30 Aralık 2021 Perşembe

Haluk Yurtsever’in Orta Sınıf Efsanesi Adlı Çalışması Üzerine Eleştirel Notlar-Mahmut Boyuneğmez

Mahmut Boyuneğmez

Türkiye solunda eleştiri ve tartışma kültürü zayıftır. Geliştirilmesi gerekiyor… Haluk Yurtsever’in Orta Sınıf Efsanesi adlı kitabını, birileri bana “beyaz yakalı” dese de, çalışma koşullarım açısından bakıldığında “ağır işçi” olduğumdan dolayı, okuma ve eleştirme olanağım bu zamana kadar olmamıştı. Ancak kitabın basım tarihi olan 2016 yılından bugüne 5 yıl geçmiş olmasına karşın, üzerine durup irdelemek, eleştirmek ve tartışmak için geç kalınmış olduğunu düşünmüyorum. “Komünizm fikrine” bağlılığında, bir gün bile “boşluğu” bulunmayan Yurtsever’in ve ayrıca okurların, eleştirilerimi yapıcı şekilde algılamasını umut ediyorum. Yanlış anladığım, yanlış yorumladığım yerler olabileceği gibi, bazı konularda yanlış da düşünüyor olabilirim. Başka bir deyişle, eleştirilere açığım. “Bizi” geliştirmesi umuduyla… 

***

1. Sınıfları belirleyen gelir düzeyleri değildir. Gelir, bir görünüştür ve özüne gitmek, nasıl elde edildiğine odaklanmak gerekir. Bu nedenle Amerikan sosyolojisinin “sınıfları” gelir düzeylerine göre bölmelere ayırıp, tanımlaması yanıltıcıdır. “Orta sınıf”, geliri “orta” olan kişilerden oluşan bir sınıf olarak algılanıyor. Oysa gelenekseli ve yenisiyle “orta sınıf küçük burjuvazi” denen ara katmanlar, proletarya ile kapitalist sınıf arasında geçişken konumdadır.

“Birincisi, gelirin kaynağı ve miktarı gerçekten de sınıf belirleniminin ölçütlerinden biridir. İkincisi, gelir dağılımı istatistiklerinin, gelir dilimlerini yüz üzerinden yirmilik beş bölüme ayırarak sunması, “gelir”i sınıf belirleme ve derecelendirme ölçütü olarak almayı kolaylaştırıcı ve kullanışlı hale getiriyor.” (s.15)

Gerçek “kaynakları”, gelirlerin nasıl oluştuğunu görebilmek gerekiyor. Örneğin otomobil üreten bir tekelde/şirkette bir CEO da, alt düzey yönetici bir mühendis de gelirini “ücret” biçiminde alır. Gelirlerinin görünüşteki “kaynağı” ücrettir. Fakat CEO’nun ücreti, kendi emek-gücünün değerini yansıtacak şekilde aldığı bir ücret formunda değildir ve o işletmede çalışan işçilerin yarattığı artık değerden kaynaklanır. Alt düzey yönetici konumundaki mühendisin geliri ise, emek-gücünü satmasının karşılığı olarak aldığı ücretten kaynaklanır. Sınıflar, toplumlardaki gerçekliklerdir, insanların gelir düzeylerine göre derecelendirilmesinin sonucu olan kurgusal kavramlaştırmalar değildir.

2. “Marx’ın sınıf konusuna, proletaryanın pratik hareketinden esinlenerek ya da kapitalist üretim tarzının anatomisini ortaya çıkaran bilimsel bir çalışmanın sonucu olarak “giriş” yapmadığını kaydedelim. Marx, ilk eserlerinden başlayarak sınıfları, sınıf mücadelesini ele alırken, ortada elle tutulur, gözle görülür işçi sınıfı hareketi yoktu. Engels’le birlikte, bir sınıf mücadelesi ilanı ve çağrısı olan Komünist Parti Manifestosu’nu yazdıklarında, birkaç ay sonra 1848 Avrupa Devrimi’nin sökün edeceğini bilmiyorlardı.” (s. 21-22)

Oysa Marx, Kreuznach’tayken 1843 yazında  “18. yüzyıl Fransız Devrimi üzerine yazılmış özel tarih çalışmaları üzerinde de durdu.” (Karl Marx Biyografi, Hazırlayanlar: SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, çeviri: Ertuğrul Kürkçü, Sorun Yayınları, 2. Baskı, s. 49-50). Başka bir deyişle bu tarihte, Fransa’daki sınıflar arasındaki mücadeleleri inceleyen tarihçileri okuduğunu biliyoruz. Ekim 1843 sonlarında karısıyla birlikte Paris’e yerleşen Marx’ın, toplumsal olaylardan soyutlanarak yaşadığını düşünmemek gerekir: “Paris diyordu Lenin: “O zamanlar siyasetle ve çeşitli teorilerin tartışılmasıyla dolup taşıyordu.” Paris sınıf çelişmelerinin ve burjuva dünyasını sarsan çarpışmaların incelenmesi için mükemmel imkânlar sağlıyordu. Marx’ın proletaryanın insanlarıyla temas kurduğu ilk yer de burasıydı.” (Karl Marx Biyografi, s. 52). Ayrıca, 1842 sonbaharında Manchester’e giden ve orada 12 yıl kalan Engels’in, Chartist hareketle ilişkileri vardı. Engels’in kendi gözlemleri ve işçilerin anlatımlarının yazılmasında önemli payı olan İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (yazılışı Eylül 1844-Mart 1845 arası) adlı eserini unutmamak gerekir… Devrimci fikirler, devrimci sınıfların varlığı ve mücadeleleri üzerinde yükselir. Marx ve Engels’in düşünceleri gelişir ve bilimsel/realist bir içerik kazanırken, proletaryanın ve diğer sınıfların mücadeleleri belirleyicidir.

3. Üretim araçlarından yoksun, yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan, üretim etkinliği sermaye tarafından denetlenen, sömürülen ya da sömürülmeye hazır sınıf proletaryadır. (s. 39)

Bu yazılanlar doğrudur. Ancak dikkate almadığı nokta, proletaryanın, sermaye sınıfıyla ilişkisi içerisinde ele alınması gerektiğidir. Bize göre kapitalist üretim ilişkileri, üretim sürecinde, iki temel sınıf olan kapitalistler ve proleterler arasındaki sınıfsal ilişkilerdir. Bu ilişkiler, kapitalist üretim biçiminde simetrik olarak içseldir. Proletarya ve kapitalist sınıf, birbirini karşılıklı olarak üretir. Aynı zamanda bu ilişkiler, uzlaşmaz zıt kutuplar olan iki temel sınıf arasındaki karşıtların mücadelesini barındırır. Şu şekilde de yazılabilir: Üretim sürecindeki proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki ilişki, kapitalist üretim ilişkilerinin başka bir anlatımıdır ve karşıtların birliği ile mücadelesini oluşturur. Üretim ilişkileri, sömürü ilişkileridir. Kapitalist üretim/sömürü ilişkileri, üretim sürecinde iki temel sınıf arasındaki salt ekonomik bir ilişki değil, üretimin maddi koşulu olan üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle proletarya ile kapitalist sınıf arasında bir iktidar/egemenlik ilişkisidir de. Üretim ilişkileri içerisindeki temel iki sınıf, birbirleri hakkında, ilişkileri hakkında, diğer toplumsal fenomenler hakkında, ideolojileri olan düşünceleri, inançları, duyguları, değerleriyle birlikte üretim sürecine katılır. Üretim/ekonomi, her zaman ekonomik ilişkilerden fazlasını içerir. Kapitalist üretimdeki iki temel sınıf arasındaki ilişkilerin yeniden üretimi, yani sürekliliği/kalıcılığı, kendisi de bir sınıflar arası örgütlenme olan devlet, hukuksal düzenlemeler ve egemen ideolojiyi oluşturan bazı ideolojiler tarafından sağlanır. Sömürü, bir defalık olan bir “olay” değil, ancak yeniden üretildiğinde var olan sınıflar arası bir ilişkidir. Üretim/sömürü ilişkilerinin yeniden üretimi için siyasal, ideolojik, hukuksal ve devletsel formlara, mekanizmalara, düzenlemelere gereksinim vardır. Dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bir toplumda, toplumsal ilişkilerin diğer biçimlerinden izole olarak var olan ve işleyen salt ekonomik pratiklerden oluşan, bir iktisadi düzeyin varlığından bahsedilemez. Üretim/ekonomi, her zaman diğer toplumsal pratiklerle ve ilişkilerle, devlet gibi toplumsal örgütlenmelerle, ideolojilerle senkronik olarak birlikte var olan bir toplumsal bütünlüğün içerisindedir.

Üretim ilişkileri, proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki ilişkilerin iktisadi boyutunu oluşturur. Bu iki temel sınıf arasındaki ilişkilerin siyasal, ideolojik, hukuksal, devletsel, kültürel boyutları varlığını, üretim/sömürü ilişkilerine borçludur. Bu sınıfların, aralarındaki mücadelelerle siyasal ve ideolojik boyutlarda ilişkilenmeleri, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ya da değişimine yol açar. Proletarya ile kapitalist sınıf, bu sınıfların politik temsilcisi ve ideologlarının arasında, bir toplumsal örgütlenme olan devlet içerisinde de ilişkiler/mücadeleler vardır.

Kapitalist üretim ilişkilerinin özü bu üretim tarzı varlığını devam ettirdiği müddetçe aynı kalsa da, bu ilişkiler farklı sermaye birikim süreçlerinde farklı ve yeni formlara bürünür. Yeni üretici güçlerin, farklı sermaye ve emek tiplerinin oluşumuyla, bunlar arasındaki üretim ilişkilerinin çeşitliliği de artar.

“Sermaye birikimi asla salt ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir süreçtir.” (s. 92). Daha doğrusu, sermaye birikim süreci, ideolojik, kültürel, hukuksal, devletsel süreçleri de gerektiren bir süreçtir. Kapitalist toplum, bütünlüğü içerisinde bir gelişime sahiptir.

4. Şu saptama doğrudur: “Sınıf, yalnızca bir konum değil, ilişkidir. Sınıflar, üretim sistemi içindeki konumları, üretim koşulları ve öteki sınıflarla ilişkileri içinde oluşmaktadırlar.” (s. 52). Sınıfın, bir ilişki olduğu, temelde üretim ilişkileriyle belirlendiği hep hatırlanmalıdır.

“Sınıflar mücadele içinde oluşurlar.” (s. 52). Evet, gerçekten, sınıflar, sınıflar arası ilişkiler/mücadeleler içerisinde her gün yeniden ve yeniden oluşurlar.

