9 Temmuz 2013 Salı

[ANTİ-ARSLANOĞLU (‘Evrim Açısından Devrim’: Teorisizliğin Sefaleti) -I - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Kaan Arslanoğlu’nun Evrim Açısından Devrim adlı kitabındaki fikirleri eleştirilmektedir.

Haberveriyorum.net sitesinde bir “gürültü patırtı” vardı. Kaan Arslanoğlu’nun yeni bir kitabı yayınlanmış ve Araslanoğlu’nun bu kitabında yer alan fikirlerini Erkin Özalp ve Ali Mert eleştirmişti. Anladığım kadarıyla Arslanoğlu bazı “yeni” tezler öne sürüyordu ya da öne sürdüğünü iddia ediyor olmalıydı. Sonunda kitabı ben de aldım ve iki gün içinde okuyup bitirdim. Hakkında konuşulan ve popüler olan bu kitabı görmezden gelemezdim. İşte okudum ve gördüm. Bakın gördüklerim neler?..

Arslanoğlu bir psikiyatrist. Mesleği gereği bireylerin ruh sağlığıyla uğraşıyor olmalı. Onları gözlüyor, konuşturuyor, dinliyor ve tedavi etmeye çalışıyordur, fakat mesleğini şu anda icra ediyor mu, onu bilmiyorum. Kitabındaki fikirlerinin oluşumunda, bu mesleki uğraşısının etkisi olmalı. Evrimsel psikolojinin kapsamındaki bilgilerden ve görüşlerden yararlandığını zaten kendisi belirtiyor. Bundan bahsetmiyorum… Arslanoğlu’nun kitabında gördüğüm özetle şunlar oldu; bireyci bakış, ampirik gözlemleri genelleme, teorik bakış yoksunluğu, açıkça bilimsel açıdan sağlıksız tezler ya da iddialar, yeni olmayan yaklaşımları yeni gibi sunma ve dayanaksız yazmak ya da kanıt niyetine dikkate alınabilecek bilgileri sunmamak, bir de çok sayıda ve çoğu çok uzun alıntılar yapmak…

Gelin şimdi bunlara yakından bakalım. Bu yazıda elimden geldiğince öznelliği ağır basan bir yazım biçemi kullandığımı da belirtmek istiyorum; açıkçası bu kitabın eleştirisi için bu üslubun uygun olduğunu düşünüyorum…

Örneğin Arslanoğlu’nun kitabındaki ilk konu, Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşleri ve kişiliği. Arslanoğlu’nun, Kıvılcımlı’nın tüm fikirlerini açıklama ya da eleştirme kaygısı olmadığı açık. Onun fikirleri arasından katıldığı yerler, eleştirdiği ve abartılı bulduğu yaklaşımları üzerinde duruyor. Kıvılcımlı’nın görüşlerini ne sistemli biçimde ele alıp değerlendiriyor ne de eleştirilerini ayrıntılı ve referanslı biçimde sunuyor.

Oysa elimizdeki bir kitap… Olabilir, insanlar düşüncelerini makale yazar gibi değil de, daha serbest biçimlerde de kitaplar halinde yazarlar, fakat bize göre dikkate alınır bir katkı yapılıyor, yeni bir yorum getiriliyorsa düşüncelerimize, bunun, sistemli ve dayanaklarıyla birlikte yapılmasında fayda var. Açıkçası bireylerin kendi fantezilerini, “aşırı-öznel” değerlendirmelerini okumak herkes için olmayabilir, fakat benim için nahoş bir durum. Kitapta bu durum, yazarı tarafından da dile getiriliyor; düşüncelerini “öznel” değerlendirmeler olarak görenlerin olduğundan bahsediyor. Belki bu serbestlikte yazmak kolay olduğundan seçilmiş bir yol olabilir. Fakat ulaştığınız sonuçları hiçbir destekleyici bilgi sunmadan yazarsanız, yazdıklarınızın açıklayıcılığı ve önemi azalıyor.

Başlayalım. Başlarken beni ilgilendiren, dikkatimi çeken noktalara değineceğimi belirtmeliyim. Maşallah, Arslanoğlu’nun kitabı baştan sona “dikkat çekici” yaklaşımlarla dopdolu…

1. Din hakkında…

“Dinlerin maneviyatçı başlangıçlarıyla sonraki maddiyatçı, sınıf ayrımına, zengin yoksul ayrımına varan bugünkü nitelikleri arasındaki çelişki daima gündemde tutulmalı. Bu nokta bizim açımızdan çok zengin ve etkileyici propaganda malzemeleri sağlar.” (s. 30)

Burada yanlış bir ifade veya formülasyon bulunuyor. Siyasal dincilerin, dinci sermayedarların, tarikat liderlerinin maddiyatçılığını eleştirmek ve bunu politik propagandada kullanmak anlamlıdır. Bazı dinlerin, örneğin Hıristiyanlığın, ilk oluşumlarında, sömürülenler, yoksullar, ezilenler, dışlananlar arasında türediği/şekillendiği, fakat tarihsel akış içerisinde başkalaştığı, devlet dini haline geldikleri, iktidarların bu dinlerin yeniden üretimlerine özel önem verdikleri, bu dinlerin de toplumsal düzenin yeniden üretimi işlevlerine sahip oldukları vb… Bunlar teorik düzlemde söylenebilir ve zaten biliniyor. Yazarın bahsettiği “çelişki”, “karşıtlık” anlamına geliyor, bunu da anlıyoruz. Fakat dinin manevi değerlerini övmek, yüceltmek ya da kullanmak sosyalistlerin işi değildir, olmamalıdır. Dinsel söylemler içerisinde “eşitlikçi” vurgular, “kardeşlik ruhu”, “adalet”, “hak” vb. değer ve kavramlar bulunsa da, bizim bu değerleri anlamlandırmamız farklıdır. Bu farklı anlamlara sahip kavramları ve değerleri kapsayan sosyalist ideolojimiz, bütününde farklı bir işleve sahiptir. Biz bu değerleri, kavramları dönüştürmeye, yeniden anlamlandırmaya, başka bir doğrultuda kullanımları için anlamsal açıdan kaymalar oluşturmaya çalışabiliriz ve çalışmalıyız. Fakat şunu yapmak sosyalistlere düşmez/düşmemeli:

“Birçok din başlangıçta eşitlikçi kardeşlik ruhuna dayanır. Dinlerin bu yönleri, doğuşlarındaki masumiyetleri ve iyicillikleri sosyalistlerce vurgulanmalı. Daha sonra dinin nasıl yozlaştırıldığı anlatılmalı. Nasıl ayrıcalıklılığın, sömürünün, vahşetin aracı haline getirildiği vurgulanmalı.” (s. 30)

“Hak, adalet, kardeşlik” diyenlerin, “yetim hakkı”ndan bahsedenlerin servetleri, lüks yaşamları, kazançlarını elde ediş yolları, yandaşlıklar üzerinden çevirdiği dolaplar, yolsuzlukları, insanımızın vicdanındaki dini duyguları istismar etmeleri, siyasette dini ve üstelik gösterişle kullanmaları vb… Bunları anlatmak, yazmak, konuşmak gereklidir. Fakat dinin aslında böyle olmadığı ya da başlangıcında hiç böyle olmadığını propaganda etmek sosyalistler açısından hatadır. Sonradan yaşanan, bir “yozlaşma” değildir; tarihsel süreç içerisinde dinsel ideolojik değerler, fikirler, görüşler başkalaşır ve farklı insanlar veya gruplar, sınıflar tarafından başkalaşmış anlamlarıyla yeniden üretilirler. Yozlaşan, çürüyen toplumsal ilişkiler, örgütlenmeler ve işleyiş mekanizmalarıdır. İdeolojik motifler, değer yargıları bunları aklamaya, gizlemeye, olduğundan farklı anlamlandırmaya, farklı algılatmaya yarar. Dinsel değerlerin, duyguların, düşüncelerin emekçilerce anlamı, kullanımı farklıdır, din bezirgânlarının, dinci sermayedarların ve partilerin bunları kullanımı ve bu bireylerdeki işlevleri başka…

