MAR notu: 1) Burjuva devrimlerini 1848 devrimlerinin öncesindeki devrimler ile sonrasındaki “geç” burjuva devrimler olarak ayırmak gerekmektedir. 1848 burjuva devrimlerinden önceki devrimlerde burjuvazinin, “eski rejimin” üst-yapısal öğelerini yıkmak ve dönüştürmek için halk kitlelerinin devrimci enerjisini ve gücünü kullandığı, devrim süreçlerinde bu enerjiye kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalıştığı gözlenir. 1870’ten sonra Prusya’daki “tepeden devrim”de ya da Türkiye burjuva devriminde ise, Türkiye için Kurtuluş Savaşı’nda halkın katılımı dışında, halk kitlelerinin hareketlenmesi gözlenmez. Burjuvazi geç yaşanan devrimlerde, emekçi halkın ve işçi sınıfının devrimci süreçlere katılımından ve bağımsızca kendi taleplerini savunmasından korkmuş, ilerici reformları zamana yayılmış şekilde “tepeden” uygulamaya koymuştur. Burjuva devrimlerine, sosyalist devrime de bir sıfat olarak eklenmemesi gereken “demokratik” sıfatını yakıştırmanın, nesnel bir kriteri yoktur. “Demokratik devrim”, geçmişte Türkiye solunun geliştirdiği bir garip ve bilim-dışı kavramdır. Devrimler, sınıf iktidarlarıyla tanımlanır/tanımlanmalıdır. Burjuva devrimlerinde kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı kurulurken, sosyalist devrimde, siyasal ve toplumsal iktidar işçi sınıfına geçer. 2) 1960’ların sonunda Türkiye solunda filizlenen “devrimci-demokrat” politik çizgiler, bu dönemde ülke ve dünya nesnelliğini, işçi sınıfının gelişim düzeyini Marksist/bilimsel analizle kavrayamamanın getirdiği bir tür “çocukluk hastalığı”dır. Parlamenterizm nasıl ki bir reformizm türü olarak reddedilmelidir, Marksizm’den teorik kalkış almayan ve her yeni konjonktürde Marksist analize yaslanmayan bir “devrimciliğin” de varabileceği bir hedef yoktur. Türkiye’de 1960’larda olduğu gibi, bugün de sosyalist devrim gündemdedir ve günceldir. İşçi sınıfı dışında devrimci kapasitesi olan bir sınıf olmadığı gibi öncü komünist parti dışında herhangi bir başka örgütsel formun sosyalist devrime öncülük yapması mümkün değildir.
Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler'den bir bölüm olan "Türkiye Tezleri"ni üzerinde tartışılması için hatırlatmak istiyoruz.
1.
Osmanlı İmparatorluğu
118. Kuruluşundan
yıkılışına, Osmanlı toplum düzeninin, üretim ilişkilerinin nasıl tanımlanacağı
ve çözümleneceği başlı başına çetin ve tartışmalı bir konudur. En başta, 700
yıllık bir tarih dilimini ve çok büyük bir coğrafyayı içine alan Osmanlı
İmparatorluğu’nun bütün dönemlerini ve parçalarını tek bir birim olarak ele
almak, tek bir kavram altında tanımlamak olanaklı değildir. Çokuluslu
imparatorluk, farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplumsal bileşenlerden oluşmuştur.
Bunun en açık kanıtı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yalnızca Türkiye
Cumhuriyeti’nin değil, çok sayıda devletin doğmuş olmasıdır. Bu aynı zamanda
Osmanlı devletinin yalnızca bir Türk devleti olmadığının da kanıtıdır.
119. Osmanlı
İmparatorluğu’nun ne olduğu ve ne olmadığı sorununa her şeyi yanıtlayan bir
“büyük” teori ile değil, diyalektik bir süreç çözümlemesiyle yaklaşılması
gerekiyor. Tüm dönem imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu da, ulus
devletlerin doğmadığı kapitalizm öncesi bir coğrafyada, yerel/bölgesel
oluşumları dönüştürmeden, hatta gelişmelerini yavaşlatarak bir arada tutan bir
üst örgütlenmeydi.
120. Üretim biçimleri
arasındaki ilişki, sonradan egemen olanın ötekileri çözmesi ve kendine
benzetmesi türünden tek yanlı bir ilişki değildir. Son çözümlemede yeni üretim
biçimi egemen olmakta, bütün ilişkilere rengini vermektedir. Ancak, üretim
biçimleri, tarihsel olarak belirlenmiş somut bir toplumsal formasyonda
birbirlerine eklemlenerek ve birbirlerini etkileyerek var olabilmektedirler.
121. Doğu”, “Batı”, “ATÜT”
ve “feodalite” kavramları, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezinde bulunduğu
coğrafya esas alındığında son derece göreli ve geçişçi anlamlar kazanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu bir yanıyla bir Asya toplumu ve Doğu despotizmi olmakla birlikte,
aynı zamanda Batı’nın Doğu’ya uzanmış kolunun Bizans’ın mirasçısı, dolayısıyla
Batı’nın parçasıdır.
122. Selçuklu ve Osmanlı
devletlerinin kuruluşundan, Türklerin Anadolu’ya çıkışlarından önceki tarih ele
alındığında, son 2500 yılın en az üçte birinde bu topraklar Avrupa’nın etkisi
ve denetimi altında kaldı. Avrupa uygarlığının temelleri Yunan ve Roma
kanalıyla atıldı. Arap ve Bizans uygarlıkları, birlikte ve etkileşim içinde
Osmanlı ve Anadolu toplumlarının ideolojik-kültürel oluşumuna renk ve özelliklerini
kattılar. Sonuç olarak, Osmanlı toplumu Doğu-Batı uygarlık ve kültürleriyle en
başından ve aynı anda yüz yüze geldi. Bir üst sentez oluşturduğu söylenemez; bu
iki uygarlık kaynağından derin biçimde etkilendiği ise kesindir.
123. Roma hukukunun ve özel
mülkiyetin varlığını sürdürdüğü Bizans İmparatorluğu, ademi merkeziyetçi feodal
eğilimler karşısında merkezi ve merkeziyetçi bir düzen kurabilmek için “doğu
despotizmi” modelinden yararlanmış, böylece feodal üretim tarzının oluşmasını
engellemiş, Batı Avrupa’nın üstünlüğüyle sonuçlanan sürece katkı yapmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu bu çerçevede, coğrafi alanına giren feodal öncesi
öğelerin doğrudan etkisi altında oluşmuş, bu oluşum döneminde Asya tipi öğeler
ağır basmış, arkasından feodal eğilimler öne çıkmaya başlamıştır. 17. yüzyılda,
“ayanlar”da birikmeye başlayan bölgesel gücün 1808’de hükümdarla Sened-i
İttifak imzalaması doğmakta olan feodalizmin önemli hamlesiydi. Ancak,
ayanların siyasal güçleri kısa zamanda silindi. Merkezi yapı ve bürokrasi
feodalizm yönündeki gelişmeyi yavaşlattı.
