29 Mart 2023 Çarşamba

Fransa’da Sınıf Savaşları: 2023 Baharı

Fuat Yücel Filizler, Muzaffer Genç

Fransa feodalizmi yıkıp sonuna kadar süpüren burjuva devriminin bir halk itilimiyle gerçekleştirildiği ve o günden bu yana sınıf çelişki ve savaşımların her zaman dünya çapında en keskin yaşandığı bir ülke oldu.

Engels, Marx’ın Fransa’da 1848 devrim ve karşıdevrimlerini analiz ettiği 18 Brumaire’ine yazdığı önsözde bunu şöyle açıklar:

“Fransa, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirdikleri ülkedir.

Ortaçağ feodalizminin merkezi, Rönesans’tan beri babadan oğula geçen krallığın klasik ülkesi olan Fransa, Büyük Devriminde, feodalizmi yıktı ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa’da başka hiçbir ülkenin ulaşamadığı katıksız bir özellik verdi. Aynı şekilde, devrimci proletaryanın hüküm süren burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa’da, başka yerde bilinmeyen keskin biçimlere büründü.”

Engels burada, Fransa’daki sınıf savaşımlarının keskinliğinin tarihsel nedenlerini belirtmekle kalmıyor, aynı zamanda Fransa’daki siyasal rejim ve devlet formlarının da çok daha açık, dolaysız ve katı biçimde bu savaşımlara ve sonuçlarına göre şekillendiğini vurguluyor.

Bu yüzden Marx, kapitalizm ve klasik burjuva ekonomi-politiğinin bilimsel-eleştirel analizlerini ağırlıklı olarak kapitalist ekonominin en saf biçimde geliştiği İngiltere üzerinden, felsefe eleştirilerini ağırlıklı olarak klasik felsefenin en saf biçimde geliştiği Alman felsefesi üzerinden yaparken, devlet, siyaset, ütopik sosyalizm ve sınıf savaşımları eleştirel analizlerini de bunların en saf biçimde geliştiği Fransa üzerinden yaptı.

Marx 18 Brumaire’de, Fransa’daki “toplumun tüm canlı organlarını budayan”, “tüm gözeneklerini tıkayan”, (merkantilizm ve mutlakiyet döneminde oluşmuş) bu aşırı merkeziyetçi ve aşırı bürokratik devasa devlet karakteristiğine de işaret eder. Bu devlet aygıtının burjuva devrimi ve sonraki her cumhuriyet gelgitinde yıkılmak yerine daha da merkeziyetçi ve bürokratik biçimde yetkinleştirildiğini vurgular.

Fransa’da yaşanan her ciddi iç ve uluslararası kriz ve çatışma sürecinde, Napolyon nostaljisi ve küçük burjuvazinin desteğiyle “ulusun kurtarıcısı/ulusal kahraman” pozlarında birilerinin saray darbeleri ya da sermaye operasyonları ve daha geniş yetkilerle bu devasa yürütme gücünün başına geçirilmesi de karakteristiktir. En son, Fransa’nın sömürgesi Cezayir ayaklanmasına karşı Fransa’da bir tür darbeyle yönetimi ele geçiren De Gaulle, 1962’de cumhurbaşkanının genel oyla seçilmesini sağlayan başkanlık sistemini getirmiş, 5. Cumhuriyeti şekillendiren yeni Anayasanın merkezine, parlamento ve parlamenter parti ve hükümetlerin yetkilerini budayan, Cumhurbaşkanlığına daha geniş ve olağanüstü yetkileri (parlamentoyu devre dışı bırakarak yasa çıkarma yetkisi veren 49.3 nolu madde dahil) yerleştirmişti.

Fransa emperyalist kapitalizminin, 1970’lerden itibaren AB’nin oluşum sürecinde, ABD’den de rol çalarak, sanayi, teknoloji ve silah gücüyle Avrupa’nın liderliğine oynadığı dönemde, Mitterand ve Chirac da, yüzde 40-60’ı bulan toplumsal destekleriyle bu güçlü yürütme güçlü başkanlık sistemi çizgisini az çok sürdürebilmişlerdi. Ancak Fransa emperyalist kapitalizminin bırakalım ABD ve Çin ile rekabeti, Avrupa’da Almanya’nın belirginleşen patronajı karşısında bile gerilediği, ağırlaşan kriz sürecinde, bu dev bürokrasinin yerini de, ülkenin geri kalanından iyice yalıtılmış, aşırı dar ve aşırı elitist bir mali oligarşik sermaye çemberi ve yaşam tarzından (Paris’in batı yakası) yetişmiş, bırakalım Fransa’nın eski sömürgelerini, Fransa’nın geri kalanını bile bir “sömürge” gibi gören ve “toplum mühendisliği” ile yönetmeye kalkışan, bir ultra neoliberal kapitalist teknokrasinin alması, küçük burjuvazinin de hızlı çözülme süreciyle toplumsal desteği yüzde 30, hatta yüzde 20’nin altına düşen Sarkozy, Hollande, Macron gibi (tıpkı 2. Napolyon’un Napelyon’un bir karikatürü oması gibi) Mitterand karikatürleriyle giderek vahşileşen neoliberal saldırıları yürütmeye çalışması, Fransa’da 5. cumhuriyet denilen bu siyasal rejimi de çok geçmeden ıskartaya çıkartacak gibi görünüyor.

Fransa’da sınıf çelişkilerinin keskinliği üzerinde şekillenen bu devasa yürütme gücü ve başkanlık sisteminin kendisi de, daralan toplumsal tabanı ve halkın nefretini kazanmış teknokrasisi ve kartonpiyer başkanlarıyla, her toplumsal-siyasal kriz ve çatışma sürecinde, başlı başına bir kriz etkenine dönüşüyor. İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde çeşitli grev hareketleri patronlarına karşı yapılırken, Fransa’da her türlü işçi/grev hareketi, daha en baştan ve doğrudan kapitalist devletin yürütme gücüyle karşı karşıya geliyor ve onu indirmeyi hedefliyor.

Fransa sınıf savaşımında bu “jakoben” açıklık ve kesinlik geleneğini 1792 Jakoben Devriminden sonra da, 1830, 1839 (ve 1830’larda 3 kez Lyon işçileri ayaklanması), 1848 devrimleri, 1871 Paris Komün Devrimiyle sürdürdü. Jakoben burjuva devrim ve Bonapartist karşıdevrimlere bir rol modeli olduğu gibi, Marx öncesi klasik ütopik sosyalizm tasavvurlarına (Fourier ve Saint-Simon), Proudhon ile günümüzde yeni versiyonlarıyla halen etkisini sürdüren küçük burjuva “düzeltilmiş kapitalizm” hayallerine, Babeuf ve Blanqui ile devrimci örgüt ve proletarya diktatörlüğü kuramına, Paris Komünüyle ilk tohum halinde proleter devrim ve iktidarına, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğuna, iç savaşa varan sınıf savaşlarına, sokak ve barikat savaşlarına, sınıf sendikacılığına esin kaynağı oldu.

Fransa bu geleneğini 20. yüzyılda da sürdürdü: 1936’da (1 milyon işçinin fabrika işgal ve grevleriyle) kurulabilen “Halk Cephesi”, 1944’te Nazi işgalinden genel grev ve ayaklanmayla kurtuluş, 1968’de büyük işçi ve öğrenci isyanları...

20. yüzyılın son çeyreğinde de: Kapitalizmin neoliberal saldırganlığı eşliğinde post-modernizm ve sivil toplumculuk da Fransa’dan dünyaya yayılırken, 1995’te neoliberal saldırıları Fransa’da duraksatan ve yavaşlatan 5 milyon işçinin katıldığı en büyük genel grev genel direniş yine bu ülkede gerçekleşti.

