1 Ekim 2023 Pazar

SOSYALİST CUMHURİYET İÇİN TEZLER - TÜRKİYE TEZLERİ

MAR notu: 1) Burjuva devrimlerini 1848 devrimlerinin öncesindeki devrimler ile sonrasındaki “geç” burjuva devrimler olarak ayırmak gerekmektedir. 1848 burjuva devrimlerinden önceki devrimlerde burjuvazinin, “eski rejimin” üst-yapısal öğelerini yıkmak ve dönüştürmek için halk kitlelerinin devrimci enerjisini ve gücünü kullandığı, devrim süreçlerinde bu enerjiye kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalıştığı gözlenir. 1870’ten sonra Prusya’daki “tepeden devrim”de ya da Türkiye burjuva devriminde ise, Türkiye için Kurtuluş Savaşı’nda halkın katılımı dışında, halk kitlelerinin hareketlenmesi gözlenmez. Burjuvazi geç yaşanan devrimlerde, emekçi halkın ve işçi sınıfının devrimci süreçlere katılımından ve bağımsızca kendi taleplerini savunmasından korkmuş, ilerici reformları zamana yayılmış şekilde “tepeden” uygulamaya koymuştur. Burjuva devrimlerine, sosyalist devrime de bir sıfat olarak eklenmemesi gereken “demokratik” sıfatını yakıştırmanın, nesnel bir kriteri yoktur. “Demokratik devrim”, geçmişte Türkiye solunun geliştirdiği bir garip ve bilim-dışı kavramdır. Devrimler, sınıf iktidarlarıyla tanımlanır/tanımlanmalıdır. Burjuva devrimlerinde kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı kurulurken, sosyalist devrimde, siyasal ve toplumsal iktidar işçi sınıfına geçer. 2) 1960’ların sonunda Türkiye solunda filizlenen “devrimci-demokrat” politik çizgiler, bu dönemde ülke ve dünya nesnelliğini, işçi sınıfının gelişim düzeyini Marksist/bilimsel analizle kavrayamamanın getirdiği bir tür “çocukluk hastalığı”dır. Parlamenterizm nasıl ki bir reformizm türü olarak reddedilmelidir, Marksizm’den teorik kalkış almayan ve her yeni konjonktürde Marksist analize yaslanmayan bir “devrimciliğin” de varabileceği bir hedef yoktur. Türkiye’de 1960’larda olduğu gibi, bugün de sosyalist devrim gündemdedir ve günceldir. İşçi sınıfı dışında devrimci kapasitesi olan bir sınıf olmadığı gibi öncü komünist parti dışında herhangi bir başka örgütsel formun sosyalist devrime öncülük yapması mümkün değildir.

Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler'den bir bölüm olan "Türkiye Tezleri"ni üzerinde tartışılması için hatırlatmak istiyoruz.


TÜRKİYE TEZLERİ

1. Osmanlı İmparatorluğu

118. Kuruluşundan yıkılışına, Osmanlı toplum düzeninin, üretim ilişkilerinin nasıl tanımlanacağı ve çözümleneceği başlı başına çetin ve tartışmalı bir konudur. En başta, 700 yıllık bir tarih dilimini ve çok büyük bir coğrafyayı içine alan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün dönemlerini ve parçalarını tek bir birim olarak ele almak, tek bir kavram altında tanımlamak olanaklı değildir. Çokuluslu imparatorluk, farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplumsal bileşenlerden oluşmuştur. Bunun en açık kanıtı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, çok sayıda devletin doğmuş olmasıdır. Bu aynı zamanda Osmanlı devletinin yalnızca bir Türk devleti olmadığının da kanıtıdır.

119. Osmanlı İmparatorluğu’nun ne olduğu ve ne olmadığı sorununa her şeyi yanıtlayan bir “büyük” teori ile değil, diyalektik bir süreç çözümlemesiyle yaklaşılması gerekiyor. Tüm dönem imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu da, ulus devletlerin doğmadığı kapitalizm öncesi bir coğrafyada, yerel/bölgesel oluşumları dönüştürmeden, hatta gelişmelerini yavaşlatarak bir arada tutan bir üst örgütlenmeydi.

120. Üretim biçimleri arasındaki ilişki, sonradan egemen olanın ötekileri çözmesi ve kendine benzetmesi türünden tek yanlı bir ilişki değildir. Son çözümlemede yeni üretim biçimi egemen olmakta, bütün ilişkilere rengini vermektedir. Ancak, üretim biçimleri, tarihsel olarak belirlenmiş somut bir toplumsal formasyonda birbirlerine eklemlenerek ve birbirlerini etkileyerek var olabilmektedirler.

121. Doğu”, “Batı”, “ATÜT” ve “feodalite” kavramları, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezinde bulunduğu coğrafya esas alındığında son derece göreli ve geçişçi anlamlar kazanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bir yanıyla bir Asya toplumu ve Doğu despotizmi olmakla birlikte, aynı zamanda Batı’nın Doğu’ya uzanmış kolunun Bizans’ın mirasçısı, dolayısıyla Batı’nın parçasıdır.

122. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kuruluşundan, Türklerin Anadolu’ya çıkışlarından önceki tarih ele alındığında, son 2500 yılın en az üçte birinde bu topraklar Avrupa’nın etkisi ve denetimi altında kaldı. Avrupa uygarlığının temelleri Yunan ve Roma kanalıyla atıldı. Arap ve Bizans uygarlıkları, birlikte ve etkileşim içinde Osmanlı ve Anadolu toplumlarının ideolojik-kültürel oluşumuna renk ve özelliklerini kattılar. Sonuç olarak, Osmanlı toplumu Doğu-Batı uygarlık ve kültürleriyle en başından ve aynı anda yüz yüze geldi. Bir üst sentez oluşturduğu söylenemez; bu iki uygarlık kaynağından derin biçimde etkilendiği ise kesindir.

123. Roma hukukunun ve özel mülkiyetin varlığını sürdürdüğü Bizans İmparatorluğu, ademi merkeziyetçi feodal eğilimler karşısında merkezi ve merkeziyetçi bir düzen kurabilmek için “doğu despotizmi” modelinden yararlanmış, böylece feodal üretim tarzının oluşmasını engellemiş, Batı Avrupa’nın üstünlüğüyle sonuçlanan sürece katkı yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu çerçevede, coğrafi alanına giren feodal öncesi öğelerin doğrudan etkisi altında oluşmuş, bu oluşum döneminde Asya tipi öğeler ağır basmış, arkasından feodal eğilimler öne çıkmaya başlamıştır. 17. yüzyılda, “ayanlar”da birikmeye başlayan bölgesel gücün 1808’de hükümdarla Sened-i İttifak imzalaması doğmakta olan feodalizmin önemli hamlesiydi. Ancak, ayanların siyasal güçleri kısa zamanda silindi. Merkezi yapı ve bürokrasi feodalizm yönündeki gelişmeyi yavaşlattı.