124. Osmanlı düzeninin en az
nüfuz ettiği coğrafya Kürdistan oldu. Osmanlı Tımar düzeninin geçerlilik
kazanamadığı tek yöre burasıydı. Osmanlı, bölgedeki iktidarını babadan oğula
geçen bir tür valilikle Kürt beyleri üzerinden yürütürken, Kürt aşiret
yapılarını olduğu gibi bıraktı. Kürdistan’da feodal ilişkilerin oluşmasının ve
Kürt feodalitesinin bugünlere ulaşan direngenliğinin tarihsel nedeni budur.
125. II. Mahmut’tan sonra
getirilen vergi reformuyla Kürt aşiret beylerinin gücü arttı. Aynı reform,
Ermeni köylüsünü Osmanlıya vergiyle birlikte, bir de Kürt beylerine haraç
ödemek zorunda bıraktı. Artı-ürünlerine iki kez el konulması Ermenilerin yaşam
koşullarını ciddi biçimde kötüleştirdi ve küçük-burjuva devrimci örgütlerin
(Taşnak ve Hınçak) başlattığı ayaklanmalara (1893-1896) katılmalarında etken
oldu. “Ermeni sorunu”nun arka planında da bu tarihsel olgu bulunuyor.
Ermenileri Osmanlıya muhalefete iten koşulları yaratanların, 1915’te yüz
binlerce Ermeni insanını katletmeleri ise, “hem suçlu, hem güçlü” tutumunun
tipik örneğidir.
126. Osmanlı
İmparatorluğu’nda üstün ve egemen mülkiyet türü devlet mülkiyetiydi. Tımar
topraklarında da hem çıplak mülkiyet, hem mülkiyet hakkının tüm fiili sonuçları
devlet denetimindeydi ve bu ikisi bütün toprakların yüzde 88’ini içine
alıyordu. Reaya, kullanma (intifa) ve kullandığı toprağı miras bırakma hakkına
sahipti. Artı-ürünü devlete vermek, devlet hizmetlerine katılmakla yükümlüydü.
Tımar denilen, mal ve insan kaynakları sayılı, gelirleri belirlenmiş toprak
parçası, devletin atadığı kişi ya da kişilere (sipahi) verilirdi. Sipahi
talandan pay alarak, kaynak ve insanlar üzerinden vergi toplayarak rant elde
eder, buna karşılık orduya elde ettiği gelirlere oranlı donatılmış savaşçılar
sağlardı. Sipahilerin ayrıcalıkları babadan oğula geçerdi; ancak bu mutlak
değildi. Ayrıcalık görevin sürmesine bağlıydı. Merkezi denetim ve müdahaleler,
sipahinin tımarından vazgeçme hakkı, orduya yeterli askeri vermeyenlerin açığa
alınması, tımarların durmadan sahip değiştirmesine yol açmış, sipahiler
aristokrat bir sınıf konumuna ulaşamamışlardır.
127. İmparatorluğun
yayıldığı alanın en büyük bölümünde devletin üstün mülkiyeti geçerli olmakla
birlikte, Rumeli’de, Mısır ve Mezepotamya gibi uzak eyaletlerde, daha önceki
işgallerin prekapitalist ilişkileri geliştirdiği Ege adaları gibi bölgelerde,
“arpalıklar”, “yurd”lar, “ocaklık”lar, “malikane-divani”ler, “eşkincülü
tımar”lar olarak adlandırılan çeşitli karma ve saf özel mülkiyet biçimlerine
rastlanmaktadır.
128. Giderek genişleyen
topraklarda üretilen artı ürünün bir bölümüne el konularak merkeze aktarılması
Osmanlı İmparatorluğunun büyüme döneminin temel ekonomik düzeneğiydi. Merkeze
aktarılan payın küçülmesi de çözülme zeminini döşeyen etkenlerden biri oldu.
129. Osmanlı devleti bir
imparatorluk formasyonuydu ve tüm imparatorluklar gibi fetihçiydi.
İmparatorluğun büyümesi ve zenginleşmesi, yeni toprakların ele geçirilmesiyle,
bu topraklardaki artı ürünün bir bölümünün merkeze aktarılmasıyla gerçekleşiyordu.
Devletin koruyucusu, fethin sürdürücüsü olan silahlı kuvvetler, padişaha kulluk
bağıyla bağlı hassa ordusu ile varlığı ve geleceği fethin fetihle finanse
edilmesine bağlı sipahilerden oluşmaktaydı. Sistem fethin sürekliliği üzerine
kurulmuştu. Sonuncu savaşta elde edilenin bu savaş için harcanana eşit ya da
daha az hale geldiği noktada fethi sürdürmenin nesnel temeli ortadan kalktı.
130. Büyüme ve
zenginleşmenin bir başka önemli kaynağı, Batı-Doğu ticaret yolundan elde edilen
gelirlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişinin koşullarından birini
oluşturan Ortadoğu ticaret tekeli, Batı’da feodalizm içinde gelişmekte olan
ticaret sermayesi tarafından kırıldı. Kapitalizm dünya ticaretinin yolunu ve
merkezini değiştirdi. Onaltıncı yüzyıl sonlarında büyük Doğu ticareti Atlantik
Okyanusu’na kaydı. Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa merkezli kapitalist dünya
pazarına bağlandı.
131. Ticaret yollarının
değişmesi, fetihleri sürdürmenin “ekonomik” ve askeri maliyetinin “optimum”
eşiği aşması, geniş Osmanlı topraklarından çekilen artı-ürün miktarının oran ve
miktar olarak azalması Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çözülüş sürecinin
nedenleridir. Uluslararası ticaret tekel ve ayrıcalığının yitirilmesi, ticaret
yollarının uzaklaşması, gelirlerde azalmayla birlikte fetih ve silahlanma
giderlerinin artmasına yol açtı. Uluslararası ticaretin gelişmesinin önemli
sonuçlarından biri, toplam üretimin merkezi devletin denetimi altındaki dolaşım
ağından geçen bölümünün küçülmesi oldu.
132. Özetlenen süreç,
Osmanlı İmparatorluğu’na egemen olan kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerini
çözen dinamikleri de harekete geçirmiştir. Yüzyıllara yayılan bir süreç içinde
uluslararası ticarete aracılık eden tüccarların elinde servet birikmiş, bir tür
vergi taşeronluğu uygulaması olan iltizam sistemi ile devletle doğrudan
üreticinin arasına giren ve artı ürünün giderek daha çok bölümüne el koyan
mültezimler zenginleşmiş, özel mülkiyetin habercisi olan tefeci sermaye
oluşmuştur.