Keskin sınıf savaşımları tarihinin, 1968 ve 1995’in deneyim ve korkusu Fransa mali oligarşik burjuvazinin elini neoliberal saldırganlıkta epey tuttu. Almanya gibi ülkelerde Haartz yasalarıyla bir hamlede yapılıveren en sert neoliberal düzenlemeler, Fransa’da kademeli, parça parça, sürece yayılmış, deneme yanılma biçimlerinde yapılabildi. Yasa tasarıları hazırlanıyor, güçlü bir direnişle karşılaştığında tasarının en sivri maddeleri askıya alınarak ya da törpülenerek geçirilmeye çalışılıyor, sonra, çok geçmeden başka bir parçadan aynı çevrimler (saldırı, direniş, yeniden düzenleme, vd) yaşanıyordu. Bu süreçte, 2005’teki Kuzey Afrikalı göçmenler ve kent yoksulları ağırlıklı varoş isyanları amansızca bastırılırken, işçi sınıfına karşı saldırılarılarda kısmi bir esnekliğin gözetilmesinde, kapitalist devletin geleneksel siyasal istikrar ve oy kaygıları da belli bir rol oynuyordu. Yine bu süreçte Fransa işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımları adım adım eritilir, büyük imalat sanayinin önemlice bir bölümü ülke dışına kaydırılır, ücretler düşer, sendikalaşma oranı dünyanın en düşük oranlarına doğru gerilerken, Batı kapitalizmi içinde sosyal haklarının, bir işçi sınıfı mücadele geleneği ve saygınlığı ile birlikte bir nebze korunabildiği nadir ülkelerden biriydi. Fransa’da Batı kapitalizmi ortalamasına göre düşük ücretler ancak görece ileri sosyal haklarla kompense edilebiliyor, bu işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımı olan sosyal hak savunusu bilinç ve duyarlılığını artırıyordu. İşçi sınıfının yanı sıra Fransa’da halen önemli bir yeri olan kırsal küçük mülk ve kentsel küçük vasıf sahibi küçük burjuvazinin belli kesimlerini de kapsayan neoliberalizm/aşırı tüketimcilik karşıtı kültür de etkiliydi.

Bununla birlikte CGT gibi geleneksel sol bürokratik sendikalarının başını çektiği kontrollü genel grev ve direnişler, yalnızca sosyal hak gaspı saldırılarına karşı eldekini korumayla sınırlı tutuluyor, ve bu da işçi sınıfının kamu ağırlıklı, orta yaş ve üstü deneyimli kesimlerini, parlamento ve hükümet partileri üzerinde bir basınç yaratarak yeniden pazarlığa oturma çabasıyla sınırlı dar bir sendikalist ve parlamentarist alışkanlık ile yoğuruyor; deneyimsiz, gözlerini güvencesiz ve düşük ücretli çalışma koşullarına açan genç işçi kuşaklarıyla arasındaki açı farkını büyütüyordu.

Fransa yeni bir tarihsel dönemece giriyor: 2008 krizi ve sonrası

Ta ki 2008 krizi ve yıllara yayılan kemer sıkma paketlerine kadar. Bu kriz Fransa kapitalizminin hem emperyalist kapitalist güçler arasındaki rekabette hemen her açıdan (teknoloji, üretkenlik, finans vd) geride kalan, hem de içeride işçi sınıfının direncini kolayca aşamayan çelişkilerini daha bir derinleştirdi. 2010’lu yıllarda bu süreç, bir yanda ABD ile diğer yanda Çin ve Rusya arasında sıkışan AB’nin kendi içinde de Almanya’nın kesin ekonomik patronajını ilan etmesiyle, 2020’lerde yeni kriz devresi, Pandemi krizi ve en sonu enerji krizine de yol açan Rusya-Ukrayna savaşının da etkileriyle, Fransa kapitalizmi açısından daha da keskinleşti.

2007-2012 dönemeciyle, Fransa’da kötü ünlü Sarkozy yönetimi dönemi olmasından da görüleceği gibi, Fransa mali oligarşik burjuvazisi hem dışarıda, emperyalist işgal ve savaşlarda (Libya, daha sonra Mali vd) hem de içeride işçi sınıfına, göçmenlere, gençlere dönük, daha amansız ve tavizsiz saldırılarda gözünü giderek daha fazla karartmaya başladı. Sarkozy dönemindeki şok tarzı kemer sıkma paketleri, yeni iş, sosyal güvenlik/emeklilik, eğitim dizaynları ile birlikte, Fransa’da sınıf savaşımının neredeyse bir 20 yılının (1990-2010) rutini haline gelmiş olan (her iki tarafın da uzlaşmaya açık kapı bıraktığı) “kontrollü saldırı/kontrollü direniş” dönemi kapanıyordu. Yerini daha tavizsiz, ağır, seri saldırılara bırakıyor, kapitalist devlet aygıtında da buna uygun düzenlemelere (sosyal demokrasinin son kalıntılarının kaldırılması, parlamentonun daha fazla etkisizleştirilmesi, gücün cumhurbaşkanlığı elinde yoğunlaşması ve merkezileşmesi, polis ve jandarmanın yetkilerinin artırılması ve kent grev ve direnişlerine daha etkili müdahale edecek düzenlemelerin yapılması, vd) bırakıyordu. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-sinif-savaslari/)

Kuşkusuz Fransa işçi sınıfının, 1995’ten itibaren Batı kapitalizminin içinde ve hatta dünya çapında neoliberalizme karşı direniş ve mücadelenin öncü ve esinleyici, halen tam aşılamamış bir gücü olması, neoliberal kapitalizm derinleştikçe ve tepkiler dünya çapında arttıkça, tüm emperyalist kapitalist güçler ve AB mali oligarşik burjuvazisi açısından da artan ölçüde rahatsız edici hale geliyordu. Ve Fransa işçi sınıfına karşı bu vites büyüten saldırılar, hepsinin tam desteğini alıyordu.

Bu değişim, Fransa’da “parlamento ve hükümet üzerinde kontrollü grev ve direnişlerle basınç yaratarak yeniden uzlaşmaya oturma” rutinini giderek etkisizleştirmesine karşın, geleneksel reformist sol ve sendikalar değişimi okuyamadı. Bunda 2008-13 ağır kriz dönemi ve saldırıların yol açtığı yıkıcı etkiler ve tepkilerle Sarkozy’nin gidip yerine “Sosyalist” (sosyal neoliberal) Parti ve Hollande’ın gelmesi, ve geleneksel sol ve sendikaların da bundan beklentiye girmesi ve beklentiyi körüklemesi etkili oldu. Oysa Hollande döneminde Sarkozy döneminin saldırılarını bir gömlek alt düzeyden de olsa devam etmekle kalmadı, artık bunu da yeterli bulmayan Fransa mali oligarşik burjuvazisi ve MEDEF’in (Fransa’nın TÜSİAD’ı) “Sosyalist” Parti içinde yaptığı operasyonla, “sosyal politika”nın son kalıntılarının da ortadan kaldırıldığı bir ultra neoliberal sağ kanatın ayrıştırılması üzerinden, dünyanın en büyük mali sermaye gruplarından Rothschild grubunun finans ve büyük çaplı satın alma operasyonlarında yöneticilik yaparak milyoner olmuş Macron’a bir derme çatma parti kurdurularak, saldırıların gemi azıya alacağı Macron döneminin önü açıldı. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-macron-operasyonu-ve-sinif-mucadelesi/.)

Fransa mali oligarşik burjuva siyasetinin artık oy kaygısı filan da yoktu. Çünkü hem iç ve dış politikaya dair kararlar parlamentoyu bypass eden (Türkiye’deki KHK’lar benzeri) 49. madde üzerinden Elysee Sarayının kapalı kapıları ardında alınır hale getirilmişti, hem de kriz yıkımı zemininde (ve tabii Fransa burjuvazisinin el altından desteklediği) neo-faşist hareketin (Le Pen) yükselişinin, solu da Macron’a mahkum edeceği hesaplanmıştı.

