Konu: Kaan Arslanoğlu’nun Evrim Açısından Devrim adlı kitabındaki fikirleri eleştirilmektedir.
Haberveriyorum.net sitesinde bir “gürültü patırtı” vardı. Kaan Arslanoğlu’nun
yeni bir kitabı yayınlanmış ve Araslanoğlu’nun bu kitabında yer alan
fikirlerini Erkin Özalp ve Ali Mert eleştirmişti. Anladığım kadarıyla
Arslanoğlu bazı “yeni” tezler öne sürüyordu ya da öne sürdüğünü iddia ediyor
olmalıydı. Sonunda kitabı ben de aldım ve iki gün içinde okuyup bitirdim.
Hakkında konuşulan ve popüler olan bu kitabı görmezden gelemezdim. İşte okudum
ve gördüm. Bakın gördüklerim neler?..
Arslanoğlu bir psikiyatrist. Mesleği gereği bireylerin ruh sağlığıyla
uğraşıyor olmalı. Onları gözlüyor, konuşturuyor, dinliyor ve tedavi etmeye
çalışıyordur, fakat mesleğini şu anda icra ediyor mu, onu bilmiyorum.
Kitabındaki fikirlerinin oluşumunda, bu mesleki uğraşısının etkisi olmalı.
Evrimsel psikolojinin kapsamındaki bilgilerden ve görüşlerden yararlandığını
zaten kendisi belirtiyor. Bundan bahsetmiyorum… Arslanoğlu’nun kitabında
gördüğüm özetle şunlar oldu; bireyci bakış, ampirik gözlemleri genelleme,
teorik bakış yoksunluğu, açıkça bilimsel açıdan sağlıksız tezler ya da
iddialar, yeni olmayan yaklaşımları yeni gibi sunma ve dayanaksız yazmak ya da
kanıt niyetine dikkate alınabilecek bilgileri sunmamak, bir de çok sayıda ve
çoğu çok uzun alıntılar yapmak…
Gelin şimdi bunlara yakından bakalım. Bu yazıda elimden geldiğince
öznelliği ağır basan bir yazım biçemi kullandığımı da belirtmek istiyorum;
açıkçası bu kitabın eleştirisi için bu üslubun uygun olduğunu düşünüyorum…
Örneğin Arslanoğlu’nun kitabındaki ilk konu, Hikmet Kıvılcımlı’nın
görüşleri ve kişiliği. Arslanoğlu’nun, Kıvılcımlı’nın tüm fikirlerini açıklama
ya da eleştirme kaygısı olmadığı açık. Onun fikirleri arasından katıldığı
yerler, eleştirdiği ve abartılı bulduğu yaklaşımları üzerinde duruyor.
Kıvılcımlı’nın görüşlerini ne sistemli biçimde ele alıp değerlendiriyor ne de
eleştirilerini ayrıntılı ve referanslı biçimde sunuyor.
Oysa elimizdeki bir kitap… Olabilir, insanlar düşüncelerini makale yazar
gibi değil de, daha serbest biçimlerde de kitaplar halinde yazarlar, fakat bize
göre dikkate alınır bir katkı yapılıyor, yeni bir yorum getiriliyorsa
düşüncelerimize, bunun, sistemli ve dayanaklarıyla birlikte yapılmasında fayda
var. Açıkçası bireylerin kendi fantezilerini, “aşırı-öznel” değerlendirmelerini
okumak herkes için olmayabilir, fakat benim için nahoş bir durum. Kitapta bu
durum, yazarı tarafından da dile getiriliyor; düşüncelerini “öznel”
değerlendirmeler olarak görenlerin olduğundan bahsediyor. Belki bu serbestlikte
yazmak kolay olduğundan seçilmiş bir yol olabilir. Fakat ulaştığınız sonuçları
hiçbir destekleyici bilgi sunmadan yazarsanız, yazdıklarınızın açıklayıcılığı
ve önemi azalıyor.
Başlayalım. Başlarken beni ilgilendiren, dikkatimi çeken noktalara
değineceğimi belirtmeliyim. Maşallah, Arslanoğlu’nun kitabı baştan sona “dikkat
çekici” yaklaşımlarla dopdolu…
1. Din hakkında…
“Dinlerin maneviyatçı başlangıçlarıyla sonraki maddiyatçı, sınıf ayrımına,
zengin yoksul ayrımına varan bugünkü nitelikleri arasındaki çelişki daima
gündemde tutulmalı. Bu nokta bizim açımızdan çok zengin ve etkileyici
propaganda malzemeleri sağlar.” (s. 30)
Burada yanlış bir ifade veya formülasyon bulunuyor. Siyasal dincilerin,
dinci sermayedarların, tarikat liderlerinin maddiyatçılığını eleştirmek ve bunu
politik propagandada kullanmak anlamlıdır. Bazı dinlerin, örneğin
Hıristiyanlığın, ilk oluşumlarında, sömürülenler, yoksullar, ezilenler,
dışlananlar arasında türediği/şekillendiği, fakat tarihsel akış içerisinde
başkalaştığı, devlet dini haline geldikleri, iktidarların bu dinlerin yeniden
üretimlerine özel önem verdikleri, bu dinlerin de toplumsal düzenin yeniden
üretimi işlevlerine sahip oldukları vb… Bunlar teorik düzlemde söylenebilir ve
zaten biliniyor. Yazarın bahsettiği “çelişki”, “karşıtlık” anlamına geliyor,
bunu da anlıyoruz. Fakat dinin manevi değerlerini övmek, yüceltmek ya da
kullanmak sosyalistlerin işi değildir, olmamalıdır. Dinsel söylemler içerisinde
“eşitlikçi” vurgular, “kardeşlik ruhu”, “adalet”, “hak” vb. değer ve kavramlar
bulunsa da, bizim bu değerleri anlamlandırmamız farklıdır. Bu farklı anlamlara
sahip kavramları ve değerleri kapsayan sosyalist ideolojimiz, bütününde farklı
bir işleve sahiptir. Biz bu değerleri, kavramları dönüştürmeye, yeniden
anlamlandırmaya, başka bir doğrultuda kullanımları için anlamsal açıdan
kaymalar oluşturmaya çalışabiliriz ve çalışmalıyız. Fakat şunu yapmak
sosyalistlere düşmez/düşmemeli:
“Birçok din başlangıçta eşitlikçi kardeşlik ruhuna dayanır. Dinlerin bu
yönleri, doğuşlarındaki masumiyetleri ve iyicillikleri sosyalistlerce
vurgulanmalı. Daha sonra dinin nasıl yozlaştırıldığı anlatılmalı. Nasıl ayrıcalıklılığın,
sömürünün, vahşetin aracı haline getirildiği vurgulanmalı.” (s. 30)
“Hak, adalet, kardeşlik” diyenlerin, “yetim hakkı”ndan bahsedenlerin
servetleri, lüks yaşamları, kazançlarını elde ediş yolları, yandaşlıklar
üzerinden çevirdiği dolaplar, yolsuzlukları, insanımızın vicdanındaki dini
duyguları istismar etmeleri, siyasette dini ve üstelik gösterişle kullanmaları
vb… Bunları anlatmak, yazmak, konuşmak gereklidir. Fakat dinin aslında böyle
olmadığı ya da başlangıcında hiç böyle olmadığını propaganda etmek sosyalistler
açısından hatadır. Sonradan yaşanan, bir “yozlaşma” değildir; tarihsel süreç
içerisinde dinsel ideolojik değerler, fikirler, görüşler başkalaşır ve farklı
insanlar veya gruplar, sınıflar tarafından başkalaşmış anlamlarıyla yeniden
üretilirler. Yozlaşan, çürüyen toplumsal ilişkiler, örgütlenmeler ve işleyiş
mekanizmalarıdır. İdeolojik motifler, değer yargıları bunları aklamaya,
gizlemeye, olduğundan farklı anlamlandırmaya, farklı algılatmaya yarar. Dinsel
değerlerin, duyguların, düşüncelerin emekçilerce anlamı, kullanımı farklıdır,
din bezirgânlarının, dinci sermayedarların ve partilerin bunları kullanımı ve
bu bireylerdeki işlevleri başka…
Arslanoğlu’nun şu yaklaşımı ise benim yaklaşımıma benziyor: “(…) din konusundaki eleştirel ama dışlayıcı olmayan propaganda (…)” (s. 31). Arslanoğlu’nun kitabı yayınlanmadan önce yazdığım yazılarda, benzer
düşüncelerimi paylaşmıştım. Örneğin şu ifadelerinde doğruluk payı yüksek: “Bizim şöyle söylememiz gerekir: Sosyalistlerin çoğu, evet dinsizdir, ama
dindarların çoğundan daha ahlaklı ve daha az maddecidir, daha maneviyatçıdır.