133. Ondokuzuncu yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Osmanlı toplumunda sermaye birikmeye, kapitalist
ilişkiler mayalanmaya, Selanik, Ege, Akdeniz, Şam, Halep vb. yörelerde farklı
üretim birimlerini birbirine bağlayan meta üretimi oluşup yayılmaya başladı.
Osmanlı, sanayi devrimini yaşamakta olan Batı Avrupa ekonomisiyle bütünleşme
sürecine girdi.
134. 1838’de İngiltere ile
imzalanan ticaret anlaşması Osmanlı’nın dünya pazarına bağlanmasında önemli bir
adım oldu. Tanzimat Fermanı (1839) gayrimüslim ve yabancıların varlıklarının
müsaderesine sınırlar getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez özel
mülkiyeti korudu. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile belli sınırlamalarla da
olsa toprakta özel mülkiyet hakkı tanındı.
135. Batıcılık ve
modernizasyon akımını bu gelişmelerden ayrı düşünmek olanaksızdır. “Çağdaş
uygarlık düzeyi”ne ulaşma hedefi, o günden bugüne, Türk burjuvazisinin
değişmeyen ve kapitalistleşmekten, emperyalizmle bütünleşmekten başka bir
anlama 26 gelmeyen ortak yoludur. Bunların olduğu yerde burjuva devrimciliğinin
doğması kaçınılmazdı.
136. Osmanlı devletinde dini
hukukun egemenliği esas olmakla birlikte, hükümdarın iradesiyle konulan yasa ve
kurallardan oluşan siyasal ve yönetsel dünyevi bir hukuk da vardı. “Din ve
Devlet”, “Şeriat ve Kanun” terimleri bu ikiliği yansıtıyordu. Osmanlı hukuk
düzeninin tümüyle şeriat kurallarına dayandırılması 16. yüzyıldan sonradır.
137. Osmanlı İmparatorluğu
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kendi toprakları üzerinde egemenliğini
yitirmiş, bağımsız devlet işlev ve yetkilerinin bir bölümünü emperyalist
ülkelere devretmiş, emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmiş bir ülkeydi.
2.
Burjuva Devrimciliği ve Türkiye Cumhuriyeti
138. 1640 İngiliz,
bağımsızlık yanı ağır basan 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerini
“demokratik devrim” yapan en önemli olgu, emekçi sınıfların bu hareketlere
“aşağıdan” verdiği destekti. Bu devrimler, feodal mutlakçı devletleri devirerek
burjuva ulus-devleti oluşturdular; kapitalizmin gelişmesinin önündeki hukuksal
engelleri kaldırdılar; tarımda kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye ederek
üretim araçlarından yoksun “özgür” emekçinin, proletaryanın oluşumunu
hızlandırdılar.
139. Almanya, Avusturya,
İtalya, Rusya ve Osmanlı vb. toplumlar burjuva dönüşümleri geç ve farklı
yaşadılar. “Erken” ve “geç” arasındaki bıçak keskinliğindeki çizgiyi 1848
Avrupa devrimleri çekti. 1848’den sonraki hiçbir burjuva devrim, “aşağıdan” ve
“demokratik” olmadı. Birçoğu, ani ve hızlı sınıfsal iktidar değişikliği
anlamında siyasal devrim de değildi. Örneğin kapitalist ilişkilerin “Prusya
tipi” geliştiği, 1848 emekçi barikatlarından ürken burjuvazinin eski düzenin
egemen sınıflarıyla uzlaştığı Almanya’da 1870’de “devrim” olmadan Alman birliği
kuruldu. Devletten topluma doğru burjuvalaşma süreci yaşandı. Almanya
deneyimini Marx ve Engels, bu nedenle “yukarıdan devrim” olarak nitelediler.
140. Jön Türk, İttihat ve
Terakki hareketleri Osmanlı döneminin burjuva hareketleridir. 1908 bir burjuva
devrimi denemesiydi. Mustafa Kemal, aktif ve önde olmasa da İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin üyesiydi. Kurtuluş savaşının kadroları çok önemli ölçüde Ittihat
ve Terakki’den devşirildi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı paşaları
Osmanlı İmparatorluğu’nun burjuva devlete dönüşümündeki sürekliliğin canlı
temsilcileri oldular.
141. Batı’da feodalizmin
içinden çıkan mutlakçı monarşiler burjuva ulus-devletlere ebelik ettiler.
Burjuva devrimleri bu monarşileri devirerek kapitalizmin önünü açtı. Abdülhamit
despotizmine karşı “hürriyet” bayrağını kaldıranlar kapitalist gelişmişlik
açısından geri ve tarihsel bakımdan geç kalmış bir coğrafyadaki burjuva devrimciliğinin
temsilcileriydiler. Öteki geç burjuva devrimlerini idealize etmeden Osmanlı’dan
TC’ye geçişi kopuşsuz düz bir çizgi, Türkiye ulus-devletinin, cumhuriyetin
kuruluşunu Osmanlı paşalarının yaptığı bir hükümet darbesi, tek yeniliği de
padişahlığın kaldırılması olarak nitelemek olanaksızdır.
142. 1920’lerde Türkiye’de
gerçekleşen “yukarıdan” bir burjuva devrimidir. Marksist tanımla “burjuva
demokratik devrim” değildir. Halk hareketine dayanmadığı için devrimciliği
sınırlı kalan, kapitalizm öncesi sınıflarla bağlaşıklığı nedeniyle toprak
sorununu çözemeyen, burjuva demokratik parlamenter bir rejim kuramayan güdük
bir burjuva devrimi.
143. Bu devrim, öteki
“yukarıdan” burjuva devrimleri gibi yalnızca tarihsel olarak “geç” kalmış
değil, emperyalizm çağına kalmış bir devrimdi. Emperyalist dönemin geç kalmış
burjuva sınıfı kapitalizm-öncesi ilişkileri devrimci/köktenci biçimde çözmek
yerine bunların kapitalizme eklemlenerek yaşamasını, evrimci yoldan çözülmesini
yeğlediğinden, kapitalizm öncesi sınıflar kapitalizme ortak edilmişlerdir.
Türkiye burjuva devriminin geriliğinin ve güdüklüğünün önemli nedenlerinden
biri budur.
144. Birinci Dünya
Savaşı’nda üstün gelen emperyalist devletlerin paylaşma ve işgaline karşı
siyasal bağımsızlık mücadelesi ve Ekim Devrimi’nin emperyalistleri Türkiye’yi
bölüşmekten caydıran etkisi Türk burjuva devriminin iki önemli dayanağı
oldular.
145. Kemalistler, ulusal
kurtuluş mücadelesinin temel toplumsal sınıflardan bağımsız, sivilasker ulusal
kadro ve güçlerin önderliğinde yürütülen ulusal demokratik bir devrim olduğunu,
sonunda da “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir toplum ve devlet kurulduğunu
iddia ederler.
