8 Temmuz 2013 Pazartesi

[Lelecan Lele Beni de Bindir!.. - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Habib Taşkın’ın Sosyalist Mezopotamya adlı aylık derginin internet sitesinde rastladığımız, cillop teorisini duyurmak istiyoruz. Bu çığır açan buluşun, öyle dipte köşede kalmasına gönlümüz elvermedi. Sizlere “Mülkiyet-Değer Teorisi”ni gururla takdim ediyoruz. Yazarın makalesinden alıntıları aşağıda bulacaksınız. Ey ahali, “duyduk duymadık demeyin, acı soğan yemeyin”… “Bah-çe-van geldi” (Zeki Müren). Görmeyen kalmasın, duyanlar duymayanlara anlatsın. Gösterimiz başlıııyooor!..

Önce paha biçilemez bir tanımla başlıyoruz:

“Zira ‘Değer’den kastedilen (tabii ki ekonomik anlamda) ekmek, elbise, ev, araba, arsa, tarla, sinema bileti, gazete, dergi, sağlık tedavisi, saç traşı gibi, yaşamımız için bir kullanma-tüketme/yararlanma gerekliliği olan nesnelere, insanlar-toplumlar arası ilişkilerde maddi bir karşılık isteme-verme, maddi bir değer biçme durumudur.”

Evet, “değer biçiyoruz.” Neye?.. Yaşamımız için bir “kullanma gerekliliği” olan nesnelere. A dostlar, her şeyin bir karşılığı var, değil mi?.. Biz de tüketme/yararlanma gerekliliği olan nesnelere aha da bir karşılık istiyoruz. “Sinema bileti”ne biçtiğimiz değer, o kâğıt parçasının fiyatı mesela. Sinemayı izlemeseniz de olur. Fakat Amerikan filmlerinde görmüştüm, adamların alış-veriş yaparken keyf’leri gıcırsa, bazen üstü kalsın filan diyiveriyorlar. Ama… Ama şunu çok iyi biliyoruz: Ufak atarsak, civcivler yer; yüksek değer biçersek zürafalar yetişemez. Nasıl mı?.. Bakın şöyle:

“Örneğin; banyo sabunu alır, 1 TL öderiz. 1 kg çay alır, 11 TL; 1 kg şeker alır, 3 TL; saç tıraşı olur, 5 TL öderiz. Bu örnekler somut olarak bizlere, mal ve hizmet kimliği kazanmış, ekonomik değişim ilişkilerinin konusu/malzemesi olmuş her şeyin ekonomik bir değerinin olduğunu ve bu değerin somutlaşmış, netleşmiş halinin de “fiyatı” olarak ifade edildiğini göstermektedir. Şu halde banyo sabununun ekonomik değeri 1, 1 kg çayın 11, 1 kg şekerin 3 ve saç tıraşının 5 TL’dir.”

Evet, evet “tamamen duygusal…” Mal ve hizmetlere, bir fiyat biçeriz ve bu da onun değeri olur. “Duygusal” dediysek, hiç de öyle subjektif ve psikolojik değil. Tabii ki, burada ekonomik değerden bahsediyoruz. Siz fiyat ile değeri birbirine karıştırdığımıza bakmayın, mesele tamamen ekonomik…

Hemi de, siz bakmayın şu adamların dediklerine. Men-Çe ve Lu-Çih gibi eski Çin’deki yazarlar, Eflatun ve Aristo, Albert le Grand, Thomas d’Aquin, Duns Scot gibi skolastikler, Abdul Rahman İbn-Haldun, Merkantilistler ve fizyokratlar, William Petty ve onun halefleri John Locke, Richard Cantillon, James Stuart ve daha birçokları, Boisguillebert, Adam Smith, David Ricardo ve Marx gibi çok sayıda insanın malların mübadele değeri nedir ve nasıl belirlenir sorusuna aradığı yanıtların hepsini, bi’kalemde geçiniz. Bırakın bunları, canııım!..

Abicim düşün bi’kere: “değer neye göre belirlenir?” İşte soru bu. Bak, böyle düşününce ne kadar kolay değil mi?..

“Görüldüğü gibi, ekonomik açıdan değerin neden ve nasıl ortaya çıktığı, ne olduğu, neye göre, nasıl belirlendiği sorusu basit, yalın bir sorudur (…) Ne var ki, bu küçük, bu basit ve yalın sorunun cevabı bugüne kadar, herkesi ikna edecek, herkesin üzerinde uzlaşmaya varabileceği bir şekilde verilmemiştir.”

