20 Temmuz 2022 Çarşamba

Dilin Evrimi ve Ulusların Yükselişi

Ercan Arslan

Dilin oluşabilmesi için belirli bir evrimsel süreç gerekmiştir. Dik yürüme, beyinde konuşma merkezinin oluşması, dille beynin bağlantısı, ses telleri, farenks ve larenks’in oluşması ve larenks’in diğer primat türlerinden aşağıda olması, diyaframın kullanımı gibi unsurların birleşmesi belirli bir evrimsel sürecin sonucudur. Larenks’in aşağıya doğru inmesinin sesteki etkisini, erkeklerde ergenlikte adem elmasının ortaya çıkması ve sesin kalınlaşması örneğiyle açıklayabiliriz.

Dilin gelişiminin sonraki aşamasında ise doğanın ve yaşamın somut gerçeklikleri etkilidir.

İnsanın doğada hayatta kalabilmek için tek başına değil de birlikte grup halinde yaşaması, uzun çocukluk dönemi ve ana bakımının uzun sürmesi ile görece uzun yaşaması sosyalleşmesini, iletişim halinde olmalarını, önceleri basit sesler, işaret dili, jestler-mimikler şeklinde bir iletişimi doğurmuştur. Zamanla kültürel birikiminin artması, alet teknolojisinin gelişmesiyle farklı geçim yolları edinmeleri, nüfuslarının artması, uzmanlaşma, grupların değiş-tokuşlarda iletişimde olmaları, dilin gelişimini ve değişimini zorunlu hale getirmiştir. Büyük gruplarla yaşanmaya başlanması kelimelerin çeşitlenmesini sağlamıştır.

İnsanın doğada zayıf yapıda olması, grup halinde yaşamasını ve birbirleriyle sürekli iletişim içinde olmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum, bazı hayvan türlerinde de gözlemlenmektedir. Örneğin mirketler, bir tehdit algıladıklarında uyarı mahiyetinde değişik sesler çıkarabilmekte ve grubu haberdar etmektedirler. İnsan grupları da kendinden daha donanımlı vahşi hayvanlara karşı, sürekli bir iletişim içinde olmuşlardır. İlk başlarda ellerindeki alet teknolojisi yeterli düzeyde olmadığından, ter bezlerinin verdiği avantajın da yardımıyla, etçil hayvanları takip etmişler, onların kovaladıkları ve yoruldukları için yakalayamadıkları hayvanları rahatlıkla avlayabilmişlerdir. Bunun için ise, organize bir faaliyetin ve iletişimin olması gerekmekteydi.

M.Ö. 6000’lerde Bereketli Hilal ve onun çevresine yakın bölgelerde dillerin yayılışı 9 gruba ayrılır:

1. Ural grubu 2. Hint Avrupa 3. Batı Akdeniz 4. Kafkas Grubu 5. Elam –Dravid 6. Afrika Asya 7. Sümerce 8. Nil sahra 9. Nijer Kongo grubu (İlkçağ Tarihi Atlası–ColinMcEvedy –Sabancı Üniv. Yayınları, Giriş s. 3).

Hint Avrupa dil grubu da kendi içerisinde alt kollara ayrılabilir:

1. Hititçe

2. Doğu Hint Avrupa

   A. Ari (Hindi İrani –Farsça, Hintçe, Kürtçe)

  B. Baltık, SlavGerman (Litvanca, Lehçe, Rusça, İngilizce, Almanca)

  C. Yunan, Trakça (Yunan Frig, Ermenice)

3. Batı Hint Avrupa

 A. ilirya (Arnavutça)

B.  Kelt, İtalik (Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Galce) (İlkçağ Tarihi Atlası, s. 6)

M.Ö. 9000’lerde Bereketli Hilal’de ön tarım bölgesi oluşur; önceden burada, belirli bir etnisite ve belirli bir dil ailesi mevcut değildir. Tek insan türü olarak Homo Sapiens Sapiens yaşamaktaydı ve küçük gruplar halindeydi. Belirli bir dil birliği mevcut değildi. Tekniğin gelişmesi, ön tarımın oluşması, hayvanların evcilleştirilmesi, Bereketli Hilal’de meydana gelmiştir. Artık ürünün oluşması ve buraların daha güvenilir hale gelmesi, bu bölgenin dışında yaşamakta olan kavimleri bu bölgelere getirmiştir. Sürekli göç hareketleri bu bölge ve çevrelerinde olmuş, kültür karışımları meydana gelmiştir. Hangi kavim gelmişse daha öncekini ya özümsemiş ya da asimile etmiştir. Belirli bir dil birliği de söz edilemez; gruplar daha önceden yalıtık durumda olduklarından dilleri coğrafik düzeyde kalmaktaydı, ama zamanla bir bölgede harmanlandığı için değişikliğe uğramıştır.

