Arzu Kır
Gördüm defnenin dalında iki
karanlık güvercin.
Biri güneşti diğeri aydı
onların.
Seslendim “komşucuklarım”
diye “mezarım neresi benim?” Güneş, “kuyruğum” dedi,
ay “gerdanım”.
Yürüyordum belime kadar
toprak. İki kartal gördüm
kar gibi ak, bir de kız,
çırılçıplak. Diğerleriydi biri, kızsa hiçbiri. Seslendim “kartalcıklar” diye
“mezarım neresi benim?” Güneş “kuyruğum dedi,
ay “gerdanım”. Gördüm
defnenin dalında iki çıplak güvercin.
Biri diğeriydi, ikisi
hiçbiri.
Federico Garcia Lorka, Dört
Yol Ağzında,
Çev. Osman Tuğlu
SÜPERİNSAN
ELİTLER AYLAKLAR VE İNSAN
Tarihçi Yoval Noah Harari’nin, Homo Deus -Yarının Kısa
Bir Tarihi adıyla, geleceğe dair ileri sürdüğü tezlerin bundan sonraki Üçüncü
Kısım’da “Homo Sapiens Kontrolü Kaybediyor”! “Yarının” kısa ya da uzun
“tarihi”nin olup olamayacağı, bir şeyler yazmadan önce, küçük de olsa dikkatli
bir okumayı, araştırmayı gerektiriyor. İvan Frolov yönetiminde Sovyetler Birliği
Bilimler Akademisi üyelerince, 1984 yılında hazırlanan Felsefe Sözlüğü’nden,
tarih felsefesinin, tarihin anlamını, yasalarını, insanın başlıca gelişme
eğilimlerini inceleyen bir bilgi alanı (1) olduğunu öğreniyoruz. Demek ki,
tarih ya da tarihçi, geleceğe ilişkin öngörülerini, geçmişe bakarak tespit
ettiği yasalardan hareketle, eğilimler olarak ortaya koyabilir. Yasallık
geçmişle, eğilim gelecekle ilişkili olmalı. Tarihsel olarak, İlkçağ’a kadar
geriye giden tarih felsefesi, Aydınlanma ile 15.yüzyıldan itibaren teolojinin
tarih üzerindeki egemenliğine son verir.
Ayrıca, tarihin temel unsurlarının yasallık, determinizm
(neden-sonuç ilişkisi), diyalektik, toplumsallık ve süreklilik olarak ortaya
konduğunu, burjuva tarih felsefesinin Hegel ile doruğuna çıktığını öğreniyoruz.
Öte yandan, nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marks da
insan tarihinin gelişme yasasını (2) bulacaktır.
Son olarak, tarihin uzmanlaşmış alanlarından iktisat
tarihçisi Eric Hobbsbawm’a göre hiç bir tarihçi; “insanın temel sorunlarından
uzak duramaz ve bazı toplumlar bu sürecin belli bir noktasında duraklamış
görünürlerken, başka toplumların neden böyle bir görüntü sunmadığı, modern sanayi
toplumuna kadarki yolculuğun neden dünyanın sadece bir bölgesinde tamamlandığıyla,
sistem içi ve/veya dışarıdan aktarılmış olan bu değişimlerin mekanizmalarının
geçmişte ve şimdi neler olduğuyla ilgilenmeden(3)” edemez.
Hal böyleyken, tarihçimiz, Üçüncü kısımda somutladığı
“yarına” ilişkin tespit ettiği eğilimleri, “liberalizmin karşı karşıya olduğu
üç tehdit” olarak görüyor. Daha önce satır aralarında söylediği “üç tehdidi”,
üçüncü kısımda, “Eşitsizliğin Sürümü” başlığı altında, nihayet açık seçik ifade
ediliyor: “İlk tehdit insanların değerlerini tamamen kaybetmesi üzerine kuruluydu.
İkinci tehditse, insanların topluluk halinde değerlerini koruyacaklarını ancak
bireysel otoritelerini yitirerek dış algoritmalar tarafından yönetileceklerini
söylüyordu (H.D, s. 360).” Öncelikle, yazar eylemi söylerken, özneyi söylemiyor.
Eylem, söylemek; peki söyleyen kim? Neden böyle bir söylemin arkasına
saklanıyor? Söylenen sözün sahibi, Homo Deus’un yazarı, kendisi değil mi? Özne
olarak, neden üçüncü tekil şahıs kullanıyor?
“Çift düşünce” içeren “çift dil” ile dil, “nesnel gerçekliği örtücü bir işlev(4)” kazanıyor olmasın! Açlık grevindeki siyasi mahkûmların yanarak hayatını kaybettiği ya da ağır yaralandığı cezaevi operasyonuna “Hayata Dönüş Operasyonu”, iş cinayetlerine “iş kazası”, tecavüze “taciz”, emperyalist işgale “demokrasi”, Irak’da başlayıp, Mısır, Libya, Lübnan ve Suriye’ye uzanan emperyalist savaşa “Arap Baharı” adlandırması gibi, gerçeği örten bir dil, kimin için, neden kullanılır? Liberalizmi tehdit eden, yazarın “tarihini yazma” iddiasında olduğu, eğilimleri “söyleyen” özneyi saklama ihtiyacı nedendir? Geçelim.
Gelelim Yazar’a göre, liberalizm karşısında yükselen üçüncü tehdide! “Bazı insanlar vazgeçilmez olmaya ve sırları çözülemez kalmaya devam edecek ve bu insanlar sürümleri yükseltilmiş dar bir süperinsan eliti oluşturacak... Çoğu insanın sürümü yükseltilemediğinden çoğunluk bilgisayar algoritmaları ve süperinsanlar tarafından yönetilecek ve giderek daha alt bir sınıfa mensup olacaklar (H.D., s. 360).” Harari, “çözülemez sırlar”, “sürümleri yükseltilmiş insanlar”, “süperinsan eliti”, “bilgisayar algoritmaları”, “alt bir sınıf” uydurmaca kavramlarının, her birinin arkasına hangi nesnel gerçekliği saklıyor dersiniz?
Emperyalizmin ideoloğu Harari’nin asıl korumaya
çalıştığı, ebedi ve ezeli olmasını beklediği kapitalizmin liberal ideolojisi
olduğuna, bir kanıt daha; “eğer bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmeler
insanlığı işe yaramaz kitleler ve bir grup gelişmiş süperinsan eliti olarak
ikiye ayırır ya da otorite insanların elinden zeki algoritmalara geçerse liberalizmin
çökeceği (s. 364)” korkusudur. “Bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmelerin”,
“işe yaramaz kitlelerin”, “zeki algoritmaların”, hiç şüphesiz liberalizmin
taşıyıcısı, sürdürücüsü olacak “süperinsan elitler” için yıkıcı olmasından
korkuyor olmalı.
Her üç tehlike uyarısının gizlediği inanç kapitalizmin
tek seçenek olduğudur. Kapitalizmin tekelindeki bilimin sermaye sınıfını
“süperinsan eliti (s. 360)”, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükseldiği
emekçi sınıfları “işe yaramayan kitleler” ve “başıboş aylaklar (s. 340) olarak
yeniden biçimlendirmeye hazırlanmaktadır! Sermaye sınıfının üyelerine
“süperinsan eliti”, bu sınıfın işsiz bıraktığı, mülksüzleştirdiği emeçi
çoğunluğa, üretici, işçi sınıfına bugün olduğu gibi “işe yaramayan kitleler” ve
“başıboş aylaklar” nitelendirmesi yeni bir şey değil! Emperyalizmin gelecek
tasarımının hazırlık aşamasında, yeni bir olgu gibi sunulması amaçsız değil,
kasıtlı ve bilinçlidir.
Kapitalist sömürü, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çıkarlar,
sınıf savaşımı, iki sınıf arasındaki çelişki, eşitsizlik ve tabii sermaye
diktatörlüğünün her ne kadar uydurma kavramlar arkasına saklansa da, geleceğe
ilişkin kaygıları olduğu anlaşılıyor. Üretimi ve üretici sınıfları
biçimlendirecek ve kontrol edecek, egemen sınıfı “süperinsan elit” haline getirecek
“zeki algoritmalar” yazılacak olmasına rağmen, liberal ideolojinin
inandırıcılığını kaybetmesinden, paranın saltanatının yıkılmasından korkuluyor
olmalı. Kapitalizmin sahiplerinin bu korkusu yeni değil. Haksız da değil.
Yazıyor, yazıyor! Harari yazıyor! Homo Sapiens isimli ilk
kitabında, tarihi anlatıları, “bilişsel devrimin arifesinde, Homo Sapiens’in
daha büyük ve daha istikrarlı gruplar kurmasını sağlayan dedikodular (Homo
Sapiens, s. 39)”, “on binlerce kişiden oluşan şehirler kurmayı milyonlarca insanı
yöneten imparatorluklar oluşturmayı olanaklı kılan kurgu”, “ortak mite inanan
yabancıların işbirliği(s.40)” olarak tanımlayan, “evrende hiçbir tanrı, millet,
para, insan hakkı, yasa ve adaletin insanların ortak hayal gücü dışında var
olmayacağı (s.41)”, devlet, şirket ve benzeri siyasi ve/veya ticari
örgütlenmelerin “fiziksel bir dünyayla temel bir bağı olmadığı, bizim kolektif
hayal gücümüzün ürünü(s.42)” olarak nitelendiren(5) yazarın tarihçi olması
tesadüf değil. Ancak, tarihçi olması, yazarın postmodern yazına örnek olmasını
engellemiyor. Tarihsel olarak, Sovyet sonrası dünya tarihinde emperyalizmin
gereksindiği yeniden tarih yazıcılarından biri olarak yetiştirilmiş olması
olası. İşini yapmaktadır. Gerçeği, bilimsel ve toplumsal gerçeği çarpıtmak
görevidir.
Şimdi, üçüncü kısmın başına dönüp, sermayenin liberal
ideolojisine yönelik birinci tehdit “Laboratuvardaki Saatli Bomba” neymiş
görelim. “2016 YILI İTİBARİYLA dünya bireycilik, insan hakları, demokrasi ve
serbest piyasadan müteşekkil liberal paketin hâkimiyeti altında. Ne var ki 21. yüzyılda
bilimin geldiği nokta, liberal düzenin temellerini sarsıyor. Bilim değerlere
dair sorularla ilgilenmediğinden, liberaller eşitlikten çok özgürlüğe mi ya da
toplumdan çok bireye mi değer verilmeli, bir cevap sunamıyor (Homo Deus,
s. 293).” Gerçekten öyle mi, nasıl ve neden birlikte bakalım. İlk cümlede
“liberal paketin hâkimiyetinin” bireycilik, insan hakları, demokrasi ve serbest
piyasa üzerinde oluştuğuna dikkat çekiyor. Liberal ideolojinin bireyi
yücelttiği doğrudur.
