Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
devrimci durum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devrimci durum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Nisan 2025 Pazar

Devrimci durum ve hegemonya krizi

Mahmut Boyuneğmez

Lenin “devrimci durumu” şu şekilde tanımlamaktadır:

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir tarihsel kesit ve bunlara eşlik eden iktisadi bir bunalım var olduğunda devrimci durumdan bahsedilir.

Bu tanımda iktisadi kriz + siyasi kriz + “hegemonya” krizi bir arada bulunmaktadır. Yönetenler eskisi gibi yönetemediğinde bir “yönetim krizi” ya da siyasi iktidarın krizinden bahsedilir. Bu durum gerçekleştiğinde, kitlelerin ideolojik angajmanı liberalizm şemsiyesi altındaki çeşitli görüşlere olan düzen/sistem partileri tarafından yönlendirilmesi, etkilenmesi, heyecanlandırılması, bu partilerin kitlelerce otorite sayılması belirgin olarak azalır ya da kaybolur. Yönetilen sınıfın ve ara tabakaların eskisi gibi yönetilmek istemediği bir dönem dendiğinde, kitleler arasında egemen ideolojinin bileşenlerinin uzlaşı sağlayıcı etkisinin kaybolduğu, belirli ölçülerde hareketlenmiş kitlelerde siyasi iktidarı onaylayıcı ve sermaye sınıfının egemen olduğu kapitalist sisteme/düzene katlanma/rıza gösterme kapasitesinin zayıfladığı ya da sıfırlandığı anlaşılır. Bu durum, toplumun aktif olarak harekete geçmiş kesimlerinde hegemonyanın parçalanması/dağılması ile karakterize bir “hegemonya” krizidir. Devrimci durum tarihsel kesitinde siyasal krizin ve “hegemonya” krizinin zemininde ise iktisadi kriz bulunur. Emekçiler ve ara tabakalarda dayanılamayacak bir yoksullaşma, hayatlarını günlük olarak yeniden üretememe hali, hayırseverlik pratiklerine muhtaç duruma gelme, “de klase” olmanın/lümpenleşmenin/çürümenin belirtilerinin yaygınlık kazandığı gözlenir.

İktisadi kriz koşullarında sınıf savaşımı/mücadelesi otomatik olarak keskinleşmez. Kapitalist sistem, emekçilerde ve ara tabakalarda iktisadi kriz süreçlerinde oluşan tepkileri soğurabilecek mekanizmalara ve yapılara/öğelere/organizasyonlara sahiptir. Başka bir deyişle, her iktisadi kriz, devrimci durum doğurmaz. Nesnel veya öznel faktörlerin bileşik etkisiyle iktisadi kriz zemininde oluşacak bir siyasal/yönetim krizinin var olması, devrimci durumun oluşabilmesi için gereklidir. Bu da yetmez, bahsedilen gerek koşullara ya da olmazsa olmaz koşullara bir üçüncü koşul olan “hegemonya” krizi de eklenmelidir.

Devrimci durumun, iki olanaklı sonucu vardır. Kapitalist sistemi koruyan/muhafaza eden vektörler/süreçler ile dönüşüme zorlayan vektörler/süreçler arasındaki dinamik denge devrimci durumda bozulur. Devrimci durumun, devrimle ya da karşı-devrimle sonlanması, eski dinamik dengeye dönüş ya da sosyalist sistemin kurulmaya başlamasıyla, toplumsal devrimi ilerletici süreçlerin başat olduğu, fakat sistemin kazanımlarını koruyan statükoyu güçlendirici süreçlerin de var olduğu bir tarihsel kesite geçiş anlamına gelir.

Devrimci durumun sosyalist bir devrime ilerlemesi için sosyalist/komünist partinin devrimci durum öncesi süreçlerde belirli bir ön hazırlığının olması, işçiler arasında öncü işçileri az çok örgütleyebilmiş olması, işyerlerinde ve mahallelerde azımsanmayacak bir güç oluşturmuş olması gerekir. Devrimci duruma örgütsel açıdan ve teorik olarak gelişkin, toplum içerisinde mevziler oluşturmuş veya bunların oluşumuna katılmış (=karşı-hegemonya organizasyonları, alternatif iktidar nüveleri) bir öncü partiyle girilmesi, sosyalist devrimin oluşması için yeter koşuldur.

