Konu: Habib Taşkın’ın Sosyalist
Mezopotamya adlı aylık derginin internet sitesinde rastladığımız, cillop teorisini
duyurmak istiyoruz. Bu çığır açan buluşun, öyle dipte köşede kalmasına gönlümüz
elvermedi. Sizlere “Mülkiyet-Değer Teorisi”ni gururla takdim ediyoruz. Yazarın
makalesinden alıntıları aşağıda bulacaksınız. Ey ahali, “duyduk duymadık
demeyin, acı soğan yemeyin”… “Bah-çe-van geldi” (Zeki Müren). Görmeyen
kalmasın, duyanlar duymayanlara anlatsın. Gösterimiz başlıııyooor!..
Önce
paha biçilemez bir tanımla başlıyoruz:
“Zira ‘Değer’den kastedilen (tabii ki
ekonomik anlamda) ekmek, elbise, ev, araba, arsa, tarla, sinema bileti, gazete,
dergi, sağlık tedavisi, saç traşı gibi, yaşamımız için bir
kullanma-tüketme/yararlanma gerekliliği olan nesnelere, insanlar-toplumlar
arası ilişkilerde maddi bir karşılık isteme-verme, maddi bir değer biçme
durumudur.”
Evet,
“değer biçiyoruz.” Neye?.. Yaşamımız için bir “kullanma gerekliliği” olan
nesnelere. A dostlar, her şeyin bir karşılığı var, değil mi?.. Biz de
tüketme/yararlanma gerekliliği olan nesnelere aha da bir karşılık istiyoruz. “Sinema
bileti”ne biçtiğimiz değer, o kâğıt parçasının fiyatı mesela. Sinemayı
izlemeseniz de olur. Fakat Amerikan filmlerinde görmüştüm, adamların alış-veriş
yaparken keyf’leri gıcırsa, bazen üstü kalsın filan diyiveriyorlar. Ama… Ama şunu
çok iyi biliyoruz: Ufak atarsak, civcivler yer; yüksek değer biçersek zürafalar
yetişemez. Nasıl mı?.. Bakın şöyle:
“Örneğin; banyo sabunu alır, 1 TL
öderiz. 1 kg çay alır, 11 TL; 1 kg şeker alır, 3 TL; saç tıraşı olur, 5 TL öderiz.
Bu örnekler somut olarak bizlere, mal ve hizmet kimliği kazanmış, ekonomik
değişim ilişkilerinin konusu/malzemesi olmuş her şeyin ekonomik bir değerinin
olduğunu ve bu değerin somutlaşmış, netleşmiş halinin de “fiyatı” olarak ifade
edildiğini göstermektedir. Şu halde banyo sabununun ekonomik değeri 1, 1 kg
çayın 11, 1 kg şekerin 3 ve saç tıraşının 5 TL’dir.”
Evet,
evet “tamamen duygusal…” Mal ve hizmetlere, bir fiyat biçeriz ve bu da onun
değeri olur. “Duygusal” dediysek, hiç de öyle subjektif ve psikolojik değil. Tabii
ki, burada ekonomik değerden bahsediyoruz. Siz fiyat ile değeri birbirine
karıştırdığımıza bakmayın, mesele tamamen ekonomik…
Hemi
de, siz bakmayın şu adamların dediklerine. Men-Çe ve Lu-Çih gibi eski Çin’deki
yazarlar, Eflatun ve Aristo, Albert le Grand, Thomas d’Aquin, Duns Scot gibi
skolastikler, Abdul Rahman İbn-Haldun, Merkantilistler ve fizyokratlar, William
Petty ve onun halefleri John Locke, Richard Cantillon, James Stuart ve daha
birçokları, Boisguillebert, Adam Smith, David Ricardo ve Marx gibi çok sayıda
insanın malların mübadele değeri nedir ve nasıl belirlenir sorusuna aradığı
yanıtların hepsini, bi’kalemde geçiniz. Bırakın bunları, canııım!..
Abicim
düşün bi’kere: “değer neye göre belirlenir?” İşte soru bu. Bak, böyle düşününce
ne kadar kolay değil mi?..
“Görüldüğü gibi, ekonomik açıdan değerin
neden ve nasıl ortaya çıktığı, ne olduğu, neye göre, nasıl belirlendiği sorusu
basit, yalın bir sorudur (…) Ne var ki, bu küçük, bu basit ve yalın sorunun
cevabı bugüne kadar, herkesi ikna edecek, herkesin üzerinde uzlaşmaya varabileceği
bir şekilde verilmemiştir.”
