Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
sınıf mücadeleleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sınıf mücadeleleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2025 Çarşamba

TARİHTE 'GREV'İN DOĞUŞU

Grev'e, Neden "Grev" (Burada İngilizcesi: "Strike" -çn) Diyoruz?

Dermot Feenan (Londra Üniversitesi, Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi)

İngilizce'den Almanca'ya: Johannes Liess

Almanca'dan Türkçe'ye: Doğan Ağrı

MAR notu: Bu yazı, "Jacobin" adlı hem İngilizce hem Almanca yayınlanan dergide, 1 Mayıs 2020'de yayımlanmıştır.

Üstte: Wollworth'ta çalışan kadın işçiler, haftalık 40 saatlik çalışma süresi için grev yapıyor. Alt-solda: 1899, Hamburg Limanı'nda (İngiltere'deki işçi taşeronlarına benzer -çn), "Gastwirtschaft & amp./ FrühstücksLocal L.W. Schultz" ("L. W. Schultz'un Hızlı Kahvaltı Salonu ve Misafirhanesi -çn) adlı liman bar ve restoranı, diğerleri gibi, bir tür iş bulma kurumu olarak işlev görüyordu. Alt-sağda: "Mengene"leriyle fıçıların üzerinde oturan liman işçileri. Onların etrafında, "limanın kara adamları" denen kömür hamalları. (Hamburg liman grevi, 1899).

Bu sorunun cevabı, ilk kez 250 yıl önce, Londra'da, kendi yarattığı yeni eylem türleriyle işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışında yatıyor. O zamana kadar "yelken indirme" anlamında kullanılan "strike" sözcüğü, bundan sonra, "topluca iş bırakma" anlamına gelmek üzere, İngilizce kelime haznesine girmeye başlamıştı. Londralı kömür hamallarının ve deniz işçilerinin, gemilerin oldukları yerde hareketsiz kalması için kullandıkları "yelken indirme" ("Striking") tekniğine, o günün işçileri tarafından bu sefer "grev" anlamına gelecek şekilde ilk kez başvurulmuştu. İşte, o günlerden beri "Strike" sözcüğü, 1768'in Londra limanlarından, şimdi 2018'de Batı Virginia'nın başkentindeki eylemlere kadar, bütün işçi mücadelelerinin anlam yüklü en sembol sözcüklerinden biri haline geldi.

Ama, bu eylem, işçilerin kollektif biçimde yaptığı ilk eylem değildi elbette. Gerçekten de, 1768 Londra grevlerinden çok daha önce, daha 17. yüzyılın ortalarından itibaren, kuzeydoğu İngiltere'de bulunan Tyne ve Wear prensliklerindeki "Kielciler"in (kömürü kıyıdan gemilere taşıyan omurgasız, yelkensiz teknelerde çalışan deniz işçileri -çn) başvurduğu toplu yelken indirme eylemleri o kadar etkiliydi ki, John Stevenson'ın da (yanlış tespit etmediysem, bir İngiliz sinema yapımcısı ve yönetmeni -çn) dikkat çektiği gibi, Kielciler, "işçi sendikası örgütleyen ilk meslek gruplarından biri" olarak tarih kayıtlarına geçeceklerdi. İngiltere'nin kuzeybatısındaki liman şehri Liverpool'lu denizciler de ücret artışı talebiyle, Aralık 1762'de, bir toplu iş bırakma eylemi yapmışlardı.

Yine, 1765 yılında, kadın ve erkek kömür madencileri de süreli bir iş bırakma eylemi tecrübe etmişlerdi. Son olarak, 1 Nisan 1768'de Sunderland'daki denizciler, gemi direklerini devirerek (böylece yelkenleri indirerek) gemilerin limandan ayrılmasını engellemiş, bu eylemin sonucunda, gemi sahipleri ve gemi kaptanları, denizcilerin ücret artışı taleplerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Aynı yılın Mayıs ayında, bu kez Themse Nehiri boyunca (şehir içi ticari taşımacılıkta -çn) çalışan gemi işçileri, aynı eylem biçimine başvuracaklardı. Ülkenin Kuzey Atlantik kıyısına bakan kuzeydoğusunda başlayan bu türde (yelkenleri indirerek -çn) iş bırakma eyleminin başarı haberi Londra'daki kömür madencilerine kadar ulaştı. İşte, tüm bu işçi eylemleri boyunca, (toplumsal tarihin içine -çn) yepyeni bir kavram doğmuş oldu.

- Kömür Hamalları

(Buharlı motorun endüstriyel üretimi başlatmasıyla birlikte -çn) Londra'nın 18. yüzyılda hızlanan büyümesi, İngiltere'nin kuzeydoğusundaki kömür madenlerinden, sayıları sürekli çoğalan buharlı gemilerle çok daha fazla kömürün de şehre taşınmasını gerektirmişti. Gemilerle önce denizden, sonra nehir üzerinden şehir içlerine taşınan kömür, Themse Nehri'nin kuzey kıyısında bulunan Wapping ve Shadwell'daki nehir limanlarında çalışan kömür hamalları tarafından boşaltılıyordu. Gemilerle yapılan mamul mal ve kömür taşımacılığı, kömür hamallarını işe alıp onlara parça başı ücret ödeyen (ör: sırt sepeti veya fıçı başına -çn) "undertaker" (aracı, komisyoncu, işçi taşeronu -çn) tarafından kontrol edilen, ağır, sıkıcı ve pis bir işti.

Bu aracı taşeronların çoğu, oradaki lokanta ve meyhanelerin de sahibiydi ve hamallara ücretlerini, (ısınmak için verilen kömür doldurulmuş -çn) bir "çuval" veya "fıçı" ile, kendilerine ait lokanta ve barlarda işçilerin içip yediklerini de hesaba katarak ödüyorlardı. (Uzun saatler boyunca -çn) durmadan kömür fıçılarını taşımak, susuzluk yaratan ağır bir işti ve o dönemde suyun nasıl sterilize edileceği bilinmediği için, işçiler genelde, (içindeki alkolün steril hale getirdiği -çn) bira içerlerdi. O zamanlar (12 ila 16 saate varan uzun çalışma süreleri ve işyerlerinin şehre uzaklığı nedeniyle -çn) yeme ve içmenin tek mümkün olduğu bu lokanta ve meyhanelerin de sahipleri olan aracı taşeronlar, kömür işçilerinin ve hamalların hayatlarını idame etmelerini her bakımdan kontrol edebiliyorlardı. Kömür hamallarının çoğunluğunu ise, etnik bakımdan İrlandalı'lar oluşturuyordu. Bunların da büyük bir kısmı, 1762-1763 yıllarında İrlanda'nın güneyinde yaşanan ilk toprak isyanlarından sonra buralara göç eden topraksız köylülerden meydana geliyordu.

Diğer bir kısmı ise, (önceleri soylu kontlardan ekip biçmek için toprak kiralayabilen -çn) köylülerin bu isyanları sırasında, onları savunmak amacıyla şiddete dayalı gizli örgütler kuran İrlandalı "Whiteboys"lardan (beyaz maske giydikleri için "Beyaz Delikanlılar"-çn) oluşuyordu. Bu açıdan, David Featherstone'un da (kendi sözleriyle, küresel jeopolitikalar ile yerel direnişler arasındaki ilişkiler üzerine temel çalışmaların yanında, alt sınıfların ekolojik ulusötesi dayanışma ağlarının oluşumuyla ilgili araştırmalar yapan Glasgow Üniversitesi'nde bir politik tarih profesörü -çn) tespit ettiği üzere, artık Londra'da kömür işçiliği ve hamallık yapan bazı İrlandalı göçmenlerin, daha önce "Whiteboys"ların başvurduğu örgütlenme ve mücadele yöntemlerini şimdi örnek aldıkları söylenebilir. Zira, örneğin, liman ve rıhtımlarda çalışan bu gemi işçileri ve kömür hamalları, tıpkı "Whiteboys"lar gibi, 16 kişilik gruplar halinde çalışıyorlardı. Yani, (tarihteki ilk grev eylemleri, hiç yoktan oluşmamış -çn), burada başlayan toplu işçi eylemlerinin "kolektif örgütü", bir bakıma, önceden mevcuttu.

1758 yılında, taşeronların, taşıma işleri için kullanılan omurgasız, yelkensiz kürekli tekneler üzerindeki tekelini kırmak için hamallar, Parlamento'ya başvurdular ve bunda başarılı da oldular. O güne kadar, bu kürekli teknelerin üretimini taşeron şirketler kontrol ediyor ve bunları, işçilere fahiş fiyatlarla kiralıyorlardı. Öte yandan, taşeron patronlar, 1758'de çıkarılmış olan ücret tarifnamesi yasasını da çok çabuk laçkalaştırmış, onu pratikte işlemez hale getirmişlerdi. Yasanın uygulanmasından sorumlu olan şehir meclisi idare başkanı William Beckford'un bizzat kendisi, (Afrika'dan getirilen -çn) kölelerin çalıştırıldığı Jamaika'da çok büyük şeker plantasyonlarının sahibiydi ve aslında, işçilerin çıkarları lehine (yasal devlet düzenlemeleri -çn) istemeyen yeni sınıf "laissez-faire" (fransızca'dan: bırakın yapsınlar -çn) kapitalistlerini temsil ediyordu.