Zaten doğrusu da budur, yalan değil.” (s. 31). Aslında sosyalistler inançlıdır; tarihsel ilerlemeye, olumsuzluklara rağmen
ve bunların itkisiyle gelişime, insanlığın yaratıcı potansiyeline, bilimsel
düşüncelere, eşitlik ve özgürlük gibi ilke/değerlere vb… Bizim temel
inançlarımızdan biri de, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir. Biz ateist
değil, materyalistiz. Maddiyatçı olamıyoruz zaten…
2. Genetik belirlenimli “insanın doğası” anlayışı ve
buna referansla yaptığı yorumlar
“İnsan doğası” ve “insanın türsel psikolojik özellikleri” konusuna geçelim.
Arslanoğlu buyuruyor:
“İnsanın türsel psikolojik özellikleri, aklı, aklının sınırları, aklını
kullanma yolları, tüm davranış-düşünme kalıpları, bu uzun tarihi dönemdeki
evrimsel gelişmelerin ürünüdür.” (s. 35)
“Arkadaki ya da daha temeldeki esas büyük maddi gerçeklik ise evrim gerçeği
ve insan düşünce-davranış kalıplarının evrimce belirlendiği gerçeğidir. Bundan
daha büyük maddi arka plan ya da altyapı bulunmamaktadır. Ekonomik sistemler
dâhil. Başka deyişle evrimin ortaya serdiği maddiyat âlemi, hiyerarşi içinde
tüm öteki maddi-ekonomik vs. koşulların üstündedir.” (s.35)
Bir: Arslanoğlu, insan aklı, psikolojik
özellikler, akıl yürütme yolları ve davranış-düşünme kalıpları şeklinde
sıraladıklarını, statik yapılar olarak kavramaktadır. Bunların bireylerdeki
yeniden üretimini ve oluşumunu hesaba katmadan düşünmektedir. Toplumsal
pratiklerden yalıtılmış bir insan aklı ya da psikolojisi yoktur. İnsanların
davranış ve düşünme kalıpları toplumsal ilişkiler içerisinde şekillenir. Bir
bebeğin büyüyüp çocukluk ve gençlik evrelerinden geçerek erişkin birey durumuna
geldiği süreçte, yaşadığı deneyimler, pratikler, etkileşimler, ona aktarılanlar
olmadan, bahsedilen insani özellikleri kazanmadığı bilinmektedir. Az sayıda da
olsa, toplum dışında/doğada büyüyen çocukların konuşamadıkları, dik
yürüyemedikleri ve davranış-düşünme biçimlerinin sıradan insanlardakilere
benzemediği örnekler kayda geçmiştir. Biyolojik/genetik potansiyelin var olduğu
ve bir belirleyici olduğu doğrudur. Fakat insanın bu potansiyelini işleyen ve
biçimlendiren toplumsal ortamlardır. Öyleyse, insan olmak için
biyolojik/genetik potansiyel gerekli fakat yeterli değildir. İnsan esasında,
toplumsal insanlıktır.
İki: Akıl yürütme yollarıyla, karakter
özellikleriyle tarihsel akışı açıklamak, ideolojik bir yanılsama içerisine
düşmek olur. Örneğin Hitler’in kişilik bozukluğu olabilir, fakat 2. Dünya
Savaşı’nı bu bireyin kişilik özellikleriyle açıklamak ya da temellendirmek
bilimsel değildir. Kahramanlıklar, dâhilik, hatalar, kötü özellikler vb…
Kişiler ya da bu özellikleri, temel bir tarihsel devindirici güç değildir.
Toplumlardaki ilişkilerin de bu kişilik özellikleriyle, davranış-düşünme
kalıplarıyla belirlendiğini düşünmek yanılgıdır. Liderlere büyük roller
atfetmek, tarihte destanlar ya da facialar olduğuna, kahramanların varlığına
inanmak ideolojik illüzyonlardır.
Üç: İnsanlardaki akıl, zekâ, karakter,
duygular gibi özelliklerin, toplumlarda bir olumsallık alanı oluşturduğunun
gözlerden kaçırılmaması gerektiği söylenebilir. Psikoloji bilim dalındaki
sistemleştirme, sınıflandırma ve açıklama çabası gereklidir. Fakat bunlar
idealizasyonlar ve soyutlamalardır. Birey ölçeğindeki gerçekliğin tüm
olumsallığını içermez, fakat bu gerçekliği anlaşılır kılar ve ona bazı
açılardan müdahale edebilmemizi sağlar. Fakat önemli olan nokta şudur:
Psikolojinin geçerli olduğu ölçek ya da düzlem bireylerdir.
Dört: İnsanların biyolojik evrimi bitmiştir.
Fakat evrim sürecinde oluşan insan beyninin özellikleri, diğer anatomik ve
fizyolojik özellikler değişmese de, insanların düşünceleri değişir ve gelişir.
Toplumsal ilişkilerin, etkileşimlerin, doğa ve nesnelerle olan ilişkilerin
kapsamında ve derinliğinde yaşanan gelişmeler, duyguları, düşünceleri,
fikirleri değiştirir. Örneğin bazı yerlilerin sadece iki renk adı ve
kavramlaştırması vardır. Anlamına bakıldığında “sıcak” ve “soğuk” renkler
şeklinde bizim kavrayışımıza tercüme ediliyor (bkz; Özne Nesne Biliş, Victor Lektorsky, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998). Oysa bizlerin çok
sayıda renk kavramı var. Hatta bazılarımızın renk kavramı çok daha fazla
(yavruağzı, camgöbeğini bilenlerin durumunda olduğu gibi). Eskimoların
düşünceleri ile örneğin bizim düşüncelerimizde benzer ve ortak yanlar elbette
var. Fakat onların düşünce ve davranış kalıpları, değerleri, ahlakı ve kültürü
bizden farklı… Ortamdaki, ilişkiler, koşullayıcılar ve kültürel aktarımdaki
farklar, aklın kullanım yolunu, psikolojik özellikleri farklılaştırır. Örneğin
Andaman Adaları’ndaki yerlilerde üzülme ve yasın anlamı, işlevi Avrupa’da
yaşayan insanlarınkinden çok farklı (bkz; Brian morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çeviren: tayfun Atay, İmge Kitabevi
Yayınları). Toplumsal ilişkilerdeki benzerlik/yakınlık, aynı/yakın bir tarihsel
kesit içerisinde bulunma, davranış ve düşünme biçimlerindeki benzerlikleri
anlamada dikkate alınmalıdır.
Beş: Korku, sevinç, üzüntü, mutluluk, öfke gibi
ortak insani duygulardan ya da duygu durumlarından, açlığı giderme, cinsel aşk
ve savunma gibi ortak dürtülerden, ortak özelliklerde ruh sağlığı
bozukluklarından, ortak soyut düşünme yetisinden vd. bahsetmek doğrudur. Fakat
bunların oluşumu, yeniden oluşumları ve anlamlandırılmaları, işlevleri
toplumsal ortam içerisinde gerçekleşir. Bunlarla eşitlikçilik, ortaklaşma,
paylaşım, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramları, değerleri ya da davranış
biçimlerini karıştırmak yanlıştır. İlkel toplulukta bir birliktelik içerisinde
bu değerler, fikirler ve davranış biçimleri filizlenmiş ve geliştirilmiştir.
