Ahmet Özkiraz-“Marx, Marksizm ve Tahminsel Tarihçilik” Üzerine
Ahmet Özkiraz, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nde Y. Doç. Dr. titrine sahip ve Doğu-Batı dergisinin 55. sayısı (“Karl Marx” sayısı)’nın 15. yazısının yazarı. Özkiraz, yazısının “Giriş” bölümünde, Marx ve Engels’in sosyalizm anlayışını “basit bir dille izah edip, ana hatları ile inceleyeceğini”, “Marx’ın kişiliği ve çalışmalarında kullandığı metot ve yaklaşımı üzerinde duracağını”, “Marx ve Engels’in kapitalizm karşıtı görüşlerine ve kendi kafalarında tasarladıkları ideal düzene ilişkin önermelere yer vereceğini”, “Marx’ın ve/veya Marksistler’in savundukları, bir bakıma hayalini kurdukları, toplum düzeninin gerçekleştirilip gerçekleştirilmeyeceği hususuna değineceğini” bildiriyor (s.295). 13 sayfalık bir yazıda, bunların hepsini yapacağını belirten Özkiraz’ın, gerçekte ne yaptığını birlikte göreceğiz. Başlayalım.
Özkiraz hemen yanlışlarla başlıyor:
“İlk başlarda sıkı bir Feuerbach takipçisi olmasına rağmen sonraları Stirner’in Bauer ile Feuerbach’ı eleştirdiği Tek ve Mülkiyeti (1845, Der Einzige und sein Eigenthum) isimli kitaptan etkilenerek Feuerbach materyalizminden koparak daha sonra ‘diyalektik materyalizm’ (tarihsel maddecilik) adı verilecek olan felsefesinin temelini attı. Başka bir deyişle Feuerbach’tan miras kalan hümanizme toplumsal-siyasal boyutlar vererek Feuerbach’ın ahlaki idealizminin yerine devrimci görevler koymuştur (Marx; Engels, Alman ideolojisi, Sol Yayınları, Birinci Baskı, 1976, s. 9’a referans veriyor)” (s. 296)
Alman İdeolojisi’nin referans verilen sayfasından Özkiraz’ın Marx’a atfettiği “Feuerbach’tan kalan hümanizme toplumsal-siyasal boyutlar verme” ve “Feuerbach’ın ahlaki idealizminin yerine devrimci görevler koyma” ile ilgili olan herhangi bir şey bulmayı bekliyorsanız, “avucunuzu yalarsınız”… Çünkü referansta kastedilenin karşılığı yok. Özkiraz böyle düşünüyor olmalı ki, uydurma bir dipnot düşerek bu cümleleri yazıyor. Yazdığı doğru da değil. Marx’ın, Feuerbach’ın düşünceleriyle ilişkisini, onun düşüncelerine “bir şeyler ekleme” veya onun düşüncelerindeki “bir şeyin yerine başka bir şey koyma” şeklinde değerlendirilmesi, Marx’ın ve Feuerbach’ın fikirleri konusunda cahil olunduğunu gösterir. Yine Marx’ın “sıkı bir Feuerbach takipçisi”yken, Stirner’in Tek ve Mülkiyeti adlı kitabından etkilenerek “Feuerbach materyalizminden koptuğunu” yazmak, uydurukçuluktur. Marx’ın Alman İdeolojisi’nde Stirner’i eleştirdiği bilinmiyor olmalı ki bu uydurmasyon yapılabilmiş. Okunmadığı ya da okunup da anlaşılmadığı sonucu çıkıyor. Bu durumda Alman İdeolojisi’ne dipnot vermek, akademik titizliğe pek yakışmış doğrusu.
“Hegelci diyalektik yöntemden farklı bir metot ile çalışan Marx’ın bu maddeci görüşü için, Hegel’in diyalektiği ile Feuerbach’ın materyalizmini harmanlamıştır dense pek de yanlış sayılmaz. Başka bir deyişle, Marx’ın kuramı her şeyden önce zamanın felsefesinden, tarih incelemelerinden ve sosyal bilimlerinden alınmış fikirlerin önemli bir birleşimidir.” (s. 296) (vurgular bana ait –MB)
Yanlış “olma mı”, hiç?.. Seylan çayı ile Çaykur çayını “harmanlayıp” demlerseniz, enfes bir çay elde etmiş olursunuz. Türlü yapmak istiyorsanız, kasaptan “alınmış” ete, manavdan “alınmış” sebzelere, bakkaldan “alınmış” yağ ve tuz gibi malzemelere ihtiyacınız vardır. Sonra ateş üstünde suyla dolu bir tencerede bunları “birleşim” haline getirmeniz gerekir. Öyle değil mi?.. İşte Marx denen adam da, oradan buradan okuduğu fikirleri “harmanlamış”, şuradan buradan “alınmış fikirleri” birleştirmiş ve tarihsel materyalizm çıkmış ortaya. Hani öyle büyücüler gibi çekirge ayağı, Anka kuşunun tüyü, Kaf dağının ardındaki zambağın yaprağını bir çözeltide bir araya getirmek gibi değil, Marx’ın yaptığı. Marx daha çok harmanlama ve birleşimde ustaymış. Bize Marx hakkındaki bu “masalı” anlatan birisine şunu sormak hakkımızdır: Yahu, siz niye şimdiki zamanın felsefesi, tarih incelemeleri ve sosyal bilimlerinden aparılmış fikirlerle önemli bir birleşim yapmıyorsunuz?.. Yapın bir harmanlama da, görelim sizi.
“(…) kapitalizmin adil bir toplumsal düzen sağlamadığını öne sürerek kendi toplumsal ve ekonomik modelini sundu.” (s. 297) (vurgu bana ait MB)
Marx’ın yazdıklarını okuyan birisi, onun kapitalizm eleştirisini, kapitalizmin “adil düzen” olup olmaması yönündeki bir değerlendirmeyle yapmadığını bilir. Özkiraz Marx’ı, Erbakan’la karıştırıyor olmasın(!)..
“(…) Das Kapital ve Engels ile birlikte kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu Marx’ı uluslar arası önemde tarihsel bir güç haline getirdi; Marx, Marksizm’e dönüştü (Löwith, 1999’a atıf yapıyor).” (s. 297) (vurgu bana ait –MB)
Bir “güç” haline gelmek, ne bir insanın ne de bir teorinin özelliği değildir. “İş, güç, enerji” üçlemesine bir başkasını eklemeli ve “hareket” denmeliydi. Dünyada bir güç oluşturanın, işçi sınıfı hareketleri ile sosyalist hareketler olduğu söylenmeliydi. Öyle değil mi?..
“Özetle, Marx gözlemleri, tahlilleri, savları, yazdıkları ve çabaları ile felsefe tarihinde yeni bir çığır açmış (…)” (s. 297) (vurgu bana ait –MB)
Özkiraz yazısının ileriki kesiminde Marx’ın yanıldığını iddia edecek ve biz bunu göreceğiz, fakat şimdi onun “çığır açmasından” bahsediyor. Nerede? “Felsefe tarihinde” deniyor. Oysa devrimci “çabalar”, yani faaliyetler içerisindeki Marx, düşünceleri ve eylemleriyle yeni bir çağın açılışını işaretler. “Harmanlama” ve “birleşim”, “yeni bir çığır” açmaya yeter mi?.. Özkiraz’a göre yetiyor demek ki. Marx’ın bir filozof olmadığı ve “bilimsel sosyalizm” adı verilen devrim teorisinin kurucusu olduğuysa bilinmektedir.
Özkiraz’ın kapitalist üretim biçiminin doğuşu konusundaki bilgilerinin ne kadar yetersiz olduğu şu yazdığından anlaşılıyor:
“Toprak ağaları bir yandan mülklerini genişletmek, zenginliklerine zenginlik katmak için canlarından başka hiçbir varlıkları olmayan köylü serflerin topraklarına el koyup emeklerini tamahkâr bir şekilde sömürerek daha geniş bir proleter sınıfın ortaya çıkmasına neden olurken, öte yandan da mevcudiyetlerini muhafaza etmek için ordularını kuvvetlendirerek krallığın karşısında durabilecek bir güç haline gelmekteydiler (Smith; Evans, Yeni Başlayanlar İçin Kapital, s. 97’ye referans veriyor).”
Proletaryanın İngiltere’deki ilk oluşum sürecine dair sunulan bu bilgiler, yazarın konuya ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor. Oysa referans verilen sayfada “Çitleme hareketini” anlatan resimli bir çizimde koyunlar için otlakların oluşturulduğunu gösteren bir illüstrasyon bile var. Thomas Moore’un dediği gibi o dönemde “koyunlar insanları yemişti”, çünkü yünlü dokuma sanayi için gerekli koyun yetiştiriciliği nedeniyle tarım arazileri çitlenmiş ve böylelikle topraklarından sürülen insanlar, şehirlere göçe zorlanarak proletaryanın oluşum sürecine katılmışlardı. Özkiraz bunlardan bahsetmediği gibi, bu sürecin yaşandığı ülkeden de bahsetmiyor. Sadece “Toprak ağaları”ndan bahseden Özkiraz, bu cümlelerin devamında 15. ve 16. yy’daki Rönesans ve Reform hareketinden, sonrasındaysa coğrafi keşiflerden dem vuruyor. İşte bunlar sonucunda “ticaretle uğraşan kent soylu sınıf” oluşmuş ve bu sınıf, yani burjuvazi politik egemenliği devralarak feodalizmi tasfiye etmiş deniyor. Bu yazılanlar doğru olsa da, lise tarih kitaplarındaki bilgiler düzeyinde kalıyor. Örneğin Avrupa’da çeşitli ülkelerde, sadece ticaret burjuvazisinin değil, aynı zamanda sanayi ve mali burjuvazinin de, burjuva sınıfın bileşeni olarak siyasi iktidar mücadelesi içerisinde olduğu biliniyor olmalıydı. Uzatmıyor ve geçiyorum.
