Mahmut
Boyuneğmez
1. Sınıflar asındaki mücadeleler, tarihin
karakteristik özelliğidir. İnsanların örgütlülüklerinde gerilemenin olduğu,
sermaye sınıfının politik temsilcilerinin hamlelerine yeterince güçlü yanıtlar vermedikleri
dönemlerin yanı sıra kitlelerin hareketlendiği ve örgütlülüklerini geliştirdiği
tarihsel kesitler de vardır. Tarih, ayaklanmalarla, devrim ve karşı-devrim
süreçleriyle, toplumsal mücadelelerle ilerler.
“Bu memleket adam olmaz”,
“insanların üzerinde ölü toprağı var”, “insan doğuştan/genetik olarak
itaatkârdır” türünde ideolojik kodlamalarla başımızın etini yiyenlere, Haziran
İsyanı tarihsel bir yanıt olmuştur. Bu türden sözleri diline pelesenk edenlere
daha önce verdiğimiz yanıtları, toplumsal yaşam bir kez daha doğrulamıştır. Bazı solcularda
da gözlenen bu söylemin arka planında şunlar yer alır:
i. Süreçleri karşıt
yönleriyle birlikte, eğilimleri karşıt-eğilimlerle beraber değil de, tek yönlü
değerlendirmek. İnsanları belirlenen, edilgen/pasif unsurlar olarak
görmek. Öznelliğin nesnelliğin bir bileşeni olduğunun ve faillerin, gerçekliğin
değişimine katıldığının kavranamayışı… Gerçekliğin olduğu gibi soyutlanmadığı,
daha açıkça yazılırsa, onun içerdiği öğeler arasındaki etkileşim örüntüleri ve
gelişimi/tarihselliği görülmediği durumlarda,
bilim-dışı düşünce formları türemektedir. Metafizik ideolojileri oluşturan
zihinsel düzenekler, gerçekliğin diyalektiğini soyutlamada kullanılamazlar.
Evrenselleştirme, rasyonalizasyon, uygunsuz kavram transferi gibi düzenekler,
yeterli incelemenin olmadığı durumlarda devrededirler. Bu düzenekleri
koşullayansa, ideolojik motifleri üreten insanların habitusları, yaşam
pratikleri/deneyimleri anlamına gelen toplumsal konumlarıdır. Toplumsal
konumlar olan sınıflar, insanların toplumsal pratikleri ve ilişkileriyle
varoluşudur. Bu şekilde, yani gerçekte oldukları halleriyle soyutlandığında,
insanlar hakkında bilimsel/realist fikirlere ulaşılır.
ii. Dönek, yenilmiş
kişilerde ya da psikolojisi bozulmuş insanlarda, bu söylemler üretilir ya da
benimsenir. Aslında “adam olamayacak olan”, “üzerinde ölü toprağı olan”,
“yorulup/yenilip itaat eden” bizatihi kendileridir. Bu lafları kullananlar,
kendilerini anlatırlar.
iii. Kasıtlı olarak yalan
söyleyen, karalayan, damgalayan kişilerde de bu söylemi gözlemek mümkündür.
Çarpıtma, karşı-devrimcilerin işidir.
Görülen/görülmesi gerekense
şudur: teorik soyutlamalarımız, tarihseldir. Bilginin ve ideolojik fikirlerin
kaynağı, son analizde gerçekliktir. Gerçekliğin farklı biçimlerde
ussallaştırılması, insan öznelerin gerçeklikle ilişkilenmelerine bağlıdır.
2.
Toplumsal süreçler "doğrusal" (lineer) özellikte değildir. Toplumsal aktörler arasındaki
etkileşimlerde saptanabilir örüntüler vardır.