Fransa’da 2008-13 kriz ve kemer sıkma döneminde hızlanan bu süreç, bir dizi başka kritik toplumsal-sınıfsal dönüşüme de yol açtı. Bunlardan en önemlilerinden biri, 2010’da “eğitim reformu” adı altında, iş yasalarını da kapsayan sert düzenlemelerle, yeni mezun öğrencilere kamu işlerinin kapısının neredeyse tamamen kapatılması ve işe yeni başlayacak lise mezunlarının işçilik haklarında büyük çaplı gaspların yapılması, neredeyse tamamen güvencesizliğe mahkum edilmeleriydi. 2001-3 ve 2006 döneminde geleceğin işçileri olan lise ve üniversite öğrencilerin eylem dalgalarıyla püskürttüğü bu saldırı, 2010 yılından itibaren “eğitim reformu” gibi adlar altında parça parça geçirilmeye başlandı. Ancak lise ve üniversitelerde her 4-5 yılda bir büyük işgal, barikat, gösteri ve blokaj dalgaları, genç kuşağın da işçi-öğrenciler olarak sınıf mücadelesine girmesini sağladı, kuşak kopukluğunun ortadan kalkmasa da bir ölçüde giderilmeye başlanmasına, Fransa’daki mücadele geleneğinde önemli bir yer tutan, işçiler sosyal hak gasplarına karşı direnişe geçtiğinde buna öğrencilerin işgal, gösteri, blokajlarla destek vermesi geleneğini yeniden canlandırdı. Bugünkü mezarda emeklilik yasasına karşı direnişte yer alan işçilerin büyükçe bir bölümünün ilk direniş ve mücadele eğitimini bu öğrenci-işçi direnişlerinde alanlar olduğunu bilmek gerekir.

Bir diğer önemli nokta, 2008 krizi ve sonraki sert kemer sıkma paketlerinin, Fransa toplumu ve kültürü içinde halen önemlice bir yeri olan kırlardaki ve kentlerdeki küçük mülk sahiplerinin ve küçük statü ve vasıflara sahip modern kent küçük burjuvazisinin durumunu sert biçimde sarsması ve yıkıcı proleterleşme süreçlerini hızlandırmış olmasıdır. Bu kriz sürecinde, eskiden FKP’nin kalesi olan, bugün çöküntü ve işsizlik bölgesine dönüşmüş bazı eski sanayi bölgeleri ve yıkıma uğrayan kır ve kentteki muhafazakar küçük mülk sahipleri daha fazla milliyetçiliğe (Le Pen vb) meylederken, yıkıcı bir işçileşme şoku içindeki modern kent küçük burjuvazisi ve beyaz yakalılar da Melenchon’da cisimleşen yeni sola doğru meyletti.

Macron 2016 Ağustos’unda mali oligarşik burjuvazinin operasyonuyla, iflas etmiş “Sosyalist” (sosyal neoliberal) Parti’nin Ekonomi ve Sanayi Bakanıyken ayrılıp 2017 Mayıs’ta yeni cumhurbaşkanı yapılıverdi. Fransa mali oligarşik burjuvazisinin olağanüstü saldırı programının, 2016’dan itibaren olağanüstü bir hız kazanması, aynı paraleldedir. Böylece 2010’ların ikinci yarısında ya da Macron dönemiyle birlikte Fransa, “kontrollü saldırı/kontrollü direniş” rutininin yerle bir olacağı, ve tıpkı 19. ve 20. yüzyılda olduğu gibi, yeniden dünyanın, giderek şiddetlenen sınıf savaşımları laboratuarına dönüşeceği bir süreç başladı:

2016’da “El Khomri yasası” olarak yeni iş yasası düzenlemelerine karşı bir yandan sendikalı işçilerin grev dalgaları yaşandı. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-yasami-uretenler-sokaklarda-kendi-dillerinde-konusuyor/) Diğer yandan “Nuit Debout” (Gece Ayakta) meydan işgal ve eylemleri, geleneksel işçi hareketinden epey farklı, İspanya, Yunanistan ve Ortadoğu’daki meydan işgallerine benzeyen, daha ziyade örgütsüz-güvencesiz genç işçi kesimlerini ve işçileşme sürecindeki beyaz yakalıları kapsayarak mücadeleye çeken, yeni eylem biçimlerini ve içeriklerini kapsıyordu. Gece Ayakta eylemleri, aynı zamanda modern kent küçük burjuvazisinden işçi sınıfına doğru çözülen kesimlerde ve genç güvencesiz işçi ve işsiz kesimlerinde, anti-kapitalist denilebilecek duygu ve sezgileri de yaygınlaştırdı.

2018’de Fransa mali oligarşik burjuvazisi ve Macron yönetimi, o zamana kadar işçi grev ve hareketlerinin geleneksel öncü ve en mücadeleci gücü olan demiryolu işçilerine karşı, özelleştirme ve taşeronlaştırma kılıcını çekti. Demiryolu işçilerinin süresiz fiili kitle grevi kararlılığına karşın GGT’ye bağlı demiryolu işçileri sendikasının iş yavaşlatma ve haftada 2 gün iş durdurma gibi, eski “kontrollü direniş tarzı”, 3 aya yayılan grev ve direnişlere karşın yenilgiyle sonuçlandı. Bu yenilgide geleneksel sendikalizmin, kapitalizmin lojistik organizasyonundaki değişimlere yanıt vermemesi de önemli rol oynadı. Fransa büyük çaplı bir imalat sanayi ülkesiyken taşımacılığın yarısından fazlası demiryollarıyla yapılıyordu, bugün gelinen noktada ise, demiryollarının tedarikteki payı yüzde 10’a kadar düşmüş, otoyol tır taşımacılığı ön plana çıkmış durumda. Fransa’da 2010’lu yıllarda tır şoförleri de ek vergi, benzin zamları, düşük ücretlere karşı yer yer ülke çapında yol/tedarik blokajı eylemleri yapmalarına, yine havayolu ve liman işçilerinin grev ve mücadele geleneğine karşın, lojistikte hızlı, yalın ve tam zamanında organizasyonunun da zayıflıklarını değerlendirecek birleşik örgütlenmelerin gerçekleştirilememesi, bunun bir diğer nedeni. Diğer taraftan işçi sınıfı bu yenilgilerden de bir şeyler öğrenmiyor değil. Örneğin rutin grevlerin, taşeronluk, çok parçalılık, üretim ve lojistik alanlarının kaydırılması gibi nedenlerle etkisizleşmesine karşı, giderek lojistik artellerinde blokajlarla tedariğin kesilmesi gibi yöntemler öne çıkıyor.

2018-19’da ise akaryakıt sübvansiyonlarının kaldırılması ve fahiş zam ve vergilerine karşı “Gilet Jaune” (Sarı Yelekliler) hareketi patladı. Hareket önceleri taşradaki mülksüzleşme sürecindeki muhafazakar ve milliyetçi küçük çiftçi ve esnaf kesimlerin, elli yaş üzeri kapanan fabrikalarda işsiz kalmış ya da emekli olup aşırı düşük maaşla süründürülenlerin eylemleriyle başlasa da, bir yandan devlet şiddeti karşısında radikalleşti, Paris ve kent merkezlerine doğru yayıldıkça genç ve güvencesiz işçi kesimlerin, kent yoksullarının katılımıyla sınıfsal bileşimi ve ruhu epey değişti. Hem bu en öfkeli güvencesiz, işsiz ve düşük ücretli kesimlere bir mücadele kanalı açtı, hem de büyük banka, şirket, mağaza, market zincirlerini tahrip etme, yağmalama, yakma ve polisle sert çatışmalarda kullanılan yeni yöntemlerle, kitle şiddetini devreye soktu ve bir ölçüde daha geniş kesimler içinde kısmen meşrulaştırdı. Sarı Yelekliler hareketi üzerine dünya çapında çokça yazılıp çizildi, çokça tartışıldı, ama bizce en önemli özelliklerinden birisi, geleneksel sendikalizm ve reformizmin “kontrollü” ve uzlaşmacı eylem ve direniş biçimlerinin etkisizleştiği koşullarda yeni militan kitle eylemi biçimlerini devreye sokmasıdır. Bir diğeri hareket kentleşip sınıf bileşimi değiştikten sonra, ülke çapında merkezi delegasyon sistemiyle 3 kongre toplantısı ve 30 bin kişinin katıldığı anketle şekillenen 42 maddeli mücadele taleplerinin (birkaç milliyetçi talebe karşın), sınıfsal ve siyasal karakteridir: Burada işçilerin, emeklililerin, göçmen ve sığınmacıların sosyal haklarına ilişkin talepleri, milletvekili maaşlarının ortalama işçi ücretiyle ve tüm yönetici ve bürokratların maaşlarının azami 15 bin Euro ile sınırlanması talebini, belli bir imzanın üstünde halk oylamasıyla istenen yasa tekliflerinin Parlamentoda tartışılması ve referanduma sunulması talebini anmak yeterli fikri verecektir. (https://devrimciproletarya5.net/fransa-bir-genc-iscinin-sari-yelekli-olarak-portresi/. https://devrimciproletarya5.net/fransada-sari-yelekliler-hareketine-dair-tarihsel-ve-sinifsal-bir-analiz/.)