Özkiraz’ın Marksizm’i kavrayışının ne kadar kısıtlı olduğunu gösteren başka bir alıntıyı görelim:
“Marx, patronun emek sömürüsü, düşük maaşlar, uzun ve sağlıksız çalışma saatleri ve gelir dağılımındaki müthiş adaletsizlik altında ezilen işçilerin bu gidişe bir dur diyeceğini ve devrim yolu ile idareyi ele alarak işçi diktatörlüğüne dayanan bir düzen kuracaklarını öne sürer. O’na göre sermayenin ve mülkiyetin esas sahibi işçilerdir.” (s. 300)
Özkiraz’ın işçi sınıfı partilerinin oluşumundan hiç haberi yok gibi. İşçi sınıfını iktidara taşıyacak olan, komünist partilerdeki örgütlenmesidir. Komünist Liga’nın kurucularından biri olan Marx’ın görüşü budur. Marx’a göre kapitalist üretimde, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve sermayenin var oluşu, işçilerin sömürüsüne bağlıdır. Bunlar için “esas sahiplik”ten bahsetmenin bir anlamı yoktur.
Başka bir yanlış daha:
“Lenin’e göre ise bu bilinç (sınıf bilinci – MB) emekçilere ancak bir komünist parti tarafından aşılanabilir.” (s. 300)
Oysa Lenin, işçi sınıfına “sosyal-demokrat” bilincin, yani sosyalist bilincin “dışarıdan” götürülmesi gerektiğini vurgular. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden geliştirebileceği en ileri bilinç formu “trade-unionism”, yani sendikalizm ve ekonomik mücadeledir. Komünist partilerin, sınıfa ulaştıracağı ve onu arkasında örgütleyeceği siyaset hattı, sosyalist politik mücadelelerden oluşur. Komünist partiler, işçi sınıfına sosyalist siyasi bilinç taşır.
Özkiraz’ın sosyalist topluma ilişkin yanlış bir düşüncesiyse şöyle:
“Sermaye kişisel bir güç olmaktan çıkar ve toplumun ortak gücü haline gelir.
“Topluluğun ortak mülkiyeti olarak üretim araçlarının, başka bir deyişle sermayenin, kapitalist düzenin yerine devrim ile getirilen yeni toplumsal yapılanmanın, yani devrimin bekçiliğini yapan devletin (Orwell, 1984’e atıf yapıyor) elinde toplanması ile (…)” (s. 300-1)
Özkiraz’ın sermayenin ne olduğunu bilmediği görülüyor. Sermaye artık-değer üreten, bu amaçla yatırılan değerdir. Sosyalizmdeyse üretim bu amaçla yapılmaz. Sosyalizmde sermaye yoktur. Devlet mülkiyetine geçen üretim araçları ve toprağın mülkiyetidir. Sosyalizmde kamulaştırmanın, sermayenin kişilerden devlete geçişi şeklinde algılanışı, onun özünde kapitalizmden farklı bir üretime sahip olduğunu kavramamış olmaktır. Kapitalist devlet, özel mülkiyetin ve sömürü ilişkilerinin “bekçiliğini” günümüzde nasıl yapıyorsa ve sermaye sınıfının egemenlik aracıysa, sosyalizmde proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının egemenliğini temsil eden devlet olarak yeni düzenin oturması sürecinde var olacaktır. Bu devlet tipinin siyasal karakterinin, zamanla sönümleneceği de öngörülmektedir.
Özkiraz, Markizm’in komünist toplum öngörüsüne aykırı düşünceleri sunmaya devam ediyor:
“(…) komünizmde sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzeni öngörülmektedir.” (s. 301)
“Sınıfsız, devletsiz ilkel topluluklar ile başlayan insanlık tarihi sırasıyla feodalizm, krallık, kapitalist burjuvazi ve burjuva toplumunun can düşmanı sosyalist aşamayı da tecrübe ettikten sonra ilkel yaşamın anarşik (otoritesiz) yapılanmasına çok benzeyen komünizme ulaşır. Marx’a göre sömürü ve emeğin yabancılaştırılması ile beslenen kapitalizm insanın doğasına aykırı olduğu için yıkılmaya mahkûmdur.” (s. 301) (vurgular bana ait - MB)
Birincisi; komünizm devletsiz değil, siyasi niteliğiyle devletin sönümlendiği bir toplumdur. İki; tarihte üretim biçimlerine göre bir sıralama yapılacaksa, ilkel topluluklardan sonra köleci sistemin atlanması uygun olmayacaktır. Üç; Marksist tarih kavrayışında “krallık” ve “kapitalist burjuvazi” adı verilen üretim biçimleri yoktur. Dört; komünizmin “düzeni” (düzen, anarşik olmamayı gerektirir), ilkel toplulukların yapılanmasına hiç benzemez. Beş; İlkel toplulukların ne anarşik ne de otoritesiz yapılanması yoktur. İlkel toplulukların kabilelerinde şamanlar, şefler ve yaşlılar otoritedirler. Beş; Kapitalizmin “insan doğası”na aykırı olması yüzünden yıkılmaya mahkûm olduğunu, Marx savunmaz. Kapitalizm “kendi mezar kazıcılarını” oluşturduğu ve sosyalist fikirlerin üretimine yol açtığı için, tarihsel hareketin ürünü olarak yıkılacaktır.
“Mülkiyetin hırsızlık olduğunu öne süren Proudhon ile aynı çizgide ilerleyen Marx ve Engels (…)” (s. 302)
“Kurulacak sınıfsız ve sömürüsüz toplum yapısı ile her türlü ideolojik süslemelerin üstünde ve dışında kalmış olunacak, başka bir deyişle; ideolojik-yanlı olan hep karşı taraf olurken Marksizm de bilimsel gerçeğin ta kendisi olacaktır. (Sabri Fehmi Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler adlı kitaba referans veriyor).”
Bir; Marx ve Engels, Proudhon’la “aynı çizgide” ilerlemez. O kadar ki, Marx’ın Proudhon’un Sefaletin Felsefesi adlı eserini Felsefenin Sefaleti adlı eserinde eleştirdiği bilinir. “Mülkiyet hırsızlıktır” sözünün anlattığı bir gerçeklik vardır, fakat Marx’ın kapitalist özel mülkiyet konusunda Proudhon’dan daha gelişkin bir kavrayışa sahip olduğu açıktır. İki; farklı ideolojilere sahip insanların karşıtlarını yanlı veya “ideolojik” olmakla suçladığı bilinir, fakat bunun komünist toplumda metafizik ideolojik “süslemeler”in oluşumuna yol açacak toplumsal koşulların var olmamasıyla herhangi anlamlı bir bağı yoktur. Üç; Marksizm, bilimsel/realist bir teoriyse de, “gerçeğin” ta kendisi olamaz. Marksizm realist özellikte olduğu gibi, aynı zamanda yanlıdır da. Tarihin çağımızdaki ilerletici eğilimi, Marksizm’de yansımıştır/yansıtılır.
Özkiraz’ın bize Marksizm’i, sosyalizmi ve komünizmi sunuşu işte böyle. Bir konuda eleştiri yöneltebilmek için önce o konunun kavranmış, en azından anlaşılmış olması gerekir. Fakat ne gam!.. Eleştiri değil de saldırılacak konu Marksizm veya komünizm olduğunda, bunlara gerek duyulmuyor.
Marksizm konu olduğunda Mises ve Weber’in eleştirileri, imdada yetişiyor. Bu adamların Marksizm’e dair yazdıklarını burada eleştirecek değilim. Fakat bir-iki noktaya değinmeden de geçmek istemiyorum.
Örneğin Mises’in “sosyalist bir toplumda iktisadi hesaplamaların yapılmasının imkânı yoktur” iddiasının karşısına hemen Küba’daki sosyalist toplumda, her gün bu hesaplamaların yapıldığı hatırlatılarak çıkılabilir. Weber’e atfedilen “çok nedenlilik” yaklaşımının Marx’ta olmadığı iddiası ise gülünçtür. Marx’ın kapitalist üretimi incelerken yaptığı analizleri okumuş olan biri, Marx’ın soyutlamalarını oluştururken ne kadar gelişkin ve zengin bir akıl yürütme yoluna sahip olduğunu görme imkânına kavuşur. Tarihin devindirici temel unsurunun sınıflar arasındaki mücadele olduğunu belirtmek, her çağın somut koşullarını, sınıf kompozisyonunu ve aralarındaki ilişkileri incelemeye engel olmaz. Marx’ın bu soyutlaması, yapmış olduğu incelemelerin ürünüdür ve bu tür soyutlamalar, somutun zenginliğini idealize eder ve indirger. Bu yapılmadığında genel ilkelere, yasalara ya da tezlere ulaşmanın olanağı yoktur. Tarihsel gelişimde ve toplumsal formasyonlarda temel ve belirleyici olan etkenler ile tali önemde olan etkenlerin, incelenen konu açısından saptanması da önemlidir. Weber’in kapitalist kurumların rasyonel olduğu yönündeki anlayışının, Marx’ın kapitalist üretimin anarşik yapıda olduğu kavrayışına karşıt bir görüş olarak sunulması da gülünçtür. Çünkü bir işletmenin pazar sondajı yapması yahut büyük şirketlerin çıkarları adına bazı devlet kurumlarının planlamalar yapması, kapitalist üretimin anarşik yapısını ve denetimsiz/düzensiz piyasa oluşumunu ortadan kaldırmaz.
