Mahmut
Boyuneğmez
Harari, Homo Deus adlı
kitabında geleceğe ilişkin spekülasyonlarda bulunuyor. Bugünün insan toplumunun
sahip olduğu ilişki ve etkileşimleri, iktisadi-siyasal pratikleri ve süreçleri
dikkate almadan, sadece teknolojik ilerlemelere bakarak, geleceğin insan
toplumuna dair bir resim çiziyor. Bunun dışındaki görüşlerini ise, Sapiens
adlı kitabından sonra bu kitapta bir kez daha tekrarlıyor.
Gelin kitaptaki argümanlara yakından
bakalım.
Harari şöyle yazıyor:
“Kıtlık, salgın ve savaşları
engellemenin yollarını gayet iyi biliyoruz ve çoğu zaman da bunda başarıya
ulaşıyoruz.” (s. 14)
Harari, günümüzde
milyonların kıtlıktan, salgınlardan ve savaşlardan öldüğünü biliyorum diyor,
fakat bunların insanlığın kontrol edemeyeceği, engellenmesi mümkün olmayan
trajediler olmaktan çıktığını yazıyor:
“Kıtlık, salgın ve savaşlar
muhtemelen gelecek yıllarda da milyonların canına mal olmaya devam edecek. Ama
tüm bunlar, aciz insanlığın kontrolünün dışında, engellenemez trajediler
olmaktan çıkıp artık aşılabilir engeller haline geldi.” (s. 30-1)
Aslında potansiyel olarak evet!.. Kıtlık da, salgınlar da, savaşlar da potansiyel olarak önlenebilir durumda.
Buna ket vuransa emperyalist dünya sistemi ve kapitalist toplumsal ilişkiler…
Gelin önce dünyada
insanların beslenme durumuna bakalım. 2022 yılı Dünya Gıda Güvenliği ve
Beslenme Durumu (SOFI) adındaki rapordan bazı sayısal verileri aktaralım:
- 2021'de 828 milyon insan
açtı. Bu düzey, bir önceki yıla göre 46 milyon ve 2019'dan 150 milyon daha
fazla.
- Açlıktan etkilenen
insanların oranı 2020'de sıçradı ve 2021'de dünya nüfusunun % 9,8'ine ulaştı. Bu
oran, 2019'da % 8 ve 2020'de % 9,3 düzeyindeydi.
- Dünyada yaklaşık 2,3
milyar insan (% 29,3) 2021'de orta[1]
veya ciddi[2]
düzeyde gıda güvensizliği yaşıyordu – COVID-19 pandemisinin patlak vermesinden
öncesine kıyasla 350 milyon daha fazla. Yaklaşık 924 milyon insan (küresel
nüfusun %11,7'si), iki yılda 207 milyon artışla ciddi düzeylerde gıda
güvensizliği ile karşı karşıya kaldı.
- COVID-19 pandemisinin
ekonomik etkilerinden ve pandemiyi kontrol altına almak için alınan önlemlerden
kaynaklanan tüketici gıda fiyatlarındaki enflasyonun etkisiyle, 2019'a göre 112
milyon artışla 2020'de yaklaşık 3,1 milyar insan sağlıklı beslenemedi.
- Beş yaşın altındaki
tahmini 45 milyon çocuk, ölüm riskini 12 kata kadar artıran ve en ölümcül
yetersiz beslenme biçimi olan aşırı zayıflıktan muzdaripti. Ayrıca, beş yaşın
altındaki 149 milyon çocuk, diyetlerindeki temel besin maddelerinin kronik eksikliği
nedeniyle büyüme ve gelişmede yetersiz kalırken, 39 milyonu fazla kiloluydu.
- İleriye dönük olarak,
tahminler yaklaşık 670 milyon insanın (dünya nüfusunun %8'i) 2030'da – küresel
bir ekonomik toparlanma dikkate alınsa bile – hala açlıkla karşı karşıya
kalacağı yönünde.[3]
Kıtalara göre 2018 yılında kişi başına tüketilen ortalama yiyecek miktarları ise şöyle:
- Avrupa – 780,6 kg (günde 2,13 kg)
- Kuzey Amerika (ABD ve Kanada) – 861,8 kg (günde 2,36 kg)
- Asya – 679,7 kg (günde 1,86 kg)
- Güney Amerika – 668,3 kg (günde 1,83 kg)
- Afrika – 540,8 kg (günde 1,48 kg)
- Okyanusya – 769,1 kg (günde 2,11 kg)[4]
Asya, Güney Amerika ve
Afrika’nın kaynakları yağmalanan, işgüçleri aşırı sömürülen ülkelerinin
aralarındaki farkları ve ayrıca ülkeler içerisindeki sınıfsal farkları biryana
bıraksak bile, bu kıtalardaki ortalama yiyecek tüketimi, gelişkin kapitalist-emperyalist
devletlerin bulunduğu Kuzey Amerika, Avrupa ve Okyanusya’daki tüketimin
gerisinde kalıyor.
Bu sayısal verilerden, dünyada açlığın (kronik yetersiz beslenmenin), sağlıklı beslenememenin, önlenmesi mümkün olduğu halde kontrol altına alınamadığı görülüyor. Dünyada üretilen besinlerin yetmemesi yüzünden yaşanan bir kıtlıktan bahsetmek olanaklı görünmüyor. Fakat kıtalar, bölgeler, ülkeler ve ülkeler içerisindeki bölgeler ile sınıfsal ve etnik olarak bölünmüş insanlar arasında, beslenmenin durumu eşitsiz dağılıyor. Kapitalist-emperyalist dünya toplumundaki sömürü ilişkileri, egemenlik-bağımlılık mekanizmaları ve bazı ülkelerdeki hammadde ile kaynakların talanı, bunu sağlayan temel neden durumunda. Ve dünyada beslenmeyle ilgili sorunların çözülmesi, kapitalist toplumsal ilişkilerin ve emperyalist dünya düzeninin devrilmesine bağlı bulunuyor.
Oysa Harari, “eğer Suriye, Sudan ya da Somali’de insanlar açlıktan ölüyorsa, bu bazı siyasetçiler böyle istediği için oluyor.” (s. 16) şeklinde yazıyor. Bazı bireyleri suçlu addederek, nesnel bir gerçekliğin oluşma nedenlerinin ve oluşum mekanizmalarının üzerini örtüyor.
Salgınlara değinelim… Mikroorganizmaların
hastalık yapma ve yayılma yollarını biliyoruz. Salgınları aşılar ve ilaçlarla nihayetinde
kontrol altına alabiliyoruz. Koruyucu diğer sağlık önlemleri de bu konuda önem
taşıyor.
Örneğin COVİD-19 pandemisini
düşünelim… Aşı üreten şirketler, patentler alarak, aşı üretme bilgisini ve
teknolojisini tekellerinde tutarak, muazzam miktarlarda karlar elde ettiler. Oysa
bu bilgiyi ve teknolojiyi, diğer ülkelerle paylaşabilirlerdi. Afrika, Asya ve
Güney Amerika’daki birçok ülkede büyük kitleler, aşıya yıllarca
ulaşamadığından, sağlık alt yapılarındaki yetersizlikler ve sistemlerinin kamu
yararına çalışır durumda olmaması nedeniyle, hastalıktan daha çok etkilendi ve
ölüm oranları yüksek oldu. Aşılamanın olmaması, aşıdan daha çok varlıklı
azınlıkların yararlanması yüzünden mutasyonların birçoğu bu ülkelerde
gerçekleşti ve mutasyona uğramış virüsler, dünyanın geriye kalanına tekrar
tekrar yayıldı. Bu sırada gelişmiş kapitalist ülkeler, aşı üreten şirketlere
ihtiyaçlarının birkaç misli miktarda aşı siparişi vermiş ve teminini sağlamıştı
bile… Şimdi bir de dünyada komünist toplumun kurulu olduğunu düşünelim. Bu
durumda aşı birçok merkezde üretilene kadar salgın dünya çapında etkili olmadan
önce önlenememişse, toplum sağlığı önlemleri alınır, örneğin tüm dünyada iki
hafta boyunca tam kapanma uygulanır, sonrasında belirti gösterenlere ve
çevresindekilere tarama testleri yapılır, lokal karantinalar uygulanırdı. Aşı
birçok merkezde üretilir üretilmez, tüm dünyaya eşit şekilde dağıtımı sağlanır
ve uygun görülen herkese yapılırdı. Komünist dünya toplumunda, bu pandeminin
kontrol altına alınması, günümüzdekinden çok daha erken sağlanırdı ve çok daha
az sayıda insanın ölümü gerçekleşirdi.
Peki COVİD-19 pandemisini
kontrol altına almak kaç yıl sürdü?.. Kapitalist-emperyalist sistemin hakim
olduğu bir dünyada, bu enfeksiyon salgını uzun süreler boyunca kontrolümüz
altında olamadı. Çünkü insan toplumu, kendi iç işleyişine ve ilişkilerine
ortaklaşa ve bilimsel/rasyonel kurallarla hükmetmiyor şu anda.
