2 Şubat 2023 Perşembe

Latife Tekin’in Manves City novellasının eleştirel analizi

Fuat Filizler

Manves City'nin bana ilk düşündürdüğü, Latife Tekin'in ilk romanlarının (Sevgili Arsız Ölüm, 1983 ve özellikle Berci Kristin Çöp Masalları, 1984), 35 yıl sonraki güncellenmiş bir uzanımı olması. İlk romanları, kırdan büyük kente (kent çeperine) göç etmiş “pılık pırtık” insanların, bu geçiş sürecindeki, iki arada bir deredeki durum, değişim, açmaz, çırpınışlarını vb anlatıyordu. Manves City ise, bir Anadolu kasabasının, bir büyük modern sanayi (hatta teknoloji?) merkezine yıkıcı dönüşüm sürecinde bu kasaba insanlarının durum, açmaz, çırpınışlarını anlatıyor. (Manves City, Manisa'daki Vestel City olsa gerek.) Her ikisinde de roman kahramanları açısından yıkıcı bir geçiş/dönüşüm süreci anlatılıyor: Birincilerde geleneksel kır ekonomisi ve kültüründen kapitalist kente, Manves City'de ise kapitalizmin bir döneminden yeni bir dönemine. Berci Kristin'de Çiçek Tepe mahallesi özgülünde bu dönüşüm anlatılır, Manves City'de ise Erice özgülünde. Birinciler 24 Ocak-12 Eylül koşullarında, ikincisi neoliberal kapitalizm-AKP koşullarında yazılıyor. Birinciler toplumsal gerçekçilik (ve varoluşçuluktan) benim “sol post-modernizm” dediğim büyülü-mistik gerçekçiliğe geçiş çerçevesindedir, ikincisi ise halen post-modernizmin bir çok özelliğini göstermekle birlikte toplumsal-eleştirel gerçekçiliğin bazı (yeni?) belirimlerini de gösteriyor.

Bu yüzden Berçi Kristin Çöp Masalları ile Manves City'nin karşılaştırılmalı bir okuması, hem paralellikler, süreğenlikler, uzanımlar, hem de güncellemeler, değişenlerin saptanması açısından iyi olur kanısındayım. Şöyle dikkate değer bir soru açısından ilginç olur: Türkiye'de “sol post-modernizmin” başlatıcısı, öncüsü olan Latife Tekin, 35 yıl sonra “yeni bir işçi edebiyatının” başlatıcısı, öncüsü olabilir mi?

Dil, kendi başına beni pek rahatsız etmedi. Dilin ön plana çıkması ve dilde şiirsel estetizm, malum uzunca bir süredir romanın olmazsa olmazı sayılıyor. Bu, zincirleme çağrışım, gönderme, simge, imge, ritm vb ile yüklü “bilinç akışı” tekniğinin yine son dönem romanında öne çıkmış olmasıyla da örtüşüyor. Asıl soru kanımca şu: Böyle bir dil, ele alınan temayı, tarihsel-toplumsal dönüşüm sürecini işlemeye uygun ve yeterli mi? Burada bahsettiğim tabii ki, “sefaletin, yıkımın estetikleştirilmesi” tehlikesi. Böyle olup olmadığını, ya da Manves'in ne kadar buna düştüğü ne kadar bunun üzerine çıktığını ortaya çıkartıp göstermemiz gerekecek.