146. Resmi ve Kemalist tarih
görüşüne tepkiden ve Kürt hareketinin Kemalizme eleştirilerinden beslenen,
ademi merkeziyetçi, sivil toplumcu bir dünya görüşünü benimseyen liberaller ve
sol liberaller ise, cumhuriyetin Osmanlı devletinin merkezi, despotik
geleneğinin kesintisiz devamı olduğunu, bu sürekliliğin sivil toplumun
oluşmasını, böylelikle de demokrasinin gelişmesini önlediğini savunurlar. Bu
yaklaşımda toplumdaki tüm kötülüklerden sorumlu sınıfsal özü belirsiz soyut bir
devlet ve onun karşısında da, yine içinde sınıfsal ayrışma ve mücadele olmayan
“demokratik” bir sivil toplum vardır. Bu görüşe göre cumhuriyet, devleti
kurtarmak isteyen Osmanlı bürokrasisinin son sığınağıdır. Bu iki yaklaşımın
ortak yanı, devleti ve burjuva dönüşüm sürecini sınıflar dışı ve sınıflar üstü
görmesidir.
147. Dağılan ve paylaşım
nesnesi haline gelen yarı-sömürge, pre-kapitalist, teokratik Osmanlı
İmparatorluğu’nun yerine Misak-ı Milli olarak tanımlanan bir coğrafya üzerinde,
siyasal olarak bağımsız bir burjuva ulus devlet kurulmuştur. Bu, tarihsel
açıdan ileri bir adım olan tipik bir geç kalmış burjuva devrimidir. Hilafetin
kaldırılması, laiklik, eğitimin birliği ve sekülerleşmesi, yeni Medeni Kanun,
kadınlara hukuksal eşitlik tanınması vb. bu dönüşümün bir kopuş olduğunun
hiçbiri sıradan olmayan kanıtlarıdır. Ticaret, sözleşme, mülkiyet ve miras
haklarının yasal güvenceye kavuşturulması, devletin sermaye birikiminin ana
aktörü olarak işlevlendirilmesi ve daha bir dizi önlem cumhuriyetin
kapitalizmin önündeki engelleri temizleyen bir burjuva devrimi olduğunun
yadsınamaz göstergeleridir.
148. Ulusal kurtuluş
savaşına önderlik eden Kemalist hareketi devrimci-demokrat, antiemperyalist ya
da kimilerinin zaman zaman yapmaya çalıştığı gibi anti-kapitalist bir yönelim
olarak değerlendiren savlar temelsizdir.
149. Kemalizmin
emperyalizmle uzlaşmacı karakterini, kapitalist yolu tercih etmesini, komünizm
karşıtlığını “kanıtlayarak” Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan dönüşümün burjuva
devrimi olmadığını kanıtlamaya kalkışmak ise metreyle sıcaklık ölçmeye kalkmak
türünden bir saçmalıktır.
150. Ulusal/burjuva devrim
anti-sömürgeci bir devrimdi. 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimin Türkiye’ye
sıçrama olasılığı karşısında emperyalistler Türkiye’yi bölme/bölüşme
siyasetlerini değiştirmek zorunda kaldılar. İngilizler ve Fransızlar 1919-1921
arasında Anadolu’nun bolşevikleştirilmesini çok yakın bir tehlike olarak görüyorlardı.
Bu tehlikeyi savuşturmak üzere Kemalist iktidarla uzlaşma yolunu seçtiler.
Temel hedefi bağımsız ulusal/burjuva devlet olan ve bu hedef için savaşma gücü
göstererek direnen Kemalist önderlik bu uzlaşma için kendisinden istenenleri
yerine getirdi: 21 Kasım 1922’de Lozan Konferansı başladı. 4 Şubat 1923’te
konferansa 2,5 aylık bir ara verildi ve bu arada, 17 Şubat 1923’te Türkiye’de
İzmir İktisat Kongresi toplandı. İzmir İktisat Kongresi, emperyalistlerin
istediği temel güvencelerin tümünü verdi: Türkiye kapitalist Batı kampında
kalacaktır! Kapitülasyonlar kaldırılacak ancak Osmanlı borçları ödenecektir;
karşılıksız kamulaştırma ve yabancı sermaye düşmanlığı yapılmayacaktır!
151. Bu süreçten çıkarılacak
sonuçlar net ve açıktır. Bir: Kurtuluş hareketi emperyalist işgale, en azından
emperyalistlerin desteklediği bir işgale karşı siyasal bağımsızlık hedefiyle
yürütüldüğü ve sonunda bağımsız bir ulus-devlet kurulduğu için, hem nesnel hem
öznel olarak anti-sömürgecidir. Yarı-sömürge Osmanlı İmparatorluğu yerine
kurulan Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin istediği bir sonuç değildi; daha
büyük bir tehlike karşısında kabul etmek zorunda kaldıkları bir çözümdü. Ulusal
mücadele emperyalist güçlere karşı verildi. İki: Kemalist hareket üniter
devletin varlığını korumak anlamında bağımsızlıkçı olmakla birlikte, programı,
ideolojisi ve yürüttüğü siyasetle hiçbir zaman antiemperyalist olmamıştır.
Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Yarı-sömürge devlet yerine siyasal olarak
bağımsız bir devlet hedeflemek tek başına antiemperyalist bir tutum olarak
nitelenemez. Tekelci, sömürücü, yayılmacı ve militarist bir sistem olan
emperyalist/kapitalizme karşı olunmadan antiemperyalist olunamaz.
152. 1920’ler Türkiye’sinin
sınıfsal kompozisyonu şöyle özetlenebilir: Rumeli’de, İstanbul’da ve Batı
Anadolu’da oluşum ve gelişim halindeki ticaret burjuvazisi, kırda küçük üretici
köylü, kentlerde zanaatkârlar, Osmanlı devlet aparatının büyük küçük, asker
sivil görevlileri, aşiret reisi ve dinsel önder konumundaki büyük toprak sahipleri,
topraksız yoksul köylüler ve İstanbul’da kümelenmiş küçük proletarya çekirdeği.
Proletarya ve yoksul köylülük, birincisinin maddi, ikincinin sınıfsal
zayıflığı/örgütsüzlüğü nedeniyle ulusal mücadele ve iktidar kavgasının tarafı
olamadılar.
153. Aşağı yukarı bütün
sınıf ve katmanlar kendi içlerinde ayrışarak, saflaşarak mücadelenin yanında ya
da karşısında yer aldılar. İstanbul’daki ticaret burjuvazisi uzun zaman
emperyalist işgalcilerin yanında yer aldı; Anadolu’da büyük toprak sahiplerinin
ve tüccarların içinden de ulusal mücadeleye aktif katılanların, destek
verenlerin yanı sıra İstanbul’daki hükümdarla işbirliği içinde ulusal güçlere
karşı isyan örgütleyenler çıktı… Çetelerden, düzenli orduya gerilla ve
askerler, baştaki isteksizlik ve edilginliklerine rağmen ağırlıklı olarak
köylülerden oluştu.