Geçiyorum ve Özkiraz’ın yazısının amacına geliyorum. “Sonuç” bölümünde Özkiraz bu amacı orta yere bırakıyor:
“Küresel kapitalizm her ne kadar son yıllarda bir takım ciddi sorunlar ile karşılaşmış olsa da, bu sorunların üstesinden gelmeyi az ya da çok miktarda başarmıştır.” (s. 304)
“(…) işçiler (…) bir takım haklara sahip olmuşlardır; başka bir deyişle, artık zincirlerinden başka kaybedecekleri şeylere de sahip olmaya başlamışlardır. Bugün dünyanın pek çok yerinde işçiler devlet memurlarından daha yüksek ücretler ile çalışmakla beraber, nispeten daha iyi yaşam koşullarına da sahiptirler. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Marx’ın işçileri köle misali çalıştıran kapitalist sistemin yıkılmaya mahkûm olduğu tezini tarih şimdiye kadar doğrulamamıştır.” (s. 304-5)
Bir: Marx’ın ve Marksistlerin krizleri, kapitalizmin kendini yenilediği, fakat güçlü bir sosyalist hareketin ve onun kısmen de olsa hegemonyası altındaki işçi sınıfı hareketinin var olması durumunda, yenilmeye uygun uğraklar olarak değerlendirdiği bilinmektedir. Kapitalizmin yapısal krizlerinin kendiliğinden onun yıkımını getireceğini kim iddia etmiş?.. İki: İşçilerin birtakım haklara sahip olmasının, ayrıca ve örneğin araba ve ev sahibi olmasının, onların kapitalist toplumlarda “zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeylerinin olmadığı” saptamasını geçersiz kıldığını söylemek, bir anlama sorununu gösterir. İşçi sınıfının üyeleri kapitalist sistemde üretim araçlarının sahibi değildir, bu anlamda mülksüzdür. Fakat bunların mülkiyetine sahip olan burjuvazinin varoluşu, işçi sınıfının sömürüsüne bağlıdır. İşçilerin zincirleri sömürü ilişkileri ve koşullarıdır. Sosyalist iktidar için harekete geçtiklerinde kaybedecekleri bir şeyleri, işte bu yüzden yoktur. Fakat bu durumda kazanacakları bir “dünya” olmaktadır. Üç: Özkiraz’ın memurların, işçi sınıfının bileşeni olduğunu bilmediği anlaşılıyor. Üstelik işçilerin az sayıda da olsa bir kesiminin ücretlerinin memurların birçoğununkinden yüksek oluşu, memurların ve işçilerin aynı sınıfın üyeleri olup, sömürülmedikleri anlamına gelmez. Marx’ın belirttiği gibi, günlük kaba algıda sermayedar olmak, kişinin cüzdandaki para miktarının fazla oluşu şeklinde değerlendirilebilmektedir. Oysa bu bir niceliksel ayrımdır. Patronlar arasında cüzdanlarının kabarıklığı açısından farklar olması, onların emek-gücünü sömürdüklerinden ya da bu sömürüden dolaylı da olsa kendilerine pay çıkmasından ötürü sermaye sınıfının üyeleri oldukları gerçeğini ve bu şekilde tanımlanmaları gerektiğini değiştirmez. Buna benzer biçimde, memurları da kapsayan işçi sınıfının üyeleri arasındaki ya da çeşitli kesimleri arasındaki ücret farkları, konut, araba sahibi olup olmamaları, onların sömürüldükleri ve dolayısıyla proleter oldukları gerçeğine halel getirmez. Dört: “Kapitalist sistemin yıkılmaya mahkûm olduğu tezini tarih şimdiye kadar doğrulamamış”sa, şimdiye kadarki reel sosyalizm deneyimlerini görmüyoruz demektir. Bunlar var oldular, öyle değil mi? Yoksa “biz” mi göremiyoruz?..
“Bununla birlikte, dünyanın sosyalist rejim ile idare edilen pek çok ülkesi yavaş yavaş veya süratle kapitalizmi tecrübe etmeye başlamaktadır. (…) bazı kurumlarını özelleştirmeye başlayan Küba ve (…) sessiz sedasız ‘kapitalist devrimi’ gerçekleştiren Çin Halk Cumhuriyeti bu durum için önemli iki örnektir.” (s. 305)
Küba konusunda yazarın temennisinin kapitalizme geçiş olduğu anlaşılıyor, fakat Küba’da sosyalizmin var olmaya devam ettiği çok açık. Çin’in 1980’li yıllardan beri bir kapitalistleşme süreci yaşadığıysa bilinmektedir. İyi de bunlar bir argüman oluşturmada kullanılabilir mi?.. Örneğin Venezuela ve ilerici yönetimlerin işbaşında olduğu diğer Latin Amerika ülkelerini niye değerlendirmeye almıyoruz?.. Elbette işimize gelmiyor da ondan, değil mi?..
“Marx’ın toplumu ezen burjuva ve ezilen proletarya olarak iki gruba ayırması ve orta sınıfa mensup kişileri de sermaye tarafından ‘proleterleştirildikleri’ için emekçi sınıfa dâhil etmesi, insan topluluklarını değerlendirirken antropologların düştükleri hataya düşmesine neden olmuştur. Zira insanın sadece karnını doyurma güdüsü ile yaşayan bir canlı türü olduğu tezi çoktan geçersizleşmiştir. Öte yandan Marx’ın işçi sınıfına dâhil ettiği orta sınıf zaman içerisinde ezilen veya düşük hayat şartlarına sahip işçilere nazaran daha iyi yaşam standartlarına kavuşmuş ve hatta sermayeden pay alır hale gelmiştir.” (s. 305)
Bir: Sınıfların “karnını doyurma” içgüdüsü ile tanımlanmadığı bilinmiyor mu acaba?.. Üstelik antropologların da “insanı” bunu dikkate alarak incelemedikleri çok açık olmalı. İki: Kapitalizmin gelişimiyle küçük dükkâncıların, esnafların ve zanaatçıların çoğunluğu için bir proleterleşme sürecinin yaşandığını görmemek, dünyaya belli bir “ideolojik” perspektiften bakıyor olmakla açıklanabilir. Elbette bu kesimlerin örneğin Fransa’da yaşadığı süreçle Türkiye’de yaşadığı süreçler birbirinden birçok açıdan farklıdır. Üstelik Türkiye gibi ileri gelişkinlikte kapitalist sistemi olmayan ülkelerde, küçük-burjuvazinin erime süreci baskın eğilim olsa da, bu sürecin sürüncemeli bir süreç olduğu gözlenmektedir. Üç: Marx’ın küçük-burjuvazi olarak kavradığı ve tanımladığıyla günümüzün “orta sınıflar” olarak betimlenen ve aslında işçi sınıfına dâhil olan toplumsal tabakaların/kesimlerin aynı olmadığı bilinmektedir. Fakat Özkiraz bilmiyor olmalı ki, aksini yazıyor. Ayrıca, nitelikli işgüçleri olan orta tabakalardan kişilerin, “sermayeden pay alır hale geldikleri” iddiası, bir uydurmasyondur. Bir şirketin CEO’sunun “orta sınıf” üyesi sayılmasıysa yanlış olacaktır, çünkü sermayenin işletmedeki temsilcileri olan bu kategorideki kişilerin, burjuva sayılmaları doğrudur.
Devam edelim.
“Marx gözlemleriyle yetinmemiş, adeta tahminsel tarihçilik yaparak kapitalist iktisadi sistemin gidişatını göz önüne alarak gelecekte kapitalist toplumların alacağı şekil konusunda kehanete varan tahminlere yönelmiştir. Bu hükme varışımızın nedeni, Marx’ın kapitalist toplumların ileride alacağı şekil konusunda fikirler ileri sürerken kapitalist toplumun bu haliyle devam etmesi, değişkenlerinde sabit devamı şartlarını zikretme gereği dahi duymamış olmasındandır. Kapitalist iktisadi düzen Marx’ın gözlemlediği ilk yıllarındaki gibi kalmamıştır.” (s. 305)
Bir: Marx’ın “gelecekte kapitalist toplumların alacağı şekil” hakkında bir kehaneti yoktur. Ağırlıklı olarak, kapitalist üretimin 19.yy’da en gelişmiş olduğu ülke olan İngiltere’deki durumu inceleyen Marx, bu inceleme üzerinden bazı öngörülerde bulunur. Örneğin kapitalizmdeki tekelleşme eğilimini saptar. Fakat örneğin Marx’ın emperyalizme dair bir fikri bulunmamaktadır. İki: Kapitalist sistemin 19.yy’dan sonra geliştiğini inkâr eden birileri yoktur. Ancak Marx’ın “kapitalist iktisadi düzenin ilk yıllarını gözlemlediği”, Özkiraz’ın cehaletini göstermektedir. Kapitalizmin 15-16. yüzyıldan beri var olan bir üretim tarzı olduğunu, Özkiraz bilmiyor görünmektedir.