Büyülü gerçekçilik'in dili, felsefesinden (panteizm, animizm, doğaya ve nesnelere ruh ve kişilik atfeden, Baconvari, şiirsel mistik doğacıl materyalizm ve ütopizmden) ayrılmaz. Bu, Latin Amerika edebiyatında oradaki dönüşüm süreci çerçevesinde ortaya çıkmış, Latife Tekin üzerinden Türkiye'ye taşınmıştı. Manves'te bunun bazı biçim ve kalıntıları halen var (örneğin Nergis'in gazete yazılarında, doğaya, mevsimlere kişilik atfetmesi, gibi.) Ancak bu, anaakım post-modernizmde olduğu gibi, dilin bir gösteren olmaktan ziyade kendinde bir gösteri/şov olması denli değil. Ayrıca: Tekin'in ilk romanlarında sözlü kültür öğeleri (efsaneler, destanlar, masallar, özdeyişler, vd) ve görsellik baskındı, gerçek anlamda yazınsallık öğesi eksikti ki, bu da onların gerçek anlamda, ele aldığı geçiş/dönüşüm süreçlerini derinlemesine edebi olarak işlenmiş, gerçek roman olmasını engelleyen temel etkenlerden biriydi. Manves'te ise, yazınsallık daha belirgin ve nispeten daha güçlü. Manves'in kişi kadrosunun “bilinç akışları” evet sık sık şiirsel, ama sözlü ve görsel kültürle sınırlı olmadığı gibi, çok belirginleştirilen bir “anlatıcı” tarafından yazınsallaştırılarak yazılmış. Dolayısıyla gerçek yazınsallık öğeleri, gerçek toplumsal dönüşüm sürecinin iç yüzünün bazı yönlerine az çok ışık tutabiliyor. Dil şiirsel, ritmik, ama ağdalı değil, oldukça yalın ve anlaşılır. Yalnız virgüllerle uzayıp giden cümleler, yani şu “bilinç akışları”, yer yer yorucu oluyor.

Manves'te bir çok post-modernizm öğesi var. En başta ve en göze çarpanı tabii “metinler-arasılık”. En az 5-6 metin türü, her biri farklı harf karakterlerleriyle: Öykü, mektup, gazete makaleleri (deneme), günlük, işçilerin fabrika idarelerine şikayet/istem dilekçe/yazıları, patron-idare bildirgeleri, (ki bunlara face ve cep telefonu “metinleri” de eklenebilir.) Bazılarının iç bağıntılarını kurmuş, bazılarında okura bırakmış. Bu “metinler-arasılık” yönteminin post-modernizmden geldiğini, ama Manves'teki kullanım biçimine tam post-modernist denemeyeceğini, tam tersi öyküye bir çok boyutluluk ve zenginlik, -ama aynı zamanda da bir kolaycılık- kattığını düşünüyorum. Özellikle işçi dilekçeleri, denemeler, ve günlüklerdeki açık ve örtük ironik eleştirellik (“insan kaynakları”, “kişisel gelişim”, “psikoloji” vb gibi kapitalist/burjuva anlayışlarına karşı) hoşuma gitti. Bunlarda, ve şirket isimleri, tabelalalar, logolardan doğru (“Koltuk Dünyası”, “Meydan Yemek Dünyası”, “Manves Şehri”, vb) bir ideoloji/meta fetişizmi eleştirisi var. Metalar Dünyası büyüdükçe, insanlar dünyası küçülüyor. Bir de tabii, herkesin Eda gerçeğini Ersel'den gizlemesinde veya yalan ve manipulasyon yapmasında, bir ideoloji eleştirisi var. Kimisi onu üzmemek veya tehlikeden korumak, kimisi kendi gerçeğini saklamak, kimisi kendine yedirememek, kimisi kendi çıkarları için vb yalan söylüyor. Tekin, bunu, Ersel'in düşüncesinden, herkesin bu suça ortak olması ve elbirliğiyle üretmiş olması olarak yorumluyor. Kanımca bu, çok iyi bir burjuva ideolojisi tarifi. Çünkü burada, post-modernizmin gerçekliğin olmadığı ve kim onun hakkında ne düşünüyorsa o olduğu, veya varsa bilinemez olduğu, veya bilinse bile başkasına aktarılamaz olduğu anlayışından net olarak kopuyor. Yerine mevcut toplumsal ilişkilerin ideal ifadesi olarak ve bu gerçeklikteki çelişkileri örten, işçiler tarafından da yeniden üretilen, yani toplumsal-maddi ilişkilerde bir izdüşümü ve onun ters yüz ifadesi olan, bir ideoloji kavrayışı ve eleştirisi ortaya koyuyor. Çünkü ideoloji eleştirisi yapılmadan, onun bir izdüşümü ve tersyüz ifadesi olduğu, gerçek toplumsal ilişkilerin eleştirisi yapılamaz. “Görünen büfe”? Kanımca tüm o tabelaların, logoların, kapitalizmin idealize edilmiş ifadelerinin yanında küçüçük bir “görünür” olmaya çalışan, nesnesi ile ismi bir olan tek şey gibi? Ama bu da, küçük mülkiyet, küçük meta eşitlikçiliğine duyulan ütopik bir özlem gibi?