124. Osmanlı düzeninin en az nüfuz ettiği coğrafya Kürdistan oldu. Osmanlı Tımar düzeninin geçerlilik kazanamadığı tek yöre burasıydı. Osmanlı, bölgedeki iktidarını babadan oğula geçen bir tür valilikle Kürt beyleri üzerinden yürütürken, Kürt aşiret yapılarını olduğu gibi bıraktı. Kürdistan’da feodal ilişkilerin oluşmasının ve Kürt feodalitesinin bugünlere ulaşan direngenliğinin tarihsel nedeni budur.

125. II. Mahmut’tan sonra getirilen vergi reformuyla Kürt aşiret beylerinin gücü arttı. Aynı reform, Ermeni köylüsünü Osmanlıya vergiyle birlikte, bir de Kürt beylerine haraç ödemek zorunda bıraktı. Artı-ürünlerine iki kez el konulması Ermenilerin yaşam koşullarını ciddi biçimde kötüleştirdi ve küçük-burjuva devrimci örgütlerin (Taşnak ve Hınçak) başlattığı ayaklanmalara (1893-1896) katılmalarında etken oldu. “Ermeni sorunu”nun arka planında da bu tarihsel olgu bulunuyor. Ermenileri Osmanlıya muhalefete iten koşulları yaratanların, 1915’te yüz binlerce Ermeni insanını katletmeleri ise, “hem suçlu, hem güçlü” tutumunun tipik örneğidir.

126. Osmanlı İmparatorluğu’nda üstün ve egemen mülkiyet türü devlet mülkiyetiydi. Tımar topraklarında da hem çıplak mülkiyet, hem mülkiyet hakkının tüm fiili sonuçları devlet denetimindeydi ve bu ikisi bütün toprakların yüzde 88’ini içine alıyordu. Reaya, kullanma (intifa) ve kullandığı toprağı miras bırakma hakkına sahipti. Artı-ürünü devlete vermek, devlet hizmetlerine katılmakla yükümlüydü. Tımar denilen, mal ve insan kaynakları sayılı, gelirleri belirlenmiş toprak parçası, devletin atadığı kişi ya da kişilere (sipahi) verilirdi. Sipahi talandan pay alarak, kaynak ve insanlar üzerinden vergi toplayarak rant elde eder, buna karşılık orduya elde ettiği gelirlere oranlı donatılmış savaşçılar sağlardı. Sipahilerin ayrıcalıkları babadan oğula geçerdi; ancak bu mutlak değildi. Ayrıcalık görevin sürmesine bağlıydı. Merkezi denetim ve müdahaleler, sipahinin tımarından vazgeçme hakkı, orduya yeterli askeri vermeyenlerin açığa alınması, tımarların durmadan sahip değiştirmesine yol açmış, sipahiler aristokrat bir sınıf konumuna ulaşamamışlardır.

127. İmparatorluğun yayıldığı alanın en büyük bölümünde devletin üstün mülkiyeti geçerli olmakla birlikte, Rumeli’de, Mısır ve Mezepotamya gibi uzak eyaletlerde, daha önceki işgallerin prekapitalist ilişkileri geliştirdiği Ege adaları gibi bölgelerde, “arpalıklar”, “yurd”lar, “ocaklık”lar, “malikane-divani”ler, “eşkincülü tımar”lar olarak adlandırılan çeşitli karma ve saf özel mülkiyet biçimlerine rastlanmaktadır.

128. Giderek genişleyen topraklarda üretilen artı ürünün bir bölümüne el konularak merkeze aktarılması Osmanlı İmparatorluğunun büyüme döneminin temel ekonomik düzeneğiydi. Merkeze aktarılan payın küçülmesi de çözülme zeminini döşeyen etkenlerden biri oldu.

129. Osmanlı devleti bir imparatorluk formasyonuydu ve tüm imparatorluklar gibi fetihçiydi. İmparatorluğun büyümesi ve zenginleşmesi, yeni toprakların ele geçirilmesiyle, bu topraklardaki artı ürünün bir bölümünün merkeze aktarılmasıyla gerçekleşiyordu. Devletin koruyucusu, fethin sürdürücüsü olan silahlı kuvvetler, padişaha kulluk bağıyla bağlı hassa ordusu ile varlığı ve geleceği fethin fetihle finanse edilmesine bağlı sipahilerden oluşmaktaydı. Sistem fethin sürekliliği üzerine kurulmuştu. Sonuncu savaşta elde edilenin bu savaş için harcanana eşit ya da daha az hale geldiği noktada fethi sürdürmenin nesnel temeli ortadan kalktı.

130. Büyüme ve zenginleşmenin bir başka önemli kaynağı, Batı-Doğu ticaret yolundan elde edilen gelirlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişinin koşullarından birini oluşturan Ortadoğu ticaret tekeli, Batı’da feodalizm içinde gelişmekte olan ticaret sermayesi tarafından kırıldı. Kapitalizm dünya ticaretinin yolunu ve merkezini değiştirdi. Onaltıncı yüzyıl sonlarında büyük Doğu ticareti Atlantik Okyanusu’na kaydı. Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa merkezli kapitalist dünya pazarına bağlandı.

131. Ticaret yollarının değişmesi, fetihleri sürdürmenin “ekonomik” ve askeri maliyetinin “optimum” eşiği aşması, geniş Osmanlı topraklarından çekilen artı-ürün miktarının oran ve miktar olarak azalması Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çözülüş sürecinin nedenleridir. Uluslararası ticaret tekel ve ayrıcalığının yitirilmesi, ticaret yollarının uzaklaşması, gelirlerde azalmayla birlikte fetih ve silahlanma giderlerinin artmasına yol açtı. Uluslararası ticaretin gelişmesinin önemli sonuçlarından biri, toplam üretimin merkezi devletin denetimi altındaki dolaşım ağından geçen bölümünün küçülmesi oldu.

132. Özetlenen süreç, Osmanlı İmparatorluğu’na egemen olan kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerini çözen dinamikleri de harekete geçirmiştir. Yüzyıllara yayılan bir süreç içinde uluslararası ticarete aracılık eden tüccarların elinde servet birikmiş, bir tür vergi taşeronluğu uygulaması olan iltizam sistemi ile devletle doğrudan üreticinin arasına giren ve artı ürünün giderek daha çok bölümüne el koyan mültezimler zenginleşmiş, özel mülkiyetin habercisi olan tefeci sermaye oluşmuştur.

133. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı toplumunda sermaye birikmeye, kapitalist ilişkiler mayalanmaya, Selanik, Ege, Akdeniz, Şam, Halep vb. yörelerde farklı üretim birimlerini birbirine bağlayan meta üretimi oluşup yayılmaya başladı. Osmanlı, sanayi devrimini yaşamakta olan Batı Avrupa ekonomisiyle bütünleşme sürecine girdi.

134. 1838’de İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması Osmanlı’nın dünya pazarına bağlanmasında önemli bir adım oldu. Tanzimat Fermanı (1839) gayrimüslim ve yabancıların varlıklarının müsaderesine sınırlar getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez özel mülkiyeti korudu. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile belli sınırlamalarla da olsa toprakta özel mülkiyet hakkı tanındı.

135. Batıcılık ve modernizasyon akımını bu gelişmelerden ayrı düşünmek olanaksızdır. “Çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaşma hedefi, o günden bugüne, Türk burjuvazisinin değişmeyen ve kapitalistleşmekten, emperyalizmle bütünleşmekten başka bir anlama 26 gelmeyen ortak yoludur. Bunların olduğu yerde burjuva devrimciliğinin doğması kaçınılmazdı.

136. Osmanlı devletinde dini hukukun egemenliği esas olmakla birlikte, hükümdarın iradesiyle konulan yasa ve kurallardan oluşan siyasal ve yönetsel dünyevi bir hukuk da vardı. “Din ve Devlet”, “Şeriat ve Kanun” terimleri bu ikiliği yansıtıyordu. Osmanlı hukuk düzeninin tümüyle şeriat kurallarına dayandırılması 16. yüzyıldan sonradır.

137. Osmanlı İmparatorluğu Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kendi toprakları üzerinde egemenliğini yitirmiş, bağımsız devlet işlev ve yetkilerinin bir bölümünü emperyalist ülkelere devretmiş, emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmiş bir ülkeydi.

2. Burjuva Devrimciliği ve Türkiye Cumhuriyeti

138. 1640 İngiliz, bağımsızlık yanı ağır basan 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerini “demokratik devrim” yapan en önemli olgu, emekçi sınıfların bu hareketlere “aşağıdan” verdiği destekti. Bu devrimler, feodal mutlakçı devletleri devirerek burjuva ulus-devleti oluşturdular; kapitalizmin gelişmesinin önündeki hukuksal engelleri kaldırdılar; tarımda kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye ederek üretim araçlarından yoksun “özgür” emekçinin, proletaryanın oluşumunu hızlandırdılar.

139. Almanya, Avusturya, İtalya, Rusya ve Osmanlı vb. toplumlar burjuva dönüşümleri geç ve farklı yaşadılar. “Erken” ve “geç” arasındaki bıçak keskinliğindeki çizgiyi 1848 Avrupa devrimleri çekti. 1848’den sonraki hiçbir burjuva devrim, “aşağıdan” ve “demokratik” olmadı. Birçoğu, ani ve hızlı sınıfsal iktidar değişikliği anlamında siyasal devrim de değildi. Örneğin kapitalist ilişkilerin “Prusya tipi” geliştiği, 1848 emekçi barikatlarından ürken burjuvazinin eski düzenin egemen sınıflarıyla uzlaştığı Almanya’da 1870’de “devrim” olmadan Alman birliği kuruldu. Devletten topluma doğru burjuvalaşma süreci yaşandı. Almanya deneyimini Marx ve Engels, bu nedenle “yukarıdan devrim” olarak nitelediler.

140. Jön Türk, İttihat ve Terakki hareketleri Osmanlı döneminin burjuva hareketleridir. 1908 bir burjuva devrimi denemesiydi. Mustafa Kemal, aktif ve önde olmasa da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesiydi. Kurtuluş savaşının kadroları çok önemli ölçüde Ittihat ve Terakki’den devşirildi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı paşaları Osmanlı İmparatorluğu’nun burjuva devlete dönüşümündeki sürekliliğin canlı temsilcileri oldular.

141. Batı’da feodalizmin içinden çıkan mutlakçı monarşiler burjuva ulus-devletlere ebelik ettiler. Burjuva devrimleri bu monarşileri devirerek kapitalizmin önünü açtı. Abdülhamit despotizmine karşı “hürriyet” bayrağını kaldıranlar kapitalist gelişmişlik açısından geri ve tarihsel bakımdan geç kalmış bir coğrafyadaki burjuva devrimciliğinin temsilcileriydiler. Öteki geç burjuva devrimlerini idealize etmeden Osmanlı’dan TC’ye geçişi kopuşsuz düz bir çizgi, Türkiye ulus-devletinin, cumhuriyetin kuruluşunu Osmanlı paşalarının yaptığı bir hükümet darbesi, tek yeniliği de padişahlığın kaldırılması olarak nitelemek olanaksızdır.

142. 1920’lerde Türkiye’de gerçekleşen “yukarıdan” bir burjuva devrimidir. Marksist tanımla “burjuva demokratik devrim” değildir. Halk hareketine dayanmadığı için devrimciliği sınırlı kalan, kapitalizm öncesi sınıflarla bağlaşıklığı nedeniyle toprak sorununu çözemeyen, burjuva demokratik parlamenter bir rejim kuramayan güdük bir burjuva devrimi.

143. Bu devrim, öteki “yukarıdan” burjuva devrimleri gibi yalnızca tarihsel olarak “geç” kalmış değil, emperyalizm çağına kalmış bir devrimdi. Emperyalist dönemin geç kalmış burjuva sınıfı kapitalizm-öncesi ilişkileri devrimci/köktenci biçimde çözmek yerine bunların kapitalizme eklemlenerek yaşamasını, evrimci yoldan çözülmesini yeğlediğinden, kapitalizm öncesi sınıflar kapitalizme ortak edilmişlerdir. Türkiye burjuva devriminin geriliğinin ve güdüklüğünün önemli nedenlerinden biri budur.

144. Birinci Dünya Savaşı’nda üstün gelen emperyalist devletlerin paylaşma ve işgaline karşı siyasal bağımsızlık mücadelesi ve Ekim Devrimi’nin emperyalistleri Türkiye’yi bölüşmekten caydıran etkisi Türk burjuva devriminin iki önemli dayanağı oldular.

145. Kemalistler, ulusal kurtuluş mücadelesinin temel toplumsal sınıflardan bağımsız, sivilasker ulusal kadro ve güçlerin önderliğinde yürütülen ulusal demokratik bir devrim olduğunu, sonunda da “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir toplum ve devlet kurulduğunu iddia ederler.