“Kapitalist toplum Marx’ın andığı gibi sadece iki sınıflı bir toplum da değildir. Marx’tan sonra Batı’daki gelişmeler sonucunda güçlü bir orta sınıf zuhur etmiştir. İşte Marx’ın kapitalist toplumun geleceği ile ilgili asıl göremediği nokta budur. Yani patronlarla işçiler arasında tampon görevi gören orta sınıf. Bu orta sınıf içinde ise en önemli yeri hizmet sektöründe çalışanlar oluşturmaktadır.
“Yine Marx’ın öngörülerine aykırı olarak işçilerle patronlar arasında boğaz boğaza gelmeyi engelleyen bir başka gelişme ise işçi sınıfı içinde nitelikli işçilerin (bilgisi, uzmanlığı ve zekâsı olanların) vasıfsız olanlardan ayrılmasıdır. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfı içinde bulunan kişilerin piramitte yukarı doğru tırmanma şanslarının olmasıdır. Bu ise Marx’ın ifadesi ile işçilerin kapitalist toplumda kaybedeceği bir şeyleri olmayan kişiler olmadığını, bilakis işçilerin kapitalist toplum içinde artık kapitalist sistem yıkıldığında kaybedeceği çok şey olan kişiler haline geldiklerini gösterir. İşçiler artık patronlarına düşmanlık besleyen değil, onlarla birlikte refahı artırmak için zaman zaman yönetime bile dâhil edilen kişilerdir.” (s. 305-6)
Bir: Kâhin olduğu iddia edilen Marx’ın yine de geleceği tümüyle göremediği belirtiliyor. Hem kâhin olmakla suçlanıyor, hem de geleceği tümüyle görememekle, çünkü amaç “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek”. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” cümlelere yine de cevap verelim. Hizmet sektöründe çalışanlar, işçi sınıfının bileşenidir. Bu sektör çalışanları da işgüçlerini satmakta ve karşılığında ücret almaktadırlar. Bu sektörde çalışanlarla konuşurken Özkiraz’ın şu “tampon işlevi”nden bahsetmemesini öneriyorum. Ne anlattığı meçhul olan bu işlevden bahsettiğinde, işçilerin ne tepki göstereceği belli olmaz(!).. Ayrıca nitelikli işçilere “zekâsı olanlar” derse, niteliksiz işçilerin buna bir tür tepki göstereceğini düşünüyorum. Bu hakareti iyisi mi hiç dillendirmeyin derim. İki: “Piramitte yukarı tırmanma” meselesine gelince… Eğitim ve çabayla bir işçinin çocuğunun avukat, doktor, mühendis gibi bir mesleğe kavuşması zor da olsa mümkündür. Tamam, fakat sınıfsal piramitten bahsediyorsak eğer, bunun hiç de “yukarı tırmanma” anlamına gelmediği açıktır. Sabancı’nın “ben su sattım, simit sattım da milyar dolarlık sermaye sahibi oldum” demesiyle özünde aynı anlama gelen bu cümlelerin bir akademisyen tarafından yazılmış olması, liberal ideolojik pencereden dünyaya bakmasıyla açıklanır. İşçilerin ev, araba gibi mülkiyetlerinin olması, onların kaybedecekleri bir şeylerinin olduğu anlamına gelmez, çünkü sosyalizmde bunlar herkeste olacaktır!.. (Hızlı ulaşım olanağı herkes için olacak, arabanın kullanımıysa devam edecektir) Üç: Özkiraz, hangi şirketin yönetiminde işçilerin olduğunu açıklamalıdır. Özkiraz’ın “refahı artırmak için” ibaresiyse ideolojik bir kodlamadır. İşçilerin patronlarına karşı genelde düşmanlık beslemedikleri bilinen bir husustur. Fakat patronlar onları hele bir işten çıkartmaya çalışsın, ücretlerini vermesin ya da sendikalaşmalarını engellesin, siz o zaman görün işçileri…
“Marx’ın anlayışına göre sınıflar değişmez yapılardır (…) Sınıfsal işleyiş (sosyal hareketlilik) kapitalist toplumlarda belli düzeyde de olsa başarı ve başarısızlık esasına göre işlemektedir. Alt sınıftan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bir kişi zekâsı, çalışkanlığı ve gayreti ile zor da olsa orta sınıfa geçebilmekte hatta üst sınıfı bile zorlayabilmektedir. Örneğin fakir bir ailenin yeterli cehdi gösterebilen bir üyesi, üniversite okuyarak bir bankanın genel müdürlüğüne yükselebilmektedir (…) İnsanlar toplumdaki ayrıcalıklı konumlarını biraz da ana-babalarından miras olarak almaktadırlar. Buradaki hüküm; sosyal sınıfların Marx’ın ifade ettiği gibi mutlak manada çok katı yapılar olmadığı (…)” (s. 306)
Bir: İşçi sınıfının ve burjuvazinin oluşumunu inceleyen Marx’ın, tarihte sınıflar değiştikçe aralarında değişmeden kalan şeyin mücadeleleri olduğunu belirten Marx’ın, anlayışı neymiş?.. “Sınıflar değişmez yapılar”mış… Bak sen!.. Özkiraz sarf ettiği bu cümleyi yanlış kursa da, aslında bireylerin sınıflarını değiştirip değiştiremeyecekleri bağlamında kullanıyor. Tamam. Fakat burada da çuvallıyor. Bir bankanın genel müdürlüğünü “üst sınıf” olarak gördüğü anlaşılan Özkiraz, “genel” müdürlerin kimler olduğunu bilmiyor olmalı. Tarikatlar, masonlar ya da bir düzen partisi sizi “kapaklamamışsa”, aileniz “elit” değilse, “genel” müdür olmanız, “üst sınıfı zorlamanız” mümkün değildir. Fakir ailelerin çocuklarından “yeterli cehdi gösteren”, “zekâsı, çalışkanlığı ve gayreti” olan binlercesi olduğu halde, bunların hepsinin “üst sınıfı” zorlamayı bırakın, birçoğunun işsiz kaldığını görmek için memleketinize ve emekçilere yabancı kalmış olmamanız yeterlidir. Emekçilerin sınıf atlamalarının hayal olduğu bilinmektedir. Marx’ın sınıfsal yapılanmanın “çok katı” olduğunu iddia ettiğiyse bir uydurmadır. “Katılıktan” bahseden Özkiraz’ın, daha önce Marx’ın küçük-burjuvazinin erimesinden çarpıtarak da olsa söz ettiğini kaydedelim.
İşte Marx’ın fikirlerinin bir başka “karikatürize” edilmiş formda algılanışı:
“Marx’a bakarsak, hiçbir şeyleri olmayan yoksul nesiller –hatta daha iyi olmak için ümitleri bile olmayan- Marx’ın düşüncesinde kapitalist sisteme düşman olacaklar, adil olmayan bu sistemi yıkıp yerine adil, kimsenin kimseyi ezmediği, kimsenin kimseyi sömürmediği, bir iktidar ilişkisinin yaşanmadığı komünist düzeni kuracaklardır. Marx’ın bu öngörüsüne engelse sınıf sisteminin kapitalist toplumlarda işlememesidir. Artık kapitalist toplumlarda genç nüfus biz bu sistemi nasıl yıkarız diye değil de sistem içinde daha etkin nasıl olabiliriz sorusunun cevabını aramaktadır.” (s. 306)
Özkiraz’ın bu karikatürvari algısı, onun ideolojik bakışının ürünüdür. Etrafına baktığında gördüğü gençlerin durumunu genelliyor ve ampirik bazı gözlemlerini bakış açısıyla değerlendiriyor. Bu kadar. Tarihsel bakış, tarih bilinci, sınıfların mücadeleleri onun bakışında bir yer tutmuyor. Elbette bununla örneğin Osmanlı tarihinin ideolojik anlatılarını duymamış olduğunu kastetmiyorum. Bu zihniyetin örneğin 1960’larda Türkiye toplumundaki hareketliliği, işçilerin hakları için verdikleri mücadeleleri, 1980 sonrasında solun toparlanışını, üniversite öğrencilerinin mücadelelerini vb. vb. görmezden geldiğini ve bir süre daha görmezden geleceğini biliyorum. Ta ki, işçilerin, öğrencilerin mücadelesi iyiden iyiye güçlenip, artık bunları görmezden gelmenin mümkün olamayacağı zamana kadar…
“Marx, öngörüsüyle tarihin gidişatını etkileyecek bağımsız değişkenlerin hepsini kontrol altına alamadığı için –buna da zaten imkân olmadığı için- tahminsel tarihçiliğe sürüklenmiştir (…) komünist aşama, toplumsal yaşayışın temel saikleri böyle devam ettiği sürece mümkün gözükmemektedir. Çünkü sosyalist iktisadi sistem, onu sürdürecek temel güdüden yoksundur. İnsanlar çok çalıştıklarında çok kazanamayacaklarsa, çok çalıştıklarında daha rahat edemeyeceklerse, başkalarından da bir farkları olmayacaksa niçin çok çalışsınlar? Akl-ı selim dairesinde gerçekçi kalındığında benlik sahibi insan için bu sorunun cevabı yoktur.