5. “Sınıf bilinci en genel ve kaba tanımıyla sınıf bireylerinin öteki sınıflardan ayrı, koşulları, çıkarları ve geleceği öteki sınıflarla çelişen, onlara karşıt bir topluluk olduklarının farkına varmasıdır.” (s. 54)

“Sınıf bilinci”nin, erişilmesi gereken bir “durum” olarak algılanması sorunludur. Marx’ın, “kendinde sınıf”, “kendisi için sınıf” ayrımı geçerliliğini koruyor. Ancak kanımca, iktisadi sınıf konumlarıyla, ideolojik, siyasal bilinç oluşumu arasında bir boşluk, eşzamansızlık bulunmuyor. İdeolojik, kültürel, siyasal süreçler, iktisadi süreçlerle aynı anda ve iç içe yaşanıyor. Proletarya ile kapitalist sınıfın oluşumu, aralarındaki sınıfsal ilişkilerin gelişiminin ürünüdür. Bu temel sınıfların aralarındaki mücadeleyle gelişen ve başından itibaren gelişim sürecinde olan sınıf bilinçleri vardır. Sınıfların bilinci aralarındaki ilişkilerle/mücadelelerle birlikte gelişim halindedir ve bu ilişkileri yeniden üretir ya da değiştirir. Örneğin Luddizm, sendikalizm, proletaryanın sınıf bilincindeki gelişimin uğrakları olmuştur. Komünist ideolojinin sınıfın geniş kesimleri tarafından benimsenmesiyse, proleter sınıf bilincinin daha gelişmiş bir başka uğrağıdır. “Olağan” dönemlerde, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde, proletaryanın “dünyaya” bakışında egemen olan ideolojilerin çeşitli değer ve düşüncelerinden oluşan bir sınıf bilinci, yani ideolojik hegemonya önemlidir. Kapitalist sınıfın, “organik aydınları” ve siyasal temsilcileri, ideologları nasıl ki varsa, proletaryanın da tarih sahnesinde belirmesinden bu yana “organik aydınları”, ideologları ve politik temsilcileri olmuştur.

“Sınıf, sömürücüler ile sömürülmeye hazır üretici güç arasındaki tarihsel toplumsal, aynı zamanda ideolojik-kültürel bir ilişkidir.” (s. 56) Böyle olduğundan ve kapitalist sınıf, proletarya üzerinde ideolojik-kültürel hegemonya oluşturduğundan, işçi sınıfının organik aydınları, siyasal mücadelenin şemsiyesi altında bir ideolojik ve kültürel mücadele vermelidir. Bunun için de, yeni mekânlar ve araçlar oluşturmak gerekir. Emekçiler üzerindeki ideolojik-kültürel hegemonyanın kırılmasında, emekçilerin komünizan/realist ideolojik motifleri üretmesinde ve bunların sonucu olarak siyasal örgütlenmeye katılmasında, “ortak deneyim” (E. P. Thompson) önemli rol oynar.

6. “On dokuzuncu yüzyılın burjuva toplumu ile bugünkü kapitalist toplum, o dönemin burjuva sınıfı ile bugünün kapitalist sınıfı özdeş değiller.” (s. 63). Burjuva devrimleri döneminde burjuva “sınıfın”, iktidara gelmekte olan kentli “sınıflar” blokunu ya da yelpazesini anlattığını biliyoruz. Bu katmanlar içerisinden süzülüp yükselen bir kapitalist sınıf, karşıtı proletaryanın oluşumuyla birlikte zaman içerisinde oluştu. Dolayısıyla artık, “bugünkü toplumu anlatmak için ‘kapitalist toplum’, ‘sermaye düzeni’, egemen sınıf için de ‘sermaye sınıfı’ ya da ‘kapitalist sınıf’ terimlerini kullanmalıyız.” (s. 79). Katılıyorum. Geçmişte birçok katmandan oluşan “burjuvaziyi” bir sınıf yapan, devrimci siyasal ve ideolojik mücadelelerinde temel bazı izleklerin olmasıydı. Günümüzde “küçük burjuvazi”nin siyasal ve ideolojik “dünyasında” kendine has, bağımsız bir hat var mıdır?.. Buna geleceğiz.

7. “Küçük burjuvazi” ya da “orta sınıf” kimlerden oluşur?.. Küçük toprak sahibi köylüler, tarım işçisi çalıştırıyorsa, “küçük kapitalist”tir. Geçimini kendi emekleriyle ürettikleri basit meta üretimiyle sağlıyorlarsa, bir ara katmandırlar, bir sınıf oluşturmazlar. Kentlerdeki küçük zanaatkârlar da aynı şekilde işçi çalıştırmıyorsa, bir ara katmanı oluşturur. Küçük dükkân sahipleri, işçi de çalıştırsa, salt kendileri de çalışsa, çalıştırdığı işçilerin artık zamanına el koyduğundan ya da başka yerde üretilmiş artık değerin gerçekleşmesini sağladığından ve bundan pay aldığından, küçük kapitalistlerdir. Avukat, hekim, mühendis, müşavir, serbest gazeteci vb. meslek sahipleri, örneğin bir sekreter çalıştırıp onun artık emek zamanına el koyuyor da olsa, tek başına kendi emek gücünü harcıyor ve bir artık emek zamanı üretiyor da olsa, ara katmanlara aittirler. Burada serbest meslek sahibi ile sekreteri arasındaki ilişkide bir sömürü söz konusuysa da, bu sömürü üzerinden sermaye birikimi amaçlanmaz. Yani, üretilen metanın ya da hizmetin değerinin küçük bir miktarı sekreterin emeğinden oluştuğundan ve amaç sekreterin artık emek zamanına el koyma yoluyla sermaye artırmak olmadığından, aralarında kapitalist-proleter ilişkisi bulunmaz.

Kanımca, üretim araçlarının sahibi olup, emek-gücünü kendi tasarrufunda kullanan avukatlar, hekimler vb. meslek sahipleri; terzi, kunduracı, berber gibi bazı “esnaflar”, ağırlıkla proleterleşme eğilimine sahip olan, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki ara katmanlara dâhildir. Ara katman mesleklerine sahip kişilerin, giderek daha büyük bir kesimi ücretli emekçi/işçi olarak çalışmakta, daha az sayıdaki bir kesimi ise patron olarak ayrışmaktadır. Ancak, sömürü amaçlı (az ya da çok sayıda) işçi çalıştıran imalatçı “esnaflar”, ırgat/mevsimlik işçi çalıştıran toprak sahibi köylüler, sanayide üretilen artık-değerden ufak da olsa bir pay alan mağaza ve dükkân sahipleri yani küçük tüccarlar, beyaz eşya, elektronik eşya ve cep telefonu bayileri, kelimenin tam anlamıyla küçük-kapitalisttirler. Başka örneklerle devam edelim…  Avukatlık bürosunda ücret alarak çalışan bir avukat, özel hastanede ya da devlette ücretli çalışan bir hekim, berber “ustasının”/patronun dükkânında çalışan zanaat sahibi, birer işçidir. Bu işyerlerinin patronu mesleğini, meslektaşı işçilerle birlikte icra ediyor olsa bile, sömürgen bir küçük kapitalisttir. Kendi bürosunda çalışan bir avukat, başka avukatları çalıştıran patron konumunda değilse, bir ara katman üyesidir. Eczane zincirinde ücretli olarak çalışan değil de, kendi dükkânının sahibi eczacılar, işçi çalıştırmasalar bile,  ilaç sektöründe üretilen artık-değerin bir bölümüne el koyduklarından küçük-kapitalisttir.

Bütün köylüleri, bütün zanaatkârları ve bağımsız/kendi hesabına çalışan profesyonelleri (hekim, avukat, veteriner, eczacı, muhasebeci, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir, grafikçi, bilgisayarcı, destinatör vb.), “küçük burjuvazi” kapsamında değerlendirmek yanlıştır. Köylü aileler arasında, kendi geçimini sağlayan küçük toprak sahibi olanlar ile küçük-kapitalist köylüler ayırt edilebilir. Günümüzde zanaatkârların bir bölümü ara katmanlar arasındayken, bir bölümü küçük-kapitalisttir. Ara katmanlara dâhil olan profesyoneller ağırlıkla işçileşmekte, az bir orandaysa küçük-kapitalistler olmaktadır. Bağımsız profesyoneller, adına “orta sınıf” denilen bir sınıfın bileşenini oluşturmazlar, olsa olsa proletarya ile kapitalist sınıflar arasındaki bir ara tabaka olarak değerlendirilebilirler.

“Orta sınıf küçük burjuvazi de, orta sınıf burjuvazi gibi bir katmanlar toplamıdır.” (s. 186) Düşünsel düzlemde, eklektik bir biçimde birbirinden farklı (heterojen) ara katmanları bir araya getirip, bir “orta sınıf” oluşturmak yanlıştır. Başka bir deyişle küçük burjuvazi, “üretim araçlarının sahibi” olmakla, “kendi emeğini sömürmekle”“ne kapitalist ne de proleter olmakla”, “hibrit” olmakla tanımlanan bir “sınıf”... (s. 75). Toplumsal gerçeklikte bu insanları bir “sınıf” yapan,  belirleyici bir ölçüt var mıdır?.. Kanımca, küçük burjuvazi adlandırmasıyla anlatılan toplumsal kesimleri, bir sınıf yapan reel bir ölçüt yoktur. Zaten bu yüzden ara katmanlar olarak adlandırıyoruz. “Küçük burjuvazi” terimi, bu ara katmanlar hakkında teorik olarak işe yarar bir anlayışa yol açmamaktadır. Dolayısıyla şu satırlar anlamlıdır:

“Öte yandan, tıpkı orta sınıf burjuvazi gibi, orta sınıf küçük burjuvazi de monoblok değil. Gelenekseli ile yenisi, küçük üretici/zanaatkârı ile orta düzey yazılım mühendisi, eski ve yeni dükkân, serbest meslek sahipleri birçok bakımdan farklı özellikler taşıyor, farklı siyasal-ideolojik tercih ve tutumlar alabiliyorlar.” (s. 149)

Marx ve Engels’in örneğin Komünist Manifesto’da, küçük burjuvaziden bir “sınıf” olarak bahsettikleri doğrudur. Bunu bir toplumsal kesimi anlatmak için kullandıklarını düşünüyorum. Örneğin Lenin’in küçük burjuvazi terimiyle birlikte “küçük üreticiler katmanı”, “orta katman” terimlerini kullanması dikkat çekicidir:

“Bütün kapitalist ülkelerde proletaryayla yan yana her zaman geniş bir küçük burjuva, küçük üreticiler katmanı vardır. Kapitalizm küçük üretimi doğurdu ve sürekli doğuruyor. Birçok yeni ‘orta katman’ kapitalizm tarafından var ediliyor.” (s. 152).

“Küçük burjuvazi”nin “kendi emeğini sömüren” (Marx da Artık Değer Teorileri’nde bağımsız köylü ve zanaatçı için “ücretli işçi olarak kendini sömürür” diyor) “çelişkili” bir “ara sınıf” olduğu (s. 74 ve 75, 149) önermesine katılmıyorum. Çünkü sömürü, insanlar arasındaki ve dolayısıyla en az iki insan arasındaki bir tür iktisadi ilişkidir ve bir tür iktidar ilişkisidir. “Sınıf” olmak içinse, öncelikle belli bir üretim ilişkisinin karşıt kutuplarından birini oluşturuyor olmak gerekir. Elbette sınıf olmanın, siyasal, ideolojik ve kültürel boyutları da var. “Küçük burjuvazi/orta sınıf” bu boyutlar açısından da, bağımsız bir sınıf oluşturmaz. Üretim araçlarının sahipliği ile bu araçları sadece kendi emeğiyle kullanıp değer üretmekse, kanımca bir “çelişkili” durum değildir ya da “çelişki” oluşturmaz. Kapitalist üretim tarzının temel özellikleri açısından “tuhaf” denebilir belki… Öte yandan, sınıflı toplumlar tarihi boyunca meta ve hizmet üretiminin bir bölümü hep egemen üretim ilişkilerinden bağımsız olarak varlığını sürdürmüştür. Egemen de olsa, çağımızdaki toplumsal tüm üretim-emek süreçlerine kapitalist üretim ilişkileri nüfuz etmemektedir.