Bunlar, topluluk ya da toplumdan soyutlanarak ve bireysel özellikler şeklinde
düşünülemez. Genetik, fizyolojik ve anatomik kapasitenizin, psikolojik
özelliklerinizin maddi temelinin oluşumunda önemlidir. Maddi fizyolojik
süreçlerin işlemesiyle bireylerde psikolojik özellikler, düşünceler, duygular
oluşur. Fakat bunları koşullayan/belirleyen toplumsal etkileşimler, ilişkiler,
algılama deneyimleri vb.’dir. Bireylerin içerisinde devindiği toplumsal
ortamdan yalıtılmış biçimde psikolojik özelliklerden bahsedilemez,
bahsedilmemelidir.
Altı: Hominidlerin hepsi değil, yalnızca homo
sapiens adı verilen türü, biyolojik evrimini tamamlayıp, toplumsal evrim
yaşamıştır. Diğer türler doğal seleksiyonla yok olmuştur. H. Sapiens’in binlerce
yıl boyunca avcı-toplayıcı ya da ilkel topluluk/takım yaşamı boyunca genetiği
neredeyse hiç değişmemiştir denebilir. Arslanoğlu’nun kullandığı bir benzetmeyi
biz farklılaştıralım ve sadece anlatım kolaylığı sağladığından işlevli kılalım:
İnsan fizyolojisi ve anatomisi, bilgisayarın parçalarına benzetilirse,
bilgisayarın hangi yazılımı, hangi bilgisayar dilini kullandığının bunlar
tarafından belirlenmediği görülür. Genetik, maddi işleyiş kurallarını,
mekanizmaları, biyokimyasal ve fiziksel süreçleri belirler. Fakat işleyiş için
dış uyaranlara, enerji alımına, etkileşimlere ihtiyaç vardır. Bütün bunlar
topluluk ya da toplum içerisinde gerçekleşir. İlkel toplulukta, insan hayatının
önemli bir belirleyicisinin çalışma/üretim olduğu bilinmektedir.
Teorik kavrayış yoksunluğunu gösteren başka bir örneğe geçelim:
“İnsan en az 140 bin yıllık dönemini ilkel komünal toplumda geçirdiyse,
kafa yapısı buna göre şekillendiyse, son yedi-sekiz bin yıllık sınıflı
toplumları neden öyle kolay benimseyebiliyor.” (s. 36)
Soruya şu şekilde cevap veriyor Arslanoğlu:
“Sormuştuk ya, sınıflı toplumları modern insana nasıl kabul ettirdiler?
İşte mevcut sınıflı rejimle, insanların hoşlarına gidebilecek, onları
rahatlatacak, onlara huzur verecek ilkel komünal özellikleri ideolojik düzlemde
şeklen benzeştirerek. Bunun üstüne (belki daha önemlisi) fiziksel baskıyı,
öldürmeyi, işkenceyi, hapsi… dayatarak.” (s. 37)
Aslında cevap doğru ve bildiğimiz bir içerikte: İdeolojik düzenekler/rıza
üretimi ve baskı mekanizmaları… Fakat şuna dikkat edilsin; birileri modern
insana, sınıflı toplumları “kabul ettiriyor.” İnsanlar sınıflı toplumları,
tarihsel akışı oluşturup geliştirmiyor sanki. Sınıflı toplumlar, öyle
“kolay(ca) benimsenebiliyor” (!).. “İnsan”ın “kafa yapısı” ilkel komünal “toplum”da
şekillenmiş, fakat sonradan baskı dayatılmış, bir de huzur verecek, rahatlatıcı
olan “ilkel komünal özellikler”in benzerleri, ideolojik düzlemde üretilmiş… Miş
de miş… Şu hominidlerde sadece sanki biyolojik evrim var, homo sapiens’lerin
kurduğu ilkel topluluklar içerisinde insanlar arası ilişkiler, üretim, tüketim,
sanatsal faaliyetler vb. sanki yok. Hominidlerin evrim sürecinde şekillenen bir
genetik ve “kafa yapısı” var, fakat insansıların (hominidlerin)/insan
bireylerinin doğayla ve kendileri arasındaki ilişkileri yok. Aile içi, klan ve
kabile içinde hiçbir ilişki yok. Elbette Arslanoğlu’nun kafasında (!)..
Şu soruda sorulmalıdır, Arslanoğlu’na: Şempanzelerle H. sapiens arasındaki
genetik farklar kabaca %1 düzeyindeyken, örneğin hominidlerden bir arkantrop ya
da pitekantrop ile H.sapiens’in genomu arasındaki fark ne kadar olabilir?..
Üstelik H. sapiensin genetik yapısının ilkel topluluk döneminde çok fazla
değişmediğini düşünmek mantıklıdır.
Devam edelim. Arslanoğlu yine buyuruyor:
“İnsanlardaki dini düşüncenin kökleri koparılamaz şekilde en az 150 bin yıl
öncesinden gelir.” (s. 38)
“(…) insanın ilkel komünal toplumdan gelen özellikler (…)” (s.98)
Bir: Evet neanderthallerin öteki dünya
inancının olduğu yönünde bulgulara sahibiz. Ölülerini gömüyorlar ve yanlarına
eşyalarını koyuyor, çiçeklerle mezarlarını süsleyip muhtemelen tören
düzenliyorlar. Bunları biliyoruz. Bu topluluk içi pratikle, bazı değerler,
fikirleri yeniden ve yeniden üretiyorlar. Hayvanların dinleri olmadığını, ölüm
korkusu yaşamadıklarını, ölümlü olduklarını kavramadıklarını da herkes biliyor.
İlkel toplulukta dinsel duygu ve düşünceler yanı sıra teknik bilgiler, realist
düşünceler vb. de üretilmiş olmalı. Fakat metafizik düşünceler de, realist
düşünceler de tarih boyunca çeşitlenmiş, detaylandırılmış, başkalaşımlara
uğramış ve sistemleştirilmiştir. Totem inancı ile “Allah inancı”nın
bireylerdeki oluşumunda, benzerlikler bulunur, ortak kalıplar saptanabilir, fakat
bütün düşüncelerin ve duyguların bireylerdeki oluşumu ve anlamlandırılması
toplumsal ortamda gerçekleşir. Bunların gelecek kuşaklara aktarımı, değişen
toplumsal ilişkilerin var oluşu ve insanların pratiklerinin sürekliliği
zemininde gerçekleşir.
İki: Dayanışma, paylaşım ya da ortakçılık,
ilkel bir eşitlik, şeflerin otoritesine itaat gibi özellikler, insanların
biyolojik özellikleri değildir. İlkel topluluktaki bu fenomenlerin, bireylerin
genetik olarak kodlanmış biyolojik özellikleri olduğunu iddia etmek, bilimsel
değildir.
“Ancak tüm sınıf ayrımlarının ötesinde daha üst ve daha temel bir kategori
vardır. İnsan özellikleri kategorisi. Ve kişilik farklılıkları kategorisi. İşte
bu yüzden kimin devrimci, kimin karşı-devrimci, kimin apolitik olacağı bu temel
insan özellikleriyle belirlenir sınıf ayrımından çok. İnsanların bilime,
bilgiye uzaklıkları da başka bir (belirleyici değil ama etkileyici) unsurdur. O
yüzden birçok ülkenin sosyalist devriminde küçük burjuvalar ve küçük burjuva
kökenliler toplumdaki oranlarının çok üstünde bir baskın yoğunluk gösterirler.”