“Marx’ın bahsettiği, sınıflı ve çatışmalı kapitalist sistemin yıkılıp bunun yerine adil, sömüren ve sömürülenin olmadığı bir düzen kurmanın olgusal dayanaklarının şu an için mümkün olmadığını söylememiz (…)” (s. 306-7)
Marx’ın öngörüyle “bağımsız değişkenlerin hepsini kontrol altına almak” istemesi, ancak alamamasından bahsediliyor. Bir öngörü bunu nasıl yapar? Ben bilemiyorum. Marx’ın bir birey olarak bunu nasıl yapmaya çalıştığını bilen varsa, beriye gelsin. Şu “saikler” ve “güdü” meslesine gelirsek… Özkiraz günümüzde işçilerin kaç saat çalıştıklarını biliyor mu?.. Özkiraz, işçilerin daha uzun süreler çalıştıklarında rahata kavuşamadıklarını da bilmiyor. Sosyalizmde işsizlerin istihdamının sağlanarak, toplamda çalışma sürelerinin bugüne göre yarı yarıya azaltılabileceğini de kavrayacak durumda değil. Özkiraz’ın “akl-ı selim dairesi”, liberal kafa çerçevesidir. Çünkü sosyalizme dair bu kaba karalamaların hiçbir gerçek karşılığı yoktur. “Olgusal dayanak”, “saik”, “güdü”, “gerçekçilik”, “benlik sahibi olma” kelimeleri, kendi ideolojik kodlamalarını rasyonalize etmek için bilerek ya da bilmeyerek kullandığı süslerdir.
Artık bitirelim. Özkiraz’ın son olarak aktaracağım cümlelerini gülünç bulduğumu belirtmeliyim:
“Zaten ‘kapitalizm’ olsun ‘sosyalizm’ olsun, yaşanan iktisadi ve sosyal gerçekliğin bizzat kendisi değil, bu gerçekliğe verilen birer isimden ibarettir. Günümüzde tanımlandığı saf anlamıyla hemen hemen hiçbir ülkede kapitalizm kalmamıştır. Amerika Birleşik Devletleri de dâhil olmak üzere iktisadi hayata bir şekilde devlet müdahalesi söz konusudur.
“Kapitalist sistem ortaya çıktığından beri düşmanları hep olmuştur. Belki de bu kavrama saldırının maliyeti düşük olduğu için. (…) sosyalizm mi yoksa kapitalizm mi ehvendir diye tartışmak yerine, dünyada insanların ihtiyaçlarını karşılayarak, sürdürülebilir bir düzenin nasıl kurulacağı konuşuluyor, konuşulmalıdır.” (s. 307)
Neymiş?.. “Bir kavrama saldırı”, düşük maliyetliymiş. “Kapitalizm” de “sosyalizm” de, “birer isimden ibaret”miş. “Tanımlandığı saf anlamıyla kapitalizm”, tümüyle değil de “hemen hemen” “hiçbir ülkede kalmamış”mış. Nedeni neymiş?.. “ABD’de bile devlet müdahalesi” varmış… Algılama budur ve benim buna dönük yazacaklarımın sınırı vardır. Bunca dil döken Özkiraz boş verin diyor; hangisi ehvendir diye tartışmayın… Sen o kadar sosyalizmi ve Marksizm’i karala ve çarpıt, sonra da yazının sonunda ideolojiler üstü bir görünüme bürün. Bunun klasikleşmiş ideolojik bir tavrın tuzağı olduğunu, bilmeyen var mı?..
Ozan İşler-“Kullanım Değerinin Belirsizliği Üzerine Elzem Notlar” Üzerine
Doğu Batı dergisinin 13. yazısının yazarı olan Ozan İşler’in Aralık 2010’da California Üniversitesi Riverside Kampüsü’nde iktisat alanında doktora yaptığı belirtiliyor. Aman ne iyi… İşler’in yazısına dair baştan olumlu bir yargının oluşması için bu titrinin olduğunu bilmek gerekebilir. Fakat ne yalan söyleyeyim, bu yazıyı eleştirip eleştirmemek konusunda tereddüt ettim. Çünkü yazıda işlenen fikirler o kadar acayip ki, neresini eleştirsem diye şaşkınlık içinde durakaldım. Kendimi ancak yeni toparladığımdan, şimdi bu yazıyı da eleştirmek istiyorum.
İşler yazısının içeriğine dair bilgiler vererek başlıyor:
“Bu deneme yazısında, artı değer kuramının günümüz kapitalizmini açıklamada neden yetersiz kaldığı anlaşılmaya çalışılıyor, bu zayıflık kullanım değeri kavramının kuramda küçümsenmiş olmasına yoruluyor ve Marx’ın artı değer kuramından ilham alan yaklaşımların günümüzdeki geçerliliğini artırabilmek için bu kavramın yeniden tanımlanması ve işlevselleştirilmesi gerektiği savunuluyor.” (s. 269)
Kapitalist üretim sisteminde işgücünün bir meta olarak sahip olduğu kullanım değeri, üretim sürecinde harcanan emek olarak gerçekleşir. İşler, bu özelliğin tüm metaların kullanım değerleri için geçerli olduğunu düşünüyor ve şunu öneriyor:
“Önerim, artı değer kuramında iş gücüne ayrıcalıklı bir yer sağlayan bu ikinci tanımın (“işgücü metasının emek üretme potansiyeli”nden bahsediyor–MB) içeriğini genel kullanım değerlerini de kapsayacak şekilde genişletmek. Bu yeni bakış açısıyla, artı değeri sahiplenme, dağıtma ve kullanma süreçlerine akılcı şekillerde müdahale edebileceğimiz alternatif siyasal bir alanın kuramsal altyapısını düşünmeye başlayabiliriz.” (s. 270)
“Alternatif siyasal bir alanın kuramsal altyapısını düşünmeye başlamak”… Hangi konuda? “Artı değeri sahiplenme, dağıtma ve kullanma süreçlerine akılcı şekillerde müdahale edebilme” konusunda. Bu cümlelere insan ne der?.. Bunları okuyunca, siyasete, “müdahale etme”nin anlamına, mantık’a aykırı bu fikrin nasıl oluşturulduğu üzerine düşünüyorsunuz. Ben bu akıl yürütme tarzını bir dereceye kadar analiz edebilmiş bulunuyorum. Onun derinliklerine vakıf olmak, biz fani insanlara göre değil gibi.
Gençlik döneminde bu tarzda akıl yürütmelerin olağan olduğunu biliyorum. Bilgileriniz yetersizse ve düşüncelerinizi bağlayan bir paradigmatik çerçeveniz olmadığında ya da bu çerçeveyi henüz yeterince geliştirip sağlamlaştırmamışsanız, unutulmuş/değinilmemiş sanılan bazı konulara dikkat çekme, bu konularda bir şeyler söyleyip, yazma saikiyle hareket edebiliyorsunuz. İşler’in yazıdaki düşüncelerinin oluşumunda böylesi bir arka plan geçerli olabilir, ancak ben bunu bir hipotez olarak öne sürüyorum. Kesin böyledir, diyemiyorum.
“Marxçı düşünce geleneğinin bizleri bir zamanlarki gibi heyecanlandıramadığını, bizlere başka alternatiflerin de olabileceğine ikna edemediğini görüyoruz. Komünizm adı altında yaşanan fiyasko ve felaketlerin zihnimizdeki yeri şüphesiz bu sonucun önemli bir nedeni. Ancak, kapitalizmin iktisadi ve kültürel alanlardaki sürekli değişen etkiselliği karşısında kendini yenileyememiş olan artı değer kuramı da bu duruma yadsınamaz katkılar yapmakta.” (s. 270) (Cümlelerdeki bozukluklar bana ait değil - MB)
Reel sosyalizm hakkında şu anda dünyada yaygın olan genel ve egemen ideolojik değerlendirme, “fiyasko”, “felaket” vb. kelimelerinin anlamsal göndermeleriyle özetlenebilir gerçekten. Egemen durumda olan fikriyat ve duygular karalama, çarpıtma ve nefret olsa da, reel sosyalizmin tarihi konusunda, bu deneyimleri anlamaya çalışan güvenilir kitap ve makalelerin yazılmış olduğu da biliniyor. Kaba ideolojik kodlamalar üzerinden düşünmek yerine, biraz merak ve ilgiyle bu yayınları okumak ve değerlendirme yaparken dikkate almak mümkün. Titr sahibi olmak iyi, hoş ta, biraz da bunun hakkının verilmesi gerekiyor. Ne kadar büyük bir rahatlıkla yazılmış; “biz bir zamanlar olduğu gibi heyecanlanamıyoruz”, “bizi ikna edemiyor”… Acaba sorun biraz da “biz” de olamaz mı?.. Öyle ya, “heyecanlanmak”, “ikna olmak/edilmek” tek taraflı olmasa gerek. Fakat İşler’e göre, “artı değer kuramının kendini yenileyememiş olması bu duruma yadsınamaz katkılar yapmakta”ymış. Hiç “yadsınabilir” mi?.. İşler düşüncelerini haklılaştırmak (rasyonalize etmek) üzere bunları yazıyor aslında. Yadsınabilir mi, bu?.. Örneğin şu sorunun cevabını oturup düşünmesini önermek yararlı olabilir: Ne değişti ki, böyle bir yenileme gerekiyor?.. Öte yandan “kapitalizmin iktisadi ve kültürel alanlardaki sürekli değişen etkiselliği” de ne ola? Bunun ne olduğunu ben bilmiyorum. Bilen varsa, söylesin.