Bakın Harari HIV’in yol
açtığı AIDS hakkında ne düşünüyor:
“Benzer şekilde doktorların
AIDS’in işleyiş mekanizmasını anlamasının üzerinden yıllar geçmişken bile Sahra
altı Afrika’da milyonlarca insanın hala bu hastalıktan ölmesi, haklı olarak
kötü talihten çok insanların aptallığına ve umarsızlığına yorulur.” (s. 25-6)
Milyonlarca insanın AİDS’ten
ölmesini Harari, bu insanların “aptallığına ve umarsızlığına” bağlıyor. Oysa
mevcut toplumsal değerler ve kültürler içerisinde bu bölgede yaşayan insanların
seks davranışları ve enfeksiyondan koruyucu önlemlerin devletler tarafından
insanlara sağlanmayışı temel nedenler arasında bulunuyor. Bu nedenlerin ortadan
kaldırılması için uygulanacak sağlık ve eğitim politikalarını düşünmek içinse
uzman olmaya gerek yok.
Dünyada önlenebilir ya da
tedavi edilebilir olduğu halde enfeksiyonlardan ölen ya da bu enfeksiyonların
kalıcı izlerini taşıyan erişkin ve çocukların ağırlıkla, az gelişmiş ve bağımlı
kılınan ülkelerde veya sosyoekonomik açıdan alt sınıfa mensup emekçilerde ve
yoksullar arasında bulunduğunu da hatırlamak gerekiyor.
Kapitalist üretim
ilişkilerinin egemen olması sonrası geldiğimiz noktada, dünya nüfusunun
beslenme olanakları ve salgın hastalıklarla baş etme konusunda, eski çağlara
göre daha ileri bir düzeyde bulunduğu yadsınamaz. Fakat açlığın ve salgınların
insanlığa bugünkü eşitsiz dağılımının nedenlerini ve mahvedici sonuçlarını
ortadan kaldırmak, bu sorunlar üzerinde insanlığın tam bir kontrolünü sağlamak
için yeni toplumsal ilişkiler barındıran yeni bir dünya düzeninin kurulması gerekiyor.
Komünist dünya ve toplum düzeni…
Savaşlar hakkındaysa Harari
şunları yazıyor:
“Orman Kanunu tamamen ortadan kalkmış olmasa
da 20. yüzyılın ikinci yarısında nihayet geçerliliğini yitirdi. Birçok bölgede
savaşlar hiç olmadığı kadar seyrekleşti.” ( 26)
“Bilgi en önemli iktisadi
kaynak haline geldikçe savaşların karlılığı da azaldı ve savaşlar, hala eski
usul hammadde ekonomileriyle yürüyen Ortadoğu ve Orta Afrika gibi belirli
bölgelerle sınırlanmaya başladı.” (s. 27)
“Tarih boyunca kral ve
imparatorlar yeni bir silah edindiklerinde, er ya da geç şeytana uyar ve o
silahı kullanırlardı. Ne var ki 1945’ten bu yana, insanlık bu dürtüye karşı
gelmeyi öğrendi (…) hem Ormanın hem de Çehov’un Kanununu (silahlanma varsa,
bunların kullanıldığı savaşlar da olacaktır şeklinde özetlenebilecek
düşünce-MB) çiğnemekte ustalaştık. Bir gün bu kanunlar yeniden hüküm sürerse bu
kaderimizde yazdığı için değil kendi hatalarımız yüzünden olacak (…) Merkezi
hükümetler ve güçlü devletler kendilerini kontrol edebilmeyi öğrenmiş gibi
görün(üyor).” (s. 29)
“Radikal İslamcıların Saddam
Hüseyin’i alt etmesi mümkün değildi. 11 Eylül saldırılarıyla kışkırttıkları
ABD, onların yerine Ortadoğu dükkânını yerle bir etti. Şimdi de enkazın içinden
yeşeriyorlar. Bizi ortaçağ günlerine sürükleyip Orman Kanununu geri getirmek
isteyen teröristler aslında bunu gerçekleştiremeyecek kadar zayıflar. Bizi
kışkırtsalar da nihayetinde her şey bizim tepkilerimizde bitiyor. Orman Kanunu
yeniden yürürlüğe girerse bunun suçlusu teröristler olmayacak.” (s. 30)
Savaşların oluşmasının nedeni olarak “Orman
Kanunu”, “şeytana uyma”, “dürtü”, “hatalarımız”, “bizi kışkırtmaları ve
tepkilerimiz” gösteriliyor. Savaşların 20. yüzyılın yarısından günümüze dek
“hiç olmadığı kadar seyrekleşmesini” ise, “Orman Kanunu’nu ve Çehov Kanunu’nu
çiğnemeye”, “savaşların karlılığının azalmasına”, “merkezi hükümetlerin ve
güçlü devletlerin kendilerini kontrol edebilmeyi öğrenmesine” bağlıyor. Bir
tarihçinin savaşların iktisadi, siyasal ve toplumsal koşullayıcılarını ve
nedenlerini hiç bilmemesi mümkün olmadığından, Harari’nin bu cümlelerinin,
okuru yanlış yönlendirme/maniple etme işlevine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Üstelik 11 Eylül saldırıları
ABD tarafından Afganistan ve Irak’ın işgali için bir fırsat olarak
kullanılmıştır. Saddam Hüseyin’in temsil ettiği iktidarın Irak’ta yıkılması,
petrol tröstlerinin ve emperyalist devletlerin, bu ülkenin petrol ve doğal gaz
kaynaklarına doğrudan ulaşma amacıyla savaş açmalarıyla gerçekleşmiştir. Ayrıca,
emperyalist devletlerdeki halkların tutumlarını, her ne kadar burjuva
politikacılar tarafından büyük oranda ve etkili bir şekilde yönlendirilseler
de, bu ülkelerin devletlerinin politikalarından ayırt etmek gerekir.
Peki dünyada son 70 yılda
savaşlar Harari’nin yazdığı gibi seyrekleşti ve Ortadoğu ile Orta Afrika’ya mı
sıkıştı?..
Dünyada halen devam eden silahlı çatışma bölgelerini gösteren harita şöyle:[5]
“1950-1953 Kore Savaşı, 1961
Küba, 1961-1973 Vietnam Savaşı, 1965 Dominik Cumhuriyeti, 1982 Lübnan, 1983
Grenada, 1989 Panama, 1991 Körfez Savaşı (Kuveyt ve Irak), 1993 Somali, 1994
Haiti, 1994-1995 Bosna, 1999 Kosova, 2001-2021 Afganistan, 2003-2010 Irak Savaşı,
2011 Libya, 2012-2019 IŞİD ile Savaş, 2017-Günümüz Suriye”[6]
Dünyada barışın da teminatı,
yaşanmış deneyimlerle emekçi halkların çıkarlarının ortak oluğunu kanıtlayan ve
insanların kardeşliği fikrini gerçekleştiren sosyalist bir dünya toplumunun var
olması… Dünya’da barış olanaklı, fakat mevcut toplumsal ilişkiler bu olanağın
önünde bir engel olarak yükseliyor.
Harari, “eşi benzeri
görülmemiş refah ve sağlık seviyeleriyle uyum içinde yaşamayı garantilediğimize
göre (…)” (s. 32) diyor. Oysa Dünya’daki emekçiler, yoksullar, bazı
etnitesitelerden oluşan “büyük insanlık” için böylesi bir “garantileme”
bulunmuyor. Geleceğe bakarken de kapitalist toplumsal ilişkileri yok sayıp,
soyut bir “insan türü” ve “aklından”, “arzularından”, “kanaat etmesinden”,
“yetinmesinden” ve “haline şükretmesinden” bahsediyor:
“Kıtlığı, salgınları ve
savaşları engellediğimiz için birazcık tatmin olup halimize şükrederek ekolojik
dengeyi korumaya da çalışacak mıyız? Şüphesiz en mantıklı ihtimal bu olsa da,
insan türü büyük ihtimalle bu yolu izlemeyecek. İnsanlar nadiren ellerindekiyle
yetinmeyi biliyor. İnsan aklı hemen hemen her zaman kanaat etmek yerine daha
fazlasını arzuluyor. İnsanlar hep daha iyinin, daha fazlanın ve daha
lezzetlinin peşindeler.” (s. 32)
Oysa insanları içinde bulundukları
toplumsal çevre ve taşıdığı ilişkiler koşulluyor. Ekolojik dengeyi korumaya
dönük gelişmiş kapitalist ülkelerdeki politikacılar sınırlı da olsa adımlar
atabiliyor, çünkü artık fosil yakıtlar yerine yeni enerji kaynaklarının
kullanıma sokulması düşünülüyor. Buna karşın çevreyle uyumlu bir
endüstrileşmeyi planlamak ve yaşama geçirmek yönünde atılacak adımlar
konusunda, temel ilkeleri ve işleyiş tarzı dikkate alındığında sosyalist bir
dünya sisteminin kat be kat üstün olduğu görülüyor.