146. Resmi ve Kemalist tarih görüşüne tepkiden ve Kürt hareketinin Kemalizme eleştirilerinden beslenen, ademi merkeziyetçi, sivil toplumcu bir dünya görüşünü benimseyen liberaller ve sol liberaller ise, cumhuriyetin Osmanlı devletinin merkezi, despotik geleneğinin kesintisiz devamı olduğunu, bu sürekliliğin sivil toplumun oluşmasını, böylelikle de demokrasinin gelişmesini önlediğini savunurlar. Bu yaklaşımda toplumdaki tüm kötülüklerden sorumlu sınıfsal özü belirsiz soyut bir devlet ve onun karşısında da, yine içinde sınıfsal ayrışma ve mücadele olmayan “demokratik” bir sivil toplum vardır. Bu görüşe göre cumhuriyet, devleti kurtarmak isteyen Osmanlı bürokrasisinin son sığınağıdır. Bu iki yaklaşımın ortak yanı, devleti ve burjuva dönüşüm sürecini sınıflar dışı ve sınıflar üstü görmesidir.

147. Dağılan ve paylaşım nesnesi haline gelen yarı-sömürge, pre-kapitalist, teokratik Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Misak-ı Milli olarak tanımlanan bir coğrafya üzerinde, siyasal olarak bağımsız bir burjuva ulus devlet kurulmuştur. Bu, tarihsel açıdan ileri bir adım olan tipik bir geç kalmış burjuva devrimidir. Hilafetin kaldırılması, laiklik, eğitimin birliği ve sekülerleşmesi, yeni Medeni Kanun, kadınlara hukuksal eşitlik tanınması vb. bu dönüşümün bir kopuş olduğunun hiçbiri sıradan olmayan kanıtlarıdır. Ticaret, sözleşme, mülkiyet ve miras haklarının yasal güvenceye kavuşturulması, devletin sermaye birikiminin ana aktörü olarak işlevlendirilmesi ve daha bir dizi önlem cumhuriyetin kapitalizmin önündeki engelleri temizleyen bir burjuva devrimi olduğunun yadsınamaz göstergeleridir.

148. Ulusal kurtuluş savaşına önderlik eden Kemalist hareketi devrimci-demokrat, antiemperyalist ya da kimilerinin zaman zaman yapmaya çalıştığı gibi anti-kapitalist bir yönelim olarak değerlendiren savlar temelsizdir.

149. Kemalizmin emperyalizmle uzlaşmacı karakterini, kapitalist yolu tercih etmesini, komünizm karşıtlığını “kanıtlayarak” Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan dönüşümün burjuva devrimi olmadığını kanıtlamaya kalkışmak ise metreyle sıcaklık ölçmeye kalkmak türünden bir saçmalıktır.

150. Ulusal/burjuva devrim anti-sömürgeci bir devrimdi. 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimin Türkiye’ye sıçrama olasılığı karşısında emperyalistler Türkiye’yi bölme/bölüşme siyasetlerini değiştirmek zorunda kaldılar. İngilizler ve Fransızlar 1919-1921 arasında Anadolu’nun bolşevikleştirilmesini çok yakın bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu tehlikeyi savuşturmak üzere Kemalist iktidarla uzlaşma yolunu seçtiler. Temel hedefi bağımsız ulusal/burjuva devlet olan ve bu hedef için savaşma gücü göstererek direnen Kemalist önderlik bu uzlaşma için kendisinden istenenleri yerine getirdi: 21 Kasım 1922’de Lozan Konferansı başladı. 4 Şubat 1923’te konferansa 2,5 aylık bir ara verildi ve bu arada, 17 Şubat 1923’te Türkiye’de İzmir İktisat Kongresi toplandı. İzmir İktisat Kongresi, emperyalistlerin istediği temel güvencelerin tümünü verdi: Türkiye kapitalist Batı kampında kalacaktır! Kapitülasyonlar kaldırılacak ancak Osmanlı borçları ödenecektir; karşılıksız kamulaştırma ve yabancı sermaye düşmanlığı yapılmayacaktır!

151. Bu süreçten çıkarılacak sonuçlar net ve açıktır. Bir: Kurtuluş hareketi emperyalist işgale, en azından emperyalistlerin desteklediği bir işgale karşı siyasal bağımsızlık hedefiyle yürütüldüğü ve sonunda bağımsız bir ulus-devlet kurulduğu için, hem nesnel hem öznel olarak anti-sömürgecidir. Yarı-sömürge Osmanlı İmparatorluğu yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin istediği bir sonuç değildi; daha büyük bir tehlike karşısında kabul etmek zorunda kaldıkları bir çözümdü. Ulusal mücadele emperyalist güçlere karşı verildi. İki: Kemalist hareket üniter devletin varlığını korumak anlamında bağımsızlıkçı olmakla birlikte, programı, ideolojisi ve yürüttüğü siyasetle hiçbir zaman antiemperyalist olmamıştır. Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Yarı-sömürge devlet yerine siyasal olarak bağımsız bir devlet hedeflemek tek başına antiemperyalist bir tutum olarak nitelenemez. Tekelci, sömürücü, yayılmacı ve militarist bir sistem olan emperyalist/kapitalizme karşı olunmadan antiemperyalist olunamaz.

152. 1920’ler Türkiye’sinin sınıfsal kompozisyonu şöyle özetlenebilir: Rumeli’de, İstanbul’da ve Batı Anadolu’da oluşum ve gelişim halindeki ticaret burjuvazisi, kırda küçük üretici köylü, kentlerde zanaatkârlar, Osmanlı devlet aparatının büyük küçük, asker sivil görevlileri, aşiret reisi ve dinsel önder konumundaki büyük toprak sahipleri, topraksız yoksul köylüler ve İstanbul’da kümelenmiş küçük proletarya çekirdeği. Proletarya ve yoksul köylülük, birincisinin maddi, ikincinin sınıfsal zayıflığı/örgütsüzlüğü nedeniyle ulusal mücadele ve iktidar kavgasının tarafı olamadılar.

153. Aşağı yukarı bütün sınıf ve katmanlar kendi içlerinde ayrışarak, saflaşarak mücadelenin yanında ya da karşısında yer aldılar. İstanbul’daki ticaret burjuvazisi uzun zaman emperyalist işgalcilerin yanında yer aldı; Anadolu’da büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların içinden de ulusal mücadeleye aktif katılanların, destek verenlerin yanı sıra İstanbul’daki hükümdarla işbirliği içinde ulusal güçlere karşı isyan örgütleyenler çıktı… Çetelerden, düzenli orduya gerilla ve askerler, baştaki isteksizlik ve edilginliklerine rağmen ağırlıklı olarak köylülerden oluştu.