(s. 86)
Arslanoğlu’nun temel tezi budur. Fakat hiçbir dayanak, destekleyici bilgi
sunmaz tezine…
Bir: Günlük sol jargonla teorik yazım arasında
nitelikçe fark vardır. Örneğin “küçük burjuva” kavramını günlük
konuşmalarınızdaki gibi gelişi güzel kullanmamalısınız. Kimdir Araslanoğlu’nun
“küçük burjuva” olarak gördükleri?.. Profesyoneller, avukat, doktor, mühendis
vb. meslekleri olan emekçiler mi, Gramsci’nin yeni “organik aydınlar” olarak
adlandırdığı insanlar mı?.. Yoksa geleneksel küçük burjuvazi olarak incelenen
köylüler ya da esnaflar mı?.. Bize göre, sosyalist görüşlü bir bireyin sınıfsal
aidiyetinden bahsetmenin bir teorik yararı/işlevi yoktur.
İki: “Devrimci” sıfatı günlük dilde kişiler
için kullanılabiliyor. “Karşı-devrimci” nitelemesi de öyle… Fakat teorik
düzlemde devrimci olan örneğin işçi sınıfıdır, devrimci durumda hareketlenmiş
kitlelerdir. Günlük konuşma üslubuyla, teorik yazımdaki “dil”in farklı
olduğunun benimsenmesi gereklidir.
Üç: Teorik bakıştan yoksun olan Arslanoğlu,
topluma statik bir şablonla yaklaşıyor. Sınıflar arasındaki
mücadelelerin/siyasi mücadelelerin yükselişi, durağanlaşması gibi olgu ve
süreçler, görme alanına girmiyor. İnsanların politize olduğu süreçler, bu
süreçlerin belirleyicileri, aktörleri, eylemleri, insanların bilinçlerinde
gerçekleşen kırılmalar gibi konular gözden kaçırılıyor ve gözlerden uzak
tutuluyor.
Dört: Arslanoğlu ampirik gözlemlerini, edinmiş
olduğu bilgilere göre yorumluyor. Her ideolojinin ya da tekil düşüncenin,
amprik bir ya da daha fazla gözlemle uyumlu olduğu örnekler bulunabilir. Peki
düşüncenize uymayan ampirik örnekler sunulduğunda ne yapacaksınız?.. TEKEL
işçilerinin mücadele sürecinde bilinçlerindeki kırılmayı ve sonrasında komünist
düşünceleri benimsemelerini, kişilik özelliklerindeki ani bir değişimle mi
açıklayacaksınız, örneğin… Buna inanmamız beklenmesin.
Devam…
“Bireysel anlamda olduğu gibi grupların tavırlarında da, sınıf tavrının da
altında, temelinde, asıl belirleyici ya da daha farklı bir boyutta belirleyici
olan gerçeklik, 1) temel insan özellikleri, 2) bireylerin temel kişilik
özellikleridir. Bunu kavradığımız sürece neden hemen her devrimde birtakım
‘burjuvaların’ ‘küçük burjuvaların’ önemli oranda yer aldığını açıklayamayız. İşçilerin,
yoksullarınsa toplumdaki oranlarına göre neden geride kaldıklarını. Devrimi bir
yana bırakalım. Yine bireysel veya grupsal tavırları temel aldığımızda, neden
çoğu işçinin burjuva gibi düşünüp davrandığını, ama neden bazı burjuvaların
‘işçi’ gibi hissettiğini izah edemeyiz.” (s. 86-87)
Bir: Burjuvalar, Ekim Devrimi’nde ya da Küba
Devrimi’nde mi yer almış?.. Günümüzdeki anlamıyla burjuvazi, sermaye sınıfıdır,
üyeleri kapitalistlerdir. Büyük Fransız Devrimi’nde, burjuva siyasal
temsilcilerin ve kitlelerin (sans-külotlar, köylüler) devrimi yaptığı bilinir.
Tıpkı gecikmiş bir burjuva devrimi olan 1908-1930’lar arasındaki Türkiye
burjuva devrim sürecinde de benzer bir durumun olması gibi… Burada kapitalist
sınıf gelişkin bir iktisadi güç değilken, politik temsilcileri ve ideolojik
bağı olan organik aydınları bulunuyordu. Politik temsilcilerin ideolojik
aidiyeti, bağlandığı sınıf çıkarları önemlidir. Mesleklerinin, küçük burjuva
olup olmamalarının değerlendirmeye alınmasının bir anlamı ve yararı yoktur. Kafanız
karışmamışsa ve kafa karıştırmak da istemiyorsanız, politik liderleri,
aydınları ve sanatçıları ideolojik bağlanmalarına göre değerlendirmeniz
gerekir.
İki: Devrimlere işçilerin, yoksulların,
sömürülenlerin veya ezilenlerin katılmadığını iddia etmekse abestir. Elbette
devrimleri liderlerin ya da “büyük adamlar”ın eseri sayıyorsanız, o başka…
Üç: Olağan dönemlerde işçilerin/emekçilerin
egemen ideolojinin, farklı bileşimlerde de olsa, öğelerini benimsediği ve
bunları günlük yaşamda yeniden-ürettiği söylenmelidir. Devrimci durumların,
egemen ideolojinin kitleler üzerindeki etkisinin zayıfladığı kesitler olduğu ve
bu sürecin yeni ideolojik motifler ve değerler ürettiği de… “Bazı burjuvaların
işçi gibi hissetmesi”, herhalde uçuk bir fantezi olsa gerek…
Bakın Arslanoğlu “insan” anlayışından yola çıkarak, sosyalizm hakkında
nasıl yargılara varıyor:
“Bir kez daha yineliyorum: ‘İnsan… komünizm… Hayır! Aslaaa! Aslaaa!” (s.
156)
Aferin sanaaa!.. Bu konumlanış düşünsel düzlemde anti-komünizmdir. Fakat
Arslanoğlu bir “komünist”, fiilen… Garip değil mi?..
“(…) ‘güzel’ sosyalizmle insan doğası, insan yeterliliği bağdaşmaz, daha
doğru bir ifadeyle; insan evrimsel olarak yeterince gelişmediği için sosyalizmi
kaldıramaz derken, kastettiğim kafamızdaki ideal sosyalizm. İnsan soyu yakıcı
bir gereklilik ve bir yandan da doğasına fazla aykırı düşmeyen, hatta belli
yönleriyle doğasına uygun bulunan bir sistem olduğu için sosyalizme
yönelecektir, ama kurduğu sosyalizmler yamuk yumuk, hatalı, eksikli, çürük
çarık çıkmaya devam edecektir. Çünkü insan türü bir bütün olarak yamuk yumuk,
hatalı, eksikli, çürük çarık bir varlıktır.
O yüzden de kurulan sosyalizmlerin bir süre sonra yozlaşması, adlar,
etiketler sabit dururken veya adlardan da vazgeçilerek geriye, kapitalizme
dönüşlerin yaşanması doğal kabul edilmeli.” (s. 156)
İddialar var, dayanak yok. Bir: “İnsan”ın yeterince
gelişmediğini nereden biliyoruz?.. Bilimsel veriler var mı, bu konuda?.. Yoksa
etrafımıza bakıp ampirik gözlemlerimizi ruh halimize göre genelleyerek
ulaştığımız sonuçlarla mı hareket etsek? Örneğin politikamızı bunlara
dayandırsak… İki: Kafalardaki “ideal
sosyalizm” de neyin nesi?.. Bizlerin kafasında böyle bir şey yok, açıkçası.
Sosyalizm dünya-tarihsel bir ilerlemenin ürünüdür ve ürünü olacaktır; çok
kabaca ve en genel ifadelendirmeyle bizim kafamızdaki bu. Üç: Sosyalizme ilerlemek de, reel sosyalizmin
çözülüşü de, “insan doğası”yla açıklanıyorsa, bunu kimse ciddiye almamalıdır.