154. Ulusal mücadelenin
güçleri esas olarak siyasal bir eksen ve etkinlik üzerinden bir araya
getirilmiştir. Erken siyasallaşan sermaye sınıfı, maddi varlığının ötesinde bir
önderlik ve birleştiricilik kapasitesi göstermiştir.
155. Mücadelenin önderliği,
sınıfsal köken tartışmaları bir yana, ideolojik-siyasal çizgisinin içeriğiyle
tastamam burjuva niteliktedir. Böyle bakıldığında tablo netleşmektedir.
Mücadelenin, Kuvayı Milliye müfrezelerinden, Müdafayı Hukuk Cemiyetlerinden,
gerilla gruplarından, Türk ve Kürt büyük toprak sahiplerinden, aşiret
reislerinden, aydınlardan oluşan geniş cephesi Mustafa Kemal’in yürüttüğü
karmaşık ve pragmatik siyasal uzlaşma ve taktiklerle örülmüştür. Kürtlerle,
İslamcılarla ve hatta başlangıçta Türkiye’deki Bolşevizm yandaşlarıyla kurulan
ittifaklar bu cepheyi oluşturmanın siyasal kaldıraçlarıydı.
156. Ulusal mücadelenin yeni
ulus devlet iktidarına dönüştüğü süreçte Mustafa Kemal ve arkadaşları bu
güçleri parçalayarak ve hepsini şiddet yöntemleriyle tasfiye ederek iktidar
blokunun dışına ittiler. Önce Bolşevik eğilim, Lozan Konferansı’ndan sonra
Kürtler ve halifeliğin kaldırılmasıyla da İslamcılar tasfiye edildiler.
157. Ekim Devrimi’nin
yaydığı bolşevikleşme dalgası yalnız emperyalistlerle Türk ulusçularının
uzlaşma zeminini yaratmadı. Kuzey’den gelen “tehlike” karşısında Kemalist
burjuvazi en başından antikomünizm silahına sarıldı. Mustafa Kemal ve öteki
paşalar, Ekim Devrimi’ne ve komünizme en başından ve sınıfsal nedenlerle karşıydılar.
158. Düzen için komünizmin
gerçek bir tehdide dönüşmesiyle birlikte, Rusya ile Fransa ve İngiltere
arasındaki çelişkilere dayanan ve son döneminde Osmanlı'nın varlığını
sürdürmesine olanak veren denge politikası geleneği, cumhuriyetin kurulmasından
Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar olan dönemde emperyalist-kapitalist
sistemle Sovyetler Birliği arasındaki çelişki üzerinden yeniden üretilip
sürdürüldü.
159. Komünist hareketin
gücü, ülkedeki işçi hareketinden ve bu temelde örgütlenmiş bir partinin
varlığından gelmiyordu. Büyük Ekim devriminin ve Bolşevizmin yüksek prestijinin
yaydığı etkiler, Türkiye toplumunda komünist düşüncelere açık genişçe bir alıcı
kitle yaratmıştı. Çerkez Ethem komutasındaki Yeşil Ordu, TBMM' deki Türkiye
Halk İştirakuyun Fırkası (THİF) ve TKP, alternatif bir cephe oluşturacak
potansiyel taşıyorlardı. Yeşil Ordu Yunanlılarla savaşta önemli yararlılıklar
göstermiş, halk desteğine sahip bir orduydu. THİF liderini Mustafa Kemal'in
muhalefetine rağmen İçişleri Bakanı seçtirecek kadar güçlü meclis grubuna sahip
bir partiydi; TKP komünist birikim ve kolları birleştirerek toparlanmış,
Komintern'in desteğine sahip bir örgüttü. Mustafa Kemal ve arkadaşları üçlü
gücün bloklaşmasının güçlü bir olasılık olduğunu gördüler ve bu tehlikeyi
ortadan kaldırmak için, iyi düşünülmüş bir planı hiç zaman yitirmeden yürürlüğe
koydular. 1921 başında, bir ay kadar kısa bir zamanda bu üç gücü de ortadan
kaldırdılar. 6 Ocak'ta Yeşil Ordu dağıtıldı; 28 Ocak'ta Mustafa Suphi ve 14
yoldaşı Karadeniz'de boğduruldu. Aynı gün TBMM' deki THİF mensupları
tutuklandılar.
160. 1924 ile 1938 yılları
arasında 16 Kürt isyanı çıktı. Aşiret ve din ileri gelenlerinin önderlik
ettiği, yer yer emperyalistlerce de körüklenen bu isyanların kanla
bastırılması, askeri harekâtların Kürt halkının varlığını inkâr eden bir
siyasetin devamı olması, Cumhuriyetin kuruluşuna katılan Kürtler ile kardeşlik
ilişkisine ciddi zararlar verdi.
161. Türk burjuvazisi, Türk
milliyetçiliğini Kürtlerin inkârı ve onlardan bir düşman ulus yaratma temelinde
geliştirdi. Türklerin Orta Asya’dan çıkarak dünyanın farklı yerlerine uygarlık
taşıdıklarına dayanan Türk Tarih Tezi ve Türkçenin Orta Asya’da konuşulan bütün
dillerin temeli olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi en azından bir dönem Türk
milliyetçiliğinin teorik tezleri olarak sunuldu.
162. Bunlar, Türk
burjuvazisinin daha kurtuluş savaşının dumanlan tüterken ve daha ayakları
üzerinde tam dikilmemişken bile ne denli gerici ve antidemokratik olduğunu
gösteriyor. Ama bunların hiçbiri 1920 dönüşümünü, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşunu tarihsel anlamda ileri bir adım olmaktan çıkarmıyor.
163. Laiklik sosyalistlerin
daha gerisini hiçbir koşulda kabul etmeyecekleri bir kazanımdır. İslamcı
güçlerin, uleması, tarikatları, dergâhları, mürit ve yandaşlarıyla Ankara’daki
merkezi devlet iktidarından uzaklaştırılmaları, eğitimin laik temelde
birliğinin sağlanması önemli ve ileri adımlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile
dinin devlet denetimine alınması ise başından itibaren Türkiye laikliğinin
çelişkisi oldu. 80 yılın sonunda dini denetim altında tutmak isteyen devlet
süreç içinde dinin denetimine girdi.
3.