Ancak liberal bireycilik, üretim sürecinin öznesi, sınıf
olarak emekçinin, yine sınıf olarak üretim araçları sahipleri tarafından el
konulan emek ürünü ile olduğu gibi üyesi olduğu sınıf ve toplumla bağının
koparılmasının adıdır. Gerçekte olan - amaçlandığı gibi- yabancılaşmadır; teke
tek işçi sınıfının üyelerinin yalnızlaştırılmasıdır.
Şöyle ki, başlangıçta özdeş olan - yani, “gelişme süreci
dışında kaldıktan sonra yeniden ortaya çıkan iç ayrılıkları ve çelişkileri
içeren(6)”- sermaye ve emek, burjuva iktisatçılar tarafından bölünür,
birbirinin karşıtı haline gelir. Üretimin esas unsuru, aynı anda servet kaynağı
ve özgür insan eylemi olarak emek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet
nedeniyle bir kez daha bölünür; “emeğin ürünü, emeğin karşısına ücret olarak
çıkar(7).” Çünkü ürün artık üretenin, emeğin değildir. Emek ile ürün arasındaki
ilişki, üretim tamamlandığı anda kopar. Ürün, üretim araçları sahibi için
üretilen meta haline gelir. İşte bu andan itibaren, “özne ile nesnenin
karşıtlığı aşamasında(8)” yabancılaşma gerçekleşir.
Emeğine, daha doğru bir deyimle aldığı ücret karşılığında,
üretim araçları sahibine bırakılan ürününe yabancılaşan insan, üretim süreci
sonunda ortaya çıkan emek ürünüyle olan ilişkisinin koparılmasında olduğu gibi
bu kez toplumsal ilişkilerde kendi sınıfı ve üyeleriyle ilişkisi kesildiği
oranda yabancılaşır, yalnızlaşır. Liberalizm, “bireyciliği yücelterek”, sınıflı
toplumlarda var olan insanın varoluşunun doğal koşullarıyla, üretim
koşullarıyla insanın doğru düzgün varoluşu arasındaki uçurumu(9)” sermayenin
ihtiyaçları doğrultusunda derinleştirir; toplumsal bir varlık olarak insan,
üyesi olduğu toplum ve sınıfla ilişkisini keser. Toplumsal varlık olarak insan,
toplumun üyesi olarak birey sadece üretim süreçlerinde değil, hukuki ve mekânsal
düzenlemelerle de toplumun diğer üyelerine yabancılaşır.
Çok katlı yapılar, kalabalık şehirler, esnek çalışma
biçimleri, güvencesiz çalışma, gün ışığını girmediği mekânlarda ve uzun çalışma
saatleri bireyi toplumun diğer üyelerine, kendisine ve sınıfına
yabancılaştırır. İşçi sınıfı şehirlidir. Sanayi üretiminin ve işçi sınıfının
beşiği şehirler büyüdükçe yabancılaşma artar. Fabrikalar, caddeler, sokaklar ve
çok katlı yapılar kalabalıklaştıkça kimse kimseyi tanımaz hale gelir, paylaşım,
dayanışma azalır ve insan yabancılaşırken yalnızlaşır. Öyle ki, David Harvey Postmodernliğin
Durumu’nda, genel olarak parasal ekonomilerde, özel olarak kapitalizmde para,
zaman ve mekân üzerinde birbiriyle kesişen hâkimiyetin, toplumsal iktidarın
görmezden gelemeyeceğimiz bir özsel bağıntısını oluşturduğu(10) tezini kabul
eder. “Liberal paketin hâkimiyetindeki” bireycilik anlayışı, işte budur.
Öte yandan, Harari’nin “Liberal paketinde” yer alan
“insan hakları” üzerinde de “hâkimiyet” kurduğu doğrudur. Ne var ki hâkimiyet,
hakkın kaynağı olmakla bir ve aynı değildir. Bilakis, hâkimiyet çoğunlukla zoru
gerektirir. Liberalizm insan haklarının kaynağı değildir. Akademik çalışmalarda
yani, burjuvazinin liberal öğretisinde insan haklarının kaynağı, tarihsel
olarak ilk kez Magna Karta olduğu ileri sürülse de, gerçek bu değildir.
Magna Carta 1215 yılında, İngiltere Kralı John’un,
iktidarı toprak sahipleri ve kilise ile paylaşmak zorunda kaldığı ilk yazılı
sözleşmeden başka bir şey değildir. Konusu, adalet, eşitlik, özgürlük olsa da,
yurttaşlık mülkiyet ile belirlendiği içindir ki hakkın öznesi olan “yurttaş”
kavramı sadece kilise ve toprak sahipleri ile sınırlıdır. 1774 Tarihli Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesi de, Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılış manifestosudur!
Bir sınıfın diğer sınıfa karşı ilan edilmiş manifestosu değildir.
Toplumsal varlık olarak insan, toplumun üyesi olarak
bireyin iktidar ve toplumun diğer üyeleri karşısında vazgeçilmez insan
haklarının kaynağı ise 10 Aralık 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları
Beyannamesi(11)’dir. Dünya işçi sınıfının sosyalist iktidarının ilk olarak
gerçekleştiği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Alman Faşizmine karşı
zaferin ardından, 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler (BM) tarafından
hazırlanmış ve ilan edilmiştir.
Ne var ki, 1991’de Sovyetler Birliği’nin ihanete uğraması
ve çözülmesinden sonra, yerküreyi kendisi için küresel pazara çeviren
sermayenin liberal ideolojisinin hakimiyeti altında kadük (geçersiz) hale
gelmiştir. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin uygulanabilirliği yoktur. Çünkü
Sovyetler Birliği’nin, emperyalist kapitalist dünyada karşıt bir güç, siyasi
özne olarak varlığı sona ermiştir. Dünya işçi sınıfı, hatta solu bu çözülüşün
ardından halen toparlanamamıştır. Emperyalist ülkelerin hâkimiyetine geçen BM,
NATO, IMF, DB ve benzeri emperyalist örgütler ve bu örgütler tarafından
eğitilip donatılan kontrgerilla, “kökten dinci” El Kaide, Müslüman Kardeşler,
IŞID, ÖSO ve benzeri paramiliter silahlı çeteler eliyle ulusal birlikler
parçalanmış, dağıtılmıştır.
Örneğin, Dünya işçi sınıfının kanayan yarası Filistin’in
İsrail tarafından işgali sürerken, 2011 Mart’ında Gazze ve Batı Şeria’da sokağa
çıkan binlerin “Filistin Halkı Bölünmeye Karşı” sloganında ifadesini bulan
birlik talebi, Mahmut Abbas tarafından BM genel kuruluna taşınır.
İsrail işgaline karşı mücadele eden Hamas ve El Fetih,
Suriye’nin “demokrasi ve insan hakları” söylemiyle işgaline karşı yakınlaşır. Zira
Suriye önemli sayıda Filistinli nüfusu barındırmaktadır. Oysa İsrail,
emperyalizmin istediği, Suriye’de rejim değişikliğinden yanadır. Dolayısıyla,
El Fetih ve Hamas’ın yakınlaşmalarından, “Müslüman Kardeşler’e rehin düşen(12)”
Mısır ve Katar’ın Filistin’in Birliğinden yana aktif hale gelmesinden rahatsız
olur. Şaşırtıcı olan, Eylül 2011’de yapılan BM Genel Kurulu’nda Türkiye
kapitalizminin temsilcisi Erdoğan’ın Filistin’in devlet olarak tanınmasına
desteği olur!
Oysa, “2006 yılından başlayarak ağırlıklı olarak
Türkiye’deki Müslüman Kardeşler şebekesinin faaliyetleri üzerinden Filistin sorununa
hızlı bir giriş yapan AKP iktidarı, Erdoğan’ın Davos şovu ve Mavi Marmara
olayının ardından özellikle Hamas’la ilişkileri üzerinden yürüttüğü Filistin
(daha ziyade Gazze) politikasını Arap halkları nezdinde meşruiyet kazanmak için
oldukça etkin biçimde kullanmaktaydı(13).”
Harari’nin pek övündüğü “Liberal paketin hâkimiyet”indeki
demokrasi için de, bireycilik ve insan hakları için söylenenler aynen
geçerlidir. Son otuz yıldır, eski Sovyet ülkeleri gibi, Yugoslavya, Irak,
Libya, Mısır ve Suriye, Lübnan aynı “liberal paketin hâkimiyetindeki demokrasi”
vaadiyle parçalanmış, bitmeyen iç savaşa sürüklenmişlerdir. “Demokrasi”,
emperyalist işgalin adı olmuştur. Parçalanan, ulusal birliğin yanı sıra asıl
olarak ulusal birliğin kurucu unsurları üretici güçler, işçi sınıfının
birliğidir. “Liberal hâkimiyet paketi”, demokrasiyi emperyalist kapitalist
ülkelerde sandığa, parçalanan coğrafyalarda savaşa feda etmiştir.
Ve nihayet “liberal paketin hâkimiyet”inin kabul edildiği
“serbest piyasaya” geldik. Burada da gerçek ters çevrilerek, serbest piyasanın
kaynağı olduğu halde “liberal paketin hâkimiyet” alanı olarak sunuluyor. Öyle
ya, toplumsal ilişkilerin ürünü olan, toplumsal gelişmenin belli bir aşamasında
gerçekleşen birey, insan hakları ve demokrasi üzerinde hâkimiyet kurduğu kabul
ve ilan edilen liberalizmin serbest pazar üzerinde de hakimiyetinin ilan
edilmesi zorunlu hale gelmiştir.
Zira liberalizmin Fransızca’da “Laissez Faire Laissez Passer”,
Türkçe’de “Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” sloganında ifadesini
bulan, sadece mülkiyet haklarını korumayı amaçlayan yeterli düzenlemelerin
bulunduğu bir ekonomik ortamda taraflar arasındaki alım satım (tecimsel)
işlemlerinin kapitalist devletin müdahalesinden uzak, kısıtlama, tarife ya da
sübvansiyonlardan muaf tutulmasını ifade eder. Yani, liberalizm kavramı,
serbest piyasanın ideolojik ifadesidir.
“Ne var ki 21.yüzyılda bilimin geldiği nokta, liberal
düzenin temellerini sarsıyor. Bilim değerlere dair sorularla ilgilenmediğinden,
liberaller eşitlikten çok özgürlüğe mi ya da toplumdan çok bireye mi değer
verilmeli, bir cevap sunamıyor (Homo Deus, s. 293).” Yukarıda, açıklamaya çalışıldığı
üzere birey, insan hakları ve demokrasi hatta piyasa üzerinde “hâkimiyete” sahip
olan liberalizmin içinde geliştiği üretim ilişkilerinin geçerli olduğu -adı
verilmese de kapitalist- düzenin temellerinin, üstelik “bilim” tarafından
“sarsıldığını” öğreniyoruz!