Ölümsüzlük,
Mutluluk ve Tanrısallık Üzerine Spekülatif Fanteziler
Harari insanlığın yeni
hedefinin ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık olacağını belirtiyor (s. 32-80).
Aslında kitabında yaptığı işin özeti, son teknolojik gelişmelere bakarak
spekülasyonlar yapmak, geleceğe ilişkin fanteziler kurmak.
Hakikaten gelecekte
insanların yaşam süresini ve bununla birlikte genç kalma süresini uzatmak
mümkün olabilir. Günümüzde zaten ilaçlarla biyokimyamıza da gerektiği
durumlarda müdahale ediyoruz. Peki bunu mutluluk elde etmek için kullansak
olmaz mı?.. Mutluluk, birçok faktörün insanlar üzerindeki bileşik etkisiyle
ortaya çıkan bir sonuçtur ve yeniden üretilmesinin ve sürdürülebilmesinin
koşulları var olduğu sürece gerçekleşir. Örneğin insanların refah içinde
yaşaması, mutluluğun gerekli bir koşuludur denebilir. Fakat yaratıcılık,
konfor, tatmin, kendini geliştirme ve gerçekleştirme, öğrenme ve öğretme gibi
birçok etkenle ilişkilidir, mutluluk. Depresyondaki bir insanın duygu durumunu
düzeltmek için ilaçlar verilerek, biyokimyasının değiştirilmesinin yadırganacak
bir yanı bulunmuyor. Fakat mutlu olacakları olanaklar ve koşullar sağlanıp, insanların
mutlulukları için çalışılacağına, hiçbir neden yokken, durup dururken insanların
biyokimyalarıyla oynamak sağlıklı görünmüyor.
Öte yandan Harari, tanrısallık
hedefine şu şekilde ilerlenebilir diyor:
“İnsanları tanrı mertebesine
yükseltmek muhtemel üç şekilde ilerleyebilir: Biyoloji mühendisliği, siborg
mühendisliği ve organik olmayan varlıkların mühendisliği.” (s. 55)
Bütün bu alanlarda yaşanacak
bilimsel-teknolojik gelişmeler biz ve gelecek nesillerce görülecek,
kullanılacak. Bunlar üzerine spekülasyon yapmanın ne gibi bir yararı vardır,
sormak gerekiyor…
Harari’nin
fantezi/spekülasyonlarına örnekler verelim:
“Siborg bir doktor
Stockholm’deki evini hiç terk etmeden Tokyo’da, Chicago’da ya da Nars’ta bir
uzay istasyonunda acil bir ameliyata girebilir. Bir çift biyonik göz ve elin
yanında hızlı bir internet bağlantısı yeterli olacaktır. Tekrar düşününce,
neden bir çift göz ya da el isteyelim ki? Neden dört tane olmasın? Hatta bunlar
fuzuli bile olabilir. Siborg bir doktor zihniyle araçları yönetebilecekken
neden elleriyle neşter tutmaya ihtiyaç duysun?” (s. 56)
“(…) Kaptan Kirk yerine Mr.
Data tarafından yönetilen galaktik bir imparatorluğun tohumları atılıyor
olabilir.” (s. 57)
“(…) teknoloji insan
zihninin yeniden yapılandırılmasını sağladığında Homo sapiens türü ortadan kalkacak, insan tarihi nihayet sona
erecek ve bizim gibi insanların kavrayamayacağı yepyeni bir süreç başlayacak.”
(s. 58)
“Böylesi algoritmalar insan
kapasitesini geride bırakmayı başarırsa gezegenin çoğunu satın almış algoritmik
bir üst sınıf ortaya çıkabilir.” (s. 337)
“21. yüzyılda biz de yeni ve
devasa bir işsiz sınıfının doğuşuna tanık olabiliriz (…) Bu ‘işe yaramaz sınıf’
işsiz olmakla kalmayacak, istihdam edilemez de olacak.” (s. 339)
“Bazı insanlar vazgeçilmez
olmaya ve sırları çözülemez kalmaya devam edecek ve bu insanlar sürümleri
yükseltilmiş dar bir süper insan eliti oluşturacak (…) Çoğu insanın sürümü
yükseltilemediğinden çoğunluk bilgisayar algoritmaları ve süper insanlar
tarafından yönetilecek ve giderek daha alt bir sınıfa mensup olacaklar.” (s.
360)
“Tekno-hümanizme göre,
genlerimizde değişiklik yaparak ve beynimizdeki bağlantıları yeniden
yapılandırarak ikinci bir bilişsel devrimi ateşlemek mümkün olabilir.” (s. 366)
“(…) dataizm (…) bir din
olma yolunda ilerliyor. Bu dinin en yüce değeriyse ‘bilgi akışı’ (…) İnsanlar
zamanla gezegenimizin sınırlarını aşıp galaksiye hatta tüm evrene yayılacak
‘Nesnelerin İnterneti’ni yaratma amacıyla kullanılan araçlardan ibarettir.” (s.
397)
“(…) Dataizm insanları
dışlayarak insan merkezci yaklaşımı veri merkezci bir görüşe dönüştürecek gibi
duruyor. Dataist devrim (…) önümüzdeki yetmiş seksen yıl içinde
gerçekleşebilir.” (s. 407)
Evet, kitabın pazarlamaya
çalıştığı spekülatif fanteziler bunlara benzer şeylerden oluşuyor. Harari bu
gelecek fantezileri üzerine spekülasyonlar yapıyor. Kitabının ulaştığı son
durağı bunlar oluşturuyor.
“Benim öngörüm, insanlığın
21. yüzyılda neye ulaşmayı deneyeceğine
odaklanıyor, neyi başaracağına değil.
Gelecekte ekonomi, toplum ve siyasetin ölümü yenme çabasıyla şekilleneceğini
iddia etmem, 2100 yılında insanların ölümsüz olacağı anlamına gelmez.” (s. 68)
Peki hakikaten gelecekte
ekonomi, siyaset ve toplum, “ölümü yenme çabasıyla” şekillenebilir mi?.. Ya da
bahsettiği diğer teknolojik gelişmelerle?.. Fantastik bir sinema filmi
izlemiyorsak ya da bir bilgisayar oyunu oynamıyorsak, ekonominin, siyasetin ve
toplumun bilimsel işleyiş mekanizmalarının olduğunu, teknolojinin bir üretici
güç olarak toplumsal ilişkilere katıldığını ve etkileşimler içerisinde
bulunduğunu, fakat geleceğin toplumsal tarihini tek başına şekillendiremeyeceğini
görmek gerekiyor.
Biyolojik
Evrim mi, Tarihsel-Kültürel Evrim mi?
“Sapiens’in son durak
olduğunu düşünmemiz için ortada hiçbir sebep yok. Genlerimiz, hormonlarımız ve
sinir hücrelerimizdeki görece küçük değişiklikler, taştan kesici aletler yapmanın
ötesine geçemeyen Homo erectus’u uzay
gemisi ve bilgisayarlar üreten Homo
sapiens’e dönüştürmeye yetti de arttı bile. DNA’mız, hormon sistemimiz ve
beyin yapımızdaki birkaç minik değişiklikle neler ortaya çıkabileceğini kim
bilebilir?” (s. 55)
Harari bir tarihçi, fakat
tarih bilincinden yoksun görünüyor. Homininlerin evrimi, biyolojik bir evrimleşmeydi.
Bu evrimleşme süreçlerinde doğal seçilim, mutasyonlar, kaynaklar için rekabet
gibi biyolojik ve çevresel faktörlerin yanı sıra emek etkinliğinin yönlendirici
bir faktör olduğunu unutmamak gerekiyor. İnsanların uzay gemileri ve
bilgisayarlar üretmesiyse, toplumsal-kültürel evriminin sonuçları. Ve buna
tarih diyoruz… Homo sapiens türü için bazı özelliklerimiz evrimleşmeye devam ediyorsa
da, yeni bir türü oluşturmamız imkânsız.[7]
Gelecekte gen teknolojisi ve biyomühendisliğin neler getireceği konusunda,
spekülasyon yapmanınsa bir faydası bulunmuyor…
‘Bilgi
Çelişkisi’
Harari, “tarihsel bilginin
çelişkisi” adını verdiği bir çelişkiden bahsediyor:
“Davranışı değiştirmeyen
bilgi işe yaramaz, ama davranışı çok hızlı değiştiren bilgi de hızla bağlamını yitirir.