Londra'nın Doğu Yakası'nda ticaretin ve hafif sanayinin hızlı gelişimi, benzer toplumsal çelişki ve çatışmaların her yerde su yüzüne çıkmasını beraberinde getirmişti. Tekstil ve dokuma sektörünün ekonomik bir kriz yaşadığı 1765'te başlayan "Spitalfields İsyanları" sırasında dokumacı kadın ve erkek işçiler, hayatta kalmaları için gerekli ücretin belirli bir asgarinin altında olmaması istemiyle örgütlenmeye başladılar. Böylece bu işçiler, aslında, işçi sınıfı mücadelesinin bu başlangıç dönemlerinde, yasadışı ve resmi olmayan yollarla tarihin ilk sendikasını örgütlemeye girişmişlerdi. 1765 yılında, (işgüçlerinin ucuzlamasının ve işlerini kaybetmelerinin nedenlerinden biri olan -çn) Fransız ipeğinin ülkeye ithal edilmesine karşı protesto eylemleri düzenlediler. Bu eylem ve isyanlar, 1767'ye kadar inişli çıkışlı devam etti.

1768'de yiyecek darlığının baş gösterdiği Londra genelinde, bu sefer açlık isyanları başladı. Aynı yılın Nisan ayında, gemilere çıkan kömür hamalları, bir dizi grev kırıcısını döverek cezalandırdılar. Kömür madeni işçileri ve hamallar, daha iyi ücret alabilmek için mücadelelerini hiç kesmeden sürdürdüler. Mayıs ayı başlarında, ücret artışına ilişkin yazılı bir yasal güvence alana kadar "işi askıya aldılar". Bütün bunları yaparken, kömürü, şehrin Doğu Yakası'ndan, zengin Batı Yakası'na taşıdıkları atlarını bile hep yanlarına alıyor, böylece, tüm endüstriyel tedarik zincirinin sürekli aksamasına dikkat ediyorlardı. Bu sırada, kömür hamallarının süreklileştirdiği eylemler, diğer gemi ve deniz işçilerini de içine alacak şekilde, daha da büyüdü.

- Gemi ve Deniz İşçileri

1763'te Yedi Yıl Savaşları'nın ("Yedi Yıl Savaşları", Viyana'daki Habsburg hanedanlığından Kutsal Roma Germen imparatoriçesi Maria Theresia'nın, Silezya'yı geri almak için, Rus Çarlığı ve Fransa Krallığı ile ittifak kurarak, Prusya imparatoru II. Friedrich'e karşı başlattığı bir savaş. Bu savaş, daha başlarken, özellikle Amerika ve Hind-Çini kıtasındaki koloniler uğruna İngiltere ile halihazırda savaşmakta olan Fransa ve İspanya başta olmak üzere, İsveç, Danimarka, Hollanda ve bazı Alman dukalıklarını da içine alarak, bir bakıma, 1756'dan 1763'e kadar süren bir proto-dünya savaşına dönüşmüştü -çn) sona ermesinden sonra, çoğu gemi ve deniz işçileri arasında işsizlik baş göstermişti. Var olan işlerde ise ücretler, gemi sahibinden gemi sahibine azalarak değişiyordu.

Mayıs 1768'de deniz işçileri, çeşitli gemi şirketlerince ödenen değişik ücretleri bir araya getirerek, aralarındaki ücret farklarını birlikte tespit ettiler. Bununla kalmayıp, birkaç hafta önce Sunderland'da ücret artışları mücadelesinde başarılı olan meslektaşlarının, sadece "yelken indirme" değil, artık alamayacakları kadar pahalanmış geçim ihtiyaçlarını satan fırın ve kasap dükkanlarının önünde de gösteriler düzenlediğini hatırladılar. Şimdi, Londralı denizcilerin elinde, artık bir kolektif eylem örneği de vardı. Geriye, limandaki tüm gemilerin işgal edilmesi ve "yelkenlerin indirilmesi" kalmıştı. (Topluca gemileri işgal ve yelken indirme eylemiyle gemi işçileri -çn), ücret artışı yapılmadığı sürece, hiçbir geminin yükünün indirilmeyeceği ve gemilerin tekrar sefere çıkamayacağı tehdidinde bulunmuş oluyorlardı.

Bütün bunlarla birlikte gemi ve hamal işçileri, ücretlerinin arttırılması için Parlamento'ya ve belediye başkanlığına da yöneldiler. 11 Mayıs'ta 14.000 işçi, parlamentonun bulunduğu Westminster semtine doğru yürüyüşe geçti. Walter Shelton'ın (1894-1959. Sanayileşme, açlık vb. konularda araştırmalarıyla bilinen ABD'li bir sosyal tarihçi -çn) bildirdiğine göre, "feribotçular, mavnacılar, yük getiren, yük indiren, yük bindiren hamallar, kömürcüler dahil tüm gemi ve liman işçilerini, işlerini askıya almaya ve ücret konusu kararlaştırana kadar işe gitmemeye ikna ettiler." Mayıs ayının ikinci haftasına girildiğinde, bu kez, kömür hamallarını ve denizcileri taşıyan birkaç omurgalı yelkenli tekne, nehrin kenarında bulunan Parlamento binasının önünden geçerek, meclis binasının batısında demir attı ve eylemciler, rıhtımdaki diğer işçileri de oraya çağırdılar.

Bunun üzerine, birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından, diğer işçiler de onlara katılmış oldu ve Wapping'in kuzeyinde açık bir arazi olan Stepney Fields'a ulaştılar. Yol boyunca daha birçok kömür işçisi ve denizci, yürüyüş koluna katıldı. Feribot işçileri ve yük taşıtı sürücüleri gibi başka işkollarındaki işçiler de ya onlara katıldı ya da onlar da greve çıkmakla tehdit ettiler. Böylece, sadece birkaç hafta içinde, İmparatorluk için hayati önemdeki denizaşırı ticaretin ana arteri ve ülke içi tüm ticaretin de neredeyse üçte birlik bir hacmini oluşturan Themse Nehri üzerindeki tüm mal ve mamul akışı tamamen durmuş oldu.

- Tüccara ve Kral'a Karşı

Ancak taşeron firmalar, grevci işçiler karşısında (hemen "yelkenleri indirmediler"-çn). Kömür madencileri, hamallar ve diğer deniz ve liman işçileri arasında eylemle kurulan birliği bozmak amacıyla, Tyneside'dan Londra'ya, grev kırıcıları getirmeye devam ettiler. Tüccarlar ve taşeronlar, daha Mayıs ayı başında denizcilerin ücret artışı talebini reddetmişlerdi. Bu arada hükümet, gemi donanmasından grev yapılan limanlara, savaş gemileri gönderdi. Çatışma, bundan sonra çığırından çıkmaya başladı. Grev kırıcıların gemileri boşalttığı bir esnada çıkan şiddetli çatışmalarda, grev kırıcı bir gemi işçisi hayatını kaybetti. (Devletin buna karşılık-çn) cevabı, çok sert oldu.

Bir gemi işçisinin ölümüyle ilgili olarak dokuz kömür hamalı yargılandı. Bunlardan ikisi, geleneksel infaz yeri olan şehir ortasındaki Tyburn'de hemen asılarak idam edildi. Diğer altı işçi ise, kömür işçilerinin yaşadığı ve çalıştığı yerlerden çok da uzak olmayan Sun Tavern Fields'da asıldı. 50 bin kişinin izlemeye geldiği bu infaz gösterisi için, yüzlerce polis ve asker görevlendirilmişti. Asker ve polis birlikleri, Mayıs ayından Eylül ayına kadar, hiç kesmeden bölgede konuşlu kaldı. İdamlar, gemi ve kömür işçilerinin kararlılığını kırmıştı, ama tüccara ve krala karşı gösterdikleri mücadele ve direniş, hiç unutulmadı ve gelecekte sonraki mücadeleler için hep bir esin kaynağı olmaya devam etti.

- Etkisi Çok Derin Bir Miras

"Strike" (burada "grev" anlamında -çn) sözcüğünün ilk yazılı örneğine, Themse Nehri üzerindeki bütün gemilerin deniz işçilerince engellendiği bu eylemlerden sadece birkaç gün sonra, başka bir meslekten işçilerin (şapkacılar) ücret artışı için (bizzat o kelimeyi kullanarak -çn) "strike" yaptığına dair, o günkü basının yaptığı haberlerde karşılaşıyoruz ("St. James’s Chronicle" ve "The British Evening-Post" gazetelerinin, 7-10 Mayıs 1768 günkü baskılarında). Anlaşılan, aslında denizcilerin mesleki bir teknik terim olarak çoktandır kullandığı yelkenleri "striken" etme fiil sözcüğü, bu sırada Tyneside deniz işçilerinin ücretlerinde artış amacıyla başvurdukları ve sonucunda başarılı da oldukları bir eylemin ismine dönüşerek, grev yapılan kıyı limanlarından, o sırada pahalılaşan gıda fiyatlarından mustarip olan Londra'nın çalışan diğer insanları arasına doğru hızla yayılmıştı. Bu açıdan "strike" kelimesi, işçilerin kolektif olarak yaptığı iş bırakma eylemlerinin adı haline, ilk defa, 1768 baharından sonra gelmeye başladı, diyebiliriz.

Deniz işçilerinin başlattığı "strike"lar, çok geçmeden, Atlantik'in her iki yakasında da yaygınlaşacak ve başka işkolundaki işçilere de ilham kaynağı olacaktı. 1775 yılında, o dönem Büyük Britanya'nın en büyük tersanesi olan Portsmouth'daki gemi yapım işçileri strike yapmıştı, yani greve girmişti. ABD'de, Philadelphia'daki "Federal Society of Journeymen Cordwainers" (Federal Ayakkabı Kalfaları Derneği), ayakkabı işçilerinin ücret seviyelerini korumak amacıyla, istikrarlı ve uzun vadeli biçimde, "Turn Out"lar ("fabrika dışına toplu çıkma" anlamına gelen "dışarıya sürgün") (Türkçe: işi ortasında bırakıp, erken "toplu paydos" yapmak -çn) örgütledi. ABD'de "striken" (burada, yelken indirmek değil, işi durdurmak anlamında "grev yapmak") fiil kelimesinin, ilk kez, 19. yüzyıl başlarında, federasyon çapında örgütlenen bir gösteriyle kendi doruğuna çıkan, işte bu ayakkabıcı eylemleri sırasında kullanıldığı sanılıyor.