Arslanoğlu’nun şu yaklaşımı ise benim yaklaşımıma benziyor: “(…) din konusundaki eleştirel ama dışlayıcı olmayan propaganda (…)” (s. 31). Arslanoğlu’nun kitabı yayınlanmadan önce yazdığım yazılarda, benzer düşüncelerimi paylaşmıştım. Örneğin şu ifadelerinde doğruluk payı yüksek: “Bizim şöyle söylememiz gerekir: Sosyalistlerin çoğu, evet dinsizdir, ama dindarların çoğundan daha ahlaklı ve daha az maddecidir, daha maneviyatçıdır. Zaten doğrusu da budur, yalan değil.” (s. 31). Aslında sosyalistler inançlıdır; tarihsel ilerlemeye, olumsuzluklara rağmen ve bunların itkisiyle gelişime, insanlığın yaratıcı potansiyeline, bilimsel düşüncelere, eşitlik ve özgürlük gibi ilke/değerlere vb… Bizim temel inançlarımızdan biri de, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir. Biz ateist değil, materyalistiz. Maddiyatçı olamıyoruz zaten…

2. Genetik belirlenimli “insanın doğası” anlayışı ve buna referansla yaptığı yorumlar

“İnsan doğası” ve “insanın türsel psikolojik özellikleri” konusuna geçelim. Arslanoğlu buyuruyor:

“İnsanın türsel psikolojik özellikleri, aklı, aklının sınırları, aklını kullanma yolları, tüm davranış-düşünme kalıpları, bu uzun tarihi dönemdeki evrimsel gelişmelerin ürünüdür.” (s. 35)

“Arkadaki ya da daha temeldeki esas büyük maddi gerçeklik ise evrim gerçeği ve insan düşünce-davranış kalıplarının evrimce belirlendiği gerçeğidir. Bundan daha büyük maddi arka plan ya da altyapı bulunmamaktadır. Ekonomik sistemler dâhil. Başka deyişle evrimin ortaya serdiği maddiyat âlemi, hiyerarşi içinde tüm öteki maddi-ekonomik vs. koşulların üstündedir.” (s.35)

Bir: Arslanoğlu, insan aklı, psikolojik özellikler, akıl yürütme yolları ve davranış-düşünme kalıpları şeklinde sıraladıklarını, statik yapılar olarak kavramaktadır. Bunların bireylerdeki yeniden üretimini ve oluşumunu hesaba katmadan düşünmektedir. Toplumsal pratiklerden yalıtılmış bir insan aklı ya da psikolojisi yoktur. İnsanların davranış ve düşünme kalıpları toplumsal ilişkiler içerisinde şekillenir. Bir bebeğin büyüyüp çocukluk ve gençlik evrelerinden geçerek erişkin birey durumuna geldiği süreçte, yaşadığı deneyimler, pratikler, etkileşimler, ona aktarılanlar olmadan, bahsedilen insani özellikleri kazanmadığı bilinmektedir. Az sayıda da olsa, toplum dışında/doğada büyüyen çocukların konuşamadıkları, dik yürüyemedikleri ve davranış-düşünme biçimlerinin sıradan insanlardakilere benzemediği örnekler kayda geçmiştir. Biyolojik/genetik potansiyelin var olduğu ve bir belirleyici olduğu doğrudur. Fakat insanın bu potansiyelini işleyen ve biçimlendiren toplumsal ortamlardır. Öyleyse, insan olmak için biyolojik/genetik potansiyel gerekli fakat yeterli değildir. İnsan esasında, toplumsal insanlıktır.

İki: Akıl yürütme yollarıyla, karakter özellikleriyle tarihsel akışı açıklamak, ideolojik bir yanılsama içerisine düşmek olur. Örneğin Hitler’in kişilik bozukluğu olabilir, fakat 2. Dünya Savaşı’nı bu bireyin kişilik özellikleriyle açıklamak ya da temellendirmek bilimsel değildir. Kahramanlıklar, dâhilik, hatalar, kötü özellikler vb… Kişiler ya da bu özellikleri, temel bir tarihsel devindirici güç değildir. Toplumlardaki ilişkilerin de bu kişilik özellikleriyle, davranış-düşünme kalıplarıyla belirlendiğini düşünmek yanılgıdır. Liderlere büyük roller atfetmek, tarihte destanlar ya da facialar olduğuna, kahramanların varlığına inanmak ideolojik illüzyonlardır.

Üç: İnsanlardaki akıl, zekâ, karakter, duygular gibi özelliklerin, toplumlarda bir olumsallık alanı oluşturduğunun gözlerden kaçırılmaması gerektiği söylenebilir. Psikoloji bilim dalındaki sistemleştirme, sınıflandırma ve açıklama çabası gereklidir. Fakat bunlar idealizasyonlar ve soyutlamalardır. Birey ölçeğindeki gerçekliğin tüm olumsallığını içermez, fakat bu gerçekliği anlaşılır kılar ve ona bazı açılardan müdahale edebilmemizi sağlar. Fakat önemli olan nokta şudur: Psikolojinin geçerli olduğu ölçek ya da düzlem bireylerdir.

Dört: İnsanların biyolojik evrimi bitmiştir. Fakat evrim sürecinde oluşan insan beyninin özellikleri, diğer anatomik ve fizyolojik özellikler değişmese de, insanların düşünceleri değişir ve gelişir. Toplumsal ilişkilerin, etkileşimlerin, doğa ve nesnelerle olan ilişkilerin kapsamında ve derinliğinde yaşanan gelişmeler, duyguları, düşünceleri, fikirleri değiştirir. Örneğin bazı yerlilerin sadece iki renk adı ve kavramlaştırması vardır. Anlamına bakıldığında “sıcak” ve “soğuk” renkler şeklinde bizim kavrayışımıza tercüme ediliyor (bkz; Özne Nesne Biliş, Victor Lektorsky, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998). Oysa bizlerin çok sayıda renk kavramı var. Hatta bazılarımızın renk kavramı çok daha fazla (yavruağzı, camgöbeğini bilenlerin durumunda olduğu gibi). Eskimoların düşünceleri ile örneğin bizim düşüncelerimizde benzer ve ortak yanlar elbette var. Fakat onların düşünce ve davranış kalıpları, değerleri, ahlakı ve kültürü bizden farklı… Ortamdaki, ilişkiler, koşullayıcılar ve kültürel aktarımdaki farklar, aklın kullanım yolunu, psikolojik özellikleri farklılaştırır. Örneğin Andaman Adaları’ndaki yerlilerde üzülme ve yasın anlamı, işlevi Avrupa’da yaşayan insanlarınkinden çok farklı (bkz; Brian morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çeviren: tayfun Atay, İmge Kitabevi Yayınları). Toplumsal ilişkilerdeki benzerlik/yakınlık, aynı/yakın bir tarihsel kesit içerisinde bulunma, davranış ve düşünme biçimlerindeki benzerlikleri anlamada dikkate alınmalıdır.