154. Ulusal mücadelenin güçleri esas olarak siyasal bir eksen ve etkinlik üzerinden bir araya getirilmiştir. Erken siyasallaşan sermaye sınıfı, maddi varlığının ötesinde bir önderlik ve birleştiricilik kapasitesi göstermiştir.

155. Mücadelenin önderliği, sınıfsal köken tartışmaları bir yana, ideolojik-siyasal çizgisinin içeriğiyle tastamam burjuva niteliktedir. Böyle bakıldığında tablo netleşmektedir. Mücadelenin, Kuvayı Milliye müfrezelerinden, Müdafayı Hukuk Cemiyetlerinden, gerilla gruplarından, Türk ve Kürt büyük toprak sahiplerinden, aşiret reislerinden, aydınlardan oluşan geniş cephesi Mustafa Kemal’in yürüttüğü karmaşık ve pragmatik siyasal uzlaşma ve taktiklerle örülmüştür. Kürtlerle, İslamcılarla ve hatta başlangıçta Türkiye’deki Bolşevizm yandaşlarıyla kurulan ittifaklar bu cepheyi oluşturmanın siyasal kaldıraçlarıydı.

156. Ulusal mücadelenin yeni ulus devlet iktidarına dönüştüğü süreçte Mustafa Kemal ve arkadaşları bu güçleri parçalayarak ve hepsini şiddet yöntemleriyle tasfiye ederek iktidar blokunun dışına ittiler. Önce Bolşevik eğilim, Lozan Konferansı’ndan sonra Kürtler ve halifeliğin kaldırılmasıyla da İslamcılar tasfiye edildiler.

157. Ekim Devrimi’nin yaydığı bolşevikleşme dalgası yalnız emperyalistlerle Türk ulusçularının uzlaşma zeminini yaratmadı. Kuzey’den gelen “tehlike” karşısında Kemalist burjuvazi en başından antikomünizm silahına sarıldı. Mustafa Kemal ve öteki paşalar, Ekim Devrimi’ne ve komünizme en başından ve sınıfsal nedenlerle karşıydılar.

158. Düzen için komünizmin gerçek bir tehdide dönüşmesiyle birlikte, Rusya ile Fransa ve İngiltere arasındaki çelişkilere dayanan ve son döneminde Osmanlı'nın varlığını sürdürmesine olanak veren denge politikası geleneği, cumhuriyetin kurulmasından Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar olan dönemde emperyalist-kapitalist sistemle Sovyetler Birliği arasındaki çelişki üzerinden yeniden üretilip sürdürüldü.

159. Komünist hareketin gücü, ülkedeki işçi hareketinden ve bu temelde örgütlenmiş bir partinin varlığından gelmiyordu. Büyük Ekim devriminin ve Bolşevizmin yüksek prestijinin yaydığı etkiler, Türkiye toplumunda komünist düşüncelere açık genişçe bir alıcı kitle yaratmıştı. Çerkez Ethem komutasındaki Yeşil Ordu, TBMM' deki Türkiye Halk İştirakuyun Fırkası (THİF) ve TKP, alternatif bir cephe oluşturacak potansiyel taşıyorlardı. Yeşil Ordu Yunanlılarla savaşta önemli yararlılıklar göstermiş, halk desteğine sahip bir orduydu. THİF liderini Mustafa Kemal'in muhalefetine rağmen İçişleri Bakanı seçtirecek kadar güçlü meclis grubuna sahip bir partiydi; TKP komünist birikim ve kolları birleştirerek toparlanmış, Komintern'in desteğine sahip bir örgüttü. Mustafa Kemal ve arkadaşları üçlü gücün bloklaşmasının güçlü bir olasılık olduğunu gördüler ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için, iyi düşünülmüş bir planı hiç zaman yitirmeden yürürlüğe koydular. 1921 başında, bir ay kadar kısa bir zamanda bu üç gücü de ortadan kaldırdılar. 6 Ocak'ta Yeşil Ordu dağıtıldı; 28 Ocak'ta Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Karadeniz'de boğduruldu. Aynı gün TBMM' deki THİF mensupları tutuklandılar.

160. 1924 ile 1938 yılları arasında 16 Kürt isyanı çıktı. Aşiret ve din ileri gelenlerinin önderlik ettiği, yer yer emperyalistlerce de körüklenen bu isyanların kanla bastırılması, askeri harekâtların Kürt halkının varlığını inkâr eden bir siyasetin devamı olması, Cumhuriyetin kuruluşuna katılan Kürtler ile kardeşlik ilişkisine ciddi zararlar verdi.

161. Türk burjuvazisi, Türk milliyetçiliğini Kürtlerin inkârı ve onlardan bir düşman ulus yaratma temelinde geliştirdi. Türklerin Orta Asya’dan çıkarak dünyanın farklı yerlerine uygarlık taşıdıklarına dayanan Türk Tarih Tezi ve Türkçenin Orta Asya’da konuşulan bütün dillerin temeli olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi en azından bir dönem Türk milliyetçiliğinin teorik tezleri olarak sunuldu.

162. Bunlar, Türk burjuvazisinin daha kurtuluş savaşının dumanlan tüterken ve daha ayakları üzerinde tam dikilmemişken bile ne denli gerici ve antidemokratik olduğunu gösteriyor. Ama bunların hiçbiri 1920 dönüşümünü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu tarihsel anlamda ileri bir adım olmaktan çıkarmıyor.

163. Laiklik sosyalistlerin daha gerisini hiçbir koşulda kabul etmeyecekleri bir kazanımdır. İslamcı güçlerin, uleması, tarikatları, dergâhları, mürit ve yandaşlarıyla Ankara’daki merkezi devlet iktidarından uzaklaştırılmaları, eğitimin laik temelde birliğinin sağlanması önemli ve ileri adımlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile dinin devlet denetimine alınması ise başından itibaren Türkiye laikliğinin çelişkisi oldu. 80 yılın sonunda dini denetim altında tutmak isteyen devlet süreç içinde dinin denetimine girdi.