Bazı işçi dilekçelerinde, işçilerin şikayet ve istemlerini, tam da burjuva performans/verimlilik vb sistemleri/ideolojisi içinden ifade etme çabalarının gösterilmesi, gerçekten çok başarılı. Sınıf sezgilerini ama dayatılan üretim-emek organizasyonu sistemleri çerçevesinde/uyarlanmış biçimde, ama bu sistemlerin iç tutarsızlık ve saçmalıklarını da açığa çıkartacak biçimde göstermeye çalışıyor. Burada illa bir post-modernizm aranacaksa, sınıf çelişkilerinin gelişimin kendiliğinden sınıf bilincinin gelişiminin belli bir uğrağındaki tezahürü olarak, hem sınıf sezgi ve çıkarlarını ama hem de burjuva ideolojisini içeren, bunların iç içe geçtiği eklektik bir durumun eklektik ifadesi görülebilir. Ama bunları metindeki çelişkilerden ziyade bizzat bunları yazan işçilerin bilincindeki çelişki ve eklektizmin ifadeleri olarak görmek daha doğru olur.

Manves City'deki asıl post-modernizm öğeleri, öykünün başından sonuna sıkıntı, ikircik ve gizemcilik iklimi ve Ersel nezdindeki bilinç bulanıklığı öğeleri. Tekin'in ilk romanlarında şamanizm bile vardı (ve Buket Uzuner'in romanlarında), Uyurkulak'ın Toll'unun kahramanları alkolikti, Manves City'nin Ersel'i ise, zaten Erice'nin değişen durumunu ve kendi durumunu anlayamaz ve anlamlandıramaz olduğu gibi, bir de üstüne hastalanıp ateşlenmesi, dahası tüp gazcıda yatması filan gerekiyor ki, bilinci iyice bulansın!

Gerçi hakkını yemeyelim, öykü sonunda Eda gizeminin, ve birçok başka gizemin, daha büyük bir gizemle birlikte tam olarak çözüme kavuşması, (ki bunların birçok ipuçları, pek çok yalan, manipulasyon, kurgu, vb kabuğu içinde de olsa, verilmişti) post-modernizm ile bağdaşmaz. Ersel'in “üvey kızı” Eda'da, ailesinden kalan tek ve son parçayı arar, ve yıkılmış ve parçalanmış ailesini yeniden geri getirmeyi umar görünse de, aslında besbellidir ki aradığı, eskiden değer verdiği ve onu o yapan ilişkileriyle birlikte, kendi gerçekliği ve Erice'ye ne olduğu gerçekliğidir!? Ve bu aradığını da tam olarak bulmuş olur: Tekelci oligarşik kapitalizmin yeni düzlemi ve buna şu veya bu düzeyde daha beter köleleşme biçimleri. Ki Eda'yı arayışı bile, farkında olmadan, Erice'nin büyük kapitalistlerinin bir fraksiyonunun planlarına (ya da güç ve paylaşım kavgalarına) hizmet etmeye dönüşmüştür. Eh bu da, eski ailesinden kalanı ve eski ilişkilerini canlandırma, iyi bir iş bulma gibi masum ve nostaljik özlemlerin imkansızlığı karşısında yeterince gerçekçi bir son'dur!

Malum, Erice'de zaten neredeyse tüm aile ilişkileri “üvey”dir, ve bu “üvey”lik ilişkileri de, daha güvencesiz, iğreti (prekarite) ilişkiler karşısında parçalanıp çözülürken, bir işçinin “üvey” kızını kendi kızı gibi sevip sahiplenmesi, kurtarmaya çalışması mümkün değildir! Burada Tekin'in, “üvey”liği, genel bir imge olarak, geleneksel toplumsal ilişkilerin kapitalizm koşullarında iğretileşmesinin, melezleşmesinin bir ifadesi olarak kullandığı açık.