2019-20’de ise RATP ve SNCF’de (devlete bağlı Paris Özerk Ulaşım Ağları ve Ulusal Demiryolları) ve emeklilik yasasına karşı, uzunca bir süredir ilk kez taban inisiyatifi ve koordinasyonuna dayalı ve sendika bürokratlarının kontrolünü aşma eğilimi gösteren (örneğin Noel sürecinde geleneksel olarak grevleri ertelemeye karşı çıkan ve sürdüren), birkaç haftaya yayılan grevler yaşandı. Ortaya çıkan taban komite, forum ve koordinasyonları diğer sektörlere yayılmayıp sınırlı kalsa da, Fransa işçi sınıfının Gece Ayakta ve Sarı Yelekliler hareketinden de öğrendikleriyle, geleneksel sendikalizm rutinlerinin sınırlarını zorlamaya başlaması açısından önemliydi. Bu denemelerden biri de demiryolu işçilerinin, geleneksel olarak grev tarihlerinin haftalar öncesinden ilan edilmesi ve bunun devlete önlem alma ve yedekleri devreye sokma olanağı vermesinin aksine, bazı grevleri gizli olarak organize edip önceden duyurmadan sermaye ve devleti hazırlıksız yakalayıp baskın tarzı gerçekleştirip ulaşımı felç etme taktiğiydi. (https://devrimciproletarya5.net/fransadan-5-aralik-suresiz-genel-grevi-oncesi-notlar/. https://devrimciproletarya5.net/fransada-genel-grev-suruyor-grevin-orgutlenme-yontemleri-ve-taktikleri/. https://devrimciproletarya5.net/fransa-genel-grev-ve-direnisi-bir-ilk-degerlendirme/)

2020 sonlarında polis ve diğer baskı aygıtlarının yetkilerini ve dokunulmazlığını artıran 24 maddelik yeni iç güvenlik yasasına karşı, sendikaların, işçilerin, güvencesiz genç işçi ve öğrencilerin ülke çapında gerçekleştirilen Özgürlük Gösterileri ve Yürüyüşleri de, polisle girilen çatışmalar, Merkez Bankasının bir bölümü dahil yakılan banka şubeleri, molotoflu, ses bombalı eylemlerle iz bıraktı, ekonomik-sendikal talepli eylemlerle siyasal talepli eylem ve mücadelelerin birleştirilmesi yönünde önemli bir adım oldu. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-sokaklara-gorkemli-geri-donus/)

2022’de Total ve Exxon-Mobil’de enerji işçilerinin grevleri toplumsal gündem oldu. “Sosyal diyalog” sendikası CFDT grevi yüzde 7 ücret artışına satarken CGT enerji sendikasına üye işçiler yüzde 10 istemiyle grev ve blokajları etkin bir kamuoyu kampanyasıyla birlikte sürdürdüler. Total’ın 2021’de 20 milyar dolar kar elde ettiği ve hiç vergi vermediğini açıklayarak, bundan hakkımızı istiyoruz propagandasıyla, grevin yarattığı akaryakıt sıkıntısına karşın kamuoyunun güçlü desteğini kazandılar. Bu da kapitalist tekellere (enerji fiyatlarının hızla artışı vd) karşı anti-kapitalist tepki zemininin çarpıcı bir göstergesiydi. Grev nükleer santrallare doğru da yayılırken devlet tarafından zorla bastırıldı.

2022’de bir diğer tarihsel grev yine demiryolu işçilerinden geldi. CGT ve SUD sendikaları TİS sürecinde rutin bir gelecek grev tarihi belirlerken, demiryolu işçileri sendika bürokrasilerinin haberi bile olmadan aniden grevi başlattılar. Marsilya’da bir grup işçinin başlattığı Whatsapp işçi platformu diğer kentlere yayılarak 3 bin işçiye ulaşmış, tabandan grev kararı almışlardı. Sıkışan sendikalar, taban inisiyatifini kırmak için kendi belirledikleri tarihteki grevi erteleyince, Whatsapp’tan oluşturan ve 7 bin işçiyi temsil eder hale gelen işçi platformu greve devam kararı aldı. Sendikaların her zamanki rutin ve kontrollü grev çizgisini yırtan bu taban inisiyatifine dayalı fiili grev, Fransa’da epey yankı yarattı. Macron “böyle giderse grev hakkını da gündemimize alırız” diye tehditler savurur, sendika yöneticileri, “bu tür kontrolsüz işçi hareketleri bize de zarar veriyor” diye kem küm ederken, işçi sınıfı örgütlenme ve mücadele yöntemlerini yaratıcı ve etkisini artırıcı biçimde geliştirdiğini bir kez daha gösteriyordu. (https://noktahaberyorum.com/fransada-2022de-ilk-grev-celal-ozkan.html)

Bunlara sağlık işçilerinin 2016-2020 döneminde sağlıkta neoliberal dönüşüme karşı sayısız grev ve direnişle verdiği mücadeleyi, 5 bin itfaiye işçisinin polisle çatışmalı militan grevini, dünyanın en büyük sanayi tekelleri arasında yer alan Michelin ve L’Oreal’da 2022 grevlerini, Aralık 2022’de Danone’de Ocak 2023’te ise Schneider’ın ülke çapındaki fabrikalarındaki 15 bin işçinin grevini, Sanofi’de 2 bin işçinin grevini, Pandemi sürecinde büyüyen tepkileri (Pandemi önlemlerinde gecikme ve ihmal nedeniyle artan tepkiler ve yakınları ölenlerin açtığı davalar, yargı ve polisin durumu yatıştırmak için göstermelik soruşturmalarla Sağlık Bakanı ve Ulusal Sağlık Genel Müdürünün evlerini basmasına kadar vardı!), özel sektörde de görülen fiili Pandemi grevlerini, sağlık işçilerinin ülke çapında protesto ve eylemlerini, Ukrayna savaşıyla tetiklenen hayat pahalılığına karşı yine özel sektörde de artmaya başlayan ücret grevleri gibi pek çok başka grev hareketi mücadeleyi de ekleyebiliriz. Pek çok ülkede olduğu gibi kriz, pandemi ve savaş süreçleri, Fransa’da da başta güvencesiz kesimler olmak üzere, ücretleri düşürdü, çalışma saatlerini artırdı, işsizlik ve yoksullaşmayı artırdı, çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırdı.

Daha önce çeşitli ülkelerdeki büyük çaplı isyan ve direniş hareketlerine dair analizlerimizin hepsinde (Mısır, Tunus, Endonezya, İran, Şili, ABD, vd) bu hareketlerin yakın tarihsel arka planında, bir çoğu yenilgiyle sonuçlanmış olsa da, sıklaşan, yoğunlaşan ve giderek daha fazla kararlılık kazanan mücadele deneyimlerin yükseliş eğilimini göstermeye çalıştık. Fransa’da 2023’ün ilk aylarından başlayıp 7 Mart’taki genel grev ve gösterilerden sonra tırmanışa geçen sınıf çatışmaları fırtınası, durgun gökte çakan şimşek değil. Arkasında en azından son 12 yılın, özellikle de son 6 yılın çok zengin mücadele birikim ve deneyimlerini taşıyor ve yeniden harmanlıyor.