i. Toplumun parça-pençik
mühendislikle değiştirilmesi (“piece-meal social engineering”-Karl Popper;
düzen-içi reformlar, toplumun kendi yapısını bütüncül ve radikal biçimde
dönüştürdüğü, kitlelerin yaygın ve aktif katılımıyla gerçekleştirilen toplumsal
mühendisliğin karşısına konmaktadır). Öğretimde 4+4+4 yıl uygulamasının
getirilmesi, din derslerinin müfredattaki ağırlığının artırılması, birçok
okulun imam hatip ortaokuluna çevrilmesi, alkollü içkilere dönük yasaklama,
kürtaj yaptırmamaları için kadınlara yönelik psikolojik baskı içeren
düzenlemelerin tasarlanması, en az üç çocuk yapın telkinleri, iş yeri ve mahalle
baskıları vd… Bunlar toplumu dincileştirme yönündeki hamlelerdi. Başkanlık sistemine
geçme tasarısı, neo-liberal yeni bir anayasanın oluşturulması çabaları, kentsel
dönüşüm rantçılığı, çılgın projeler (kanal İstanbul, 3. Köprü), akarsuları ve
etrafındaki tüm yaşamı kurutan HES’lerin yapılması, nükleer santrallerin yapımı
için alınan kararlar, kamuya ait dinlenme tesislerinin ve köprü/otoyol
geçişlerinin satılmasına kadar varan özelleştirme talanı, sürekli artırılan
dolaylı vergiler ve doğal gaz-elektrik zamları, sağlık ve sosyal güvenlik
sistemindeki değişiklikler (örnek olsun, sağlık kurumlarına her başvuruda
yapılan 5 liralık kesintiler, birikerek ödenmesi zor hale gelmektedir), çalışma
koşullarının kötüleşmesini sağlayan iş kanunu, sendikalar kanunu gibi
düzenlemelerin yapılması vd… Bunlar da neo-liberal politik adımlardı.
İslamcı-liberalizmin bu politikaları, 2002-2012 yılları arasında devleti ve
çeşitli “hegemonya araçlarını” tedricen ele geçiren AKP tarafından yürürlüğe
konmuştur. 31 Mayıs’ta patlayan kitle hareketlenmesi, “hükümet istifa”
sloganıyla, bu politikalara karşı sokakta boy göstermiştir.
Gezi Parkı’nın korunması,
AVM ile gericiliğin sembolü olarak Topçu Kışlası’nın yeniden yapımına karşı
çıkılması amacıyla yapılan küçük çaplı lokal bir eylem ve bu eylemin devlet
şiddetiyle bastırılması, hızla tüm yurda yayılan Direniş’in ve kitlelerin
muazzam büyüklükte enerjisinin açığa çıkmasının uyaranı olmuştur. Haziran
İsyanı’nın patlamasında ateşlenen fitil budur. Görünürdeki neden/tetikleyici bu
olsa da, AKP’nin dinci-liberal politikalarının oluşturmuş olduğu rahatsızlıklar
ve bu politikalara karşı biriken öfke patlamıştır. Toplumsal süreçler lineer
değildir (non-lineerity); toplumsal dokudaki “moleküler süreçlerin” birikimi ve
yaygınlaşması, bir sıçrayışa yol açmıştır.
ii. İnsanların yaşam tarzına
dönük müdahaleler, başka bir ifadeyle toplumsal dokunun
değiştirilmesi/biçimlendirilmesi yönündeki politikalar, AKP’nin devletleşmesi
sürecinde gerçekleştirilen tasfiyeler ve iktidar kurumlarındaki kısmi yeniden
yapılandırmalar sonrasında yoğunlaşmıştır. İnsanların hürriyetine dönük faşizan
kısıtlamalar ve tehditler, Haziran İsyanı’nın oluşumunda önemli bir etkendir.
Yeni bir siyasal rejim ve devlet yapısının inşası, mutlaka toplumsal dokunun
dönüştürülmesini gerektirir. Toplumsal ilişkilerin ve siyasal rejimin düzen-içi
değişiminde kullanılan temel yöntemler “cebir” (otoriteryanizm) ve “hile”dir.
Haziran ayaklanmaları, bu “cebir ve hilelere” karşı kitlesel bir tepkidir.
2007-2012 yılları arasında devletteki ve siyasal alandaki tasfiyelerde, MHP ile
CHP’nin komplolarla “terbiye edilmesi”nde, sol liberallerin ve solun ufak bir
bölmesinin AKP politikalarına/referanduma yedeklenmesiyle birlikte “devrimci
karargâh” operasyonunun yürütülmesinde vd., hep bu iki yöntem çeşitli somut
biçimleriyle uygulanmıştır. Kürt hareketinin silahsızlandırılması,
sisteme entegre edilmesi ve olabildiğince enterne edilmesinde, Alevi toplulukta
gözlenen seküler/sol eğilimin kırılması ve düzenin denetimi altına almasında
da, aynı yol izlenmektedir/izlenecektir (“Alevi açılımı” kapsamında yer alan
düzenlemelerin yaşama geçirilmesi, “maaş bağlama”, cemaatin ve bazı figürlerin
“Truva atı” misyonuyla “içeriden” çalışmaları gibi “hileler” yetersiz
kaldığında, baskı ve şiddet uygulanmasıyla desteklenecektir).