Bunlardan önce Londra'da düzenlenen ilk "strike"lar, kömür hamalları ile grev kırıcı gemi işçileri arasındaki ölümcül şiddete varan çatışmalara rağmen, tüm işkollarından işçiler arasında "benzeri görülmemiş düzeyde bir dayanışmanın" oluşabildiğini göstermişti. Grev, birbirinin iyiliğiyle dolmuş işçilerin mücadele potansiyelinin gelişmesinde önemli bir eşiğin geçildiğini ortaya koymuştu ama, gemi işçilerinin, yapılan ücret zammına razı olup iş başına dönmeleriyle bu potansiyel bir süreliğine geri çekildi. Zira, gemi ve diğer liman işçileri, onlardan sonra mücadeleye halâ devam eden kömür hamallarını yarı yolda bırakmışlardı.

Öte yandan, bu toplu işçi eylemleri ve açlık isyanları, Hannover İngiltere’si için ("Hannover İngiltere’si" ile, Stuart Hanedanlığını takiben evlilik yoluyla kurulan siyasi birlik içinde 1714-1901 yılları arasında sık sık Büyük Britanya krallık tacını giyen Alman Hannover Düklüğü kastediliyor -çn) hiç de yeni bir olgu değildi. Zira, bu tür eylem ve mücadeleler, nüfusun çoğunluğunun sorunlarını ve ihtiyaçlarını göz ardı eden eski aristokrasi, yeni toprak sahipleri ve yeni ortaya çıkan sınıf olan tüccar burjuvaların, temsilen Parlamento'ya tam egemen olduğu ve yürüttüğü idari politikalarla halka karşı giderek saldırganlaşan III. George döneminde bile (1760'tan 1820'de ölümüne kadar Büyük Britanya Kralı -çn) kitlesel bir yaygınlık kazanmaya başlamışlardı.

Egemen sınıfların bu toplu eylem ve ayaklanmalara tek yanıtı, sansasyonel idamlar, baskıcı yasalarla isyancıların acımasızca kovuşturulması ve özellikle, (durmadan Londra'ya göçmekte olan kırın -çn) yoksul sınıflarını, (henüz boy veren modern -çn) sanayinin itaatkâr işçilerine dönüştürmeyi amaçlayan yoğun bir askeri baskı oldu. Bu baskı ve şiddet yöntemleri, 1980'lerde İngiltere'de atlı polislerin, grevdeki maden işçilerine coplarla vahşice saldırdığı "Orgreave Hesaplaşması"nda görüleceği üzere, neredeyse günümüze kadar hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı (1979'da İngiltere başbakanı olan Margareth Theacher'ın, pek çok başka sektörde olduğu gibi, devlet mülkiyetinde olan kömür madenlerini kapatma ve özelleştirme politikalarına karşı başlayan uzun süreli maden ve demiryolu işçilerinin eylemleri kastediliyor -çn).

(Yukarıdan bakıldığında -çn), 1768'de ilk defa Londra'nın limanlarında başlayan işçi strike ve grevleri, pek çok açıdan, günümüzün iş ve işçi mücadeleleriyle benzerlikler gösterir. Yine de o zamanki grevleri ilk ve öncü yapan yönler de gözden kaçırılmamalıdır. Bunlara, özellikle gemi ve kömür hamallarının bu mücadelelerde oynadığı oldukça önemli rol ve belirleyici özgün katkıları da dahildir. Yoksulluğa sürüklenmiş İrlanda adasından göç etmiş bu hamal işçiler, (o güne kadar İngiltere anakarasında bilinmeyen -çn) kolektif mücadele ve örgüt biçimlerini, yine İrlandalı "Whiteboys"lardan ilham alarak, tüm İngiltere'nin hayat damarlarına akıttılar. İşte, tam da bu direniş ve örgütlenme biçimleri, daha büyük işçi kitleleriyle sentezleştiği anda, Saray'da köklü varoluşsal korkulara yol açacaktı.

Artık (bazı Avrupa devletlerinin -çn) dünya çapına yayılan ticari çıkarları, 19. yüzyılın ilk yarısında kıta Avrupası çapında yaşanan Jakoben toplumsal mücadeleler ve o sıralar halâ İngiliz kolonisi olan "Yeni Dünya" Amerika'da yükselen bağımsız cumhuriyetçi hareket, kömür hamalları ve liman işçilerinin mücadelelerini, zamanın tüm egemen sınıfları açısından daha da tehdit edici hale getirmişti. Tüm bu tarihsel gerçeklerin gözlerini kararttığı İngiltere'deki aristokratik saltanat, ülkede yeni yeni boy veren her türlü fikir ve akımları zorla bastırmaya ve sürekli hareket halinde kaldıkça her geçen gün daha çok büyüyen mücadelelerinde krala itaatkârlığını kaybeden işçileri, sadece şiddetle tekrar aristokrasinin disiplini altına almaya karar vermişti.

Zira, Londra liman işçilerinin yaptığı ilk grevin başarısı, yeni devrimci sınıf işçilere, özellikle de vasıfsız işçilere, ülke çapında örgütlenme ve kolektif eylem yapma konusunda bambaşka bir özgüven kazandırmıştı. Bu anlamda, yıllar sonra 1889'da yapılan bir diğer grevin (söz konusu yıl, Almanya'nın Hamburg limanında gerçekleşen uzun süreli büyük grev kastediliyor -çn), işçi hareketi açısından oynadığı belirleyici rolü, bizatihi belirtmek gerekir. Bu grevde de 1768'deki kömür hamalları ve gemi işçilerinin gerçekleştirdiği ilk grevin öncü örneği, çok önemli bir rol oynamıştı. Günümüzde "grev" kelimesi, henüz sendikaların mücadele haykırışı olmadan ve E. P. Thompson'ın söylediği üzere (Edward Palmer Thompson, 1924-1993, İngiliz Marksist tarihçi. Christopher Hill ve Eric Hobsbawm'la birlikte aşağıdan tarihin öncülerinden -çn), sınıf dayanışması, işçilerin karakteristik bir özelliğine dönüşmeden çok önce, 18. yüzyılın işte o ilk grevci işçileri, bugünkü işçilerin de mücadelelerine unutulmaz izlerini böyle bırakmış oldular.

18 Nisan 2025 Cuma

İşçi Enstitüleri

Mahmut Boyuneğmez

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2025 Ocak ayı istatistiklerine göre, Türkiye genelinde toplam 16 milyon 864 bin 733 işçi bulunmaktadır. 2022 yılı verilerine göre yaklaşık 2,8 milyon memur, işçi sınıfının bir diğer bölmesini oluşturmaktadır. Türkiye işçi sınıfının toplamda 19,6 milyon civarında bir niceliği vardır.

2025 Ocak ayı itibarıyla 2 milyon 524 bin 547 işçi bir işçi sendikasına üyedir. İşçiler için sendikalaşma oranı %14,97 olarak açıklanmıştır. 2022 verilerine göre memurların %72,63’ü sendikalı olup, 2 milyon 746 bin 681 memurdan 1 milyon 994 bin 845’i sendika üyesidir. İşçiler ve memurlar birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’de işçi sınıfının sendikalaşma oranı yaklaşık %20-25 aralığında bulunmaktadır.

1980’lerle birlikte neo-liberal sermaye birikim biçimine geçilmesi sonrası sendikalaşma oranları tüm dünyada gerilemektedir (Tablo 1).

Tablo 1

Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde işçiler arasında yaklaşık yüzde 40 düzeyindeki sendikalaşma oranı, 2025 yılına gelindiğinde, kayıt dışı çalışanlar da dikkate alındığında kabaca her 10 işçiden 1’inin sendikalı olduğu düzeye kadar gerilemiştir (Tablo 2).

Tablo 2

Türkiye’de sendikalaşma oranlarının 1980’deki %40’tan 2025’te %14,97’ye düşüşüne yol açan temel nedenler şu şekilde özetlenebilir:

  • 1980 darbesi: Sendikalar yasaklanmıştır, grev hakları kısıtlanmıştır.
  • Yasal engeller: Noter şartı ve %10 işkolu barajı üyeliği zorlaştırmıştır.
  • Neoliberal politikalar: Özelleştirmeler sendikalı işçi sayısını azaltmıştır.
  • Kayıt dışı istihdam: %30-40 orandaki kayıt dışı çalıştırılan işçiler sendikalaşamamıştır.
  • Taşeronlaşma: Esnek çalışma sendikasız işçilerin sayısını artırmıştır.
  • Patron baskısı: Sendikalaşma girişimlerinde işten çıkarmalar yaygındır.
  • Grev yasakları: Grevler “milli güvenlik” gerekçesiyle engellenmiştir.
  • Sendika bürokrasisi: Çoğu sendika sarı/yandaş/korporatist sendikadır.
  • İşsiz kalma korkusu sendikalaşmadan caydırmaktadır.
  • 2012’de noter şartının kalkması ve 2018’de kamudaki taşeron işçilere kadro verilmesi, sendikalaşma oranını %14,97’ye yükseltmiştir.

Öte yandan Türkiye’de Hak-iş’in ve işçi sınıfının bir bölmesi olan memurlar arasında örgütlü Memur-Sen’in son on yıllarda üye sayısının hızlıca arttığı bilinmektedir. Hak-İş’in 2000-2025 arasında üye sayısında yaklaşık %295 artış gözlenmiştir (200,000’den 791,573’e). Memur-Sen’in 2000-2025 arasında üye sayısında yaklaşık %954 artış (100,000’den 1,054,672’ye) yaşanmıştır (Tablo 3). Memur-Sen’in büyüme hızı, 2015 sonrası üye tabanının doygunluğa ulaşmasıyla yavaşlamıştır. Bu sendikalar yandaş/korporatist sendikalardır.