Palaca, Luwice, Hatti ve Hurri gibi dil grupları Anadolu’da bilinen ilk dillerdir. Bu dil gruplarının da bu bölgeye dışarıdan gelmesi muhtemeldir veya sonradan oluşturulmuştur. Çünkü tarım ve yerleşikliğe geçmeden önce küçük gruplar halinde yaşandığından, her grubun dili farklıdır ve çok kısıtlıdır, dildeki kelime sayısı azdır. Dildeki gelişme teknik olarak gelişmenin, ortak hareket etmenin ve toplumsal bütünleşmenin bir sonucudur. Tarımın gelişmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi daha toplumsal bir yapının zorunlu olmasını beraberinde getirir, dil zenginleşir, gruplar ortak bir dil meydana getirmeye başlarlar. Kültürel etkileşim dil etkileşimini sağlar, kelimeler iç içe geçer, farklı dil grupları kompleks bir yapıya dönüşür.

Bu bölge zenginleştikçe ve daha güvenli bir yaşam alanı oluştuğundan, başka gruplar tarafından işgal edilmiştir. Hangi grup geldiyse, hâkimiyetini sağlarken, bazen mevcut kültürü benimser, bazen de onu yok ederek asimile etmeye çalışır.

Dil geçişkendir ve değişime uğrar. Belirli bir halkı ve kavmi temsil etmeyebilir. Dil, etnik kökeni belirlemez. Palaca, Hurrice, Hattice, Hititçe (Neşaca), Luwice harmanlanır, iç içe geçer, hangi grup gelmişse kendi dilini ön plana çıkarır ve kendi etnik kökenini dilsel olarak birleştirme yoluna girer. Bu yüzden Anadolu ve Orta Doğudaki halklar saf değil, mozaiktir; belirli halkların Türkçe konuşması onların Türk olduğunu ve Kürtçe konuşması da onların illaki Kürt olduğunu kanıtlamaz. Etnik köken ayrıdır, dilsel köken ayrıdır. Örneğin Göbeklitepe’de bulunan iskeletlerin DNA yapılarının, bu bölgede şimdi yaşayanlarla aynı çıkması, onların Türk ya da Kürt olduğunu kanıtlamaz. Bilakis bu teoriyi çürütür; bu durum, etnitsitenin ve dil oluşumunun sonradan edinildiğinin ve burada yaşayanların Homo Sapiens olduğunun kanıtıdır. İnsanlar buranın yerleşik halklarıdır ve sonradan her gelen kavim, bu insanlarla kaynaşmıştır.

Yine örneğin Burdur ilinde bulunan Hacılar höyük’te  (M.Ö. 8000 yılları) bulunan iskelet kalıntılarının DNA’sı, bugün bu bölgede yaşayanlarla aynıdır; bu insanlar bugün Türkçe konuşmaktadırlar, buradan bu insanların etnik açıdan Türk olduğu sonucu çıkmaz. Etrükslerin İtalya’ya Anadolu’dan göç etmesi ve bugün bu bölgedeki insanlarla aynı DNA yapısında olmaları, Etrükslerin Türk olduğunu kanıtlamaz, bilakis buradakilerin etnik olarak Türk olmadığının kanıtıdır. Bizim Türkçe konuşuyor olmamız da, etnisite olarak Türk olduğumuzu kanıtlamaz, Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklerin oranı ancak % 10-15 düzeyindedir. Bu bütün uluslarda ve devletlerde böyledir, ulus etnik kökene bakmaz, dille de etnisiteyi ayırmamız gerekir. Kim bölgeyi hâkimiyetine almışsa kendi kökenini üstün kılmıştır. Bu bölge Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlıdan önce, Rumdur, Ermenidir, Kürttür, ondan önce de Frigdir, Urartudur, Hititdir, Hattidir, Hurridir,  Luwidir, daha öncesindeyse Homo sapienstir. Kim gelmişse diğerini asimile etmiştir.