Neo-liberal dönemde
kapitalist devletin otoriteryan özellikler kazanması global bir durumdur.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra açılan bu dönemin
karakteristik özellikleri olan devletin yeniden yapılanması ve sınıf
mücadelesine karşı tahkim edilmesi, otoriteryanizm, yürütmenin
güçlenmesi/parlamentonun zayıflaması, demokratik/sosyal hakların kaldırılması,
toplumsal ilişkilerin neo-liberal düzenlenişi, AKP iktidarı döneminde iyice
belirginleşmiş ve olgunlaşmıştır.
Liberal politik aktörlerin
ve bürokrasinin geçmişten gelen spesifik bir çalışma tarzı şudur: Düzenlemeleri
aşama aşama, yavaş yavaş, parça parça gündeme getir ve uygula… Bir benzetme ile
anlatılırsa şöyle: Kurbağalar, iyice ısınmış suyla dolu bir kaba
atıldıklarında, refleksleriyle sıçrayıp ölmekten kurtulurken; tedricen ısıtılan
suyun içerisinde kalıp, haşlandıkları söylenir. Peki, insanlar bu sefer, neden
kurbağalar gibi davranmamıştır? Bir: Seküler/sol eğilimli toplumsal kesimlerin
bilinç durumları, hür olmak, onurlu olmak ve inisiyatif almak gibi
özelliklerinin yanına örgütlü solla olan temasları, tanışıklıkları ve
ilişkileri eklenmelidir. İki: İnsanlar için öfkenin dizginlenmesinde veya
korkmada sınırlar vardır. “Kaç ya da savaş” (fight or flight) yaşamı tehdit
eden akut durumlarda bireyde gözlenen biyolojik/fizyolojik adaptif bir reaksiyondur.
Yaşadığı sorunlarla baş edemeyen birey çeşitli şekillerde “kaçabilir” (dizi
izler, sosyalleşmesini azaltır vb.), fakat etrafındakilerle iyi ilişkiler
kurabilmiş ve yalnız olmadığını bilen bireyler, toplumsal sorunların “bıçağı
kemiğe dayandığında” mücadele eder. İnsanlar, yüksek kognitif nitelikleri ve
dayanışma özelliği olan toplumsal canlılardır. Üç: Kaynayan tencerenin tahliye
sübabı işlevini yerine getirecek bir düzen partisi bulunmamaktadır. CHP’nin
salı günleri meclis grup toplantılarında esip gürlemeye kadar daraltılmış olan
muhalefetinin, bu konuda yetersiz kaldığı açıktır.
iii. Birey öznenin
istekleri/arzuları, inançları, başka bir ifadeyle öznel “sebepler”, olayların
nesnel “nedenleri” arasında yer alır (bkz; Roy Bhaskar). İnsanların fikirleri
ve eylemleri koşulların belirlenimi altındaysa da, ideolojileriyle eylemde
bulunur, hareketlenir ve koşulları değiştirirler (belirlenim ve refleksivite).
Çevre duyarlılığı, neo-liberal politikalara karşıtlık, seküler/aydınlanmacı ve
sol düşünceler, faşizm karşıtı bilinç, halkın hareketlenmesinde tepkisel
olmayan, pozitif itkilerdir.
B.
Haziran İsyanı’nın gelişim özellikleri:
a. Haziran halk hareketi,
siyasal örgütlerin çağrısı ya da organizasyonuyla başlamamış olduğundan,
başlangıçta “kendiliğinden” bir hareketlenmedir. Fakat Kemalist, sol ve
komünist siyasal örgütlerin hareketlenmeye katılımı ve yönlendirmesi gecikmeden
gelmiştir. Bu durum, hareketin kısa sürede sönümlenmemesine, kendini
örgütlemesine ve açığa çıkan siyasal enerjisinin katlanarak artmasına yol
açmıştır. Örgütsüz ve örgütlü insanların kombine eylemleri, sinerjistik
etkileşim örneği sunmaktadır.
b. Haziran İsyanı’ndaki
kitle hareketlenmesinde, Erdoğan'ın, devlet görevlilerinin,
AKP’li yöneticilerin ve polis örgütünün sözleri, davranışı, eylem ve tavrı,
ayrıca bunların sosyal medya aracılığıyla paylaşımı, süreçlerin şekillenmesinde
belli bir etkiye sahiptir. Bunlar, eylemlerin hızla yayılmasında katalizör
etkiye sahip olmanın yanı sıra, kitlelerin açığa çıkan enerjisini ve kararlılığını
artıran uyarıcı işlevi (stimülatör işlevini) de yerine getirmiştir. Direniş,
karşıtı olan unsurları, iktidar cephesini de uyarmıştır. Burada pozitif
geri bildirim mekanizması yürürlükte olup, direnişin amplifikasyonu (güçlenmesi)
gözlenmiştir.