Daha çok veriye sahip oldukça tarihi daha iyi anlarız ama tarih rotasını hızla
değiştirir ve bilgilerimiz de hızla miadını doldurur (…) Yeni bilgiler daha
hızlı ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlere neden oluyor; biz ne olduğunu
anlama çabasıyla bilgi birikimini çoğaltıyoruz ve bu da daha büyük
dalgalanmalara yol açıyor.” (s. 70)
Oysa bilgilerin üretimi her
zaman pratikleri izler. Bilgiler, ekonomiyi, siyaseti “çok hızlı” değiştiremez.
Toplumsal değişimler, pratiklerle olur. Üretilen bilgiler toplumsal değişim
süreçlerine katılır. Tarihsel akışı oluşturan, pratikler ve mücadelelerdir.
İlerlemeler, kazanımlar, sınıflar arası dinamik denge durumları, böylece
oluşur. Bireylerin davranışlarını bile büyük oranda bilgiler değil, toplumsal
çevreleriyle etkileşimleri değiştirebilir. Toplumlar ise, bireyler gibi
düşünülüp davranış değiştiriyor olarak kavranırsa, bu bilimsel bir tavır olmuyor.
Örnek olarak Marx’ın
düşüncelerini veriyor Harari ve “bilginin çelişkisi” sayesinde Marx’ın
öngörülerinin boşa çıktığını söylüyor (s. 70):
“Marx kapitalistlerin de
okumayı bildiğini unuttu (…) kapitalistler alarma geçti. Onlar da Das Kapital’i inceleyerek Marksist
analizlerin çıkarımlarını benimsemeye başladı (…) Hastalığın seyrine dair
Marx’ın öngörülerine şiddetle karşı çıkan iflah olmaz kapitalistler bile onun
yaklaşımlarından faydalandı. 1960’larda CIA, Vietnam ve Şili’deki toplumsal
yapıyı incelerken Marksist sınıf teorisinden faydalandı.” (s. 69)
Kapitalist üretim tarzının belirli
bir iç işleyişi ve düzenlenişi olduğundan, kapitalistler Kapital’i okuyup ezberleseler de, minyatürünü basıp boyunlarına
assalar da, değişen bir şeycikler olmaz. İşçi sınıfının kazanımları ve iktidar
mücadelesi pratikte gerçekleşir; buna karşıt yönde şekillenen bir mücadeleyi
sermaye sınıfı veya örneğin CIA pratikte yürütmektedir. Yani “Marksist
yaklaşımları kullanıp, davranışlarını şekillendirerek” (s. 70) değil,
kapitalistler işçilerin mücadeleleri üzerine tavizler vermek zorunda kalmış,
Avrupa’da kapitalist devletler, Sovyetler Birliği’nin insanlığa sunduğu
kazanımların cazibesine karşı koymak adına sosyal devlet politikaları uygulamıştır.
Buna biz, sınıflar arası mücadele diyoruz ve tarihsel ilerlemede üretici
güçlerdeki gelişimle birlikte temel belirleyici bu oluyor.
Bu noktada tarihsel ilerlemeden
bahsetmişken, Harari’nin bir tarihçi olarak öne sürdüğü tuhaf bir iddiaya
değinmek istiyoruz:
“Sadece bir dizi tesadüfî
olay bugünün haksız dünyasını ortaya çıkarmıştır. Akıllıca davranırsak dünyayı
değiştirebilir, çok daha iyi bir dünya kurabiliriz.” (s. 72)
“Akıllıca davranmakla”
sağlıklı bir politik hatta örgütlenmeyi kastetmiyor. Onun önerdiği bireysel bir
tavır… Bu “kahrolası”, “haksız” ve “batsın” dünya ise, “sadece bir dizi tesadüfî
olay”ın sonucuymuş. Tarih de bir bilim dalıydı, değil mi?..
Homo
Sapiens Flora ve Faunayı, Homininleri Yok Etti Mi?
Harari’nin iddasına göre
“atalarımız” şunu yaptı:
“Avustralya’daki büyük
hayvanların yüzde 90’ının, Amerika’daki büyük memelilerin yüzde 75’inin,
gezegendeki büyük kara memelilerinin neredeyse yarısının ve tüm diğer insan
türlerinin soyunu tükettiler.” (s. 86)
Oysa bu bilgiler kesinleşmiş
bilgiler değil… Örneğin “over-kill” (aşırı öldürme) hipotezi adı verilen ve
1967 yılında öne sürülen hipotez, ilk insanların dünyaya yayılırken bir yandan
da gittikleri bölgelerde dev hayvanların soylarını kuruttukları yönündedir.
Fakat bu hipotez tümüyle kanıtlanmış ya da çürütülmüş değil.[8]
Pleistosen yok olmalarına ilişkin üç ana hipotez bulunuyor:
i. İklim değişikliğine bağlı
olarak buzullar veya buzul tabakalarının ilerlemesi ve geri çekilmesiyle
hayvanların ölümü.
ii. Hayvanların insanlar
tarafından yok edilmesi: tarih öncesi avcılık hipotezi (Martin, 1967)
iii. İklim değişiklikleri ve
orman yangınlarının sonrasında yünlü mamutların neslinin tükenmesi.
Harari’nin yazdıklarına
karşıt olan bazı bulgu ve bilgilerse şöyle:
Birincisi;
Avustralya’nın kuzeyinde, insanların buraya en az 65.000 yıl önce geldiğine
işaret eden bir takım aletler bulunmuş durumda. Araştırmacı Ben Marwick şunları
söylüyor:
“Daha önce insanların buraya
gelip dev hayvanları avladıkları veya alışkanlıklarını bozarak yok oluşa
ittikleri düşünülüyordu, ancak yeni tarihler, bu megafaunanın yok olmasının ana
nedeninin insanlar olamayacağını gösteriyor. Megafaunayı insanların yok ettiği
ve doğal ortamda hâkimiyet kurduğu fikri değişiyor. İnsanın evrimiyle ilgili tamamen
farklı bir görüş olarak, içinde yaşayan canlılarla ve doğal ortamla bir arada
yaşayan insanlar fikri öne çıkıyor.”[9]
İkincisi; Massachusetts
Amherst Üniversitesi’nden doktora sonrası araştırmacı John Rowan, Afrika’da dev
otçulların soyunun tükenmesinin sebebinin homininler olmadığını belirtiyor:
“Pliyo-Pleistosen dönemi
mega-otçul sayısındaki düşüşte anahtar nokta otlak
alanların geçtiğimiz beş milyon yıllık dönemde atmosferik CO2’nin
global azalışıyla tetiklenen bir biçimde yaygınlık kazanması” diyor ve
ekliyor, “düşük CO2 seviyeli atmosfer otlak alanların
yayılışını tropikal alanlara göre kolaylaştırıyor, böylece savanalar zamanla
daha az ağaç daha çok açıklık içeriyor. Günümüzde çoğu nesli tükenmiş
mega-otçulun bu ağaçlık bitki örtüsü ile beslendiğini biliyoruz. Burada çıkan
sonuç, hayvanların yiyecek kaynakları ile birlikte yok olduğu.”[10]
Üçüncüsü; Kuzey
Amerika’daki büyük memelilerin soylarının tükenmesiyle ilk insanların buraya
gelişi arasında bir örtüşme bulunmuyor. Son 60.000 yıl boyunca son buzul
döneminde büyük memelilerin 33 türü Kuzey Amerika’da tükeniyor. Bunlardan 15
türün yok oluşu günümüzden önce 10.000 – 11.500 gibi kısa bir zaman aralığında
Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor.[11]
Öte yandan, Science dergisinde yayınlanan bir çalışmaya göre, New Mexico'daki
White Sands Ulusal Parkı'nda bulanan 21 bin ila 23 bin yıl önceye ait ayak
izleri, Kuzey Amerika'da yerleşimin son buzul çağının bitiminden çok önce devam
ettiğini gösteriyor. Bugüne kadar en yaygın kabul gören tez 13 bin 500 yıl önce
Amerika kıtasına ilk ayak basan insan topluluklarının Clovis kültürüne bağlı
gruplar olduğu yönündeydi.[12]
Dördüncüsü;
Homininlerin (insansıların) soyunun tükenmesinin nedenleri tam olarak
bilinmiyor. Doğal seçilim, iklimsel değişimler, demografik özellikler,
kaynaklar için rekabet gibi faktörler, tükenmelerinde rol almış olabilir.
Toplum
ve Organizasyon Mu? ‘Kalabalık Gruplarla Esnek İşbirliği’ Mi?
“İnsan bir şempanzeden ya da
kurttan bireysel olarak çok daha zeki olduğu ya da daha becerikli parmakları
var diye değil, Homo sapiens
kalabalık gruplarla bile esnek işbirliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya
hükmediyor. Zekâ ve alet yapma becerisi de çok önemli elbette. Ancak insanlar
kalabalık gruplar halinde esnek işbirlikleri geliştiremeselerdi, yaratıcı
beynimiz ve marifetli ellerimiz uranyum atomları yerine hala çakmaktaşı
parçalıyor olurdu.” (s. 141)
Harari’nin burada göremediği
ve göstermediği olgu nedir?.. Toplum oluşturan tek canlı türünün insanlar
olduğu. Doğal süreçler üzerinde
kontrolün sağlanması, tarih boyunca toplumsal ilişkilerin ve üretici güçlerin
gelişimiyle mümkün oldu. Toplumsallaşmaya geçişteyse temel belirleyici emek
etkinliğiydi.