Gerçekten de bilimsel gerçeklikler, sermayenin
hizmetindeki gerici ve faşist ideolojinin taşıyıcıları için sarsıcıdır. Doğanın
diyalektik ve tarihsel yasalarının keşfeden bilim bir yandan evreni, dünyayı ve
insanı bilinebilir kılarken bir yandan, kör bir inançla bilinemezciliği savunan
gericiler için sarsıcı olmuştur. Öyle ki, Güneş, Ay ve gezegenler gibi
astronomik cisimlerin hareketlerindeki düzenliliğin Tanrıların veya şeytanların
heves veya kaprislerine göre değil, sabit yasalara göre(14) işlediği gerçeği,
Büyük Tasarım’ı savunan, yasallığı değil tesadüfü, bilinebilirliği değil
bilinemezciliği, bilimsel olanı değil tabuyu savunanlar için, şüphesiz,
sarsıcıdır. Düşünselliğin düpedüz muamma karakteri taşıyan din fenomenine yenik
düştüğü(15) yerde bilimin reddi kaçınılmaz olmaktadır.
Harari’nin Laboratuvardaki Saatli Bomba başlığı altında,
ilk paragrafının ilk cümlesinde “iyi bir şey” olarak göstermeye çalıştığı
“liberal paketin hâkimiyeti” altındaki bireycilik, insan hakları, demokrasi ve
tabii aslında en başa yazmayı isteyeceğinden kuşku duyamayacağımız serbest
piyasanın hiç de “iyi bir şey”, insanlık yararına olmadığı tecrübeyle sabit
olmakla birlikte, yukarıda göstermeye çalışıldı. Küçük bir azınlık tarafından,
emekçi büyük çoğunluğa dayatılan, insanlık tarihinin en ağır sömürü ve yaşam
koşullarında bu sınıf için liberal bireycilik, insan hakları, demokrasi ve
serbest piyasa eşitlik, özgürlük, kardeşlik getirmemiştir. Bilakis, sınıflar,
halklar, cinsler, ülkeler hatta şehirlerarasında bile eşitsizlik derinleşmiş,
eşitsiz koşullarda özgürlük değil zorunluluk, demokrasi değil diktatörlük,
insan hakları değil sermayenin küreselleşmesi sayesinde, “serbest piyasada”
toplumsal varlık olarak insan ve aynı zamanda toplumun üyesi olarak bireye
emeğini ve bedenini satışa çıkarmaktan başka çare kalmamıştır.
Hal böyleyken, “liberal düzenin temellerinin sarsıldığından”
şikâyet etmek, Harari’ye düşmüştür! Çünkü çıkarlarını, insanlığı açlık,
yoksulluk, savaş ve salgınlar ile felakete sürükleyen, yoksullaştırıp,
mülksüzleştiren kapitalizmle birleştirmiştir. Bireysel kurtuluşunu içinden
geldiği emekçi sınıfın çıkarlarında değil, emperyalizmle işbirliği yapmakta
bulmuş görünmekte. Bu nedenle, sadece son otuz yıla baktığında göreceği, karşı
güç olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ihanete uğramasının
ardından, çoğunluğunu dünya işçi sınıfının oluşturduğu insanlığın uğradığı
yıkım için üzülmemektedir. “Liberal düzenin temellerinin sarsılmasından”
korkmaktadır. Üstelikte bundan, büyük insanlığı ne yapıp edip aydınlatan bilimi
sorumlu tutmaktadır. Ah şu bilim olmasa! Bakmayın siz bilimsel kavramları
dilinden düşürmemesine, bunları sadece karşı takımın kalesine gol atmak için
kullanıyor.
Bilim, “liberal düzenin temellerini sarsıyormuş”, çünkü
“değerlere dair sorularla ilgilenmiyormuş”! Bilimin ilgilenmediği değerlerle
liberalizm “ilgileniyorsa”, neden sarsmak yerine sarsılıyor? “Bilim değerlere
dair sorularla ilgilenmediğinden, liberaller eşitlikten çok özgürlüğe mi ya da
toplumdan çok bireye mi değer verilmeli, bir cevap sunamıyor (Homo Deus, s. 293).”
Bilimin “değerlerle ilgilenmediği”nden yakınırken bile, bilinçli ve kasıtlı
olarak eşitlik ve özgürlüğü, toplum ile bireyi birbirinin karşıtı olarak
önümüze koyuyor. Oysa eşitlik ve özgürlük gibi, toplum ve birey biri olmazsa
diğerinin olmazıdır.
Burjuvazinin mülksüzleştirdiği emekçi sınıflara vaat
ettiği modern anlamda eşitlik, doğuştan var olan üretim ilişkilerinden
bağımsız, anayasal ve kanun önünde eşitliktir. Ortaçağ’da ortaya çıkan modern
sınıf olarak burjuvazinin, iktidardaki egemenlere yönelik eşitlik istemi “sınıf
ayrıcalıklarının kaldırılması” olacaktır. Ancak, burjuvaziyle eş zamanlı ve
kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olan işçi sınıfının eşitlik istemi, burjuva
eşitlik isteminden hareketle, “sınıfların kendisinin kaldırılması(16)”
olacaktır. Zira üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı olarak ortaya
çıkan – sermaye ve emekçi- sınıflar ortadan kalktığında, eşitsizlik de ortadan
kalkacaktır. Özgürlük ise, nesnel olanın aşılması zorunluluğudur.
Eşitlik ile özgürlük, toplum ile birey, birbirinin
karşıtı olmadığı gibi, bir ve aynı da değildir. Böyle bir zorunluluk da yoktur.
Doğada ve toplumda işleyen yasallık, ille de “a eşittir b” ya da “a eşit
değildir b” olmak zorunda değildir. Zira doğada bir nesne yoktur ki, değişim
halinde olmasın. Değişim sürekli olduğu içindir ki, “aynı suda iki kez
yıkanılmaz”. Bitki, hayvan, her hücre yaşamının her anında kendi kendisiyle
özdeştir (çünkü karşıtını içerir, A.K), ama maddeleri özümsemesi ve atması,
soluk alması, hücre oluşturması ve hücre ölümü, var olan dolaşım süreci,
kısacası yaşamı oluşturan ve toplam sonuçları, yaşam aşamalarında gözlerimizin
önüne serilen -embriyon dönemi, gençlik, cinsel olgunlaşma süreci, yaşlanma,
ölüm- zaman zaman ortaya çıkan aralıksız birçok moleküler değişim yoluyla
kendisinden farklı hale gelir(17). Darwin’in Doğal Seçilim yoluyla
gerçekleştiğini gösterdiği oluş süreci, evrim adı verilen birikimli ve sürekli
diyalektik bir süreçtir. Diyalektiğin, niceliğin niteliğe dönüşmesi, yadsımanın
yadsınması gerçekleşmektedir. Doğada geçerli olan diyalektik yasalar, insanın
insan olduğu toplum için de geçerlidir.
İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı(18). İnsanı
insan yapan nasıl ki emeği ise, sürü olmaktan çıkıp toplumsallaşması da emeğin
gelişim sürecinin ürünüdür. Avlanmak için taşı, mızrağı yaratan insan emeği
korunmak için ateşi kontrol etmeyi öğrenerek, doğaya müdahale biçimlerini geliştirdikçe
insanlaştı. Toplumsallaşan insan, aynı zamanda yarattığı toplumun bir parçası
olarak bireydir. Toplum, tarihsel olarak hangi biçim altında ve hangi üretim
aşamasında olursa olsun kendisini oluşturan tek tek bireylerin nicelik olarak
birliği, yani matematiksel toplamı değildir. Bilakis, tek tek bireylerin
yetenekleri, üretim ve toplumsal süreçlerdeki konumlanmaları ve kurdukları (ekonomik,
siyasi, kültürel vb) ilişkiler bütünüdür. Dolayısıyla, “birey ve toplum”
birbirlerinden koparılamaz, karşı karşıya getirilemez. Dolayısıyla, bilimin
toplum ya da bireyle bir sorunu yoktur, onları karşı karşıya getirilmesi ise
toplum için de geçerli olan temel doğa yasası olarak diyalektiğin reddi
anlamına gelir. Yanıltıcıdır.
Öte yandan, sadece kapitalizmde değil, “tarihin tanıdığı
devletlerin çoğunda, yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servete göre
değişmiştir; bu olgu, devletin mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk
sahibi sınıfın örgütü olduğunu açıkça gösterir(19).” Bu Eski Yunan’da da,
Roma’da da böyledir. Yukarıda incelenen Magna Carta’nın tarafları kral ve
iktidarı paylaşmak üzere tekelindeki yetkilerinden bir kısmını devrettiği
yurttaşların, kilise ve toprak sahiplerinin olması bunun açık göstergesidir.
Kral, rahipler ve toprak sahipleri yurttaştır çünkü mülk sahibidirler. Tam da
bu nedenle, iktidarı mülk sahipleri arasında paylaştıran, mülksüzleri yurttaş
olarak tanımayan, insandan saymayan 1217 tarihli Magna Carta, insan haklarına
kaynaklık edemeyecektir.
Üretim aracı olarak toprak yurttaşa ait olup, o toprağı
işleyenler toprakla birlikte yurttaşın mülkiyetine tabi, nesnedirler. Toprakla
alınır satılır; değil toplumsal, siyasal hak ve özgürlüklerin öznesi olmak,
mülksüzler fiziksel varlığı üzerinde bile hak sahibi değildir. Üretim
ilişkilerinin belli bir gelişim aşamasına bağlı olarak önce kadın erkek ailesi,
ikinci olarak üretim araçları sahipliğine dayalı özel mülkiyet ve nihayet
üretim araçları sahiplerinin tek başına sahip olduğu özel mülkiyeti korumak
üzere ortaya çıkan devlet eşitsizliğin kaynağıdır. Harari’nin diliyle “eşitlik
ve özgürlüğün” birbirine sıkı sıkıya bağlı ilişkisini birbirinden koparan da
devletin sahibi mülk sahibi sınıflardır. Liberalizm, mülk sahibi sınıfların
ideolojisidir.