Beş: Korku, sevinç, üzüntü, mutluluk, öfke gibi ortak insani duygulardan ya da duygu durumlarından, açlığı giderme, cinsel aşk ve savunma gibi ortak dürtülerden, ortak özelliklerde ruh sağlığı bozukluklarından, ortak soyut düşünme yetisinden vd. bahsetmek doğrudur. Fakat bunların oluşumu, yeniden oluşumları ve anlamlandırılmaları, işlevleri toplumsal ortam içerisinde gerçekleşir. Bunlarla eşitlikçilik, ortaklaşma, paylaşım, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramları, değerleri ya da davranış biçimlerini karıştırmak yanlıştır. İlkel toplulukta bir birliktelik içerisinde bu değerler, fikirler ve davranış biçimleri filizlenmiş ve geliştirilmiştir. Bunlar, topluluk ya da toplumdan soyutlanarak ve bireysel özellikler şeklinde düşünülemez. Genetik, fizyolojik ve anatomik kapasitenizin, psikolojik özelliklerinizin maddi temelinin oluşumunda önemlidir. Maddi fizyolojik süreçlerin işlemesiyle bireylerde psikolojik özellikler, düşünceler, duygular oluşur. Fakat bunları koşullayan/belirleyen toplumsal etkileşimler, ilişkiler, algılama deneyimleri vb.’dir. Bireylerin içerisinde devindiği toplumsal ortamdan yalıtılmış biçimde psikolojik özelliklerden bahsedilemez, bahsedilmemelidir.

Altı: Hominidlerin hepsi değil, yalnızca homo sapiens adı verilen türü, biyolojik evrimini tamamlayıp, toplumsal evrim yaşamıştır. Diğer türler doğal seleksiyonla yok olmuştur. H. Sapiens’in binlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı ya da ilkel topluluk/takım yaşamı boyunca genetiği neredeyse hiç değişmemiştir denebilir. Arslanoğlu’nun kullandığı bir benzetmeyi biz farklılaştıralım ve sadece anlatım kolaylığı sağladığından işlevli kılalım: İnsan fizyolojisi ve anatomisi, bilgisayarın parçalarına benzetilirse, bilgisayarın hangi yazılımı, hangi bilgisayar dilini kullandığının bunlar tarafından belirlenmediği görülür. Genetik, maddi işleyiş kurallarını, mekanizmaları, biyokimyasal ve fiziksel süreçleri belirler. Fakat işleyiş için dış uyaranlara, enerji alımına, etkileşimlere ihtiyaç vardır. Bütün bunlar topluluk ya da toplum içerisinde gerçekleşir. İlkel toplulukta, insan hayatının önemli bir belirleyicisinin çalışma/üretim olduğu bilinmektedir.

Teorik kavrayış yoksunluğunu gösteren başka bir örneğe geçelim:

“İnsan en az 140 bin yıllık dönemini ilkel komünal toplumda geçirdiyse, kafa yapısı buna göre şekillendiyse, son yedi-sekiz bin yıllık sınıflı toplumları neden öyle kolay benimseyebiliyor.” (s. 36)

Soruya şu şekilde cevap veriyor Arslanoğlu:

“Sormuştuk ya, sınıflı toplumları modern insana nasıl kabul ettirdiler? İşte mevcut sınıflı rejimle, insanların hoşlarına gidebilecek, onları rahatlatacak, onlara huzur verecek ilkel komünal özellikleri ideolojik düzlemde şeklen benzeştirerek. Bunun üstüne (belki daha önemlisi) fiziksel baskıyı, öldürmeyi, işkenceyi, hapsi… dayatarak.” (s. 37)

Aslında cevap doğru ve bildiğimiz bir içerikte: İdeolojik düzenekler/rıza üretimi ve baskı mekanizmaları… Fakat şuna dikkat edilsin; birileri modern insana, sınıflı toplumları “kabul ettiriyor.” İnsanlar sınıflı toplumları, tarihsel akışı oluşturup geliştirmiyor sanki. Sınıflı toplumlar, öyle “kolay(ca) benimsenebiliyor” (!).. “İnsan”ın “kafa yapısı” ilkel komünal “toplum”da şekillenmiş, fakat sonradan baskı dayatılmış, bir de huzur verecek, rahatlatıcı olan “ilkel komünal özellikler”in benzerleri, ideolojik düzlemde üretilmiş… Miş de miş… Şu hominidlerde sadece sanki biyolojik evrim var, homo sapiens’lerin kurduğu ilkel topluluklar içerisinde insanlar arası ilişkiler, üretim, tüketim, sanatsal faaliyetler vb. sanki yok. Hominidlerin evrim sürecinde şekillenen bir genetik ve “kafa yapısı” var, fakat insansıların (hominidlerin)/insan bireylerinin doğayla ve kendileri arasındaki ilişkileri yok. Aile içi, klan ve kabile içinde hiçbir ilişki yok. Elbette Arslanoğlu’nun kafasında (!)..

Şu soruda sorulmalıdır, Arslanoğlu’na: Şempanzelerle H. sapiens arasındaki genetik farklar kabaca %1 düzeyindeyken, örneğin hominidlerden bir arkantrop ya da pitekantrop ile H.sapiens’in genomu arasındaki fark ne kadar olabilir?.. Üstelik H. sapiensin genetik yapısının ilkel topluluk döneminde çok fazla değişmediğini düşünmek mantıklıdır.

Devam edelim. Arslanoğlu yine buyuruyor:

“İnsanlardaki dini düşüncenin kökleri koparılamaz şekilde en az 150 bin yıl öncesinden gelir.” (s. 38)

“(…) insanın ilkel komünal toplumdan gelen özellikler (…)” (s.98)

Bir: Evet neanderthallerin öteki dünya inancının olduğu yönünde bulgulara sahibiz. Ölülerini gömüyorlar ve yanlarına eşyalarını koyuyor, çiçeklerle mezarlarını süsleyip muhtemelen tören düzenliyorlar. Bunları biliyoruz. Bu topluluk içi pratikle, bazı değerler, fikirleri yeniden ve yeniden üretiyorlar. Hayvanların dinleri olmadığını, ölüm korkusu yaşamadıklarını, ölümlü olduklarını kavramadıklarını da herkes biliyor. İlkel toplulukta dinsel duygu ve düşünceler yanı sıra teknik bilgiler, realist düşünceler vb. de üretilmiş olmalı. Fakat metafizik düşünceler de, realist düşünceler de tarih boyunca çeşitlenmiş, detaylandırılmış, başkalaşımlara uğramış ve sistemleştirilmiştir. Totem inancı ile “Allah inancı”nın bireylerdeki oluşumunda, benzerlikler bulunur, ortak kalıplar saptanabilir, fakat bütün düşüncelerin ve duyguların bireylerdeki oluşumu ve anlamlandırılması toplumsal ortamda gerçekleşir. Bunların gelecek kuşaklara aktarımı, değişen toplumsal ilişkilerin var oluşu ve insanların pratiklerinin sürekliliği zemininde gerçekleşir.

İki: Dayanışma, paylaşım ya da ortakçılık, ilkel bir eşitlik, şeflerin otoritesine itaat gibi özellikler, insanların biyolojik özellikleri değildir. İlkel topluluktaki bu fenomenlerin, bireylerin genetik olarak kodlanmış biyolojik özellikleri olduğunu iddia etmek, bilimsel değildir.