Kapitalist Cumhuriyet
164. Türkiye Cumhuriyeti
kuruluşundan itibaren bir burjuva devlettir. Kapitalist gelişmenin tarihsel
olarak geciktiği ülkelerde kapitalist üretim biçiminin koşullarını ve
dinamiklerini pazarı yaratarak, birikimin dış koşullarını sağlayarak, birikim
sürecinin aktif öğesi rolünü üstlenerek devlet oluşturur. Burjuvazinin dünya
çapında egemen sınıf, kapitalist üretim ilişkisinin evrenselleşmiş bir üretim
ilişkisi olduğu koşullarda verili ülkede kapitalist devletin oluşması için
burjuva sınıfın egemen olacak ölçüde gelişmiş olması gerekmez. Bir ülkenin
cılız burjuvazisi devlet kanalıyla ve kapitalizmin dünya çapındaki
egemenliğinden güç alarak önce kapitalist devleti sonra da daha gelişmiş
kapitalist ilişkileri oluşturabilir. Türkiye’de böyle olmuştur.
165. Cumhuriyetin
kuruluşuyla birlikte Kemalizm, burjuva sınıf bilinciyle donanmış örgütlü bir
siyasi kadronun, iktidar olduğu coğrafyada kapitalizmi yerleştirme, egemen
kılma hareketi olarak gelişti. Cumhuriyet kopuşuna rağmen, bir sürekliliğin ve
dönemin azgelişmiş ülkelerinin birçoğundan daha ileri bir örgütlülüğün anlatımı
olan Türkiye devleti, kapitalizm yolundaki yürüyüşün başat aktörü oldu.
166. Türkiye’de kapitalizmin
gelişmesinin, aynı anlama gelmek üzere ülkenin sanayileşmesinin gerekli kıldığı
sermaye ne yabancı sermaye ne de ülke içi sermaye olarak hazır değildi. O günkü
uluslararası koşullar ve konjonktür içinde emperyalist sermaye özendirmelere
rağmen Türkiye’ye yönelmiyordu. Ticaret ve tarım sermayesi ise yetersizdi. Bu
koşullarda, sanayileşmeye yönelik sermaye birikiminin sağlanacağı tek kaynak
yoksul halkın amansız ve vahşi sömürüsü temelinde devlet, tek yöntem devlet
kapitalizmiydi.
167. Cumhuriyet’in ilk
dönemindeki devletçilik ve planlamacılığa, “programlı devletçilik” söylem ve
uygulamalarına, Mustafa Kemal’in devletçiliği liberalizm ve komünizm dışında
bir üçüncü “ekol” olarak tanımlayan konuşmalarına rağmen, 1932-1939 dönemi devletçiliği
kapitalist içerikli bir “milli sanayileşme” atılımı oldu. Kamuculuk, ideolojik
bir ilke değil pratik bir ihtiyaçtı.
168. Mustafa Kemal’in
deyişiyle “sosyalizm ilkesine” dayanmayan devletçilik “ferdin yapamayacağı
işleri devletin yapması” formülünde anlatımını bulan bir devlet kapitalizmi
olarak son biçimini aldı. Sınıf mücadelesini önlemek üzere planlı devletçilik
öneren, bu yolla sosyalizme alternatif üretileceği iddiasında olan Kadro
hareketinin akibeti üçüncü yolun olanaksızlığını gösterdi. Kapitalizmin bir
devlet kapitalizmi olarak kurulmuş olmasının önemli sonuçlarından biri, büyük
bir kamu sektörünün varlığı ve bu varlığın burjuvazinin farklı siyasal
eğilimleri ve emekle-sermaye arasında çeşitli çatışma ve mücadelelere yol
açması oldu.
169. Kurucu önderliğin asker
kökenli olması, silahlı kuvvetlerle organik ilişkilerin devamı vb. Kemalizmi ve
kuruluş dönemi Türkiye devletini “sınıflar üstü” ya da “küçük burjuva” olarak
nitelendiren, düzeni bir tür “askeri vesayet rejimi” olarak tanımlayan tezlerin
gerekçeleri olarak dün ve bugün öne çıkarılmaktadır. Tarihsel pratik ise açıkça
tersini, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendine özgü çıkarların değil, düzeni
koruma ve kollama görevinin aktörü olduğunu göstermektedir.
170. 1940-1945 yılları
arasında Türkiye’de savaş ekonomisi uygulandı. Üretimde, dış ticarette düşüş ve
daralmalar yaşandı. Bu yıllarda katı fiyat denetimiyle, düşük fiyatla tarım
ürünlerine el koyma politikalarıyla, karaborsacılık, istifçilik ve nüfuz
ticaretiyle, halk kitleleri ezilip yoksullaştırılarak ilkel sermaye birikimi
gerçekleştirildi.
171. Savaş yıllarında
ticaret burjuvazisi ve tarım burjuvazisi güçlendi. CHP iktidarı, savaş
zenginlerinin İstanbullu ve gayrimüslim kesimlerini Varlık Vergisi ile, büyük
toprak sahiplerini Toprak Mahsulleri Vergisi, Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu ile tedirgin etti. Bunların son ikisini
gerçekleştiremediği noktada düzenin daha geri bir noktada tutunması ve restore
edilmesi gündeme geldi.
172. 1946-1950 döneminde
devletçilik hem ideolojik hem pratik planda kaldırıldı. CHP’nin iktidardaki son
kurultayı olan 1947 yılındaki 7. Kurultayı DP iktidarından önce, 1932-39 dönemi
devletçiliğinin sona erdiğini ilan etti.
173. Savaş sonrasında
Türkiye ABD emperyalizminin yörüngesine girdi. Yeni dönemde artık bağımsız bir
sanayileşme modeli olan devletçiliğe de yer yoktu. Sermaye palazlanmış, yabancı
sermayenin Türkiye’ye geliş koşulları olgunlaşmıştı. Truman Doktrini ve
Marshall Planı’yla sağlanan askeri ve ekonomik yardımlarla birlikte yabancı
sermaye girişlerinin yolu açılmıştı. Yardımın siyasal gerekçelerinden biri
Türkiye’nin bütünlüğünün “Ortadoğu’da düzenin kurulması” için gerekli olduğu,
Yunanistan ve Türkiye’den birinin “kaybedilmesi” durumunda ötekinin “komünizm”e
düşebileceği biçimindeydi. 1950’lerde Türkiye fabrika aşamasına ulaşmış,
1960’larda sanayi burjuvazisi ve modern proletarya iki karşıt toplumsal güç
olarak toplumsal-siyasal gelişmelere yön vermeye başlamıştı.
174. DP Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu’na muhalefetten doğdu. Savaş döneminin halka ekonomik
yoksullaşma, yokluk, şiddet ve baskı biçiminde dönen sonuçlarını, tek parti
yönetiminin bürokratik, ceberrut yönetiminin biriktirdiği tepkileri arkasına
alan DP’nin 1950’de iktidara gelmesi, Kemalistlerin iddia ettiği gibi “karşı devrim”
değil, düzenin savaş sonrasında daha CHP iktidarı zamanında başlatılmış olan
restorasyon sürecinin yeni bir aşamasıydı. Tüm muhalefet odaklarının üzerine
şiddetle giden tek parti iktidarının yol verdiği tek muhalefetin, CHP’nin öteki
yarısı Bayar-Menderes hareketi olması rastlantı değildi.