“Artı değer kuramı” niye eleştiriliyor, ona bakalım:
“Artı değer kuramının yetersiz kalmasının en önemli nedenlerinden biri, yerleşik anlamıyla üretim sürecinin dışında kalan ücretsiz iş gücünün artı değer üzerindeki etkiselliğini göz ardı etmesiyle ilgili; Marx’ın yaşadığı zamanlar için de geçerli olan bilindik bir örnekle başlarsak, çocuk bakımı, yemek yapımı ve temizlik için evlerde harcanan ücretsiz emeğin de ücretli işgücünün tekrar yaratılması için gerekli olan kullanım değerlerini sağladığını, bu sayede üretim sürecindeki işgücünün değer üretkenliğine katkıda bulunduğunu, ancak buna rağmen artı değer kuramında ‘değersiz’ sayıldığını görüyoruz. Ücretsiz işgücü ile değer yaratımı arasındaki bu ‘gizli’ ilişkinin yoğunluğu Marx sonrası kapitalizmde giderek artarken, artı değer kuramında yol açtığı kırılmalar da giderek derinleşir. Kapitalizmin zaman içerisinde ‘tüketim toplumları’na olanak sağlamış olması, yani, işgücünün yeniden yaratılması için sosyal olarak şart olan kullanım değerlerinin üzerinde bir tüketimi olası kılması, artı değerin kapitalist sınıfın tekelinden çıkıp (her ne kadar kapitalizmin egemenliğini sarsacak boyutta olmasa da) toplumun geneline sızması olarak değerlendirilebilir; bu ‘beklenmedik’ durum artı değer kuramını yetersiz kılan bir diğer önemli nedendir.” (s. 270-1) (vurgular yazara ait - MB)
Burada yazarın iki iddiası var. Bunlardan ilki şudur; ücretsiz işgücü, artı değer üzerinde bir etkiye sahiptir. İkincisiyse şöyle; “tüketim toplumları oluşmuştur” ve “işgücünün yeniden yaratılması için sosyal olarak şart olan kullanım değerlerinin üzerinde bir tüketim olası olduğundan, artı değer toplumun geneline sızar.” Oysa bunların biraz Marksist iktisat okumuş biri tarafından doğru olmadığı kolayca görülür. Bir: Proleterleşme eğilimine zıt bir faktör olarak ev içi emeğin ya da “ücretsiz işgücünün” varlığı bilinen bir konudur. Wallerstein Tarihsel Kapitalizm adlı kitabında bu konunun üzerinde durur, örneğin. Ailenin yaşayabilmesi için ve aynı zamanda genellikle aile babasının işgücünün yeniden üretimi için gerekli olan geçim araçları, kira, elektrik vb.’nin değeri, işgücünün değerini oluşturur. Kadınların işgücüne katılımı yönündeki eğilim ve ev içi işlerin satın alınabilir ve giderek daha ucuza satın alınabilir duruma gelmesi, proleterleşme sürecinde gözlenirken, buna karşıt olarak kadınların işgücüne katılmayıp, aile “reisi”nin işgücünün yeniden üretimi ve ailenin varlığını sürdürebilmesi (ayrıca yeni işçi nesiller yetiştirilmesi) için ev içinde emek harcamaları da söz konusudur. Fakat ev kadınlarının ya da çocukların ev içi emek harcamalarına bakıp, onların bir “işgücü” oluşturduğu söylenemez. İşgücü bir meta olarak satılır ve kullanıldığında emek harcaması ortaya çıkar. Ev içi emeğinin, “üretim sürecindeki iş gücünün” ne kadar değer üreteceğine herhangi bir katkısı yoktur. Ayrıca ev içi emek harcanması, iktisadi değer de üretmez. Öyleyse, değer yaratımı ile “ücretsiz işgücü” arasındaki “gizli” ilişkinin yoğunluğunun, Marx sonrası kapitalizmde giderek arttığı iddiasının bir anlamı var mıdır?.. İki: İşler’in varsayımına göre, kapitalist üretim sisteminde zamanla işgüçlerinin yeniden üretimi için sosyal olarak şart olan kullanım değerlerinin üzerinde bir tüketim olası kılınmış. Bu varsayımın kanıtlanmaya muhtaç olduğu ortada. Oysa toplamda işgüçlerinin yeniden üretimi için ücret olarak yatırılan değişen sermaye miktarına toplam artı değeri eklerseniz, bunun tüketim metaları üretiminde oluşan toplam değere eşit olduğunu görürsünüz. İşgücünün yeniden üretimi için taş çağı koşullarındaki bir yaşamın üzerindeki her olanağı ve tüketimi, “işgücünün yeniden yaratılması için sosyal olarak şart olan kullanım değerlerinin üzerinde bir tüketim” olarak görmek yanlıştır. İşgüçlerinin aldıkları ücretlerin fiziksel, tarihsel ve kültürel bileşenleri olduğu bilinmektedir. Artı değerin “toplumun geneline sızması” İşler’in uydurmasıdır.
İşler “sınıf kavramı”nın, bu “sızıntı” sonucunda belirsiz ve karmaşık bir hal aldığını da ekliyor (s. 271, dipnot 2). Bakın ne yazıyor:
“(…) ‘orta sınıf’ diyebileceğimiz bir kısmın, örneğin hisse senetlerine yaptıkları yatırımlar sonucunda, aynı zamanda sermaye gücünün bir parçası haline geldiğini görüyoruz.” (s. 271, dipnot 2)
Oysa bankaya para yatıran ve faizini alan bir işçinin patron/sömürgen olmayacağı gibi, hisse senedine yatırım yapan bir emekçi de “sermaye gücünün bir parçası haline” gelmez. Hisse senetlerinin çok küçük bir oranı emekçilerin elinde olup, kısa süreler içinde ellerinden çıkmaktadır. Hiçbir emekçinin sahip olduğu hisse senetleriyle sınıf atladığı görülmüş değildir.
İşler “kullanım değeri” hakkında çeşitli yazarların görüşlerine kısa kısa değindikten sonra, şöyle yazıyor:
“Öte yandan, kullanım değeri kavramının ‘stratejik’ önemine yapılan bu vurgular sadece kapitalizmin değişen dinamiklerinin değil aynı zamanda Marx’taki modernist felsefi yaklaşımın eleştirisinin bir sonucudur. Kısaca özetlemeye çalışırsak, doğruyu gerçeğin yanıltıcı görünümü arkasında gizlenen tek, genel geçer, belirli ve ölçülebilir bir öz olarak ele alan modernist yaklaşım bu yazarlar tarafından eleştirilmiş, bunun yerine sosyal ilişkilerin karmaşıklığı, belirsizliği, merkezsizliği ve söylemsel boyutu ön plana çıkarılmıştır; özellikle Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitabı toplumsal süreçleri öznesi belli olmayan geçici söylemsel hegemonyalar olarak kurgulayarak bu eleştiriye önemli katkılar yapmıştır.” (s. 272)
Şu her taşın altından çıkan Laclau-Mouffe’un fikirlerinin nitelikli bir eleştirisini Metin Çulhaoğlu’nun yapmış olduğunu hatırlıyorum. Fakat bu “laklakçılara” olan akademideki ilginin bu kadar uzun süre sürmüş olmasında, yeni kuşak Marksistlerin bu adamların fikirlerini eleştirmedeki tembelliğinin payı olabilir. Kendi adıma şunu söyleyebilirim; “laklakçıların” bu kitabının uzun zaman önce çıkmış olması, onu konu edinip eleştirmede isteksiz kalmama yol açıyor. Fakat belki bir gün, Hegemonya ve Sosyalist Starateji adlı kitabın eleştirisine vakit ayırabilirim diye düşünüyorum. Konuya gelirsek… İşler’in “doğru”, “gerçek” ve “öz” hakkındaki keyfi ifadelerinin sorunlu olduğunu belirtmeliyim. Post-modernizmin uçukluklarından önce, biraz mantık okumuş olmak, biraz materyalizmden haberdar olmak, “doğru”nun ne olduğunu bu şekilde açıklamaya izin vermezdi. Bakın “doğru” nasıl kavranıyor:
“(…) bilimsel dil somut ile soyut arasındaki bağlantıyı kurmak için kullanılan saydam ve tarafsız bir tercüme aracı olmaktan çıkmış, dilin doğrunun kurgulanması sürecindeki yanlı etkiselliği tartışmaya açılmıştır.” (s. 272)
Burada İşler’in kurgularının dayanağı post-modernist gevezeliklere cevap verecek değilim. Bunun yerine İşler’in yazısındaki fikirlerde içerildiği kadarıyla bu söylemsel gevezelikleri eleştireceğim.
