14 Temmuz 2013 Pazar

Karl Marx (1818-1883) - Sean Sayers

Çeviren: Kerem Cantekin – Mahmut Boyuneğmez


Marx 1818 yılında Prusya’nın Ren eyaletindeki Trier’de dünyaya geldi. Anne ve babası Yahudi’ydi. Liberal görüşlere sahip başarılı bir avukat olan babası, mesleği Yahudilik karşıtı yasalar nedeniyle tehlikeye girince, vaftiz
olarak Hıristiyan oldu. Marx, Bonn ve Berlin Üniversitelerinde felsefe, tarih ve hukuk okudu, doktorasını Jena Üniversitesi’nde yaptı. Radikal fikirleri yüzünden akademik kariyer hedeflerini gerçekleştiremeyen Marx, gazeteciliğe yöneldi. Rheinische Zeitung’un (Ren Gazetesi) editörlüğünü yaptı. Prusya devletinin uyguladığı sansür nedeniyle çalışmalarını sürdüremeyince 1843’te Paris’e taşındı. Paris yılları Friedrich Engels ile hayat boyu sürecek dostluk ve iş birliğinin başlangıcı oldu. Bu şehirde Arnold Ruge ile başka bir radikal gazete çıkarmaya başladı. Ancak bu gazete de uzun süre varlığını sürdüremedi. 1845 yılında Marx, Fransa’dan sürülerek Brüksel’e yerleşti. 1847 yılında Marx ve Engels’in katkıları ile Komünistler Birliği (Comunist Legue) kuruldu. (1847 sonu-1848 başında) Marx ve Engels bu birlik adına Komünist Manifesto’yu yazdılar. 1848 yılı, Avrupa’da büyük devrimci hareketlerin oluştuğu bir yıldı. Avrupa bu devrim sürecini yaşarken Marx, Köln şehrine gelerek burada yeniden radikal bir gazetenin editörlüğūnü yaptı. 1848 devrimi başarısız olunca gazete kapatıldı, Marx Almanya’dan sınır dışı edildi ve Londra’ya yerleşti. Hayatının geri kalanı boyunca Londra’da yaşadı.

Londra’da ailesi yoksulluk sınırında yaşadı. Gelir kaynakları, Marx’ın ara sıra gazetelere yazdığı yazılar için ödenen paralar ve Engels’in verdiği finansal destekti. Bu yıllarda Engels ailesinin Manchester’daki pamuk firmasına ortak olmuştu. British Museum Kütüphanesi’ndeki kaynakları da kullanarak, kapitalizmin sistematik bir teorisini oluşturmaya kendini adayan Marx’ın çabasının ürünü Kapital adlı temel eserinde somutlandı. Kapital’in ilk cildi 1867’de yayınlandı. Geri kalan iki cilt Marx’ın ölümünden sonra Engels’in onun notlarını derlemesi sayesinde yayınlandı. Dördüncü cildi oluşturacak olan elyazması notlar, Karl Kautsky tarafından derlenerek, Artı-Değer Teorileri adıyla yayınlandı (1905-1910). Marx hayatının son yıllarını çoğunlukla teorik araştırmaya ayırmış olsa da, aynı zamanda öldüğü 1883 yılına kadar Birinci Enternasyonal’in (Uluslararası İşçiler Birliği’nin) sekreterliğini yaptı.
 
Marx fikir hayatının ilk yıllarında, 1832 yılında Hegel’in ölümünden sonra beliren radikal ‘genç Hegelci’ okulun bir üyesiydi. Feuerbach’tan etkilenerek yazdığı ilk yazıları, Hegel’in politik felsefesinin, sol-Hegelci, radikal hümanist bir bakış açısı ile eleştirisidir. Ancak Marx kısa sürede, devletin biçimlerinin ve hukuki ilişkilerin temellerinin maddi ve ekonomik koşullarda olduğunu kavradı. Manchester’da yaşadığı deneyimlerin sonucunda Engels de aynı sonuca varmıştı (İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu-The Condition of the Working Class in England (1844)). Marx ve Engels birlikte yazdıkları çalışmalarda Feuerbach, Stirner, Ruge, Bruno Bauer gibi dönemin genç Hegelcilerini hedef aldılar ve onların idealizmini eleştirdiler (Kutsal Aile-1844, Alman İdeolojisi-1845). Böylece Marx’ın ifadesiyle ileriki yıllarda çalışmalarına rehberlik edecek, materyalist tarih teorisinin temelleri atılmış oldu.