8. Sömürü, işçilerin karşılığı ödenmeyen emeklerine kapitalistler tarafından el konmasıdır; bu işçiler artık değer üretsin ya da üretmesin bu durumu değiştirmez. Yani üretken olmayan, artık değer üretmeyen işçiler, örneğin ücretli ticaret emekçileri, reklam, pazarlama, muhasebe, banka, sigorta vb. alanlarda çalışan emekçiler de sömürülürler. Ağırlıkla kafa ve ağırlıkla kol emeğine sahip işçilerin, sermaye ile ilişkisi, ücretli işçinin kapitalistle kurduğu ilişkidir. Örneğin, kafa emeğini, artık değer üretim sürecine katan bir mühendis, kolektif işçinin bir parçası olarak, üretken emek sarf eder. Taşıma, depolama ve dağıtım alanlarındaki emek de, üretken emektir.

Hizmet sektörü ile sanayi ve ticaretteki hizmet işlerinde emek-gücünü sermayedarlara satarak çalışanların, işçi sınıfının bir kesimini oluşturduğu açıktır. “Eğitim, sağlık, sanat, bilim, yayıncılık, eğlence, temizlik, ulaşım, depolama, posta gibi alanlarda kapitalistin ücretli işçisi olanlar hem işçi, hem de üretken işçi konumundadırlar. Üretken olmayan hizmet emekçileri de işçi sınıfının parçasıdırlar.” (s. 98-9). Bunlara “orta sınıf” denmesinin hiçbir bilimsel yanı yoktur.

Sonuç olarak, hizmette çalışanların tümünü aynı sınıftan saymak saçmadır. Hizmet sektörünün içinde de üç sınıf vardır: Orta ve büyük işletme sahibi kapitalistler; küçük dükkân-kafe sahipleri, bakkallar, berberler, kuaförler, beyaz eşya bayileri vb. yani emeğini sömüren ‘orta sınıf’ küçük burjuvalar ve ana yığını oluşturan proleterler.” (s. 99-100).

Oysa bakkallar ve beyaz eşya bayileri, daha önce üretilmiş artık değerden kendi paylarına düşen ticari karı alırlar ve bu yüzden küçük kapitalisttirler. Küçük dükkân-kafe sahipleri, berberler/kuaförler işçi çalıştırıyorlarsa küçük bir kapitalist, kendi emek güçlerini harcayarak ürettikleri hizmeti satıyorlarsa ara katmanlardandır.

“CEO’lar, üst yöneticiler, başmühendisler (…) kapitalist sınıftandırlar. (…)

Üretim aracı sahibi olmayan, esas olarak emek gücünü satarak yaşayan, üretim ve dolaşımda sermaye adına alt düzey denetim ve gözetim işlevlerini yerine getiren, eğitim ve becerileri nedeniyle ücret gelirleri nitelikli işçilerden yüksek olan emekçiler, çelişkili ara sınıf konumundadırlar. (…) Başka bir deyişle, tartışma konusu çalışanların bir bölümünün orta sınıf ‘küçük burjuvazi’ olarak nitelenmesi mümkün (…)” (s. 113).

CEO’ların, üst düzey yöneticilerin, başmühendislerin, kapitalist olduklarına katılıyorum. Çünkü bunlar kolektif kapitalistin bileşeni olarak sömürü ilişkisinin, sermaye tarafında yerlerini alırlar. Aldıkları yüksek ücretler, kendi emek güçlerinin değerini yansıtmaz. Üretilmiş artık değerden aslında ufak olan bir payı, ücret formunda alırlar. Öte yandan, alt düzey denetim ve gözetim işlevlerini yerine getiren yöneticiler, mühendisler, “çelişkili ara sınıf” konumunda değillerdir. Çünkü bunlar kolektif emekçinin bileşeni olarak artık değer üretimi sürecine doğrudan ya da dolaylı olarak katılırlar. Kendi emek güçlerinin değerini yansıtan ücretleri vardır. Kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumlarda, sınıflar ya sömürülürler, ya da sömürürler; ara katmanlar ise bir sınıf oluşturmazlar.

Dolayısıyla Yurtsever’in şu yazdıklarına da katılmıyorum: “Kafa emeği için söylenenler, bu kesim (bilişim sektöründen bahsediliyor- MB) için de geçerlidir. Burada da, (…) üç sınıflı bir yelpaze söz konusudur.” (s. 121). Tekrarlayalım bilişim alanında da üst düzey yöneticiler ve CEO’lar, üretilen artık değerden pay alırlar. Ücretli bilişim emekçileri, tasarım yapan, yazılım üreten mühendisler vb. emek güçlerini satıp, patronları için artık değer üretirler.

“Hiyerarşinin altlarında ise, çeşitli açılardan durumları çelişkili olan ücretliler grubu yer alıyor. İkili ya da ara sınıf karakteri gösteriyorlar. (…) Emek sürecinin örgütlenmesinde iki temel sınıfın ikisinden de farklı yerler tutuyorlar.

Görüldüğü gibi, yeni küçük burjuvazi orta sınıf geleneksel küçük burjuvaziden farklı özellikler taşıyor. Kapitalist üretim biçiminin iki temel sınıfından hiçbirine ait olmamak ortak özelliğini ise sürdürüyor.” (s. 156-7)

“İkili sınıf karakteri”, “çelişkili durumlar”, “iki temel sınıftan hiçbirine ait olmamak”… Oysa kapitalist işletmedeki işbölümü üzerinden artık değer üretimi sürecine katılan ve eskiden sermayedarın işlevleri olan yönetim, denetim, gözetim gibi işlevlerin bir bölümünün emekçilere devredilmesiyle bunları günümüzde üstlenmiş olan çalışanlar, kolektif işçinin bileşenidir.

9. Yurtsever, “mübadele değerine dönüşmeyen kullanım değeri üreten emeği”, bir “üretken olmayan emek” türü sayıyor ve “karşılığı ödenmeyen ev içi emek, özel hizmetçinin emeği, facebook kullanıcısının emeği” örneklerini veriyor (s. 47). Buna katılıyorum. Kafa karışıklıklarına yol açabilen bu örneklere değinmek istiyorum.

Ev içi emek, mübadele değerine dönüşmeyen kullanım değeri üreten emektir ve doğrudan artık değer, dolayısıyla sermaye üretmediğinden, “üretken olmayan emek”tir. Erkek işçinin veya eşinin ücretinin içinde, ağırlıkla kadının ev içi emeğine karşılık gelen, her ikisinin ve çocuklarının ertesi gün yaşamaları için gerekli bu emek türünün parasal karşılığı bulunmuyor. Bu ev içi harcanan emeğin değeri/değişim değeri yok, sadece yararlılığı, yani kullanım değeri var.

Özel hizmetçiler, değişim değeri ve artık değer değil, hizmet ve artık hizmet üretirler. Ürettikleri hizmet, mübadeleye girmez. Ürettikleri hizmetin karşılığı olan bir ücreti değil, emek güçlerinin değerine tekabül eden bir ücreti alırlar. Yani sömürülürler.

Facebook kullanıcısının emeği hakkında ne denebilir?.. Bu kullanıcıların emeği, değişim değeri yaratmaz. Bu kullanıcılar “sermaye için kullanım değeri, yani reklam sanayi için hedefli reklam alanı yaratırlar” (s. 127). Aslında Facebook kullanıcılarının, bilişim mühendisleri tarafından üretilmiş bir meta olan bu platformun, kullanım değerini tükettikleri, ondan yararlandıkları, onu kullandıkları açık olmalıdır. Bu metayı kullandıklarından ötürü bir parasal karşılık ödemiyorlar, çünkü bu kullanımlar sırasında içlerinden bazıları reklamlara tıklayıp, inceleyebiliyor ve hatta reklamı yapılan metaları satın alabiliyorlar.  Ursula Huws, “sosyal ağ ve arama motoru sitelerinin payına düşen değerin, emeğin ürettiği artık değerden elde edildiğini, ama siteleri kullanan insanların emeğinden değil, bu sitelerde reklamı yapılan metaları üreten işçilerin emeğinden elde edildiğini savunuyor” (s. 125-6); ben de öyle düşünüyorum. “Sosyal medya kullanıcıları, kuşkusuz bu etkinlik alanıyla sınırlı bir ölçüt açısından karşılığı ödenmemiş emekçilerdir (italikler bana ait-MB).” (s. 127). Sosyal medya kullanıcılarını “emekçi” saymak uygun değilse de, sermaye için kullanım değeri ürettikleri ve karşılığı ödenmeyen bir emek sarf ettikleri doğrudur. Özetle, sosyal medya kullanıcılığı, adı üzerinde bir kullanımı, tüketimi anlatır, ama bu artık değer üreten bir tüketim değildir; değişim değeri yaratmaz.

“(…) sosyal medya kullanıcısının reklamları izleyerek geçirdiği zaman, reklamı veren kapitalistin toplam artık değerdeki payına yaptığı katkı ölçüsünde karşılığı ödenmemiş bir emek-zaman olarak değerlendirilmektedir.” (s. 125) Burada Yurtsever, Christian Fuchs’un düşüncelerini aktarıyor. Reklamı izleme süresinin, “telepatik” bir etkiyle, reklamı yapılan metaların içerisinde somutlaşan artık değere katkı yaptığını düşünmek elbette, absürttür.

10. “Geleneksel küçük burjuvazinin çok önemli bir bileşeni” olan “kentlerdeki serbest meslek sahipleri” için Yurtsever şunları yazıyor: “Ayrıksı durumlar dışında, doğrudan artık değer üretmez, başkasının ürettiği değere doğrudan el koymaz, verdikleri mesleki hizmet emeği karşılığı olarak genellikle ücretli işçilerin çok üstünde gelir elde ederler.” (s. 153). Oysa Marx’ın küçük köylüler ve zanaatçılar için yazdıkları bu toplumsal kesim için de geçerlidir; artık değer üretmeleri olasıdır ve ürettikleri artık değere kendileri “el koyar”.

11. “(…) bu dönemde ücretli profesyonellerin bir bölümünün Marksist sınıf ölçütleriyle de orta sınıf konumlarına yükseldiğini kabul etmek gerekiyor. (İtalik benim-MB)” (s. 158). Bahsedilen yer Türkiye ve zaman 1980 sonrası yıllar. Yurtsever neredeyse bu kesimlerin gelirlerindeki artışla “sınıf atladıklarından” bahsedecek.