Tablo 3

Bu tablolardan şu sonuçlara ulaşılmaktadır: Türkiye işçi sınıfının kabaca 1/5’i sarı/yandaş/korporatist sendikalara kapsanarak denetim altına alınmış, “hareketsiz” kılınmıştır. Geriye kalan büyük kesimi, patronların kayıt dışı işçi çalıştırma, taşeronlaştırma, işyeri ölçeklerinin küçültülmesi, sendikalaşmanın önündeki yasal/anayasal engeller, sermaye sınıfının işçileri sendikalaşmaları durumunda işten çıkarması gibi kapitalist devletin sermaye sınıfını kollayan politikaları hayata geçirmesi ve kapitalistlerin işçileri zorlamasıyla sendikal örgütlenmeden yoksun kılınmış bulunmaktadır.

Mevcut sendikalardaki sendika bürokrasilerinin egemenliğinin içeriden ilerici/sosyalist unsurlar tarafından etkisizleştirilip, işçiler lehine dönüştürülemediği ise kanıtlanmış durumdadır. Öyleyse ne yapılmalıdır?..

İşçi sınıfının ileri unsurlarıyla (öncü işçilerle) ortalama sınıf bilincine sahip işçileri bir araya getirecek, eğitim ve mücadeleyi birleştirme yeteneğinde organizasyonlara ihtiyaç bulunmaktadır. Sınıf bilincini geliştirmeye yönelik derslerin verildiği/alındığı, eğitim broşürlerinin hazırlandığı, işçi sınıfının kültürel birikiminde yer alan sinema, tiyatro, sinevizyon gösterimlerinin yapıldığı, okuma atölyelerinin kurulduğu, proletaryan sol kültürel üretimlerin sunulup, sergilendiği lokaller açılmalıdır. Bu lokallerin farklı işkollarından işçi/emekçileri bir araya getirip kaynaştırıcı, ilerici değerleri ve kültürü yeniden üreten, sosyalleşme/eğitim/mücadele ortamları olması gerekmektedir. Adları “İşçi Enstitüleri”, “İşçi Kulüpleri”, “İşçi Lokalleri” ya da “İşçi Dernekleri” olabilir.

Bu enstitülerde sınıf bilinci gelişen emekçiler, işyerlerindeki işçilerden öne çıkanları bu ortamlarla tanıştırabilir, geleceğe dönük bir “öncü işçi” birikiminin oluşmasına çalışabilirler. Üstelik işçi sınıfının önemli bir kesimi olan işsizlerle (işçi sınıfı içerisinde gerçek işsizlik oranı yüzde 30 düzeyindedir) sınıf bilinci ileride olan diğer emekçilerin temas kurması, bu mekanlarda sağlanabilir.

Bu yapılar/organizasyonlardaki bilişsel, duygusal, kültürel ve ideolojik atmosferin, sadelik ve basitlik özelliği gösteren, ortaklaştırıcı ve kolektif hareket etmeye uygun, halkçı ve proletaryan vasıflı olması uygun olacaktır. Akademik, elitist, karışık ve bulaşık üretimlerden mümkün olduğunca uzak durulmalıdır.

Önemli Not: “Sınıf bilinci”nin, erişilmesi gereken bir nihai “durum” olarak algılanması sorunludur. Örneğin Luddizm ve sendikalizm, proletaryanın sınıf bilincindeki gelişimin ilk uğrakları olmuştur. Komünist ideolojinin sınıfın geniş kesimleri tarafından benimsenmesiyse, proleter sınıf bilincinin daha gelişmiş ve sosyalist devrim sonrası gözlenen başka bir uğrağıdır. “Olağan” dönemlerde kapitalist toplumda, proletaryanın dünyaya bakışında halihazırda egemen olan ideolojilerin çeşitli motif, değer ve düşüncelerinden oluşan bir sınıf bilinci bulunur.

Bu yazıdaki tablo 2 ve 3’ü YZ “GROK” oluşturmuştur.

21 Ocak 2023 Cumartesi

Bir Alibaba hikâyesi: Trendyol, sınıf savaşımı ve sosyalizmin yolları…

Fuat Filizler

Trendyol’un sahibi, yüzde 87’lik ortaklık payıyla, Çin merkezli e-ticaret devi Alibaba Group. Alibaba, Çin’in en büyük, dünyanın (ABD merkezli Amazon’dan sonra) ikinci büyük e-ticaret platformu şirketi. Dünyanın en büyük şirketleri sıralamasında ilk 30’a, dünyanın piyasa değeri en büyük şirketleri arasında ilk 10’a giriyor.


Alibaba tıpkı ABD merkezli büyük rakibi Amazon gibi, çok saldırgan bir büyüme ve yayılmacılık stratejisi izliyor. Bağımlı kapitalist ülkelerin yeni palazlanan teknoloji, internet ve e-ticaret start-up şirketlerini satın alıyor. O ülkeler için oldukça büyük çaplı denilebilecek finansal ve teknolojik yatırımlarla hızla büyütme, bazen yıllar boyunca zarar etmeyi bile göze alarak, o ülkelerdeki tüm rakiplerini piyasadan silerek o ülkelerin tüm e-ticaret piyasasını ele geçirme, tek başına hakim olma politikası izliyor. Bununla da yetinmiyor. Orta gelişmiş bağımlı bir kapitalist ülkede satın alıp olağanüstü bir hızla büyüttüğü start-up şirketler belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra, onun üzerinden çevre ülkelerin start-uplarını satın alıp bölge gücü haline getirmeye, sonra da emperyalist kapitalist güçler rekabeti nedeniyle bloke edildiği, doğrudan giremediği Avrupa ve Amerika pazarına bu alt şirketleri üzerinden girmeye çalışıyor.

Alibaba Trendyol’un yüzde 75’lik hissesini 2018 yılında 778 milyon dolara satın aldı. Bu o ana kadar Türkiye’de yapılmış en büyük e-ticaret yatırımıydı. (2015 yılında Yemek Sepeti, Delivery Hero tarafından 559 milyon dolara satın alınmıştı.) O dönemde Trendyol’un Türkiye’de 16 milyon civarında e-ticaret müşterisi, aylık 90 milyon civarında tıklanma sayısı vardı.

Alibaba Türkiye’de 2018-2021 sürecinde Trendyol’u her yıl ikiye katlayarak (yıllık ortalama yüzde 100 büyüme) fil gibi büyüttü. Bu büyüme özellikle e-sipariş sayısının yüzde 130 büyüdüğü, e-ticaret payının Türkiye piyasasındaki payının 2020’yılında yüzde 22’ye sıçradığı Pandemi döneminde daha bir hızlandı. Bununla birlikte bu büyüme, neoliberal kapitalizmin “kazanan hepsini alır” vahşi ilkesi çerçevesinde, yeni girişimcileri engellemeye ve yutmaya, rakiplerini saf dışı etmeye dönük kanlı ve amansız bir rekabet üzerinden yürütüldüğünden, 2021 yılına kadar karsız, hatta büyük zararlar ederek yürütüldü.

Kan, kuşkusuz moto kurye işçilerin her yıl büyüyen kan gölüydü. Zararlar, işbaşında ölümleri, sakatlanmaları, meslek hastalıkları, aşırı stresi artan, çalışma saatleri durmaksızın artarak günde 12-14 saat çalıştırılan, parça başı ücretleri düşürülen, esnaf ya da taşeron kategorisine geçirilerek kırıntı işçi haklarından bile yararlanamaz hale getirilen, konulan yüksek kota ve yüksek hız limitlerini tutturmadığında ücretlerinden kesilen, işte kullandıkları motor ve araçları kendilerinin almaları ve benzin vd masrafların kendileri ödemeleri dayatılan ya da büyük teminat-borç karşılığı verilen moto kurye işçilerine fatura ediliyordu. Ve bir de tabii e-ticaret şirketlerine bağımlı hale gelen ve piyasanın altında fiyatlardan mal yetiştirmek zorunda bırakılan küçük işletmelerin işçilerine.

E-ticaret piyasasında ancak bu kan, ter ve hastalık anaforu üzerinden en hızlı büyüyen, en çok siparişi en hızlı ve en düşük fiyatlardan alıp teslim eden, uzun yıllar zarar etmeye dayanacak takviye para fonlarına sahip ve yatırım fonlarına gelecek daha kanlı kar kokusunu yayan bir iki şirket, diğerlerini bastırıp tasfiye ederek ya da yutarak ayakta kalabilecekti. Nitekim Trendyol, 2021’de ilk kez kara geçtiğini açıkladı ve Türkiye e-ticaret piyasasında kar açıklayabilen ilk ve tek şirket oldu.

Alibaba’nın sürekli enjekte ettiği yeni yatırım ve hisse şişirme finansmanıyla, Trendyol’un sermaye piyasasındaki “değer”i (hayali sermayesi) 9,5 milyar dolara kadar çıktı. Trendyol, Alibaba’nın 3-4 yıllık bir operasyonuyla, sermaye piyasası değerleri 5-8 milyar dolar civarındaki Koç Holding, TÜPRAŞ, Ford Otosan, Erdemir, Akbank, Garanti Bankası, Ziraat Bankası’nı vb geçerek, “Türkiye’nin en değerli”, yani yatırım fonlarının gelecekte en hızlı büyümesi ve en çok kar getirmesini beklediği şirket oluvermişti!

Trendyol, 2021’de artık yüzde 27’lik pazar payıyla Türkiye e-ticaret piyasasının açık ara lideri ve en büyük markasıydı. Bu dönemde Trendyol, henüz toplam siparişlerinin yüzde 5’ini oluştursa da Avrupa, Kafkasya, Ortadoğu, Afrika pazarlarına da girmeye başlamış, bölgenin sipariş sayısı açısından en büyük 5 e-ticaret şirketi arasına girmiş, dünyanın en çok tıklanan e-ticaret platformları arasında 10. sıraya yükselmiş, müşteri sayısını 30 milyona, günlük paket teslimini 1 milyona, satıcı sayısını (Trendyol’a mal veren çoğunluğu küçük şirketler) 184 bine çıkarmıştı.