c. AKP ve cephesinin
(Erdoğan, “vali”, “Melih”, “hükümet sözcüsü”, “Arınç”, yandaş basın-yayın
vd.), Haziran direnişine dönük yalan, iftira, tehdit, damgalama, görmezden
gelme, izolasyon ve parçalama gibi psikolojik savaş tekniklerini uygulaması,
tehditlerle ve bindirilmiş kıtalarla “kuru” kalabalıkları toplayarak mitingler
yapması, tabanını konsolide etmeye, tabanında Haziran eylemlerine ve
eylemcilerin taleplerine yönelik gelişebilecek hayırhah tutumların önüne
geçmeye yaramıştır. Bir yandan da, Haziran eylemlerinin polis terörüyle
dağıtılması, ezilmesi için planlı ve sistemli hareket edilmiştir. Terör ve
şiddetin maksimum düzeyde uygulanışı, toplumu iki kampa ayırma stratejisinin
izlendiğini gösterir. Hareketlenmiş kitleler dağıtılıp ezilene kadar, özellikle
polis örgütünden ayrışmaların oluşmaması, eylemcilerin ve polislerin
birbirlerini “düşman” olarak görmelerinin sağlanmasıyla garanti altına alınmaya
çalışılmıştır. Hareketin, “polis halkın yanına” sloganını atamaması, iktidarın
bu stratejisinin yan-ürünüdür.
Bu yüzden hareketlenme
ölüler vermiş olsa bile, polise karşı öfkesini dizginlemeli, “polis halkına
ihanet etme”, “polis halkın yanına”
yönündeki sloganlarını daha çok haykırarak, siyasal bir akılla hareket
etmelidir. Bu sayede iktidara ideolojisiyle bağlanmayan polislerin
tarafsızlaşması, farklı bir tutum geliştirmesi belki mümkün olabilecektir. Bu
sloganlar Direniş sönse bile, gelecekteki eylemlerde ısrarla kullanılmalıdır.
d. Haziran İsyanı’na karşı iktidarın
bileşenleri elinden geleni ardına koymamış, halk hareketlenmesine karşı
organize hareket etmiştir. Direniş, ölüler verse de yılmayacak derecedeki
cesaretiyle, öfkeyle, küfürle, mizahla, sembolleriyle (bayrak, flamalar, zafer
işareti), slogan ve pankartlarıyla, bestelenen şarkılarla, yazılamalarıyla,
dayanışma örnekleriyle ve sosyal medyayı kullanarak saldırıları başarıyla
göğüslemiştir. Harekete geçen eylemciler dağıtılıp ezildiğinde, onları
destekleyen görece pasif direnişçiler de sindirilmiş olacaktır. Bu yüzden,
direnişin semtlerde forumlar, meclisler türünde örgütlenmeler geliştirmesi
hayırlıdır. 8 ay sonra yapılacak seçimlere kadar, direniş örgütlenmelerinin
canlılığını yitirmemesi ve iktidarın bu örgütlenmeleri içeriden ve dışarıdan
sabote etmesinin önüne geçilmesi için, Türkiye sosyalist hareketinin öncülüğüne
ihtiyaç bulunmaktadır. Mahalle/semtlerdeki, üniversitelerdeki forumlar,
kararlar alıp dışa dönük aktiviteler organize etmeli, tatmin sağlayan söz
düellolarıyla, kısır tartışmalarla boğulup, içine kapanmamalıdır. Eylemsiz
forumlar ve meclisler, kazanım oluşturmaz.
e. Taksim ve Gazi
Parkı’ndaki eylemcilerin dağıtılması ve bu alanların polis tarafından işgal
edilmesi, iktidar açısından “ne pahasına olursa olsun” yapılması gereken bir
hamleyi gösterir. Kızılay’ın eylemlere kapatılması, Eskişehir kent merkezindeki
eylemcilerin çadırlarına saldırılması da öyle… Hareketin toplumsal yaşam için
kritik önemi olan mekânlarda, kent merkezlerinde kalıcı mevziler edinmesi, daha
ileriye doğru yönelmesinin önemli bir koşuludur. Bu mekânların eylemlerden
kalıcı olarak arındırılması (“temizlenmesi”), Haziran Direnişi’nin önemli bir
kaybını oluşturacaktır. Direniş’in bileşenleri, semtlerdeki aktivitelerini,
mutlaka kent merkezlerindeki büyük mitinglerle bütünlemelidir.