Öncekiler bir yana, 2010’un ikinci yarısından itibaren yoğun, sık, soluklu ve giderek sertleşme eğilimi gösteren bu mücadele süreçleri, Fransa işçi sınıfının (halen geleneksel denilebilecek kesimleri kadar son derece genişleyen yeni kesimlerinin de) mücadele repertuarlarını yer yer iç içe geçirdi, genişletip zenginleştirdi, ona yeni mücadele araç, yöntem ve biçimleri, yeni bakış açıları kazandırdı. Bunun kadar önemlisi, tek tek saldırılara karşı direnişin ötesinde (halen sistemi daha radikal biçimlerde düzeltme ufkunu aşamasa da) daha genel bir anti-kapitalist siyasallaşma bilinç ve hissiyatını güçlendirdi. Halen gelişkin bir proleter devrimci önderlik yoksunluğu koşullarında çokça dağınık, parçalı ve örgütsüz de olsa, lise ve üniversitelerden emeklililere, geleneksel işçi kesimlerinden beyaz yakalı işçilere kadar, bu mücadeleler içinde öne çıkan ve öncüleşen dinamikler nezdinde, yeni tür bir işçi sınıfı özneselliğinin ipuçları da kendisini hissettirmeye başladı.

Emeklilik yasası yalnızca emeklilik yasası değildir!

1970’li yılların mücadele kazanımları olarak 59 yaşa kadar düşürülmüş emeklilik yaşını önce 62’ye, ve çok geçmeden (Sarı Yelekliler hareketinin talepleri arasında emeklilik yaşının yeniden 60’a indirilmesi varken!) 64’e çıkartılması yeterince kışkırtıcı. Çünkü ABD, İngiltere ve pek çok ülkede olduğu gibi işçilerin, özellikle de yoksul işçilerin ortalama ömrü son 20 yılda 1.5-2 yıl düşerken, Fransa’da artık yoksul işçilerin yüzde 30’u 62 yaşını bile göremez hale gelmişken, emeklilik yaşını yükseltmek, tıpkı Pandemi de yoksul ve emekli kesimlere yapıldığı gibi taammüden katliamdan başka bir anlama gelmiyor. Doğum yapan kadın işçiler için de emekliliği mezara gömüyor. Kadın işçiler açısından güvencesiz ve kısmi zamanlı çalışmanın daha yaygın olmasıyla da birlikte, kadın işçiler yasadan daha ağır biçimde etkileniyor. Bu da yasaya karşıtlık anketlerinde erkeklerin oranı yüzde 67 iken kadınlarda yüzde 74 olmasında, eylemlerde her yaştan kadın işçilerin en aktif, yoğun ve ön saflarda olmasıyla kendisini gösteriyor.

Dahası çalışma yoğunluğu olağanüstü artarken, ister kamu ister özel, ister mavi ister beyaz yakalı olsun gencecik işçiler bile aşırı çalışma stresi ve tükenme sendromu yaşayıp kendini yeniden üretemez hale gelirken, işçi sınıfının eski çalışma disiplini bir yana kölece iş ve çalışmaya karşı artan bir isteksizlik ve nefret yaygınlaşırken, 64 yaşına kadar böyle çalışacaksınız dayatması, çalışma acısıyla alay etmekten farksız. Ücretli çalışmanın sorgulanması, karşılığında bir nebze kendimiz için kullanabileceğimiz zaman, kendi istediğimiz şeyleri yapma olanağımız yoksa ve artık hiç olmayacaksa, o zaman neden ve kimin için çalışıyoruz, diye derinleşiyor ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmama düşüncesine doğru bir eğilim gösteriyor.

Fakat saldırının provokatifliği son derece kasıtlı. Fransa mali oligarşik burjuvazisi ve Macron yönetimi, bunun (bu kadarını beklemiyor olsalar da) oldukça büyük, belki bir iki aylık bir direnişle karşılaşacağını bilmiyor değillerdi. Onların yapmak istediği emek fonlarının bir kısmını daha sermayeye çevirmek kadar, Fransa işçi sınıfının “son direnç enerjisini” çekip, en azından bir dönem için demoralize ve paralize ederek gardını düşürecek kesin ve ağır bir yenilgiye uğratmak. Macron’un yangına körükle giden provokatif açıklama ve aşağılamaları yine bu minvalde. Bunun için 1-2 aylık grev ve direnişler dalgasıyla kriz koşullarında GSMH’nin bir kıymığından vazgeçmeyi bile göze almış durumdalar.

Fakat onların hesaplayamadığı, (Engels’in işaret etmiş olduğu gibi Fransa’da) sınıf mücadelesinin kesin karara kadar sürdürme iradesinin artık tek taraflı olmadığı. Geleneksel “kontrollü” grev ve direniş hareketleri yasa geçtiği anda biterdi, şimdi bitmiyor. Sendikalar gensoruyla parlamenterizmden beklentiyi sürdürmeye çalışıyorlar, gensorular az farkla reddediliyor, ama zaten işçilerin ve gençlerin önemli bölümü artık parlamentodan da pek bir şey beklemiyorlar, direniş yine bitmiyor, tam tersine daha da alevleniyor ve büyüyor. Üstelik bu seferki grev, blokaj, gösteri dalgaları tümüyle sendika bürokrasilerinin kontrolünde değil. İşçiler sendika yönetimlerinden gelen grev ve eylem kararlarını uygulamakla yetinmiyor, sendikaları daha geniş çaplı ve birleşik eylem kararları almaya zorluyor ve bir nevi peşlerinden sürüklüyorlar.

Fransa’da yeni bir genel grev genel direniş dinamiği doğuyor

Fransa’da “inter-syndicale” denilen sendikalar arası birlik kağıt üzerinde 2010’dan itibaren vardı, ama pek işlemiyor, ya da yalnızca sendika bürokratlarının görüşmelerinden ibaret kalıyor, ve mücadelenin ilk zorlu dönemecinde, “sosyal diyalog” sendikalarından başlayarak çözülüyordu. Şimdiyse Fransa’nın en geri ve pasif sendikaları bile, eylem süreç ve kararlarından kopmaya halen cesaret edemiyorlar, çünkü kaynayan ve öfkeli tabanlarının kendileri olmadan da yola devam etme kararlılığını görüyorlar. Dahası kendisini ilk kez 2019-20’deki RATP ve SNCF grevlerinde göstermiş olan bir şey yaşanıyor; “inter-syndicale” yalnızca sendika bürokratları arasında tepeden gitmiyor, henüz lojistik ve enerji gibi birkaç alanla sınırlı kalsa da, farklı sendikaların aynı ya da bağlantılı sektörlerdeki işçi temsilcileri ve öncü işçileri sendikalar arası tabandan genel kurullar oluşturuyorlar, bununla kalmayıp sendikasız, taşeron, güvencesiz işçi kesimlerinin temsilcilerini de kurullara katıyorlar, kendi bölge ve alanlardaki yerel eylem kararlarını kendileri almaya başlıyorlar. Bununla da kalmıyor, kapitalist devlet güçleri diyelim ki rafineri gibi kilit bir alandaki işçi blokajını kırmak için saldırdığında, sendikalı sendikasız başka alan ve sektörlerden yüzlerce işçi sınıf kardeşlerine desteğe koşuyorlar, birkaç yüz işçilik blokaj birkaç saat içinde birkaç bin işçinin birleşik direnişine dönüşebiliyor. Bunlar, hareketin salt yukarıda kapalı kapılar ardındaki pazarlık ya da yukarıdan aşağıya değil, oldukça güçlü ve yaygın bir iç ve taban dinamiğine sahip olduğunu gösteriyor. Sarı Yelekliler deneyiminin buna kattığı da, yasa geçtiğinde, diğer “yasal/parlamenterist” mevzuat tüketildiğinde ve devlet şiddeti artırarak grevlere karşı vurdumduymaz bir tutum takındığında, mücadelenin bitmiş olmadığı, kitlesellik ve militanlığı yükseltmeye devam ederek, sınırları daha fazla zorlayarak, kazanım elde etmenin mümkün olduğu. Yani Türkiye’de bilinen bir ifadeyle söylersek, sermaye ve devlet ne yaparsa yapsın, “işçi sınıfı bitti demeden bitmez”!