“Ancak tüm sınıf ayrımlarının ötesinde daha üst ve daha temel bir kategori vardır. İnsan özellikleri kategorisi. Ve kişilik farklılıkları kategorisi. İşte bu yüzden kimin devrimci, kimin karşı-devrimci, kimin apolitik olacağı bu temel insan özellikleriyle belirlenir sınıf ayrımından çok. İnsanların bilime, bilgiye uzaklıkları da başka bir (belirleyici değil ama etkileyici) unsurdur. O yüzden birçok ülkenin sosyalist devriminde küçük burjuvalar ve küçük burjuva kökenliler toplumdaki oranlarının çok üstünde bir baskın yoğunluk gösterirler.” (s. 86)

Arslanoğlu’nun temel tezi budur. Fakat hiçbir dayanak, destekleyici bilgi sunmaz tezine…

Bir: Günlük sol jargonla teorik yazım arasında nitelikçe fark vardır. Örneğin “küçük burjuva” kavramını günlük konuşmalarınızdaki gibi gelişi güzel kullanmamalısınız. Kimdir Araslanoğlu’nun “küçük burjuva” olarak gördükleri?.. Profesyoneller, avukat, doktor, mühendis vb. meslekleri olan emekçiler mi, Gramsci’nin yeni “organik aydınlar” olarak adlandırdığı insanlar mı?.. Yoksa geleneksel küçük burjuvazi olarak incelenen köylüler ya da esnaflar mı?.. Bize göre, sosyalist görüşlü bir bireyin sınıfsal aidiyetinden bahsetmenin bir teorik yararı/işlevi yoktur.

İki: “Devrimci” sıfatı günlük dilde kişiler için kullanılabiliyor. “Karşı-devrimci” nitelemesi de öyle… Fakat teorik düzlemde devrimci olan örneğin işçi sınıfıdır, devrimci durumda hareketlenmiş kitlelerdir. Günlük konuşma üslubuyla, teorik yazımdaki “dil”in farklı olduğunun benimsenmesi gereklidir.

Üç: Teorik bakıştan yoksun olan Arslanoğlu, topluma statik bir şablonla yaklaşıyor. Sınıflar arasındaki mücadelelerin/siyasi mücadelelerin yükselişi, durağanlaşması gibi olgu ve süreçler, görme alanına girmiyor. İnsanların politize olduğu süreçler, bu süreçlerin belirleyicileri, aktörleri, eylemleri, insanların bilinçlerinde gerçekleşen kırılmalar gibi konular gözden kaçırılıyor ve gözlerden uzak tutuluyor.

Dört: Arslanoğlu ampirik gözlemlerini, edinmiş olduğu bilgilere göre yorumluyor. Her ideolojinin ya da tekil düşüncenin, amprik bir ya da daha fazla gözlemle uyumlu olduğu örnekler bulunabilir. Peki düşüncenize uymayan ampirik örnekler sunulduğunda ne yapacaksınız?.. TEKEL işçilerinin mücadele sürecinde bilinçlerindeki kırılmayı ve sonrasında komünist düşünceleri benimsemelerini, kişilik özelliklerindeki ani bir değişimle mi açıklayacaksınız, örneğin… Buna inanmamız beklenmesin.

Devam…

“Bireysel anlamda olduğu gibi grupların tavırlarında da, sınıf tavrının da altında, temelinde, asıl belirleyici ya da daha farklı bir boyutta belirleyici olan gerçeklik, 1) temel insan özellikleri, 2) bireylerin temel kişilik özellikleridir. Bunu kavradığımız sürece neden hemen her devrimde birtakım ‘burjuvaların’ ‘küçük burjuvaların’ önemli oranda yer aldığını açıklayamayız. İşçilerin, yoksullarınsa toplumdaki oranlarına göre neden geride kaldıklarını. Devrimi bir yana bırakalım. Yine bireysel veya grupsal tavırları temel aldığımızda, neden çoğu işçinin burjuva gibi düşünüp davrandığını, ama neden bazı burjuvaların ‘işçi’ gibi hissettiğini izah edemeyiz.” (s. 86-87)

Bir: Burjuvalar, Ekim Devrimi’nde ya da Küba Devrimi’nde mi yer almış?.. Günümüzdeki anlamıyla burjuvazi, sermaye sınıfıdır, üyeleri kapitalistlerdir. Büyük Fransız Devrimi’nde, burjuva siyasal temsilcilerin ve kitlelerin (sans-külotlar, köylüler) devrimi yaptığı bilinir. Tıpkı gecikmiş bir burjuva devrimi olan 1908-1930’lar arasındaki Türkiye burjuva devrim sürecinde de benzer bir durumun olması gibi… Burada kapitalist sınıf gelişkin bir iktisadi güç değilken, politik temsilcileri ve ideolojik bağı olan organik aydınları bulunuyordu. Politik temsilcilerin ideolojik aidiyeti, bağlandığı sınıf çıkarları önemlidir. Mesleklerinin, küçük burjuva olup olmamalarının değerlendirmeye alınmasının bir anlamı ve yararı yoktur. Kafanız karışmamışsa ve kafa karıştırmak da istemiyorsanız, politik liderleri, aydınları ve sanatçıları ideolojik bağlanmalarına göre değerlendirmeniz gerekir.

İki: Devrimlere işçilerin, yoksulların, sömürülenlerin veya ezilenlerin katılmadığını iddia etmekse abestir. Elbette devrimleri liderlerin ya da “büyük adamlar”ın eseri sayıyorsanız, o başka…

Üç: Olağan dönemlerde işçilerin/emekçilerin egemen ideolojinin, farklı bileşimlerde de olsa, öğelerini benimsediği ve bunları günlük yaşamda yeniden-ürettiği söylenmelidir. Devrimci durumların, egemen ideolojinin kitleler üzerindeki etkisinin zayıfladığı kesitler olduğu ve bu sürecin yeni ideolojik motifler ve değerler ürettiği de… “Bazı burjuvaların işçi gibi hissetmesi”, herhalde uçuk bir fantezi olsa gerek…

Bakın Arslanoğlu “insan” anlayışından yola çıkarak, sosyalizm hakkında nasıl yargılara varıyor:

“Bir kez daha yineliyorum: ‘İnsan… komünizm… Hayır! Aslaaa! Aslaaa!” (s. 156)

Aferin sanaaa!.. Bu konumlanış düşünsel düzlemde anti-komünizmdir. Fakat Arslanoğlu bir “komünist”, fiilen… Garip değil mi?..

“(…) ‘güzel’ sosyalizmle insan doğası, insan yeterliliği bağdaşmaz, daha doğru bir ifadeyle; insan evrimsel olarak yeterince gelişmediği için sosyalizmi kaldıramaz derken, kastettiğim kafamızdaki ideal sosyalizm. İnsan soyu yakıcı bir gereklilik ve bir yandan da doğasına fazla aykırı düşmeyen, hatta belli yönleriyle doğasına uygun bulunan bir sistem olduğu için sosyalizme yönelecektir, ama kurduğu sosyalizmler yamuk yumuk, hatalı, eksikli, çürük çarık çıkmaya devam edecektir. Çünkü insan türü bir bütün olarak yamuk yumuk, hatalı, eksikli, çürük çarık bir varlıktır.
O yüzden de kurulan sosyalizmlerin bir süre sonra yozlaşması, adlar, etiketler sabit dururken veya adlardan da vazgeçilerek geriye, kapitalizme dönüşlerin yaşanması doğal kabul edilmeli.” (s. 156)

İddialar var, dayanak yok. Bir: “İnsan”ın yeterince gelişmediğini nereden biliyoruz?.. Bilimsel veriler var mı, bu konuda?.. Yoksa etrafımıza bakıp ampirik gözlemlerimizi ruh halimize göre genelleyerek ulaştığımız sonuçlarla mı hareket etsek? Örneğin politikamızı bunlara dayandırsak… İki: Kafalardaki “ideal sosyalizm” de neyin nesi?.. Bizlerin kafasında böyle bir şey yok, açıkçası. Sosyalizm dünya-tarihsel bir ilerlemenin ürünüdür ve ürünü olacaktır; çok kabaca ve en genel ifadelendirmeyle bizim kafamızdaki bu. Üç: Sosyalizme ilerlemek de, reel sosyalizmin çözülüşü de, “insan doğası”yla açıklanıyorsa, bunu kimse ciddiye almamalıdır. Toplum bilimlerine, tarih bilimine ne oldu, buhar olup uçtu mu?.. Sokak diliyle kitaplar yazılabiliyor elbette, fakat Arslanoğlu’nun kitabının adı ilginç. “Evrim Açısından Devrim” adı ne güzel de uymuş kitabın içeriğine(!)..