3.
Haziran direnişinin siyasal ve sınıfsal kompozisyonu
α) Hizmet sektörü ile sanayi
ve ticaretteki hizmet işlerinde emek-gücünü sermayedarlara satarak
çalışanların, işçi sınıfının bir kesimini oluşturduğu açıktır. Bunlara “orta
sınıf” denmesinin hiçbir bilimsel yanı yoktur. Üretim araçlarının sahibi olup,
emek-gücünü kendi tasarrufunda kullanan avukatlar, hekimler, terzi, kunduracı,
berber gibi bazı “esnaflar”, proleterleşme eğilimine sahip olan, işçi sınıfı ile burjuvazinin arasındaki bir ara/orta
katmana dâhil edilebilirler. Orta katman mesleklerine sahip kişilerin, giderek daha
büyük bir kesimi ücretli emekçi/işçi olarak çalışmakta, daha az sayıdaki bir
kesimi ise patron olarak ayrışmaktadır. Ancak, sömürü amaçlı (az ya da çok
sayıda) işçi çalıştıran imalatçı “esnaflar”, ırgat/mevsimlik işçi çalıştıran
toprak sahibi köylüler, sanayide üretilen artık-değerden ufak da olsa bir pay
alan mağaza ve dükkân sahipleri yani küçük tüccarlar, kelimenin tam anlamıyla
“küçük-kapitalistler”dir. Birkaç örnek verelim…
Avukatlık bürosunda ücret alarak çalışan bir avukat, özel hastanede ya
da devlette ücretli çalışan bir hekim, berber “ustasının”/patronun dükkânında
çalışan bir “kalfa” ya da “çırak”, işçidir. Bu iş yerlerinin patronu mesleğini,
meslektaşı işçilerle birlikte icra ediyor olsa bile, sömürgen bir küçük kapitalisttir. Kendi bürosunda çalışan bir avukat, başka avukatları çalıştıran
patron konumunda değilse, ara katmanların bir üyesidir. Eczane zincirinde
ücretli olarak çalışan değil de, kendi dükkânının sahibi eczacılar, ilaç
sektöründe üretilen artık-değerin bir bölümüne el koyduklarından
küçük-kapitalisttir.
Bütün köylüleri, bütün
zanaatkârları ve bağımsız profesyonelleri (hekim, avukat, danışman, mimar,
mühendis, mali müşavir, grafikçi, bilgisayarcı vd.), "küçük burjuvazi"nin
kapsamında değerlendirmek yanlıştır. Köylü aileler arasında, kendi geçimini
sağlayan küçük toprak sahibi olanlar ile küçük-kapitalist köylüler ayırt
edilebilir. Günümüzde zanaatkârların bir bölümü “orta katmanların”
bileşeniyken, bir bölümü küçük kapitalisttir. Orta katmanlara dâhil olan
profesyoneller ya işçileşmekte ya da küçük kapitalistler haline gelmektedir. Bağımsız
profesyoneller, bir sınıf oluşturmazlar, olsa olsa bir tabaka olarak
değerlendirilebilirler.
“Küçük burjuva” kavramının, Türkiye sosyalist hareketinde bir
aşağılama/karalama sözü olarak kullanılmasıysa, lümpenliktir. Bu kavramın gelişi
güzel kullanılması, teorik sığlığın bir belirtisidir.
Haziran Hareketine
katılanları “orta sınıf” veya “küçük-burjuvazi” terimleriyle yaftalamak
yanlıştır. Türkiye sosyalist hareketine bazı sosyolog akademisyenlerden sirayet
ettiği gözlenen “orta sınıf”a ilişkin çarpıtmalardan uzak durulmalıdır.
Haziran Direnişi emekçilerin
katıldığı siyasal bir harekettir. Haziran sınıfsal ayaklanmasının başlangıçtaki
siyasal konumunu, kentsel ranta karşıtlık, kamu varlıklarının özel mülkiyete
dönüştürülmesine itiraz oluşturmuştur. Haziran Ayaklanması, doğrudan devlete ve
onun burjuva/kapitalist karakterine karşı yapılmış sınıfsal bir isyandır.
Haziran hareketinin siyasal karakterini, siyasal ve toplumsal baskılara karşı
özgürlük istemi, karanlığa karşı aydınlanma mücadelesi oluşturmaktadır.