Bu yeter koşulun olmaması durumunda tarih göstermiştir ki, Fransa’da sermaye sınıfının pasif onayıyla Bonapartizm’in (Gramsci’ye göre “gerici bir Sezarizm” türü), Almanya ve İtalya’da sermaye sınıfının aktif desteği ve ara tabakalar ile işçilerin terörize edilip demagojik söylemlere inanmasıyla faşist partilerin güçlenmesi sonucunda faşist diktatörlüklerin/faşizmin kurulması ve “hegemonya” krizinin kapitalist sınıf lehine aşılması mümkündür. Ekim sosyalist devrimine giden süreçler toplamına bakıldığındaysa, RSDİP’in komünist öncü parti işlevini yerine getirmede başarılı olduğu ve toplumsal sistemin iktisadi, siyasal ve “hegemonya” krizinin (=eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istememe) proletarya lehine aşıldığı görülmektedir.

Türkiye’de 1970-80’lerdeki tarihsel kesit ise, gelişen bir devrimci durumun, askeri bir darbe ve görece kısa süreli bir askeri diktatörlük sonrası kapitalist devletin yeniden yapılandırılması ve tahkim edilmesi, siyasal partilerin neo-liberal stratejiyi/programı benimseme ve uygulama kararlılığında aralarındaki farkların silinerek benzeşmeleri, toplumdaki ideolojik ve kültürel yapılar ile mekanizmaların dinsel/milliyetçi/liberal değerleri yeniden üretecek şekilde düzenlenişi gibi yollarla kapitalist demokrasiye evrilmesini anlatmaktadır. 12 Eylül askeri darbesi toplumsal devrimci güç ve eğilimlere bir sıfat olarak faşist/totaliter karakterde bir müdahale olsa da “faşizm” adındaki bir siyasal rejimi belirtmez.

Gramsci’ye göre “hegemonya” krizi, savaşlarda oluşabilecek bir durumken, devrimci durumda ise vardır. Bu yaklaşım Lenin’in devrimci durum kavrayışıyla uyumludur.

Kanımızca “hegemonya krizi”, siyasi/yönetim krizinin varlığı yanı sıra sermaye sınıfının toplumsal iktidarının oluşumunu sağlayan hegemonya aygıtlarının, hegemonya mekanizmaları ve pratiklerinin işlevlerini yeterince yerine getirmediği, böylelikle yönetilenlerin kapitalist sisteme/siyasal rejime/düzene dönük rıza gösterme/onay verme/kabullenme kapasitelerinin aşındığı/erozyona uğradığı ve iyiden iyiye azaldığı tarihsel kesit olan devrimci durumun karakteristik niteliğidir. Hegemonya salt rıza/onay/kabul üretimiyle ilişkili olmadığından, şiddet, baskı, zor, yıldırma, cezalandırma, konsensus, oyalama, meşgale oluşturma, hayatı anlamlandırma, keyif alma, kayıtsızlık ve pasifizasyon, cahil bırakma, sorunlarla boğuşmaktan ve aşırı çalışmaktan başını kaldıramama, kontrol/denetimle ve bunların çeşitli oranlarda bileşiminin bulunduğu mekanizmalarla, pratiklerle ve insanlar arası ilişkilerle oluştuğundan, “hegemonya krizi” denildiğinde Leninist devrimci durumun oluştuğu, bahsedilen bu pratiklerin ve mekanizmaların etkilerini yitirdiği söylenmektedir.

Yazdıklarımızın ışığında bir eleştiriyle bitirebiliriz:

“Uzun bir süredir hegemonyasını verimli biçimde işletemeyen iktidar, artık hegemonik olmaya çalışmaktan vazgeçmiş görünmektedir. Mecbur olduğu geçişi, yani iktidarda kalabilmek için yeni bir rejim ve devlet biçimine geçişi toparlayıcı bir hegemonik liderlikle değil hukuku askıya alan, muhalefeti kuralsızca ezen, sokağı şiddet ile disipline eden bir zor kullanımıyla sağlamaya yönelmiştir. Seçimi kazanamayacağını görünce seçimi anlamsızlaştırmış, hukukla ilerleyemeyeceğini anlayınca hukuku askıya almış, nihayetinde siyaset alanına hâkim olamayacağını fark edince siyaseti bir kenara bırakıp sadece yönetmekle yetinmiştir. En kaba tabiriyle zor ile rızanın özgül bileşiminden oluşan hegemonya yerine, baştan sonra zora dayanan bir darbe mekanizmasını devreye sokmuştur (…)