İnsanların kurduğu ve yaşattığı bir sistem çözülünce yapılacak bilimsel/realist açıklama bu mu olmalıdır? “(…) temel neden bana göre insan denen yamuk yumuk, eksikli varlığın adam gibi bir sosyalizme uyum sağlayamamasında aranmalıdır.” (s. 157). Ara ki bulasın ya da aradığını bulmuş Arslanoğlu zaten… Sosyalizmin “adam gibisi” de varmış, domatesin çürüğü çarığı, üçgeni yamuğuyla insanlar da o biçim “insan”mış… Açıkçası bu fikirlere dönük tutumumuzda, “dalga geçmenin” bir yeri/haklılığı vardır diye düşünüyorum.

“Çürük çarığı“ olduğuna göre, “defolu sosyalizmler” (s. 158) de olmalı. Elbette Arslanoğlu’na göre… “Diyalektik” kelimesi de ağızdaki sakızdır, değil mi?.. “İnsan ile sosyalizm arasındaki uyum ve çelişki diyalektiği” (s. 158) diye yazarken…

“Bir tür olarak tarihinin yüzde doksan beşini avcı toplayıcı ilkel kabile (sürü hayvanı) yaşamı içinde geçirmiş. Evrim süreci içinde, yaşamda kalma mücadeleleri içinde gelişmiş kişilik özelliklerine, sürece uygun bir zekâya ve bunların toplamı kabul edebileceğimiz bir akla ulaşmış. Bu akıl avcı toplayıcı kabile yaşamının gereksinimlerini karşılayacak düzeyde ve düzlemde oluşmuş. Daha sonra insan son 6-7 bin yılda daha kalabalık, ‘uygar’ ve sınıflı toplum düzeyine geçiyor. Ama aklı aynı kalıyor. Avcı-toplayıcı, az nüfuslu toplumlara göre şekillenmiş aklı ve bu aklın tüm yan ürünleri-yan oluşumları, gelişen kültürüyle yoğrulup son kapasitede kullanılsa dahi ihtiyaçlara cevap vermiyor. Başka deyişle insan yaratığı teknolojiyi, yarattığı ‘uygarlığı’, oluşturduğu kalabalıkları kendine yararlı şekilde en uygun biçimde idare edecek zihin yeteneklerinden yoksun. Sınıflı toplumların tüm adaletsizliği ve kargaşasıyla binlerce yıldır hüküm sürmesinin ve bunun alternatifi olan sosyalist sistemin sınıflı toplum özelliklerinden bir türlü sıyrılamamasının başat nedeni de bu.” (s. 160)

Arslanoğlu temel tezini bir kez daha ortaya koyuyor burada. Sabit bir akıl atfedilen “insan”, uygarlık kuruyor, teknolojiyi geliştiriyor. Fakat hep aynı “ilkel komünal akıl”la… Feuerbach insanların tüm bilgisini, geliştirdiği teknolojiyi, sanatı ve kültürü, cinsil ya da türsel varlık olarak insan kavramıyla soyutluyordu. Arslanoğlu’nun bu tanımlamayla bir bağı bulunmuyor. Yazdıklarına referans göstermeyen Arslanoğlu’nun düşünceleri bilimsel değil. Örneğin bir küçük çocuğun toplumdan uzak doğa içerisinde büyümesinin sonucunun ne olacağından habersiz. Az da olsa böyle olgular bulunuyor. Bu tür olguların gösterdiği, insanların aklının toplumsal ortamda geliştiği ve şekillendiğidir. Arslanoğlu tarihsel bakışa sahip değil. İlkel topluluktaki ilişkileri, üretimi, kültürü yok saydığı gibi, daha sonraki tüm bir tarihsel gelişimi hiç gündeme getirmemek üzere paranteze alıyor. “Her şey genetiktir” anlamına gelen biyolojizmin varyantı sayılabilecek bir iddiayı benimsediği anlaşılıyor. “Akıl yetersizliği”ni insan türüne özgü bir özellik sayan Arslanoğlu bakın ne yazıyor:

“Şöyle söylenebilir: İnsanların yüzde altmışı çok aptaldır, yüzde kırkı az aptaldır. Dünyadaki tüm düzensizliklerin ve enayiliklerin kaynağı olan bu evrimsel-genetik gelişmemişliğimiz doğaldır ki, genetik bir değişime uğramadığımız sürece kalıcıdır.” (s. 160-161)

Bu tez, “insanı, özelliklerini ve toplumsal fenomenleri belirleyen genetiktir” tezi, muhafazakâr düşüncenin “insan doğuştan eksikli ve günahkârdır” düşüncesine benzer bir düşünce içerir. Yaklaşımı, “insanın sütü bozuk” ya da “çiğ süt emmiş insan” türünden bilimsel açıdan anlamsız olan, kaba sokak sözlerindeki yaklaşıma da benzemektedir. Tarihte “enayilik” ve “düzensizlik”ler var mıdır?.. Bu kavramlaştırmaların tarihsel süreçler ve toplumsal ilişkilerin mantığı açısından bakıldığında, dikkate alınabilir, anlamlı bir tarafı yoktur. Her şeyi, statik bir akla, “insan özellikleri” soyutlamasına bağlamak, bilimdışı ve absürttür. “Tabii ki komünizm bu insanla hiç mümkün değildir.” (s.161) şeklindeki iddianın, “nereden biliyorsun?” sorusuyla karşılanması gerekiyor. Beylik laflardan biri olan, fakat tarihsel bakış ve bilimsel açıdan hiçbir anlamı olmayan ideolojik kodlamalardan bir diğeri örneğin şudur: “Bu memleket adam olmaz.” Hangi veriler, hangi toplumsal eğilim bunu gösterir sorusuna cevabı yoktur bu tür iddiaların sahiplerinin. Günlük hayatta karşılaşılabilen ancak, kaba ideolojik kodlamalardır bunlar.

Devam edelim:

“İnsanları örgütlemek, hele düzene müdahale ve düzeni değiştirmek için örgütlemek fevkalade zordur (…) İnsanların ezici çoğunluğu bilgi ve bilgili bilinçle değil alışkanlıklarla düşünür, alışkanlıklarla yaşar.” (s.248).

Düzeni değiştirmek tarihsel bir sürecin ürünüdür. Bireylerin işi değil. Tarihsel sürecin durağan dönemleri, devrimci durum evreleri, kitlelerin hareketlendiği ya da “yaprak kımıldamayan” kesitleri vardır. Elbette insanları harekete “bilgi” geçirmez. Fakat Arslanoğlu’nun kişisel karamsar yaklaşımının aksine, nesnel tarihsel süreçte ilerleme ve devrimci atılım dönemleri olmuştur. Ne bekliyordunuz?.. Tarihsel süreçlerin günlük olaylar gibi kısacık zaman dilimlerinde olmasını mı?.. Örneğin ortaçağın kabaca 1000 yıl süren varlığının sonunda kapitalist üretim biçimi kurulurken, Rönesans-reformasyon-aydınlanma süreci ve burjuva devrimleri yaşanırken, insanlar bu süreçlerin dışında mıydı?.. Ekim devrimi ve diğer devrimler?.. Kimi evrelerde insanların örgütlenme düzeyleri az olabilir ya da gerileyebilir, fakat tarih ilerler ve insanlar örgütlenir, harekete geçer.