Bir diğer önemli farklılaşma da, fiili kitle grev ve blokajları henüz geniş çaplı tüm sektörlere yayılmamış olsa da, yalnızca saldırıdan doğrudan etkilenen kesimlerin direnişiyle sınırlı kalmaması. Fransa’da önceki geleneksel grev ve direnişlerin en büyük handikaplarından biri, yalnızca taktik saldırıların doğrudan etkilediği kesimlerle sınırlı kalması, adeta cetvelle çizilmiş gibi geleneksel sendikalizmin katı işbölümü/işkolu duvarları içinde yalıtılmasıydı. Son grev ve blokajlar dalgasında ise, yalnızca yasadan doğrudan ve en kötü biçimde etkilenecek işçi kesimleri değil, kısmen etkilenecek kesimler de eylemlere aktif olarak katıldılar. Özellikle ömürleri yalnızca çalışarak değil sayısız grev ve mücadeleyle geçmiş orta yaş ve üstü deneyimli işçiler yakın zamana kadar genç kuşak işçilere güvensizdiler, onlara duyarsız, apolitik, bireyci kuşaklar gözüyle bakıyorlardı. Ancak emeklilik yasasına karşı genç kuşaklarda beklenenin üzerinde bir mücadele azmi ve enerjisi görünce, bu eski işçi kuşaklarında da yeni bir heyecan yarattı.

Bu da aslında, bunca saldırı ve direniş yasasından sonra, emeklilik yasasının yalnızca emeklilik yasası olmamasının, kapitalizmin biri bitmeden diğeri başlayan kriz ve saldırılarının, Pandemi sürecinin, Ukrayna savaşının, hızlı ve sert yoksullaşma sürecinin, güvencesizliğin, işsizliğin, iyice anlamsızlaşan ve ezicileşen işlerin, polis baskılarının, öz deneyim ve birikiminden, bütün bu saldırı ve mücadele deneyimlerinden doğan ve yaygınlaşan bir sistem karşıtlığı dinamiğinden kaynaklanıyor. Bunu 2016’daki genel grevde anti-kapitalist denilebilecek slogan, döviz ve pankart neredeyse yok gibiyken, bugünkü eylem dalgalarında daha fazla öne çıkmaya başlamasından da görebiliyoruz.

Eylemlerin zayıf yanları

Tüm bu ilerlemelere karşın başta komünist devrimci bir önderlik yoksunluğu ve Inter-syndicale’in geleneksel sendikalizm kısıtları eylem dalgasının zayıf karnını oluşturmaya devam ediyor. Örneğin emeklilik yasasının yanı sıra, hayat pahalılığı, aşırı düşük ücretler, tüketici çalışma koşulları, işsizlik ve güvencesizlik, sağlık ve eğitim sorunları, ve tabii ki zamanda ve mekanda, siyasal ve toplumsal özgürlük sorunları, kadın, göçmen, ekoloji sorunları, eylemin açık ve örtük dinamikleri arasında. Intersyndicale ise bunca yakıcı talepler çeşitliliğini, yine emeklilik yasasını merkeze koyarak, ama her sektör ve kesimin özgül taleplerini de kapsayarak, savaşım cephesini hem sınıfsal-toplumsal hem de talepler açısından genişletip derinleştirme olanağını değerlendirmiyor. Örneğin daha önce değindiğimiz Total grevininin yarattığı yankıyla birlikte, Kasım 2022-Ocak 2023 arasında ücret grevleri yapan L’Oreal, Danone, Schneider, Sarofi işçileri ile birlikte düşündüğümüzde, sendikaların demiryolu, enerji ve belediye işçilerinin başını çektiği emeklilik yasası grev ve blokajlarıyla dünyanın en büyük şirketleri arasında yer alan bu kilit sanayi tekellerindeki grevlerle birleştirebilecek düzenlemeler, pek ala mümkündü. Ve Macron soytarısıyla birlikte onun arkasındaki Fransa büyük burjuvazini hedefe çakarak sınıfa karşı sınıf uzlaşmaz karşıtlığı eksenini çok daha güçlendirebilirdi.

Inter-syndicale emeklilik eylemlerini, kendi işyerlerinde grev yapma olanağı olmadığını düşündüğü güvencesiz işçileri hafta sonu gösterilerine çağırarak, sendikalı işçileri ise hafta içi iki gün greve çağırarak, yani sendikalı/sendikasız diye bölerek gerçekleştirmeye çalışıyor. Oysa emeklilikle birlikte yalnızca hayat pahalılığını öne çıkartarak, son dönemde özel sektörde de artmaya başlayan ücret grevlerini yaygınlaştırmak ve yığınsallaştırmak, demiryolu, enerji, eğitim gibi alanlardaki grevlerle bütünleştirmek mümkün. Özel sektör ve güvencesiz işçileri, sermayenin çevresinden dolanarak akşamları ve hafta sonları eyleme çağırmanın ötesinde, doğrudan en büyük patronlarının karşına dikilmelerini sağlamak için, kararlı ve güvenilinir bir önderliğe ve onları sendikalı işçilerin emeklilik mücadelesindeki yedeği olarak görmeyen, doğrudan özneleşmelerini sağlayan bir yaklaşıma ve bunun için de sendikalı işçilerin dayanışmasına ihtiyaç var.

Kitle eylemlerinin zayıf yanlarından biri de, özel polis ve jandarma birliklerinin “orantısız şiddet”ine karşı yeterince güçlü ve etkili yanıtlar verilememesi. Mart ayındaki grev ve gösteri dalgalarında kitle şiddetinde de bir artış eğilimi kendisini göstermekle birlikte, örneğin bir Sarı Yeleklilerin kullandığı yöntemlerle karşılaştırıldığında, molotof, ses bombası, çelik bilye atan sapan, havai fişek kullanımı ya da devlet bina ve büyük sermaye işyerlerinin hedeflenmesi oldukça sınırlı düzeyde kalıyor. Paris’te her akşam çöp toplama işçilerinin grevi nedeniyle birikmiş çöp yığınlarının yakılması etkileyici bir sokak eylemi görselliği sunmakla birlikte, polis ve jandarma araçlarının ters çevrilip yakılması, devlet ve büyük sermaye kurumlarının tahrip edilmesi ve yakılması kadar etkili olamıyor. Eylemlerin muazzam kitleselliğine ve devlet güçlerinin şiddetine karşı halen büyük ölçüde barışçıl düzeyde seyretmesi, geleneksel savaşımcı işçi kesimlerinin halen uzlaşmayı gözeten geleneksel reformist sol ve sendikaların (malum şiddete başvuranlar “ajan provakatör” ilan edilir, “barışçıl eylemimizi gayrımeşrulaştırmak isteyenler” denilir vb) etkisinden tam sıyrılamaması ve yanı sıra, orta sınıftan işçi sınıfına doğru çözülen geniş beyaz yakalı kesimlerin ve bu çapta mücadele deneyimi olmayan en genç kesimlerin ilk kez bu çapta eylemlere katılan geniş bir yekun oluşturmasından kaynaklanıyor.

Bununla birlikte bu genel değerlendirmeye tam uymayan iki önemli değişkeni de not etmemiz gerekir. Birincisi, Fransa’daki hareketlenmelerde her daim Paris öne çıksa da, daha küçük geleneksel işçi kentlerinde ve Fransa’nın güneyindeki Akdeniz havzasındaki kentlerde, eylemlerin daha sert geçmesi. Bunun bir nedeni, bu kentlerdeki sendika yerel şubelerinin taban inisiyatifine daha açık ve merkezi sendika/parti bürokrasilerinin kontrolüne görece daha uzak olması; yerel sendika ve öğrenci şubelerinin çevresinde daha geniş taban kurul ve koordinasyonlarının yapılabilmesi. Örneğin Toulouse’ta yaklaşık bin kişinin katıldığı eylem ve organizasyon platformu bunlardan biri. Paris ve çevresindeki otoyol barikat ve blokaj malzemeleri bile oldukça sembolik kalırken, Bordeax’da Valilik binası, Lorient’te bir polis karakolu, Nantes’da bir lüks kuyumcu mağazası yakıldı, vb.