“Özal döneminin pragmatik, yiyiciliği, rüşveti hoş gören, kentliliği, tüketimciliği, bireyciliği, küreselciliği özendiren, varlıklı olmayı, ‘Hatice değil netice’ anlayışıyla kutsayan, yeni ‘değerler’, yeni bir orta sınıf kültürü yaratmıştır.” (s. 159). Bu yoz liberal değerler, aslında toplumumuzdaki egemen ideolojinin liberalizm bileşeninden gelen bazı motifleridir. Yani ülkemizdeki tüm sınıflarda ve katmanlarda gözlenen genel değerler.

12. Yurtsever, serbest meslek sahipleri ile “yeni orta sınıfın zihinsel emekleriyle, eğitimle kazanılmış mesleki-entelektüel kapasiteleriyle sivrilen kesimleri”ni (s. 186), “orta sınıf ideolojisinin üretiminde ve yayılmasında aktif ve etkili olan” kesim olarak görüyor. “Toplumun eğitimli, entelektüel yetenekleri olan, ‘aydın’ da denen kesimi, yalnız orta sınıf küçük burjuva ideolojisinin değil, burjuva ve işçi sınıfı ideolojilerinin de ana üreticisidir.” (s. 189). Kanımca, nesnel sınıfsal konumlarını dikkate almanın teorik bir anlamının olmadığı, kapitalistlerin ve proletaryanın “organik aydınları”, ideologları, yazarları, sanatçıları ve siyasetçileri var. İdeolojik, sanatsal ve siyasal üretimde, bu üretimleri yapanların toplumsal iktisadi ilişkiler içerisindeki yeri dikkate alınarak yorum yapmak kafa karıştırıcı ve yanıltıcıdır. Bu üretimleri yapan kişileri karakterize eden, ideolojik angajmanlarıdır. Örneğin Engels, babasının fabrikasında hissesi var diye devrimci bir “burjuva” olmaz; proletaryanın politik ve ideolojik temsilcisidir.

Dolayısıyla Yurtsever’in şu yazdıklarına katılıyorum:

“İki temel sınıf arasında ara konumda olması ayırt edici özelliklerinden biri olduğu için küçük burjuvazi orta sınıfın bağımsız sınıf çıkarı, ideolojisi, siyaseti ve programı olamıyor. (…)

Bu özelliğinin sonucu olarak bu sınıf kendi başına iktidar olma ve sürdürme yeteneğinden yoksun olduğu gibi, kapitalizme ve kapitalistlere doğrudan karşı da çıkamıyor. (…)

(…) Bunların bir bölümü kapitalist sınıfa, bir bölümü proletaryaya bağlanıyorlar.” (s. 189-190)

Aslında Yurtsever, bu toplumsal kesimlerin bağımsız gelecek tasarımı, ideolojisi ve siyaseti olmadığını söylerken, bu boyutlarıyla da bir “sınıf” oluşturmadıklarını söylemiş olmuyor mu?.. “Orta sınıf” denen bu kesimin, egemen ideolojinin eklektik “çorbası” üretilir ve yeniden üretilirken eklediği bazı öğeler, değerler, malzemeler vardır ve bu “çorba”dan kendi payına çeşitli öğeleri ayırıp seçerek  “tükettir.” Örneğin bu kesimden bazıları dindarlığı ve muhafazakârlığı, milliyetçiliği, liberal değerlerle eklemlerken, diğer bazıları seküler/laik ilkeleri liberal değerlerle eklemler.

Yurtsever, kafa emekçilerinin, serbest meslek sahiplerinin ve diğer “yeni küçük burjuvazinin” yaşam biçimi ve dolayısıyla kültüründe soyutlanabilecek bazı özellikler görüyor: “Kentlilik, tüketimcilik, bireycilik, girişimcilik, küreselcilik bu kesimin ortak yaşam-kültür kodlarıdır.” (s. 191). Daha önce belirttiğim gibi bunlar liberal ideolojik-kültürel kodlardır ve dincilik, milliyetçilik gibi başka ideolojilerin motif ve kodlamalarıyla birlikte egemen ideolojik formasyona (“çorba”) katılır.

Yurtsever “orta sınıf”ın “ideolojik çizgileri” olarak şunları sıralıyor: “sınıflar üstülük”/”sınıfsızlık ideolojisi”, “liberal-liberter özlem ve refleksler”, “uçlar arasında ortacılık ve ortalamacılık”, “en alttakilere karşı eleştirel-mesafeli tutum, aşağılayıcı” bakış (örneğin Kürtleri ve Suriyeli sığınmacıları dışlayan bir bilinç)… (s. 192-7). Bu ideolojik reflekslere, tavırlara karşı verilecek ideolojik mücadelenin önemini kabul ediyorum. Özellikle de proletaryanın görece daha eğitimli bölmelerinde yer alan emekçilere dönük olarak…

13. Son olarak önemli gördüğüm iki saptamayı alıntılamak istiyorum:

“Ekonominin siyasetten bağımsızlığı savı bir aldatmacadır.” (s. 53)

“Ekonomik mücadele-siyasal mücadele ayrımı aldatmacasının soldaki yansıması, ekonomizm ve politisizm olarak ortaya çıkmaktadır. (…) Politisizm, “siyaseti” (…) “iş” ve “yaşam” ilişkilerinin dışındaki devlet-iktidar alanıyla sınırlamaktadır.” (s. 53).  Devlet, emek/üretim süreçlerini ve emek gücünün yeniden üretildiği yaşam süreçlerini, yasalar, yönetmelikler yoluyla ve gerektiğinde baskı gücüyle düzenler. Bu süreçlerde üretilen ve yeniden üretilen ya da bu süreçlere taşınan ideolojik-kültürel kodlar da, üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde önemlidir. 

***

“Orta sınıf” kavramlaştırması, Gezi İsyanı sonrasında bazı akademisyenler tarafından gündeme getirilmişti. Bu kavramlaştırmaya karşıt olarak, benim de dâhil olduğum diğer cephe, “Gezi İsyanı’na katılanlar ağırlıkla işçi sınıfındandır (aileleri emekçi olan ve geleceğin proleterleri olacak öğrenciler de dâhil)” şeklindeki tezi savunmuştu. Haklıydık…

Onur Uca’nın yazdığı Türkiye’de Orta Sınıfın Fotoğrafı: Akışlar ve İlişkiler adlı bir saha araştırmasını içeren çalışmadan uzun bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

“Buna göre görüşülen maddi olmayan emek üreticilerinin tamamına yakını kendisini işçi sınıfı olarak diğerleri ise memur olarak tanımlamaktadır. Bunun başlıca sebepleri şu şekilde sıralanabilir;

  • Yoğun rekabet ortamında çalışmaktadırlar. İş hayatında tutunabilmek için çok çalışmak ve kendilerini geliştirmek mecburiyetindedirler. Ama bu emeklerinin karşılığını elde edemediklerini düşündüklerinden kendilerini işçi olarak görmektedirler.
  • Aşırı iş ve rekabet ortamından sıyrılarak orta sınıf olabilmiş bir beyaz yakalı işçi daha az angarya iş yapmaktadır. Ancak orta sınıf olarak kalabilmek için daha kritik kararları doğru bir şekilde almak zorundadır. Bunun için orta sınıf üyesi beyaz yakalı işçi kadar hatta hiç ara verme şansı olmadan çalışmaktadır. Bu nedenle orta sınıf üyesi olabilen maddi olmayan emek üreticisi, kendisini işçi olarak tanımlamaktadır.
  • Sektör beyaz yakalı olarak kalma süresini belirlemektedir. Bazı sektörlerde beyaz yakalı işçi pozisyonunda çok fazla kişi çalışırken yükselebileceği pozisyon sayısı azdır. Aynı çalışma tecrübesine sahip kişiler diğer sektörlerde yükselirken bu sektörlerde yükselemez. Bundan dolayı bu sektörlerde çalışanlar, zaman içerisinde kendilerinin işçi olduğuna kanaat getirmektedir.
  • Maddi olmayan emek üreten bazı çalışanların işleri yaratıcı değildir. Rutindir. Aynı işi aynı makineyle, aynı sürede günde birçok kez yapmak zorundadırlar. Emek biçiminin getirdiği yaratıcılığı kullanamadığından bu kişiler kendini işçi olarak tanımlamaktadır.” (s. 187-8)

Aslında bu “sebepler”le bir şey açığa çıkmış oluyor: “maddi olmayan emek üreticileri”, çok çalıştıklarının farkındadır ve sömürüldüklerini hissetmektedirler. Kendilerini işçi olarak tanımlamaları, “orta sınıf efsanesine” inananlara ders verecek nitelikte… Rekabet, çok çalışma, rutin işlemlerle yapılan işe yabancılaşma, harcadığı tüm emeğin karşılığını alamama, bütün bunlar mavi yakalı işçiler de dahil, proletaryanın tüm bölmeleri için geçerli değil mi?..

Alıntılar; i. Orta sınıf Efsanesi, Haluk Yurtsever, Yordam Kitap, 2016, ii. Türkiye’de Orta Sınıfın Fotoğrafı: Akışlar ve İlişkiler, Onur Uca, NotaBene Yayınları, 1. Baskı, 2016 adlı kitaplardan yapılmıştır.

28 Aralık 2021 Salı

20 Aralık 2021 Gecesi’nin Bir Analizi-Mustafa Güney

Mustafa Güney

Türkiye 20 Aralık 2021 gecesinde çok ilginç bir gece yaşadı. Türkiye’deki kapitalizmi ya da ana akım iktisatçıların daha çok sevdiği terimle ifade edersek “serbest piyasa sistemi”ni sağlamlaştıran, temeli en azından son bir aydır atılmış büyük bir oprasyon yaşandı o akşam. Bu operasyon, sistemi uzun ve orta vade bir yana, kısa vade de bile ne kadar dengeye sokacak onu ilerileyen günler, haftalar ve aylarda göreceğiz. Yine operasyonun kendisinin başarılı olduğu ve sistemi sağlamlaştırma yolunda atılmış bir adım olduğu bence ortada. O akşam ne olduğunu anlamak için, öncelikle Marx’ın Kapital’in ilk cildinde bahsettiği prensibi hatırlamak lazım.

Marx Kapital’in birinci cildinde, kapitalizmin (bunu “serbest piyasa” olarak da okumak mümkün) işlemesi için iki kritik şarttan bahseder: İlki işçilerin bir işten öbür işe geçmelerinin olabildiğince kolay olması, yani bir patronun istediği zaman çalıştırdığı işçiyi kolayca kovup, ihtiyacı olduğunda kolayca çalıştıracak yeni işçi bulabilmesi. İkincisi, işçilerin sermayelerinin, hatta birikimlerinin olmaması… Birikimi olan işçi, patronu ile pazarlığa oturup onu daha iyi şartlarda çalışmaya zorlayabilir; en azından bir süre, belki de uzun süre işsiz kalmayı göze alabilir; hatta eğer sermayesi varsa, kendi iş yerini bile kurabilir. Sistem patronların olabildiğince düşük ücret karşılında çalıştırdıkları işçilerin ürettiklerini, olabildiğince yüksek fiyata satmaları üzerine kurulu olduğundan, işçiler güçlendikçe sistem zayıflar.