Esasında Türkiye’de iktidarın bir hegemonya krizi içerisinde olduğu uzun zamandır söyleniyor. Bu krizin en kolay ulaşılabilen göstergesi seçim sonuçları ve geri döndürülemeyen seçmen desteği (…)” (Can Soyer, “An Gelir, Abluka Dağılır”, 11.04.2025, https://www.ayrim.org/guncel/an-gelir-abluka-dagilir/)

Türkiye’de 18-19 Mart tarihinden bugüne uzanan süreçlere dair yazılan bu cümleler, siyaset bilimi terminolojisinde “darbe”nin kullanımıyla uyumsuzluk sergilemekte, faşizme geçiş yaşanmakta olduğunu belirtmekle içerisinde bulunduğumuz otoriter neoliberal kapitalist demokrasinin, biçimsel demokratik yanlarla birlikte faşizan özellikler (baskının dozunda artış, kontrol ve denetim mekanizmalarının güçlenmesi gibi) de taşıdığı gerçeğine karşın kültür, sanat, spor, eğlence, aile hayatı, günlük yaşamsal etkinliklerin çeşitli yanları, siyaset, sendika, okul/eğitim vd.’nın, ezcümle toplumsal dokunun, pratiklerin, ilişkilerin ve yapıların (toplumsal organizasyonların), siyasi iktidarın ve devlet ideolojisinin (resmî ideoloji) belirlenimine ve kontrolüne girmesini anlatan, faşizmin temel niteliği olan totalitarizmi barındırmadığından “faşizm” olmadığını görememektedir. “Hegemonya krizi” tanımlamaya çalıştığımız geniş anlamıyla, yani devrimci durumda kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını yeniden üretemediği, hegemonya pratiklerinin ve mekanizmalarının etkisizleştiği tarihsel kesitlerde ortaya çıkan bir olgu olarak dikkate alındığında, bu konuda yazarın yazdıklarının hakikati temsil etmediği anlaşılır olmaktadır.

Bu konuda şu üç yazının okunması yararlı olacaktır:

i) https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2025/03/iktidar.html

ii)https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2025/04/toplumsal-iktidar-ve-hegemonya.html

iii)https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2025/04/boyun-egme-itaat-ve-mucadele.html

7 Haziran 2022 Salı

Devrimci Durumdaki Olasılıklar

Ercan Arslan

Devrimci durumda siyaset bir sanattır; zamanında, yerinde ve yardımcı olabilecek bütün unsurlarla birlikte tek bir hedefe yoğunlaşmayı gerektirir. Burada sorumluluk devrimi hedefleyen güçlerdedir. Sosyal demokratları, liberal sol/sosyalist, revizyonist kesimleri suçlamak, onları sorumlu tutmak hatadır. Çünkü onlar asli görevlerini yerine getirmektedirler. Onlardan devrimci sorumluluk beklemek ham hayaldir. Bizim asıl müttefik olabileceğimiz bu partiler değil, onların etkilediği işçiler, köylüler ve ezilen halk kitleleridir.

Devrim bir sanattır. Örneğin resim sanatı özgülünde betimlemeye çalışırsak; resim sanatının icrası için gerekli unsurlar şunlardan oluşur: Ressam, palet, tuval, boyalar, fırçalar, konu vb… Bunlardan biri eksikse, bu sanat düzgün bir tarzda icra edilemez. Eğer ressam boyayı direkt tuvalde karıştırırsa, renkleri yeni renkler oluşturmak üzere tam olarak karıştıramaz, iyi bir renk elde edemez. Bunun için önce renkleri palet üzerinde karıştırması, istediği rengi elde etmesi ve tuval üzerinde uygulaması gerekir. Bu sayede resmi daha güzel yapabilir. Paletsiz bir yağlı boya resim yapılamaz; renk uyumu ve resmin armonisi düzgün olmaz. Nasıl ki paletsiz bir yağlı boya resim düzgün yapılamaz, devrim de kitlelere öncülük edecek bir örgütlenmeyi gerektirir.

Bizim amacımız sadece bağcıyı dövmek olmamalıdır. Sadece buna yoğunlaşırsak, bağcı kendisine yardımcı kuvvetler bulacaktır. Eğer biz bağcıyı dövmeyip, üzümü üreten kesimlere üzümü birlikte eşit bir şekilde yemeyi önerirsek, bağcının beslendiği kollar zayıflayacak, bağcı üzüm üretenler birleştiğinde yıkılacaktır. Üzüm üretenlerin sadece bir kesimi yalnızca bağcıyı dövmeye yeltenirse, bağcı üzüm üretenlerin diğer kesimini, onlara üzüm vererek yanına çekecektir.

