24 Kasım 2022 Perşembe

Marksizm Krizde Mi?

Hans Heinz Holz


Gelecekte komünist partilerin teorik temelinin ne olması gerektiği konusunda bazı kafa karışıklıklarının bulunduğu açıktır. Bazıları, aradan geçen bir yüzyıl boyunca hiçbir siyasi, pratik ve teorik gelişme olmamış gibi, Marx’a dönüşü savunuyor. Başkaları, teorisinin eskidiğini iddia ederek, Marx’sız olsun, diyor. Üçüncü bir kesim, yeni düşünce diyor, ama bununla neyi kastettiklerini bir türlü söyleyemiyorlar. Nihayet bazıları da, teorinin belki tamamen bir kenara bırakılmasını ve sınırsız bir düşünce çeşitliliğini istiyor.

Çoğulcuları ve kendi teorilerini kendileri yapan teorisyenleri (herkesin kendi özel dünya görüşü kendisine!) buradaki tartışmanın dışında bırakabiliriz. Komünistler, ortaya çıktıklarından ve bu ismi taşımaya başladıklarından bu yana, temellendirilmiş bir bilimsel dünya görüşü için mücadele ettiler. Fakat bilimsellik, rastgele seçilemeyen ve değiştirilemeyen doğruluk ölçütlerini gerektirir.

Bilimsel bilgiler, karmaşık ve rastlantısal olarak yan yana dizilmezler, birbirleriyle sistematik bir ilişki içindedirler. Örneğin aynı anda hem materyalist, hem de ruhçu (Spiritist) olunamaz. Ve uç noktalara varmayan çelişkilerle karşılaşıldığında bile, tek tek görüşlerin dünya görüşüne uygunlukları incelenmelidir. Bu nedenle felsefenin Friedrich Engels tarafından formüle edilen temel sorunu belirleyici önemdedir.

Felsefenin Temel Sorunu

“Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur… Esas belirleyici olan nedir? Tin mi yoksa doğa mı? – Bu soru, kilise karşısında şu keskin biçimi aldı: Dünyayı Tanrı mı yarattı, yoksa dünya ezelden beri mi var?.. Bizi çevreleyen dünya hakkındaki düşüncelerimizin, bu dünyanın kendisiyle ilişkisi ne? Düşüncemiz, gerçek dünyayı kavramak için yeterli midir?” (Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu [Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie], Bütün Eserler [MEW] c. 21, s. 274 vd.)

Bu soruya verilen cevaba göre dünya görüşleri iki kampa ayrılır. “İdealistler”, tinin, maddi dünyadan önce geldiğini, maddi dünyayı belirlediğini ya da yaratmış olduğunu kabul eder. “Materyalistler” maddi doğanın önce geldiğini, sonsuz olduğunu ve kendi yasalarına göre geliştiğini düşünür. “İdealistler”, dünyayı ancak aklımızın yapısına göre görebileceğimizi söyler; “materyalistler”, insanın bilişsel kapasitesinin, sonsuz dünyadan bir kesiti yansıtan (net bir görüntü vermeyi her zaman başaramasa bile) bir aynaya benzediği konusunda ısrar eder. Farklı cevapların, farklı politik sonuçlara yol açacağı açıktır.

Materyalistlerin, dünyanın dua ile değiştirileceğine inanması mümkün değildir. Kim ki, bildiğimiz doğanın sadece aklımızın bir ürünü olduğunu söylüyorsa, aklını kullanarak doğaya dilediğini yaptırabileceğini düşünüyor demektir. Kim tini bedenden ayırıyor ve tini esas alıyorsa, Schiller gibi düşünüyor demektir: “İnsan özgürdür; zincirlenmiş olarak doğsa bile.” Zincire vurulmuş bir kürek mahkûmu, bunu başka türlü duyumsar.

Komünistler, materyalisttir. Dünyanın bilinebileceğini ve (doğa ile uyum içinde olmak kaydıyla) planlı olarak şekillendirilebileceğini düşünürler. Bu düşünceden, insanların dünyayı iyileştirebileceği umudunu çıkarırlar ve bu nedenle de, bilimsel bir dünya görüşü üzerinde çalışırlar. Komünistlerin politik eylemlerinin temel ve vazgeçilmez nedenleri arasında, haksızlıklara tepki duymalarının ve baskı ile sömürünün ortadan kalkmasını arzulamalarının yanı sıra, bu söylenen de vardır. Komünistler, öteki dünyanın varlığına ve mahkûm edilmek istedikleri kadere de inanmazlar. Komünistler, daha iyiye yalnızca kendi çabalarıyla ulaşabileceklerini bilir.

Tarihsel Materyalizm

Ancak politik eylem öylesine kafadan uydurulmamalıdır. Pek çok şeyin hayali kurulabilir, fakat bunların gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve nasıl gerçekleşeceği ayrı bir sorundur. Devrimciler, her dönemde, eşitsizliğin, baskının ve sömürünün olmadığı adil bir toplumun hayalini kurdular. Toplumsal ilerlemenin, düşüncelerimize bağımlı olmadığını, tersine kavrayabileceğimiz yasaları takip ettiğini göstermek, Marx ve Engels’in büyük tarihsel başarısıydı.