İşçilerin zayıf olması sistemin ayakta kalması için yeterli değildir. Daha güçlü bir işçi sınıfı, sistemi zayıflatan bir faktör olsa da, işçilerin daha üretken olmasını sağlayacak altyapının olmaması, sistemin işçiye daha çok çalışmasını sağlayacak motivasyonu verememesi, sermayedarların dünyanın geri kalanı ile bağlantılarının zayıf olması gibi faktörler de sistemi zayıflatır. Ancak işçilerin görece güçsüz olması, diğer tüm faktörlerden daha kritik ve hayatidir. Sermayedarların kazandığı parayı bir su kaynağından gelen su miktarı gibi görürsek… İşçiler güçsüzleştikçe, kaynaktan gelen su miktarı artar. Diğer faktörler, borularda bu suyun olabildiğince verimli taşınmasını sağlar. Taşıma sırasındaki kayıpları olabildiğince azaltır.

1850’lerden başlayarak sol mücadele, işçilerin içinde görece daha güçlü bir kesim yaratmıştır. Bu kesim, adım adım yaşam koşullarını iyileştirdiği gibi, özellikle 1950’lerden itibaren kısmi de olsa bir birikim sahibi olma imkânı bulmuştur. İşçilerin içinde bu kesim güçlendikçe kapitalizm de zayıflamış, dünyanın üçte biri zamandan geri çekilmek, birçok sektörü devletin kontrolüne terk etmek zorunda kalmıştır. Ancak yine 1950’lerden itibaren işçilerin içinde görece daha örgütlü ve zamanla daha birikimli olup bu sayede güç kazanan bu kesim izole edilmiş, birikimlerini kısa vadeli tüketim malları için harcamaları teşvik edilmiş, örgütsüzleştirilmiş ve en önemlisi, işçi kesimin içinde daha güçsüz ve örgütsüz olanlardan yabancılaştırılmıştır.

Bugün küresel olarak önde gelen finans şirketinde çalışan bir finans uzmanı kendini bir inşaat işçisinden daha farklı olarak görür ve çıkarlarının inşaat işçisinden farklı olduğuna inanır. Ancak onu çalıştıran şirketin sahibi için ideal olan, o uzmanın çalışma koşullarını ve gelirini mümkünse inşaat işçisi ile benzer hale getirmek, bunu yapamıyorsa o işçinin düzeyine olabildiğince yaklaştırmaktır. Bunun bir yolu daha birikimli, bankada daha fazla parası olan bu daha yüksek ücretli işçi kesiminin, yani finans uzmanlarının, mühendislerin, akademisyenlerin, doktorların birikimlerini yok etmek, ya da en azından azaltmaktır.

Buradan 2021 yılı Türkiyesine dönebiliriz. 2021 yılı Türkiyesinde emekçi kesime motivasyon sağlayamayan, dış dünya ile kurduğu ilişkileri giderek kötüleşen, bürokratik ve devlete ait alt yapının giderek kötüleştiği, yani borudan akan suyun giderek daha fazlasının damlayarak ziyan olduğu bir ekonomik sistem vardı. İşçi sınıfı, düşük gelirlisi, yüksek gelirlisi güçsüzdü. Ancak birikimi olan, en azından dışarıda iş bulmaya çalışabiliyordu. Böyle bir sistem doğal olarak sermayedarları mutsuz ediyordu. Kaynaktan gelen su onları tatmin edecek düzeydeydi, ancak borulardan su geçerken çok su kaybedildiğinden, onlara ulaşan su miktarı düşüktü ve giderek azalıyordu.

İktidar ise kendi altyapısının, yani suyu getiren boruların çok sağlam olduğunu, su kaybının kendisine düşman kesimler tarafından düzenlenen sabotajlar yüzünden gerçekleştiğini söylüyordu. Ancak iş dünyası 2021’in başında, son bir aydaki kadar olmasa da, giderek daha fazla tepki duyuyordu iktidara. İş dünyası hem parasal güçleri, hem de örgütlülükleri ile iktidar açısından dikkate alınması gereken bir kesimdi. Bir yolunu bulup, bu kesimi en azından kısa sürede memnun etmek gerekiyordu. Bu hem kısa vadeli olarak birilerinin evlerinde depoladığı suyu bu kesime aktararak, hem de kaynaktan gelen su miktarını arttırarak yapılacaktı. Sonrasında sermayedarlar, kısa süre için de olsa tamir edildiğinde, boruları sabote edenlerle ilgilenilip, sorun çözülecekti.

Böylece Türkiye Kasım ayına geldi. İsterseniz sonra olanlara, üç farklı insanın gözünden bakalım: Reis’ine güveni tam olan, ancak özünde partideki bağlantıları üzerinden her hangi bir gelir elde etmeyen bir AKP’li işçi; Erdoğan’a hiç güvenmeyen bir muhalif işçi ve bir büyük sermayedar. İkinci kişinin yani muhalifin ne yaptığı konusunda, kendi üzerimden örnek vereceğim. Tabii bankada kaydadeğer parası olmayan işçi kesiminin güçsüz bölümü burada analizin dışında.

Kasım ayının başına kadar Reis sevdalısı olan AKP’li, TL’nin değer kaybını gördüğü halde, ülkesine güvenme adına parasını TL’de tutmuş olsun. Muhalif ciddi bir birikimi varsa, yükselen dolar fiyatlarını görüp, muhtemelen parasını dolara yatırmış olabilir. Ancak eğer benim gibi, birikimi daha sınırlıysa ve ileride bankadaki parasının tamamına yaklaşan harcamalar yapmayı bekliyor ve planlıyorsa, hiç al sat yapmayayım para TL’de kalsın da demiş olabilir. Büyük sermayedar yükselen doları gördüğü anda zaten birikiminin tamamını dolarda tutuyor olmalı. Sonuçta yeterince büyük parası olan sermayedar, hem küçük birikim sahibi gibi kur farkı ödemek zorunda değildir, hem de kapitalizmin kuralları gereği (isterseniz “serbest piyasa”nın kuralları da diyebilirsiniz) “üretimci” de olsa, boşta olan parasının değerini olabildiğince korumak, mümkünse arttırmak zorundadır. Kısacası Kasım ayı başında sermayenin parasını dolara yatırması beklenir; küçük birikimciler ise, paralarını dolara çevirme konusunda en azından acele etmemiş olabilirler; Erdoğan’a güvenen bir grup ise parasını hala TL’de tutuyor olması beklenir. Para değer kaybetse de bu kayıp tolere edilebilir olduğu sürece, insanlar parasını dolara yatırmak için en azından acele etmezler.

Bu arka planın yaşandığı bir Türkiye’de, derken bir anda Merkez Bankası başkanı değişti, sonra da doların fiyatı 10 TL’nin üzerine çıktı. O günü hatırlıyorum. Aylar sonra bir miktar para biriktirmiştim. Paranın belli bir düzeyin üstüne çıkmasını bekliyordum, bir kısmını dövize döndürmeden önce. Dolar 10 TL’nin üstüne çıkınca daha fazla beklemek enayilik dedim. Dolar biraz aşağı insin, paramı dolara çevireyim… Sonra Erdoğan konuşma yaptı ve tepki alımı ile aşağı inmesini beklediğim dolar yeniden zıpladı. Ben de artık bekleyecek vakit yok diyerek 12 TL’nin altına düştüğü anda tüm birikimimi dolara çevirdim.

Sonra geldik Kasım sonuna; Erdoğan faizi düşürmeye devam edeceğiz dedi. Her konuştuğunda dolar arttı. Aralık maaşımı aldığımda maaş sabah değil de öğlen saatlerinde yattığı için bile, doları 13,6 TL düzeyinden alarak zarar ettim. Dolar yukarı fırladı diye.

Tüm bunlar yaşanırken, Reis sevdalısı, muhalif ve büyük sermayedar ne hissediyordu? Eğer 20 Aralık gecesi neler olacağını tahmin edemiyorsa, hiçbiri mutlu değildi. Parası TL’de olan Reis sevdalısı, tüm birikiminin yanıp kül oluşunu izliyordu. Muhalif TL’de tuttuğu parasını hızla dolara çevirdiyse parasını kurtarmıştı. Ancak ne olduğu ve ne olacağını anlamayıp, özellikle Aralık başına kadar beklediyse ve parayı yeterince hızla dolara çeviremediyse aldığı maaşın alım gücü erimişti. Bunu başardıysa bile maaşı TL üzerinden olduğundan, ileride kazanacağı paranın değeri düşüyordu. Büyük sermayedarın kazancı TL üzerindendi ve o da aşağı iniyordu. Herkes isyan ediyordu.

Bu isyana karşı AKP, kendileri açısından bir sorun olmadığını dile getiriyordu. Dolar 16 TL düzeylerine gelmişti, ama bu bir sorun değildi, cari açık kapanacaktı, ekonomi gayet iyiydi. Kısaca doların günde 1 TL yükseldiği günlerde AKP piyasaya, Reis sevdalısına da, muhalife de, hatta 20 Aralıkta ne olacağını öngöremeyen sermayedara da, “biz doların yükselmesine karşı hiçbir şey yapmayacağız” mesajı verdi. Bu mesajı alan, bir de fiyatların yükselişini izleyen herkes, Aralıkta dolar 15’lere, 16’lara, 17’lere çıkınca, tüm birikimleri ile dolar, altın, avro aldı. En azından kısa vadede hızla harcanması gereken para ve banka hesabında faiz getirecek diye bekleyen para, TL olarak tutulurken, TL tüm kaynaklardan çekilebildiğince hızla çekildi ve dolar alındı. “Zararın neresinden dönsek kardır” diyerek… Eğer 20 Aralık akşamı maaş alıyor olsaydım, ben de o maaşla 18 TL’lik kurdan dolar alırdım muhtemelen. 

20 Aralık akşamı Erdoğan ekonomik önlemlerle ilgili bir toplantı yapacağını söyledi. Söyledi söylemesine ama Erdoğan bu toplantıları Kasım ayından beri yapıyordu; her seferinde “gidişattan çok memnunuz, böyle devam edeceğiz” demişti. Bu defa farklı bir şey beklemek için bir neden yoktu. İlaç niyetine de olsa, “dövizdeki gidişattan endişeliyiz, önlem alacağız” gibi bir açıklama yoktu Erdoğan’dan.

O gece uykusu gelen yattı, kimileri haberleri kapatıp bilgisayarından dizisini izledi, bilgisayar oyununu açtı, çocuğunun ödevine yardımcı oldu. Bu insanların içinde hem Reis sevdalıları vardı, hem muhalifler, hem de en azından o gece ne olacakları tahmin etme imkânı olmayan büyük sermayedarlar. Bir farklı büyük sermayedarın o gece, bilgisayar başında ne olduğunu takip eden ve olası fırsatları değerlendirecek maaşlı çalışanları vardı.