“(…) karıncalarla arılar (…)
onların işbirliği esneklikten yoksun (…) Arılar (…) sosyal yapılarını bir
gecede değiştirmez (…) Fil ve şempanze gibi sosyal memeliler, arılardan çok
daha esnek işbirliği yapabilir (…) Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens sayısız
yabancıyla esnek ilişkiler kurabiliyor (…) bu yeteneğimiz dünyadaki
hükümranlığımızı açıklamaya yetiyor.” (s. 141-2)
Oysa arıların ve
karıncaların, toplumu değil, toplulukları, organizasyonları var. Bu
organizasyonların koşullayıcılarıysa genetik-biyolojik… Bazı memelilerinse,
takımları/sürüleri var, toplumları değil. İşbirliği adında bir bireysel yetenek
kurguluyor ve toplumların kuruluşu ve gelişimini, bu bireysel yeteneğe
bağlıyor. İşbirliği yeteneği olan sapienslerin bir araya gelerek, toplumu
oluşturdukları fikri aslında, klasik liberalizmin birey-toplum anlayışıdır.
Harari, liberal bir yaklaşımı, farklı kelimelerle süsleyip, yeniden servis
ediyor.
Bakın Harari örgütlenmeleri,
inançları/ideolojileri ve devleti yok sayıp, kendi kurgusunu nasıl okura
sunuyor:
“Tarih boyunca disiplinli
ordular nizamsız kalabalıkları kolaylıkla ezmiş, müttefikler dağınık kitleleri
kontrol altına almıştır. 1914’te Rus asilzadeleri, devlet görevlileri ve
işadamlarından oluşan 3 milyonluk nüfus, 180 milyon işçiye ve köylüye hükmetti.
Rus elitleri çıkarlarını korumak adına nasıl beraber hareket etmeleri
gerektiğini çok iyi bilirken, 180 milyonluk halk kitlesi etkili işbirliği kurma
kabiliyetinden yoksundu. Öyle ki elitler çoğu zaman tüm emeklerini,
hükmettikleri 180 milyonun işbirliği yapabilmesini engellemek için harcıyordu
(…) 1917’de 3 milyonluk Rus orta ve üst sınıfına karşılık Komünist Parti’nin yalnızca
23 bin üyesi vardı. Ancak komünistler iyi organize olarak dev Rus
İmparatorluğu’nu ele geçirmeyi başardılar (…) Seksen yıl boyunca etkin
organizasyon yöntemleri sayesinde iktidarlarını korumayı başaran komünistler,
bir noktadan sonra etkili organize olamadıkları için koltuklarını kaybettiler.”
(s. 142-3)
Sovyetler Birliği ve Doğu
Avrupa’daki sosyalist sistemlerin çözülüşünün, toplumsal nedenleri var. Buna
birazdan değineceğiz, fakat yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin çözülüşü, “etkili
organize olamama”yla “koltuk kaybetme” şeklinde gerçekleşmiyor. Harari,
“işbirliği” yerine “organize olma” dediğinde daha sağlıklı bir kavramı
kullanıyor olsa da, perspektifi bireysel bir yetenek olarak gördüğü işbirliği
etrafında şekilleniyor. Oysa halk kitlelerinin örgütsüzlüğü ya da organizasyon
eksikliği, devletin baskıcı uygulamaları, egemen ideolojinin işçi ve köylü
milyonlar üzerindeki hegemonyası, Çarlık Rusya’sının toplumsal ilişkilerinin
sürdürülmesinde etkiliyken, 1. Dünya Savaşı koşullarının katalizör etkisiyle bu
hegemonya hızla dağıldığında ve kitleler Sovyetler adıyla öz örgütlenmelere
gittiğinde, öncülük işlevine haiz Bolşevik örgütlenmenin yol göstericiliğinde,
iktidar işçi ve köylü sınıflara geçiyor. Yine örneğin, Büyük İskender
komutasındaki 40 bin savaşçıdan oluşan Makedon ordusunun, Darius komutasındaki
200-250 bin savaşçıdan oluşan Pers ordusunu yenmesinde, Makedonların
oluşturduğu organizasyon birimlerinin ve örgütlenme yapısının (özellikle “phalanx”ların)
rolü belirleyicidir.
Durum buyken Harari “ordu”,
“sendika”, “spor klüpleri” gibi örgütlenmeleri dahi “işbirliği ağları” olarak
görüyor (s. 145). “Zaferler(in) büyük çaplı işbirlikleri sayesinde
gerçekleştiği”ni belirtirken, tarihteki ilerlemeleri, keşifleri ve icatları
buna bağlıyor (s. 148). “Yalnızca insanlar bu kadar büyük ve karmaşık sosyal
sistemler kur(ar)” (s. 148) diye yazarken, toplum için daha doğru bir
adlandırma yapıyor: “Sosyal sistemler.” Fakat belirttiğimiz gibi, Harari
“işbirliği”ni bireysel bir yetenek sayıp, insanların bir araya gelmesiyle
oluşan bir liberal toplum kavrayışına sahip. Böylelikle okuru yönlendirmiş
oluyor.
‘Hayali
Düzenler’ ve ‘Özneler Arası Gerçeklik’
Önce ne yazıyor buna
bakalım:
“Bu tehdit ve vaatler
(muhaliflerin cezalandırılacağı tehdidi ve öteki dünyada ödüller vaadi-MB)
istikrarlı hiyerarşiler ya da kitleler arası işbirliği ağları yaratabiliyor (…)
İnsanların geniş çaplı tüm işbirlikleri aslında hayali düzenlere inanmamız
nedeniyle kurulabilmiştir.” (s. 152)
“(Nesnel ve öznel
gerçeklikler yanı sıra-MB) üçüncü bir gerçeklik var: Özneler arası düzey.
Özneler arası oluşumlar bireysel inanç ve duygulardan ziyade birden fazla insan
arasındaki iletişime dayanır. Tarihte pek çok şey özneler arasıdır. Örneğin
paranın nesnel bir değeri yoktur. Kâğıt bir parayı yiyemez, içemez ya da
giyemezsiniz ama insanlar değerine inandığı sürece parayla yemek, içecek ve
kıyafet satın alabilirsiniz.” (s. 154)
“İnsanlar inanmayı bıraktığı
anda buharlaşacak tek şey para değildir. Aynı şey yasalar, tanrılar, hatta koca
koca imparatorluklar için de geçerlidir. Dünyayı şekillendirenler bir
bakmışsınız bir anda yok olmuşlar (…)” (s. 154)
“(Rusya, Ukrayna ve Beyaz
Rusya yetkililerinin SSCB’nin varlığına son verdiklerini açıkladıkları
Belavezha Mutabakatı’nın imzalanmasını kastediyor-MB) Kalem kâğıda dokunur ve
abrakadabra! Sovyetler yok olur.” (s. 155)
Ne güzel değil
mi?..İllüzyonistimiz “abrakadabra” yapıyor. Oysa Harari, bir tarihçi! SSCB’nin
çözülüşüne giden tarihsel süreçte, halkların sosyalist sistemin kazanımlarının
bilincine varamaması, sistemin sürekliliğini garantileyecek örgütsel ve
ideolojik donanımlara sahip olmamaları, devlet örgütlenmesine ve bürokrasiye
toplumsal katılımın zayıflığı ve bunların denetimini sağlayacak mekanizmaların
kurulamayışı gibi faktörler etkili olmuşken, Harari bir “abrakadabra” sözüyle,
birkaç “lider”in kâğıda attığı imzayla Sovyetler Birliği’ni yok ediyor.
“Dünyayı şekillendirenler”,
yasalar, tanrılar, para değildir. Bunlar, toplumsal ilişkilerin ürünüdür.
Örneğin meta üretimi ve değişimi pratikleri olmadan, paranın işlevi, önemi, mecazi
anlamda “değer”i olmaz. Paranın değerli olduğuna inanıldığından, paranın değeri
var demek, idealist bir tavır olup, iktisat biliminden anlamadığınızı gösterir.
Para, metaların değişiminde aracıdır, yani eşdeğerli ürünlerin değişimindeki
araçtır. Önceleri altın, gümüş gibi metallerden yapılıp, kendisinin de bir
değeri varken, tarihsel süreçler içerisinde banknot formunu aldığında artık bu
değerden soyutlanmıştır. Paranın ortadan kaldırılması için, meta üretiminin ve
dolaşımının olmaması gerekir ki bu da toplumsal ilişkilerdeki köklü bir değişim
demektir. Tanrılar ve yasalar da öyle; bunlar, belirli doğayla kurulan ilişkiler,
toplumsal ilişkiler ve pratikler içerisindeki insanların yaratımlarıdır.