İkinci bir dinamik, çoğunluğunu beyaz yakalı işçilerin, güvencesiz işçi ve işsizlerin, ve özellikle de lise ve üniversite öğrencisi olan, ilk kez bu çapta bir hareket ve eylem dalgalarına katılan çok geniş bir kesimin varlığı. Öyle ki, “premiere phase”, “primo-manifestant.es” gibi, bu tür bir isyan ve direniş hareketine ilk kez katılanların oluşturduğu sosyal medya eylem ve organizasyon platformları, üye oranları yüzde 7’ye düşmüş sendika ve sol partilerden daha geniş bir kitleyi eylemler için seferber edip yönlendirebiliyor. Bunu en son 28 Mart genel grevinde, Paris’te neredeyse tüm üniversite ve liselerin bloke edilip yaklaşık 400 bin öğrencinin gösterilere katılmasından, ya da Mart ayı boyunca eylemlerde toplu olarak tutuklananların büyük bölümünün daha önce hiçbir eylem sicili olmayan genç ve liseli gençlerin olmasından da görebiliriz. Bu da Sarı Yelekliler sürecinde olduğu gibi, ilk kez böyle bir harekete bu çapta katılan (reformist sendika ve partilerin kontrolü dışında olan) bir kesimin, ne yapacağının kestirilememesine, bunun hem uzlaşmacı sendika ve partileri hem de devleti, yeni bir 68 isyanı hayaletiyle korkutmasına yol açıyor.

Bir diğer zayıflık da, sendikaların süresiz/kesintisiz genel grev genel direnişten uzak durmasında, haftada bir iki genel grevle, şu eski kontrollü direniş taktiğini sürdürmesinde yatıyor. Bu devlete bir dizi kilit grev ve blokaj noktasını zaman içinde yıpratarak kaldırma veya ek grev kırıcı taşeron işçileri devreye sokarak etkisizleştirme, hükümete “sendikalar ve parlementodaki muhalif partilerle görüşmelere başlayacağız” vb gibi vaatlerle yeniden parlamentarist ve uzlaşmacı beklentileri yaygınlaştırma olanağı veriyor. Oysa Şubat ayındaki grev ve gösterilerle bunun altyapısı hazırlanıp Mart ayındaki yükseliş sürecinde “ya hep ya hiç” tarzı süresiz bir genel grev ve direniş hareketi, Macron’a yeni manevralar olanağı vermek yerine onu sıkıştırdığı köşede boğabilirdi.

Aslında tabanında belli devrimci dinamiklere sahip SUD, Solider gibi daha küçük sendikalarla, tabanında çok güçlü bir mücadele birikim ve deneyimi ve sonuna kadar gitme kararlılığı olan CGT, Inter-Syndicale’in başını çekseler de, ittifak yaptıkları sosyal diyalog sendikalarını platformda tutmak için, süresiz genel grevden uzak duruyorlar, bunu da süresiz genel grev istemini yükselten öncü işçi kesimlerine karşı “kontrollü” eylemlerin ve uzlaşma arayışlarının bahanesi olarak kullanıyorlar. 23 Marttaki genel grev ve gösterilerde kitle şiddeti de kendini göstermeye başlayınca, kapitalist devlet hemen sendikaların bu açmazını kullanmaya çalıştı. Bir milletvekili, “sendikalar askerlerini uzun süre daha ellerinde tutamayabilirler, dün gece ilk patlamaları görmeye başladık. Risk, sendikaların artık hareketi yönetemeyecek durumda olması” diye durumu açıkladı. Hemen ardından başbakan, muhalif parti ve sendikalarla görüşmeye başlayacaklarını açıklayarak, klasik cellat/papaz taktiğiyle en geri sendika ve partilerden başlayarak eylemi içerden çözme operasyonunu başlattı. Nitekim 28 Mart genel grev ve gösterilerinde Paris’te lise ve üniversite öğrencilerinin katılımında yeni bir artış yaşanırken, sendikaların katılımında belirgin bir düşüş kendini gösterdi. Hatta CGT, daha önceki katılım sayılarını gerçeğin epey üzerinde gösterirken, 28 Mart eyleminde bu kez gerçeğin yarısı kadar göstererek, tabanı demoralize etme operasyonunu başlattı. Cellat/papazlı uzlaşma taktiğinin de tüm esprisi zaten budur: Eylemleri geriye çeker ve bırakırsanız, pazarlığa oturma şansımız olur!

Nitekim Inter-syndicale şefleri, yasanın kesin geri çekilmesi isteminden, bir arabuculuk istemiyle “eylemlere mola verilmesi”nin, yasanın belli yaşın üstündeki işçileri kapsamayıp kademeli uygulanması gibi dolambaçlarla uzlaşmanın yolunu yapmaya çalışmaya başladılar bile! 28 Mart akşamı, hafta içi ikinci grev kararı almayıp sonraki grevi, bir hafta sonraya (6 Nisan’a) koymaları da bir gösterge.

Hareket yasanın 49.3’le geçirildiği 7 Marttan itibaren ciddi biçimde radikalleşmeye başladı. Artan sayıda yasal sınırları aşan grev ve eylemler gerçekleştirilmeye, yer yer kitle şiddeti de kullanılmaya başlandı. Ancak sol sendika ve partiler bu hareketin gerisinde kaldıkları gibi, giderek geriye çekmeye çalışıyorlar.

İki buçuk ayda 10 genel grev, 3.5 milyon kişinin katıldığı gösteriler, haftalar boyunca hemen her gün sokakları ateşe veren sokak eylemlerinin geldiği noktada, yasayı geri çektirememiş olması, tabanda da tartışmalara yol açıyor. 28 Şubatta gençler eylemlere yeni bir dinamizm getirdi, daha radikal bir kopuşa ve daha sert eylemlere geçmeliyiz diyen kesimlerle, yorgunluk belirtileri gösteren, uzlaşma çağrısına kulak verilsin diyen kesimler var. Kuşkusuz 10 genel grev, her sabah 5’te kalkıp saptanan blokaj noktasına gidip geceye kadar orda beklemek, her gösteri de gaz ve cop yemek, grev süreçlerinde ücret alamamak vd tüm bunların büyük bir yoruculuğu vardır ve bu eylemlere katılanların ortalama ve geri kesimlerinde, görüşmelere oturup yasada küçük de olsa rötuşa razı olma eğilimini doğurabilir. Ama talepleri, greve çıkan işçi kesimlerini, eylem yöntem ve araçlarını çeşitlendirerek bunun üstesinden gelmek mümkündü ve halen mümkün. Sendika yönetimleri, taban inisiyatifi, kitleselliği ve yaratıcılığı giderek artarken, 2.5 ay boyunca hep aynı şeyi aynı tarzda yaparak, bu yorgunluğun asıl sorumlularıdır. Zaten kapitalist devlet iktidarının “görüşme” yemi de tam da bunu gözetiyor, sendikalı öncü kesimlerini yoracak, militan ve radikalleşen kesimleri yalıtacak, sendika büroksilerinin de buna teşne olmasıyla, küçük burjuvaziden ve sosyal diyalogculardan başlayarak, yorgun kesimleri eylemlerden düşürecek, bir operasyon yürütülüyor. Bu durum taban komite ve koordinasyonlarını genişletmeyi ve eylemleri radikalleştirmeyi daha da yakıcılaştırıyor. Diğer taraftan bu durum ileriye doğru daha radikal kopuşları da doğurabilir. 23 Mart’ta bu eylem sürecinin ortasında yapılan CGT kongresinde, tabanın büyük çoğunluğunun sendika başkanı Martinez’in faaliyet raporuna karşı oy vermesi, bu iç gerilimin bir göstergesi.

Devlet şiddeti ve eylemlerde bir demiryolu işçinin gözlerini kaybetmesi bir gencin komaya girmesine karşın Inter-syndicale’in talepler, örgütlenme ve eylem yöntem ve araçlarında hiçbir yükseltime gitmediği gibi, bir yanda uzlaşma arayışı diğer yanda eylemleri yükseltme arayışı, iç tartışma ve gerilimi büyütüyor. Öncü işçi ve gençlik kesimi daha sert eylem biçimleri için giderek sesini yükseltiyor.