Burjuva anlayışta eşitlik, insanın insan tarafından
sömürülmesi, mülkiyet ve siyaset eşitsizliği ve emekçi halkın haklarının fiili
yokluğu sürüp giderken, yurttaşların yasa karşısında eşitliği anlamına
gelir(20). Hal böyleyken mülk sahibi sınıf ile sırf mülk sahibi olmadığı için (Yeni
Çağ’a kadar yurttaş bile sayılmayan) insanlığın özgürlüğünden söz edilebilir
mi? Mülk sahiplerinin belirlediği ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak eşitsiz
koşullarda, emekçi çoğunluk için özgürlükten söz edilemeyecektir. Emekçi
sınıfların eşitlik ve özgürlüğünün gerçekleşmesi için, insanlık tarihinde ilk
kez, kapitalist üretim ilişkilerinin üç yüz yıllık birikiminin ortasında Rusya
işçi sınıfının omuzunda yükselen Sosyalist iktidarı zorunludur. Çünkü eşitlik
somut olarak üretim ilişkisinin tarafları arasında ve böylece özel mülkiyete
kamusal mülkiyetle son verilmesinden sonra mülk sahibi sınıfların emekçi
sınıfla aynı nesnel koşullara tabi olmasıyla gerçekleşecektir. Özel mülkiyetin
ortadan kaldırılması sayesinde emeğin sosyalist iktidarının kurucuları eşit
yurttaşlar haline gelecek, yurttaşlığa bağlı ekonomik siyasi hakların öznesi
olacaktır.
Bir uygarlıkta yaşamsal ürünlerin kazanımı için doğanın
egemenlik altına alınması ne kadar önemli olursa olsun, “bunun içereceği
tehlikeler söz konusu ürünlerin insanlar arasında gereği gibi paylaşılmasıyla
giderilebilir(21). Sovyet yurttaşları için eşitlik ve özgürlük, 1917 Ekim
devrimi ile kazandığı kadın erkek, toplumsal ve siyasal, yönetsel eşitlik,
eğitim, kültür ve sanatta, sağlığa erişim olarak gerçekleşecektir. Oysa
emperyalizmin başoyuncusu İngiltere ve ABD başta olmak üzere gerçekleşmekten
uzak olsa da, emperyalist kapitalist ülkelerin bir kısmında, yasa üzerinde
kabul ve ilan edilmesi için bile Sovyetlerin zaferi gerekecektir.
Dolayısıyla, yukarıdaki paragraflarda yapmaya çalışılan
açıklamalar nedeniyle, “liberaller eşitlikten çok özgürlüğe ya da toplumdan çok
bireye değer vermek zorunda” değildir! Bunu bilim söylemektedir. Eşitlik
gerçekleşmeden özgürlüğün gerçekleşmesi beklenemeyecektir. Bilimin bir uzmanlaşma
alanı olarak tarih, kanıtlarıyla ortaya koyduğu bu gerçeği söylemekten
bıkmamıştır. Bıkmayacaktır. Harari’ye, bilinçli bir körlüğü seçtiği ve bu
sayede bize “toplum ve birey”, “eşitlik ve özgürlük” arasındaki özdeşliği,
açıklama fırsatı verdiği için ne kadar teşekkür etsek azdır.
Bay Noval Noah Harari, “Büyük Kopuş” alt başlığı altında,
Liberal gelecek tasarımlarını anlatmaya devam ediyor. Tabii, tarihsel olarak
nesnel ve ideolojik konumundan geriye bakmayı da ihmal etmiyor. Ne de olsa
tarihçi! Bakalım postmodern, Aydınlanma ve bilim düşmanı, kapitalizm sevdalısı
tarihçimiz, tarihsel olarak kadının yurttaşlık ve medeni hakları kazanmasını
nasıl yorumluyor? “Endüstriyel savaşlarda kadınların hayati rolünün fark
edilmesinden sonra, ülkeler barış dönemlerinde kadınlara siyasi haklar verme
ihtiyacı duydu(Homo Deus, s. 321).” Beklendiği gibi, sermayenin penceresinden
bakışla ve çıkarına olarak tarihi bir kez daha çarpıtıyor. 300 yıllık
kapitalist üretim ilişkilerinden bir kopuş olarak, tesadüfen değil, Rus işçi
sınıfının iktidarı burjuvaziyle paylaşan çarlıktan alışına, Sosyalizmin kuruluş
sürecine denk düşen, sadece kadının değil, Dünya işçi sınıfının yurttaşlık ve
ona bağlı siyasi ve kültürel hakları edinmesini görmezden geliyor.
Yine de, bir kopuş olarak nitelendirmeyi hak eden
tarihsel olguyu anmaksızın, işaret ettiği “endüstriyel savaşlardan sonra... barış
dönemleri...” ifadesi, onu ele veriyor. Dünya tarihinde ve siyasi literatürde
“endüstriyel savaş” kavramı yok! Sınıf savaşları var, iktidar savaşları var, emperyalist
savaşlar, iç savaşlar var; ancak, “endüstriyel savaşlar” yok! Olsa olsa, küreselleşen
sermayenin tek tek özneleri arasından geçerli ve zorunlu, tekel hatta
kartelleşme olarak görünür olan rekabetten söz edilebilir. Uyduruyor. Yer
küreyi küresel bir pazar haline getiren emperyalist çıkarlar uğruna, Dünya işçi
sınıfının kıyım ve yıkımını hazırlayan emperyalist savaşları anımsatmaktan
bilinçli bir kaçış bu. Yazar’ın sözünü ettiği “endüstriyel savaşlar”, Birinci
ve İkinci Emperyalist savaşlardan başkası değil. Zaten örnekleme yapmaksızın,
sözü kadınların siyasi hakkın öznesi olmasına bağlaması da bunu gösteriyor.
Üretim ilişkilerinin belli bir aşamasına denk gelen tarihsel altüst oluşun
nesnellikle bağını koparıp, uydurma bir kavramlaştırma ile uydurma bir amaca
bağlıyor. Siyasi bir dönüm noktası olarak, kadınlarla sınırladığı siyasi
hakların kazanımı ile sonuçlanan “kadınların hayati rolü”, nedir bilmiyoruz.
Açıklama ya da örnekleme yok!
Bizim bildiğimiz, tüm savaşlarda olduğu gibi savaşı çıkaran
da sürdüren de emperyalist kapitalist sermaye düzeninin sahipleri, cepheye sürülen
analar değil, oğullar olduğudur. Cephe gerisinde savaşa katılan kadınlar tek
başına belirleyici olmuyor. Olamaz. Zira iktidar savaşları, uzlaşmaz çıkarları
olan iki sınıf arasında sürerken, emperyalist savaşlarda savaşı çıkaranlarla
savaşanlar, emperyalist savaşı iktidar savaşına çevirenler bir ve aynı sınıf
değildir.
Dünyayı savaş alanına çeviren, emperyalist çıkarların
karşı karşıya geldiği Birinci Emperyalist Savaşı bitiren, Rus işçi sınıfının
1917’de Çarlık ve işbirlikçi burjuvaziden iktidarı alışıdır. İkinci emperyalist
savaşın galibi de, bir önceki emperyalist savaşın tek galibi Rus işçi sınıfının
Sosyalist iktidarı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’dir. Zafer, dünya
işçi sınıfının süregelen örgütlü mücadelesinindir. Sovyet sonrası dönemde,
emperyalist restorasyon sürecinin bir parçası olarak karşı devrim sürecinde,
Türkiye kapitalizmi için yazan Harari’nin bu sürecin baş kahramanı Erdoğan
övgüsü de, sürdüğü coğrafyalarda iktidar savaşına çevrilme potansiyeli taşıyan
emperyalist savaşı meşrulaştırma çabası da boşuna değil. Tamamen duygusal!
Ekim 1917’de Rus işçi sınıfının iktidarı almasından bir
yıl sonra, Ekim 1918’de Türkiye coğrafyası, diğer kaybedenler gibi
emperyalistler arasında paylaşıma konu olur. Rus işçi sınıfı kendi yurdunda
Sosyalist iktidarı alır almaz, emperyalist savaşı reddeder; Çarlık Rusya’sının
tüm gizli antlaşmalarını tanımaz; teşhir eder. Emperyalistler arasında
bölüşülen Türkiye coğrafyasından Kars ve Ardahan’ı bırakarak çekilir, savaş
esirlerini serbest bırakır. Bu sırada, Sovyet kadınları erkekleriyle birlikte
mülkiyet temelindeki yurttaşlık anlayışını yıkar, yurttaşlık ve buna bağlı
hakların öznesi konumuna yükselir.
“1918’de kadınlara oy verilemesini destekleyen Başkan
Woodrow Wilson (H.D, s. 321)” da, Harari’yle aynı soyut, uydurma gerekçeyle – o
tarihe kadar sadece mülk sahibi sınıfın elinde bulunan seçme ve seçilme
hakkının -mülkiyet ilişkisinden bağımsız olarak- “oy verme hakkının” daha
fazlası olan siyasi haklarını, işçi sınıfının önemli bir bileşeni olarak
kadınlar için savunmak zorunda kalır. Zira henüz bir yıl önce gerçekleşen Rusya
işçi sınıfının emperyalizme karşı zaferi ve Sosyalist iktidarında yurttaşlığa
bağlı kazanımları inkâr edilemez boyuttadır. Savaş çok sayıda kadını siyasal
savaşım saflarına çekmiş olsa da, kadınların toplum içinde ve toplum için
çalışmaya başlamalarıyla birlikte, “etkin’ birer yurttaş olarak tanımlanmaları
gereğini sistemin yasalarıyla ve tüm uygulama alanlarında ortaya koyan olgu,
devrim olmuştur(22).
Sonuç olarak, emperyalist ülkelerin önünde sadece iki
seçenek vardı: Ya kendi işçi sınıfına bir bütün olarak ekonomik, siyasi,
kültürel hakları tanıyacaklar ya da iktidarı kaybetme riskini göze alacaklardı.
Rusya işçi sınıfının zaferiyle sonuçlanan Birinci Emperyalist Savaş’ın ardından
1917’de Kanada, 1918’de Azerbeycan, Estonya, Macaristan, Kırgızistan, Letonya, Polonya,
İngiltere, 1919’da Beyaz Rusya, Ukrayna, Lüksemburg, 1920’de Amerika’da; Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı bitiren
zaferinin ardından, İtalya ve Fransa 1945’de, İsviçre 1970’de işçi sınıfı için
siyasi hakları tanımak zorunda kalmışlardır. Sovyet yurdunun kuruluşunun, insan
haklarına ve işçi sınıfının üyesi olarak kadının hakkın öznesi olarak
tanınmasına ön gelmesi, tesadüf değildir. O tarihe kadar, yurttaşlık ve siyasi
haklar sadece mülk sahibi sınıfın tekelinde ve onların kadınları sadece seçme
hakkına sahipti.
“Çoktu, Buhara topraklarını sulayan gözyaşları” der Orta
Asya’da yaşayan işçi kadınlardan, Transkafkasya kadınlarına yazılan mektupta.
“Doğumdan ölüme dek tüm hayat boyunca dökülen bu gözyaşları asla unutulamaz...