Yaa,
neden acep?.. Bu, sorarken hiç de emek harcamadığımız basit sorunun cevabını,
yüzyıllar boyunca neden verememişler. Anlamıyom, yaa. Ama haksızlık bu!..
İnsanlığa yapılmış bir haksızlık. Suçun en büyüğü de şu Aristo’nun. Hele o Marx
yok mu, o varya, o…
“Zira bugüne kadar ortaya konulmuş değer
teorilerinin her biri, önemli olmalarına rağmen, kendi içlerinde ciddi
kusurlar, tutarsızlıklar, zaaflar taşımakta, kendilerine yöneltilen soruların
tamamını cevaplandırmayı başaramamaktadırlar.”
Yahu,
hiç önemsiz olur mu?.. Bir bilsen, ben bir-ikisini okuduydum da, ne kafa
patlatmıştım. Yalayıp yuttuydum da, üzerinize afiyet, bu arada yuttuklarımı
hazmedemeyip “dızgırıriydim”… Ama cıs cıvlak yakalamıştım, hepsinin
kusurlarını. Vurmuştum sufatlarına sufatlarına, zafiyetlerini. Her neyse, bakın
bu meret, zıkkımın kökü teoriler şunlardır, efendime söyleyeyim:
Maliyet-Değer
Teorisi, Emek-Değer Teorisi, Fayda-Değer Teorisi…
İmdi,
“Emek-Değer Teorisi: Bu teorinin babası,
İngiliz iktisatçı David Ricardo’dur (1772-1823). En ateşli savunucusu ise Marks
(1818-1883) olmuştur. Marksist ekonomi politik bu teori üzerine kuruludur.
Marks’ın ömrünün son 40 yılını bu teorinin doğruluğunu kanıtlamak için
harcadığını söylemek pek de yanlış olmaz sanırım.
Bu değer teorisine göre, değer/değişim
değeri, mal ve hizmetlerin emek ürünü olmalarından gelmekte ve içerdikleri emek
miktarına göre belirlenmektedir.”
Olur
mu? Hiç olur mu?.. Bırak ben ödeyeyim. Pardon, olur mu, hiç yanlış olur mu?..
25 yaşından ölene kadar, dile kolay tam 40 yıl, didinip durmuş adamcağız. Essah
ya, Marx 1843’te mi yazmıştı Ekonomi-Politik ve Felsefe üzerine elyazmalarını…
Neyse ne önemi var, yuvarlak hesap 40 yıl eder. Siz iktisat okumalarına bu
tarihlerde başlamış mı ona bakın.Üstüne üstük, 40 yıla yazık değil mi, yahu?.. Sırf
bir teorinin doğruluğunu kanıtlamak için; vay be… Amma ve lakin, nafile!..
“Ateşli savunucu” Marx’ın ömrü yetmemiş, bu işe. Yaa, masal böyleymiş; cırttan,
dev karısını işte böyle, kandırmııış…
“Ancak bu teori de, “Mademki değer, mal
ve hizmetlerin içerdiği emek miktarına göre belirlenmektedir, öyleyse nasıl
oluyor da emek ürünü olmayan, hiçbir emek içermeyen nesneler birer mal-hizmet
kimliği kazanıp bir değere sahip olabilmektedir?” sorusuna cevap
verememektedir.
Aslında teorideki bu büyük zaafı/açığı
Marks da biliyordu. Zira “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” isimli
eserinde, “... değişim-değeri bir metanın içerdiği emek zamanından başka bir
şey değilse, emek içermeyen metalar nasıl olur da bir değişim değeri olabilir
ya da bir başka deyişle, doğal güçlerin ortaya çıkardığı değişim-değeri nereden
gelmektedir?” (Sol Yayınları, sf: 85) diye sormuş ve şöyle devam etmiştir: “Bu
sorun çözümünü toprak rantı teorisinde bulmaktadır.”
Ama maalesef, Kapital’in 3. cildinde ele
aldığı rant teorisinde de (Sol Yayınları, sf: 543-704) bu sorunun cevabını
vermemiş, verememiştir. Değişim değeri mal ve hizmetlerin içerdiği emek
zamanından/miktarından gelmediği için, doğru-haklı- yerinde olan sorusunun
cevabını verebilmesi de mümkün değildi; ancak yine de, ölümünden sonra,
Engels’in Kapital’in 2. ve 3. cildi olarak yayımladığı çalışmalarını, Marks’ın
sağlığında “hazır değil” diyerek yayımlamaya yanaşmadığını belirtmek gerekir.”