Fransa’da bu büyük sınıf muharebesi nasıl devam ederse veya sonuçlanırsa sonuçlansın, sertleşen sınıf mücadelelerine yeni ve büyük bir zenginliği şimdiden kattı. Bundan sonrası onun kaldığı yerden başlayacak...

Yeni bir dönem mi yeni bir çağa doğru mu?

Fransa’da kapitalizm karşıtlığının yaygınlaştığını ve derinleştiğini vurguladık, ancak bu kendi başına kapitalizmi aşan bir sosyalist devrimci ufuk anlamına gelmiyor. Gelişen anti-kapitalist bilinç, halen sorunları çözecek bir düzeltilmiş sistem arayışı ile sınırlı. Fransa’da geçmişin oldukça güçlü devrimci, sosyalist hareketleri çok önceden burjuva demokratizmi, parlamentarizm batağına batmış durumdalar. Fransa’da solun tüm renk ve tonları (geleneksel sol, yeni sol, anarşistler, troçkistler vd) bu ülkede sol ve az çok etkili olmanın temel şartı olarak işçi sınıfı içinde varolmaya çalışsalar ve işçi sınıfının büyüyen mücadele dalgaları içinden yer yer güç toplasalar da, ulusalcı/kamucu reformizm ile liberal halkçı reformizm parantezi içine hapsolmuş durumda. Melanchon’un söylemi reformist bir “6. Cumhuriyet”ten ibaretken, parlamenterizm ve sendikal bürokratizmi tanımadığını ileri süren devrimcilik iddialı daha küçük troçkist grupların (Permanente Revolution vb) ufku ise “devrimci durum” ya da “ön devrimci durum” gibi abartılı tespitlerine karşın, “geçiş talepleri programı ve kurucu meclis” adı altında “sol” sosyal demokrasiden ileri geçmiyor. Anarşistlerin ise sokak eylemlerindeki militanlıklarına karşılık, yıkıcılıkla birleştirebildikleri hiçbir kurucu ufku yok.

Bu koşullar altında, işçi sınıfı içindeki üye sayıları yüzde 2-3’ü zor bulan birkaç sol sendikanın ulaştığı güç ilk bakışta şaşırtıcı görünse de, bu da aslında bir yandan yılların muazzam bir mücadele birikimine sahip deneyimli ve ağırlıklı olarak kamu işçileri kuşağının artık sonuna kadar gitme isteminden, kapitalizmden bezmiş ve konum kaybı ve saldırılardan sıtkı sıyrılmış kitlelerden ve anne-babalarından daha beter ve geleceksiz bir dünyaya gözlerini yeni açmış genç kuşakların mücadeleye girmesinden kaynaklanıyor.

İşçi sınıfının ve genç kuşaklarının artan mücadele enerjisi, yaratıcılığı ve kararlığı ve bugün yeniden kendini göstermeye başlayan özorganlaşma dinamiği ile birlikte, anti-kapitalist bilincin gelişmesi ise, çok daha fazlasının zeminini sunabilir. Ancak kuşkusuz kendiliğinden değil; bu mücadelelerdeki gelişim, bu mücadelelerin ateşinden geçerek kendisini kanıtlaması gereken komünist devrimci program, siyaset, örgüt ve kadro ihtiyacını ortadan kaldırmıyor, tam tersine yakıcılaştırıyor.

Bu yazımızı, Fransa’da 2020 genel grevleri dalgasına dair bir analizimin final bölümüyle bitirebiliriz:

“Peki ne yapmalı? Bu sorunun sihirli hazır kalıp bir cevabı yoktur. Ancak bu soru cevapsız da değildir.

Öncelikle kazanmanın yolu, neyi kazanacağımızı ve neyden kurtulmamız gerektiği sorunlarının cevabında net olmaktan geçiyor. Bu iki sorunun cevabını işçi sınıfının dev çaplı ve bir üst düzeyden toplumsallaşarak değişen yapısı ve bunun doğurduğu daha yüksek toplumsal-bileşik mücadele olanak ve yetilerine; üretim ve emeğin dev çaplı ve bir üst düzeyden toplumsallaşmasının kapitalist üretim ve iktidar ilişkileriyle geldiği bağdaşmazlık düzeyinden bakarak aramaya başlayabiliriz.

İşçi sınıfının değişen ve genişleyerek çeşitlenen yapısı ve üretim araçları ve organizasyonunun farklılaşmasıyla; teknoloji ve bilişim-iletişim-ulaşımın kapitalizmin başdöndürücü bir hızla geliştirilmesiyle; işçiler üretim sürecinde parçalanmakla kalmıyor, kapitalizm aileleri çözüyor, öğrencileri güvencesizleştiriyor, köylüleri büyük tekellerin güvencesiz taşeron yarı-proleterlerine dönüştüyor, kavuşmanın ve özlemin sembolü tren garlarını AVM’lere dönüştürüyor. Kentleri kapitalizmin daha fazla kar ve satış hedefleri temelinde yeniden şekillendiriyor. Sahilleri ormanları sıcak bölgeleri ya da karlı dağları, her şeyi, aklımıza gelecebilecek her şeyi, kapitalist mali oligarşinin daha fazla kar ve zapturapt hedefleri temelinde yeniden yapılandırıyor.

Ve bunu yaparken doğada bulunan her şeyi tahrip ederek ilerliyor. Kara ve metaya dönüştürülemeyecek hiçbir şeye varlık ve yaşam hakkı tanımıyor. Bütün bu yıkıcı dönüşüm sürecinin yıkıcı sonuçlarının içinde kapitalizme karşı çok daha güçlü ve her zamankinden çok kolektivize olmaya yatkın bir sınıfı da kendi elleriyle kendisine karşı daha gelişkin bir temelden yeniden üretiyor.

Bu zeminde mali oligarşik kapitalizm ve tam kapitalistleşmiş devletlerine karşı doğayı, yaşamı, emeğimizi daha enternasyonal bir düzlemde ve yaşamı ve mücadeleyi iç içe geçirerek savunmalıyız.

Güvencesizliğe karşı mücadeleyi ücretli köleliğe karşı mücadeleyle bütünleştirmeliyiz. Kafa ve kol emeği, kadın ve erkek emeği, yerli ve göçmen emeği, genç ve yetişkin emeğinin mücadelelerini proleter devrimci demokrasiyle daha gelişkin biçimlerde bütünleştirmeliyiz.

Zamanda ve mekanda özgürlük mücadelelerini bütünleştirmeli, haftada 32 saatlik çalışma (58 yaşında emeklilik ve işçi kontrolü-bn) mücadelesiyle başlamalıyız. Kar için değil toplumsal ihtiyaçlar için ve üretenlerin kontrolünde olacak üretim ve teknoloji sloganlarını yükseltmeliyiz.

Her işçinin çalıştığı kentte barınma elektrik su ulaşım iletişim gibi temel toplumsal ihtiyaçları parasız karşılanmalı. Kamu ve emek fonlarının sermayeye akıtılması ve kesilen vergilerin çeşitli kılıflar altında sermayeye aktarılması yasaklanmalı. Kentlerin dizaynı ve şekillendirilmesi o kentte yaşayan ve çalışan işçiler tarafından belirlenmeli. Bir çok yeni taleple kapitalizmi yıkma stratejisinin içinde mutlaka yeni ve daha gelişkin bir üretim ve yaşam tarzının, yepyeni ve daha gelişkin bir (toplumsallaştırılmış-bn) yaşamın somut canlı ufku ve mücadelelerinin zemini Fransa’da ve dünyada her zamankinden daha güçlü. Bu grev ve direnişlerin bize asıl bu doğrultuda sunduğu yeni ipuçları ve tohumlar, umut en büyük kazanımızdır. Bu zeminden yürüyeceğiz.” (https://devrimciproletarya5.net/fransa-genel-grev-ve-direnisi-bir-ilk-degerlendirme/)

23-28 Mart 2023

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.