Artık Batı merkezli mali sermayeye ve petro-dolar sermayesine görücüye çıkabilirdi. Nitekim 2021’in son çeyreğinde, dünyanın en büyük teknolojik şirket yatırımcısı Londra merkezli Softbank’ın organize ettiği yatırım turunda, ABD, AB ve Körfez mali sermayesinden toplam 1,5 milyar dolarlık daha “yatırım” topladı. Trendyol’un yeni yatırımcı ve spekülatörleri arasında, Softbank’ın yanı sıra, ABD’nin ikinci büyük teknolojik şirket yatırımcısı General Atlantic, Berlin merkezli Priceville, Abu Dabi merkezli ADQ, Katar merkezli QIA gibi dev para-sermaye fonları vardı. Bu arada Alibaba’da Trendyol’u Batı merkezli mali sermayeye açarken, Trendyol’a bir 350 milyon dolar daha basıp ortaklık payını yüzde 87’ye kadar çıkararak, kumandasını pekiştirmeyi de ihmal etmemişti.

Bu yeni spekülatif yatırım dalgasıyla Trendyol’un sermaye piyasasındaki değeri (hayali sermayesi) 9,5 milyar dolardan 16,5 milyar dolara çıktı. Türkiye’nin en büyük sermaye grubunun büyük patronu Koç Holding’in piyasa değerinin neredeyse 2,5-3 katına yakın bir piyasa değeri!

Bunun nasıl mümkün olduğunu anlamak için 5’i ABD merkezli (Amazon, Apple, Microsoft, Google, Facebook) ve 2’si Çin merkezli (Alibaba ve Tecent) en büyük 7 dijital platform devinin, kriz koşullarında nasıl dünyanın en büyük şirketleri haline geldiğini, servetlerini ve hayali piyasa değerlerini 2 ile 5 kat arası artırdıklarına bakmak yeterli olacaktır. Ekonomik kriz ve Pandemi koşullarında pek çok sektörün cirosu ve karları düşüş veya durgunluk içindeyken, dijital platform piyasası ve karları ve bunun içinde de e-ticaret, tempolu bir büyüme içindedir.

Neoliberal kapitalizmde, en hızlı büyüyen şirketler, mevcutta ne kadar çok kar edip etmediğine bile bakmaksızın, aşırı birikim krizi içinde yeni ve hızlı değerlenme alanları arayan büyük para-sermaye fonlarının gözbebeğidir. Bir şirket ne kadar hızlı büyüyorsa, büyük para-sermaye fonlarından o kadar çok yatırım çekmeye başlar, bu da büyüme ve yayılmacılığını yeni yatırım ve satın almalarla daha bir hızlandırdığı gibi, spekülatif şişme/şişirilme sürecini de olağanüstü hızlandırır.

Dijital platform şirketlerinin bu kadar hızlı büyümesi, merkezileşmesi ve yoğunlaşması, aslında kapitalizmin derinleşen aşırı birikim, aşırı üretim ve değerlenme krizlerinin bir sonucudur. Çünkü büyüyen dijital platform şirketleri, satışları ve tüketimi körükleyerek, kendi bünyesinde göreli planlı, organize ve alabildiğine seri hale getirerek, aşırı üretim (artı-değerin realizasyonu) krizini bir ölçüde hafifletip sürece yayılmasını sağlar. Diğer taraftan sermaye döngüsünü hızlandırarak aşırı birikim/kar oranlarının düşmesi krizini bir ölçüde hafifletip sürece yayılmasını sağlar. Aynı zamanda Trendyol çapındakiler için yüz binlerce, Amazon, Alibaba çapındakiler için milyonlarca KOBİ’yi kendilerine bağımlı kılıp haraca bağlayarak, bunlarda üretilen toplam artı-değere ortak olur, merkezileştirir ve artı-değer ve karların aşağıdan yukarıya, dijital platform tekelleri ve onların büyük para-sermaye fonu yatırımcılarına pompalanmasını sağlar.

Trendyol gibi e-ticaret şirketlerinin vahşice artı-değer sömürüsüne tabi tuttuğu (üretilmiş malların tasnifi ve taşınması sırasında da artı-değer üretilir) yalnızca kendi çalıştırdığı işçiler değil, aynı zamanda daha vahşi sömürülmesini sağladığı, çoğunluğu KOBİ ölçeğindeki, (e-ticaret piyasası jargonunda “satıcı” denilen) mal sipariş ettiği şirketlerde çalışan işçilerdir. (Trendyol kendisi 12 bin işçi çalıştırıyorsa, mal aldığı şirketlerin sermayesine ve bu şirketlerde çalışan toplam 700-800 bin civarında işçinin de sömürüsüne dolaylı olarak ortak oluyor. Trendyol’a satış yapan 180 bine yakın şirket arasında yapılan bir araştırmada, yüzde 50’sinden fazlası Trendyol’la iş yapmanın kendileri için “vazgeçilmez” olduğunu beyan etmiş.)

Dolayısıyla e-ticaret tekellerini, yalnızca ticaret sermayesi şirketi olarak görmek çok eksik olur. Bunlar üretim, ticaret, finans ve veri sermayesinin kaynaştığı, yeni bir mali sermaye oligarşisi bağlamında düşünülmelidir. E-ticaret tekelleri yüz binlerce irili-ufaklı şirketin üretimini organize edip şekillendirirken, aynı zamanda KOBİ’lerde küçük işçi grupları halinde darmadağınık emeği, yeni ve daha üst düzeyde toplumsallaştırmış olmaktadır. Bu yüzden e-ticaret tekellerine karşı sınıf mücadelesini, moto kurye işçileri kadar, aynı zamanda bu e-ticaret tekellerine çalışan ve onlar tarafından da sömürülen yüz binlerce dağınık KOBİ işçisinin emeğinin ve sömürülmesinin merkezileşmesi nezdinde düşünebilmemiz gerekir. Trendyol işçilerinin fiili grevlerini, neden Trendyol’un siparişlerine çalışan çok daha geniş işçi kitlelerinin kendi KOBİ patronlarına olduğu kadar Trendyol’a karşı grev ve eylemleri izlemesin?

Bunun kadar önemlisi, dijital platform ve e-ticaret şirketlerinde, moto kurye işçilerinin yanı sıra “veri değer zincirleri”nde çalışan, bilişim işçilerini ve veri toplayıcıları, içerik giricileri dahil diğer işçi kesimlerini de düşünmek gerekir. Bu işçi kesimlerinin iş durdurması, bu şirketlere karşı yapılacak grevlerin etkisini misliyle artırır.

Trendyol gibi şirketler, aynı zamanda milyonlarca tüketici üzerinde “algoritmik tahakküm ve soygun” şirketleridir. Tıpkı üreticileri olduğu gibi tüketicilerin de veri tabanları üzerinden “ciğerini okur”, talep ve ihtiyaçlarını kendi karlarına göre kontrol altına alıp markaya bağımlı hale getirir, şekillendirir, maniple eder. Tıpkı Çin’de Alibaba’ya olduğu gibi, Türkiye’de de Trendyol’a, algoritmaları maniple ederek tüketicileri kendi depo ve şirket ürünlerini, diğer üreticilerinden de fahiş “hava parası” ödeyenlerin ürünlerini sipariş etmeye hileyle sevk ettiği konusunda davalar bile açılmıştır. Ancak milyonlarca tüketicisinin önemli bölümünün de yine, ağırlığı beyaz yakalılar olan, işçilerdir. Kent merkezleri dışına sürülmüş büyük sanayi işçilerinden farklı olarak, kent merkezi ağırlıklı olarak ve tüketicilerin gündelik yaşamı ile iç içe bir iş olması, milyonlarca tüketiciyi kendine bağlı kılmak ve genişletmek, sembolik sermayenin (marka prestiji vd) önemi, e-ticaret tekellerinin zayıf karınlarından biridir.

Trendyol işçilerinin fiili grev kazanımında, şirketin tüketiciyi elde tutma zorunluluğundan gelen bir kırılganlık noktası da belli bir rol oynadı. Örneğin Trendyol, şirket genel merkezi önünde direnen işçilere polisi saldırtmayı, bunun viral olacak görüntüleri tüketicilerini kaçırabileceği veya tüketici tepkisi ve boykotundan çekindiği için göze alamadı. Amerika’da Amazon’un sahip olduğu Whole Foods mağazaları zincirinin yalnızca bir kentin bir semtindeki müşterisi olan iki emekli kadın işçinin, Whole Foods işçilerinin ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için ülke çapında sosyal medyadan başlattığı bir kampanya, Whole Foods işçilerinin sendikal örgütlenme ve grevleri ile müşterilerinin mağaza boykotların birlikte geliştiği bir noktaya kadar gelişmişti. E-ticaret tekellerinin üretim, depo, dağıtım ve teslimat işçileri ile işçi tüketicilerinin birlikte hareket ettiği kampanyalar neden mümkün olmasın?