Yaa, neden acep?.. Bu, sorarken hiç de emek harcamadığımız basit sorunun cevabını, yüzyıllar boyunca neden verememişler. Anlamıyom, yaa. Ama haksızlık bu!.. İnsanlığa yapılmış bir haksızlık. Suçun en büyüğü de şu Aristo’nun. Hele o Marx yok mu, o varya, o…

“Zira bugüne kadar ortaya konulmuş değer teorilerinin her biri, önemli olmalarına rağmen, kendi içlerinde ciddi kusurlar, tutarsızlıklar, zaaflar taşımakta, kendilerine yöneltilen soruların tamamını cevaplandırmayı başaramamaktadırlar.”

Yahu, hiç önemsiz olur mu?.. Bir bilsen, ben bir-ikisini okuduydum da, ne kafa patlatmıştım. Yalayıp yuttuydum da, üzerinize afiyet, bu arada yuttuklarımı hazmedemeyip “dızgırıriydim”… Ama cıs cıvlak yakalamıştım, hepsinin kusurlarını. Vurmuştum sufatlarına sufatlarına, zafiyetlerini. Her neyse, bakın bu meret, zıkkımın kökü teoriler şunlardır, efendime söyleyeyim:

Maliyet-Değer Teorisi, Emek-Değer Teorisi, Fayda-Değer Teorisi…

İmdi, “Emek-Değer Teorisi: Bu teorinin babası, İngiliz iktisatçı David Ricardo’dur (1772-1823). En ateşli savunucusu ise Marks (1818-1883) olmuştur. Marksist ekonomi politik bu teori üzerine kuruludur. Marks’ın ömrünün son 40 yılını bu teorinin doğruluğunu kanıtlamak için harcadığını söylemek pek de yanlış olmaz sanırım.

Bu değer teorisine göre, değer/değişim değeri, mal ve hizmetlerin emek ürünü olmalarından gelmekte ve içerdikleri emek miktarına göre belirlenmektedir.”

Olur mu? Hiç olur mu?.. Bırak ben ödeyeyim. Pardon, olur mu, hiç yanlış olur mu?.. 25 yaşından ölene kadar, dile kolay tam 40 yıl, didinip durmuş adamcağız. Essah ya, Marx 1843’te mi yazmıştı Ekonomi-Politik ve Felsefe üzerine elyazmalarını… Neyse ne önemi var, yuvarlak hesap 40 yıl eder. Siz iktisat okumalarına bu tarihlerde başlamış mı ona bakın.Üstüne üstük, 40 yıla yazık değil mi, yahu?.. Sırf bir teorinin doğruluğunu kanıtlamak için; vay be… Amma ve lakin, nafile!.. “Ateşli savunucu” Marx’ın ömrü yetmemiş, bu işe. Yaa, masal böyleymiş; cırttan, dev karısını işte böyle, kandırmııış…

“Ancak bu teori de, “Mademki değer, mal ve hizmetlerin içerdiği emek miktarına göre belirlenmektedir, öyleyse nasıl oluyor da emek ürünü olmayan, hiçbir emek içermeyen nesneler birer mal-hizmet kimliği kazanıp bir değere sahip olabilmektedir?” sorusuna cevap verememektedir.

Aslında teorideki bu büyük zaafı/açığı Marks da biliyordu. Zira “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” isimli eserinde, “... değişim-değeri bir metanın içerdiği emek zamanından başka bir şey değilse, emek içermeyen metalar nasıl olur da bir değişim değeri olabilir ya da bir başka deyişle, doğal güçlerin ortaya çıkardığı değişim-değeri nereden gelmektedir?” (Sol Yayınları, sf: 85) diye sormuş ve şöyle devam etmiştir: “Bu sorun çözümünü toprak rantı teorisinde bulmaktadır.”

Ama maalesef, Kapital’in 3. cildinde ele aldığı rant teorisinde de (Sol Yayınları, sf: 543-704) bu sorunun cevabını vermemiş, verememiştir. Değişim değeri mal ve hizmetlerin içerdiği emek zamanından/miktarından gelmediği için, doğru-haklı- yerinde olan sorusunun cevabını verebilmesi de mümkün değildi; ancak yine de, ölümünden sonra, Engels’in Kapital’in 2. ve 3. cildi olarak yayımladığı çalışmalarını, Marks’ın sağlığında “hazır değil” diyerek yayımlamaya yanaşmadığını belirtmek gerekir.”