Erdoğan toplantısını yaptı. Sonra kamera karşısına geçti ve dövizin artışına karşı bir önlem alacağını açıkladı. Saniyeler geçti. O saniyeler boyunca dünyanın en iyi finans uzmanı dâhil kimsenin o önlemi tam anlamı ile anlaması, değerlendirmesi, işe ne derece yarayacağı konusunda karar vermesi mümkün değildi. Sadece bir şey açıktı, haftalardır “dövizin artışı umurumuzda bile değil” diyen bir iktidar, dövizi indirmek için bir şey yapacaktı.

Burada Keynes’in “Güzellik Yarışması Prensibi” devreye girdi. Keynes’e göre herkesin olabildiğince kar etmek istediği bir piyasada, bir şeyin değerini düşürmek için, o şeyin değerinin düşeceği izlenimi yaratmak yeterliydi. Ertesi gün yağmur yağacağı söylentisi mesela, şemsiyelerden kazanç elde etmeyi bekleyen herkesin şemsiyelere hücum etmesini sağlardı. Bir noktadan sonra yağmurun yağıp yağmayacağı da önemsiz hale gelirdi. Birileri yağmurun yağacağına inanıp şemsiye almaya başladığında, şemsiye fiyatları artacak, fiyat arttığı için, şemsiye alıp satmak kazançlı hale gelecek (10 TL’den alıp bir saat sonra fiyat 12 TL olduğunda satmak mümkün olacağı için) ve insanlar sırf bu nedenle, belki de kişisel olarak yağmurun yağmayacağından emin olan bir hava durumu uzmanı da dahil, şemsiye alacaktı. Elbette olabildiğince para kazanmayı amaçlıyorlarsa…

Erdoğan’ın o gece açıkladığı önlemin de işe yarayıp yaramayacağı, ne olduğu önemsizdi. Erdoğan doların değerinin düşmesi için bir şey yapacaktı ve bu açıklamanın ardından hemen ilk saniyelerde dolar düşmeye başlamıştı. Artık herkes, bireysel olarak bu önlemin hiçbir işe yaramayacağını, doların iki üç haftaya yeniden yükselmeye başlayacağına inansa bile, en azından piyasanın bu önlemin işe yarayacağına inandığına ikna oldu. Bu da yeterliydi.

Erdoğan hala televizyonda konuşuyordu. Birkaç dakika geçmişti. Telefonu elime aldım, bankanın telefondaki uygulamasını açtım. Doların fiyatı 18,20 TL’den 17,20 TL’ye düşmüştü. Döviz satışını açtım, sahip olduğum tüm dolar miktarını, satış miktarı bölümüne yazdım. Bir dakika kadar tereddüt ettim. Satayım mı dedim, piyasa bu önlemi gerçekten “satın aldı” mı? Yoksa bu bir iki dakikalık bir oynama mı? Sonra kısa süreli bir oynama ise yeniden 18 TL’ye çıkar, fazla zarar etmem; ama doların fiyatı inerse, nereye ineceği belli olmaz dedim. Sat tuşuna bastım. Doların fiyatı değişti, 16,80 TL oldu mesajı geldi. Elimden geldiğince hızla sayfayı yeniden açtım, miktarı yine yazdım ve doları sattım. 11,8 TL’den ve 13,6 TL’den aldığım doları 16,8 TL’den satmıştım. Kazançlıydım. Birkaç dakika sonra annemin bankadaki avrosunu da sattık. Geceyi atlatmıştık, dahası o gece yapılan büyük servet transferinden pay almıştık.

Ancak herkes o kadar şanslı değildi. Son anda dolara dönmüş Reis sevdalısı ve muhalif işçiler, hatta bilgisayar başında bekleyen bir çalışanı olmayan küçük sermayedar, eğer o gece televizyon başında değilse, erken yattıysa, çocuğu ile oyun oynuyorsa, telefonu-bilgisayarı bozuksa, o gece ne olduğunu anlamadı. Ya da ne olduğunu görüyor ama internet bankacılığına ulaşamıyorsa, gece boyunca çaresizce birikiminin erimesini izledi.

Acaba parasını 20 Aralık akşamına kadar TL’de tutan bir Reis sevdalısı işçi veya sermayedar var mıydı? Varsa onlar açısından da durum çok iç açıcı değildi. Onların parası zaten 2021 başından beri değer kaybetmişti ve en azından şu an için paraları hala 20 Aralıktan bir ay önceki değeri ile kıyaslandığında bile daha değersiz.

Peki büyük sermayedarlar o geceyi nasıl geçirdi? Onlar açısından gece muhtemelen çok keyifliydi. İçlerinden o gece neler olabileceğine ilişkin hiçbir fikri olmayan, çocuğu ile oynayan, bilgisayardan dizisini izleyen varsa, onlar bilgisayar başında bekleyen ücretli görevlilerinden telefon aldılar. “Erdoğan az önce açıklama yaptı. Filanca önlemi alacakmış. Dolar/Avro/Altın değer kaybediyor ne yapalım?..” En tedbirli, en yavaş karar alan büyük sermayedar bile 10 dakika içinde ne olduğunu, ne yapması gerektiğini anladı (içlerinde benim kadar eli titreyeni yoktur muhtemelen) ve belki 17 TL’den olmasa da 16,5 TL’nin üstünden tüm dolarını veya benzer bir düzeyden tüm parasal varlığını TL’ye çevirdi. Sonrası daha eğlenceliydi.

Ben o gece, doları satıp beklediğim halde, bugün o gece sattığım doların üçte birinden fazlasını alabiliyorum. Yani paramdan yüzde 33 kazanç elde ettim. Bir gecede. Doları oldukça geç almış olsam da, TL üzerinden de büyük bir kazancım var. Büyük sermayedar kur farkını ödemediği, doları çok daha hızlı alıp sattığı için, kazancını çok daha yukarıda tuttu. Bir gecede ceplerine, bir ayda kazanabileceği para girdi. Daha usta olanlar 21 Aralıkta kurun aşağı yukarı oynamasından da sağlam kazanç elde edip, o parayı ceplerine koydular. Para halinde tuttukları sermayeden yüzde 50’nin üstünde kazanç elde eden oldu muhtemelen iki günde.

Borudan geçip ellerine gelen su miktarından dolayı sızlanan büyük sermayedarın kapısına bir tanker bedava su bırakıldı kısacası. Olacaklar hakkında en ufak bir haberi olmayan büyük sermayedarın bile. Üstelik bunun üstüne ikinci bir hediye daha aldılar. Birikimi olan işçilerin, yani adlarına bankada parası olan mühendisin, doktorun, akademisyenin, hatta ve hatta o gece hızlı hareket edememiş finans uzmanının ve ayrıca küçük sermayedarların önemli bölümünün birikimleri buharlaştı. İşçiler Marx’a göre ideal olan birikimsizliğe daha çok yaklaştılar, sermayedarlara rakip olabilecek küçük esnaf güçsüzleşti. Büyük sermayedarın pazarlık payı arttı, yani boruya en baştan giren su miktarını arttırma imkanı elde etti.

Aslında bunun üzerine bir de üçüncü hediye aldılar. “Gâvurun parasına, para yatırmayacaktınız, TL’ye güvenecektiniz kardeşim” diyecek iktidara karşı, yitip giden birikimlerinin hesabını sorma imkânı da ellerinden alındı. Ki TL’ye güvenip 2021 boyunca parasını bu para biriminde tutmuş olanlar, 22 Aralık itibari ile hala zararda olmuş olmalarına rağmen. Doların günde 1 TL yükselmeye başladığı son anlara kadar güvenini korumuş fakat son anda panikle dolar, avro, altın alanlar en büyük zararı etmiş olmasına rağmen.

Erdoğan’ın doları düşürmek için yapacağı, o ilk etapta kimsenin anlamadığı (dünyanın en dahi finans uzmanının bile Erdoğan’ın o açıklamasının tam anlamını analiz etmek için birkaç dakikaya ihtiyaç duyacağını düşünüyorum) o şeyin ne olduğu ve ne kadar işe yarayacağının 20 Aralık ve 21 Aralık’ta olanlarla ilgisi yok. İnsanlar o gece ve ertesi gün yağmurun gerçekten yağıp yağmayacağı ile ilgilenmedi. Daha yağmurun yağıp yağmayacağı konusunda en usta hava durumu uzmanının bile karar veremeyeceği kadar kısa sürede insanlar, piyasanın yağmurun yağacağına ikna olduğuna inandırıldı ve tek başına bu durum, insanların şemsiye piyasasına yani TL’ye hücum etmesine ve TL’nin değerinin yükselmesine yetti.

Erdoğan’ın yapacağı şeyin ne işe yarayacağı bir iki hafta içinde kendisini gösterecek ve bu ayrı bir tartışma ve yazı konusu. Ancak o şey ne olursa olsun, bu o gece büyük sermayedarlara verilen hediyenin değerini azaltmıyor. Kapının önüne bırakılan bir tanker su ve borudan geçecek suyun artma imkânı, sermayedarları en azından kısa süreliğine memnun etmeye yetecektir. Sermayenin memnun olması da, en azından sesi en yüksek çıkan kesiminin ekonominin iyi gittiğini söylemesini sağlayacaktır. Sermayedarlar, aslında zaten işçilerin ve küçük sermayedarların elinden alınmış olan o bir tanker sudan bir kısmını işçilerin ve küçük sermayedarların bir kısmına geri verirse, onlarda da en azından buna da şükür duygusu yaratılır.

Ancak boru sistemi tamir olmayacaktır, çünkü AKP açısından sistemde sorun yoktur. Borular giderek daha fazla su kaçırmaya devam edecektir. Sermayedarların kapısının önüne bırakılan bir tanker suyun, onları ne kadar tatmin edeceğini ise zaman gösterecek.

17 Aralık 2021 Cuma

Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı Giriş'ten Pasajlar-Auguste Cornu'nun Açıklaması

 

Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı Giriş’ten (Marx) pasajlar

Auguste Cornu’nun açıklaması

"Almanya için dinin eleştirisi özsel olarak sona erdi ve bu eleştiri de her eleştirinin ön koşulunu oluşturuyor. Yanılgının kutsala saygısız varoluşu, göksel niteliği kınanır kınanmaz saygınlığını yitiriyor. Göğün bir üstün-insan aradığı aldatıcı gerçekliğinde kendinin öz yansısından başka bir şey bulmayan insan, kendi tam gerçekliğini aradığı ve araması da gereken yerde artık ancak kendinin yansısını, yani insan dışı bir varlığı bulmaya yatkın görünmüyor.

Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı din değil, dini insan yapıyor. Din, ya henüz kendi varlığını gerçekleştirmemiş ya da onu yitirmiş bulunan insanın bilincini oluşturuyor."

 

Makalesinde Marx, her toplumsal eleştirinin zorunlu başlangıcını oluşturan ve Feuerbach'ın sonuna kadar götürmüş bulunduğu din eleştirisinin, insana kendi gerçek yaşamını imgesel değil ama gerçek ve somut bir biçimde yaşayabilmek için artık göksel, aldatıcı bir biçimde değil ama gerçek bir biçimde sahip olmak istediği kendi gerçek doğasının bilincini vererek, insanal kurtuluşun gerektirdiği koşulları yaratmış olduğu saptamasından hareket ediyordu.

 

  

 

"Ama insan gerçek dünyanın dışında yer alan soyut bir varlık oluşturmuyor. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor."