Ah şu
Engels yok mu? O varya, o… Verememiş diyorum, yahu vermemiş değil. Yiğidi
öldür, ama hakkını yeme… Adamın sorusu hem doğru, hem haklı, hem de yerli
yerinde. Hiç toprağın değeri olmasa da, fiyatı olur mu?.. Rant da neymiş yahu;
“bana ne ben anlamam, bir acayip zor teori” diye çığırsam… Yanlış olmaz
sanırım.
İşte
dananım kuyruğunun koptuğu noktaya geldik. Tuttum mu koparırım… Bakın nasıl?..
“Bu teoriye, yani bana göre,
değer/ekonomik değişim değeri, mülkiyetten, insanların yaşam gereklerini
kişisel ya da toplumsal olarak birbirlerine karşı mülk edinmesinden doğar.”
“Doğal olarak, mülkiyeti, doğrudan mülk
edinilmiş nesnelerin mülkiyeti/“kullanım-tüketim hakkı” elimizde bulunmayan
nesneleri ihtiyaç duyduğumuzda kullanıp tüketebilmemiz için, mülk/“hak”
sahibine bir ödemede bulunmaya mecbur, zorunlu kalmaktayız. İşte, adına
ekonomik anlamda değer/değişim değeri dediğimiz şey de tam bu noktada ortaya
çıkmakta ve mülkiyet/“kullanım-tüketim hakkı”nın maddi karşılığı olarak
belirmektedir.”
“Değişim, iki kişi, iki toplum/ülke ya
da iki kurum vb. arasındaki bir ilişki olduğuna göre, mal ve hizmetlerin
“kullanım-tüketim/mülkiyet hakları”ndan vazgeçmenin ya da bu “hakları” ele
geçirmenin değeri/fiyatı da iki kişi/iki toplum-ülke-kurum arasında yani
piyasada/pazarda) anlaşma ile belirlenmektedir. Peki, neye göre? Hiç kimse
kazançlı çıkamayacağı bir alım-satım/değiş-tokuş ilişkisine girmeyeceğine,
yanaşmayacağına göre, elbette ki tarafların kazançlarına göre!
Hepsi bu!
Peki, bu mesele, değer konusu bu kadar
basit mi? Evet.”
Dur
yahu, sallama!.. Dur, yeter, birader. Benim 5 yaşındaki oğlum ve arkadaşının
çekiştirdiği camışın kuyruğu değil, elim kopacak. Şu herif cin gibi, 3000 TL’ye
aldığı camışı bana 5000 TL’ye satacak. Oh ne ala, işte budur serbest piyasa,
dedim içimden. Fakat yenir mi?.. Camışın eti değil, adam tora düşürecek beni.
Yer miyim, hiç. Git al oradan 3 kuruşa, gel sat burada 5 kuruşa. Yok öle, 3
kuruşa 5 köfte…
Peki
herkes birbirine bu şekilde kazık atsa, o zaman ne olacak?.. Bugün kazık at,
yarın kazık ye; olur mu canım, ne kadar ekmek, o kadar köfte… İşte ben bu
şekilde düşünürken, böğrümde belirmesin mi, bir acı…
- Ula
kim dürtiy?..
- Agam
yemezler, ‘arbitraj karı’ diyorlar buna. Çok eskiden yabancı tüccarların
yaptığı bi’şeymiş.
- Hay
memocan memo, Allah gönderdi seni. Adam “basit, basit” diyip, kolumu
kıracağıdi.
- Ne
yapam, ben. Almıyim, dirim, anlamıyi. “Vermemiş Mabut, neylesin Mahmut…”
-
“Agam, Bülent Ersoy’un bir şarkısının nakaratıymış. Onu de. Sankim Habib’e
sesleniy...”
mal sahibi, mülk sahibi
hani nerede bunun ilk sahibi
vur patlasın, çal oynasın
ehlen ve sehlen
ya habibi
Ben Memo’yu dinlerken, Memo birden seğirtti. Hay vah hay…
Tutammadı. Ahan da o saat, satmaya çalıştığı camış, boynuzlayyıp havaya kaldırmasın
mı, Habib’i… Bir indirdi, bir kaldırdı. Bir indirdi, bir kaldırdı…
Balaca oğlum, oradan bağırdı: “Lelecan lele, beni de bindir!..”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.