Ercan Arslan
Dilin oluşabilmesi için belirli
bir evrimsel süreç gerekmiştir. Dik yürüme, beyinde konuşma merkezinin oluşması,
dille beynin bağlantısı, ses telleri, farenks ve larenks’in oluşması ve
larenks’in diğer primat türlerinden aşağıda olması, diyaframın kullanımı gibi
unsurların birleşmesi belirli bir evrimsel sürecin sonucudur. Larenks’in
aşağıya doğru inmesinin sesteki etkisini, erkeklerde ergenlikte adem elmasının
ortaya çıkması ve sesin kalınlaşması örneğiyle açıklayabiliriz.
Dilin gelişiminin sonraki
aşamasında ise doğanın ve yaşamın somut gerçeklikleri etkilidir.
İnsanın doğada hayatta
kalabilmek için tek başına değil de birlikte grup halinde yaşaması, uzun
çocukluk dönemi ve ana bakımının uzun sürmesi ile görece uzun yaşaması sosyalleşmesini,
iletişim halinde olmalarını, önceleri basit sesler, işaret dili,
jestler-mimikler şeklinde bir iletişimi doğurmuştur. Zamanla kültürel
birikiminin artması, alet teknolojisinin gelişmesiyle farklı geçim yolları edinmeleri,
nüfuslarının artması, uzmanlaşma, grupların değiş-tokuşlarda iletişimde
olmaları, dilin gelişimini ve değişimini zorunlu hale getirmiştir. Büyük
gruplarla yaşanmaya başlanması kelimelerin çeşitlenmesini sağlamıştır.
İnsanın doğada zayıf yapıda olması,
grup halinde yaşamasını ve birbirleriyle sürekli iletişim içinde olmasını
beraberinde getirmiştir. Bu durum, bazı hayvan türlerinde de gözlemlenmektedir.
Örneğin mirketler, bir tehdit algıladıklarında uyarı mahiyetinde değişik sesler
çıkarabilmekte ve grubu haberdar etmektedirler. İnsan grupları da kendinden
daha donanımlı vahşi hayvanlara karşı, sürekli bir iletişim içinde olmuşlardır.
İlk başlarda ellerindeki alet teknolojisi yeterli düzeyde olmadığından, ter
bezlerinin verdiği avantajın da yardımıyla, etçil hayvanları takip etmişler,
onların kovaladıkları ve yoruldukları için yakalayamadıkları hayvanları
rahatlıkla avlayabilmişlerdir. Bunun için ise, organize bir faaliyetin ve
iletişimin olması gerekmekteydi.
M.Ö. 6000’lerde Bereketli Hilal
ve onun çevresine yakın bölgelerde dillerin yayılışı 9 gruba ayrılır:
1. Ural grubu 2. Hint Avrupa
3. Batı Akdeniz 4. Kafkas Grubu 5. Elam –Dravid 6. Afrika Asya 7. Sümerce 8.
Nil sahra 9. Nijer Kongo grubu (İlkçağ Tarihi Atlası–ColinMcEvedy –Sabancı Üniv.
Yayınları, Giriş s. 3).
Hint Avrupa dil grubu da kendi
içerisinde alt kollara ayrılabilir:
1. Hititçe
2. Doğu Hint Avrupa
A. Ari (Hindi İrani –Farsça, Hintçe, Kürtçe)
B. Baltık, SlavGerman (Litvanca, Lehçe,
Rusça, İngilizce, Almanca)
C. Yunan, Trakça (Yunan Frig, Ermenice)
3. Batı Hint Avrupa
A. ilirya (Arnavutça)
B. Kelt, İtalik (Fransızca, İtalyanca, İspanyolca,
Galce) (İlkçağ Tarihi Atlası, s. 6)
M.Ö. 9000’lerde Bereketli
Hilal’de ön tarım bölgesi oluşur; önceden burada, belirli bir etnisite ve belirli
bir dil ailesi mevcut değildir. Tek insan türü olarak Homo Sapiens Sapiens
yaşamaktaydı ve küçük gruplar halindeydi. Belirli bir dil birliği mevcut
değildi. Tekniğin gelişmesi, ön tarımın oluşması, hayvanların evcilleştirilmesi,
Bereketli Hilal’de meydana gelmiştir. Artık ürünün oluşması ve buraların daha
güvenilir hale gelmesi, bu bölgenin dışında yaşamakta olan kavimleri bu
bölgelere getirmiştir. Sürekli göç hareketleri bu bölge ve çevrelerinde olmuş,
kültür karışımları meydana gelmiştir. Hangi kavim gelmişse daha öncekini ya özümsemiş
ya da asimile etmiştir. Belirli bir dil birliği de söz edilemez; gruplar daha
önceden yalıtık durumda olduklarından dilleri coğrafik düzeyde kalmaktaydı, ama
zamanla bir bölgede harmanlandığı için değişikliğe uğramıştır.