Bazı yazarlar, örneğin Althusser, Marx’ın 1845’e kadarki “felsefi” çalışmalarıyla sonraki çalışmaları arasında keskin bir ayrım olduğunu savunur.  Her ne kadar Marx’ın düşüncesi iktisat üzerine artan yoğunlaşmasıyla değişir ve gelişirse de, çoğu yorumcu, onun görüşlerinde köklü bir kırılmanın/süreksizliğin olmadığında hemfikirdir.
 
Materyalist tarih teorisi, insanların beslenme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip canlılar olduğu önermesiyle başlar. Fiziksel ihtiyaçlar ve bunları karşılamak için yapılan ekonomik eylemler, yani insan yaşamının maddi yanı, temel ve önceliklidir. Bu gerçek o kadar tartışmasızdır ki, bu gerçeğin çok da önemli olmadığı düşünülebilir, ama aslında öyle değildir. Marx öncesi tarih ve toplumsal felsefe, devletin ve yöneticilerin yaptıklarına odaklanmıştı ve toplumların yaşadığı ekonomik gelişimle hemen hemen hiç ilgilenmiyorlardı.  Marx’a göre her toplum, belli toplumsal ‘üretim ilişkileri’ (mülkiyet ilişkileri, toplumsal işbölümü) ile ilişkilenen belirli ‘üretim güçleri’ne (üretim aletleri, makineler, emek gücü) sahiptir. Bunlar birlikte toplumların maddi ‘temel’ini oluştururlar ki bu temelin üzerinde, toplumların siyasi ve hukuki kurumları ile ideolojik formasyonlarının (din, felsefe ve sanat) oluşturduğu ‘üst-yapı’ yükselir. “İnsanların var oluşunu belirleyen bilinçleri değildir. Aksine, insanların toplumsal var oluşu, onların bilincini belirler.” (1859, 389)
 
Her tarihsel dönemde üretim ilişkileri, ekonomik gelişimin toplumsal dayanağını sağlar. Gelişen üretim güçleri, mevcut üretim ilişkileriyle giderek artan uyuşmazlığı doğurur. Bu çatışmalar sınıf mücadeleleri şeklinde yansır. “Üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişiminin kazandığı formlar olmaktan çıkarak, onların ayak bağı/kısıtlayıcıları olmaya başlar. Bu da bir toplumsal devrim dönemini başlatır” ki burada toplumsal ilişkiler ve “tüm devasa üst-yapı” dönüşür. (1859, 389-90) Marx, tarihi, her birinde farklı üretim ilişkilerinin var olduğu çağlara ayırır: antik dünyanın köleci toplumu, feodalizm ve kapitalizm.

Ekonomik gelişim sadece yeni ürün fazlalığını değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin yeni biçimlerini, yeni toplumsal grupları ve sınıfları yaratır. “El değirmeni feodal lordların olduğu topluma, buhar makineleri sanayici kapitalistlerin olduğu topluma tekabül eder.” (1847a, 202) Proletarya (işçi sınıfı) da kapitalizmin ürünüdür. Marx ve Engels proletaryanın gelişimini Komünist Manifesto’nun ilk bölümünde oldukça etkileyici bir şekilde anlatır. Sanayileşme sürecinin işçileri nasıl fabrikalarda ve şehirlerde topladığını, böylece işçilerin dağınık, bilinçsiz bir topluluktan (kendinde sınıftan), burjuvaziyle mücadelesi içerisinde örgütlü ve bilinçli bir siyasi güce (kendisi için sınıfa) nasıl dönüştüğünü gösterirler. Öyle ki bu siyasi güç sonunda kapitalizmin “mezar kazıcısı” olacak ve yeni bir üretim sistemini, sosyalizmi kurmaya başlayacaktır.