β) Çevrecilerden farklı
cinsel tercihlere sahip olanlara, Kemalistlerden komünistlere,
devrimci-demokratlardan sosyal-demokratlara, parti ve hareketlerden dernek ve
kuruluşlara, örgütsüz ama sol duyarlığı olan yurttaşlara varıncaya kadar,
hareketin bileşimi geniş bir tayfa sahiptir. Haziran Direnişi kendiliğinden
başlayan bir hareket olsa da, örgütlü siyasal kesimlerin katılımı
gerçekleşmiştir. Direniş, seküler/aydınlanmacı ve sol eğilimli, iktidar karşıtı
bir siyasal hareket olarak gelişmiştir. Hareket iktidar karşıtıdır, fakat genel
tabloya bakıldığında alternatif bir iktidar talebi bulunmamaktadır. Direnişin
bir hareket olarak kendini örgütlemesi başlamıştır. Türkiye sosyalist hareketi,
bu örgütlenmenin içerisinde yer almaktadır.
γ) BDP’nin Haziran İsyanı’na
katılımı sadece İstanbul’da ve sınırlı düzeyde olmuş, AKP iktidarıyla yürütülen
müzakere yüzünden yaygın ve kitlesel katılım göstermemiştir. “Türkiyelileşme”
için açığa çıkan sol olanak, değerlendirilmemiştir.
Kürt Hareketi için
“Türkiyelileşme”nin anlamı, neo-liberal paradigmanın çerçevesinde yer alan
idari yapının değişimi projesini farklılaştırıp, tüm yurttaşlara politik bir
talep olarak sunmaktır. Türkiye solunun bir kesimini kendine yedekleyen bu
hareket, liberal bir politikanın vekili/temsilcisi değildir. Yönetişim, yerinden
yönetim politikalarını farklı anlamlandırıp, içeriğini değiştirerek “demokratik
özerklik” olarak formüle etmektedir. Sistemin “açılım” kapsamındaki adımlarla,
bu hareketi denetim altına almaya ve kendine hizmet eder hale getirmeye
çalıştığı bilinmektedir. Bize göre liberal bir proje ne kadar farklı bir
içeriğe kavuşturulmaya çalışılırsa çalışılsın, sermayenin sınıfsal iktidarına
hizmet etmeden, bağımsız bir siyasal yapılanma hüviyeti yitirilmeden, bu
projenin reel bileşeni olunamaz. Buna iktidarın varoluş “mantığı” izin vermez.
Şu ana kadar, direniş
hareketinin, Kürt hareketini etkilemediği ve sola çekmediği gözlenmektedir. Oysa
28 Haziran’da Lice’de öldürülen Kürt gencinin, Direniş’teki eylemciler
tarafından sahiplenilmesi, Hareket’in kardeşleşme konusunda ne kadar sağlıklı
bir konumlanışa sahip olduğunu göstermektedir.
δ) KESK, TTB, TMMOB, DİSK ve
TDB sözüm ona “kitle örgütleri” olarak anılmaktadır. Sol kimliğe sahip bu
“kuruluşlar”, iş yerlerinde örgütlü değildir ve bu yüzden sağ borusunu
iş yerlerinde rahatça öttürebilmektedir. Bunların 900 bin “üyeyle” bağı örgütsel
değil, “seslenme” yoluyladır. Peki, sese kulak kabartan, yanıt veren büyük bir
nicelik var mıdır?.. Bu kurumlar, ne tabanlarını harekete geçirebilmekte, ne de
etkin biçimde mücadele etmektedirler. İnanmayanlar, 4-5 Haziran ve 17 Haziran
“grevlerine” dönüp bakmalıdır. Bu “grevler” başarılı değildir. Aslında grev olarak
kabul edilemezler. Çünkü bu “kuruluşlar” grevin ön-çalışmasını yapmamıştır.
Grev kararı ilkinde 3 Haziran’da bazı gazetelerde yer alan haberle duyulmuştur,
ikincisinde 16 Haziran Pazar günü akşamı grev kararı aldıklarını
duyurmuşlardır. “Grev” sonrasına ne mi bırakmıştır?.. Neredeyse hiçbir şey…
Haziran İsyanı’nın sloganları, iş yerlerinde yankılanmamıştır. Bu büyük bir
eksikliktir.