Palaca, Luwice, Hatti ve
Hurri gibi dil grupları Anadolu’da bilinen ilk dillerdir. Bu dil gruplarının da
bu bölgeye dışarıdan gelmesi muhtemeldir veya sonradan oluşturulmuştur. Çünkü
tarım ve yerleşikliğe geçmeden önce küçük gruplar halinde yaşandığından, her
grubun dili farklıdır ve çok kısıtlıdır, dildeki kelime sayısı azdır. Dildeki gelişme
teknik olarak gelişmenin, ortak hareket etmenin ve toplumsal bütünleşmenin bir
sonucudur. Tarımın gelişmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi daha toplumsal
bir yapının zorunlu olmasını beraberinde getirir, dil zenginleşir, gruplar
ortak bir dil meydana getirmeye başlarlar. Kültürel etkileşim dil etkileşimini sağlar,
kelimeler iç içe geçer, farklı dil grupları kompleks bir yapıya dönüşür.
Bu bölge zenginleştikçe ve
daha güvenli bir yaşam alanı oluştuğundan, başka gruplar tarafından işgal edilmiştir.
Hangi grup geldiyse, hâkimiyetini sağlarken, bazen mevcut kültürü benimser,
bazen de onu yok ederek asimile etmeye çalışır.
Dil geçişkendir ve değişime
uğrar. Belirli bir halkı ve kavmi temsil etmeyebilir. Dil, etnik kökeni
belirlemez. Palaca, Hurrice, Hattice, Hititçe (Neşaca), Luwice harmanlanır, iç
içe geçer, hangi grup gelmişse kendi dilini ön plana çıkarır ve kendi etnik
kökenini dilsel olarak birleştirme yoluna girer. Bu yüzden Anadolu ve Orta
Doğudaki halklar saf değil, mozaiktir; belirli halkların Türkçe konuşması
onların Türk olduğunu ve Kürtçe konuşması da onların illaki Kürt olduğunu
kanıtlamaz. Etnik köken ayrıdır, dilsel köken ayrıdır. Örneğin Göbeklitepe’de
bulunan iskeletlerin DNA yapılarının, bu bölgede şimdi yaşayanlarla aynı
çıkması, onların Türk ya da Kürt olduğunu kanıtlamaz. Bilakis bu teoriyi
çürütür; bu durum, etnitsitenin ve dil oluşumunun sonradan edinildiğinin ve
burada yaşayanların Homo Sapiens olduğunun kanıtıdır. İnsanlar buranın yerleşik
halklarıdır ve sonradan her gelen kavim, bu insanlarla kaynaşmıştır.
Yine örneğin Burdur ilinde
bulunan Hacılar höyük’te (M.Ö. 8000
yılları) bulunan iskelet kalıntılarının DNA’sı, bugün bu bölgede yaşayanlarla
aynıdır; bu insanlar bugün Türkçe konuşmaktadırlar, buradan bu insanların etnik
açıdan Türk olduğu sonucu çıkmaz. Etrükslerin İtalya’ya Anadolu’dan göç etmesi
ve bugün bu bölgedeki insanlarla aynı DNA yapısında olmaları, Etrükslerin Türk
olduğunu kanıtlamaz, bilakis buradakilerin etnik olarak Türk olmadığının
kanıtıdır. Bizim Türkçe konuşuyor olmamız da, etnisite olarak Türk olduğumuzu
kanıtlamaz, Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklerin oranı ancak % 10-15 düzeyindedir.