Yolculuk, bir yerden bir yere yetişmeye çalışma, birini veya bir şeyi arama, roman/sinemada 4-5 temel kategorik yöntemden biridir. Eser kahraman(lar)ının bu süreçte hızlıca girip çıktığı ortamlar, ilişkiler ile, bu yöntem, toplumun daha genel bir panaromasını çizmeye yarar. Bu yolculuk ya da arayış sırasında, eser kahramanlarının istediği yere/kişiye/şeye ulaşsın veya ulaşamasın, aslında kendini ve/veya toplumsal dönüşümü vb keşfetmesi, yüzyılların eskitemediği bir izlektir. Buna karşın, bu yöntem, kahramanların hızlıca girip çıktığı, görüp geçtiği vb ortam ve ilişkilerden belki çarpıcı ama ancak anlık ve sınırlı kesitler sunabildiğinden, genellikle yüzeysel kalmaya mahkumdur. Kanımca Manves de, bir dizi önemli derinleşme noktası içermesine karşın, bu hızlı hızlı iç kesitler gösterip geçme yüzeyselliğinin ötesine pek geçemiyor. Bunların “iç kesit” (örneğin fabrikalardaki ve modern kapitalist çiftlikteki üretim ilişkileri, vd) olması bu derinleştirme olanağını sunuyor, ama işaret edip geçme biçimiyle de yüzeyselleştiriyor. Bu yöntemin sorunlarından biri de, çeşitli ortam ve ilişkilere girip çıkan kahramanımızın, bunların her birinden şu veya bu düzeyde etkilenmeler içerse de, bunlar üzerinde bir etki yaratamaması, yani özne olamaması.

Manves, işçi, kadın, ekoloji sorunlarını birlikte, yer yer iç içe geçmiş biçimlerde işlemeye çalışması, ona belli bir zenginlik katıyor. Ancak kısalığı ölçüsünde (toplam 140 sf civarında, hem de küçük boy bir kitap, kanımca bir roman kapsam, muhteva ve derinliğine erişemeyen bir “uzun öykü”), bunların ancak en “sivri uçları”nı sergilemekle kalıyor. İlki açısından azami üretkenlik, verimlilik, performans (göreli artı-değer) sistemleri, işçi-emek yıkımı, işsizlik, iş cinayet ve sakatlanmaları, tükenme sendromu, vd. Kadın sorunu açısından, kadın cinayet ve sakatlanmaları, kadın ve çocuklara dönük şiddet, fuhşa ve metresliğe itilmek, vd. Doğa sorunu açısından, tarım ve doğa alanlarının sanayi alanı haline gelmesi, kiraz ağaçları ve balıkların yok olması, nefes alacak yer kalmaması. Emek, kadın ve doğa yıkımı ve yağması, kuşkusuz günümüz kapitalizminin bir tanımıdır. Bunların bazan iç içe, bazan birinden ötekine geçişlerle, bazen yan yana eşdüzlemli akışına karşın iç bağıntılarının kurulması konusunda sorun ve yetersizlik var gibi. Ama iki kayıtla: Her üçünün bir kesişme noktası, işçi, kadın ve doğa savunucusu olarak Nergis'te cisimleşiyor. İkincisi, öykü kapitalist üretim ilişkileri ve bundaki dönüşümle başlıyor, ve bunu temele koymuş görünse de, ikinci yarısında gizem dolambaçlarında arasında giderek bunu kaybediyor. Finalinde yine dönüp hepsini birbirine bağlamaya çalışıyor.

Bu arada yazarın ana kahramanı gibi görünen kişiye verdiği isim, Ersel, yazarın güçlü feminist damarı bilindiğinde, bir rastlantı olmasa, erilliğin bir eleştirisini de içeriyor olsa gerek. Bu açıdan Ersel'deki eril düşünce ve davranış biçimleri neler? Bahal'a duyduğu arzu ve bununla mücadele etmeye çalışması, ya da yazarın Ersel'in Eda'yı aramasında başka niyetler olabileceğine dair yer yer uyandırdığı şüpheler; vb bir değerlendirmek gerekebilir. Nergis ise, daha arka planda tutulmasına karşın, kanımca, öykünün asıl kahramanı. Onun ismi ise, doğadan alınma, klasik “kadın-doğa” özdeşleştirmesi bağlamında düşünülebilir mi? Gerçi feministler “çiçek senin babandır” derler ama, kadının, işçi, kadın ve doğa olarak üç kat ezilmişliğine, ve hepsinin mücadelesinin Nergis'te cisimleşmesine işaret ediyor olabilir mi?