Toplum bilimlerine, tarih bilimine ne oldu, buhar olup uçtu mu?.. Sokak diliyle
kitaplar yazılabiliyor elbette, fakat Arslanoğlu’nun kitabının adı ilginç.
“Evrim Açısından Devrim” adı ne güzel de uymuş kitabın içeriğine(!)..
İnsanların kurduğu ve yaşattığı bir sistem çözülünce yapılacak
bilimsel/realist açıklama bu mu olmalıdır? “(…) temel neden bana
göre insan denen yamuk yumuk, eksikli varlığın adam gibi bir sosyalizme uyum
sağlayamamasında aranmalıdır.” (s. 157). Ara ki bulasın ya da
aradığını bulmuş Arslanoğlu zaten… Sosyalizmin “adam gibisi” de varmış,
domatesin çürüğü çarığı, üçgeni yamuğuyla insanlar da o biçim “insan”mış…
Açıkçası bu fikirlere dönük tutumumuzda, “dalga geçmenin” bir yeri/haklılığı
vardır diye düşünüyorum.
“Çürük çarığı“ olduğuna göre, “defolu sosyalizmler”
(s. 158) de olmalı. Elbette Arslanoğlu’na göre…
“Diyalektik” kelimesi de ağızdaki sakızdır, değil mi?.. “İnsan ile sosyalizm arasındaki uyum ve çelişki diyalektiği” (s. 158) diye yazarken…
“Bir tür olarak tarihinin yüzde doksan beşini avcı toplayıcı ilkel kabile
(sürü hayvanı) yaşamı içinde geçirmiş. Evrim süreci içinde, yaşamda kalma
mücadeleleri içinde gelişmiş kişilik özelliklerine, sürece uygun bir zekâya ve
bunların toplamı kabul edebileceğimiz bir akla ulaşmış. Bu akıl avcı toplayıcı
kabile yaşamının gereksinimlerini karşılayacak düzeyde ve düzlemde oluşmuş.
Daha sonra insan son 6-7 bin yılda daha kalabalık, ‘uygar’ ve sınıflı toplum
düzeyine geçiyor. Ama aklı aynı kalıyor. Avcı-toplayıcı, az nüfuslu toplumlara
göre şekillenmiş aklı ve bu aklın tüm yan ürünleri-yan oluşumları, gelişen
kültürüyle yoğrulup son kapasitede kullanılsa dahi ihtiyaçlara cevap vermiyor.
Başka deyişle insan yaratığı teknolojiyi, yarattığı ‘uygarlığı’, oluşturduğu
kalabalıkları kendine yararlı şekilde en uygun biçimde idare edecek zihin
yeteneklerinden yoksun. Sınıflı toplumların tüm adaletsizliği ve kargaşasıyla
binlerce yıldır hüküm sürmesinin ve bunun alternatifi olan sosyalist sistemin
sınıflı toplum özelliklerinden bir türlü sıyrılamamasının başat nedeni de bu.”
(s. 160)
Arslanoğlu temel tezini bir kez daha ortaya koyuyor burada. Sabit bir akıl
atfedilen “insan”, uygarlık kuruyor, teknolojiyi geliştiriyor. Fakat hep aynı
“ilkel komünal akıl”la… Feuerbach insanların tüm bilgisini, geliştirdiği
teknolojiyi, sanatı ve kültürü, cinsil ya da türsel varlık olarak insan
kavramıyla soyutluyordu. Arslanoğlu’nun bu tanımlamayla bir bağı bulunmuyor.
Yazdıklarına referans göstermeyen Arslanoğlu’nun düşünceleri bilimsel değil.
Örneğin bir küçük çocuğun toplumdan uzak doğa içerisinde büyümesinin sonucunun
ne olacağından habersiz. Az da olsa böyle olgular bulunuyor. Bu tür olguların
gösterdiği, insanların aklının toplumsal ortamda geliştiği ve şekillendiğidir.
Arslanoğlu tarihsel bakışa sahip değil. İlkel topluluktaki ilişkileri, üretimi,
kültürü yok saydığı gibi, daha sonraki tüm bir tarihsel gelişimi hiç gündeme
getirmemek üzere paranteze alıyor. “Her şey genetiktir” anlamına gelen
biyolojizmin varyantı sayılabilecek bir iddiayı benimsediği anlaşılıyor. “Akıl
yetersizliği”ni insan türüne özgü bir özellik sayan Arslanoğlu bakın ne
yazıyor:
“Şöyle söylenebilir: İnsanların yüzde altmışı çok aptaldır, yüzde kırkı az
aptaldır. Dünyadaki tüm düzensizliklerin ve enayiliklerin kaynağı olan bu
evrimsel-genetik gelişmemişliğimiz doğaldır ki, genetik bir değişime
uğramadığımız sürece kalıcıdır.” (s. 160-161)
Bu tez, “insanı, özelliklerini ve toplumsal fenomenleri belirleyen
genetiktir” tezi, muhafazakâr düşüncenin “insan doğuştan eksikli ve
günahkârdır” düşüncesine benzer bir düşünce içerir. Yaklaşımı, “insanın sütü
bozuk” ya da “çiğ süt emmiş insan” türünden bilimsel açıdan anlamsız olan, kaba
sokak sözlerindeki yaklaşıma da benzemektedir. Tarihte “enayilik” ve
“düzensizlik”ler var mıdır?.. Bu kavramlaştırmaların tarihsel süreçler ve
toplumsal ilişkilerin mantığı açısından bakıldığında, dikkate alınabilir,
anlamlı bir tarafı yoktur. Her şeyi, statik bir akla, “insan özellikleri”
soyutlamasına bağlamak, bilimdışı ve absürttür. “Tabii ki komünizm bu
insanla hiç mümkün değildir.” (s.161) şeklindeki iddianın,
“nereden biliyorsun?” sorusuyla karşılanması gerekiyor. Beylik laflardan biri
olan, fakat tarihsel bakış ve bilimsel açıdan hiçbir anlamı olmayan ideolojik
kodlamalardan bir diğeri örneğin şudur: “Bu memleket adam olmaz.” Hangi
veriler, hangi toplumsal eğilim bunu gösterir sorusuna cevabı yoktur bu tür
iddiaların sahiplerinin. Günlük hayatta karşılaşılabilen ancak, kaba ideolojik
kodlamalardır bunlar.
Devam edelim:
“İnsanları örgütlemek, hele düzene müdahale ve düzeni değiştirmek için
örgütlemek fevkalade zordur (…) İnsanların ezici çoğunluğu bilgi ve bilgili
bilinçle değil alışkanlıklarla düşünür, alışkanlıklarla yaşar.” (s.248).
Düzeni değiştirmek tarihsel bir sürecin ürünüdür. Bireylerin işi değil.
Tarihsel sürecin durağan dönemleri, devrimci durum evreleri, kitlelerin
hareketlendiği ya da “yaprak kımıldamayan” kesitleri vardır. Elbette insanları
harekete “bilgi” geçirmez. Fakat Arslanoğlu’nun kişisel karamsar yaklaşımının
aksine, nesnel tarihsel süreçte ilerleme ve devrimci atılım dönemleri olmuştur.
Ne bekliyordunuz?.. Tarihsel süreçlerin günlük olaylar gibi kısacık zaman
dilimlerinde olmasını mı?.. Örneğin ortaçağın kabaca 1000 yıl süren varlığının
sonunda kapitalist üretim biçimi kurulurken, Rönesans-reformasyon-aydınlanma
süreci ve burjuva devrimleri yaşanırken, insanlar bu süreçlerin dışında
mıydı?.. Ekim devrimi ve diğer devrimler?.. Kimi evrelerde insanların
örgütlenme düzeyleri az olabilir ya da gerileyebilir, fakat tarih ilerler ve
insanlar örgütlenir, harekete geçer.