ε) Eylemlere oldukça az
sayıda da olsa “ülkücü” gençlerin katıldığı gözlenmiştir. Bu katılım
eylemlerde, de facto (fiilen) polisi provoke etme işlevini yerine
getirmediğinde, partilerinden bağımsız olarak bireysel inisiyatif aldıklarını
gösterir. Bu durum, yakın geçmişte Ege sahillerine ABD savaş gemileri
geldiğinde, Conilerin kentte oluşturduğu “rahatsızlıkları” bilen bazı MHP’lilerin
“yankee go home!” sloganını atarak eylem yapmasına benzer (MHP yöneticileri, bu
kişileri eylemleri yüzünden uyarmıştı. Bu uyarı, partinin kimliğinin ne
olduğuna dair küçük ama güzel bir örnektir. Solcularsa bundan daha önce, benzer
bir durum için yurtseverce eylem yapmıştı).
ζ) Kendilerine
“Anti-kapitalist Müslümanlar” adını veren, gerçekteyse anti-kapitalist
olamayacak bir grup da, Gezi Parkı’ndaki eyleme katılmıştır. Günümüzde İslamcı
siyasal hareket ve partilerin, ister silahlı, ister barışçıl yolları
kullansınlar, kapitalizmin sınırları ötesine geçen bir düzeni inşa ettikleri
görülmüş değildir. Ayetullah Humeyni’nin 1979 karşı-devrimi öncesinde “İslam
eşitlik dinidir” türünde birçok sözü kayıtlara geçmişse de, kurulan İran İslam
Cumhuriyeti’nde egemen üretim biçimi olan kapitalizm eşitsizlikçidir. Buna
benzer şekilde, Erbakan ve RP’nin “adil düzen” söylemindeki “faiz
karşıtlığının”, hükümetteyken uygulamalarına bakıldığında somut karşılığının
bulunmaması; “Siyonizm karşıtlığının”, İsrail’le gizli anlaşmalar imzalamaya
engel oluşturmamış olması da hatırlanmalıdır. İslamcıların söylemlerine bakıp,
yanılmamak gerekir.
4.
İktidarın yapılanışı ve parlamenter muhalefetin konumu
1) AKP, ABD ve AB’nin
desteğini alan, toplumun en fazla %50’sinin aktif ya da pasif onayına dayanan
bir koalisyon iktidardır. Bu iktidar bloğunun bileşenleri AB örgütlenmesi ve
ABD olarak emperyalizm, devlet içinde veya toplumsal dokuda örgütlenmiş
tarikatlar (cemaat dâhil) ve en bloc/yekpare bir toplam olarak sermaye
sınıfıdır. (“Emperyalizmin, iktidarın bileşeni olması da ne demek ola?” diye
soranlara yanıt verelim. AB ve ABD, sıcak para hareketleriyle, borçlandırma
yoluyla, neo-liberal politikaların dayatılmasıyla, açık ve gizli antlaşmalarla,
çeşitli kurumlar aracılığıyla ve ideolojik bağlanmalarla, iktidarı emperyalist
hiyerarşiye bağlar. Bu bağlarla, iktidarın bileşeni olurlar). Haziran
İsyanı’nda iktidarın bileşenlerinde bir ayrışma yaşanmamıştır. Emperyalist
devletler ve örgütler ile uluslar arası rantiyeci sermaye, Türkiye’deki siyasal
iktidara sunduğu siyasal ve ekonomik desteği çekmemiştir. Ordu, polis, yargı
kurumları ve üniversite yönetimleri arasında ve içerisinde, iktidarın gücünü
azaltan bir tavır gelişmemiştir. Cemaat menfaatleri gereği ve etki alanını
genişletmek için, AKP’yi eleştirir görünmekteyse de ve Erdoğan’la didişse de,
Direnişin başından beri AKP’ye sahip çıkmıştır. Sermaye sınıfı bir bütün olarak
AKP iktidarının bileşenidir ve kendisine hizmet eden/kendisini temsil eden
devletin yürütücü gücüne sırtını dönmemiştir. İktidar bileşenleri için AKP bir
misyon partisidir ve henüz misyonlarını tamamlamamış durumdadır. Yerine
geçebilecek bir burjuva iktidar alternatifi de bulunmamaktadır.
2) Düzen partileri arasında
sağda alternatif bir parti bulunmadığından, muhafazakâr toplumsal kesimlerin
büyük bölümünün onayını alan AKP’nin, Türkiye toplumunun %50’sini temsil ettiği
gerçek-dışıdır. Seçimlere katılım oranının %100 olmadığı ve seçimlerde yapılan
bin bir çeşit hile hatırlandığında, bu oranın daha aşağılarda olduğu görülecektir.