Başladığım yere dönersem. Tekin'in ilk romanları, bir işçileşme/işçileşememe durumunu ele alır görünür. Manves City'nin ele aldığı dönüşüm süreci ise, işçilik/artık işçi bile olamama (işçiliğin, emeğin giderek gereksizleşmesi) ikilemini anlatmaya çalışıyor gibidir. Bu, Berci Kristin Çöp Masalları ve Manves City karşılaştırmasından ve Manves City üzerine, temel hipotezim (önsav, varsayım). Ama tabii kanıtlanması gerekecek.

Berci Kristin'de, Berci geçmişe, kıra dönük özlemler olarak “saflığı, temizliği, naifliği”, Kristin ise kapitalist kent olarak “fahişeliği, yozlaşmayı” vb temsil ediyordu. Ve iki arada bir derede “pılık pırtık” insanlar. Manves'te ise, Erice bir tür geçmişe dönük özlemi, “saflığı, iyi niyeti” (doğa planında kiraz ağaçları vd. Toplumsal ilişkiler planında ise, hepsi “doğuştan” işçi olsalar bile, en azından iş buldukları, aşık oldukları, aile filan kurdukları bir dönem), Manves City ise, daha büyük bir yıkım, yozlaşma, makineleşme vbyi temsil ediyor olabilir. Ve yine, iki arada bir derede, Erice ile Manves City arasındaki, yani Erice'nin ve kendilerinin geçmişiyle hızlanan değişimi arasındaki sırat köprüsüne gerilmiş; insanlar. Belki artık “pılık pırtık” değilse bile, “yaralı” (Leyla Erbil), “tutunamayan” (Oğuz Atay), büyüklü küçüklü yıkımlara uğramış, tüm bu olup bitenleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan ama (kısmen Nergis dışında) anlayamayan, bir çıkış bulamayan işçiler, kadınlar.

Berci Kristin'de “işçileşememe” sorunu, Manves City'de ise “işçi olarak gereksizleşme” sorunu. (İkincisinde bu, hem teknolojik işsizlik, hem de daha ucuz göçmen emeği boyutuyla var.) Dolayısıyla, her ikisinde de “artı-nüfus”, kapitalist üretimin ememediği ya da tükürdüğü “gereksiz nüfus” sorunu.

Ve tabii, post-modernizmin gözde temalarından (zamansal ve mekansal olarak) “yersiz yurtsuzluk”. “Kimsesizlik”. “Sevgisizlik”. “Çaresizlik”. Eh, aile, akrabalık, vb yani kana ve yere/toprağa bağlı toplumsal ilişkiler çözülmüşse, artık tüm ilişkileri metalar ve sermaye dolayımlıyorsa, ortaya “yersiz yurtsuzluk”, “kimsesizlik” çıkar. (Çıkar mı, 100 puanlık baraj sorusu!) Çünkü bu “gereksiz nüfus” ne eskisi gibi Erice'li olarak kalabiliyor, Erice zaten artık yok veya hızla yok oluyor, ne de Manves City'de kendine bir aidiyet bulabiliyor. Zaten Tekin, sık tekrar ettiği bir dizi mottolaştırmayla bu durumu gözümüze sokuyor: “Hani ev, hani yuva?” vb. Burada, yalnızca az buçuk istikrarlı aile, evlilik kurumu anlamında değil, Erice'deki eski/mevcut toplumsal ilişkilerin, yani Erice'nin hızla çözülüşüne, yerini neoliberal kapitalist, mali oligarşik kapitalist ilişkilere bırakışına bir eleştiri ve ağıt söz konusudur.

Bunu kendi başına büyük bir sorun olarak görmüyorum. Çünkü her yıkıcı “büyük dönüşüm” sürecinde, işçilerin, emekçilerin ilk eldeki tepkilerinden biri, şu veya bu düzeyde “geçmişe özlem” olabilir. Ancak Tekin açısından asıl sorun, daha da beter olacağından başka, geleceğe dönük bir çıkış, umut, özlem görmemesinde ve gösterememesinde. Çünkü, Manves City'nin, büyük modern sanayinin, teknolojinin vb getirdiği bilumum kötülüklerin eleştirilmesi çok net olarak var, ama Marksist eleştirisi, yani bizzat içindeki uzlaşmaz çelişkilerin (üretici güçler/üretim ilişkileri ve sınıf çelişkisi) tarihsel gelişim süreci olarak kendi çözülüşünün, yıkılmasının koşullarını oluşturması yok.