Diğer taraftan:

“Dijital ekonomide, platformlar aynı anda üreticiler ve tüketiciler/kullanıcılar hakkında birincilerin üretim sistemlerine ikincilerin kişisel virtüel çevrelerine nüfuz ederek devasa enformasyon miktarlarını kontrol ediyor. İki taraf -üreticiler ve tüketiciler/kullanıcılar- birbirleri hakkına, hatta kendileri hakkında bile enformasyona sahip değilken, bu ayrıntılı enformasyonun zenginliğini ve derinliğini platformlar elde edebiliyor. Dolayısıyla, platform sahipleri, üreticilerin başarısına, onların piyasasındaki tüketicinin derin davranış/psikolojik yörüngelerine dayanan “talebini” analiz ederek ya da “yaratarak”, etkide bulanabiliyor. Bu bir yanda platformlar, diğer yanda platformları kullanan aktörler arasında belirgin enformasyon asimetrileri yarabilir, böylelikle piyasanın işleyişine etkide bulanabilir. Bu anlamda, piyasanın görünmez eli, artan ölçüde platform şirketleri tarafından yönetilen dijital bir el haline geliyor. Piyasaları düzenleme düşünceleri, örneğin açık pazar, maksimum satın alma fiyatını belirleme, rekabet eden firmalar, fiyat sabitlemeye karşı denetim ve çatışmalar, fiyatlar özel firmalar tarafından dinamik ve şeffaf olmayan bir tarzda, bazen algoritmik olarak belirlendiğinde, anlamını kaybediyor. Merkezsiz bir ekonomik organizasyonda piyasa sinyallerine dayalı olmak yerine, platformlar, derin dijital bilgiyi kullanarak, merkezi ekonomik “planlama” yapma ve bir sektör veya değer zincirini yönetme yetisine sahip olabilir.” (Birleşmiş Milletler UNCTAD “2019 Dijital Ekonomi” raporundan)

BM-UNCTAD’ın “Dijital Ekonomi 2019” raporunda, bulanık bir dille ifade edilmiş olsa da, Trendyol gibi şirketlerin baş döndürücü yükseliş ve tahakkümünün arka planını görmekle kalmıyor, uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal çelişkileri nasıl keskinleştirdiğini ve dahası, sermaye ve piyasanın da gereksizleşeceği yeni ve daha gelişkin bir toplumun olanaklarının da nasıl oluşmakta olduğunu da görüyoruz.

Buradan çıkartacağımız sonuç, kapitalizmde üretimin, dağıtımın, emeğin geldiği toplumsallaşma düzeyinde, yalnız özel mülkiyet ve sermayenin değil piyasanın da, dijital platform tekellerinin hâkimiyeti arttıkça gereksizleşmekte olduğudur.

“Tıpkı banka ve yatırım fonlarının kendilerinin olmayan devasa para meblağlarını para sermayeye çevirip bundan muazzam karlar etmesi, ama para-sermayenin sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandıran sosyal-sermaye olarak kapitalizmin çelişkilerini azdırması, yeni bir üretim tarzının koşullarını oluşturması gibi: Platform şirketleri de kendilerinin olmayan devasa veri ve bilgileri dijital sermayeye çevirip bundan muazzam karlar elde ediyorlar, ama dijital sermayede sermayenin çok daha üst düzeyde yoğunlaşması ve merkezileşmesini hızlandıran sosyal sermayenin yeni bir biçimi olarak, kapitalizmin uzlaşmaz iç çelişkilerini (toplumsal üretici güçler/özelleştirici üretim ilişkileri ve emek/sermaye) keskinleştiriyor, yeni ve daha gelişkin bir üretim tarzının koşullarını olağanüstü yetkinleştiriyor.” (Fuat Yücel Filizler, Dijital Ekonominin Yükselişi ve Kapitalist Piyasanın Gereksizleşmesi, academia.edu. 2019)

Fuat Yücel Filizler, “Fiili Grevler” kitabından. Devrimci Proletarya E-kitap Dizisi-8. Mart 2022

18 Aralık 2022 Pazar

İran'daki İsyanın Üç Ayı

Bella Beiraghi

18 Aralık 2022

Çeviren: Mahmut Boyuneğmez


İran başsavcısı Mohammad Jafar Montazeri, geçtiğimiz günlerde yerel medyada ülkenin ahlak polisinin “kapatıldığını” belirtti. Montazeri'nin yorumları, ülke çapında Eylül ayında 22 yaşındaki Kürt kadın Mahsa Amini'nin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan protestolar üçüncü ayına girerken geldi.

İran yönetici sınıfı şu anda, Muhammed Rıza Pehlevi'yi deviren ve monarşiyi ortadan kaldıran 1979 “devrimi”nden bu yana en yaygın ve tartışmasız en derin mücadeleyle karşı karşıya. Ancak hükümetin ahlak polisini tasfiye etmeye niyeti olmadığı açık. Rejim, ülke çapındaki grevleri ve protestoları tüm gücüyle bastırdı. İnsan Hakları Aktivistleri Haber Ajansı'nın haberine göre, Eylül ortasından bu yana en az 448 protestocu öldürüldü ve 18.170'den fazla kişi tutuklandı.

Ülke çapında devam eden ve meydan okuyan isyan bağlamında, İran müesses nizamındaki bazı kişilerden, rejimin protestocuların bazı taleplerini kabul etmeye açık olabileceğine dair jestler geldi.

Eski askeri yetkili ve görevdeki Turizm Bakanı Ezzatollah Zarghami, Şerif Üniversitesi'nde reforma ihtiyaç olduğunu öneren bir konuşma yaptı. Radio Farda, Zarghami'nin şu sözlerini aktardı: “Bugün genç kızlarımız ve öğrencilerimiz sokakta başları açık geziyor. Ne olmuş? Başörtüsü takılmaması devrimi ve sistemi yıktı mı?” Meclis Başkanı Mohammad Baqer Qalibaf gibi başkaları tarafından da benzer açıklamalar yapıldı.

Ancak bu bireylerin uzlaştırıcı yorumları, günlük gerçeklikle taban tabana zıtlık içinde bulunuyor. Protestolar, geçen ay daha da artan şiddetli baskıyla karşılaşıyor. Rejim, protestocuları esasen göstermelik askeri mahkemelere çıkarıyor. Mohsen Shekari, “moharebeh” ("tanrıya savaş açmak") suçundan hüküm giydikten sonra bu ay idam edildi.

İran askeri yapılanmasından yükselen sesler, rejimin isyana karşı tavrının gerçekliğini ortaya koyuyor. Üst düzey Devrim Muhafızları komutanı Ali Fadavi, devlet medya kuruluşu Fars News tarafından yakın zamanda yayınlanan bir makalede protestocuları "CIA yardakçısı" olmakla suçladı. Diğer Devrim Muhafızları yetkilileri de bu çizgiyi yinelediler.

Binlerce tutuklama, yüzlerce ölüm ve sayısız işkence olayı, İslam Cumhuriyeti'nin protestocularla barışmakla veya hareketin ana taleplerini kabul etmekle ilgilenmediğini açıkça gösteriyor.

Protestolar, küçük, yerel, günlük eylemleri ülke çapında hareketliliklerin izlediği döngüsel bir modele yerleşti. Genellikle mahalle komiteleri, öğrenci grupları ve bazı işçi sendikaları tarafından çağrılan bu ulusal eylem günleri, çeşitli devam eden grevleri ve yerel protestoları birleştiriyor.

Kasım ayının ortasında, 2019 ayaklanmasının yıldönümünü ve "Kanlı Kasım" olarak bilinen olayda öldürülenleri anmak için en az 62 şehri kasıp kavuran üç günlük protestolar yaşandı. Tahran genelinde “şehitlerimizin intikamını alın!” ve “İslam Cumhuriyeti'ne ölüm!” sloganları eşliğinde alevli barikatlar kuruldu. İsfahan'da dört bin çelik işçisinin greve gitmesi, ülkenin güneyindeki petrol, çelik ve imalat sanayilerinde yeni bir sürekli grev dalgasını ateşledi.

Grevler ve protestolar, ülke çapında üç günlük başka bir büyük hareketliliğin başladığı 5 Aralık'a kadar daha küçük ölçekte devam etti. 1953'te üç üniversite öğrencisinin İran polisi tarafından öldürülmesinin anısına düzenlenen Öğrenci Günü'nde 80'den fazla şehirde protestolar düzenlendi. Başkent Tahran'da binlerce kişi “Devrim!” sloganları atarak Azadi (özgürlük) Meydanı'na yürürken, 100'den fazla üniversitede öğrenciler kampüs protestoları ve oturma eylemleri düzenledi. Öğretmenler Koordinasyon Komitesi, Petrol Sözleşmeli İşçileri Protestolarını Düzenleme Konseyi (COPOCW), Kamyoncular ve Şoförler Sendikası ve Haft Tappeh Sendikası grev çağrısı yapan açıklamalar yaptı.

COPOCW, hâlihazırda grevde olmayan işçileri harekete katılmaya çağırdı ve şöyle seslendi: “Bu, yoksulluk tarafından ezilen hepimiz için bir protesto (...) bizim için hayatlarımızı savunmak için birleşik mücadeleden başka yol yok. Hepimizin sloganı aynı: Kadın, yaşam, özgürlük”.

Mücadele daha çok gençler tarafından yürütülüyor ve üniversite kampüslerinde yoğunlaşıyor. İşçi dayanışma grevleri genellikle en militan ve örgütlü sektörlerle sınırlı. Ancak Kasım ayından bu yana mücadeleden iki önemli gelişme çıktı; mahalle komitelerinde cereyan eden siyasi ve stratejik tartışmalar ile grevdeki işçilerin dile getirdiği ekonomik ve siyasi taleplerin genişlemesi.

Sınıflar arası örgütlenme organları olarak mahalle komiteleri politik olarak heterojendir. Eylül ayı sonlarında ülke çapında ortaya çıkan bu komiteler, günlük protestoları organize ve koordine ediyor. Her komitenin siyaseti bir dizi yerel faktörden etkileniyor, ancak hepsi bir noktada hemfikir: İslam Cumhuriyeti gitmelidir.