Bu bütün uluslarda ve devletlerde böyledir, ulus etnik kökene bakmaz, dille de etnisiteyi
ayırmamız gerekir. Kim bölgeyi hâkimiyetine almışsa kendi kökenini üstün
kılmıştır. Bu bölge Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlıdan önce, Rumdur, Ermenidir, Kürttür,
ondan önce de Frigdir, Urartudur, Hititdir, Hattidir, Hurridir, Luwidir, daha öncesindeyse Homo sapienstir. Kim
gelmişse diğerini asimile etmiştir.
Halkların birbirlerini
asimile etmesini önlemenin yoluysa, eşitçe birlikten ve kardeşçe bir arada
yaşamaktan geçmektedir. Bunu kabul edersek, işte o zaman birlikte, kardeşçe ve barış
içinde yaşayabiliriz. Baskı tepkiyi doğurur ve ayrışmaya sebebiyet verir. Oysa
bu dünyada kimse kimseden üstün değildir. Halkların kardeşliği her halkın
dilinin serbestçe konuşulmasının sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Kürt hareketinin
bazı kesimleri, bugün Kürt halkının tarihte en eski halklardan biri olduğunu,
çoğu medeniyetin ilk temsilcileri olduğunu iddia etmektedirler. Bu görüşe göre
örneğin, Göbeklitepe’yi yaratanlar, Hurriler, Gutiler, Urartular, Medler vb.
Kürttür. Bu görüşlerin, eleştirdikleri Türk milliyetçilik ideolojisinden ne
farkı vardır?.. Onlar da herkesi Türk yapmakta, Göbeklitepe, Sümerler,
Etrüksler, Kızılderililer, Hititler vb. hepsi Türktür demekteler. Oysa bizler,
hepimiz bu bölgenin yerli halklarıyız ve kökenimiz, Homo Sapiens’e dayanır.
Bizler buradayız, bir yere gitmedik; her yeni gelenle kaynaştık. Bu yüzden
hepimizin DNA yapısı araştırılsa, bu bölgede 10 bin sene önce yaşayanlarla
benzer çıkacaktır.
Hatti ve Luwi düşmanlığı, sonradan
gelen Hititlerin işine yaramıştır. Hititler, Hattilerin hamiliğine soyunarak,
Anadolu’yu hâkimiyetlerine almışlardır; Luwiler’in, Hattilerin karşısında daha
üstün olmalarından dolayı, sonradan gelen Hititler daha güçsüz olan Hattilerin
doğal müttefiki olmuşlardır. Hattiler güçlü olsalardı, Hititlere gerek
olmayacaktı. Hattiler, Luwilere karşı Hititleri askeri güç olarak
kullanmışlardır; askeri gücün Hititlerde olmasından dolayı, kolayca Hatti
ülkesini özümsemişler, onların kültürlerini olduğu gibi kabul etmişlerdir.
Hititler, Hattilerin sınırlarına dayandıklarında Hattiler, Luwilere karşı bu
gücü kullanmışlardır; bu yüzden Hititler, Hatti ülkesini yıkıp kendi
kültürlerini dayatmamışlar, bilakis mevcut Hatti kültürünü kendi kültürleriyle
harmanlamışlardır. (Daha sonraki tarihlerde Memlükleri de, bu tarzda
düşünebiliriz; M.S. 1200’lerde paralı Türk kökenli köle askerler, bu dönemin İslam
devletlerinde yer almışlar ve bir dönem iktidarı da ele geçirmişleridir.)
M.Ö. 800-700’lerde doğudan
Medler (Kürtlerin ataları olması muhtemel) daha sonra da Persler gelmeye
başlamıştır. Medler, Lidyalılarla komşu olmuş, bunun neticesinde birbirleriyle mücadele
etmişlerdir. Aralarında savaşlar meydana gelmiş, ama birbirlerine üstünlük
sağlayamamalarının neticesinde geçici bir barış sağlanmıştır. Bunu perçinlemek
için de, Lidya hükümdarı kız kardeşini Med hükümdarına vermiştir. Bu savaşlar,
bu devletleri güçten düşürmüştür, “Lidyalılarla Medlerin rakip olması Perslerin
işine yaramıştır. Pers hükümdarı Kyros, Med hükümdarı Astyages’i tahtından
ettikten sonra (Astyages, Lidya hükümdarı Kroisos’un kız kardeşinin kocasıdır)
Kroisos, Perslerle karşı karşıya gelmiştir” (Lidyalılar-Mythos’tan Logos’a, Prof.