Arslanoğlu bunca şey yazdıktan sonra şunu demeyi de ihmal etmiyor: “(…) insanların çoğunluğunu ikna edemiyoruz. Vaz mı geçelim? Hayır, vazgeçemeyiz,
geçmiyoruz.” (s. 249). Aman ne güzel(!).. Bu düzende ideolojik
düzeneklerin olduğunu, alışkanlıkların olduğunu, rıza mekanizmaları ve baskı
mekanizmaları olduğunu zaten biliyoruz. Fakat alışkanlıkları olan insanların
harekete geçtiğini, örgütlendiğini ve devrimler yaptığını da…
3. “Solda sevgisizlik” ve sosyalizm
“Devrim yapamadık ama sol içi sevgisizlikte pek çok ülkenin sol hareketini
geride bıraktık. Belki de devrim yapamadığımız için bu böyle. Veya özellikle bu
böyle olduğu için devrim yapamadık.” (s. 39)
Şahsi ve keyfi bir yorum… Sevgiyle karşılıyoruz. Üzerinde durulup yeterince
düşünülmeden, rafine edilmemiş cümleler; dayanaktan yoksun ve kişinin “ben şu
rengi seviyorum” demesine benzer nitelikte… Belki öyle, belki de böyle deniyor;
devrim yapamadığımız için mi sevgisiziz, sevgisiz olduğumuz için mi devrim
yapamadık?.. Devrimi kitleler yapar diye yazıyor kitaplar, değil mi?.. Yok ama
sevgi lazım (!)..
“İnsan malzemesi (…) ekonomide de, siyasette de, devrimde de, sosyalizmde
de temel maddi malzemedir. Marksist lisanla konuşursak altyapının da
altyapısıdır.” (s. 53)
Yok, teorik kavrayış yok. Fakat Marksist lisanla konuşmak, var. Şu “insan
malzemesi” kavramı, “altyapı” kavramına takılan bir kulptur desek yeridir.
Çünkü soyutlama zahmetli bir zihinsel etkinliktir. Bakkal amcayla konuşur gibi,
bir hava durumundan, bir işlerin nasıl gittiğinden söz açıp, onla sohbet
edercesine, farklı alanlarda ve soyutlama düzeylerinde işlevleri olan
kavramları yan yana getirmekle, yeni ve “sağlıklı” fikirler üretilemez.
Öte yandan, solda bir sevgisizlik geleneği ya da durumu olduğu fikrine
katılıyorum. Karalama, seviyesiz sataşmalar, dedikodu vb. vb… Kanımca bunları
yok etmekse mümkün değil. Toplumsal dokuda da var bunlar. Hele bir de
solcuların arasındaki “fareleri” düşündüğünüzde, sevgisizliğin olmaması garip
olurdu. Solda sevgisizlik yanı sıra teorisizlik de önemli bir sorun olarak
görülmelidir. Büsbütün yok demiyorum, fakat teorik üretimde yetersizlikten ve
bu alanda bir hegemonya olmayışından bahsediyorum. Karatani, Zizek gibi
adamların üretimlerinin, postmodernistlerin, sol liberallerin vb. vb. çaplı
çapsız bir “sürü” yazarın düşünceleri, teorik alanda Marksizm’e göre daha
baskın görünüyor, hakikaten. Teorik alanda yapılacak “temizliklerin”, eleştiri
ve ayıklamaların, içselleştirmelerin Marksistler tarafından bir sürekliliğe
kavuşturulması da gerekiyor.
“(…) sol içindeki tüm vefasızlık, kıymet bilmezlik, emeğe saygısızlık,
iftiraya yatkınlık, manevi veya fiziksel olarak yok etmeye heveskârlık,
bürokratlık, kariyerizm vs. eğilimlerini Stalinizme bağlardım. Oysa bunlar
insanın, siyasi insanın, sağcı olsun solcu olsun genel özellikleriydi ve sol
bunların üstesinden gelemediği için yeterince sol olamıyor ya da başarısız
kalıyordu.” (s. 159)
Evet, doğrudur bunlar hayatta, toplumlarda varlar. Fakat toplumu da, solu
da bunlar tanımlamaz, açıklamaz. Başarısızlıkların nedeni de bunlar değildir.
Sol yapıların programlarının ya da siyasi çizgilerinin bir önemi yok, öyle
mi?..
“Peki, insan sosyalizmi neden çok zor kuruyor ve çabuk kaybediyor? Neden en
iyi sosyalizmler bile yampiri sosyalizmler oluyor?” (s. 159)
Pek okumayan lise öğrencilerinin sorabileceği sorulara benziyor.
Samimiyetle yazıyorum. Arslanoğlu bunları da yazıyor ya pes doğrusu. “İnsan”
kurmuyor beyim, sosyalist toplumları insanlar kuruyor. “Yampiri”, “zor” ve
“çabuk” da ne demek?.. Tarihsel olgu ve süreçlere böyle mi yaklaşılır?..
4. Bireyci liderlik anlayışı, sosyalizm algısı ve
Stalin’e dönük “kişi karalaması”
“Kişilik farklarını ve bunların belirleyici önemini (kuramsal açıdan veya
hiç değilse el yordamıyla pratikte) kavrayamayan, o noktalarda esneklik ve
yönetme, motive etme becerileri gösteremeyen sosyalist hareketlerin, sosyalist
liderlerin başarılı olabileceğine inanmıyorum.” (s.54)
Peki biz Arslanoğlu’na inanalım mı?.. Bu kişisel yaklaşım, örgütlenmeye
bireyci bakışın damgasını taşımaktadır. Sosyalist bir yapının örgütlenmesinde,
kurallar konur ve bunlar çerçevesinde hareket edilir. Elbette kurallar
işleyişin mükemmel olmasını sağlayamaz. Kadroların belirli bir siyasal,
örgütsel ve teorik formasyon ve terbiye sürecinden geçmesi gereklidir.
Aralarında özel bir dayanışma, koordinasyon ve işbirliği, görev sorumluluğu ve
kolektif çalışma yeteneğinin gelişmesi gerekir. Sosyalist yapılar, makineler
gibi çalışmaz. Kadroların yorulması, hata yapması, sorumluluk bilinciyle
hareket etmemesi vb. mutlaka gerçekleşecektir. Bunların düzeltilmesi için
yazılabilecek hazır bir reçeteyse yoktur.
Fakat… Sosyalist örgütlenmelerde süper yeteneklere sahip, insan sarrafı
olan ve kadroları maniple etmekte ustalaşmış liderlere ihtiyaç yoktur. Bu
liderlik anlayışı sorunludur. Lider olanlar ya da yöneticiler, görevlendirilmiş
siyasal bilinci gelişkin kadrolar olmalıdır. Örgütsel hiyerarşi, işbölümünün
getirdiği, yeteneklere, ilgi alanlarına ve siyasal bilinç durumu gibi
faktörlere bakılarak oluşturulan görev ve sorumluluk dağılımını yansıtır,
yansıtmalıdır.
Arslanoğlu kitabında, Kıvılcımlı’nın fikirlerini değerlendirmekten çok,
Kıvılcımlı’nın kişiliğini irdeliyor ve bir de onu Nazım’la karşılaştırıyor.
Açıkçası bu tür kişisel değerlendirmeler benim ilgimi çekmiyor. Bunlardan
anlamlı ve işe yarar bir çıkarsama yapılacağına da inanmıyorum. İşte bu da
benim kişisel tutumum…
Bakın Arslanoğlu ne yazıyor:
“Ama aklı başında sosyalist önderlerin bu gidişi devrimci gençliği
kazanarak durdurması gerekirdi, başaramadılar. Hatta bunu denemediler bile (…)
Ne 60’lı yılların TİP yöneticileri ne de 70’li yılların TİP-TSİP yöneticileri
bu zor işin üstesinden gelebildi.” (s. 96-97)
1960-70’li yıllardaki gençlik hareketinin “kopuşundan”,
devrimci-demokrasinin güçlenişinden bahsediyor. Ona göre “önderler”in bu
tarihsel süreci durdurması, farklı bir yöne kanalize etmesi gerekiyordu. Bu
“önderler”, adeta süper-man (!) olarak görülüyor. Ya da “akılları başlarında”
olmayabilir (!).. Arslanoğlu değerlendirmelerinde, nesnel koşulları, süreçleri
görmezden geliyor. Sübjektif sanılarını, dar bir bakış açısıyla yazıp duruyor.