Ancak bunun tam olarak nasıl başarılacağı konusunda tartışmalar var. Tahran Mahallelerinin Gençliği (YOTN), rejimin sokakta protesto eden İran halkının cesaretiyle yıkılacağını savunuyor. Temel mesajları, sınıflar arası birlik ve mücadelede sürekliliğin bunu başarabileceğidir. YOTN, hükümetin devrilmesinden sonra amaçlarının referandum düzenleyerek ülkeyi halkın iradesine teslim etmek olduğunu söylüyor. Anti-politik, liberal retoriğin yanı sıra işçi sınıfından herhangi bir şekilde bahsedilmemesi, diğer mahalle komiteleri tarafından öne sürülen argümanlarla taban tabana zıtlık oluşturuyor.

Kürdistan'da bulunan Sanandaj Mahallelerinin Devrimci Gençliği (RYSN), hareketin anti-kapitalist kanadında bir güç olarak öne çıktı. RYSN, İran'da kapitalist teokrasiyi devirme mücadelesinin, hareketin açık bir siyasi liderlik geliştirme becerisine ve işçi sınıfının öne çıkma gerekliliğine bağlı olduğunu savunuyor. Yakın tarihli bir bildiride, RYSN şunları söyledi:

“Güneyde, petrol ve petrokimya gibi kilit sektörlerde grevlere tanık oluyoruz (...) İşçi sınıfının diğer kesimlerinin (...) devrimci harekete katılacağını umuyoruz. İşçi hareketinin katılımı, ilerleme ve zafer vaat ediyor.”

Marivan'ın Devrimci Gençliği ve Beluc Kadınlarının Sesi gibi diğer komiteler de İslam Cumhuriyeti'ni devirme mücadelesinde işçi sınıfının merkezi konumu hakkında benzer argümanları dile getirdiler.

Bu mahalle komitelerindeki tartışmalar, İran'daki mücadelenin derinleşmesini yansıtıyor. Ancak RYSN'nin haklı olarak öne sürdüğü gibi, hareketin ciddi bir ilerlemesi, işçi sınıfının İslam Cumhuriyeti'ne karşı mücadeleye önderlik etmesine bağlı.

İşçilerin mücadelede daha ciddi bir müdahaleye doğru yavaşça ilerlemeye başladıklarına dair işaretler var. Kasım sonundan bu yana işçi kesimleri protestolarla dayanışma içinde greve devam etmekle kalmadı, ek siyasi ve ekonomik talepler de getirdi. Kamyoncular ve Şoförler Sendikası, hükümetin akaryakıt fiyat politikalarına son verilmesi çağrısında bulunarak 26 Kasım'dan bu yana şehirlerde grev yapıyor.

Huzistan/Mahshahr'daki sözleşmeli petrol işçileri, 4 Aralık sabahı ücretlerin artırılması ve sözleşmeli çalışmanın kaldırılması talebiyle greve gitti. Çelik, motor, imalat ve demir endüstrilerindeki diğer işçiler, ücret artışları, sağlık sigortası, daha kısa çalışma süreleri ve daha güvenli çalışma koşulları gibi bir dizi talep için grevde.

İran kapitalizminin çeşitli bileşik krizleri hakkında muazzam bir hoşnutsuzluk ve savaşma kararlılığı var. Ancak İran'daki işçilerin büyük bölmeleri örgütsüz durumda bulunuyor. Her sektörde bağımsız sendikalar kurmak, işçi hareketi için kilit bir görev olmaya devam ediyor. En gelişmiş işçiler - öğretim, petrol, çelik ve şeker endüstrilerindekiler - örgütlenme hakkı için onlarca yıllık mücadele yoluyla sınıf bilinci ve güven geliştirdiler.

Haft Tappeh Sendikasının şeker kamışı işçileri, ilerlemenin işçilerin örgütlenme becerilerine bağlı olduğunu savunuyor. Yakın tarihli “İlerlememiz Örgütlenmeye Bağlıdır” başlıklı bildiride, şu açıklamayı yaptılar:

“Örgütlenmeden işçiler, sınıf düşmanlarımızın saldırısına karşı koyamazlar. İşçilerin talepleri, halkın çoğunluğunun talepleridir... Ancak örgütlenirsek kazanabiliriz!”

Ülke çapındaki isyan, dünyanın dört bir yanındaki hükümetlerde yankısını buldu. Kasım ayı ortalarında Avrupa Birliği İran'a ek yaptırımlar getirdi. Üst düzey güvenlik güçleri ve ülke çapındaki protestolara yönelik baskıları yöneten yetkililer de dâhil olmak üzere 29 kişi ve üç kuruluşa seyahat yasağı getirildi ve varlıkları donduruldu. ABD de aynı şeyi yaptı ve yakın zamanda üç güvenlik görevlisine yaptırımlar açıkladı.

Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn Al Jazeera'ye yaptırımları savunurken şu sözleri aktardı: “Rejim son 40 yılda çalışmış olabilir ama şimdi çalışmıyor. İşte bu yüzden Avrupa Birliği bu ilk adımı atmak zorunda”. Liberal düzen, aynı şekilde yaptırımları İslam Cumhuriyeti üzerinde baskı kurma aracı olarak övüyor.

Ancak yeni yaptırımların rejimin isyana karşı kanlı karşı saldırısını durdurmak için herhangi bir şey yapması pek olası değil. Şimdiye kadar yaptırımlar, düzenin değil, ülkedeki emekçilerin hayatını daha da çekilmez hale getirdi. Jean Asselborn bile, son 40 yılda sayısız yaptırıma rağmen devletin yönetmeye devam ettiğini kabul edecektir.

2018'de ABD ülkeye yeniden ekonomik yaptırımlar uyguladı, ancak rejim askeri aygıtını ve emperyalist müdahalelerini Ortadoğu genelinde genişletmeye devam etti. Forbes dergisinin 2020 tarihli bir raporuna göre, İran işçi sınıfı bu ezici yaptırımların yükünü taşımak zorunda kalırken, ülkenin seçkinleri bir "milyoner patlaması" yaşadı.

Batılı devletler, aşağıdan gelen kahramanca mücadele örneklerini, sözde özgür ve demokratik Batı'yı yüceltmek için sıklıkla bir fırsat olarak kullanırlar. ABD Başkanı Joe Biden geçtiğimiz günlerde “dünyanın her yerinde kadınlara zulmedildiğini” ilan etti ve İran'dan “temel haklarını tanıyıp, kendi vatandaşlarına yönelik şiddete son vermesini” talep etti. Oysa yakın ABD tarihinde kadın haklarına yönelik en büyük saldırı, yalnızca altı ay önce, Yüksek Mahkeme'nin Roe vs. Wade davasını bozmasıyla meydana geldi.

Batı'daki yönetici sınıfların ikiyüzlülüğüne işaret etmek, İran işçi sınıfının en büyük tehdidi ve düşmanı olmaya devam eden İran rejiminin suçlarını azaltmak veya saptırmak anlamına gelmez. Ancak harekete yardım etmeleri için Batılı hükümetlere başvurmak çıkmaz bir stratejidir.

İran'daki hareketin umudu, yalnızca İran işçi sınıfının İslam Cumhuriyeti'ni yıkma mücadelesine öncülük etmesindedir. Haft Tappeh'in şeker kamışı işçilerinin yakın zamanda Telegram'da yaptıkları bir açıklamada yazdığı gibi: "Toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilerin talepleri ve çıkarları, işçilerden başka hiçbir güç, hiçbir kahraman tarafından sağlanamaz."

Kaynak: https://redflag.org.au/article/three-months-rebellion-iran

Yazı dizisinin önceki bölümlerini okumak için:

i) https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/10/iranda-sinif-mucadeleleri-i.html

ii) https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/10/iranda-sinif-mucadeleleri-ii.html

29 Ekim 2022 Cumartesi

İran'da Sınıf Mücadeleleri (II)

'Kadın, yaşam, özgürlük'; İran'da mücadele sürüyor

Bella Beiraghi

26 Ekim 2022

Çeviren: Mahmut Boyuneğmez


Eylül ayında 22 yaşındaki Kürt kadın Mahsa Amini'nin polis tarafından öldürülmesinin ardından İran'da protestolar devam ediyor.

Üniversiteler sürmekte olan isyanın merkezidir. Öğrenciler 120 kampüste günlük protestolar düzenlemekteler. Oturma eylemleri, yürüyüşler ve başörtüsü yakma eylemlerine “Diktatöre ölüm!” ve “Mollalar defolun!” sloganları eşlik ediyor. Ülke genelinde ilkokul ve liselerde de protestolar başladı. Genç kızların başörtülerini sallayarak güvenlik güçlerine karşı “bi Sharaf!” (rezalet) sloganları attığı kahramanca sahneler internette sürüsüne bereket yer alıyor.

Örgütlü öğretmenler, gençlik ayaklanmasıyla dayanışma içinde ve devletin kampüslerdeki acımasız baskısına tepki olarak greve gittiler. Bunu inşaat işçileri, şeker kamışı kesicileri ve kamyon şoförlerinin grevleri izledi. Önemli bir gelişme olarak, Basra Körfezi kıyılarındaki Asalouyeh'de ve güneydeki Buşehr, Huzistan ve Hormozgan eyaletlerinde taşeron petrol işçileri de greve gitti.

İran rejimi isyanı bastırmaya çalıştı, ancak bu çaba sadece protestoları körükledi. Meşhur bir işkence tesisi olan Evin Cezaevi'nde tutuklu bulunan öğrenciler, ruh hallerini birkaç kelimeyle özetledi: “Zulme ve baskıya karşı sesimizi her zamankinden daha fazla yükseltiyoruz. Tutsaklığımız sadece öfkemizi alevlendirdi ve mücadelemizi güçlendirdi”.