Ama yine haksızlık etmeyelim, bazı tohumları var. Örneğin geleneksel sanayi işçilerinin geleneksel istemlerinin ötesinde, özellikle daha ileri teknolojik üretim birimlerinde çalışan işçilerin, “dans kursu istiyoruz, tiyatro kulübü, psikolog istiyoruz” gibi istemleri; üretici güçlerin gelişimiyle, yeni ihtiyaçların da nasıl geliştiğini gösteriyor (en azından düşünmeye sevk ediyor). (Kick box vb ile bunu iyice ironikleştirip aynı zamanda ileri teknolojili kapitalist işletmelerin ve beyaz yakalı işyerlerin bir dönemki atraksiyonları olarak aynı zamanda eleştirse de, “fabrikamız süper modernken çorbamızdan çıyan çıkması”, gibi ifadelere bağlayıp, çelişkiyi uç noktasından gösterebiliyor.) İşyerlerinde zaman ve mekan sorunu (ulaşım süresi vd), işçi sağlığı ve güvenliği, mobing ve taciz gibi pek çok sorunun nasıl iç içe geçtiği, yeni mücadele konuları haline geldiği keza.

Kanımca Manves City'nin en dikkate ve takdire değer yönü, sol edebiyattan bile uzunca bir süredir tasfiye edilmiş olan, üretim ve emek süreçleri ve ekonomi-politiği (eğer denilebilirse şu veya bu düzeyde bir ekonomi-politik eleştirisini), yeniden edebiyata sokmaya başlaması.

Emeğin gereksizleşmesi” gibi çok kritik bir sorunu, salt klasik “işsizlik,vd” boyutuyla değil, üretici güçlerin, teknolojinin gelişimi bağlamında, (çözemese bile) ortaya koymuş, edebiyata sokmuş olması, başlıbaşına dikkate ve takdire değer.

Ama bunlar, Manves City'yi bir “işçi sınıfı” romanı/öyküsü yapmaya yetiyor mu? Yapıtın ilk çeyreği veya üçte birlik kısmı bana bu açıdan epey bir heyecan ve umut verdi. Ama sonrası, bunun belirimlerinin giderek azaldığı yerini daha fazla post-modernist edebiyat alışkanlıklarının nüksettiği (ikirciklik, gizemcilik, parçalanma, anektodculuk, bilinç bulanıkları, vd) sonraki bölümler ise artan bir hayal kırıklığı yarattı. (Tıpkı Oruçoğlu'nun Grizu'sundaki ilk ciltte tarihsel-toplumsal eleştirel gerçekçiliğe daha yakın durması, sonrasında her ciltte Cebeli bakış açısına kayarak çözülmesi, daha fazla post-modernizme iltica etmesi gibi!)

İlginçtir, Manves City'de, direniş süreçlerinin anlatıldığı 3-4 sayfalık bölüm (s. 41-44), devrik cümleler filan bir yana bırakılırsa, neredeyse tüm edebi örgünün yok olduğu, bir düz “olaylar anlatımına” indirgeniyor. Sonraki birçok bölümde var olan edebi estetik-incelikler niyeyse bu bölümde hemen hiç yok. Bu bölümde dışsallık iyice belirginleşiyor. (Tıpkı Oruçoğlu'nun Cebeli'nin düşe dalışlarında onca konuşturulan edebi-estetik kalemin, grev, direniş anlatımlarında ortadan kaybolup, ortada salt bir kuru “toplumcu-gerçekçiliğin” kalıvermesi gibi!) Bunu, neden post-modernizmle işçi edebiyatı yapılamayacağına dair önemli bir kanıt olarak görüyorum. Grevler, direnişler, mücadeleler, edebiyatın kreşondoları olacağına, araya metazori konulmuş edebiyatsız parçalar gibi duruyor!!