175. DP iktidarı buna rağmen
ülkeyi kuruluştan beri yönetmekte olan iktidar blokunun çatlaması anlamına
geliyordu. Kemalist geleneğin doğrudan temsilcisi “ikinci adam” İsmet İnönü’nün
önderliğindeki CHP’nin seçim kaybetmesi, kırsal oyların yığınsal biçimde DP’ye
gitmesi, DP yöneticilerinin oy için bugün Fethullah Gülen’in devamcısı olduğu
Saidi Nursi hareketini ve öteki tarikatları meşrulaştırıp arkalamaları vb. ise
sonunda burjuvazinin farklı fraksiyonlarının toplumsal ve siyasal zeminde
ayrışmasını hazırladı.
176. 1952’de NATO’ya
girilmesiyle Türkiye Soğuk Savaş’ta ABD ve emperyalizmin Ortadoğu ve Sovyetler
Birliği’ne yönelik sınır karakolu görevini üstlenmiş oldu.
177. DP iktidarını, aldığı
oy desteğine bakarak bir “halk” ve “demokrasi” hareketi olarak değerlendirmek
büyük bir yanılgıdır. Bu iktidar, hiçbir biçimde özgürlükçü değildi. İşçiye,
topraksız köylüye, sola tutumuyla baskıcı, yasakçı ve gericiydi. DP iktidarı
emperyalizme uşakça bağlı, daha iktidarının birinci yılında 1951 tevkifatıyla
komünistlere, 1959’da 49’lar davasıyla Kürt aydınlarına saldıran, 6-7 Eylül
1955 provokasyon ve vandallığını örgütleyen, burjuvazinin en gerici
kesimlerinin koalisyonuna dayanan, köylülüğü burjuvazinin hegemonyasına bağlayan
bir iktidardı. DP, sanayi burjuvazinin yükselişte olduğu bir dönemde ticarete
ve tarıma öncelik veren, izlediği kredi, dış ticaret siyasetleriyle devlet
olanaklarını bu sınıflar lehine kullanan çizgisini sürdürdü. Bu çizginin,
güçlenen sanayi burjuvazisinde hoşnutsuzluk yaratması kaçınılmazdı.
178. Dış ticarette daralma
ve açıkların büyümesi, dış baskılar sonunda 4 Ağustos 1958’de devalüasyona
gidildi. Dış ticaret denetimleri gevşetildi. Milli Korunma Kanunu uygulamaları
durduruldu. Bu “istikrar” önlemleri 1961’e kadar uygulandı. Emek gelirlerinin
düşürülmesi yönünde baskı ve rejim sarsıntıları yaratan bir operasyon olan
devalüasyon Menderes hükümetini de ciddi biçimde sarstı.
179. 27 Mayıs, toplumsal
desteğini Demokrat Parti iktidarına, bu iktidarın bir “milli irade”
diktatörlüğü kurma, dinci gericiliği okşama, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma
yönelişlerine karşı biriken hoşnutsuzluk ve öfkeden, işçi sınıfı ve kamu
görevlileri başta olmak üzere, kentli sınıfların yaşam koşullarını kötüleştiren
ekonomik politikalara tepkiden, sanayi burjuvazisinin hoşnutsuzluğundan, aktif
öğrenci gençlik ve aydın muhalefetinden alan, emir komuta zinciri dışında
başlamış bir askeri müdahaleydi. Bundan sonra NATO’cu generaller ordu içindeki
27 Mayıs türünden olağan ordu hiyerarşisini bozan çıkışları ve sol eğilimli
girişimleri kuşatıp yok etmeyi başta gelen görevleri saydılar.
180. 1961 Anayasası “özüne
dokunulamaz” temel hak ve özgürlükleriyle, “sosyal hak” kavramını metnine
alması, devleti bu hakları gerçekleştirmekle görevlendirmesiyle, siyasal
partileri demokratik düzenin vazgeçilmez unsurları arasında saymasıyla ve daha
birçok düzenlemesiyle burjuva demokrat hükümler içeren bir anayasaydı. İkinci
meclis Senato, Anayasa Mahkemesi, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği çoğunluk
iktidarını ve diktasını sınırlayan, birbirini denetleyen düzeneklerdi.
Yasaların tartışılarak, farklı kurullarca onaylanarak çıkarılması, sonra da
Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya uygunluklarının denetlenmesi demokratik
düzenlemelerdi. 1961 Anayasası solu ve sosyalizmi yasaklayan özel bir hüküm
içermiyordu. Öte yandan, 1961 Anayasa’nın “kurucu asli iradesi”nin askerler
olduğunu gösteren iki düzenlemesi MBK üyelerine “Tabii Senatör”lük verilmesi ve
rejimin gerici-otoriter “üst” kurumu rolünü üstlenen Milli Güvenlik Kurulu’nun
oluşturulmasıydı.
181. 1980’e kadar Türkiye’de
“ithal ikameci”, aynı anlama gelmek üzere iç pazara yönelik sermaye birikim
rejimi uygulandı. Sanayi sermayesi birikimin belirleyici alanı haline geldi.
İşçi sınıfı toplum ve siyaset yaşamına güçlü biçimde ağırlığını koydu. Halk
sınıfları temel hak ve özgürlüklerini en ileri düzeyde bu dönemde kullandılar.
182. 1960–1980 döneminde,
dünyadaki ve Türkiye işçi sınıfı hareketindeki gelişmelere bağlı ve koşut
olarak sol, sosyalist hareket de yükseldi; toplumsal çapta bir etki ve güce
ulaştı. Türkiye solu yarattığı sosyalist aydınlanma hareketiyle, her türlü
başkaldırı ve hak arayışı ile insanlığın toptan ve toplumsal kurtuluş hedefi
arasındaki bağı kurup güçlendirmesiyle, halkların kardeşliğini eylemde
mücadelede göstermesiyle, kendisi için ayrıcalıklar peşinde koşan uyruk bilinci
yerine hakkını arayan, hak ve özgürlüklerini kullanan yurttaşlık bilincini öne
çıkarmasıyla, antiemperyalist mücadele ve bilinci bilemesiyle, sömürünün, vurgunculuğun,
tefeciliğin, her türlü baskı ve zulmün ayıp, hatta toplumsal suç sayıldığı bir
toplumsal ahlâk anlayışını mayalandırmasıyla, toplum yaşamının bütün alanlarına
siyasete, bilime, kültüre nitelik kazandırmasıyla Türkiye’ye ve Türkiye
insanına önemli katkılar yaptı.
183. Emek, işçi sınıfı, bu
dönemde, toplumsal yaşamın, sınıf mücadelesinin başat bir öğesi olarak öne
çıktı. Sol hareket en çok tarihin bu döneminde işçi-emekçi sınıflarla bağlandı.
Türkiye’de emekçilerin sendikal örgütlülüğü en çok bu dönemde gelişti.
Emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları en çok bu dönemde iyileşti. Sendikalaşma
hem bir yasal hak olarak, hem de fiilen “tüm çalışanları” içine alan bir pratik
olarak bu dönemde yükseldi.
184. İşçi sınıfının yükselen
mücadelesi belli bir noktadan sonra sermaye birikim rejiminin en önemli sorunu
haline geldi. 1970’li yıllarda burjuvazi, artan işçi ücretlerinin ve işçi
haklarının kendisi için taşınamaz bir yük haline geldiğinden, sermayenin
uluslararası pazarda rekabet gücünü zayıflattığından, yabancı sermayenin
Türkiye’ye gelişini engellediğinden söz etmeye başladı.
185. 15-16 Haziran 1970’de,
Türkiye işçi sınıfı gelişmesini, birliğini, mücadele gücünü ortaya koyan büyük
eylemiyle toplumsal muhalefetin başını çeken sınıf olduğunu dosta düşmana
gösterdi.
186. 12 Mart 1971 askeri
“muhtıra” ve müdahalesi, 15-16 Haziran büyük işçi kalkışmasına verilen ilk
yanıttı. “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” saptamasından, anayasal hak
ve özgürlüklerin Türkiye’ye “bol” geldiğinden hareket eden darbecilerin amacı,
işçi sınıfı mücadele ve örgütlülüğünü, sosyalist hareketi geriletmek, temel hak
ve özgürlükleri kısıtlamak, yürütmeyi ve devleti güçlendirmekti. Teşhiste ve
çözümde iktidardaki Demirel’le onu indiren generaller ve kurulan güdümlü
hükümetler arasında hiçbir temel fark yoktu.
187. 12 Mart darbesi, sol
için bir gerileme hatta yenilgi oldu. Ama toplumun solu algılamasında olumsuz
bir gelişmeye yol açmadı. Halk kitlelerinin sola olan ilgi ve sempatisinin 12
Mart’tan sonra eksilmeden sürmesi, esas olarak 1971 devrimcilerinin özverili
direnişlerine borçlu olduğumuz bir sonuçtur. Orgeneral Memduh Tağmaç
önderliğinde gerçekleştirilen darbe solun THKP-C, THKO, TKP/ML gibi silahlı
devrimci örgütlenmelerine ciddi darbeler vurdu; önderlerini katletti. 12 Mart
ücretleri gerileten, taban tarım fiyatlarındaki artışı durduran uygulamalarına,
anayasanın kimi maddelerini değiştirmesine rağmen müdahale gerekçesi olan
nedenleri ortadan kaldıramadı. Solu sindiremedi.
188. 12 Mart’ın en önemli
başarısı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde gerçekleştirdiği iç darbedir. 12 Mart ordu
içindeki solcu ve halkçı eğilimleri tasfiye ederek 12 Eylül’ün en önemli koşullarından
birini yerine getirdi.
189. 12 Mart’ta başlananı 12
Eylül tamamladı. Tekelci sermaye ve Türkiye gericiliği işçi sınıfı ve sosyalist
harekete tepkisini üniformalı sermaye eliyle ortaya koydu. Yönetenler, sol
hareketin oluşturduğu gerçek “tehdit” ve meydan okumanın ötesinde derin bir
sınıf korkusuyla karşı-devrimci şiddete, teröre başvurdular. 12 Eylül’ün
hedefi, solu, işçi-emekçi hareketini ezmek, dağıtmak, tutunduğu bütün
alanlardan sökmek, öncü kadrolarını imha etmek, solun Türkiye’ye kattıklarını
bütün izleriyle toplumsal yaşamdan, yalnızca toplumsal yaşamdan da değil,
toplumsal bellekten silmekti.
190. 12 Eylül, sermayenin
merkezileşmesinin, yoğunlaşmasının, tekelleşmesinin yeni bir aşaması oldu.
“İthal ikameci” denilen sermaye birikim modelinden “ihracata yönelik
sanayileşme”ye geçişle, Türkiye “pazar”ı “dışarıya” açılırken Türkiye kökenli
tekelci sermaye de dışa açıldı. 12 Eylül, Türkiye tekelci sermayesinin ve
emperyalizmin yeni gereksinmelerini karşılayacak, Türkiye’nin emperyalist
hiyerarşide basamak atlamasını sağlayacak bir program uyguladı.
191. Bir sınıftan alınmadan
başkasına verilemiyor. Darbeden önce hazırlanan, ancak darbeden sonra,
özellikle de Özal hükümeti tarafından “geliştirilerek” uygulamaya konulan “24
Ocak kararları”yla Türkiye’de, emekten sermayeye, küçük ve orta sermayeden
büyük ve tekelci sermayeye büyük gelir transferleri gerçekleştirildi. 34
192. 1978/79 ile 1984
arasında, sınai üretimde %23’e, emek verimliliğinde % 18’e yaklaşan artışların
gerçekleştiği bir zaman aralığında, imalat sanayi anket ve sayımlarına göre
reel ücretler % 26,6 oranında geriledi. Tarım gelirleri, tarımdaki küçük üretici
köylü gelirleri azaldı. 12 Eylül emekçilere yalnız siyasal değil, aynı zamanda
ekonomik şiddet uyguladı.12 Eylül 1980’de “ihracata yönelik” birikim modeli
olarak sunulan, emperyalist merkezler, IMF ve DB eliyle sürekliliği ve denetimi
sağlanan bir strateji çerçevesinde “yapısal uyum” programları uygulandı.
193. 12 Eylül, kendisiyle
2002 AKP iktidarı arasındaki kısa yolu üç temel üzerinde inşa etti. Bir:
Egemenlerin, burjuva fraksiyonların toplumsal ekonomik programını tekleştirdi.
İki: Kendisinden öncesiyle sonrası arasına, önceki kuşaklarla sonrakiler
arasına fiziki şiddet, terör ve ideolojik bombardımanla yüksek duvarlar ördü.
Üç:12 Eylül, Kemalizmi dilinden düşürmeyen generaller eliyle, Türkiye’ye yüksek
dozda dinci ve ırkçı gericilik aşısı yaptı. 12 Eylül, yalnız önleyici ve
karşıdevrimci bir darbe değil, emperyalizmin kuklası generallerin kanlı eliyle
şiddet eşliğinde uygulamaya konulan büyük ve gerici bir transformasyon
hareketidir.
194. 12 Eylül’le ilerici
damarları kesilen, tarihsel olarak oluşmuş sınıfsal ve siyasal dengeleri alt
üst edilen Türkiye’de emperyalizme eklemlenme yönelişinin ve siyasal
gericiliğin bu ölçüde derinleşip kökleşmesinin önemli iki “dış” nedeni ise
1980’lerle birlikte emperyalizmin yöneldiği yeni ekonomi/siyaset stratejisi ve
1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesidir.
Kaynak:
Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.