Feuerbach'ın eleştirisini toplumsal düzeye oturtan Marx, insana kendi gerçek doğasını, yabancılaşmış özünü geri vermek için, Feuerbach’ın düşündüğü gibi, dinsel yanılsamayı ortadan kaldırmanın yetmediğini, ayrıca ve özellikle bu yanılsamayı doğuran toplumsal koşulların da ortadan kaldırılmasının gerektiğini gösteriyordu. Feuerbach dini insanın yarattığını çok iyi göstermiş bulunuyordu, ama o insanı insan türü ve doğa ile ilişkileri içinde, genel antropolojik bir açıdan düşünüyordu. Oysa insan her şeyden önce, yaşama ve düşünme biçimini özsel olarak toplumun belirlediği toplumsal bir varlık oluşturuyordu.

"Bu devlet ve bu toplum dini, yani dünyanın yanlış bir bilincini üretiyor, çünkü kendileri tersine çevrilmiş bir dünya oluşturuyor. Bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, mantığının halksal biçimi, tinselci "onur sorunu" olan din, onun kendinden geçmesini, ahlaksal onaylanmasını, görkemli tamamlayıcısını, genel teselli ve doğrulanma biçimini oluşturuyor. Din insanal özün imgesel gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz tam bir varoluşa sahip bulunmuyor. Öyleyse dine karşı savaşım, dolaylı olarak dinin tinsel aromasından başka bir şey olmadığı bu dünyaya karşı savaşım anlamına geliyor."

Eğer toplum dini, yani gerçekliğin yanılsama durumuna geldiği tersine çevrilmiş bir dünyayı yaratıyorsa, bu onun kendisinin tersine çevrilmiş bir dünya olmasından ileri geliyordu. Din gerçekte toplumun teorik dışa vurumundan, tinsel yansımasından başka bir şey oluşturmuyordu; eğer din insanal öze aldatıcı bir gerçeklikten başka bir şey vermiyor ve bu aldatıcı gerçeklik dinde imgesel bir varoluştan başka bir şey bulmuyorsa, bu da insana gereksinimlerinin aldatıcı bir giderilmesinden başka bir şey sağlamayan ve güncel toplumda insanal özün tam bir gerçekliğe sahip bulunmamasından ileri geliyordu.

 

"Dinsel sefalet, bir yandan gerçek sefaletin dışavurumunu, öte yandan bu sefalete karşı bir protesto oluşturuyor. Din mutsuzluk altında ezilen insanın içli ezgisini, insan dışı bir dünyanın ruhunu, tinsizleştirilmiş bir toplumun tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.

Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunun gerçekleştirilmesi anlamına geliyor; halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalarından vazgeçmesini istemek, bu yanılsamayı zorunlu duruma getiren bir durumun ortadan kaldırılmasını istemek anlamına geliyor. Böylece dini eleştirmek, dinin göksel yansımasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisini eleştirmek anlamına geliyor."

Toplumda hüküm süren sefaletin yol açtığı din, bu sefalete karşı bir protesto, ama ilkin acılarını hafifletmek isteyen sefil insanlar onu bir uyuşturucu olarak aradıkları için ve sonra da bu acıların doğa ve nedenlerini anlamalarını engelleyerek, onları bu acıları doğuran topluma karşı başkaldırmadan caydırdığı için dini iki biçimde halkın afyonu durumuna getiren ve aldatıcı bir teselliye yol açan aldatıcı bir protesto oluşturuyordu.

Etkili olmak için, dine karşı savaşımın onu üreten topluma karşı bir savaşım durumuna dönüşmesi gerekiyordu. Dine ve onun aldatıcı bir mutluluk vaatlerine karşı savaşmaksa, gerçekte dinsel yanılsamaya neden olan toplumsal koşulları eleştirmek ve ortadan kaldırmak, insanların gereksinimlerini gerçekten gidermek ve onlar için yeryüzündeki mutluluğu istemek anlamına geliyordu.

"Öyleyse tarihin görevi, öteki dünyanın gerçeğini ortadan kaldırdıktan sonra, bu dünyanın gerçeğini gerçekleştirmek oluyor. Tarihin hizmetinde olan felsefenin ilk görevi, din alanında insanal yabancılaşmanın büründüğü kutsal biçimin maskesini düşürdükten sonra, toplumda büründüğü kutsal-olmayan biçimin de maskesini düşürmek oluyor. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün bir eleştirisi, dinin eleştirisi hukukun bir eleştirisi, tanrı bilimin eleştirisi siyasetin bir eleştirisi durumuna dönüşüyor."

Bir öteki dünya yanılsamasını ortadan kaldırarak dinsel yabancılaşmayı teorik düzeyde ortadan kaldırdıktan sonra, güncel toplumda kendini gösteren insanal özün gerçek, somut yabancılaşmasını ortadan kaldırmak gerekiyordu. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün bir eleştirisi, dinin eleştirisi hukukun bir eleştirisi, tanrı bilimin eleştirisi siyasetin bir eleştirisi durumuna dönüşüyordu.

 

Kaynak: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Karl Marx, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, 2. Baskı, 2009 içinde, Auguste Cornu’nun HHFEKG’i değerlendiren incelemesi, s. 251-3

Yahudi Sorunu Üzerine - Karl Marx

Hazırlayan: Mahmut Boyuneğmez

Marx’ın doktora tezinde Hegelci kavramları kullandığı bilinir. Fakat bu durum onun doktora tezini yazdığı sırada bir Hegelci olduğu anlamına gelmez. Marx hiçbir zaman dar anlamıyla Hegelci olmamıştır. Sol Hegelciliğin dahi, Hegelcilik olmadığı kabul edilmelidir. Doktora tezini yazdığı sırada ateist-materyalist eğilimli olan Marx’ın bu eserin dilini Hegelci kavramlarla oluşturduğu da açıktır.

Mayıs 1842’den itibaren Ren Gazetesi’nin yazarı olan Marx, gazetenin editörlüğünü 15 Ekim 1842’de üstlenir ve gazetenin başyazarı olur. Bu dönemde ateist olan, fakat komünist olmayan Marx’ın düşünsel ufkunun Hegel’den ayrıldığı noktalar büyür ve gelişir. Radikal bir demokrat olan Marx, baskıcı Prusya devletini ussal bulan Hegel’e karşıt olarak, bu devleti eleştirmektedir. Ren Gazetesi’ndeki yazılarında Marx’ın devlete bakışı, radikal bir demokratın bakışıdır. Prusya devletinin uygulamalarını bu perspektifle eleştirir. Bu dönemde halkçı bir perspektife sahip olsa da, net bir sınıfsal bakış açısı olmayan Marx’ın, devlet hakkındaki düşüncelerinde Hegelci olduğu ileri sürülemez. Dolayısıyla örneğin Mehmet İnanç Turan’ın, Marx’ın bu dönemi için yaptığı şu saptamalar yanlıştır:

“Marx, devlet sorununa bakışta şimdilik Hegelcidir; yanlış noktadadır.” (M. İ. Turan, Marksizmin Doğuşu, Kalkedon Yayınları, Birinci Baskı, 2010, s. 63)

“Marx, ‘Hegelci usçu teorinin’ etkisi altındadır. ‘Usçu devlet’ anlayışı da aynı yanlış kaynağa uzanır.” (a.g.e, s. 63)

Marx’ın Ren Gazetesi’nde çıkan yazılarında Hegelci bir bakışın olmadığı açıktır. Yaygın olan “genç Marx bir Hegelcidir” (bunun anlamı onun Hegel’in düşüncelerini benimsemesidir) tezini kanıtlayan birisi bugüne kadar çıkmamıştır.

Turan’ın Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi adlı esere ilişkin şu yorumuysa daha sağlıklıdır:
  
“Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nin felsefe açısından önemi, Marx’ın Hegel'den sistematik kopuşuna başlangıç oluşturmasıdır. Ayrıca Feuerbach’ın maddeci görüşlerinin Marx tarafından siyasete uygulanmasıdır.” (a.g.e., s. 70)

Bu eseri yazarken Marx’ın Hegelci ve Feuerbachçı olmadığı, ancak onlardan etkilenmiş olduğu ortadadır. Turan’ın şu yorumunun yetersiz olduğu görülmektedir:

“Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi, kuşkusuz ki bir Hegel eleştirisidir, ancak Marx’ın Hegel’den bütünüyle koptuğu, beynindeki Hegel’in bütün izlerini sildiği bir eleştiri değil!” (a.g.e., 86)

Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde (HHFE’nde) Hegel’in meclisli anayasal bir monarşiyi olumlaması karşısında radikal demokrat bir konumdan eleştirisini getirir. Marx bu eserinde demokratik devleti benimser. İşte bu benimseyiş, Hegel’in düşüncelerinin ötesinde bir konumlanışın açık kanıtıdır. Marx HHFE’nde ayrıca Feuerbach’tan aldığı “tersyüz etme”yle, toplum-devlet ilişkisini materyalist yaklaşımla değerlendirir. 1843’te Feuerbach’ı siyasetle ilgilenmemekle suçlayan Marx, onu bu alanda yetersiz görür. Marx’ın bu dönemde de Feuerbachçı olmadığı çok açıktır.

Marx’ın Fransız-Alman Yıllıkları’nda çıkan iki yazısının başlıkları Yahudi Sorunu (YS) ile Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı: Giriş’tir (HHFEG). İlki yaklaşık olarak Eylül-Ekim 1843’te yazılmış olup, Marx bu yazıda, 1842’de bozuştuğu Bruno Bauer’in Yahudi sorunundaki görüşlerini eleştirir. İkincisiyse 1843 sonu veya 1844 başlarında yazılmıştır. Bunlara dair M. İ. Turan’ın şu değerlendirmesi yanlıştır:

“Marx’ın iki yazısı arasında yazım tarihi açısından 2-3 ay fark vardır; ama içerdikleri görüşler açısından Marx’ta görülen ilerleme şaşırtıcı düzeydedir. Şubat 1844’te aynı tarihte yayınlanmış bu iki yazı arasında Marx’ın beyninde ‘düşünsel bir devrim’ yaşadığı söylenebilir.” (a.g.e., s. 88)

Oysa YS ile HHFEG arasında şaşılacak bir “sıçrama” yoktur. YS’nda siyasi devrim/özgürleşme ile insanal kurtuluş/özgürleşmenin (komünizm olarak adlandırılmasa da, anlamı budur) ayırt edildiği görülür. Bu ayrım bu eserin en önemli ve temel kavrayışıdır. HHFEG’teyse Marx’ın proletaryanın siyasi temsilcisi olduğu ve komünist kimlikle yazdığı gözlenir.

YS’nun, Marx’ın eserleri incelenirken oturtulması gereken gelişim çizgisi budur. YS kısaca belirttiğim bu biyografik bağlam bilindiğinde daha iyi anlaşılır.

Gelelim YS’nun içeriğine. Bu eserdeki temel saptamaları kısaca özetlemek istiyorum.