Halkların birbirlerini asimile etmesini önlemenin yoluysa, eşitçe birlikten ve kardeşçe bir arada yaşamaktan geçmektedir. Bunu kabul edersek, işte o zaman birlikte, kardeşçe ve barış içinde yaşayabiliriz. Baskı tepkiyi doğurur ve ayrışmaya sebebiyet verir. Oysa bu dünyada kimse kimseden üstün değildir. Halkların kardeşliği her halkın dilinin serbestçe konuşulmasının sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Kürt hareketinin bazı kesimleri, bugün Kürt halkının tarihte en eski halklardan biri olduğunu, çoğu medeniyetin ilk temsilcileri olduğunu iddia etmektedirler. Bu görüşe göre örneğin, Göbeklitepe’yi yaratanlar, Hurriler, Gutiler, Urartular, Medler vb. Kürttür. Bu görüşlerin, eleştirdikleri Türk milliyetçilik ideolojisinden ne farkı vardır?.. Onlar da herkesi Türk yapmakta, Göbeklitepe, Sümerler, Etrüksler, Kızılderililer, Hititler vb. hepsi Türktür demekteler. Oysa bizler, hepimiz bu bölgenin yerli halklarıyız ve kökenimiz, Homo Sapiens’e dayanır. Bizler buradayız, bir yere gitmedik; her yeni gelenle kaynaştık. Bu yüzden hepimizin DNA yapısı araştırılsa, bu bölgede 10 bin sene önce yaşayanlarla benzer çıkacaktır.

Hatti ve Luwi düşmanlığı, sonradan gelen Hititlerin işine yaramıştır. Hititler, Hattilerin hamiliğine soyunarak, Anadolu’yu hâkimiyetlerine almışlardır; Luwiler’in, Hattilerin karşısında daha üstün olmalarından dolayı, sonradan gelen Hititler daha güçsüz olan Hattilerin doğal müttefiki olmuşlardır. Hattiler güçlü olsalardı, Hititlere gerek olmayacaktı. Hattiler, Luwilere karşı Hititleri askeri güç olarak kullanmışlardır; askeri gücün Hititlerde olmasından dolayı, kolayca Hatti ülkesini özümsemişler, onların kültürlerini olduğu gibi kabul etmişlerdir. Hititler, Hattilerin sınırlarına dayandıklarında Hattiler, Luwilere karşı bu gücü kullanmışlardır; bu yüzden Hititler, Hatti ülkesini yıkıp kendi kültürlerini dayatmamışlar, bilakis mevcut Hatti kültürünü kendi kültürleriyle harmanlamışlardır. (Daha sonraki tarihlerde Memlükleri de, bu tarzda düşünebiliriz; M.S. 1200’lerde paralı Türk kökenli köle askerler, bu dönemin İslam devletlerinde yer almışlar ve bir dönem iktidarı da ele geçirmişleridir.)

M.Ö. 800-700’lerde doğudan Medler (Kürtlerin ataları olması muhtemel) daha sonra da Persler gelmeye başlamıştır. Medler, Lidyalılarla komşu olmuş, bunun neticesinde birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Aralarında savaşlar meydana gelmiş, ama birbirlerine üstünlük sağlayamamalarının neticesinde geçici bir barış sağlanmıştır. Bunu perçinlemek için de, Lidya hükümdarı kız kardeşini Med hükümdarına vermiştir. Bu savaşlar, bu devletleri güçten düşürmüştür, “Lidyalılarla Medlerin rakip olması Perslerin işine yaramıştır. Pers hükümdarı Kyros, Med hükümdarı Astyages’i tahtından ettikten sonra (Astyages, Lidya hükümdarı Kroisos’un kız kardeşinin kocasıdır) Kroisos, Perslerle karşı karşıya gelmiştir” (Lidyalılar-Mythos’tan Logos’a, Prof. Dr. Muzaffer Demir, s. 250) Persler ilkönce Medleri yenmiş, Med ülkesini ele geçirmiş, daha sonra da Lidya ülkesini ele geçirmiştir.