Emirlerin Buharası’nda bir kadının beş efendisi vardı: Birinci efendisi Tanrı,
ikinci efendisi Emir, üçüncü efendisi toprak ve suyun sahibi olan işvereni,
dördüncü efendisi molla, beşinci efendisi kocası idi. Para için, pirinç için satıldık,
her türlü mal karşılığı takas edildik; daha çocukken, zaten birkaç kadınla evli
olan yaşlı adamlara verildik evlilik diye. Kocalarımızın köleleri idik(23).”
Bütün bu söylenenlerin yazıldığı mektup SSCB resmi
arşivlerinde kayıtlı, resmi belgeler arasındadır. Bu yazılanlar Ekim devrimini
yapan ülkelerle sınırlı değil; 300 yıllık kapitalist sömürü altında inleyen en
büyüğünden en küçüğüne tüm kapitalist ülkeler için, üç aşağı beş yukarı halen
geçerlidir. Kadın sorunu, kapitalizme özgüdür. Ancak, iktidarın her ülkenin
kendi işçi sınıfının eline geçmesi, Sosyalist üretim ilişkilerinin
gerçekleşmesiyle tarihe karışacaktır. Sovyetlerle birlikte gerileyen kadın
sorunu, Sovyetlerin çözülüşünün ardından yükselişe geçmiş, kapitalist sömürünün
ilk zamanlarını aratır hale gelmiştir.
Öte yandan, Mondros Ateşkes antlaşmasıyla, emperyalist
paylaşıma konu olan Türkiye coğrafyasında ise 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan
edilir. Kadınların siyasi hakların öznesi olması ise 1934’ü bulur. Dikkatlerden
kaçırılan, Sosyalizmin zaferiyle olan ilişkisi, sınıflar mücadelesinin konusu
olmasıdır. Nihayet, 1991’den bu yana Sovyet ülkesinin parçalanmasını takip eden
süreç, Türkiye kapitalizmi dâhil, geç kapitalist ülkelerde siyasi birliği
parçalayan emperyalist işgalin, emperyalist paylaşımın nesnesi haline getirdiği
dünya işçi sınıfı aleyhine ekonomik, siyasi, kültürel hakların tasfiyesi olarak
gerçekleşmiştir. Emperyalizm, dizginlerinden boşalmış, önüne çıkanı ezip
geçmektedir.
Tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının birliği
parçalanmakta, en güçlü silahı olan örgütlülüğü dağıtılmaktadır. Bunda, Sovyet
sonrası dönemde liberalizme savrulan, mücadeleyi iktidar değil demokrasiye
indirgeyen dünya solunun da sorumluluğu büyüktür. İşçi sınıfını celladına
teslim eden soldur. Ancak, tek tek ülkelerde işçi sınıfı tekrar ayağa kalkacak
ve kendi öncülerini çıkaracaktır. Harari’nin dile getirdiği emperyalizmin tarihsel
ve sınıfsal korkusu da budur.
Yeniden tarih yazımına “başarılı” ve güncel bir örnek
olarak Homo Deus, ideolojik bir çalışmadır. Gösterildiği gibi geçmişe dair
veriler görmezden gelinirken, gözden kaçırılamayacak olanlar eksik ya da yanlış
verilmekte. Bu bilinçli eylemin sebebi; “geçmişe ve yaşanılan zamana ilişkin ne
kadar az şey bilinirse gelecek konusunda verilecek yargı o kadar güvenilmez
nitelik taşımakta” olup, “bir başka neden de böyle bir yargıda onu veren
kişinin öznel beklentilerinin kolayca kestirilemeyecek kadar büyük rol
oynamasıdır(24).”
Harari’nin, geleceğe yönelik bir olasılık gibi sunduğu;
“21. yüzyılda hem kadınlar hem de erkekler askeri ve ekonomik değerlerini
yitirebileceği” ifadesi, siyasi birliği parçalanan coğrafyalar başta olmak
üzere tüm kapitalist dünyada işçi sınıfının hakkın öznesi olmaktan çıkıp,
nesneye dönüştüğünün ilanıdır. Bu bir olasılık değil, olup bitendir.
Kendiliğinden ya da tesadüfen değil, emperyalizmin sınıf çıkarlarına uygun
olarak, bilinçli ve örgütlü müdahalesiyle ortaya çıkmıştır. Bir sonuçtur.
Yazar, özel bir yetenek ya da eğitim gerektirmeyen
işlerle, teknolojinin bir parçasına dönüşen sınıf olarak işçiyi değersizleştiren
süreci çarpıtıyor: “Ekonomik alanda da düğmeye basma ya da cıvata sıkma
yeteneği eskiye göre değersizleşerek liberalizmle kapitalizmin pek değerli
ittifakını tehlikeye atıyor(s. 323).” Bakın işi yapan özneden değil, işten
bahsediyor. Öznesiz eylem! Taylan Kara, buna dil ile gerçeğin üzerini örtmek
diyor(25). Çünkü kapitalist üretim sürecinin geldiği aşamada işçi, üretim
sürecinin öznesi olmaktan çıkmış, işi yapan makinanın bir parçası haline gelmiştir.
İşi yapan işçi değildir artık!
“Çok önemli bir devrimin eşiğindeyiz. İnsanlar ekonomik
değerini yitirmek üzereler çünkü zekâ bilinçten ayrılıyor(s. 323).” Yeni tarih
yazıcısı Harari’yi, takdir etmek gerekiyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin
etrafından dolaşıp, gerçekleri gözlerden kaçırmakta son derece başarılı
manevralar yapıyor. Ama yine kendini ele veriyor her ne kadar, hemen ardından,
dikkatleri yapay bir ayrımla, “zekâ mı bilinç mi (s. 324)?” sorusuna çekiyor,
olsa da.
Öncelikle, morfolojik ve fizyolojik olaylar- biçim ve
işlev birbirlerini karşılıklı olarak belirlerler(26). Zekâ, fizyolojik olarak
duyu organlarından gelen, sinir sistemi aracılığıyla iletilen verilerin beyin
tarafından düşünme, öğrenme, kavrama yeteneğidir. İnsanımsılardaki iki ayak
üzerinde yürüme, çenenin ufalması, hacimli görme, başparmağın gelişimi ve
pençenin ele dönüşmesi gibi yapısal/işlevsel değişimlerin uzantısındaki en
önemli aşama kuşkusuz beynin gelişimidir(27). Bilinç, insanın nesnel dünyayı ve
kendi kişisel varlığını anlamasına etkin biçimde katılan zihinsel süreçlerin
toplamıdır. Diğer yanda, Bilinç’in kökeni emekte, insanın toplumsal, üretici
etkinliğinde yatar ve bilinç kendisi kadar eski olan dil’e ayrılmaz biçimde
bağlıdır(28).”
Demek ki, bilinç toplumsal süreçlerin içinde, bireyin
üretici etkinliği ile oluşan, en etkili ve en eski ifade ve iletişim aracı olan
dil’e sıkı sıkıya bağlı bir olgudur. Hayvanların gerçeklik bilinci duyu
organları aracılığıyla edindikleri bilgi ile sınırlıyken, insanın bilinçli
toplumsal ilişkileri ve üretici etkinliği aracılığıyla gelişir. Başka bir
deyişle, insan, toplumsallaşma sürecinde sadece duyu organları aracılığıyla
öğrenmekle yetinseydi, bilinçli üretici etkinliğe yönelmemiş, emeğiyle zihinsel
ve fiziksel evrimini zenginleştirmemiş olsaydı, insan olmayacaktı. İki ayağı
üzerine dikilen insan özgür kalan ön ayaklarıyla alet yapmayı öğrendi. Alet
yapmak emek gerektiriyordu. Emeğin evrimleştirdiği eller üretimin, üretim
beynin ve bilincin gelişimini tetikliyordu.
Öyleyse, zekâ ve bilinç birbirinin içerir. Çelişik gibi görünse de biri olmadan diğerinin gelişmesi olanaklı olmadığı anlaşılıyor. Toplumdan soyutlanan insanın zihinsel ve bedensel yeteneklerini kaybetmesi de bunun göstergesidir. Bilinçlendikçe gelişen beyinin bir fonksiyonu olarak zekâ ve gelişen bilinç, kendini ifade etmeyi dayatacak, bilgini aktarılması, iletişim ihtiyacı çıkarılan seslerin zamanla anlam kazanmasına yol açacak, dil doğacaktı.
Oysa liberalizmin postmodern öncülerinden Humberto Maturana ve Francisco Varela, Tevrat’dan aşırdıkları Bilgi Ağacı’nda elin, dilin ve nihayet zekâ ve bilincin birbirini tetikleyen karşılıklı evriminin temelinde yatan emeği inkâr ederek, bizi şaşırtmazlar: “Dil birileri tarafından dış dünyayı anlamak amacıyla icat edilmiş değildir. Bu yüzden, dünyayı anlatmak için bir araç olarak kullanılmaz. Aksine ‘dilleştirme’ vasıtasıyladır ki bilme eylemi, dil denen davranış koordinasyonu içerisinde bir dünya oluşturuyor(29).”
Birikimli bir süreç olarak evrim ve diyalektik niceliğin
niteliğe dönüşümü yasasını inkâr edenler, emek süreçlerini de inkâr etmekten
kaçamazlar. Dil, emek sürecinin ürünü değildir, icat da edilmemiştir ama her
nasılsa ve her neyse “dilleştirme” vasıtasıyla “bilme eylemi” gerçekleşiyor ve
insan “bir dünya oluşturuyor”! Peki, dünyayı nasıl anlıyor ve anlatıyoruz?
Kavramlar ve kavramlaştırma bireysel ve akılla sınırlı bir eylem ise, dilin
olmadığı yerde toplumun diğer üyelerine ve gelecek nesillere aktarılması nasıl
gerçekleşiyor? Maturana ve Valera, bu sorunun cevabını vermiyor, veremezler!
Geçiniz. Dogma ile bilim, gerçek ile uydurmaca, teoloji ile diyalektik materyalizm,
Palton ile Herakleitos arasındaki savaş devam ediyor.
Darwin, yüz elli yıl önce, insanla ve üst hayvanların,
özellikle de primat denenlerin bazı ortak içgüdülere sahip olduklarını; aynı
türün bireylerinin zihin yetileri bakımından en koyu ahmaklıktan en yüksek zekâ
düzeyine kadar basamak basamak sıralandığını(30) göstermiştir. Kısacası, oluşum
geçiren insanlar, birbirine söyleyecek bir şeylerin bulunduğu noktaya
erişirler(31). Erişilen bilinçtir, emek sürecinde gelişen eller gibi beynin
fonksiyonlarından biri de zekâ olsa gerektir. Bilinç geliştiği ölçüde,
içgüdüsel olmaktan çıkan insan zekâsı bilinçli eylemiyle dünyayı değiştirir.