Arslanoğlu bunca şey yazdıktan sonra şunu demeyi de ihmal etmiyor: “(…) insanların çoğunluğunu ikna edemiyoruz. Vaz mı geçelim? Hayır, vazgeçemeyiz, geçmiyoruz.” (s. 249). Aman ne güzel(!).. Bu düzende ideolojik düzeneklerin olduğunu, alışkanlıkların olduğunu, rıza mekanizmaları ve baskı mekanizmaları olduğunu zaten biliyoruz. Fakat alışkanlıkları olan insanların harekete geçtiğini, örgütlendiğini ve devrimler yaptığını da…

3. “Solda sevgisizlik” ve sosyalizm

“Devrim yapamadık ama sol içi sevgisizlikte pek çok ülkenin sol hareketini geride bıraktık. Belki de devrim yapamadığımız için bu böyle. Veya özellikle bu böyle olduğu için devrim yapamadık.” (s. 39)

Şahsi ve keyfi bir yorum… Sevgiyle karşılıyoruz. Üzerinde durulup yeterince düşünülmeden, rafine edilmemiş cümleler; dayanaktan yoksun ve kişinin “ben şu rengi seviyorum” demesine benzer nitelikte… Belki öyle, belki de böyle deniyor; devrim yapamadığımız için mi sevgisiziz, sevgisiz olduğumuz için mi devrim yapamadık?.. Devrimi kitleler yapar diye yazıyor kitaplar, değil mi?.. Yok ama sevgi lazım (!)..

“İnsan malzemesi (…) ekonomide de, siyasette de, devrimde de, sosyalizmde de temel maddi malzemedir. Marksist lisanla konuşursak altyapının da altyapısıdır.” (s. 53)

Yok, teorik kavrayış yok. Fakat Marksist lisanla konuşmak, var. Şu “insan malzemesi” kavramı, “altyapı” kavramına takılan bir kulptur desek yeridir. Çünkü soyutlama zahmetli bir zihinsel etkinliktir. Bakkal amcayla konuşur gibi, bir hava durumundan, bir işlerin nasıl gittiğinden söz açıp, onla sohbet edercesine, farklı alanlarda ve soyutlama düzeylerinde işlevleri olan kavramları yan yana getirmekle, yeni ve “sağlıklı” fikirler üretilemez.

Öte yandan, solda bir sevgisizlik geleneği ya da durumu olduğu fikrine katılıyorum. Karalama, seviyesiz sataşmalar, dedikodu vb. vb… Kanımca bunları yok etmekse mümkün değil. Toplumsal dokuda da var bunlar. Hele bir de solcuların arasındaki “fareleri” düşündüğünüzde, sevgisizliğin olmaması garip olurdu. Solda sevgisizlik yanı sıra teorisizlik de önemli bir sorun olarak görülmelidir. Büsbütün yok demiyorum, fakat teorik üretimde yetersizlikten ve bu alanda bir hegemonya olmayışından bahsediyorum. Karatani, Zizek gibi adamların üretimlerinin, postmodernistlerin, sol liberallerin vb. vb. çaplı çapsız bir “sürü” yazarın düşünceleri, teorik alanda Marksizm’e göre daha baskın görünüyor, hakikaten. Teorik alanda yapılacak “temizliklerin”, eleştiri ve ayıklamaların, içselleştirmelerin Marksistler tarafından bir sürekliliğe kavuşturulması da gerekiyor.

“(…) sol içindeki tüm vefasızlık, kıymet bilmezlik, emeğe saygısızlık, iftiraya yatkınlık, manevi veya fiziksel olarak yok etmeye heveskârlık, bürokratlık, kariyerizm vs. eğilimlerini Stalinizme bağlardım. Oysa bunlar insanın, siyasi insanın, sağcı olsun solcu olsun genel özellikleriydi ve sol bunların üstesinden gelemediği için yeterince sol olamıyor ya da başarısız kalıyordu.” (s. 159)

Evet, doğrudur bunlar hayatta, toplumlarda varlar. Fakat toplumu da, solu da bunlar tanımlamaz, açıklamaz. Başarısızlıkların nedeni de bunlar değildir. Sol yapıların programlarının ya da siyasi çizgilerinin bir önemi yok, öyle mi?..

“Peki, insan sosyalizmi neden çok zor kuruyor ve çabuk kaybediyor? Neden en iyi sosyalizmler bile yampiri sosyalizmler oluyor?” (s. 159)

Pek okumayan lise öğrencilerinin sorabileceği sorulara benziyor. Samimiyetle yazıyorum. Arslanoğlu bunları da yazıyor ya pes doğrusu. “İnsan” kurmuyor beyim, sosyalist toplumları insanlar kuruyor. “Yampiri”, “zor” ve “çabuk” da ne demek?.. Tarihsel olgu ve süreçlere böyle mi yaklaşılır?..

4. Bireyci liderlik anlayışı, sosyalizm algısı ve Stalin’e dönük “kişi karalaması”

“Kişilik farklarını ve bunların belirleyici önemini (kuramsal açıdan veya hiç değilse el yordamıyla pratikte) kavrayamayan, o noktalarda esneklik ve yönetme, motive etme becerileri gösteremeyen sosyalist hareketlerin, sosyalist liderlerin başarılı olabileceğine inanmıyorum.” (s.54)

Peki biz Arslanoğlu’na inanalım mı?.. Bu kişisel yaklaşım, örgütlenmeye bireyci bakışın damgasını taşımaktadır. Sosyalist bir yapının örgütlenmesinde, kurallar konur ve bunlar çerçevesinde hareket edilir. Elbette kurallar işleyişin mükemmel olmasını sağlayamaz. Kadroların belirli bir siyasal, örgütsel ve teorik formasyon ve terbiye sürecinden geçmesi gereklidir. Aralarında özel bir dayanışma, koordinasyon ve işbirliği, görev sorumluluğu ve kolektif çalışma yeteneğinin gelişmesi gerekir. Sosyalist yapılar, makineler gibi çalışmaz. Kadroların yorulması, hata yapması, sorumluluk bilinciyle hareket etmemesi vb. mutlaka gerçekleşecektir. Bunların düzeltilmesi için yazılabilecek hazır bir reçeteyse yoktur.

Fakat… Sosyalist örgütlenmelerde süper yeteneklere sahip, insan sarrafı olan ve kadroları maniple etmekte ustalaşmış liderlere ihtiyaç yoktur. Bu liderlik anlayışı sorunludur. Lider olanlar ya da yöneticiler, görevlendirilmiş siyasal bilinci gelişkin kadrolar olmalıdır. Örgütsel hiyerarşi, işbölümünün getirdiği, yeteneklere, ilgi alanlarına ve siyasal bilinç durumu gibi faktörlere bakılarak oluşturulan görev ve sorumluluk dağılımını yansıtır, yansıtmalıdır.

Arslanoğlu kitabında, Kıvılcımlı’nın fikirlerini değerlendirmekten çok, Kıvılcımlı’nın kişiliğini irdeliyor ve bir de onu Nazım’la karşılaştırıyor. Açıkçası bu tür kişisel değerlendirmeler benim ilgimi çekmiyor. Bunlardan anlamlı ve işe yarar bir çıkarsama yapılacağına da inanmıyorum. İşte bu da benim kişisel tutumum…

Bakın Arslanoğlu ne yazıyor:

“Ama aklı başında sosyalist önderlerin bu gidişi devrimci gençliği kazanarak durdurması gerekirdi, başaramadılar. Hatta bunu denemediler bile (…) Ne 60’lı yılların TİP yöneticileri ne de 70’li yılların TİP-TSİP yöneticileri bu zor işin üstesinden gelebildi.” (s. 96-97)

1960-70’li yıllardaki gençlik hareketinin “kopuşundan”, devrimci-demokrasinin güçlenişinden bahsediyor. Ona göre “önderler”in bu tarihsel süreci durdurması, farklı bir yöne kanalize etmesi gerekiyordu. Bu “önderler”, adeta süper-man (!) olarak görülüyor. Ya da “akılları başlarında” olmayabilir (!).. Arslanoğlu değerlendirmelerinde, nesnel koşulları, süreçleri görmezden geliyor. Sübjektif sanılarını, dar bir bakış açısıyla yazıp duruyor. “Bireycilik” olarak adlandırılabilecek bir perspektifi var ve olguları, süreçleri bu bakışla değerlendiriyor. Bana göre, yazdıklarının çoğu fantezi olarak nitelenebilir durumda.