Her ne kadar kapitalist toplum bu görünümde olsa da, Marx’a göre toplum sadece birbirinden ayrı ve birbiriyle rekabet içinde olan bireylerin toplamı değildir. Tarih boyunca tüm toplumlar birbirleri ile çekişen sınıflara bölünmüştür. Bu sınıfları yapısal ve ekonomik olarak tanımlayan, onların üretim araçlarıyla ilişkisidir. Burjuvalar, üretim araçlarının sahipleri, proletarya ise bu araçlara sahip olmayan sınıftır. Marx kapitalist toplumun giderek daha fazla burjuvalar ve işçiler şeklinde kutuplaşan iki büyük karşıt kampa bölündüğüne inanıyordu. Tarihsel gelişim, en azından gelişmiş ülkeler söz konusu olduğunda, bu sonuca ulaşmadı (yazar, proletaryanın sadece sanayi işçilerini kapsadığını düşünüyor olmalı - çn) fakat uluslar arası ölçekte böyle bir kutuplaşma kanıtlanabilir biçimde oluşmuştur. Sanayileşmiş toplumlarda toplumsal sınıfların karakteri, Marx’ın Komünist Manifesto’yu yazdığı 19.yy.’nın ortasından bugüne değin dikkat çekecek ölçüde değişti ve bu nedenle sınıfların bugün Marksist terimlerle anlaşılabilir olup olmadığı konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Ancak toplumu sınıflarla kavramak, modern toplumsal düşüncenin vazgeçilmez bir parçasıdır.

Marx, bütün tarihsel toplumların antagonist sınıflara bölündüğüne inanır. Devlet, ‘halk’ın çıkarlarını ya da yaygın ‘genel irade’yi (Rousseau) temsil etmez. Hobbes ve Locke gibi liberal filozofların sahip olduğuna inandıkları şekilde sınıf çıkarlarının oluşturduğu karşıtlığın üstünde ya da ötesinde bulunan bir güç değildir. Marx’a göre devlet özünde, sınıf egemenliğinin araçlarından birisidir. Kapitalist toplumda devlet bir burjuva devletidir: “tüm burjuvaların ortak işlerini yöneten bir komite”den (1848, 223) başka bir şey değildir. Kapitalist devletin adalet, demokrasi ve hukuki standartları, burjuva standartlardır. Bu durum, kapitalist toplumda, işçi sınıfınınkiler de dâhil farklı sınıfların çıkarlarının, farklı partiler tarafından temsil edildiği demokrasi biçimlerinin olduğunu yadsımaz. Ancak liberal demokratik politik kurumlar, kapitalist sistemin sınırları içerisinde iş görür. Bu sınırlara radikal meydan okumalar olduğunda, liberal demokrasi askıya alınır.

Marx, kapitalizmin kaçınılmaz olarak artan sınıfsal kutuplaşmaya ve sınıf çatışmasına yol açacağına inanır. Kapitalizmin içsel gelişim süreçleriyle sonunda kendi çözülüşünü hazırlaması; kapitalizmin, bir devrimle yenilgisi ve yerini sosyalist bir toplumun yaratılmasına bırakması kesindir. Siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından alınması, ilk başta, işçi sınıfının yönetici sınıf haline geldiği sosyalist bir devletin kurulmasına yol açacaktır ki bu devlet, işçi sınıfının çıkarları çerçevesinde çalışır. Bu şekilde ‘proletarya diktatörlüğü’, ‘burjuvazinin diktatörlüğü’nün yerine geçecektir. Bu nitelemeler, bu devletlerin diktatöryal bir politik biçime sahip olduğu anlamına gelmez. Bu devletlerin, belli bir sınıfın çıkarları çerçevesinde yönettikleri anlamına gelir.
 
Yine de ‘proletarya diktatörlüğü’, kapitalizm sonrası gelişimin sadece ilk fazıdır. Onun ana amacı, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek ve böylece sınıf farklarının ekonomik ve sosyal temelinin ortadan kalkmasıdır. Ayrıca, Marx’a göre, sosyalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini engelleyen eski zincirleri kıracak ve büyük bir ekonomik gelişime yol açacaktır. Sınıf ayrımlarının maddi temeli çözündüğünde, sınıf farkları tedricen kaybolacak ve bununla birlikte devlete, sınıf egemenliğinin bir enstrümanı ve zor kullanan bir güç olarak ihtiyaç kalmayacaktır.  Engels’in belirttiği gibi, komünizmin daha ileri aşamasında, devletin ‘sönümlenmesi’ (‘wither away’) gerçekleşecek ve “insanların yönetilmesinin yerini işlerin idare edilmesi” alacaktır (1884). Marx, komünist toplum vizyonunu şöyle tasvir eder:

“Komünist toplumun daha yüksek bir fazında, bireyin işbölümüne kölece boyun eğişi ve bununla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki antitez ortadan kaldırıldıktan sonra; emeğin sadece bir geçim aracı değil, hayatın başlıca ihtiyacı haline gelmeye başlamasından sonra; üretici güçlerin bireyin çok yönlü gelişimiyle birlikte artmasından ve işbirliğinden kaynaklanan zenginlik pınarlarının daha bol akmasından sonra, ancak o zaman burjuva hakkın dar ufku bütünüyle aşılabilir ve toplum bayrağının üzerine şunu yazar: Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!” ( 1875, 569)

Marx tarihsel gelişimin objektif ve ‘bilimsel’ kavranışı adına, ütopik ve etik sosyalist fikirleri reddeder. Max’ın sosyalizm düşüncesi, etik değerlerin ifadelendirilmesi, uygulanmak zorunda olunan bir ideal değildir; kapitalist gelişimin taşıdığı eğilimin gerçek bir öngörüsüdür. “Komünizm bizim için kanıtlanacak bir durum, gerçekliğin kendini zorunlulukla uyarlayacağı bir ideal değildir. Biz komünizmi bugünkü durumu ortadan kaldıracak gerçek hareket olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları şu anda var olan öncüllerden kaynaklanır” (1845,171). Yine de Marx’ın düşüncesinin ütopik ve vizyoner bir boyutu vardır. Bu boyut Marksizm oluştuğundan beri sosyalistlere ilham vermiş ve modern dünyanın en kuvvetli moral ideallerinden birisi ola gelmiştir.
   
Komünist Manifesto kalın harflerle yazılmış olan şu kelimelerle başlar, “Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - komünizm hayaleti.” Bu kelimeler, yazıldıkları zamanda, baskın konumdaki bir tarihi durumun tasvirinden çok bir umudu ifade ediyordu. Manifesto, Komünistler Birliği adına yazılmıştı ve bu birlik, geniş organizasyonu ve takipçileri olmayan, sadece aktivistlerden oluşan küçük bir gruptu. Manifesto’nun yayınlanmasından kısa bir süre sonra, onun ifade ettiği devrimci umutlar hüsrana uğradı. 1848 devrimleri başarısız oldu. Komünistler Birliği, diğer devrimci gruplarla birlikte ezildi; üyeleri izlendi ve onlara eziyet edildi. ‘Komünizm hayaleti’ her bakımdan ortadan kayboldu ve Manifesto’nun vizyonu yanlışlandı.

Ancak, zamanla devrimci sosyalist hareket organize oldu ve yeniden belirdi. 1864'de Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal) kuruldu. Marx bu birliğin sekreteri ve önde gelen düşünürüydü. 1883'de Marx öldüğünde, sosyalist gruplar yeniden canlanmıştı ve Marx'ın fikirleri tüm Avrupa'da etkiliydi. Hayalet geri dönmüştü. 

20.yy boyunca tarihin kendisi, Marx'ın düşüncesinin ana çizgilerinin dikkat çekici doğrulamasını sağlamış görünür. Kapitalizmin sadece belli bir döneme ait ve sınırları olan bir tarihsel aşama olduğu ve aşılacağı tahmini, dünyanın büyük bir bölümünü kapitalizmin pençesinden kurtaran bir dizi devrimle doğrulanmış görünmektedir. Komünizm artık sadece Avrupa'da değil, tüm dünyada dolaşan bir hayalet olarak görünmektedir.
  
Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’daki rejimlerin 1989’da çökmesiyle, bu tabloda ciddi şüpheler oluştu. Bazıları Marksizm’in artık öldüğünü ve kapitalizm sonrasının tarih öngörüsünün bir yanılsama olduğunu söylediler. Kapitalizm ve liberal demokrasi, toplumsal gelişimin mümkün olan en üst aşaması ve ‘tarihin sonu’ydu. Kapitalist dünyanın devam eden sorunları, krizleri, çatışmaları ve çelişkileri göz önünde bulundurulduğunda, bu fikir ne makuldür ne de savunulabilir bir fikirdir. Marksizm’in yaşanan tarihi deneyimlerin ışığında yeniden üretilmeye ihtiyacı olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak Marksizm hala kapitalist dünyayı anlamak ve açıklamak için en kapsamlı ve en güçlü teori olmaya devam etmektedir ve insan yaşamının daha iyi bir biçiminin mümkün olduğuna inananların umut ve ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.
 
(Marx'ın eserlerine yukarıda verilen referanslar için bkz; Karl Marx, Selected Writings, ed. D.McLellan, Oxford: Oxford University Press, 1977)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.