Ah şu Engels yok mu? O varya, o… Verememiş diyorum, yahu vermemiş değil. Yiğidi öldür, ama hakkını yeme… Adamın sorusu hem doğru, hem haklı, hem de yerli yerinde. Hiç toprağın değeri olmasa da, fiyatı olur mu?.. Rant da neymiş yahu; “bana ne ben anlamam, bir acayip zor teori” diye çığırsam… Yanlış olmaz sanırım.

İşte dananım kuyruğunun koptuğu noktaya geldik. Tuttum mu koparırım… Bakın nasıl?..

“Bu teoriye, yani bana göre, değer/ekonomik değişim değeri, mülkiyetten, insanların yaşam gereklerini kişisel ya da toplumsal olarak birbirlerine karşı mülk edinmesinden doğar.”

“Doğal olarak, mülkiyeti, doğrudan mülk edinilmiş nesnelerin mülkiyeti/“kullanım-tüketim hakkı” elimizde bulunmayan nesneleri ihtiyaç duyduğumuzda kullanıp tüketebilmemiz için, mülk/“hak” sahibine bir ödemede bulunmaya mecbur, zorunlu kalmaktayız. İşte, adına ekonomik anlamda değer/değişim değeri dediğimiz şey de tam bu noktada ortaya çıkmakta ve mülkiyet/“kullanım-tüketim hakkı”nın maddi karşılığı olarak belirmektedir.”

“Değişim, iki kişi, iki toplum/ülke ya da iki kurum vb. arasındaki bir ilişki olduğuna göre, mal ve hizmetlerin “kullanım-tüketim/mülkiyet hakları”ndan vazgeçmenin ya da bu “hakları” ele geçirmenin değeri/fiyatı da iki kişi/iki toplum-ülke-kurum arasında yani piyasada/pazarda) anlaşma ile belirlenmektedir. Peki, neye göre? Hiç kimse kazançlı çıkamayacağı bir alım-satım/değiş-tokuş ilişkisine girmeyeceğine, yanaşmayacağına göre, elbette ki tarafların kazançlarına göre!

Hepsi bu!

Peki, bu mesele, değer konusu bu kadar basit mi? Evet.”

Dur yahu, sallama!.. Dur, yeter, birader. Benim 5 yaşındaki oğlum ve arkadaşının çekiştirdiği camışın kuyruğu değil, elim kopacak. Şu herif cin gibi, 3000 TL’ye aldığı camışı bana 5000 TL’ye satacak. Oh ne ala, işte budur serbest piyasa, dedim içimden. Fakat yenir mi?.. Camışın eti değil, adam tora düşürecek beni. Yer miyim, hiç. Git al oradan 3 kuruşa, gel sat burada 5 kuruşa. Yok öle, 3 kuruşa 5 köfte…

Peki herkes birbirine bu şekilde kazık atsa, o zaman ne olacak?.. Bugün kazık at, yarın kazık ye; olur mu canım, ne kadar ekmek, o kadar köfte… İşte ben bu şekilde düşünürken, böğrümde belirmesin mi, bir acı…

- Ula kim dürtiy?..
- Agam yemezler, ‘arbitraj karı’ diyorlar buna. Çok eskiden yabancı tüccarların yaptığı bi’şeymiş.
- Hay memocan memo, Allah gönderdi seni. Adam “basit, basit” diyip, kolumu kıracağıdi.
- Ne yapam, ben. Almıyim, dirim, anlamıyi. “Vermemiş Mabut, neylesin Mahmut…”
- “Agam, Bülent Ersoy’un bir şarkısının nakaratıymış. Onu de. Sankim Habib’e sesleniy...”

mal sahibi, mülk sahibi
hani nerede bunun ilk sahibi
vur patlasın, çal oynasın
ehlen ve sehlen
ya habibi

Ben Memo’yu dinlerken, Memo birden seğirtti. Hay vah hay… Tutammadı. Ahan da o saat, satmaya çalıştığı camış, boynuzlayyıp havaya kaldırmasın mı, Habib’i… Bir indirdi, bir kaldırdı. Bir indirdi, bir kaldırdı…

Balaca oğlum, oradan bağırdı: “Lelecan lele, beni de bindir!..”

Yazıda kullanılan kaynak: “Yeni Bir Değer Teorisi Üzerine Bir Deneme”, http://www.izmirizmir.net/bilesenler/forum/baslik.php?baslik_no=3157

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.