“Yazının devamında, bu gözlem ve eleştirilerden yola çıkılarak, ücretsiz işgücünün, yani günlük hayatta harcadığımız emek potansiyelinin, artı değerin sağladığı yeni kullanım değerlerini belirsiz kıldığı ve bunun sonucunda da, artı değerin kimin tarafından ve nasıl kullanılacağı hakkında farklı olasılıklar barındırdığı savunuluyor. Özellikle de söylemsel emek ile bilginin kullanım değeri arasındaki ilişkide ortaya çıkan bu belirsizlik üzerinde düşünülerek bu farklı olasılıklar amaçlarımız doğrultusunda yönlendirilebilir, böylece artı değer kavramının günümüzdeki etkinliği artırılabilir.” (s. 272) (vurgular yazara ait –MB)
“Artı değerin sağladığı yeni kullanım değerleri” ifadesinden bir anlam çıkaran var mı?.. Ya da “kullanım değerlerinin belirsiz kılınması”ndan, “artı değer kavramının günümüzdeki etkinliğinin artırılmasından” bir şey anlıyor musunuz?.. Post-modernist laklakçıların yazdıklarının genel karakteristiği de bu şekildedir. Bu laklakçıların kullandığı kavramlara ve kurdukları cümlelere ilişkin, bir “düşünsel yozlaşma”dan bahsedilmesi gerektiği inancındayım. Örneğin “söylemsel emek” ile “bilginin kullanım değeri” kavramlaştırmaları üzerinde duralım. Bunların “kavram yozlaşması” olarak nitelenmesini öneriyorum. Dil dökmenin, sözün ve ayrıca söylemin, “emek”, “emek harcanması” olarak değerlendirilmesi, bir tür yozlaştırmadır. İnsan bunları yaparken efor/enerji harcar, fakat efor sarf etmek, enerji harcamak bir iktisadi faaliyet olan “emek”le aynı değildir. Bilgilerimizin işlevleri ve yararları vardır, fakat bunlar, bilginin “kullanım değeri” olduğu anlamına gelmez.
“Kullanım değerini basit bir tüketim anı olarak gösteren bu tanımlamalar (Marx’ın kullanım değerine ilişkin yazdıklarından alıntı yapıyor ve bundan bahsediyor İşler – MB) kullanım şekillerinin değişkenlik gösteren sosyalliğini de göz ardı eder; tabii, Marx’ın bu varsayımını 19.yy. kapitalizminin endüstriyel üretim odaklı bağlamında göreceli olarak geçerli sayabilir, bunun sonucunda kuramını kullanım değerlerinin belirsizlik ve etkiselliğinden soyutlamasını da ‘bilimsel’ bilgi üretme sürecinin bir parçası olarak görebiliriz. Ancak kullanım değeri, eğer günümüz kapitalizminin değişen işleyiş mantığını anlamamıza ve eleştirmemize yardım edecekse (…) (s. 274)
Marx’ın metaların kullanım değerinin “değişkenlik” göstermesini göz ardı ettiğini söylemek gülünçtür. Çünkü şunu hemen hemen herkes bilmektedir: Ayakkabıyı isterseniz su içmek için bir bardak ya da kap olarak kullanabilirsiniz. Fakat bunu kimse yapmaz. Neden bu böyledir?.. Metaların fiziki özellikleri, onların kullanım değerlerini koşullar da ondan. “Günümüz kapitalizminin değişen işleyiş mantığı”nın ne olduğuysa meçhuldür ve hep öyle kalacaktır. Çünkü bu konuda özsel bir değişim olmadı. Bu türden söylemlere sahip olanların özsel biçimde değişenin ne olduğunu ortaya koydukları hiç görülmedi. Kapitalizmin temel işleyiş mekanizmalarından değişen nedir? sorusunu İşler’in de cevaplamadığı görülmektedir.
İşler’in bir kavrayış sorunuyla devam edelim:
“Marx’ın ücretli işgücünün tek ‘üretken tüketim’ olduğunu savunması bugün artık fazla sınırlayıcı gözüküyor; daha önce de bahsettiğim gibi, klasik anlamıyla sermaye döngüsünün dışında kalan emek ve tüketim şekillerindeki değişikliklerin de değere katkı yapıp artı değeri kullanım şekillerimize yön verdiğini görüyoruz.” (s. 275)
Biz “göremiyoruz”, acaba kim kör?.. Ev içi emeğin ve “tüketim çılgınlığı”nın, iktisadi değere katkı yapmadığına daha önce değindim. Burada şu “üretken tüketim” üzerinde duracağım. İşler Marx’tan bir pasaj aktarıyor, fakat bu pasajı yanlış anlıyor. İşler’in Marx’ın bu pasajda savunuyor dediğini savunmadığı çok açık. Marx burada, çalışma, yani emek sürecinde, araçların, aletlerin, nesnelerin, örneğin hammaddelerin kullanıldığını, bunların tüketildiğini ve bir ürün oluşturulduğunu belirtiyor. Buna üretken tüketim diyor. Bireysel tüketimin sonucundaysa birey hayatta kalır ve kendisini üretir diye yazıyor. Marx işgücünü/emekgücünü, bireysel tüketimle üretilen çalışma kapasitesi olarak ve üretim sürecinde kullanıldığında, yani aletler, hammaddelerle birlikte tüketildiğinde, emek harcanması oluşturduğundan üretici bir güç olarak görür. İşler, Marx’ın bu anlama gelen çok açık yazılmış cümlelerinden kalkıp, “Marx’ın ücretli işgücünün tek üretken tüketim olduğunu savunduğunu” çıkarıyor. Marx’ın dediği, üretim sürecinin, aynı zamanda bir tüketim süreci olması. İşler’in burada bir anlama sorunu olduğu görülüyor.
İşler’in çığır açan buluşuna geldi sıra:
“(…) Marx’ın değer ile artı değer arasında kurguladığı değişken ilişkiyi kullanarak kuramına kazandırdığı işlevselliğin yanına eklenebilecek bir bakış açısı önerebilirim, bu alternatif tanıma göre, üretilen toplam emek değerinin sabit olduğunu varsayarken sosyal olarak şart olan kullanım değerleri belirsiz ve değişken olarak kurgulanabilir, böylece, artı değerdeki değişimler kullanım değerlerindeki değişimlerle ilişkilendirilebilir. Böylece, kullanım değerlerinin belirsizlikleri ‘politik iktisadın araştırma alanı’ içine dâhil edilebilir.” (s. 275) (vurgular bana ait –MB)
İşte böyle sevgili okur. “Yeni bir bakış açısı”, Marx’ınkinin “yanına eklenebilecek” bir bakış açısı önerisiyle karşı karşıyayız(!).. İşler’in yazdıklarını şuna benzetebiliriz: Farklı yükseklik ve genişliklerde kaplarımız var ve her birinde belli miktarlarda su bulunuyor. Bunları birbirine aktararak, bir kapta belli miktarda suyu elde etmemiz istenir ya, İşler’e de sanki bu soru sorulmuş ve o da cevabı bulmaya çalışırken, kaplardaki suyu bir ona, bir buna aktarmış ve sonuçta bakın her kapta yeni oluşturduğum miktarlarda su elde etmeyi başardım demiş. Toplam su miktarıysa değişmeden kalmış elbette. İşgününün belli bir miktarı işgücünün değerinin üretildiği zorunlu emek zamanıdır; geriye kalan emek zamanıysa, artık-değer üretimine gider. İşler’in önerisi “yanına eklenebilecek” cinsten değil, farklı kelimelerle Marx’ın açıklamasının ta kendisi… İşgücünün değeri yerine, “sosyal olarak şart olan kullanım değerleri” miktarlarını koyuyor o kadar. Fakat kendince bu kullanım değerlerinin “belirsiz ve değişken” olduğunu da iddia ederek…
“(…) sıradan kullanım değerleri cansız nesnelerin fiziksel özelliklerinde ‘kesinleşmiş’ iken, işgücünün kullanım değerinin insanın üretkenlik ve yaratıcılık kapasitesinde gizlenmesi, diğer bir deyişle, bir potansiyel olan işgücü ile bu potansiyelin gerçekleşme süreci olan meta üretimi arasındaki ilişkinin belirsizliğidir.” (s. 276) (vurgular yazara ait –MB)
Bir işçi ister hamallık yapsın, isterse de çeviri yapsın, buna bakıp o işçinin işgücünün “belirsiz” olduğu söylenemez. İşgücünün kullanım değeri, emek harcanmasıdır ve işgücünün başkaca bir iktisadi kullanımı yoktur. İşgücü bir soyutlamadır ve somutta işgüçlerine tekabül eder. Vasıflı ya da vasıfsız olsun, her somut durumda işgücünün belirli bir kullanım değeri vardır. Bir işgücünün hem eleştiri yapabilmesi, hem de hamallık yapabilmesi, öğretilirse başka işleri de yapması, hiçbir şeyi belirsiz kılmaz. Fizikte olduğu gibi burada da, belirli “potansiyeller”, belirli hareketlere, “işler”in yapılmasına dönüşür.