Devrim, karşı-devrim eğilimini de güçlendirir. Karşıt grupların birleşmesini sağlar. Burjuvazi, proleter devrimden ölesiye korktuğu için faşizmi güçlendirir. Burada sorumluluk devrim yapmayı hedefleyen unsurlardadır. Bizim asıl sorunumuz devrim yapmak mıdır, yoksa devrimi sürekli ötelemek midir?..

Burjuva devriminde, burjuvazi feodalizmi yıkmak için köylüleri, işçileri ve halk kitlelerini kendi etrafında yedeklemek zorundaydı. Burjuvazi ordusunu ezilen halk kesimlerinden kurmuştu ve ilk dönemlerinde devrimci özellik taşımaktaydı. İşte bu yüzden, proleter devrimde de sadece işçilerle devrim yapmak ham hayaldir. Proletarya eğer gerçekten devrim yapmak istiyorsa diğer ezilen halk kesimlerini yanına çekmek zorundadır.

Her ülkenin koşulları farklıdır, devrimi ihraç edemezsiniz. Rusya’daki Bolşevik Devrimi gerçekleştiğinde çarlık rejimi güçsüzdü ve yönetemez bir durumdaydı. Özellikle Almanya örneğini verirsek, evet burada işçi sınıfı hareketi güçlüydü ama burjuvazi de güçlüydü ve deneyimliydi. Burjuvazi politik olarak çok iyi yönetmekteydi. Devrimci hareketin güçlü olarak görünmesi, onun özünde güçlü olduğu anlamına gelmez. Mevcut durumda toplumsal hareketin gücü abartılabilir de. Rusya’nın koşulları o dönem çok uygundu ve Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin doğru strateji ve taktiği, devrimin gerçekleşmesini sağlamıştı; Almanya ve batıda ise bu devrim şemasını uygulamak çok daha zordu.

Avrupa ülkelerinde kapitalizmin daha gelişkin olması ve demokrasi geleneğinin olması, işçi sınıfı hareketinin ikiye ayrılmasını, bir kesiminin burjuvazinin güdümüne girmesini sağlamıştır. Biri komünistlerin/sosyalistlerin önderlik ettiği işçi sınıfı hareketi, diğeri sözde sosyalistlerin ve sosyal demokratların önderlik ettiği işçi sınıfı hareketi… Almanya’da sendikal kitle hareketiyle parti faaliyeti bir ve aynı sanılmıştır. Belirli bir dönem SPD içinde çalışılmış; işçi sınıfı hareketi ikiye ayrıldığı halde, sınıfa önderlik edecek partinin ayrılarak zamanında kurulamaması, işçilerin SPD yönetiminden medet ummasını sağlamıştır. Eğer 1900’den itibaren SPD’nin karşısına çıkacak sağlam bir komünist partisi kurulabilseydi, işçi sınıfı hareketi bu kadar bölünmeyecek ve SPD’nin güdümüne bu kadar girmeyecekti. Toplumsal hareket geriledikçe ve revizyonist bir hale geldikçe, işçilerin bir kesimi kızgınlıkla radikal sola da kaymıştır. Sınıf hareketinin bölünmüşlüğü devrimin ileriye taşınmasına engel olmuştur. Bu dönemde bu hareketleri birleştirmek ve hareketi geriye götüren revizyonist önderliğin inisiyatifini kırmak, bu kesimlerden etkilenen insanları yanlarına çekmenin yollarını bulmak, asıl meseleydi. Avrupa ülkelerinde sosyal demokrat partilerin karşısına zamanında gerçek komünist partiler çıkabilseydi ve hareketi doğru tarzda örgütleyebilselerdi, günümüze kadar süregelen durum olmayabilirdi.  Eğer sınıf hareketindeki ikiye ayrılma, parti sürecinde de ikiye ayrılmaya götürmediyse, bu durum, işçilerin çoğunluğunun burjuvazinin güdümüne girmesini sağlar. Bunun sonucunda kapitalizmin güçlü olduğu algısı yaratılır. İşçilerin bir kesimi de moral bozukluğuyla radikal sola yönelir. Çünkü öteki türlü mücadele etmek ve burjuvazinin etkisini kırmak zordur.