Kurgular, yasalar, inançlar her gün insanlar tarafından girişilen pratikler
üzerinden yeniden üretilirken, bir yandan da inançlar, kurgular, ideolojiler,
yasalar sayesinde insanlar toplumsal ilişkilerini yeniden üretir.
İktisattan anlamadığı açık
olan Harari, “hükümetler anlamsız kâğıt parçaları basıp bunların değerli
olduğunu ilan eder ve geri kalan her şeyin değerini hesaplamak için para
kullanılır” diyebiliyor (s. 180).
Harari, aynı hikâyeyi bu
sefer “anlam örgüsü” kavramlaştırmasıyla anlatıyor:
“İnsanlar bir anlam örgüsü
oluşturup tüm kalpleriyle buna inanıyor; ancak er ya da geç örgü çözüldüğünde
nasıl da tüm bu hikâyeyi ciddiye aldıklarına anlam veremiyorlar.” (s. 159)
İnsanlar nasıl “anlam
örgüleri” oluşturuyor ve bu “anlam örgüleri” nasıl çözülüyor?.. Harari bir
tarihçi olmasına rağmen bunlara cevabı yok. Oysa insanların bilincini
belirleyen, dünyaya anlam vermelerini sağlayan gerçekleştirdikleri pratikler ve
içerisinde bulundukları ilişkilerdir. Bu pratikler ve ilişkiler tarih boyunca
değiştiğinde, dünyayı anlamlandırma biçimleri de değişir.
“Sapiens bir anlam örgüsü
kurabildiği için dünyaya hükmedebiliyor; hem de yalnızca ortak hayal gücümüzde
var olan bir hukuk, güç, varlık ve mekân örgüsü oluşturabildiği için. Bu anlam
örgüsü insanların Haçlı Seferleri düzenlemesini, sosyalist devrimler yapmasını
veya insan hakları mücadelelerine girişmesini sağlıyor.” (s. 159)
Harari’nin idealizmi bu
satırlarda berraklaşıyor. “Hukuk, güç, varlık ve mekân”, ortak hayal gücünde
var olan “örgüler” olarak görülüyor. Bunun adı öznel idealizm oluyor. Oysa
askeri seferler, toplumsal mücadeleler ve devrimler, özünde insanların
pratikleriyle yapılır. Bunlara pratikleriyle, eylemleriyle katılan insanlar,
bir yandan da süreçlere ilişkin anlamlandırmalar yaparlar, inanç ve düşünceler
oluştururlar. Harari’nin idealist kurgusundaysa, inançlarla insanların
işbirlikleri yaptıkları ve pratiklerini oluşturdukları belirtiliyor.
Harari’nin öznel idealizmi,
bakın ne komik noktalara varıyor:
“(…) ABD doları, Google,
Avrupa Birliği (…) Yalnızca Sapiens bu tip kuruntuları zihninde yaratabilir (…)
ortak hayal gücümüzle var ettiğimiz Avrupa Birliği ve Dünya Bankası (…)” (s.
159)
“Var olmak algılamaktır”
(esse est percipi) diyen piskopos Berkeley’in bu düşüncesiyle, “dolar, AB, DB”
“zihinsel kuruntulardır” diyen Harari’nin fikrini kıyaslayan okur, bu
düşüncelerin özünde aynı olduğunu görecektir. Oysa tüm bunlar ekonomik, siyasi,
toplumsal ilişkiler olarak vardır. Google da bir şirket olarak aynı şekilde
insanların etkileşimleri ve pratikleriyle var olur.
“Bankalar battığında banka
mağdur olmaz. Bir devlet savaşta kaybettiğinde devlet ıstırap çekmez, bankalar
ve devletler metaforlardan ibarettir. Fakat savaşta yaralanan bir askerin acısı
gerçektir. Yiyecek tek lokması olmayan yoksul bir köylü gerçekten eziyet çeker.
Annesinden ayrılan yeni doğmuş bir buzağı gerçekten ıstırap duyar. Gerçeklik
budur.” (s. 186)
Görüldüğü gibi öznel
deneyimlere, gerçeklik diyor Harari. Öznel deneyimlerin var olduğu inkar
edilemez olsa da, “bankalar ve devletler”in “metaforlar” olduğu kabul edilebilir
mi?.. Bunlar organizasyonlardır ve elbette bireylerdeki acı çekmeyle, ıstırap
duymayla ilgileri olamaz. Acı çekmiyorlar diye, bunları gerçek saymamak,
kurgusal olduklarını, metaforlar olduklarını iddia etmek, gülünç gerçekten.
Üstelik Harari nihilizmi de öğütlüyor. Nasıl mı?..
“Şirket, para ve ulus sadece
hayalimizde var olabilir. Hepsini kendimize hizmet etmek için yaratmışken,
neden onlar uğruna kendi
hayatlarımızı feda edelim?” (s. 187)
“Özneler arası oluşumlar
yaratabilme yeteneği”yle insanların hayvanlardan ayrıldığını (s. 160) yazan
Harari, “tarihsel düşünmek, hayalimizdeki hikâyelerin içeriklerine gerçek
güçler atfetmek anlamına gelir. Tarihçiler (…) insanların uydurduğu ve inandığı
hikâyelere daha çok ağırlık verirler.” (s. 160) diyor. Bizim bildiğimiz
tarihçiler “uydurulan ve inanılan hikayeler”le tarihi incelemez. “Tarihsel
düşünmek”se, geçmiş-bugün-gelecek sürekliliğinde bunlar arasındaki bağlantılara
odaklanır. Homininleri diğer canlılardan alet yapma niteliği ayırt ederken,
Harari’yi bizlerden ayıran bir “Homo fantezimus” olmasıdır.
Özetle Harari’ye göre 70 bin
yıl önce Homo sapiensin beyninde Bilişsel Devrim oluyor; bu sayede insanlar
kurgular üretmeye başlıyor ve bunlara inanıyor; inandıkları kurgular insanların
işbirliği ağları örmelerini sağlıyor. “Hikâyeler örgüsü zamanla hep daha da
güçlenerek ilerledi ve tarihi Taş Devri’nden Silikon Devri’ne taşıdı” (s. 165).
Harari, “Hz. İsa, Fransız Devrimi ve Apple”, bunların hepsi “hikâye” diye
yazıyor (s. 165). “Sümer tanrıları”, “firavunlar” birer hayal ürünü “markaydı”
diyen Harari, anakronizm yapmaktan da geri kalmıyor. “Hikâyeler insan
toplumlarının temelleri ve dayanaklarıdır” (s. 189) şeklinde yazan Harari,
bizden işte böylesi bir kurguya ve uydurma bir kavramlaştırma olan “Bilişsel
Devrim”e inanmamızı bekliyor. Ne dersiniz inanalım mı?...
Bilim
ve Din
Harari bu konuda da iler
tutar yanı olmayan düşünceler öne sürüyor.
“İnsanlar dini sıklıkla
batıl inançlar, ruhanilik, doğaüstü güçler ve tanrılara duyulan inançla
karıştırırlar. Din bunlardan hiçbiri değildir (…)” (s. 191)
Oysa dinler, tam olarak
bunlardır.
“Doğaüstü güçlere yönelik
inançla dini bir tutmak, bilinen bütün doğal olguların dinden bağımsız olarak
bilinebileceğini varsayar ki bu da indirgemeci bir yaklaşımdır.” (s. 191)
Bilimsel düşünüşe göre, tam
da böyledir. Doğal olgular, dinden bağımsız olarak bilinebilirdir. Buna
indirgemecilik denemez.
Liberalizmi, komünizmi,
faşizmi de din sayan Harari, “her dinin müritleri kendi inançlarının tek doğru
olduğuna inanırlar” (s. 194) şeklinde yazarken, görececilik de yapıyor.
“Din bir anlaşmayken (…).
Bize belirli şekillerde davranmamızı söyler.” (s. 195) Tarihsel olarak dinler,
insan toplumunun ürettiği belirli inançlar, düşünceler, duygular, davranış
kalıplarının birliğidir. “Din”i özneleştiren Harari, bilimi de aynı şekilde ele
alıyor:
“Din her şeyin ötesinde
düzen ister. Sosyal bir yapı kurmayı ve bunu sürdürmeyi amaçlar. Bilimse her
şeyden önce güç kazanmakla ilgilenir. Araştırmalarıyla hastalıkları
iyileştirme, savaşlar kazanma ve besin yaratma gücü edinebilmeyi amaçlar (…)
toplumsal kurum olarak bilim ve din, düzen ve gücü hakikate tercih eder. Tam da
bu yüzden gayet iyi dost olabilir.” (s. 209)
Bir tarihçinin çocukça ve
sağlıklı olmayan bu yaklaşımla, bilim ve dini değerlendirmesi, üzücüdür. Bize
göre bilim, özünde hakikat arayışıdır.