“Bu açıdan baktığımızda, artı değerin kaynağını (özel) bir metanın kullanım değerindeki belirsizlik olarak tanımlayabiliriz.” (s. 276)
Hangi açıdan bakarsak bakalım, artı değerin kaynağı, işgücü metasının kullanım değerindeki belirsizlik değildir; artı değerin kaynağını böyle tanımlayamayız. Çünkü artı değerin kaynağı bahsedilen türden özel bir “belirsizlik” değil, emektir.
“Emeğin kullanım değerinin potansiyeli ile gerçekleşmesi arasındaki fark değerin kaynağını oluştururken” (s. 276) diye yazan İşler, bu potansiyel ile aktüel arasındaki farkın tüm kullanım değerleri için geçerli olabileceğini düşünüyor. Bahsettiği işgücü/emek-gücü ile emek arasında Marx’ın yapmış olduğu ayrım aslında. Fakat işler değerin kaynağı bu “ayrım”dır diyerek tuhaf bir şey söylemiş olsa da (çünkü değerin kaynağı bu ayrım değil, emektir), burada durmuyor. Bakın nasıl tuhaf fikirlere imzasını atıyor:
“Öyle ki, herhangi bir nesnenin kullanım değerinin sadece üretilmesi için değil açığa çıkması ve tüketilmesi için de insan emeği ile bir şekilde bir araya gelmesi şarttır; örneğin, ağaçtan düşen sahipsiz bir elmayı yiyebilmek için bile eğilip yerden kaldırmamız, ısırmamız, çiğnememiz ve yutmamız gerekir.” (s. 277) (vurgu bana ait –MB)
İşler, devam etmeliydi!.. Yuttuktan sonra ne olacak, onları da yazmalıydı. Yemek borusundan aşağıya indirmemiz, midede asidik ortamda sindirmemiz, bağırsaklarda bu sindirime devam etmemiz ve sindirilenleri absorbe etmemiz, sonra absorbe edilmeyenleri vücudumuzdan çıkarmamız… Gerekmez mi? Elbette gerekir. Biyolojik açıdan bütün bunları yaparken enerji harcanır. İyi de efor sarf etmek veya enerji harcamak, “insan emeği” değildir ki. İnsanlar yellenirken de efor harcar, fakat buna, İşler mantığı “insan emeği” diyor… Kazma-kürek sallayıp ter döken birinin yanına oturup “söylemsel emeğimizi” kullansak ve her kazma-kürek sallanışında “hık” desek, iktisadi bir faaliyet yapmış, emek harcamış olur muyuz, acaba?... Bu bir fıkraydı, değil mi?.. Kullanım değerlerinin tüketimde gerçekleştiği biliniyor zaten. Bu tüketim, üretken tüketim olabilir ve bu durumda üretim sürecinde bazı nesneler, aletler vb. yanı sıra işgücü tüketilir. Bir de işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için bireysel tüketim yapması gerekir. İşler’in bireysel tüketim sırasında emek harcandığını iddia etmesi gülünçtür. Tıpkı sindirim sistemimizde emek harcanıyor dendiğinde ya da fıkrada olduğu gibi…
İşler’in inanılmaz “işleri” bu kadarla sınırlı kalmıyor. İşler devam ediyor:
“Bu sorunu biraz daha irdelediğimizde, bir nesneyi kullanabilme şekillerimizin ürettiğimiz ve kullandığımız bilgiler doğrultusunda değiştiğini, yani üretim süreci dışındaki emeğin bilginin kullanımını şekillendirerek artı değer üzerinde bir etki oluşturduğunu görüyoruz. Örneğin, bir zamanlar hiç kullanım değeri olmayan petrolün kullanım şekilleri ürettiğimiz bilgiler doğrultusunda giderek değişip çeşitlenirken, tütünün kullanım değeri gözümüzde giderek azalmakta ve Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarında harcanan ‘boş zaman’ emeği bu sitelerin piyasa değerini artırmaktadır.
“Yine benzer bir biçimde, günümüz kapitalizmindeki düzen ve düzensizliğin sadece klasik anlamıyla üretim sürecinden değil, bilginin belirsiz kullanım değerinden ve spekülatif finansal sermayenin gücünden kaynaklandığına şahit oluyoruz. Mesela, halen süregelen evrensel iktisadi krize yol açan nedenlerin arasında ‘bilimsel bilgi’nin kullanım şekillerini buluyoruz.” (s. 277) (vurgu bana ait –MB)
Teknolojinin bir üretici güç olarak kabul edildiğini hatırlatmalıyım. Sermayenin teknolojik gelişime yönelik ar-ge faaliyetlerine verdiği önem de biliniyor. Tarih boyunca yeni ürünler üretildiği ve bunların kullanım değerlerinin olduğu da çok açık. Fakat şu feyzbuk’ta harcanan “boş zaman emeği” de neyin nesi?.. Emeğin bir üretim faaliyeti, iktisadi faaliyet olduğu bilinmiyor mu?.. Feyzbuk adlı sitenin piyasa fiyatı ile onun oluşturulurkenki emek-değeri de karıştırılıyor. “Gaussçu Kopula Fonksiyonları” adındaki formüllerin, vadeli işlem piyasalarındaki spekülasyonların, krize yol açan nedenler olduğu iddiası üzerine de şunu belirtmeliyim: Bir insanı sözlerinizle etkilemek için, onun bu etkiye açık durumda olması gerekir. Spekülasyonlar, iyice şişen bir balon üzerinde yapılıyor, öyle değil mi?..
İşler, “bu spekülasyonları söylemsel emeğin yarattığı yeni kullanım değerleri olarak düşünebiliriz.” (s. 278) dese de, spekülasyonlar, ne bir tür “emektir”, ne de “kullanım değeri”…
“Artı değeri belirleyen sosyal şartların bir toplum ve birey tarafından algılanması için bir söylem süreci içinde anlamlandırılması gerekir. Bu söylemsel süreçlerin kendileri de yerleşik anlamıyla üretim sürecinin dışında kalan bir tür emek tarafından beslenir; bu durum, anlamlandırma süreçlerinde bir tür söylemsel iş gücü olduğunu ve bu işgücünün artı değerin kullanım şekillerini değiştirme potansiyelini içerdiğini gösteriyor. Bu yüzden, kullanım değerlerini birinci tanımda olduğu gibi yerleşmiş ve önceden bilinebilir ilişkiler olarak değil, kesin bir sonu olmayan ve sosyal, kültürel ve siyasi değerlendirme ve anlamlandırma süreçleri içinde ortaya çıkan söylemsel hegemonyalar olarak kurgulayabiliriz. Kullanım değerlerinin potansiyelleri ile gerçekleşmeleri arasındaki fark, bu söylemsel süreçlere bağlı olarak ve tıpkı üretim sürecindeki ücretli işgücünde olduğu gibi, değişkenlik ve belirsizlikler gösterebilir ve üretim sürecinin dışında kalmalarına rağmen, artı değerin dağılımı ve kullanımını etkileyebilir. Kullanım değerlerini söylemsel ve belirsiz olarak kurgulamak, Marx’ın artı değer kuramına mecazi ve normatif bir boyut katarak bu kuramın günümüz kapitalizminin siyasal ve demokratik söylemleri içindeki inandırıcılığını ve etkisini artırıp artı değerin kullanım şekillerini etkileyebilecek yeni siyasal pratiklerin önünü açabilir.” (s. 279-80)
Neymiş, spekülatörler, söylemsel işgüçleriymiş(!).. Berkeley ne demişti; “their esse is in percipi” (Nesnelerin özü/varlığı algılanmalarıdır). Post-modern zırvalığın özeti de aslında budur. Bu idealist yaklaşımda dünya, söylem, anlamlandırma veya algılama içinde kurgulanır. Benzer bir “işi” ya da “söylemsel emeği”, İşler de bu yazısında yapıyor. Farkında olmak için altını çizelim; “kullanım değerleri” neymiş?.. “Söylemsel hegemonyalar”mış… “Kullanım değerlerini söylemsel ve belirsiz olarak kurgulamak” neyin önünü açabilirmiş?.. “Marx’ın artı değer kuramının inandırıcılığını ve etkisini artırıp”, “artı değerin kullanım şekillerini etkileyebilecek yeni siyasi pratiklerin” önünü açabilirmiş. Bak sen şu “söylemin” yaptığı ve yapabileceği “işlere” (!)..
Marx’a atfedilen bir başka yalana işaret etmek istiyorum:
“Marx’a göre dil, ancak sosyal ilişkiler yerleştikten sonra ortaya çıkan ikincil ve önemsiz bir rol oynar.” (s. 279)(vurgu bana ait –MB)
Marx’ın dil üzerine yazdıkları oldukça sınırlıdır. Fakat Marx’ın gerçekliği incelerkenki “dili” ve dil üzerine yazdıkları, İşler’in yorumundan farklıdır. “Söz” bize göre, gerçekliğin düşünsel kurgulanışının bir bölümünü oluşturur (görsellik, dokunma yoluyla algılama vd. yanı sıra). Toplumsal ilişkileri içerisindeki insanlar, etkileşimleri ve pratikleri içerisinde düşünür ve konuşurlar. Konuşma/söz’den ayırt edilmesi gereken dilse, bir bütünlüğü anlatır; toplumsal bir olgu olarak tarihseldir de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.