Karl Liebknecht, Aralık 1918'de Berlin'de halka sesleniyor
Sağa kayan parti, sadece sola yönelerek veya daha gevşek bir yapıyla mücadele edilerek yeniden inşa edilemez. Eğer parti bu yola girmişse, parti içindeki nihai hedefe odaklanan devrimci unsurlar, kendilerini sağa kayan unsurlardan arındırmalı, gerekirse de ayrı bir parti kurmalıdırlar. Kitlelere bu durumu net bir şekilde anlatmalı, kitle hareketi bölünür diye korkmamalıdır. Asıl korkulursa, revizyonistlerin etkisi daha belirgin bir hal alacak, kitleler öndersiz, savunmasız bir konumda bırakılacaktır. Bölücü olunmadığı, asıl kitle hareketini burjuvazinin lehine bölenin revizyonist önderlik olduğu, komünistleri savunmasız bir konumda bırakarak yalnızlaştıranın, yok etmeye çalışanın burjuvazinin parti içindeki ajanları olduğu anlatılmalıdır. Sol sekter bir konuma da savrulmamalıdır. Çünkü sistemin istediği de budur. Bu sayede komünistleri yalnızlaştırmak, köşeye sıkıştırmak, oyalamak, kitlelerle olan bağları koparmak, kitleleri öndersiz bırakmak ve revizyonistlerin hâkimiyetine sokmaya çalışmak en bilinen yöntemleridir. Kitleler kazanılmak isteniyorsa, önce parti olarak kitlelere karşı net olunmalıdır. Sosyalist devrim hedefinden sapmaksızın, parlamenter mücadele de dâhil, değişen koşullara bağlı olarak değişik yöntemler kullanılmalıdır.

Almanya’da işçi sınıfının örgütü SPD, 1900’lerin başında devrimci özünü kaybetmiş, revizyonistleşmiş ve burjuvazinin safına geçmiştir.  Bu ise sınıf hareketini öndersiz bırakmış, devrimci mücadeleyi sekteye uğratmış, işçi sınıfının bilincini bulanıklaştırmıştır. İşte bu andan itibaren bu ülkede yeni bir komünist partisinin kurulması gerekmekteydi. Bu yapılmamış, sınıf hareketi bölünecek diye SPD içinde kalınmıştır. Hareket zaten biri sosyalist devrim isteyenler, diğeri kapitalist sistemle uzlaşmak isteyenler şeklinde bölünmüştü. Bu durumda komünistler partiden ayrılmamıştır; revizyonist örgüt hakim durumda kalmış, hareketin ileriye gidişini engellemiştir. Partide revizyonist sistem oturdukça, buna tepki olarak sol akımlar güçlenmiş, parlamenter mücadeleden tiksinilmiş ve yanlışlar yapılmıştır. Yeni bir örgüt gecikmiş bir şekilde yaratılmış, devrimci durum olgunlaştığında zamansız yakalanılmıştır. Böylelikle toplumsal hareket yenilmiştir. Eğer zamanında revizyonist önderliğe karşı gerçek bir komünist partisi kurulabilseydi, dünya tarihi çok daha farklı olabilirdi.

İşçi sınıfı hareketini yönetecek, birleştirecek gerçek bir proletarya partisinin olmaması, olanın da zayıf kalması sebebiyle devrim ileri bir safhaya taşınamamıştır. Her ülkenin özgül koşulları farklıdır ve ona uygun tarzda örgütlenilmelidir. Devrim ileri ülkede de olabilir geri bir ülkede de. Yeter ki sınıf hareketini doğru tarzda yönetebilecek komünist partiler olsun. Yeri gelince radikal tutum almak, yeri gelince de işçileri ve ezilen halk kesimlerini kazanmak için tabanla uzlaşmalara gitmek, her türlü mücadele şeklini kullanabilmek, esnek olabilmek gerekmektedir. Bizim derdimiz devrimi ötelemek değil, devrimi gerçek kılabilmektir.