Zekâ ve bilinç birbirine içkin ve diyalektik bir sürecin
ürünü olduğu halde, “zekâ ve bilincin birbirinden ayrıldığı” iddiasının
ardından gelen “zekâ mı yoksa bilinç mi daha önemlidir?” sorusu ne anlama
geliyor? Okumaya devam ediyor ve cevabı alıyoruz: “21.Yüzyılda bu soru siyasi
ve ekonomik bir meseleye dönüşüyor. Ordular ve şirketler açısından
değerlendirildiğinde cevabın çok net olması insanın gerçeklikle yüzleşmesini
sağlıyor: Zekâ olmazsa olmaz hale gelirken bilinç zorunlu olmayan bir tercih
artık(H.D, s. 324).” Yazar, okuru, “21.yüzyılda ordular ve şirketler için”
bilincin değil, ama zekânın olmazsa olmaz olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye
çağırıyor!
“Gerçek” bu mu? Bu üretim ilişkilerinden bağımsız soyut
insan için genel geçerli olan gerçek midir? Oysa insan, insan olmasını emeğine
borçlu değil mi? İnsanı hayvandan ayıran bilinçli eylemi değilse, nedir? Emek
sürecinin öznesinin biyolojik evriminin yanı sıra zekâsı gelişirken,
bilinçlenmeksizin dünyayı kavraması olanaklı mıdır? Yazarın, “ordular ve
şirketler” ikilisinin arkasına sakladığı emperyalizm, meta üretiminde
gereksindiği emek sahibinin bilinçlenmesini neden istemez? Metaların değeri,
metalar içinde cisimleşmiş bulunan ve kendisi de süresiyle ölçülen toplumsal
bakımdan zorunlu genel insan emeği ile belirlenir(32) iken, meta üretim
sürecinde kullanılan emeğin sahibi insanın, bilinci zekasından ayrılabilir mi?
Diyelim ki ayrılabilir, bundan kim ne kazanır? Bir kez,
soyut insan değil, meta üretiminden ve emek sahibi insandan yani işçiden söz
ediyoruz. Harari’nin sözcülüğüne soyunduğu emperyalizme göre metanın üreticisi
insan (işçi) zeki olabilir ancak, bilinçli olmasa da olur, kendi tercihidir!
Öyleyse, bilinç işçinin, zekâ patronun gereksinimi olmalı! Bir kez daha,
sermaye ile emeğin çıkarlarının uzlaşmazlığı gerçeği ile karşı karşıyayız. 18.
yüzyılda, Osmanlı sadrazamı Koca Ragıp Mehmet Paşa’nın yazdığı gazelden bir
beyit iken anonimleşen vecizesiyle; “merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin
söylermiş(33).”
“Ordular ve şirketler akıllı yapay ajanlar olmadan
işleyemezken bilince ve öznel deneyimlere ihtiyaç duymazlar(H.D, s. 324).” İşte
bütün mesele bu… Üstelik bu kadar da değil. “Bazı ekonomistler gelişmemiş
insanların er ya da geç tamamen hurdaya çıkacağını söylüyor(s. 325).” Elbette, bu
“bazı ekonomistler”in kim olduğu ve ne düşündükleri Harari’de saklı! Biz
bilmiyoruz. Gerek de yok! Neyi bilip neyi bilmeyeceğimize Harari karar veriyor,
bilmemiz gerekeni bize söylüyor! Öyle değil mi? Bu bazı ekonomistlere göre
“gelişmemiş insanlar er geç hurdaya çıkacak”! Üretim sürecindeki emek sahibi
insandan söz ediyoruz hal bu ki! Ya da biz öyle sanıyoruz! Başka türlü, insan
ne kadar “gelişmemiş” olursa olsun, nasıl olur da “hurdaya çıkar”? İnsan, nasıl
insan oldu?
Türkçesi, yazar, 21.yüzyılda emperyalizmin, yapay zekâya
sahip teknolojik ajanları sayesinde “gereksiz/işe yaramaz” hale gelecek, emeğin
sahibi olup ürünün sahibi olamayan “insanı” üretim dışına çıkaracağını
öngörüyor. Aslına bakılırsa öngörmüyor, kapitalizmin geleceğe ilişkin
“tasavvurunu”, çok sevdiği deyimle, “öznel deneyimlerinden” çıkardığı “öngörü”
olarak yüceltiyor! Zaten, makinanın bir parçası haline gelmiş, artık sadece
emek ürünü değil kendisi de bir bütün olarak nesneleşmiş insan, “sürümü”
eskimiş makinalar gibi, dışarı atılacak!
Görüldüğü gibi, Yoval Noah Harari’nin geleceğe ilişkin
tasarımında, bin bir dereden su getirip okuru ikna etmeye çalıştığı
kapitalizmden başka bir seçeneği yok. Dolayısıyla, Dünya işçi sınıfını
milyarlarca insanı mülksüzleştirip, açlığa sürükleyecek, “hurdaya çıkaracak”
teknolojiyi, insanın insan olmasını sürekli kılacak boş zaman yaratmaya elverişli
kısa çalışma süreleri lehine ve insana yakışmayan pis ya da sağlığa zararlı
işlerden kurtulmak için kullanılabileceği bir seçeneği hayal bile edemiyor.
Belki de, sosyalizm seçeneğini okurun aklına düşürmek, bilincine çıkarmak
istemiyor olmasın!
1976 Tarihli Küba Anayasası Önsöz olarak şunu söyler:
“İnsanın insanı sömürmesine dayalı tüm rejimlerin sömürülenlerin aşağılanmasına
ve sömürenlerin insani doğasının çürümesine neden olduğunun; insanın sadece
sosyalizm ve komünizmin himayesinde kölelik, esaret ve kapitalizm gibi
sömürünün bütün biçimlerinden kurtulduğu zaman insan olmanın gerçek onuruna erişebileceği(34)”
ilan edilir. Emperyalist kapitalist sermaye düzeninin, Harari’nin söyleyişiyle
“işlevsiz sınıf(s. 331)”, “işe yaramaz(s. 339)”, “başıboş aylak(s. 340)” olarak
hor gördüğü işçi sınıfını, Sosyalist Anayasa, “insan olmanın gerçek onuruna
erişebileceği, Devrimin ülkesini ve Kübalıları yücelttiğinin; bilincinde
olarak” yüceltiyor.
Emperyalizmin ideoloğu, burjuvazinin ideolojisi değilmiş
gibi, “liberalizmin şah damarına darbe indireceği” gerekçesiyle, hiç seçmediği halde
teknolojik gelişmenin üretim dışına çıkaracağı işsizler ordusuna nefretini ne
kadar süslese de saklayamıyor. İşsizliği yaratan kapitalizme değil, “kitlesel” olarak işsiz kalacak olan emekçi
sınıfların üyelerine yükleniyor: “Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç
çaba göstermese bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün
olacaktır. Peki, hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey
yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri
uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir... Böyle bir gelişme, liberalizmin
insan hayatının ve deneyiminin kut- sallığına duyduğu inancın şah damarına son
darbe gibi inecektir. Günlerini La La Land’de sanal deneyimlerle harcayan bu
işe yaramayan başıboş aylakların nesi kutsal olabilir(Homo Deus, s. 340)?” Daha
önce görmediğimiz, ilk kez bu paragrafta dile gelenlere bakalım.
Öncelikle, Harari’nin açıkça “işe yaramaz”, “başıboş
aylaklar” olarak nitelendirmekten çekinmediği, üretim dışına itilen emekçi
sınıfların üyelerine “delirmesinler” diye, “uyuşturucu ve bilgisayar
oyunlarını”, “çözüm” olarak “sunanlar” kimdir? Uyuşturucu ve bilgisayar
oyunlarını çözüm olarak sunanlar üçüncü çoğul şahıs olmakla birlikte (hiç
şüphesiz maksadı aşsa da sermaye sınıfını olarak okuyabilirsiniz), önceki ve
sonraki cümlelerdeki özne, birinci tekil şahıs, bizzat Harari’dir. Üçüncü çoğul
şahsa atıf yapılan cümlede kendisi de çoğulun üyesidir. Burada, kendisine ait
bir düşünceyi belirsiz çoğul üçüncü şahsa yükleyerek, arkasına saklamaya
çalışmakta; “başıboş aylaklar” için, “uyuşturucu ve bilgisayar oyunları”
önerisini, genel bir çözüm önerisi olduğu yanılgısı yaratmayı amaçlamaktadır.
Hiç şüphesiz, “işe yaramaz kitleyi”, “besleyecek ve destekleyecek”
olan, kim olduğu belirsiz “üçüncü şahıs”, emperyalist kapitalist sermaye
düzeninin sahipleri, sermaye sınıfıdır. Sermaye iktidarının liberal öğretisi
“insan hayatı ve deneyimin kutsallığına inanıyor” olsaydı, kitleler halin de
emekçi sınıfların üyelerini işsiz bırakmaması gerekirdi. Üretim sürecinin
dışına çıkarıldığı için işsiz ve mülksüz kalan, yaşamlarını “uyuşturucu ya da
sanal deneyimde harcamak” zorunda bırakılan emekçi sınıfların “hayatı ve deneyimi”
neden ve nasıl oluyor da, “kutsallığını” kaybediyor? Öyle ya, “bu işe yaramayan
başıboş aylakların nesi kutsal olabilir?” artık insan bile değiller!
Hayatlarının ya da deneyimlerinin Harari ve diğer liberaller için ne değeri
olabilir?
Dünya işçi sınıfına, “işlevsiz sınıf”, “işe yaramayan
kitleler” ve “başıboş aylaklar” olarak bir gelecek tasarımının sahibi
Harari’nin bütün derdi, burjuvazinin liberalist ideolojisinin geleceği: “Eğer
bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmeler insanlığı işe yaramayan kitleler ve
bir grup gelişmiş süper insan eliti olarak ikiye ayırır ya da otorite
insanların elinden zeki algoritmalara geçerse liberalizm çökecektir(Homo Deus,
s. 364).”
21.yüzyılın Dühringi Harari’nin emperyalist kapitalist
sermaye düzeninin “insanlığı işe yaramayan kitleler ve bir grup gelişmiş süper
insan eliti olarak ikiye ayıran” kapitalizm yüzünden “liberalizmin çökeceği”,
liberalizmin emperyalizmin Yeni Düzeninin ideolojisi olduğu gerçeğini örtmek
için söylenmiştir. “Kapitalizm kötü, ideolojisi liberalizm iyidir, liberal
olmak şartıyla kapitalizm kalabilir” anlamına gelen ifadesinin, 19. yüzyılın
Dühringi’nin söylediklerinden farkı yok: “Şeyler üzerinde egemenlik olarak
zenginlik, üretim zenginliği, iyi yan; insanlar üzerinde egemenlik olarak
zenginlik, günümüze değin olmuş olduğu gibi bölüşüm zenginliği, kötü yan,
cehennemin dibine! Bu şimdiki kapitalizm koşullarına uyarlanınca, şu sonucu verir:
Kapitalist üretim biçimi çok iyidir ve kalabilir.., ama kapitalist bölüşüm
biçimi metelik etmez ve onu ortadan kaldırmak gerekir(35).”