Üniversite öğrencileri ülke genelinde çoşkulu kampüslere sahiptir. Başkent Tahran ve çevresindeki şehirlerde, üniversiteler devletin baskılarına rağmen direniş ve protesto merkezleri haline geldi. Orta İran'dan bir öğrenci ve protestoların katılımcısı olan Farah (gerçek adı değil), “yozlaşmış hükümete, ifade özgürlüğünün olmamasına, hayat pahalılığına, Mahsa Amini cinayetine, hepsine kızgınız” diye Red Flag’e söyledi.

Şerif Üniversitesi'ndeki öğrencilere baskı uygulanması bu öfkeyi alevlendirmekten başka bir işe yaramadı. Tahran Üniversitesi'ndeki bir grup aktivist, baskının öğrencilerin protestolarını durduramayacağı konusunda hükümeti uyaran bir bildiri yayınladı. “Saçımızı çekip başımızı yere vurduğunuzda bile bizden korkan sizsiniz” diye yazdılar. “Adalet yerini bulana kadar mücadeleye devam edeceğiz” dediler.

Ülke çapındaki öğrenci örgütleri, tutuklu protestocularla dayanışma içinde benzer açıklamalarda bulundular ve rejimi felce uğratmak için ülke çapında grev çağrısında bulundular. Öğrenciler ayrıca, nüfusun diğer kesimlerini protestolara katılmaya teşvik etmede önemli bir rol oynamaya devam ediyor.

Öğrenci protestolarının politikası dağınık ve açıkça tanımlanmış bir liderliği yok. Ancak Farah şunları kaydetti: “Bazı gruplarda sosyalistler var (...) onlar da feminist olma eğiliminde. Protesto için çağrıların çoğu onlardan viral hale geliyor. Masum tutsakların serbest bırakılmasını, özgürlüğü ve nihayet devrimi talep ediyorlar”.

Tahran dışında, Kürdistan eyaleti rejime karşı bir mücadele bölgesidir. Başkent Sanandaj'da kadınlar ve etnik azınlıklar gece gündüz militan protestoların başını çekmeye devam ediyor. Tahran'da mahalle komitelerinin oluşturulmasından ilham alarak Sanandaj, Marivan, Kirmanshah, Naysir ve Taghqan'da genç kadın ve erkekler benzer komiteler kurdular.

Sanandaj Kadın ve Gençlik Komitesi yaptığı açıklamada, "zalimlerin vahşeti sınır tanımıyor" dedi. “Üretimde işçi grevlerinin yanı sıra mahalle komiteleri oluşturarak mücadelemizi ileriye taşıyacağız ve baskı güçlerini yıpratacağız.”

Bu gençlik komiteleri, rejime karşı popüler sokak protestolarını organize etmek, koordine etmek ve sürdürmek için önemlidir. Sanandaj'da kitlesel protestolar güvenlik güçlerini şehirden uzaklaştırdı. Rejim, çevre bölgelerden yeniden askeri sevkiyat yapmak zorunda kaldı, ancak yine de direnişi ezmeyi başaramadı. Komiteler, tarihsel olarak rejim yanlısı ve rejim karşıtı duygular arasında bocalayan bir sosyal katman olan esnaftan da destek aldı. Kürdistan genelinde, esnarlar ülke çapındaki ayaklanmayla dayanışma içinde dükkanları kapattılar.

Popüler protestolar ayrıca cinsiyet, etnik ve dini ayrımlar arasındaki dayanışma havasını derinleştirdi. Rejim, Belucistan eyaletinde protestocuları katlettikten sonra, o zamandan beri Kara Cuma olarak adlandırılan bu katliam olayını, devlet ile Suudi destekli yerel bir Sünni milis arasındaki bir çatışma olarak göstermeye çalıştı. Bu ayrımcılığı körükleme girişimi geri tepti - binlerce insan ülkenin dört bir yanındaki şehirlerde sokakları doldurarak “Yaşasın Kürtler, Araplar, Beluciler!” diye haykırdılar.

İran işçi sınıfı bu mücadeleye ön ayak olmadı. Ancak isyan devam ederken ve devlet baskısı yoğunlaştıkça işçiler hareket etmeye başladı.

Öğretmen Sendikaları Koordinasyon Kurulu, protestoların ilk haftasında bir gün süreli bir dizi grev başlattı. O zamandan beri, öğretmen sendikalarını temsil eden ülke çapındaki bu organ, tutuklu protestocuların serbest bırakılmasını talep ederek eylem çağrısında bulunmaya devam etti. Kamyon şoförleri, şeker kamışı işçileri ve inşaat işçileri kısa sürede öğretmenleri takip etti. Ancak genel olarak, ayaklanmanın ilk üç haftasında endüstriyel eylemler sınırlıydı.

Bu durum, 17 Ekim'de Buşehr, Damavand ve Hengam'da yaklaşık 4.000 petrokimya işçisinin greve gitmesiyle değişti. Yolları kapatmaya başladılar ve lastikleri ateşe vererek “Diktatöre ölüm!” sloganları attılar. Grev haberleri kısa sürede şehirlere yayıldı ve Abadan, Bandar Abbas, Kangan ve Mahshahr'daki petrol işçilerine de ulaştı. Grev çağrısı, petrokimya endüstrisindeki militan işçiler tarafından kurulan bağımsız bir organ olan Sözleşmeli Petrol İşçileri Örgütlenme Konseyi tarafından yapıldı.

Örgütlenme konseyi, “petrol işçilerinin cinayetler ve baskılar karşısında sessiz kalmayacağı konusunda hükümeti daha önce uyarmıştık” dedi. “Tüm rafinerilerde resmi petrol, gaz ve petrokimya projelerinde yer alan işçi arkadaşlarımıza sesleniyoruz, şimdi kendimizi ülke çapında grevlere hazırlama zamanıdır.”

Petrol işçileri, tutuklu protestocuların ve işçi eylemcilerinin koşulsuz serbest bırakılmasını, tüm baskılara son verilmesini ve Mahsa Amini'nin katillerinin yargılanmasını talep ediyor.

Devlet, grevleri hızla bastırdı ve şimdiye kadar 100'den fazla petrol işçisini tutukladı. Ancak bu, kararlılıklarını kırmak için çok az şey yaptı. Örgütlenme Konseyi, hükumeti grevleri tırmandıracakları konusunda uyaran bir bildiri yayınlayarak, “bu tutuklamalar ve tehditler protestomuzu sürdürme kararlılığımız üzerinde etkiye sahip değil, bu baskılar öfkemizi yüz kat artırıyor” dedi.

Petrol işçileri İran ekonomisinin kalbini ellerinde tutuyor. 1979 “devrimi” sırasında şahı devirmede etkili oldular ve 2021'de bir grev dalgasına liderlik de dâhil olmak üzere son sınıf mücadelesinin ön saflarında yer aldılar. Petrol işçilerinin grevi, hareketin şimdiye kadarki tartışmasız en önemli gelişmesidir.

Ancak zorluklar devam ediyor. Petrokimya endüstrisi, daimi petrol işçileri ve sözleşmeli işçiler arasında bölünmüştür. Kalıcı işçiler sayıca daha azdır, ancak daha fazla endüstriyel güce sahiptir ve sözleşmeli işçilerden önemli ölçüde daha fazla ücret alırlar. Ülkenin güneyinde sözleşmeli bir petrol işçisi olan Abbas (gerçek adı değil) Red Flag’e şunları söyledi: “Onlar en yüksek maaşa, en yüksek korumaya sahipler. Ama biz köle gibiyiz”.

Abbas gibi sözleşmeli işçiler geçici sözleşmelerle çalıştırılıyor, işgücünün büyük bir kısmını oluşturuyor ve korkunç koşullara katlanıyorlar.

İran hükümetinin böl ve yönet stratejisi, kadrolu ve taşeron işçiler arasındaki dayanışmanın önünde bir engeldir. Bu, rejimin kadrolu işçilere ücret artışı teklif ederken, sözleşmeli işçilere baskı uyguladığı 2021 grev dalgasında fark edildi. Mücadelenin ilerlemesi ve rejimin ciddi bir darbe alması için kadrolu ve taşeron işçiler arasında birlik ve dayanışma şarttır.

Rejim, isyanı tek başına kurşunla durduramayacağını biliyor ve hareketi sona erdirmek için sopa-havuç stratejisine yöneldi. Kampüsleri, sözleşmeli petrol işçilerini ve büyük etnik azınlıkların yaşadığı illeri hedef alan baskı açık. Ancak geçen hafta hükümet, kamu sektörü çalışanları ile ulusal ve askeri emekliler için ücret artışı önerdi. Yıllık maaş artışı 3.750 Amerikan dolarına eşittir.

Öğretmenler son zamanlarda rejim tarafından öldürülen protestocular için üç günlük yas tuttu ve koordinasyon konseyi geçtiğimiz günlerde ülke çapında iki gün daha grev ve okullarda oturma eylemi çağrısında bulundu. Bu nedenle kolay kolay satın alınamazlar. Tavizler, işçilere daha da fazlası için savaşma güvenini vererek yönetici sınıfa geri tepebilir. Ancak baskı ve taviz stratejisinin zamanla mücadeleyi tavsatmada işe yarayıp yaramayacağını göreceğiz.

Protestolar ikinci ayına girerken, temel soru mücadelenin nasıl ilerletileceği olmaya devam ediyor. Haft Tappeh sendikasının şeker kamışı işçileri ilgi uyandıran bir cevap veriyor: “Baskı ve sömürüden kurtulmak ancak birlik ve dayanışma ile mümkün olabilir… Bu büyük ayaklanma, her yerde işçilerin greviyle ilişkilendirilmeli… Ekmek ve özgürlüğe sahip olmak için, devrimin kadınlarını yalnız bırakmayalım”

Kaynak: https://redflag.org.au/article/women-life-freedom-struggle-iran-continues.

Not: Radio Free Europe/Radio Liberty yayın kuruluşuna, kısmen veya tümüyle ABD tarafından fon sağlanmaktadır-Wikipedia (İngilizce) 

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]