Koşulların olgunlaştığı ileri aşamalarda sağcılık şekil değiştirir. Devrimci durum öncesi ve toplumsal mücadelenin geri olduğu durumlarda, düşman, karşı safta kendini açıkça belli eder, düşmanın kim olduğu nesnel olarak görülür.  Devrimci durum olgunlaştığında, iktidarı sözde halk adına ele geçirenlerden bir kısmı,  devrimci özlerini kaybetmeye başlayabilir. Bunlar artık geçmiş burjuva iktidarını temsil ederler. Eski sistem artık bilindik silahları kullanamaz, bunun yerine devrime darbe vurabilecek, devrimcilere en yakın silahları edinir. Artık birlikte mücadele edilen sosyalistlerden bazıları açıktan olmasa da, devrimci sosyalist özlerini kaybederek sağa kayar. Devrimden sonra da sınıf mücadelesi devam eder. Emperyalist-kapitalist sistem artık açıktan saldırı gerçekleştiremez ve devrim yapanlardan bir kısmını kullanmaya çalışır. Örneğin Almanya’da işçi sınıfı hareketinin gelişmişliği ve kapitalist sistemin olgunluğu, işçi sınıfının devrim olmadan kitle hareketiyle iktidara gelmesi, sınıf hareketinin meşruiyet kazanarak burjuvaziyle iktidarı paylaşması, devrimin revizyona uğramasına yol açmıştır. Rusya’da ise devrim yoluyla iktidarın ele geçirilmesi söz konusu olmuş, belirli bir dönem devrimci olunmuş, ancak bir dönemden sonra partinin revizyonistleşmesiyle, devrime ve sosyalizme ihanet etmesiyle süreç son bulmuştur.

Bernstein ve Kruşçev, revizyonizme sapma yönünden birbirlerine çok benzerler. Berstein, işçi sınıfı hareketinin ileri bir seviyede olması ve sosyal demokrat partinin iktidarı paylaşması sebebiyle, kapitalizmin devrim olmadan da değişebileceğini, işçilerin burjuvaziyle iktidarı paylaşabileceğini ve sosyalizme reformlar yoluyla evrimsel bir geçiş yaşanacağını söylemiştir. Kruşçev ise buna benzer bir tespitle, sosyalizmin artık dünyada güçlü olduğunu, devrimlere gerek kalmadığını, barış içinde kapitalizmle bir arada yaşanabileceğini söylemiştir. Sovyetler Birliği’nde revizyonist yola girilip devrimci öz kaybedildiğinde de, gerçek bir komünist partisinin kurulması, devrimin ilerletilmesi açısından en doğru hareketti. Bu yapılmadığı için, sosyalizm Sovyetler Birliği’nde yenilmiştir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin devrimci özünü kaybetmesi, dünya devrimci hareketinde sağa ve sola savrulmayı beraberinde getirmiştir. Özellikle Çin devrimi süreci ve 1968 anti-emperyalist kitle ve gençlik hareketleri, ayrıca gerilla mücadeleleri, revizyonistleşmiş, “barış içinde bir arada yaşama” olarak sloganlaştırılan kapitalizmle uzlaşma yoluna girmiş Sovyetler Birliği’ndeki yönelişe karşı bir tepki olarak şekillenmiştir. Bu aslında sosyalist devrimi savunanları, emperyalist-kapitalist sisteme karşı yalnızlaştırmış, kitle bağlarını zayıflatmış, devrimcileri bölgesel çatışmalara ve barikat savaşlarına çekerek zayıflatmıştır.  Sovyetler Birliği'ndeki her şey kötülenmiş, el yordamıyla ilerlenerek hareketler yeniden ayağa kaldırılmaya çalışılmıştır. Dünya sosyalist hareketi bu dönemde bölünme yaşamış, proleter sınıf savaşımı zayıflamış, radikal “küçük burjuva” örgütlenme anlayışı güç kazanmıştır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi sağa kaymış, bunun haricindeki hareketlerde buna referansla sola kaymıştır.

Sosyalist iktidar iyi yönetilemezse ve sürekli uyanık olunmazsa, burjuvazinin tekrar iktidara gelmesine sebep olunur. Devleti yönetenler, değişen koşulları iyi tahlil edememişlerdir. İktidarı ve kitlelerle olan bağları korumak adına, mevcut statükoya sıkı sıkıya sarılmışlar ve nihayetinde kapitalizmi restore etmişlerdir. Sosyalizmin yenilgisinden sonra ise, Rus milliyetçiliği ve faşizm güçlenmiştir. 1990‘da yenilen aslında sosyalizm değildir; yenilginin kökleri daha derindedir.