İşçi sınıfı edebiyatı” derken, elbette olup bitenleri mükemmelen tahlil edip mükemmel bir sosyalist sınıf bilinç ve ufku sergileyecek bir eser kahramanı veya yan kahramanı beklemiyorum. Asıl bu dönüşüm süreci ve bizzat Manves City içindeki uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal çelişkilerin tarihsel gelişim sürecinin edebi tarihsel-toplumsal eleştirel gerçekçilikle açığa çıkarılması ve işlenmesini anlıyorum. Ve bunun için de, toplumcu-gerçekçilik ve post-modernizmden belli şeyler alacak olsa da, ikisinin şu veya bu biçimdeki sentezi de olmayan, her ikisini de özümseyerek eleştirerek aşan, yeni bir dil, yeni bir edebi tarza ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki yeni ve daha yüksek bir işçi sınıfı edebiyatının, kadın sorunu, ekoloji sorunu gibi kritik sorunları bir yana bırakmayacağı gibi, onlara daha büyük bir somutluk ve derinlik kazandırabileceğini düşünüyorum.

Bu arada, post-modernist romanda neredeyse kaybolmuş, kenara itilmiş ya da roman kişi kadrosundan daha fazla bir şey bilmez hale gelmiş “anlatıcı”nın, Manves City'de yine anlatının merkezine yerleşmiş olmasını, önemli ve tarihsel-toplumsal sorun ve süreçleri, az çok bir derinlik potansiyeli ile anlatılabilmenin, kaçınılmaz bir zorunluğu olarak görüyorum. Buna karşın, farklı metinler takviyeli de olsa bilinç akışlarının ağırlıkta, diyalog, tartışma, eylemlerin ise çok az olması, karakterlerin etkinleşme, özneleşme şansını da törpülüyor veya öldürüyor. (Manves'te Nergis'in az çok sınıf bilinçli bir işçi-kadın olduğu söylenebilir, ama onun da hem yörenin büyüyen burjuvalarından birinin sevgilisi/metresi olması, hem onun gazetesine kapitalist işletmelerden reklam alma işinde çalışması, hem de onun gazetesinde halkçı-demokratik, toplumsal ihtiyaçlara dönük vd yazılar yazması, yapıt içerisinde son derece tutarsız.)

Tekin, okurda hınzırca bu yönlü beklentiler ve manipilasyonlar yaratsa da, Eda'nın bulunmasının veya Ersel'in Bahal veya Nergis ile birleşmesinin, hem imkansız olduğunu hem de çözüm olmayacağını net şekilde göstererek, ileri doğru bir adım atıyor. Belki bu küçük ideal beklentileri açısından okurunun da kendisini sorgulamasını sağlamaya çalışıyor. Ne var ki bu arayış sürecinde, Ersel'in salt bir sıkıntı ve gizem halleri dışında gerçek bir gerilim yaratmıyor. Gerilimin olmadığı, ve bunun sıkıntı, gizem, ironi ile örtüldüğü yerde, işaret edilen bir çok çelişkinin işlenmesi de sönük kalıyor. Dahası, temel kişi kadrosunun çoğu işçi olmasına karşın, işçilik, işçi sınıfı giderek geri plana, fona doğru itiliyor. Manves City vbnin yeni durum içindeki işçilerini, artık ancak Ersel'in şaşkın ve anlayamaz bakışları içinden görebiliyoruz. (İlginçtir, Ersel, sermaye komplosuyla tutuklanan bir öncü işçi olmasına karşın, çıktıktan sonra ne sermayeye ne zenginlere vb karşı bir tepkisi yok. Tamam onun başlıca sorunu Eda'yı bulmak ve ancak bu şekilde kendini gerçekleştirebileceğini sanmak olabilir. Ama Manves City'ye, VedPlast'a, çiftliğe şaşkın şaşkın bakmakla yetiniyor, ve bilinç akışında bunlara dair hiçbir sorgulama, sonuç çıkarma, anlamaya çalışma yok! Cinsel ilgi duyduğu Bahal dışında, konuştuğu ettiği eskiden tanıdığı veya yeni tanıştığı işçilerle hiçbir duygu ortaklığı da yok! Yazar Ersel'i, aslında işçi olmaktan çıkarıyor, en post-modernist tarzda kendini arayan “yersiz yurtsuz bir ruh”a çeviriyor.)