Arslanoğlu’nun “uçuşa geçtiği” bir yer daha:

“Veyahut devletin işçi sınıfı adına mutlak hâkim olduğu ve kimilerince ‘totaliter’ diye adlandırılan sosyalist ülkelerde sınıflar yoksa, nedir bunca kanlı sınıf mücadelesinin sebebi? Dahası bu sınıf mücadelelerinin en keskinleri neden devlet içinde cereyan etmektedir? Neden liderlik içinde ve devlet katlarında bunca ‘sınıf düşmanı’ çıkmaktadır? Demek ki ulusal mülkiyetin devlet adına bir merkezde toplanması bir ülkeyi tek başına sosyalist yapmıyor. Daha doğrusu oralarda tartışma bitmiyor. Ayrıcalıklı gruplar var mı yok mu, bu ayrıcalıklar artıyor mu, azalıyor mu; sınıf varlığı ve yokluğunun bence asıl ölçütü mülkiyet kaydı değildir.” (s. 27-28)

Sosyalizmde sınıflar vardır fakat çözülmeye ve başkalaşmaya tabi bir şekilde… Köylülük, esnaflar gibi geleneksel küçük burjuva unsurlar, sosyalizmde zaman içerisinde toplumsal üreticilere, bir sınıf oluşturmayan ve sömürülmeyen “emekçilere” dönüşür/dönüştürülür. Mülkiyet haklarının olduğunu iddia eden, kolektifleştirmeye ya da kooperatifçiliğe geçişe direnen, sabotajlar düzenleyen “kulaklar”ın, esnafların yeni sisteme entegrasyonu ve zamanla soğurularak bir sınıf oluşturma durumundan çıkmaları, siyasal/ideolojik, iktisadi ve kültürel bir toplumsal dönüşüm sürecinde gerçekleşir. Sosyalist iktidarın baskıcı önlemleri meşru olduğu ölçüde ve zorunluysa kullanmaması düşünülemez. Birileri sabotaj yapıyorsa, yeni rejimin toplum tarafından kabul edilmiş, onaylanan/meşru sayılan kurallarına aykırı hareket ediyorsa, hukuki kıstaslar dâhilinde baskıya başvurulmasının eleştirilecek bir tarafı olmamalıdır. Fakat anti-sovyetik anti-komünist yaklaşımların hala yaygın ve egemen durumda olduğu bir dünyada yaşıyoruz; ülkemizde ve başka ülkelerde birçok “sosyalistin” savrulmalar yaşadığını, yaşıyor olduğunu biliyor ve görüyoruz.

Devlet ve komünist parti içerisindeki politik anlaşmazlıklara gelirsek… Arslanoğlu’nun yazdıklarından yöneticileri, bir sınıf olarak gördüğü sonucu çıkıyor. Politik ayrışmalar ve karşıtlıklar, sosyalizmde olağan sayılmalıdır. Zamanlama, içerik, uygulamada kullanılan araçlar vb., bütün bu konularda parti içerisinde ve yöneticiler arasında farklı düşüncelerin oluşmayacağını düşünmek yanlış olur. Kişilerin birbirlerini “sınıf düşmanı” gibi nitelemelerle suçlamasında da şaşılacak bir durum yoktur. Politik ayrılıklarda sert de olsa bu tür nitelemeler kullanılıyor ve komünizme geçilene kadar ve belki de geçildikten bir süre sonra da politikanın ortadan kalkmayacağını söylemek gerekiyor. Elbette 1936 yılında SSCB’de gözlenen ve çok sayıda bireyin parti ve devlet görevlerinden tasfiyesi bu kadar kanlı olmalı mıydı şeklinde sorulabilir. Fakat bu tasfiye sürecinin nasıl geliştiği ve altında yatan “mantık” mutlaka anlaşılmalıdır. Niye bu kadar çok sayıda kadro ve devlet görevlisi hapse atılmıştır ya da ölümle cezalandırılmıştır; bu noktada sürecin nasıl işlediğini kavramak önemlidir. Nitekim Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabında böylesi bir süreç değerlendirmesini bulursunuz. Fakat anti-komünist yaklaşımlardaki “Stalin caniydi” türünden bir ideolojik kodlamayı sosyalistler benimsemez. Benimsemez, çünkü bu gerçek değildir. Stalin’in bütün parti işleyişinden ve devletin bütün organları, kurumları ve birimlerinin çalışmalarından sorumlu tutulması yanlıştır. Bahsettiğim kodlamayı benimsemeyiz, çünkü kafalardaki lider fetişizmi ile gerçeklik birbirine uymuyor. Örneğin faşist işgal ordularını, Stalin’in değil 20 milyon yurttaşını kaybeden Sovyet halklarının yendiğini, fakat sürece partinin ve onun lider kadrolarının önderlik yaptığını belirtiriz… Gerçek budur. Bir süreç tek adamla, liderin hataları, kişilik özellikleri, zaafları ya da kahramanlıklarıyla açıklanmaz, açıklanmamalıdır.

Arslanoğlu bir de ayrıcalıkların olup olmadığına bakarım ya da buna bakılmalı diyor. Muğlâk ve dayanaktan yoksun bir ifade; reel sosyalizmde kimlerin, hangi toplum grubunun ne ayrıcalığı vardı belirtmiyor. Asya Tipi üretim Tarzı konusundaki tartışmalara burada girecek değilim. Fakat doğu toplumlarında sınıfların olduğunu belirtirken Arslanoğlu doğru bir saptamada bulunuyor. Çünkü bu kadim toplumlarda toplumsal artık-ürünün devlet aygıtındaki görevlilere dağıtımını tespit edebiliyoruz. Öyleyse devlet mülkiyetinin olması, bu toplumlarda sınıfların olmadığı anlamına gelmiyor. Arslanoğlu da bunu belirtiyor. (s. 27) Güzel. Fakat bu saptamaya yaslanarak reel sosyalizmin/Sovyetler Birliği’nin de aynı durumda olduğunu söylemek, “deli saçması” sayılmalıdır. Bunu Arslanoğlu’nun yakındığı sol içi “sevgisizlik”ten değil, gerçekleri vurgulamak adına yazıyorum. Sosyalizmde toplumsal artık-değerin yeni yatırımlarda, bilimsel-teknolojik araştırma ve geliştirme faaliyetlerinde, topluma eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi hizmetlerin sunulmasında, bir bölümüyle de emperyalist devletlerin saldırılarına karşı savunma harcamalarında, başka dost ülkelere yardımda ve diğer durumlarda kullanıldığını inkar mı edeceğiz?.. Arslanoğlu’nun bahsettiği “ayrıcalıklı gruplar”, ücretleri arasında makas bulunan emekçiler içerisinde miydi, yoksa?.. Devlet yöneticileri miydi, ayrıcalıklarından ötürü bir sınıf oluşturdukları iddia edilen?.. Benim yazdıklarından anladığım şudur; Arslanoğlu teorik bakmıyor. Belki de bakamıyor. Kavramsal seti kendine özgü ve bu nedenle değerlendirmeleri bireysel kurgular oluyor.