3. Kapitalist Cumhuriyet

164. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren bir burjuva devlettir. Kapitalist gelişmenin tarihsel olarak geciktiği ülkelerde kapitalist üretim biçiminin koşullarını ve dinamiklerini pazarı yaratarak, birikimin dış koşullarını sağlayarak, birikim sürecinin aktif öğesi rolünü üstlenerek devlet oluşturur. Burjuvazinin dünya çapında egemen sınıf, kapitalist üretim ilişkisinin evrenselleşmiş bir üretim ilişkisi olduğu koşullarda verili ülkede kapitalist devletin oluşması için burjuva sınıfın egemen olacak ölçüde gelişmiş olması gerekmez. Bir ülkenin cılız burjuvazisi devlet kanalıyla ve kapitalizmin dünya çapındaki egemenliğinden güç alarak önce kapitalist devleti sonra da daha gelişmiş kapitalist ilişkileri oluşturabilir. Türkiye’de böyle olmuştur.

165. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kemalizm, burjuva sınıf bilinciyle donanmış örgütlü bir siyasi kadronun, iktidar olduğu coğrafyada kapitalizmi yerleştirme, egemen kılma hareketi olarak gelişti. Cumhuriyet kopuşuna rağmen, bir sürekliliğin ve dönemin azgelişmiş ülkelerinin birçoğundan daha ileri bir örgütlülüğün anlatımı olan Türkiye devleti, kapitalizm yolundaki yürüyüşün başat aktörü oldu.

166. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin, aynı anlama gelmek üzere ülkenin sanayileşmesinin gerekli kıldığı sermaye ne yabancı sermaye ne de ülke içi sermaye olarak hazır değildi. O günkü uluslararası koşullar ve konjonktür içinde emperyalist sermaye özendirmelere rağmen Türkiye’ye yönelmiyordu. Ticaret ve tarım sermayesi ise yetersizdi. Bu koşullarda, sanayileşmeye yönelik sermaye birikiminin sağlanacağı tek kaynak yoksul halkın amansız ve vahşi sömürüsü temelinde devlet, tek yöntem devlet kapitalizmiydi.

167. Cumhuriyet’in ilk dönemindeki devletçilik ve planlamacılığa, “programlı devletçilik” söylem ve uygulamalarına, Mustafa Kemal’in devletçiliği liberalizm ve komünizm dışında bir üçüncü “ekol” olarak tanımlayan konuşmalarına rağmen, 1932-1939 dönemi devletçiliği kapitalist içerikli bir “milli sanayileşme” atılımı oldu. Kamuculuk, ideolojik bir ilke değil pratik bir ihtiyaçtı.

168. Mustafa Kemal’in deyişiyle “sosyalizm ilkesine” dayanmayan devletçilik “ferdin yapamayacağı işleri devletin yapması” formülünde anlatımını bulan bir devlet kapitalizmi olarak son biçimini aldı. Sınıf mücadelesini önlemek üzere planlı devletçilik öneren, bu yolla sosyalizme alternatif üretileceği iddiasında olan Kadro hareketinin akibeti üçüncü yolun olanaksızlığını gösterdi. Kapitalizmin bir devlet kapitalizmi olarak kurulmuş olmasının önemli sonuçlarından biri, büyük bir kamu sektörünün varlığı ve bu varlığın burjuvazinin farklı siyasal eğilimleri ve emekle-sermaye arasında çeşitli çatışma ve mücadelelere yol açması oldu.

169. Kurucu önderliğin asker kökenli olması, silahlı kuvvetlerle organik ilişkilerin devamı vb. Kemalizmi ve kuruluş dönemi Türkiye devletini “sınıflar üstü” ya da “küçük burjuva” olarak nitelendiren, düzeni bir tür “askeri vesayet rejimi” olarak tanımlayan tezlerin gerekçeleri olarak dün ve bugün öne çıkarılmaktadır. Tarihsel pratik ise açıkça tersini, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendine özgü çıkarların değil, düzeni koruma ve kollama görevinin aktörü olduğunu göstermektedir.

170. 1940-1945 yılları arasında Türkiye’de savaş ekonomisi uygulandı. Üretimde, dış ticarette düşüş ve daralmalar yaşandı. Bu yıllarda katı fiyat denetimiyle, düşük fiyatla tarım ürünlerine el koyma politikalarıyla, karaborsacılık, istifçilik ve nüfuz ticaretiyle, halk kitleleri ezilip yoksullaştırılarak ilkel sermaye birikimi gerçekleştirildi.

171. Savaş yıllarında ticaret burjuvazisi ve tarım burjuvazisi güçlendi. CHP iktidarı, savaş zenginlerinin İstanbullu ve gayrimüslim kesimlerini Varlık Vergisi ile, büyük toprak sahiplerini Toprak Mahsulleri Vergisi, Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile tedirgin etti. Bunların son ikisini gerçekleştiremediği noktada düzenin daha geri bir noktada tutunması ve restore edilmesi gündeme geldi.

172. 1946-1950 döneminde devletçilik hem ideolojik hem pratik planda kaldırıldı. CHP’nin iktidardaki son kurultayı olan 1947 yılındaki 7. Kurultayı DP iktidarından önce, 1932-39 dönemi devletçiliğinin sona erdiğini ilan etti.

173. Savaş sonrasında Türkiye ABD emperyalizminin yörüngesine girdi. Yeni dönemde artık bağımsız bir sanayileşme modeli olan devletçiliğe de yer yoktu. Sermaye palazlanmış, yabancı sermayenin Türkiye’ye geliş koşulları olgunlaşmıştı. Truman Doktrini ve Marshall Planı’yla sağlanan askeri ve ekonomik yardımlarla birlikte yabancı sermaye girişlerinin yolu açılmıştı. Yardımın siyasal gerekçelerinden biri Türkiye’nin bütünlüğünün “Ortadoğu’da düzenin kurulması” için gerekli olduğu, Yunanistan ve Türkiye’den birinin “kaybedilmesi” durumunda ötekinin “komünizm”e düşebileceği biçimindeydi. 1950’lerde Türkiye fabrika aşamasına ulaşmış, 1960’larda sanayi burjuvazisi ve modern proletarya iki karşıt toplumsal güç olarak toplumsal-siyasal gelişmelere yön vermeye başlamıştı.

174. DP Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefetten doğdu. Savaş döneminin halka ekonomik yoksullaşma, yokluk, şiddet ve baskı biçiminde dönen sonuçlarını, tek parti yönetiminin bürokratik, ceberrut yönetiminin biriktirdiği tepkileri arkasına alan DP’nin 1950’de iktidara gelmesi, Kemalistlerin iddia ettiği gibi “karşı devrim” değil, düzenin savaş sonrasında daha CHP iktidarı zamanında başlatılmış olan restorasyon sürecinin yeni bir aşamasıydı. Tüm muhalefet odaklarının üzerine şiddetle giden tek parti iktidarının yol verdiği tek muhalefetin, CHP’nin öteki yarısı Bayar-Menderes hareketi olması rastlantı değildi.