1. 1848 devrimi öncesinde Almanya’daki Hıristiyan devlet, Yahudileri baskı altında tutmaktadır. Yahudilerin dinsel pratikleri, yurttaşlık hakları ve politik özgürlük istemleri yasaklarla engellenmektedir. 1840 yıllarında Almanya’da öne çıkan Yahudi sorunu budur ve bu sorun genç Hegelciler arasında tartışılmaktadır. Bruno Bauer’in bu konuda çıkan iki yazısını Marx, YS adlı eserinde eleştirmektedir. Marx bu eserde, politik özgürleşmenin ne olduğunu, devlet ile din ilişkilerini, insan haklarının anlamını inceler.

2. Bauer, Yahudilerin insan haklarına ve yurttaşlık haklarına sahip olmak, politik açıdan özgürleşmek için, dini inançlarından vazgeçmeleri gerektiğini düşünür. Ona göre Yahudilik ortadan kalkmadan, Yahudiler özgürleşemez. Bauer, siyasal kurtuluş ile insanal kurtuluş arasında ayrım yapamaz ve bunları birbirine karıştırır. Bauer’e göre, laik devlet anlamına gelen dinin politik kaldırılışı, dinin bütünüyle kaldırılışına eşittir. Marx’a göreyse, Yahudi sorununu iki boyutuyla incelemek gerekir: Siyasal kurtuluşla ilgili olarak Yahudi sorununun çözümü, Yahudilerin dini inançlarından vazgeçmeden politik özgürleşmelerinin mümkün olduğunu, yurttaşlık ve insan haklarına kavuşabileceklerini anlatır. İnsani kurtuluşla ilişkili olarak Yahudi sorununun çözümüyse, Yahudilerin de içinde yaşadıkları burjuva sivil toplumun Yahudice ilişkilerden kurtulmasıdır.

3. Marx, dinsel devlet ile politik devlet ayrımını yapar. Almanya’daki devlet Hıristiyan bir devlettir, çünkü din ile devlet ayrışmamıştır. Bu ayrışmanın olduğu politik devlet, burjuva demokratik devlettir. Kuzey Amerika’daki politik devletlerin kabul edilen resmi devlet dini yoktur ve dini inançlar, kişilerin özel hayatına bırakılır. Yahudi ya da Hıristiyan olsun, dini inançlara sahip insanların politik özgürleşmesi, devletin dinlerden özgürleşmesi, başka bir deyişle laikleşmesidir. Politik devlette insanlar dinden kurtulmuş olmaz, fakat devlet dinden kurtulmuş olur. “Politik özgürleşme”, insanları dinden özgürleştirmez. Dinsel kuralların kısıtlamasından kurtulan bu devlet, “özgür”ken, bu devletin eşleniği olan sivil toplumda insanlar dine bağlı kaldığından özgür değildir.

4. Politik özgürleşmeyle din, devletin karakteristiği olmaktan çıkar ve sivil topluma kayar. Kuzey Amerika devletlerinde olduğu gibi, politik özgürleşmenin tamamlandığı bir ülkede, dinin, sivil toplumda özgürce geliştiği görülür. Politik özgürleşmenin sonucunda dinden kurtulan devletin oluşması, dinin toplumda ortadan kalkması anlamına gelmez, aksine politik özgürleşmenin olduğu ülkede, dinin “yaşam dolu, canlı varlığı” görülür. Politik özgürleşmeyi başlı başına bir ilerleme olarak gören Marx, bunun insanın kurtuluşu olmadığını da belirtir. Marx’ın YS’nu yazarken artık bir burjuva demokrat olmadığı buradan anlaşılır. YS’nda burjuva toplumun insansal kurtuluşu sağlamadığını belirten Marx, Feuerbach’ın “türsel-varlık” kavramını kullanırsa da, perspektifi ve kavrayışı açısından burada Feuerbachçı değildir. YS’nda Marx’ın bir Hegelci olduğu da söylenemez.

5. Politik özgürleşme, eski feodal devletin ve toplumun çözülmesi anlamına gelir. Fransız devriminde olduğu gibi politik devrim, toplumun feodal dönemdeki politik niteliğini ortadan kaldırır ve feodal toplumu çözer. Politik özgürleşmeyi, insani özgürleşme olarak görmeyen Marx, politik devrimle oluşan sivil toplumun insanını eleştirir. Sivil toplum eleştirisinde kullandığı kavramlar ve ifadeler arasında “egoizm”, “bencil gereksinim”, “atomize olmuş ve biri diğerine düşman bireyler dünyası” gibi nitelemeler yer alır. Görüldüğü gibi Marx’ın YS’nu yazarken, bu eleştirisi nedeniyle radikal bir demokrat sayılması mümkün değildir. Çünkü artık burjuva toplumu eleştirmeye başlamıştır.

6. Politik devrim, devlet ile sivil toplumu ayırır. Marx politik özgürleşme ya da kurtuluşun ne anlama geldiğini, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni örnek alarak irdeler ve eleştirir. Bu belge, politik özgürleşmenin “teorik” belgesidir. Bu belgeye göre yurttaşlar, dinsel inançları yüzünden rahatsız edilemezler ve herkesin dinsel ibadet özgürlüğü vardır. Marx ayrıca 1793 anayasasında yer alan ve insanın doğal hakları olarak kabul edilen “özgürlük, mülkiyet, eşitlik ve güvenlik” hakkından bahseder. YS’nda Marx, burjuva toplumu bu hakların özünde neye karşılık geldiğini anlatarak eleştirir. Burjuva özgürlük ilkesine dönük eleştirisi özetle şöyledir: “İnsanın özgürlük hakkının pratik uygulanımı, insanın özel mülkiyet hakkıdır (…) Bu, her insanın öteki insanlarda, özgürlüğünün gerçekleştirimini değil, sınırını bulmasına yol açar.” Burjuva toplumda negatif özgürlüğün, bireylerin özel mülkiyetinin, birbirlerine zarar vermemek üzere, korunmasını yansıttığını kavrayan Marx, özgürlük hakkının mülkiyet hakkını tamamladığını görür. Burjuva eşitliği, yasa karşısında aynı haklara sahip olma şeklinde değerlendiren Marx, güvenlik hakkınınsa, egoist bireylerin kişiliklerinin, mülkiyetlerinin toplum tarafından korunmasını içerdiğini belirtir. Egoizmin sigortası olan güvenlik hakkının, “polis” kavramıyla örtüştüğünü saptar. Üstelik Marx bu hakların “teori”de kabulüyle pratikte uygulanması arasındaki uyumsuzluklara da dikkat çeker. Güvenlik hakkı tanınır, fakat pratikte insanlar arasındaki haberleşme gizliliği çiğnenir. Sınırsız basın özgürlüğü tanınmıştır, fakat basının belli bir bölümüne “kamu özgürlüğüne zarar veriyor” gerekçesiyle yasaklama getirilir ve ilke pratikte uygulanmaz. Marx böylelikle YS’nda burjuva demokrasisini bir kez daha eleştirmektedir. Marx bu politik özgürleşmenin (burjuva devrimle gelen burjuva demokrasisinin), insanın ikiye bölünüşüne yol açtığını saptar: Sivil toplumun egoist insanı ile politik haklara sahip, soyut yurttaş insan.

7. Marx’ın YS’nda dikkate aldığı Yahudi tipolojisi, iktisadi ilişkileri içerisindeki, somut görünümüyle Yahudi’dir. Bu Yahudi tipolojisinde özel mülkiyet temelinde bir özgürleşme gözlenir. Yani onun dünyevi dayanakları özel çıkar, bezirgânlık, tefecilik, ticaret ve parasal ilişkilerdir. Bunlar “Yahudi tarzında” özgürleşmedir. Sivil toplumdaki Yahudi bu “özgürleşmesiyle”, Hıristiyan olanlara örnek oluşturur. Yahudi’nin özel çıkar ve özel mülkiyet konusundaki düşünceleri, Hıristiyan halkların pratikteki düşünceleri haline gelmiştir. Burjuva-sivil toplum kendi içerisinden Yahudi tipolojisini sürekli çıkarmaktadır.

8. YS’nda paranın insanların hayatı üzerindeki hükümranlığını eleştiren Marx, onu Yahudi tipolojisinin pratikteki tek tanrısı olarak niteler.

9. Marx’ın YS’nda insani özgürleşmeden anladığı, politik özgürleşmeyle/burjuva devrimle gelen politik devlet ile sivil toplum arasındaki ayrımın kalkmasıdır. Sivil toplumdaki “dinsel insan”ın, yani tüccar, gündelikçi ya da toprak sahibi olan insanın, soyut bir yurttaş tanımı altında politik yaşamda tanınması, bir yanıltmacadır. Devlet/kamu yaşamında oluşan aldatıcı yurttaş görünümü ile sivil toplumdaki gerçek insan arasında uyuşmazlık vardır. İnsani özgürleşmede bu uyuşmazlık aşılır. Atomize olan toplumda kendisinden yabancılaşmış güçlerin egemenliği altında olan bireyci/bencil insanın yerine “türsel-varlık” olarak insan geçtiğinde; insanın kendi güçleri ona yabancılaşmadan toplumsal güçler olarak örgütlendiğinde ve böylece insanın toplumsal gücü, politik güç/devlet olarak ona yabancılaşmadığında/ondan ayrışmadığında, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir. Marx, burjuva politik özgürleşmeyi henüz tamamlanmamış ve çelişkili durumda olan insani özgürleşme sürecinin bir uğrağı olarak görür.

10. Marx YS’nda, Yahudi’nin insani özgürleşmesinin nasıl olacağını açıklar. Yahudilerin inanç özgürlüğüne sahip olmaları, burjuva politik özgürleşme ile olanaklıdır, fakat bu onları insani olarak özgürleştirmez. Bauer’in yaklaşımıysa tersidir: Bauer, Yadudilerin dinlerinden özgürleşmedikçe, politik bakımdan özgürleşemeyeceklerini anlatır. Marx’a göre bezirgânlığın önkoşullarını, dolayısıyla bezirgân olmanın olanaklarını ortadan kaldıran bir toplum örgütlenmesi, Yahudi tipolojisinin varoluşunu olanaksız kılar. Yahudi’nin dinsel bilinci olan Musevi dini, bu toplum kurulduğunda, dağılıp çözülür. Yahudiler, sivil toplumdaki pratik özlerini, bezirgânlığın önkoşullarını kaldırmak için çalışırsa, insani özgürleşme için çalışmış olur. Bütün bunları yazan Marx, şunu ekler:

“Toplum Yahudi’nin ampirik özünü –bezirganlığı ve bunun önkoşullarını- ortadan kaldırmayı başarır başarmaz, Yahudi olanak-dışı hale gelir; çünkü bilincinin artık nesnesi yoktur; çünkü Yahudiliğin öznel temeli, pratik gereksinim, insanileştirilmiştir.” (YS, Marx)

Marx’ın dini ideolojiye dair bu bakışı, materyalisttir ve YS’nu yazdığı tarihte Feuerbach’ın humanizmini/materyalizmini aştığını gösterir. Bu bakış açısı HHFEG’ten Kapital’e varıncaya kadar ne zaman din konusu gündeme gelse, özünde değişmeden kalır ve fakat bakış açısının içi doldurularak zenginleştirilir.