“Bireycilik” olarak adlandırılabilecek bir perspektifi var ve olguları,
süreçleri bu bakışla değerlendiriyor. Bana göre, yazdıklarının çoğu fantezi
olarak nitelenebilir durumda.
Arslanoğlu’nun “uçuşa geçtiği” bir yer daha:
“Veyahut devletin işçi sınıfı adına mutlak hâkim olduğu ve kimilerince
‘totaliter’ diye adlandırılan sosyalist ülkelerde sınıflar yoksa, nedir bunca
kanlı sınıf mücadelesinin sebebi? Dahası bu sınıf mücadelelerinin en keskinleri
neden devlet içinde cereyan etmektedir? Neden liderlik içinde ve devlet katlarında
bunca ‘sınıf düşmanı’ çıkmaktadır? Demek ki ulusal mülkiyetin devlet adına bir
merkezde toplanması bir ülkeyi tek başına sosyalist yapmıyor. Daha doğrusu
oralarda tartışma bitmiyor. Ayrıcalıklı gruplar var mı yok mu, bu ayrıcalıklar
artıyor mu, azalıyor mu; sınıf varlığı ve yokluğunun bence asıl ölçütü mülkiyet
kaydı değildir.” (s. 27-28)
Sosyalizmde sınıflar vardır fakat çözülmeye ve başkalaşmaya tabi bir
şekilde… Köylülük, esnaflar gibi geleneksel küçük burjuva unsurlar, sosyalizmde
zaman içerisinde toplumsal üreticilere, bir sınıf oluşturmayan ve sömürülmeyen
“emekçilere” dönüşür/dönüştürülür. Mülkiyet haklarının olduğunu iddia eden,
kolektifleştirmeye ya da kooperatifçiliğe geçişe direnen, sabotajlar düzenleyen
“kulaklar”ın, esnafların yeni sisteme entegrasyonu ve zamanla soğurularak bir
sınıf oluşturma durumundan çıkmaları, siyasal/ideolojik, iktisadi ve kültürel
bir toplumsal dönüşüm sürecinde gerçekleşir. Sosyalist iktidarın baskıcı
önlemleri meşru olduğu ölçüde ve zorunluysa kullanmaması düşünülemez. Birileri
sabotaj yapıyorsa, yeni rejimin toplum tarafından kabul edilmiş,
onaylanan/meşru sayılan kurallarına aykırı hareket ediyorsa, hukuki kıstaslar
dâhilinde baskıya başvurulmasının eleştirilecek bir tarafı olmamalıdır. Fakat
anti-sovyetik anti-komünist yaklaşımların hala yaygın ve egemen durumda olduğu
bir dünyada yaşıyoruz; ülkemizde ve başka ülkelerde birçok “sosyalistin”
savrulmalar yaşadığını, yaşıyor olduğunu biliyor ve görüyoruz.
Devlet ve komünist parti içerisindeki politik anlaşmazlıklara gelirsek…
Arslanoğlu’nun yazdıklarından yöneticileri, bir sınıf olarak gördüğü sonucu
çıkıyor. Politik ayrışmalar ve karşıtlıklar, sosyalizmde olağan sayılmalıdır.
Zamanlama, içerik, uygulamada kullanılan araçlar vb., bütün bu konularda parti
içerisinde ve yöneticiler arasında farklı düşüncelerin oluşmayacağını düşünmek
yanlış olur. Kişilerin birbirlerini “sınıf düşmanı” gibi nitelemelerle
suçlamasında da şaşılacak bir durum yoktur. Politik ayrılıklarda sert de olsa
bu tür nitelemeler kullanılıyor ve komünizme geçilene kadar ve belki de
geçildikten bir süre sonra da politikanın ortadan kalkmayacağını söylemek
gerekiyor. Elbette 1936 yılında SSCB’de gözlenen ve çok sayıda bireyin parti ve
devlet görevlerinden tasfiyesi bu kadar kanlı olmalı mıydı şeklinde
sorulabilir. Fakat bu tasfiye sürecinin nasıl geliştiği ve altında yatan
“mantık” mutlaka anlaşılmalıdır. Niye bu kadar çok sayıda kadro ve devlet
görevlisi hapse atılmıştır ya da ölümle cezalandırılmıştır; bu noktada sürecin
nasıl işlediğini kavramak önemlidir. Nitekim Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabında böylesi bir süreç
değerlendirmesini bulursunuz. Fakat anti-komünist yaklaşımlardaki “Stalin
caniydi” türünden bir ideolojik kodlamayı sosyalistler benimsemez. Benimsemez,
çünkü bu gerçek değildir. Stalin’in bütün parti işleyişinden ve devletin bütün
organları, kurumları ve birimlerinin çalışmalarından sorumlu tutulması
yanlıştır. Bahsettiğim kodlamayı benimsemeyiz, çünkü kafalardaki lider
fetişizmi ile gerçeklik birbirine uymuyor. Örneğin faşist işgal ordularını,
Stalin’in değil 20 milyon yurttaşını kaybeden Sovyet halklarının yendiğini,
fakat sürece partinin ve onun lider kadrolarının önderlik yaptığını belirtiriz…
Gerçek budur. Bir süreç tek adamla, liderin hataları, kişilik özellikleri, zaafları
ya da kahramanlıklarıyla açıklanmaz, açıklanmamalıdır.
Arslanoğlu bir de ayrıcalıkların olup olmadığına bakarım ya da buna
bakılmalı diyor. Muğlâk ve dayanaktan yoksun bir ifade; reel sosyalizmde
kimlerin, hangi toplum grubunun ne ayrıcalığı vardı belirtmiyor. Asya Tipi
üretim Tarzı konusundaki tartışmalara burada girecek değilim. Fakat doğu
toplumlarında sınıfların olduğunu belirtirken Arslanoğlu doğru bir saptamada
bulunuyor. Çünkü bu kadim toplumlarda toplumsal artık-ürünün devlet aygıtındaki
görevlilere dağıtımını tespit edebiliyoruz. Öyleyse devlet mülkiyetinin olması,
bu toplumlarda sınıfların olmadığı anlamına gelmiyor. Arslanoğlu da bunu
belirtiyor. (s. 27) Güzel. Fakat bu saptamaya yaslanarak reel
sosyalizmin/Sovyetler Birliği’nin de aynı durumda olduğunu söylemek, “deli
saçması” sayılmalıdır. Bunu Arslanoğlu’nun yakındığı sol içi “sevgisizlik”ten
değil, gerçekleri vurgulamak adına yazıyorum. Sosyalizmde toplumsal
artık-değerin yeni yatırımlarda, bilimsel-teknolojik araştırma ve geliştirme
faaliyetlerinde, topluma eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi hizmetlerin
sunulmasında, bir bölümüyle de emperyalist devletlerin saldırılarına karşı
savunma harcamalarında, başka dost ülkelere yardımda ve diğer durumlarda
kullanıldığını inkar mı edeceğiz?.. Arslanoğlu’nun bahsettiği “ayrıcalıklı
gruplar”, ücretleri arasında makas bulunan emekçiler içerisinde miydi, yoksa?..
Devlet yöneticileri miydi, ayrıcalıklarından ötürü bir sınıf oluşturdukları
iddia edilen?.. Benim yazdıklarından anladığım şudur; Arslanoğlu teorik
bakmıyor. Belki de bakamıyor. Kavramsal seti kendine özgü ve bu nedenle
değerlendirmeleri bireysel kurgular oluyor.