175. DP iktidarı buna rağmen ülkeyi kuruluştan beri yönetmekte olan iktidar blokunun çatlaması anlamına geliyordu. Kemalist geleneğin doğrudan temsilcisi “ikinci adam” İsmet İnönü’nün önderliğindeki CHP’nin seçim kaybetmesi, kırsal oyların yığınsal biçimde DP’ye gitmesi, DP yöneticilerinin oy için bugün Fethullah Gülen’in devamcısı olduğu Saidi Nursi hareketini ve öteki tarikatları meşrulaştırıp arkalamaları vb. ise sonunda burjuvazinin farklı fraksiyonlarının toplumsal ve siyasal zeminde ayrışmasını hazırladı.

176. 1952’de NATO’ya girilmesiyle Türkiye Soğuk Savaş’ta ABD ve emperyalizmin Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne yönelik sınır karakolu görevini üstlenmiş oldu.

177. DP iktidarını, aldığı oy desteğine bakarak bir “halk” ve “demokrasi” hareketi olarak değerlendirmek büyük bir yanılgıdır. Bu iktidar, hiçbir biçimde özgürlükçü değildi. İşçiye, topraksız köylüye, sola tutumuyla baskıcı, yasakçı ve gericiydi. DP iktidarı emperyalizme uşakça bağlı, daha iktidarının birinci yılında 1951 tevkifatıyla komünistlere, 1959’da 49’lar davasıyla Kürt aydınlarına saldıran, 6-7 Eylül 1955 provokasyon ve vandallığını örgütleyen, burjuvazinin en gerici kesimlerinin koalisyonuna dayanan, köylülüğü burjuvazinin hegemonyasına bağlayan bir iktidardı. DP, sanayi burjuvazinin yükselişte olduğu bir dönemde ticarete ve tarıma öncelik veren, izlediği kredi, dış ticaret siyasetleriyle devlet olanaklarını bu sınıflar lehine kullanan çizgisini sürdürdü. Bu çizginin, güçlenen sanayi burjuvazisinde hoşnutsuzluk yaratması kaçınılmazdı.

178. Dış ticarette daralma ve açıkların büyümesi, dış baskılar sonunda 4 Ağustos 1958’de devalüasyona gidildi. Dış ticaret denetimleri gevşetildi. Milli Korunma Kanunu uygulamaları durduruldu. Bu “istikrar” önlemleri 1961’e kadar uygulandı. Emek gelirlerinin düşürülmesi yönünde baskı ve rejim sarsıntıları yaratan bir operasyon olan devalüasyon Menderes hükümetini de ciddi biçimde sarstı.

179. 27 Mayıs, toplumsal desteğini Demokrat Parti iktidarına, bu iktidarın bir “milli irade” diktatörlüğü kurma, dinci gericiliği okşama, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma yönelişlerine karşı biriken hoşnutsuzluk ve öfkeden, işçi sınıfı ve kamu görevlileri başta olmak üzere, kentli sınıfların yaşam koşullarını kötüleştiren ekonomik politikalara tepkiden, sanayi burjuvazisinin hoşnutsuzluğundan, aktif öğrenci gençlik ve aydın muhalefetinden alan, emir komuta zinciri dışında başlamış bir askeri müdahaleydi. Bundan sonra NATO’cu generaller ordu içindeki 27 Mayıs türünden olağan ordu hiyerarşisini bozan çıkışları ve sol eğilimli girişimleri kuşatıp yok etmeyi başta gelen görevleri saydılar.

180. 1961 Anayasası “özüne dokunulamaz” temel hak ve özgürlükleriyle, “sosyal hak” kavramını metnine alması, devleti bu hakları gerçekleştirmekle görevlendirmesiyle, siyasal partileri demokratik düzenin vazgeçilmez unsurları arasında saymasıyla ve daha birçok düzenlemesiyle burjuva demokrat hükümler içeren bir anayasaydı. İkinci meclis Senato, Anayasa Mahkemesi, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği çoğunluk iktidarını ve diktasını sınırlayan, birbirini denetleyen düzeneklerdi. Yasaların tartışılarak, farklı kurullarca onaylanarak çıkarılması, sonra da Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya uygunluklarının denetlenmesi demokratik düzenlemelerdi. 1961 Anayasası solu ve sosyalizmi yasaklayan özel bir hüküm içermiyordu. Öte yandan, 1961 Anayasa’nın “kurucu asli iradesi”nin askerler olduğunu gösteren iki düzenlemesi MBK üyelerine “Tabii Senatör”lük verilmesi ve rejimin gerici-otoriter “üst” kurumu rolünü üstlenen Milli Güvenlik Kurulu’nun oluşturulmasıydı.

181. 1980’e kadar Türkiye’de “ithal ikameci”, aynı anlama gelmek üzere iç pazara yönelik sermaye birikim rejimi uygulandı. Sanayi sermayesi birikimin belirleyici alanı haline geldi. İşçi sınıfı toplum ve siyaset yaşamına güçlü biçimde ağırlığını koydu. Halk sınıfları temel hak ve özgürlüklerini en ileri düzeyde bu dönemde kullandılar.

182. 1960–1980 döneminde, dünyadaki ve Türkiye işçi sınıfı hareketindeki gelişmelere bağlı ve koşut olarak sol, sosyalist hareket de yükseldi; toplumsal çapta bir etki ve güce ulaştı. Türkiye solu yarattığı sosyalist aydınlanma hareketiyle, her türlü başkaldırı ve hak arayışı ile insanlığın toptan ve toplumsal kurtuluş hedefi arasındaki bağı kurup güçlendirmesiyle, halkların kardeşliğini eylemde mücadelede göstermesiyle, kendisi için ayrıcalıklar peşinde koşan uyruk bilinci yerine hakkını arayan, hak ve özgürlüklerini kullanan yurttaşlık bilincini öne çıkarmasıyla, antiemperyalist mücadele ve bilinci bilemesiyle, sömürünün, vurgunculuğun, tefeciliğin, her türlü baskı ve zulmün ayıp, hatta toplumsal suç sayıldığı bir toplumsal ahlâk anlayışını mayalandırmasıyla, toplum yaşamının bütün alanlarına siyasete, bilime, kültüre nitelik kazandırmasıyla Türkiye’ye ve Türkiye insanına önemli katkılar yaptı.

183. Emek, işçi sınıfı, bu dönemde, toplumsal yaşamın, sınıf mücadelesinin başat bir öğesi olarak öne çıktı. Sol hareket en çok tarihin bu döneminde işçi-emekçi sınıflarla bağlandı. Türkiye’de emekçilerin sendikal örgütlülüğü en çok bu dönemde gelişti. Emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları en çok bu dönemde iyileşti. Sendikalaşma hem bir yasal hak olarak, hem de fiilen “tüm çalışanları” içine alan bir pratik olarak bu dönemde yükseldi.