Dühring’in “şeyler üzerinde egemenlik olarak zenginliğin
sahibi”, Marksizmin sermaye sınıfı, Harari’de “bir grup gelişmiş süper insan
eliti” olarak çıkıyor karşımıza. Dühring’de adı anılmayan, “insan üzerinde
egemenlik olarak zenginlik, bölüşüm zenginliği”nin nesnesi insan, yani Marksist
öğretinin işçi sınıfı, Harari’de “işe yaramayan kitleler” olarak sahneye çağrılıyor.
Sermaye sınıfının kapitalist iktidarının sürekliliği uğruna, sınıf kavramının,
emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğinin etrafından dolaşırken, okuru da peşine
takıyor!
Anlaşılan odur ki, Harari’nin gelecek tasarımında işçi
sınıfının payına yine “aylaklık”, “başıboşluk”, “işlevsiz bir sınıf” olarak
“işe yaramazlık” ve bu haliyle kapitalistlerin sırtından yaşamak düşecek!
İşçinin emeğiyle üretilen ürünün tamamını özel mülkiyetine geçirmekte bir an
bile tereddüt etmeyen kapitalistin, “kitleler halinde” işsiz ve mülksüz
bıraktığı üretici sınıfları “her şeye rağmen besleyeceği ve destekleyeceği”
inandırıcı değildir. Buna kim inanır? Kaldı ki, üreten ki onlardır kapitalisti
besleyen de, zengin yapan da işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının insanca yaşamak
için kapitalistin merhametine ihtiyacı yoktur; ancak, kapitalist yine işçi
sınıfının emeğiyle üreteceği “zeki algoritmalar” üzerinde özel mülkiyet kurmuş ya
da kaybetmiş olsa bile, işçi sınıfına muhtaç olmaktan kurtulamayacaktır. Üreten
ki işçi sınıfıdır, aç kalması ancak ve ancak patronlar yararına meta üretimi
sürdüğü içindir. Üreten ki onlardır, yöneten de onlar olmalıdır. Yazar, ciddi
ciddi “liberalizm çökecektir” dedikten sonra, “oluşan boşlukta hangi yeni
dinler ya da ideolojiler doğacaktır(Homo Deus, s. 364)?” sorusunu atıyor ortaya.
Ardından, hangi ideolojilerin değil ama hangi dinlerin doğacağını da ekliyor
sözlerine ve “Bilinç Okyanusu” başlığı altındaki son bölümü bu yeni dinlere
ayırıyor. Radikal İslam ve fanatik Hristiyanlık üzerine dönen tüm tartışmalara
rağmen, dini açıdan dünyadaki en ilgi çekici yer IŞİD’in kontrol ettiği
bölgeler ya da ABD’nin İncil Kuşağı adlandırılan muhafazakâr güneyi değil,
Silikon Vadisi’dir. Yüksek teknoloji gurularının teknoloji odaklı, tanrısız bu
yeni cesur dini işte burada mayalıyorlar(Homo Deus, s. 365).”
Yazar, dilinde ne varsa bir cümleye sığdırmış, arka
arkaya sıralıyor: “Radikal İslam”, “fanatik Hristiyanlık”, “IŞİD’in kontrol
ettiği bölgeler”, “ABD’nin İncil Kuşağı... muhafazakar güneyi”, “Silikon
Vadisi”, “yüksek teknoloji guruları”, “tanrısız yeni cesur din”, “mayalanıyor”!
Hiç biri amaçsız, tesadüfi, rastgele seçilmiş değil. “Radikal İslam ve fanatik
Hristiyanlık üzerine dönen tüm tartışmalara rağmen, dini açıdan dünyadaki en
ilgi çekici yer IŞİD’in kontrol ettiği bölgeler”! Öncelikle, 1999 Yılında,
Sovyetlerin ve Yugoslavya’nın siyasi birliğinin parçalanmasının ardından,
-”Yeni Dünya Düzeni”nin mimarı ABD’nin başını çektiği- emperyalist örgütler
tarafından yaratılan Irak Şam İslam Devleti, “IŞİD’in kontrol ettiği bölgeler”
Irak’dan, Suriye ve Libya’ya uzanan coğrafya!
Yani, 1991’de Sovyetlerin çözülmesi ile başlayan
emperyalist restorasyon sürecinin Ortadoğu ayağıdır. 1999’dan beri “IŞİD’in
kontrolünde olan bölgede” olan, “demokrasi” adına 2003’de Irak, 2011’de Libya
(Sosyalist Halk Cumhuriyeti), nihayet 2011’de İstanbul Konferansında “Suriye
Dostları” tarafından kurulan Özgür Suriye Ordusu’nun yerine Irak’dan transfer
edildiği Suriye’nin siyasi birliği parçalanmıştır. İlginç olan nedir?
Wikipedya’dan, Irak, Suriye ve Libya’da kontrolü elinde
tutan IŞİD’in ideolojisinin, “hilafet, ümmetçilik, islamcılık, selefilik,
cihatçı selefilik, vehhabilik, anti-siyonizm, anti-semitizm, anti-hristiyanlık,
anti-yahudilik ve anti-komünizm” olduğunu öğreniyoruz! Bilindiği üzere bunun
anlamı şu; IŞİD, komünizme karşı kurulmuş şeriatçı bir örgütlenme. “Kontrol
ettiği” söylemi, “savaştığı” gerçeğini örten, Harari’nin fantezisidir. Belki
de, savaş da bir kontrol yöntemi! Kimi kime karşı kontrol etmektedir?
Bu savaş, Komünizm tehdidine karşı emperyalist silahlı
örgüt NATO eliyle dünya işçi sınıfına karşı açılmış, emperyalist bir savaştır.
“Radikal İslam ve Fanatik Hristiyanlık üzerine dönen tartışmalar” safsatadır.
Bu bir tartışma değil, sınıflar mücadelesinin alanı olarak ulus devleti ve
beraberinde kaçınılmaz olarak sınıfın birliğini parçalayan, emperyalist bir
savaştır. Bu savaş, sınıflar ve iktidar savaşından soyut “Radikal İslam ve
Fanatik Hristiyanlık” savaşı değildir; bilakis 300 yıldır uzlaşmaz çıkarlara
sahip iki sınıf, emek ve sermaye arasında süren iktidar savaşıdır. Bu söylem,
sınıflar savaşını gözlerden kaçıran, ideolojik bir söylemdir.
Gelelim, “ABD’nin İncil Kuşağı... muhafazakar güneyi”
kavramlarına... Açıkçası, Harari yazana kadar Türkiye coğrafyasının içinde
bulunduğu, çözülmeden önce Sovyetler Birliği’ni kuşatan “Yeşil Kuşak” gibi,
ABD’nin kendi emekçi sınıfları için de bir “İncil Kuşağı” oluşturduğunu
bilmiyordum. Öğrenmiş oldum. Şaşırmadım. Hegemonyası altındaki tüm
coğrafyalarda binlerce tarikatlara göz yuman, el altından destekleyen,
“kapitalizmin en yüksek aşaması” emperyalizm, gelişkin sınıf bilinciyle,
kapitalist dünyanın sınırlarını genişletirken, ülkesinde de işçi sınıfını
gerici ideolojisiyle düzen içinde tutmayı, ihmal etmeyecektir.
Peki, içinde “yeni ve cesur bir dinin mayalandığı”
Silikon Vadisi nedir? Harari ile aynı dili kullanan Wikipedya’dan, Silikon
Vadisi’nin, ABD’nin Kaliforniya eyaletin- de, San Francisco körfezinin
güneyinde yer alan, “silikon tabanlı entegre devre, mikroişlemci,
mikrobilgisayar ve daha bir çok teknolojinin” üretildiği, “ileri teknoloji, inovasyon,
risk sermayesi ve sosyal medya şirketlerinin küresel merkezi olarak görülen bölgenin
gayri resmi adı” olduğunu öğreniyoruz. “Yüksek teknoloji gurularının teknoloji
odaklı, tanrısız bu yeni cesur dini”, hiç şüphesiz “ileri teknoloji, inovasyon,
risk sermayesi ve sosyal medya şirketlerinin küresel merkezi” olarak ilan
edilen bir yerde “mayalanacaktır”! Herhalde, bilim ve emek düşmanı IŞİD’in
kontrolünde parçalanarak küreselleşen sermayeye eklenen bölgeler, ideolojik bir
araç olarak “yeni dinin” üretildiği merkez olmayacaktır!
Okurun algısında “yeni din” söylemiyle “mayalanan”,
emperyalizmin eski liberal öğretisidir. Freud’un önemli saptamasıyla; “her
Yeni, kimi hazırlık evrelerini geride bırakarak çıkar ortaya, her Yeni daha
öncelerde kalmış kimi koşulların varlığını zorunlu kılar(36).” Harari de,
diyalektik bir süreç olarak, liberal öğretisini yaymaya soyunduğu emperyalizmin
geleceğe ilişkin “tasarımının” gerçekleşme sürecine (bugünden) katkı sunuyor!
Tarihsel önkoşul, yetmiş yıllık Sosyalist iktidar deneyiminin çözülmüş, Dünya
işçi sınıfının Marksist Leninist öğretisinin taşıyıcısı siyasi öznelerin de
birlikte savrulmuş olmasıdır. Ancak, bu savruluşun ebedi olduğu sanılmasın.
Öyle olsaydı, kapitalizmin emperyalist aklı Dünya işçi sınıfının aklını ele
geçirmek için antikomünist histerinin şiddetiyle aynı oranda güçlü ideolojik
savaşı sürdürmeyecek; Harari, Türkiye kapitalizmi için, Türkiyeli okur için
Homo Sapiens ve Homo Deus’u yazmayacaktır.
Bu kapsamda, “yeni tekno-dinler ikiye ayrılabilir: Tekno-Hümanizm ve Veri Dini(Homo Deus, s. 365).” Yeni bir din değil, yeni bir postmodern uydurmacadır. Dünya ve özel olarak Türkiye işçi sınıfının öncülerinin boş bıraktığı alanı emperyalizmin liberal yalanlarıyla doldurma girişimidir. Boşa çıkarılmalıdır. Harari’nin ilk Kitabı Homo Sapiens’inin Bir Eleştiri Denemesi’nde olduğu gibi elinizdeki ikinci kitap, Homo Deus’un Bir Eleştiri Denemesi’nin yazılmasının biricik amacı da budur.