Şimdi en kritik soruya gelelim: Peki bütün bunlar, işçi sınıfının belli bir tarihsel durumunu, parçalı, dağınık, bu sistemden bir çıkış göremediği veya düşünmediği belli bir durum ve bilinç halini son derece gerçekçi biçimde yansıtıyor olamaz mı? Hem Manves City'de bir dizi işçi direnişinden, istem ve şikayetinden de bahsedilmiyor mu? Olabilir tabii, en kötü post-modernist edebiyat bile, öznesiz, teorisiz, eylemsiz, tarihsiz, geleceksiz bir tarihsel dönem görünümünün izdüşümü değil midir? Ama mesele, işçilerin belli bir durumunu/bilinç durumunu göründüğü gibi yansıtmak değildir, ve tabii, idealize ederek, henüz içermediği ileri, sosyalist, anti-kapitalist bilinç formları yüklemeye çalışmak da değildir. Asıl dip akıntılarını, bunun tarihsel dinamiklerini açığa çıkarmak, ve edebi olarak işlemektir. Tekin, evet bu yöndeki kimi kıpırtı ve işaretleri göstermeye çalışıyor. Ama edebi bir işçilikle, gelişkin bir edebi dramatizasyon ve örgüyle değil. Çok kolaycı bir yöntemle, salt parça parça metincikler olarak ve face tarzı. Yani, kendilerini işçi olarak görmeyen, ama yakınsadıkça hem korktuğu hem sempati duyduğu bir toplumsal arka fon, hatta “kendi-başkası” olarak gören, beyaz yakalılar gibi. İşçilerin ruhuna, kıpırtılarına, çıkış arayışlarına yer yer temas ediyor, ama daha fazla yaptığı onları “acı çekenler” olarak görmek ve onlara küçük burjuva bir “kimlik”, bir “ruh” yüklemek. Bu açıdan kadın ve ekoloji ruhunu ve duyarlılığını daha iyi yansıttığını, ama işçileri anlamakta ve anlatmakta daha başarısız olduğu söylenebilir. Elbette pek çok işçi de bunalıma girebilir, hem de nasıl giriyor, kafayı şu veya bu kişisel meseleye, hatta “üvey kızına” takıp onu ütopikleştirebilir, ama kendi “yitik ruhu”nu arayıp durmak işçi sınıfının karakteristiği değildir; küçük burjuva aydının karakteristiğidir. İşçi sınıfının, muazzam genişleyen ve yeni ve daha yüksek bir temelden mücadele içinde yeniden oluşum içinde bir sınıf olarak karakteristiği, kendine yeni ve daha yüksek bir “ruh” ve “ufuk”, tüm dünya ve mücadele olarak yeni ve daha yüksek bir “yuva” yaratmaktır.

En sonu, “5 kişinin bilmem kaç yüz ineğe bakar hale gelmesi”nde, “robotik insansız fabrikalar”da, vb yani “emeğin gereksizleşmesinde”, Tekin ne görüyor? İşsizlik, göç, fuhuş, yozlaşma, rantiyelik patlaması, yıkım ve “çorbadan çıyan çıkması” dışında ne görüyor? Üretici sınıfın daralmasını mı, makinelerin/teknolojinin kenarına itilmesini ya da onlara yem edilmesini mi, ya da felsefi antropolojik bir insanlık krizini mi, ne görüyor? Tuhaf, emeğin, kadının, doğanın, bir bütün olarak insanın krizini ve kendini aramasını görüyor ama, kapitalizmin krizini, kapitalizmin tüm toplumsal ilişkilerinin krizini görmüyor. Kapitalist üretim tarzının içindeki tüm uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişme sürecini ve doğrultusunu görmüyor. Belki bu yapıtın, bu çelişkilerin Türkiye'de, somut, fiili, pratik olarak, henüz “az gelişmiş” olduğu bir dönemde yazılmış olmasından. Bunun ve yeninin bazı tohumlarını içeriyor olsa da, bunun bütünlüklü ve içsel bir edebi örgüyle yapılamamış olması da bunun ifadesi. Eskinin içinden yeninin tohumları doğuyor ve bu doğumu artık tarih ve hayat dayatıyor; ama eski bakış açısının, eski sınıf açısının, eski edebi üretim tarzının ve ruh halinin iç sınırlarının aşılamamış ve parçalanamamış olması, bu tohumları, eski form içinde yeni içerik, eski içerik içinde yeni biçim tohumları olarak sıkıştırıyor, büzüştürüyor, iğdiş ediyor. Marksist eleştirinin görevi, halen bulundukları post-mortem fanus içinde yeşeremeyecek olan bu tohumları, bu iç sınırlarından özgürleştirmek olmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.