184. İşçi sınıfının yükselen mücadelesi belli bir noktadan sonra sermaye birikim rejiminin en önemli sorunu haline geldi. 1970’li yıllarda burjuvazi, artan işçi ücretlerinin ve işçi haklarının kendisi için taşınamaz bir yük haline geldiğinden, sermayenin uluslararası pazarda rekabet gücünü zayıflattığından, yabancı sermayenin Türkiye’ye gelişini engellediğinden söz etmeye başladı.

185. 15-16 Haziran 1970’de, Türkiye işçi sınıfı gelişmesini, birliğini, mücadele gücünü ortaya koyan büyük eylemiyle toplumsal muhalefetin başını çeken sınıf olduğunu dosta düşmana gösterdi.

186. 12 Mart 1971 askeri “muhtıra” ve müdahalesi, 15-16 Haziran büyük işçi kalkışmasına verilen ilk yanıttı. “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” saptamasından, anayasal hak ve özgürlüklerin Türkiye’ye “bol” geldiğinden hareket eden darbecilerin amacı, işçi sınıfı mücadele ve örgütlülüğünü, sosyalist hareketi geriletmek, temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak, yürütmeyi ve devleti güçlendirmekti. Teşhiste ve çözümde iktidardaki Demirel’le onu indiren generaller ve kurulan güdümlü hükümetler arasında hiçbir temel fark yoktu.

187. 12 Mart darbesi, sol için bir gerileme hatta yenilgi oldu. Ama toplumun solu algılamasında olumsuz bir gelişmeye yol açmadı. Halk kitlelerinin sola olan ilgi ve sempatisinin 12 Mart’tan sonra eksilmeden sürmesi, esas olarak 1971 devrimcilerinin özverili direnişlerine borçlu olduğumuz bir sonuçtur. Orgeneral Memduh Tağmaç önderliğinde gerçekleştirilen darbe solun THKP-C, THKO, TKP/ML gibi silahlı devrimci örgütlenmelerine ciddi darbeler vurdu; önderlerini katletti. 12 Mart ücretleri gerileten, taban tarım fiyatlarındaki artışı durduran uygulamalarına, anayasanın kimi maddelerini değiştirmesine rağmen müdahale gerekçesi olan nedenleri ortadan kaldıramadı. Solu sindiremedi.

188. 12 Mart’ın en önemli başarısı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde gerçekleştirdiği iç darbedir. 12 Mart ordu içindeki solcu ve halkçı eğilimleri tasfiye ederek 12 Eylül’ün en önemli koşullarından birini yerine getirdi.

189. 12 Mart’ta başlananı 12 Eylül tamamladı. Tekelci sermaye ve Türkiye gericiliği işçi sınıfı ve sosyalist harekete tepkisini üniformalı sermaye eliyle ortaya koydu. Yönetenler, sol hareketin oluşturduğu gerçek “tehdit” ve meydan okumanın ötesinde derin bir sınıf korkusuyla karşı-devrimci şiddete, teröre başvurdular. 12 Eylül’ün hedefi, solu, işçi-emekçi hareketini ezmek, dağıtmak, tutunduğu bütün alanlardan sökmek, öncü kadrolarını imha etmek, solun Türkiye’ye kattıklarını bütün izleriyle toplumsal yaşamdan, yalnızca toplumsal yaşamdan da değil, toplumsal bellekten silmekti.

190. 12 Eylül, sermayenin merkezileşmesinin, yoğunlaşmasının, tekelleşmesinin yeni bir aşaması oldu. “İthal ikameci” denilen sermaye birikim modelinden “ihracata yönelik sanayileşme”ye geçişle, Türkiye “pazar”ı “dışarıya” açılırken Türkiye kökenli tekelci sermaye de dışa açıldı. 12 Eylül, Türkiye tekelci sermayesinin ve emperyalizmin yeni gereksinmelerini karşılayacak, Türkiye’nin emperyalist hiyerarşide basamak atlamasını sağlayacak bir program uyguladı.

191. Bir sınıftan alınmadan başkasına verilemiyor. Darbeden önce hazırlanan, ancak darbeden sonra, özellikle de Özal hükümeti tarafından “geliştirilerek” uygulamaya konulan “24 Ocak kararları”yla Türkiye’de, emekten sermayeye, küçük ve orta sermayeden büyük ve tekelci sermayeye büyük gelir transferleri gerçekleştirildi. 34

192. 1978/79 ile 1984 arasında, sınai üretimde %23’e, emek verimliliğinde % 18’e yaklaşan artışların gerçekleştiği bir zaman aralığında, imalat sanayi anket ve sayımlarına göre reel ücretler % 26,6 oranında geriledi. Tarım gelirleri, tarımdaki küçük üretici köylü gelirleri azaldı. 12 Eylül emekçilere yalnız siyasal değil, aynı zamanda ekonomik şiddet uyguladı.12 Eylül 1980’de “ihracata yönelik” birikim modeli olarak sunulan, emperyalist merkezler, IMF ve DB eliyle sürekliliği ve denetimi sağlanan bir strateji çerçevesinde “yapısal uyum” programları uygulandı.

193. 12 Eylül, kendisiyle 2002 AKP iktidarı arasındaki kısa yolu üç temel üzerinde inşa etti. Bir: Egemenlerin, burjuva fraksiyonların toplumsal ekonomik programını tekleştirdi. İki: Kendisinden öncesiyle sonrası arasına, önceki kuşaklarla sonrakiler arasına fiziki şiddet, terör ve ideolojik bombardımanla yüksek duvarlar ördü. Üç:12 Eylül, Kemalizmi dilinden düşürmeyen generaller eliyle, Türkiye’ye yüksek dozda dinci ve ırkçı gericilik aşısı yaptı. 12 Eylül, yalnız önleyici ve karşıdevrimci bir darbe değil, emperyalizmin kuklası generallerin kanlı eliyle şiddet eşliğinde uygulamaya konulan büyük ve gerici bir transformasyon hareketidir.

194. 12 Eylül’le ilerici damarları kesilen, tarihsel olarak oluşmuş sınıfsal ve siyasal dengeleri alt üst edilen Türkiye’de emperyalizme eklemlenme yönelişinin ve siyasal gericiliğin bu ölçüde derinleşip kökleşmesinin önemli iki “dış” nedeni ise 1980’lerle birlikte emperyalizmin yöneldiği yeni ekonomi/siyaset stratejisi ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesidir.

Kaynak: Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.