Dipnotlar:
1) FROLOV,
İvan; Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar, CEM Yayınevi, 1. Bası, 1991
2) FOSTER,
William Z.; Üç Enternasyonalin Tarihi- 1848’den 1955’e Sosyalist ve Komünist
Hareketleri, Yazılama, Kasım 2011
3) HOBSBAWM,
Eric; Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınevi, 1999
4) KARA,
Taylan; Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme, Cilt 1, Hayal Yayınevi,
1. Bası, Şubat 2019
5) HARARİ,
YovalNoah; Hayvanlardan İnsanlara SAPİENS, Çev.Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap,
11. Bası, Nisan 2016
6) FROLOV,
İvan; age.
7) MARKS,
1844 El Yazmaları; Engels, “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi”, Çev. Kenan
Somer, SOL Yayınevi, 2. Baskı, Kasım 1993
8) MARKS,1844
El Yazmaları, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınevi, 2. Baskı, Kasım 1993
9) FROLOV,
İvan; age.
10) HARVEY,
David; Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, 3. Baskı, Ekim
2003
11) GEMALMAZ,
Semih, Ulusalüstü İnsan Hakları Belgeleri, BETA, 2. Bası, 2000; “İnsanlık
ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit ve devredilmez
haklarının tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli
olduğuna,
İnsan haklarının dikkate alınmaması ve hor görülmesinin
insanlık vicdanın isyana sevk eden barbarca eylemlere yol açtığına ve korkudan
ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ile ifade ve inanç özgürlüğünden
yararlanacak olan insanların yer alacağı bir dünyanın kurulmasının insanlığın
en yüksek amacı olarak ilan edilmiş bulunduğuna,
İnsanın,
zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnmeye zorunlu kalmaması için, insan
haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluk olduğuna,
Uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmeyi
yetkinleştirmenin bir zorunluluk olduğuna,
Birleşmiş Milletler halklarının Şart’da, temel insan
haklarına, insanın onur ve değerine ve erkeklerin ve kadınların eşit haklarına
olan inançlarını yeniden teyit ettiklerine ve daha geniş özgürlük içerisinde
sosyal ilerlemeyi geliştirmek daha iyi yaşam standartları oluşturmak hususlarında
karar vermiş bulunduklarına,
Üye devletlerin, Birleşmiş Milletler ile işbirliği
yaparak, insan haklarına ve temel özgürlüklere evrensel ölçekte saygı
gösterilmesini ve bunlara uyulmasının geliştirilmesini gerçekleştirmek
hususunda kendilerini bağlı kıldıklarına,
Bu haklara ve özgürlüklere ilişkin olarak ortak bir
anlayış oluşturmak, üstteki söz verimin tam olarak gerçekleştirilmesi için çok
büyük bir önem taşıdığına göre,
Bundan ötürü,
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
Bu Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ni, bütün halklar
ve bütün uluslar için başarılması gereken bir ortak standart olarak, bu
Bildiri’yi daima göz önünde tutup, eğitim ve öğretim yoluyla bu haklara ve
özgürlüklere saygının geliştirilmesi ve gelişmeye açık ulusal ve uluslararası önlemler
yoluyla hem üye devletlerin halkları arasında hem de bu Devletlerin yargı
yetkisine tabi ülkelerdeki halkların kendi aralarında hakların ve özgürlüklerin
evrensel ölçekte ve etkin biçimde tanınmasının ve uygulanmasının temin edilmesi
için, her bireyin ve toplumun her organının amacı sayarak ilan eder (BM. Evrensel
İnsan Hakları Beyannamesi, Başlangıç).”
12) BİRDAL-GÜNAY,
Arap Baharı Aldatmacası- Ortadoğu’da Emperyalist Restorasyon, Yazılama, Ağustos
2012
13) BİRDAL-GÜNAY,
age.; “2011 yazında Filistin açısından görünen tablo şuydu: Bir yandan
Ortadoğu’da en güvenilir dayanak noktasını, 500 binin üzerinde yurttaşının
ağırlayan Suriye’yi yitirmekte olan Filistin, diğer yanda Katar’ın, Müslüman
Kardeşler Mısırı’nın ve AKP Türkiyesi’nin ‘desteğini’ alan, devlet olarak
tanınması gündeme gelmiş ve nihayet bölünmüşlüğü aşabilecek gibi görünen bir
Filistin...”
14) HAWKİNG-MLODİNOV,
Büyük Tasarım, Çev. Selma Öğünç, Doğan Kitap, 1. Baskı, Mart 2012
15) FREUD, Musa
ve Tektanrıcılık, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 2. Baskı, 2019
16) ENGELS,
Anti-Dühring, Çev. Kenan SOMER, SOL Yayınları, 4. Bası, 2003;”Bununla birlikte
bilinir ki, burjuvazi, feodal burjuvazi krizalitinden çıktığı, Ortaçağ zümresi
(ordre) modern sınıf (classe) durumuna dönüştüğü andan başlayarak burjuvazinin
gölgesi olan proletarya ona durmadan ve kaçınılmaz olarak eşlik edecektir. Ve
aynı biçimde proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik
edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu
andan başlayarak bunun yanı sıra sınıfların kendisinin kaldırılması proleter
istemi, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak dinsel bir biçim altında, sonra
burjuva eşitlik teorilerinin ta kendisine dayanarak ortaya çıkar. Proleterler,
burjuvazinin eşitlik önerisini hemen benimserler.
Ancak, eşitlik yalnızca görünüşte, yalnızca devlet
alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır. Ve
özellikle Fransız burjuvazisinin Büyük devriminden başlayarak yurttaş
eşitliğini birinci plana koymasından sonra Fransız proletaryası, ekonomik ve
toplumsal eşitlik isteyerek, ona hemen yanıt verdi; eşitlik Fransız proletaryasının
savaş çığlığı haline geldi.
Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir
anlam taşır... Bu istem ya -ve özellikle ilk başta, örneğin Köylüler savaşında
durum budur- apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı zengin ile yoksul, efendi
ile köle, har vurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa
kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak o, yalnızca devrimci içgüdünün
dışa vurumudur ve doğrulanmasını da burada – yalnızca burada- bulur. Ya da
burjuva eşitlik istemine karşı bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden
istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere
karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak için bir
ajitasyon aracı hizmeti görür ve bu durumda bu istem burjuva eşitliğin
kendisiyle ayakta durur ve onunla yıkılır. Her iki durumda da proleter eşitlik
isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılmasıdır. Bundan öte her eşitlik
istemi, zorunlu olarak saçmadır.”
17) ENGELS,
Doğanın Diyalektiği, Çev. Arif Gelen, SOL Yayınları, 11. Bası, 2019
18) İLİN-SEGAL,
İnsan Nasıl İnsan Oldu, Çev. AhmetZekerya, SAY Yayınları, 15. Baskı, 2018
19) ENGELS,
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınları,
12. BASKI, 2002
20) FROLOV,
İvan; Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar, CEM Yayınevi, 1. Bası, 1991
21) FREUD, Bir
Yanılsamanın Geleceği- Neden Savaş, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 1. Baskı,
2017
22) KOLLONTAY,
Aleksandra; Kadınların Özgürlüğü, Çev. Yasemin Çongar, Düşünen Adam Yayınevi,
2. Baskı 1993
23) POPOVA,
Nina; Sosyalizm Diyarında Kadın, İnter Yayınları, Çev. Murat Güneşdoğdu-İsmail
Yarkın, 1.Baskı, Mart 1999;
24) FREUD, Bir
Yanılsamanın Geleceği, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 2017;
25) KARA,
Taylan; Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme, Düşünce/Hayal Kitapevi,
1.Cilt, 2019
26) ENGELS,
Doğanın Diyalektiği, Çev. Arif Gelen, SOL Yayınevi, 11. Baskı, 2019
27) TEBER,
Serol; Davranışlarımızın Kökeni, SAY Yayınları, 14. Baskı, 2017
28) DARWİN,
İnsanın Türeyişi, Çev. Sevim Belli, Onur Yayınları, 8. Bası, 2002
29) MATURANA-VARELA,
Bilgi Ağacı, Çev. Mahir Ünsal ERİŞ, Metis Bilim, 3. Bası,
30) DARWİN,
İnsanın Türeyişi, age.
31) ENGELS,
Doğanın Diyalektiği, age.
32) ENGELS,
Anti-Dühring, Çev. Kenan Somer, SOL Yayınları, 4. Bası, 2003
33) www.malumatfurus.org.tr;
18.yüzyıl Osmanlı Sadrazamlarından Koca Ragıp Mehmet Paşa’nın gazelinde yer alan
bu mısra-i berceste, Mısır Beylerbeyliği sırasındaki tecrübelerini yansıtır.
Günümüz Türkçesiyle karşılığı bu dizelerin şu şekilde: Mayası bozuk olanlar,
söz esnasında farkında olmadan kabahatlerini ima ederler. Nitekim Kıpti beyi de
kahramanlığını anlatmak için hırsızlıklarını örnek verir. Bu darb-ı meselin yer
aldığı gazelin tamamı ise şu şekildedir.
Harabatı görenler her biri bir halin söyler, Safasin
nakleder rindanzahid sıkletin söyler Ser-ağaz eyledikçe bahse bülbül revnak-ı
gülden Bezimde kulkul-i mina melek keyfiyettin söyler Tecelli neş’esinehl-i
şikem idrak kabil mi
Behişt andıkça zahid eki ü şürbün lezzetin söyler Ne
zapt-ı hakim-i şer’i ne hükm-i zabit-i akli Cünün iklimini seyreyleyenler
rahatın söyler Miyan-ı güft ü güdabed-meniş iham eder kubhun Şecaat arz ederken
merd-i kıbti sirkatin söyler Muvafıktır yine elbet mizaca şive-i hikmet Tabibin
olsa da kizbi marizin sıhhatin söyler Perişani-yi nükte-i ser-beste veşkaldi
Ne kimse hikmetin anlar ne Ragıb illetin söyler.”
34) Küba
Cumhuriyeti Anayasası, Çev. Jose Marti Küba Dostluk Derneği (JMKDD), Ocak 2008
35) ENGELS,
Anti-Dühring
36) FREUD, Musa Ve Tek Tanrıcılık, Çev. Kamuran Şipal, SAY Yayınları, 2. Baskı, 2019; “Daha çeyrek yüzyıl önce Totem ve Tabu (1912) kitabını yazdığımda edindim bu güveni ve o günden beri de aynı güven durmadan içimde güçlenip pekişti. O gün bugün dinsel olgulara bireyde aşinası bulunduğumuz nevrotik belirtiler olarak bakılacağından, bunların insan toplumunun en eski tarihindeki çoktan unutulmuş önemli yaşantıların dönüp gelişi diye anlamak gerektiğinden, ilgili olguların saplantı karakterini böyle bir kaynaktan gelmelerine borçlu olduğundan ve içerdikleri tarihsel gerçek nedeniyle insanları etkileyebildiklerinden bir daha da kuşku duymadım(s. 88)”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.