Ve tekrar Stalin… Arslanoğlu Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabını değerlendiriyor ve kendi düşüncelerini kaydediyor dedik.
Alıntılayalım:
“Burada sakat olan tutum şudur ki, dünya komünist hareketi, tek kişinin
kararına göre çok önemli yönelimlerini belirlemek zorundadır.” (s. 113)
“Kazanan Sovyetler’in lideri ve başkomutanı Stalin elbette bu zaferde büyük
pay sahibidir.” (s. 113-4)
“Şu Alman anlaşması haricinde Stalin’in önderliğinde üstün bir zeka,
gelişmiş hassas taktikler, ince düşünce, insan idare yeteneği, sinerji yaratma
kabiliyeti, gerektiğinde gönül alma, gerektiğinde ölçülü cezalandırma gibi
nitelikli liderlik için olmazsa olmaz özelliklerden hiçbirini göremiyorum.
Stalin önderliği altında bulunmasa Sovyetler’in bu kadar büyük insan kaybına
uğramayacağını düşünüyorum. Stalin, her süreci, insanı hiçe saymayla, bireysel
veya yığınsal temelde onu itip kakarak, vurarak, kırarak, sökerek, korkutarak
idare etmeye alışmış, yetenekleri bu yönde gelişmiş biri.” (s. 115)
Sanki Stalin’le tanışmış ve onu uzun bir süre boyunca gözlemlemiş gibi
yazıyor. “İtmeyi” de “kakmayı” da, “kırmayı” da, “sökmeyi” de görmüş, geçirmiş
sanki… İşte bu yaklaşım “bireyci” bir bakışın ürünüdür. Arslanoğlu’nun liderlik
anlayışı da, bireyci bakışla şekillenmiştir. Zekâ, yetenek gibi özellikler
arıyor ve göremedim diyor. Başkası da bakar ve görebilir, öyleyse. Parti
aygıtının işleyişi, kararların nasıl kolektif alındığı, devletteki kadroların
ihanetleri, yargılamaların şeffaflığı vb. dikkate alınmıyor bile. Fakat
gerçekten tarihsel olguları ve süreçleri açıklarken, anlamaya çalışırken
bireylerin üstün ya da alçak özelliklerini dikkate almaya, özcesi kişilik
özelliklerini göz önünde bulundurmaya ihtiyacımız var mıdır?.. Kanımca yoktur.
Uzatmayalım. Anayurt Savaşı’nın kazanılmasında Stalin ile diğer parti ve
devlet yönetiminin rolü vardır, fakat Stalin’i “büyük pay sahibi” yapmak
yanlıştır. “Tek kişinin kararına göre” dünya komünist hareketinin yönelimleri
belirlendi ifadesi yanlış ve uydurmadır. Stalin’i tasfiyelerden sorumlu görmek,
göstermek de sığ, yanlış ve yanıltıcıdır. Üstelik tarihte “şu olmasaydı, şu
önder yerine başkası olsaydı, bakın neler olurdu ya da ne güzel olurdu”
türünden değerlendirmelerden tamamen uzak durulması gerekir. Bu tür “şöyle
olsaydı”lı ifadeler, saçmadır. Olmuş ve başka türlü olmadı, çünkü…
Başka bir örnek verelim. Anti-komünist metinlerde rahatlıkla
bulabilirsiniz:
“Stalin ve SBKP’nin Avrupa soluna oldum olası uşak muamelesi yapması (…)”
(s. 116)
Stalin ve Sovyetler Birliği hakkında egemen olan anti-sovyetik,
anti-komünist söylemlerin, propagandaların başarısıdır bu… Arslanoğlu bunları
yazıyorsa, Sovyetler Birliği’ni konu alan sağlıklı çalışmaların artması
gerektiğini gösteriyor bu durum. Orijinal Rusça eserlerin de Türkçeye
çevrilmesinin önemi ortaya çıkıyor.
Arslanoğlu’nun değerlerle ve ideolojik kodlamalarla yüklü bir Sovyetler
Birliği tarihi algısı var, fakat sağlıklı bir tarih kavrayışı yazdıklarında
bulunmuyor:
“İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen
biri olan ben, yine de bu on binlerce partiliye ve ötesinde değişik dönemlerde
kırıma uğratılan birçok halka gösterilen muamelenin insanlık suçu sayılması
gerektiğini düşünüyorum.” (s. 118)
Düşünüyor fakat bu konularda yeterince bilgisinin olmadığı yazdıklarından
anlaşılıyor. Çünkü anti-komünist yazarlardan yapılan çeviriler dışında,
Türkçeye çevrilmiş Sovyetler Birliği tarihi üzerinde doğru düzgün çalışmaların
sayısı az. Bilgi yetersizliğiyse, düşünmeye engel olmuyor…
Yine aynı terane: Kişisel fantezi ürünü değerlendirmeler, birey odaklı
bakış, kahraman lider anlayışı (“devrimi yapmış liderler”)… Sovyetler
Birliği’ndeki 1936 yargılamalarından bahsediyor, alıntılıyorum:
“Söz konusu ezik ve histerik tutum, kendilerine onca
güvenilen, üstelik devrim yapmış liderlere hiç yakışmıyor. Böyle onurlu bir tavrı gösterebilselerdi (…)
tarihin çok daha farklı okunmasına yol açabileceği açıktı.” (s. 119)
Stalin’i olumsuz özellilerle de olsa fetişleştiriyor, ona onda olmayan
özellikler, yetkiler, yetenekler veriyor. Parti merkez komitesi, politbürosu,
işleyen organları ve devlet organları yok sayılarak, alınan kararlar tek bir
kişiye bağlanıyor. Arslanoğlu’nun bu yaklaşımı, anti-komünistlerin tavrından
hiç de farklı değil. Stalin’i “günah keçisi” ya da “cani” ilan edecekler ya…
Aktarıyorum:
“Stalin’in bulunduğu mevki itibariyle, tutuklanan veya öldürülen her
‘masum’ Sovyet yurttaşına karşı doğrudan suçlu olduğu açıktır.” (s. 126)
Molotov’u nasıl anıyor, Arslanoğlu?.. Onun için Stalin döneminin “ikinci
adamı” nitelemesini yapıyor. “Tanrıya şükür” ona suç yüklemiyor; aman ne iyi…
Fakat bakın başka bir yorum daha: “Stalin dönemi
uygulamaları en tehlikeli ve en vahşisinden sosyal-Darwinizmciliktir” (s. 145)
Biz mi bilmiyoruz, sosyal-darwinizmin ne olduğunu, acaba?.. Ama olsun
faşizmi çağrıştırıyor ya, bu damgalamayı da yap sen!.. Bilmeyenler sağlıklı
içerikte sözlüklere bakabilir; sosyal-darwinizm, her niyete yenen muz değildir.
Fakat Arslanoğlu’nun anti-komünist “literatüre” katkısı sayılmalıdır bu
saptaması.
Bu arada belirtmeliyim; Stalinizm diye bir ideoloji, öğreti ya da doktrin
yoktur. Bir politik çizgi de… Fakat Arslanoğlu ısrarla bu kelimeyi kullanıyor.
Üstelik Stalinizm’den bir de şunu anlıyor:
“Stalinizmin baskıcılığı, entelektüel kısıtlayıcılığı (…) “ (s. 154). “(…)
siyasetin bir kurum olarak Stalinist olması (…)” (s. 155)
Bir karalama daha aktaralım: “Ana akım Marksistler ahlakla alay
ettiler, köleci bir sistem kurdular derken haksız değildir Karatani.” (s. 256). Sovyetler Biriliği’nde “köleci bir sistem” vardı, öyle mi?.. Arslanoğlu bir
solcu/komünistse, bu yazdıkları tuhaf sayılmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.