AKP’ye pasiflikle onay verenlerin, aktif destekçilerinden fazla olduğu da
söylenebilir. Yine de iktidarın önemli bir dayanağını, toplumsal dokuda çıkar
ve ilişki ağları kurmuş olan aktif destekçiler, yani tarikatlar
oluşturmaktadır. Buna karşı Direniş’e katılan yurttaşların, toplumsal dokuda
formel örgütlenmeler yerine, kendi ağlarını kurmaya başlamış olması
sevindiricidir. Mahallelerde, iş yerlerinde, okullarda, kısacası
mikro-ölçeklerde, gerçekten politik duruşa sahip olmanın yolu, ilişkilerin
artması ve yaygınlaşmasından, ortak hareket etme becerisinden, duygudaşlıktan
başlamaktadır.
Louis Bonaparte'ı iktidara
taşıyan köylülüktü. Erdoğan’ı oylarıyla iktidara taşıyansa, kırlardaki
köylüler, kasaba ve ilçelere, varoşlara göç eden ya da eskiden beri buralarda
yaşayan, köylü kültürünü yitirmemiş işçiler ve esnaflardır. Bazı kişilerin
“dağdaki çobanla benim oyum bir”, “bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam”
sözleriyle aşağıladığı bu toplumsal yığını, en iyi “taşralılar” adlandırması
anlatır. Kırsal kesimdeki nüfusun oranı %30’un altına düştüğüne göre,
“taşralılığın”, “taşra kültürünün”, şehirlere taşındığı aşikârdır. Marx’a kulak
kabartalım:
"Milyonlarca köylü
ailesi, onları birbirinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını, onların
çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıflarınınkilerle karşı
karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde, bir sınıf meydana
getirirler. Ama, küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden
ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında
hiç bir ortaklık, hiç bir ulusal bağ hiç bir siyasal örgütlenme yaratmadığı
ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. (...) Onlar kendi kendilerini temsil
edemezler temsil edilmek zorundadırlar. (...) küçük toprak sahibi köylülerin
politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yürütme gücüne bağımlılığında
bulur" (Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i)
Ülke ölçeğinde “taşralıları”
büyük oranda temsil eden AKP ve Erdoğan’dır. Taşra yaşamı,
“yaşadıkları yerden ileri gelen bağlar”, habitusları, muhafazakâr olmalarını
sağlar. “Ayaklar” kendilerini temsil edecek bir “başa”, bağımlıdır.
3) AKP iktidarının
meclisteki destekçisi MHP (örneğin 3x4 öğretim düzenlemesi, alkol yasağının
yasalaşması hatırlansın), seçmen tabanının önemli bir bölümünün AKP’ye oy
vermesinin önüne geçememektedir. MHP’nin “Kürt açılımı” da dâhil, AKP
politikalarının hiçbirine özsel bir itirazı yoktur. Muhalefeti, akıl hocalığı
yapmak, uyarmak ve üslup eleştirisiyle sınırlıdır. Haziran İsyanı’nın ilk
günlerinde Bahçeli’nin erken seçim önerisi, ayaklanmaların rejime güçlü bir
tehdit oluşturduğunu algılamasındandır. MHP’li bazı vekillerin ve yöneticilerin
İsyan’ın ilk günlerinde Taksim’de “biz de çevreciyiz” içerikli basın açıklaması
yapması, sadece eylemlerin oluşturduğu meşruiyetin ne kadar etkili olduğunu
gösterir.
4) CHP’li bazı vekillerin
Haziran İsyanı’na katılması da, “eylemcileri destekliyoruz” yollu demeçleri de,
bu partinin İsyanı kurumsallığıyla desteklediği anlamına gelmez. CHP’ye oy
vermiş ve İsyan’a aktif olarak katılmış yurttaşları, bu parti kendi
yörüngesinde tutamamıştır. CHP’nin tabanı, oy verdikleri partilerinin AKP’ye
bir alternatif oluşturmadığını algılamıştır. Haziran İsyanı’nın gelişiminde
kurumsal hiçbir katkısı olmayan CHP, eylemleri sahiplenmemiş, uzaktan
izlemiştir. Direniş’e ilişkin “taş atmayın” dışında hiçbir önerisi olmamıştır.
12 Haziran gece saat 2:00’de toplantı yapan CHP’li yöneticiler, cumhurbaşkanı
Gül’e “parti” liderleriyle toplantı yapıp, “konuyu” görüşmesi önerisinde
bulunma kararı almıştır (Breh, breh… Ne karar ama? Yakışır). Haziran
hareketinin temel sloganı olan “hükümet istifa”, CHP tarafından duyulmamıştır.
Yazılma tarihi: 27-30
Haziran 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.