Ve tekrar Stalin… Arslanoğlu Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabını değerlendiriyor ve kendi düşüncelerini kaydediyor dedik. Alıntılayalım:

“Burada sakat olan tutum şudur ki, dünya komünist hareketi, tek kişinin kararına göre çok önemli yönelimlerini belirlemek zorundadır.” (s. 113)

“Kazanan Sovyetler’in lideri ve başkomutanı Stalin elbette bu zaferde büyük pay sahibidir.” (s. 113-4)

“Şu Alman anlaşması haricinde Stalin’in önderliğinde üstün bir zeka, gelişmiş hassas taktikler, ince düşünce, insan idare yeteneği, sinerji yaratma kabiliyeti, gerektiğinde gönül alma, gerektiğinde ölçülü cezalandırma gibi nitelikli liderlik için olmazsa olmaz özelliklerden hiçbirini göremiyorum. Stalin önderliği altında bulunmasa Sovyetler’in bu kadar büyük insan kaybına uğramayacağını düşünüyorum. Stalin, her süreci, insanı hiçe saymayla, bireysel veya yığınsal temelde onu itip kakarak, vurarak, kırarak, sökerek, korkutarak idare etmeye alışmış, yetenekleri bu yönde gelişmiş biri.” (s. 115)

Sanki Stalin’le tanışmış ve onu uzun bir süre boyunca gözlemlemiş gibi yazıyor. “İtmeyi” de “kakmayı” da, “kırmayı” da, “sökmeyi” de görmüş, geçirmiş sanki… İşte bu yaklaşım “bireyci” bir bakışın ürünüdür. Arslanoğlu’nun liderlik anlayışı da, bireyci bakışla şekillenmiştir. Zekâ, yetenek gibi özellikler arıyor ve göremedim diyor. Başkası da bakar ve görebilir, öyleyse. Parti aygıtının işleyişi, kararların nasıl kolektif alındığı, devletteki kadroların ihanetleri, yargılamaların şeffaflığı vb. dikkate alınmıyor bile. Fakat gerçekten tarihsel olguları ve süreçleri açıklarken, anlamaya çalışırken bireylerin üstün ya da alçak özelliklerini dikkate almaya, özcesi kişilik özelliklerini göz önünde bulundurmaya ihtiyacımız var mıdır?.. Kanımca yoktur.

Uzatmayalım. Anayurt Savaşı’nın kazanılmasında Stalin ile diğer parti ve devlet yönetiminin rolü vardır, fakat Stalin’i “büyük pay sahibi” yapmak yanlıştır. “Tek kişinin kararına göre” dünya komünist hareketinin yönelimleri belirlendi ifadesi yanlış ve uydurmadır. Stalin’i tasfiyelerden sorumlu görmek, göstermek de sığ, yanlış ve yanıltıcıdır. Üstelik tarihte “şu olmasaydı, şu önder yerine başkası olsaydı, bakın neler olurdu ya da ne güzel olurdu” türünden değerlendirmelerden tamamen uzak durulması gerekir. Bu tür “şöyle olsaydı”lı ifadeler, saçmadır. Olmuş ve başka türlü olmadı, çünkü…

Başka bir örnek verelim. Anti-komünist metinlerde rahatlıkla bulabilirsiniz:

“Stalin ve SBKP’nin Avrupa soluna oldum olası uşak muamelesi yapması (…)” (s. 116)

Stalin ve Sovyetler Birliği hakkında egemen olan anti-sovyetik, anti-komünist söylemlerin, propagandaların başarısıdır bu… Arslanoğlu bunları yazıyorsa, Sovyetler Birliği’ni konu alan sağlıklı çalışmaların artması gerektiğini gösteriyor bu durum. Orijinal Rusça eserlerin de Türkçeye çevrilmesinin önemi ortaya çıkıyor.

Arslanoğlu’nun değerlerle ve ideolojik kodlamalarla yüklü bir Sovyetler Birliği tarihi algısı var, fakat sağlıklı bir tarih kavrayışı yazdıklarında bulunmuyor:

“İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben, yine de bu on binlerce partiliye ve ötesinde değişik dönemlerde kırıma uğratılan birçok halka gösterilen muamelenin insanlık suçu sayılması gerektiğini düşünüyorum.” (s. 118)

Düşünüyor fakat bu konularda yeterince bilgisinin olmadığı yazdıklarından anlaşılıyor. Çünkü anti-komünist yazarlardan yapılan çeviriler dışında, Türkçeye çevrilmiş Sovyetler Birliği tarihi üzerinde doğru düzgün çalışmaların sayısı az. Bilgi yetersizliğiyse, düşünmeye engel olmuyor…

Yine aynı terane: Kişisel fantezi ürünü değerlendirmeler, birey odaklı bakış, kahraman lider anlayışı (“devrimi yapmış liderler”)… Sovyetler Birliği’ndeki 1936 yargılamalarından bahsediyor, alıntılıyorum:

“Söz konusu ezik ve histerik tutum, kendilerine onca güvenilen, üstelik devrim yapmış liderlere hiç yakışmıyor. Böyle onurlu bir tavrı gösterebilselerdi (…) tarihin çok daha farklı okunmasına yol açabileceği açıktı.” (s. 119)

Stalin’i olumsuz özellilerle de olsa fetişleştiriyor, ona onda olmayan özellikler, yetkiler, yetenekler veriyor. Parti merkez komitesi, politbürosu, işleyen organları ve devlet organları yok sayılarak, alınan kararlar tek bir kişiye bağlanıyor. Arslanoğlu’nun bu yaklaşımı, anti-komünistlerin tavrından hiç de farklı değil. Stalin’i “günah keçisi” ya da “cani” ilan edecekler ya… Aktarıyorum:

“Stalin’in bulunduğu mevki itibariyle, tutuklanan veya öldürülen her ‘masum’ Sovyet yurttaşına karşı doğrudan suçlu olduğu açıktır.” (s. 126)

Molotov’u nasıl anıyor, Arslanoğlu?.. Onun için Stalin döneminin “ikinci adamı” nitelemesini yapıyor. “Tanrıya şükür” ona suç yüklemiyor; aman ne iyi…

Fakat bakın başka bir yorum daha: “Stalin dönemi uygulamaları en tehlikeli ve en vahşisinden sosyal-Darwinizmciliktir” (s. 145)

Biz mi bilmiyoruz, sosyal-darwinizmin ne olduğunu, acaba?.. Ama olsun faşizmi çağrıştırıyor ya, bu damgalamayı da yap sen!.. Bilmeyenler sağlıklı içerikte sözlüklere bakabilir; sosyal-darwinizm, her niyete yenen muz değildir. Fakat Arslanoğlu’nun anti-komünist “literatüre” katkısı sayılmalıdır bu saptaması.

Bu arada belirtmeliyim; Stalinizm diye bir ideoloji, öğreti ya da doktrin yoktur. Bir politik çizgi de… Fakat Arslanoğlu ısrarla bu kelimeyi kullanıyor. Üstelik Stalinizm’den bir de şunu anlıyor:

“Stalinizmin baskıcılığı, entelektüel kısıtlayıcılığı (…) “ (s. 154). “(…) siyasetin bir kurum olarak Stalinist olması (…)” (s. 155)

Bir karalama daha aktaralım: “Ana akım Marksistler ahlakla alay ettiler, köleci bir sistem kurdular derken haksız değildir Karatani.” (s. 256). Sovyetler Biriliği’nde “köleci bir sistem” vardı, öyle mi?.. Arslanoğlu bir solcu/komünistse, bu yazdıkları tuhaf sayılmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.