FROLOV, İvan; Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar, CEM Yayınevi, 1. Bası, 1991

21)      FREUD, Bir Yanılsamanın Geleceği- Neden Savaş, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 1. Baskı, 2017

22)      KOLLONTAY, Aleksandra; Kadınların Özgürlüğü, Çev. Yasemin Çongar, Düşünen Adam Yayınevi, 2. Baskı 1993

23)      POPOVA, Nina; Sosyalizm Diyarında Kadın, İnter Yayınları, Çev. Murat Güneşdoğdu-İsmail Yarkın, 1.Baskı, Mart 1999;

24)      FREUD, Bir Yanılsamanın Geleceği, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 2017;

25)      KARA, Taylan; Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme, Düşünce/Hayal Kitapevi, 1.Cilt, 2019

26)      ENGELS, Doğanın Diyalektiği, Çev. Arif Gelen, SOL Yayınevi, 11. Baskı, 2019

27)      TEBER, Serol; Davranışlarımızın Kökeni, SAY Yayınları, 14. Baskı, 2017

28)      DARWİN, İnsanın Türeyişi, Çev. Sevim Belli, Onur Yayınları, 8. Bası, 2002

29)      MATURANA-VARELA, Bilgi Ağacı, Çev. Mahir Ünsal ERİŞ, Metis Bilim, 3. Bası,

30)      DARWİN, İnsanın Türeyişi, age.

31)      ENGELS, Doğanın Diyalektiği, age.

32)      ENGELS, Anti-Dühring, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınları, 4. Bası, 2003

33)      www.malumatfurus.org.tr; 18.yüzyıl Osmanlı Sadrazamlarından Koca Ragıp Mehmet Paşa’nın gazelinde yer alan bu mısra-i berceste, Mısır Beylerbeyliği sırasındaki tecrübelerini yansıtır. Günümüz Türkçesiyle karşılığı bu dizelerin şu şekilde: Mayası bozuk olanlar, söz esnasında farkında olmadan kabahatlerini ima ederler. Nitekim Kıpti beyi de kahramanlığını anlatmak için hırsızlıklarını örnek verir. Bu darb-ı meselin yer aldığı gazelin tamamı ise şu şekildedir.

Harabatı görenler her biri bir halin söyler, Safasin nakleder rindanzahid sıkletin söyler Ser-ağaz eyledikçe bahse bülbül revnak-ı gülden Bezimde kulkul-i mina melek keyfiyettin söyler Tecelli neş’esinehl-i şikem idrak kabil mi

Behişt andıkça zahid eki ü şürbün lezzetin söyler Ne zapt-ı hakim-i şer’i ne hükm-i zabit-i akli Cünün iklimini seyreyleyenler rahatın söyler Miyan-ı güft ü güdabed-meniş iham eder kubhun Şecaat arz ederken merd-i kıbti sirkatin söyler Muvafıktır yine elbet mizaca şive-i hikmet Tabibin olsa da kizbi marizin sıhhatin söyler Perişani-yi nükte-i ser-beste veşkaldi

Ne kimse hikmetin anlar ne Ragıb illetin söyler.”

34)      Küba Cumhuriyeti Anayasası, Çev. Jose Marti Küba Dostluk Derneği (JMKDD), Ocak 2008

35)      ENGELS, Anti-Dühring

36)      FREUD, Musa Ve Tek Tanrıcılık, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 2. Baskı, 2019; “Daha çeyrek yüzyıl önce Totem ve Tabu (1912) kitabını yazdığımda edindim bu güveni ve o günden beri de aynı güven durmadan içimde güçlenip pekişti. O gün bugün dinsel olgulara bireyde aşinası bulunduğumuz nevrotik belirtiler olarak bakılacağından, bunların insan toplumunun en eski tarihindeki çoktan unutulmuş önemli yaşantıların dönüp gelişi diye anlamak gerektiğinden, ilgili olguların saplantı karakterini böyle bir kaynaktan gelmelerine borçlu olduğundan ve içerdikleri tarihsel gerçek nedeniyle insanları etkileyebildiklerinden bir daha da kuşku duymadım(s. 88)”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.