Şimdi de “ulus” kavramını açıklamaya çalışalım… Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun adlı kitabında “ulusu” şöyle tarif eder;

 “Ulus nedir? Ulus her şeyden önce bir topluluktur; insanların belirli bir topluluğu. Ama bu topluluk ırk ya da aşiret kökenine dayanan bir topluluk değildir. Modern İtalyan ulusu, Romalılar, Cermenler, Etrüskler, Yunanlılar, Araplar ve diğerlerinden oluştu. Fransız ulusu; Galyalılar, Romalılar, Britanyalılar, Cermenler ve benzerlerinden oluştu.” (Marksizm ve Ulusal Sorun, J.V. Stalin, s. 13-14, Evrensel Basım)

“Ulus; tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen, ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur.” (a.g.e, s. 16)


Uluslaşma süreci, kapitalizmin gelişimiyle birlikte önem kazanmaya başlamıştır. Ekonomik ilişkilerin gelişmeye başlaması, üretim yoğunlaşması, üretimin daha kompleks bir yapıya bürünmesi, daha merkeziyetçi bir devlet yapısının oluşmasını sağlamıştır. Kapitalist pazar oluşurken, ulusal devletler de şekillenmiştir.

Ne zamanki yerleşik düzene geçilmiş, sınıfsal ilişkiler oturmaya başlamış, “benim toprağım benim mülküm” öne çıkmıştır. İlk sınıflı toplumlarda üretim ilişkileri kısıtlı olduğundan dolayı sadece dil birliğine dayalı küçük yapılar hâkimdi. Zamanla üretim ilişkileri gelişmiş, bunun sonucunda da daha geniş alanları kapsayan devlet yapıları oluşmuştur. Öte yandan, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemiyle, emperyalist çağ içindeki uluslaşma sürecini birbirinden ayırmak gerekir. Kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde ülkeler, üretimi kendileri için ve iç pazarın gelişme sürecine uygun yapmaktaydılar. İlkönce üretimi kendi iç gelişmeleri için yaptılar. Üretimi merkezileştirme, bir arada tutma, birleşik hareket etme, sınıflar arası işbirliği, kendi ülkesi ve toprağı için bir arada yer alma, ülkeyi kalkındırma gibi unsurlar, uluslaşmayı ve ulus devletleri beraberinde getirmiştir. Zamanla üretimin merkezileşmesi ve bollaşması, kapitalistler arasındaki rekabet, ilk önce iç pazarın sonraki süreçte de dış pazarın gelişmesini sağlamıştır. Kapitalizm serbest rekabetçi dönemden emperyalist aşamaya geçmeye başlamış, hammadde ve pazar ihtiyacı doğmuş ve başka toprakları ele geçirme öne geçmiştir. Sermayenin sürekli üretimi ve artması başkalarının zararına bir büyümedir ve bazı ülkelerin sömürülmesine evrilir. Kapitalistler, ülkeleri için uluslaşmayı kendi açılarından doğru kabul ederler ama sömürülen ülkeler için bunu kabul etmezler ve baskı yöntemini uygularlar. Ya da sömürdükleri ülkelerin mevcut iktidarındaki güçlü olan kesimi destekleyerek, diğer ulusları görmezden gelirler. Bunu da savundukları ve destekledikleri kesimler, kendileri için bir sorun teşkil etmedikleri süre boyunca yaparlar. Şimdi biz emperyalist bir çağda yaşıyoruz ve eşitsiz bir gelişme mevcuttur. Bir tarafta ileri gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkeler ve tekeller, diğer tarafta ise gelişmekte olan ve daha geri bir yapıda olan ülkeler ve uluslar bulunuyor. İleri kapitalist ülkeler kendi gelişmeleri döneminde “ulus” kavramını doğal görürlerken, sömürgecilik döneminde ezilen halkların uluslaşmasını, çıkarları açısından doğal görmediler. Böyle görürlerse çıkarları sarsılacaktı…

Eğer bütün dünyada şartlar ekonomik gelişme açısından eşit olsaydı, sınıfsal ilişkiler olmasaydı, insanlar ve uluslar/halklar arasında da bir eşitlik sağlanmış olurdu. Halkların kaynaşması, zihinlerde oluşturulmuş farklı ulus kavrayışlarının yok olması, ancak kapitalist özel mülkiyet kavramının yok edilmesiyle mümkün olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.