Bazı kesimler merkeziyetçi partilerin zamanla bürokratlaşacağını ve devrime sırt çevirebileceğini, kitlesel özelliğini kaybedeceğini teorize etmektedirler. Bu doğru bir tespit değildir. Çünkü biz ütopyacı değiliz, ayaklarımızın yere basması gerekmektedir. Biz geçmişteki ve şimdiki kapitalist sistemin ürünüyüz. Elbette onların kullandığı silahları kullanacağız. Bu sistemi yenmek istiyorsak, onların silahlarını onlara karşı kullanacağız. Komünist aşamaya geçene kadar, komünist partinin öncülüğünde, devleti ve onun kurumu olan bürokrasiyi de kullanacağız. Devrimci özümüzü kaybetmeyip komünist sistemi kurana kadar sürekli değişen koşullara göre mücadele edeceğiz. Proleter hareket, komünist bilinçli unsur olmadan varlığını sürdüremez. Kitle hareketinin gelişmeye başladığı dönemlerde, bilinçli unsurlar genelde kitle hareketinin baskısıyla devrimci bir özellik taşırlar. Fakat ne zamanki hareket oturur ve iktidardan belirli haklar elde etmeye başlar, sistem belirli tavizler verir ve iktidarını parlamenter sistem aracılıyla paylaşırsa, örgütler iktidarı kaybetmemek, statükoyu korumak için revizyonistleşebilirler. Grevler ve sol çıkışlar, onlar için tehlike arz edebilir. Hareket bölünür mantığıyla gerici bir hatta yer alabilirler. Bu yüzden eğer örgüt bu hale gelmişse, onun karşısına merkeziyetçi ve örgütlü komünist partilerin çıkarılması hayati önemdedir. Böyle davranılmazsa, proleter devrimci hareket öndersiz bırakılıp burjuvazinin insafına terk edilir ve sınıf hareketinin yenilmesine yol açılır.

Her yerin özgül koşulları farklıdır. Örnek olarak Latin Amerika’dan Che Guevera’nın mücadelesini verebiliriz. Küba devrimi oldu diye, diğer Latin Amerika ülkelerinde de olabileceğini sanmak, devrim ihraç etmeye kalkmak, ilerleyen süreçte hareketin yenilgiyle sonuçlanmasını doğurmuştur.

Diğer bir örneği de günümüzde yanı başımızdaki Suriye’den, Irak’tan (Kobani’den, Sincar’dan) verebiliriz. Buralarda başarı elde edip, bunun Türkiye şartlarında da olabileceğini sanmak… Farklı yerlerdeki örgütlenme başka yere uydurulamaz. Örgütlenme koşullara göre değişiklik göstermelidir. Her yerde aynı radikal tutum alınamaz. Sana birisi açıktan tokat attığında, sen de ona açıktan tokat atabilirsin; ama birisi seni hileyle, gizli kapaklı yollarla yenmeye çalışıyorsa, sen de ona karşı kadife eldiven giyerek karşılık vermelisin. Bizim derdimiz işçi sınıfının iktidarını kurmak mı, yoksa burjuvaziyi hep iktidarda tutmak mıdır?..

Doğru tarz için olmazsa olmaz kıstaslar; proletarya partisi, bilinçli kitle hareketi, parti önderliğinin koşulların değişebileceğini öngörmesi, sürekli uyanık olması, partinin sürekli bir şekilde kitle hareketinden yani kendini besleyen topraktan saflarına bilinçli unsurlar devşirmesi, ütopik tarzda düşünmemesidir. Görünürdeki gerçekliğin özü yakalanmalıdır. Mevcut durumlara uygun adımlar, teorik değerlendirmeler sonrasında atılmalıdır.

Eğer biz kapitalist sistem tarafından yenildiysek ve bir daha yenilmek istemiyorsak, ondan daha bilinçli hareket etmek, ona karşı daha örgütlü, daha sıkı, yeri geldiğinde esnek, yeri geldiğindeyse daha merkeziyetçi bir yapıyla hareket etmemiz gerekir.  Daha gevşek bir yapıyla değil!.. Biz gevşek yapılarla ya da çocukça, romantik, radikal sol örgütlerle hareket ettikçe, kapitalizm ilelebet yaşayacaktır. Ona karşı başarı elde etmek istiyorsak, kendi silahlarını onlara karşı kullanmalıyız. Çünkü bizler de, Antaeus (Yunan mitolojisinde bir karakter; Poseidon ve Gaia’nın oğludur; gücünü topraktan alır) gibi aynı toprak ananın çocuklarıyız.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]