Kapitalizm
ve ‘Büyüyen Pasta’
Harari kapitalizme
methiyeler düzüyor. İktisattan anlamasa da, “pastanın büyümesi”nden bahsediyor.
Kapitalizm öncesi çağlarda ekonomik büyümenin olmadığını öne süren Harari, ekonomik
büyüme “hislerimizle çelişiyordu”, “evrimsel mirasımıza aykırı geliyordu” diyor.
Moderniteyle birlikte insanların “büyüme ihtimaline inanmasını”, kapitalist iktisadi
büyümeyi açıklamak için öne sürüyor (s. 215-7). Toplumsal olguları, biyolojist
bir yaklaşımla değerlendirmeye çalışan Harari, geçmiş çağlarda kapitalist
dönemdeki kadar olmasa da ekonomik büyümenin var olmadığını öne sürerken
elbette yanılıyor. Büyümeye ya da ihtimaline inanmanın, ekonomik büyümeye yol
açtığı iddiasına, inanmamızı bekliyor. Şöyle yazıyor: “(…) vampirler büyümeye
inanmaz. İnsan evladı milyonlarca yıllık evrimsel süreç boyunca vampirler,
tilkiler ve tavşanlarla aynı şartlar altında yaşadı. Bu yüzden insanlar da
büyümeye inanmakta zorlandı.” (s. 217). Zorlandı, zorlandı, fakat bir gün geldi
“inandı” ve ekonomi büyüdü. Masal bu ya…
“Kıtlık ve salgınların önüne
geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür.
İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması
konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder (…) kapitalizm (…) küresel barışa
inanılmaz katkılar sağlamıştır (…) Kapitalizm inancının müritleri kazançlarını
istihdama, fabrikalarını genişletmeye ya da yeni ürünler geliştirmeye harcıyor
(…) Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe
iyileşebilir (…) Para hırsı büyümeyi besliyordu, büyümenin sağladığı güç iyi ve
gerekliydi (…) Gelecekte yaşanacak muhtemel ekolojik felaketi saymazsak ve
ölçütümüz üretim ve büyümeyse kapitalizmin şu ana dek harikalar yarattığını
kabul etmeliyiz (…) Ara ara ekonomik krizler ve uluslar arası savaşlar yaşasak
da kapitalizm uzun vadede kıtlığı, salgınları ve savaşları engellemekle
kalmadı, onları yenmeyi başardı (…) bankacılar, yatırımcılar ve sanayiciler(se)
iki yüzyıl içinde tümünün (kıtlık, salgınlar ve savaşlar kastediliyor-MB)
üstesinden gelmeyi başardılar.” (s. 221-32)
Görüldüğü gibi Harari,
kapitalizm ve kapitalist sınıf güzellemesi yapıyor.
“Pastanın büyümesi” şeklinde bir argümana
sahip olan Harari, kapitalist üretim tarzının dinamiklerine yabancı.
Bunalımları, bunalımlar sonrası yeniden büyüme dönemlerini görmüyor ve okura da
göstermiyor. Örneğin 2001 krizi sonrası olağan olan Türkiye ekonomisindeki büyümeyle
AKP hükümetinin yönetimde olduğu dönemin çakıştığını göremiyor ya da görmek
istemiyor. Şöyle yazıyor: “Erdoğan hükümeti on yıldan uzun bir süre boyunca
etkileyici büyüme oranları tutturmayı başardı.” (s. 219)
Tarihçimiz sömürgecilikten
ve emperyalizmden, ayrıca eşitsiz gelişmeden bihabermişçesine şu satırları da
yazabiliyor:
“19. yüzyılın ortasında çok
az insan Marx kadar öngörülüydü; bu nedenle çok az ülke hızlı bir sanayileşme
sürecini başarıyla atlatarak dünyayı fethedebildi. Pek çok toplum ne olduğunu
anlayamadığından ilerleme trenini kaçırdı.” (s. 286)
Hümanizm
Nedir?.. Hümanist Dinlerden Bahsedilebilir mi?
Harari’ye göre liberalizm,
komünizm ve Nazizm birer “din”dir. Üstelik her üçü de “hümanist”ler(!) Şöyle
yazıyor:
“Tarım Devrimi teist dinlerin
doğmasına neden olurken Bilimsel Devrim de tanrıların yerine insanların geçtiği
hümanist dinleri yarattı. Teist dinler Yunancada tanrı anlamına gelen theos’a taparken hümanistler insana
taparlar. Liberalizm, komünizm ve Nazizm gibi hümanist dinlerin temelinde, Homo sapiens’in evreni anlamlandıran ve
ona hükmeden özgün ve kutsal özüne duyulan inanç yatar.” (s. 108-9)
Moderniteyle birlikte
“insanlar güç karşılığında anlamı terk etmiştir” (s. 211) diyen Harari,
hümanizmi “dünyayı geçtiğimiz yüzyıllarda fethetmiş yeni bir devrimci öğreti”
(s. 234) olarak görüyor. Harari’ye göre tanrının anlam ve otoritenin kaynağı
olduğu inancı terk ediliyor, yerine geçen hümanizmle evrendeki tek anlam
kaynağı insan olarak benimseniyor (s. 236). Hümanizm, “duygu ve deneyimlere
öncelik veriyor” (s. 253), “anlamın tek kaynağı olarak kişisel deneyimi” öne
çıkarıyor (s. 259). “Hümanist mezheplerin (liberalizm, komünizm ve Nazizm kast ediliyor-MB)
hepsi insan deneyiminin anlam ve otoritenin en yüce kaynağı olduğuna inanır
(…)” şeklinde yazıyor (s. 260). Harari hümanizmi, “evreni anlamlandıranın insan
deneyimleri olduğuna inanmak” (s. 274)’la niteliyor. “Hümanizm insan yaşamını,
duygularını ve isteklerini daima kutsa(r)” (s. 290) diyor.
Gelin önce faşizme, sonra da
komünizme nasıl baktığını ele alalım.
Faşizmi “evrimsel hümanizm”
olarak adlandıran Harari, bu ideolojinin sosyal-Darwinist görüşlerini
anlatıyor, aslında. Bu anlattıklarında sorun yok… Fakat “(…) Nazizm’in vahşeti
de evrimsel hümanizmin sunabileceklerini görmezden gelmemize neden olmamalıdır”
derken, faşizme karşı hayırhah bir tutum dahi benimseyebiliyor.
“(…) sosyalist siyasetteyse
en iyisini parti bilirken, ekonomide de sendika her zaman haklıdır” (s. 265)
şeklinde sosyalist ideolojiyi değerlendirmeye çalışan Harari, partinin, bir
düzenleniş ve iç işleyişe sahip örgütsel bir kolektif olduğunu, hem partiyi hem
de sendikayı düşünen, eyleyen, üreten insanların kurallı bir organizasyonla
oluşturduklarını düşünemiyor.
“Sosyalistler yeni cesur
dünya için yeni cesur bir din yarattılar (…) tarihin ilk tekno-dinini
kurdular.” (s. 285) şeklinde yazan Harari’nin, “din”, “yaratma” gibi sağlıksız
kavramlarla sosyalizme dair düşüncelerini oluşturduğu gözleniyor. Marksizm’i
“tekno-din” saymasınınsa iler tutar bir yanı bulunmuyor…
Yine örneğin bize göre,
ahlaki değerler toplumsal gerçeklikteki eğilimlerin, süreçlerin kavranışı
üzerinde yükselir. Dolayısıyla Marx’a atfedilen şu ahlakçı sosyalizm anlayışı
gülünç oluyor: “Mesela Karl Marx’a on yaşındaki çocukların dumanlı fabrikalarda
on iki saatlik vardiyalarla çalışmasının sakıncalarını sorsanız, çocukların
kötü hissettiğini söylerdi. İnsanları sefalete sürüklediği için sömürünün,
zulmün ve eşitsizliğin önüne geçmeliydik, Tanrı buyurduğu için değil.” (s. 261)
Bu noktada Harari’nin
sosyalistlerin Beethoven’ın 5. senfonisine nasıl yaklaştıklarını yorumlarken,
bir karalama yaptığına değinmeden geçmeyelim… Bize göre Beethoven, başka
şeylerin yanı sıra yaşadığı dönemdeki burjuvazinin devrimci ideallerini ve
duygularını eserlerinde yansıtır. Örneğin 5. senfonide, kadere karşı
mücadeleyle elde edilen zafer teması işlenir. Harari’nin iddia ettiği gibi bu
senfoni “‘beyaz adamın vazifesi’ olan Afrika’nın sömürgeleştirilmesini
meşrulaştırma amacı güt”(mez) (s. 272).