Dr. Muzaffer Demir, s. 250) Persler ilkönce Medleri yenmiş, Med ülkesini ele
geçirmiş, daha sonra da Lidya ülkesini ele geçirmiştir.
Şimdi de “ulus” kavramını
açıklamaya çalışalım… Stalin, Marksizm ve
Ulusal Sorun adlı kitabında “ulusu” şöyle tarif eder;
“Ulus nedir? Ulus her şeyden önce bir
topluluktur; insanların belirli bir topluluğu. Ama bu topluluk ırk ya da aşiret
kökenine dayanan bir topluluk değildir. Modern İtalyan ulusu, Romalılar,
Cermenler, Etrüskler, Yunanlılar, Araplar ve diğerlerinden oluştu. Fransız ulusu;
Galyalılar, Romalılar, Britanyalılar, Cermenler ve benzerlerinden oluştu.” (Marksizm
ve Ulusal Sorun, J.V. Stalin, s. 13-14, Evrensel Basım)
“Ulus; tarihsel olarak oluşmuş, ortak
bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen, ruhsal
biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur.” (a.g.e, s. 16)
Ne zamanki yerleşik düzene
geçilmiş, sınıfsal ilişkiler oturmaya başlamış, “benim toprağım benim mülküm”
öne çıkmıştır. İlk sınıflı toplumlarda üretim ilişkileri kısıtlı olduğundan
dolayı sadece dil birliğine dayalı küçük yapılar hâkimdi. Zamanla üretim
ilişkileri gelişmiş, bunun sonucunda da daha geniş alanları kapsayan devlet yapıları
oluşmuştur. Öte yandan, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemiyle, emperyalist
çağ içindeki uluslaşma sürecini birbirinden ayırmak gerekir. Kapitalizmin ilk
gelişme dönemlerinde ülkeler, üretimi kendileri için ve iç pazarın gelişme
sürecine uygun yapmaktaydılar. İlkönce üretimi kendi iç gelişmeleri için
yaptılar. Üretimi merkezileştirme, bir arada tutma, birleşik hareket etme,
sınıflar arası işbirliği, kendi ülkesi ve toprağı için bir arada yer alma,
ülkeyi kalkındırma gibi unsurlar, uluslaşmayı ve ulus devletleri beraberinde
getirmiştir. Zamanla üretimin merkezileşmesi ve bollaşması, kapitalistler
arasındaki rekabet, ilk önce iç pazarın sonraki süreçte de dış pazarın
gelişmesini sağlamıştır. Kapitalizm serbest rekabetçi dönemden emperyalist
aşamaya geçmeye başlamış, hammadde ve pazar ihtiyacı doğmuş ve başka toprakları
ele geçirme öne geçmiştir. Sermayenin sürekli üretimi ve artması başkalarının
zararına bir büyümedir ve bazı ülkelerin sömürülmesine evrilir. Kapitalistler, ülkeleri
için uluslaşmayı kendi açılarından doğru kabul ederler ama sömürülen ülkeler
için bunu kabul etmezler ve baskı yöntemini uygularlar. Ya da sömürdükleri
ülkelerin mevcut iktidarındaki güçlü olan kesimi destekleyerek, diğer ulusları
görmezden gelirler. Bunu da savundukları ve destekledikleri kesimler, kendileri
için bir sorun teşkil etmedikleri süre boyunca yaparlar. Şimdi biz emperyalist
bir çağda yaşıyoruz ve eşitsiz bir gelişme mevcuttur. Bir tarafta ileri
gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkeler ve tekeller, diğer tarafta ise
gelişmekte olan ve daha geri bir yapıda olan ülkeler ve uluslar bulunuyor. İleri
kapitalist ülkeler kendi gelişmeleri döneminde “ulus” kavramını doğal
görürlerken, sömürgecilik döneminde ezilen halkların uluslaşmasını, çıkarları
açısından doğal görmediler. Böyle görürlerse çıkarları sarsılacaktı…
Eğer bütün dünyada şartlar ekonomik gelişme açısından eşit olsaydı, sınıfsal ilişkiler olmasaydı, insanlar ve uluslar/halklar arasında da bir eşitlik sağlanmış olurdu. Halkların kaynaşması, zihinlerde oluşturulmuş farklı ulus kavrayışlarının yok olması, ancak kapitalist özel mülkiyet kavramının yok edilmesiyle mümkün olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.