Peki Harari’nin hümanizm
tanımı sağlıklı mı?.. Birbirinden farklı olan ve karşıtlıkları belirleyici olan
bu üç ideolojinin, tek bir “hümanizm” çuvalına tıkıştırılması, ne bilimsel, ne
de sağlıklı. Bize göre hümanizm, insan sevgisi ve insanların kardeşliği fikrini
içerir. İnsanlığın yaratıcılığına ve ilerlemesine duyulan güveni anlatır. İnsanların
yaşamı “kutsal” değil, değerli ve önemlidir. Sahip olduğumuz ideolojiler çerçevesi
içerisinde duygu ve düşüncelerimizle, evreni anlamlandırdığımız doğrudur. Fakat
bu durum sadece Harari’nin “hümanist mezhepler” olarak gördüğü liberalizm,
komünizm ve Nazizm için değil, tüm ideolojiler için geçerlidir.
Harari’ye göre liberalizm
ise, “din savaşlarından galip çıkmış” durumda ve “hiçbir alternatifi” olmayan
bir konumda bulunuyor (s. 289). Son yıllardaki teknolojik gelişmeleri de
(genetik mühendisliği, yapay zekâ vd.) liberalizmin hanesine yazıyor.
Özgür
İrade Yok Mu?
Bize göre insanların iç ve
dış uyaranlarla karar alma süreçlerini anlatan özgür irade, Harari’ye göre yok.
Ona göre, “özgürlük sadece insanların uydurduğu hayali hikâyelerde vardır” (s.
295). İnsan beynindeki biyokimyasal süreçlerin deterministik ya da rastlantısal
olduğunu, bu süreçlerin özgür olmadığını savunan (s. 296) Harari, “isteklerimi tercih etmem, onları sadece hisseder ve bu hislere göre davranırım”
(s. 297) diyor. Oysa neyi yapmayı istiyorsak ve bunu hissediyorsak, bu duruma
tercih diyoruz. Aslında “özgür irade” soyutlaması, gerçeklikteki duruma dönük
bir yaklaşıklığı (approximation) anlatır. Birçok etken beyinde işlenir ve
sonuçta tercih(ler) oluşturulur.
Harari şöyle yazıyor: “Bilim
özgür iradeye duyulan liberal inancı çürütmekle kalmaz, bireyciliğin de
kuyusunu kazar” (s. 303). Oysa “özgür irade” kavramı, bir gerçekliği anlatır ve
sadece liberal ideolojinin benimsediği bir soyutlama da değildir.
“Ortaçağda Haçlılar
hayatlarına anlam veren Tanrı’ya ve cennete inanıyordu, modern liberallerse
özgür tercihlerin hayatlarını anlamlandıracağını düşünüyor. Her iki taraf da
hayal dünyasında yaşıyor” (s. 317). Yani özgür iradeyi de, kurgu ya da hayal
olarak gördüklerinin kervanına katıyor… Acaba hayal dünyasında kim yaşıyor?..
“Benlik de tıpkı uluslar,
tanrılar ve para gibi hayali bir kurgudur” (s. 316). Harari sanki “ezberleri
bozmayı” görev edinmiş kendine; oysa psikoloji bilim dalının “benlik”
kavramının gerçeklikle örtüştüğü biliniyor.
İnsanların
İnekleri Sömürmesi
“Hayvanların vahşice
sömürülmesi” (s. 106) ve “insanların inekleri sömürmesi ve öldürmesi” (s.
110)’den dem vuran Harari’nin, ne ilginçtir ki kapitalistlerin işçileri, feodal
lordların serfleri, particilerin plebs’leri (efendilerin köleleri), haraççı
devletlerin iktidardaki sınıflarının köylüleri sömürmesi ilgi alanına girmiyor.
Varsa yoksa zavallı hayvanlar, duygulara sahip evcilleştirilmiş memeliler… Her
şeyden önce sömürü, sınıflı toplumlarda, toplumsal ilişkilerin bir
niteliğiyken, hayvanların gücünden yararlanmayı, besin ve diğer bazı ihtiyaçlar
için onları kesmeyi ve ürettiklerinden yararlanmayı, sömürü olarak adlandırmak
doğru değil. Ayrıca, et-süt-yumurta endüstrisinin karlılık için üretim yaptığı
ortadayken, bundan tek kelime olsun bahsetmeyip, “hayvanların da duyguları var
ve ıstırap çekiyorlar” şeklinde fikir beyan etmek ne işe yarar?.. “Duygu
sömürüsü” olmasın?.. İnsanlar arasındaki sömürü ilişkileri ortadan kalktığında,
et-süt-yumurta endüstrisinin, hayvanların ve onları yetiştiren insanların duygularını
da dikkate alacak tarzda organize edilmesi gelecekte pekâlâ mümkün.
Bakın ne kadar gerçek-dışı
bir önerme sunuyor:
“İnsanların ruhları
sonsuzlukta yaşarken hayvanların fani bedenlerden ibaret olduğu inancı hukuki,
siyasi ve ekonomik sistemlerimizin temelini oluşturur.” (s. 112)
Bahsedilen inançların “sistemlerimizin
temelini oluşturduğu” fikrinin, iler tutar bir yanı bulunmuyor.
Bitirirken:
‘Uydurma Nöronu’ Var Mıdır Acaba?..
Şöyle yazıyor Harari:
“ ‘Bill Clinton’ ya da
‘Homer Simpson’ nöronlarını buldular. Kişiye ABD’nin 42. başkanı denildiğinde
‘Bill Clinton’ nöronu yanıyor ya da ‘Homer Simpson’ resmi gösterdiğinizde,
adını veren nöron ateşleniyor.” (s. 119)
Oysa böyle nöronlar yok. Sormak
gerekiyor. “Uydurma nöronu” var mıdır acaba?..
Başka bir yerde Harari,
şunları yazıyor:
“Belki de ben kâinatın tamamında
bir şeyler hisseden tek varlığımdır ve diğer tüm insanlar ve hayvanlar
robotlardan ibarettir. Belki de rüya görüyorumdur ve tanıştığım herkes
rüyamdaki karakterlerdir. Belki de sanal bir dünyaya hapsolmuşumdur ve diğer
tüm varlıklar sıradan simülasyonlardır.” (s. 130)
Belki bir ihtimal daha var…
“Belki de ben de yokum, ben ve tüm varlıklar, evrensel bir zihnin (tanrı)
algıları sadece(!)” Yüzyıllar önce Berkeley böyle diyordu. Peki şimdi Harari,
günümüzün piskopos Berkeley’i olabilir mi?..
Eleştirilen kitabın künyesi: Yuval Noah Harari, Homo Deus-Yarının Kısa Bir Tarihi, 26. Basım, 2021
[1] İnsanların yıl içinde zaman
zaman, gelir veya diğer kaynakların yetersizliği nedeniyle tükettikleri gıdanın
kalitesini ve/veya miktarını azaltmak zorunda kalmasına, orta düzeyde gıda
güvensizliği deniyor. Bkz; https://www.who.int/news/item/06-07-2022-un-report--global-hunger-numbers-rose-to-as-many-as-828-million-in-2021
Erişim tarihi: 10.10.2022
[2] Yılın bazı zamanlarında
insanların yiyeceklerinin tükenmesi, açlık yaşaması ve en uç noktada bir gün
veya daha fazla yiyeceksiz kalmasına, ciddi düzeyde gıda güvensizliği deniyor.
Bkz; https://www.who.int/news/item/06-07-2022-un-report--global-hunger-numbers-rose-to-as-many-as-828-million-in-2021
Erişim tarihi: 10.10.2022
[3] https://www.who.int/news/item/06-07-2022-un-report--global-hunger-numbers-rose-to-as-many-as-828-million-in-2021
Erişim tarihi: 10.10.2022
[4] https://goodseedventures.com/worldwide-food-consumption-per-capita-2/
Erişim tarihi: 10.10.2022
[5] https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_ongoing_armed_conflicts
Erişim tarihi: 22.10.2022
[6] https://www.infoplease.com/history/us/major-military-operations-since-world-war-ii
Erişim tarihi: 10.10.2022
[7] https://evrimagaci.org/insanlarin-evrimi-durdu-mu-yoksa-evrimlesmeye-devam-ediyor-muyuz-114
Erişim tarihi: 10.10.2022
[8] Bkz: https://arkeofili.com/dunyadaki-dev-canlilarin-yok-olusundan-insanlar-mi-sorumlu/
Erişim tarihi: 10.10.2022
[9] https://arkeofili.com/insanlar-avustralyaya-tam-65-000-yil-once-ulasmis/
Erişim tarihi: 10.10.2022
[10] https://arkeofili.com/afrikadaki-soyu-tukenen-dev-memelilerin-suclusu-atalarimiz-degil/ Erişim tarihi: 10.10.2022
[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuaterner%27de_yok_olma_olaylar%C4%B1
Erişim tarihi: 10.10.2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.