İnsanlar, ilk çağlardan bu yana, beslenme, giyim ve barınma gibi pek çok ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Bunu, ihtiyaç duydukları şeyleri imal ederek, yani üreterek yapıyorlar. Üretim için, doğada buldukları hammaddelere ve kendi emek güçlerine ihtiyaçları var. Elleriyle üretebileceklerinden daha fazlasını daha kolay bir şekilde üretebilmek için, ucu sivri taştan tutun bilgisayara kadar aletler icat ediyorlar. Bu örnek, her yeni keşifle birlikte ihtiyaçlarımızın (ihtiyaçlar sisteminin) daha da karmaşıklaştığını gösteriyor. Çünkü yeni aletler imal edebilmek için, yeni araçlara da ihtiyaç duyulur. Yapılan iş karmaşıklaştığı ölçüde, işçiler de uzmanlaşmak zorundadır.

İşbölümüne dayanan üretim gelişir, meta dolaşımı yaygınlaşır, bir pazar ortaya çıkar, mülkiyet oluşur, genel dolaşım aracı olarak para bunlara eklenir, emek gücü satın alınabilir hale gelir ve artık değer üretir, yani emek gücü sömürülür, sermaye birikimi gerçekleşir… Emeğin örgütlenmesi ve meta değişimi, üretim ilişkileridir. Üretim ilişkilerinin temeli mülkiyet, biçimi hukuk düzeni, yorumu ise ideolojidir. İdeoloji, önce kavranamayan doğa olaylarının açıklamasını yapar; daha sonra da iyice karmaşıklaşan ve bu nedenle kavranamayan toplumsal ilişkileri açıklar. Mitoloji, din, sanat ve felsefe, insanların bilincinde, gerçek varlığı temsil eder. İnsanların gerçeklik hakkındaki bilgileri ne kadar az ya da çarpıksa, ideoloji de o ölçüde fantastiktir; gerçeklik hakkındaki bilgiler ne kadar fazla ve kesinse, bilimsel bir dünya görüşüne de o ölçüde yaklaşırlar. Emek, üretim ilişkileri ve ideolojik üstyapı öğretisi, Karl Marx ve Friedrich Engels’in geliştirmiş olduğu tarihsel materyalizmin temellerini oluşturur. Bu teori, kurumları ve düşünceleri gerçek önkoşullarına dayandırarak açıklamamızı ve bu sayede, dünyayı değiştirmek için nereye müdahale etmemiz gerektiğini kavramamızı sağlar.

Kapitalizmin Çelişkileri

Bugüne kadarki tüm toplumların temel çelişkisi, tüm insanlar tarafından yaratılan toplumsal zenginliğin (mallar, hizmetler, sosyal güvenceler, kültürel değerler) herkese adil bir şekilde dağılmaması, tam tersine, üretim araçlarına sahip olanların belirli bir kar elde etmesi ve bu karı da, karlarını artırmak için tekrar kullanmalarıdır. Kapitalizmin gelişim döneminde, kar hırsı, teknik gelişmenin ve bunun sonucu olarak toplumsal gelişmenin belirleyici unsuruydu. Fakat sermaye birikimi artık insanlardan bağımsızlaştı, sermaye insanları kendine bağımlı kıldı ve üretimin amacını tersine çevirdi.

İnsanların sermayenin çıkarlarına tabi kılınmasını anlatan, saçma ama gerçek bir anekdot var. Bir İsviçre gazetesinde şöyle bir haber çıkmıştı: “Waadtländer[1] Kanton Parlamentosu’nda, kamusal alanlarda sigara yasağı getirilmesi için verilen önerge reddedildi. Reddedilme gerekçesi ise şu: ‘Yaşamın uzaması, bakım masraflarının artışını birlikte getireceğinden, kamusal alanlarda sigaranın yasaklanması, sağlık harcamalarının azalmasına yol açmaz.’” Hesap şöyle: Yöneticilerin yeni dilinde “assessment” (değerlendirme) denen mükemmel bir maliyet-fayda analiziyle, toplumun temel amacı olan ekonomik denge güvence altına alınır. İnsan, sadece, hesaplamadaki iktisadi bir faktör olarak dikkate alınır.

Bu örnek başka alanlara da kolaylıkla aktarılabilir. İşyerinde ne kadar iş güvencesi var? Kent planlamasının öncelikleri neler? Sanayiden, çevreyi koruyucu hangi tedbirler beklenebilir? Genetik manipülasyonlara izin veriliyor mu? Tüm örneklerde, hukukçuların deyimiyle “farklı hukuki çıkarları dengeleme”, yani yaşamımıza planlarken nelere daha fazla ve nelere daha az değer vereceğimiz sorunu var. İşletme düzeyinde azami kar mı, tüm ekonomideki toplam yarar mı, insanın kendini gerçekleştirmesi mi (bu da ne demek?), yoksa dinsel içerikli (eski bir ifadeyle) “ruhsal selamet” mi? Ama kapitalizmin egemen olduğu her yerde, son sözü, parasal olarak ifade edilebilen fayda, yani egemenlerin karı söyler.

Yaşamda karar vermek zorunda olduğumuz her yerde, karşımıza anlam sorunu çıkar. Yeni-Kantçılığın ve özellikle Max Weber’in bilim anlayışının ortaya çıkışından bu yana, burjuva felsefesinde bu soruya verilen temel yanıt şöyle: Şeylere dair bilgiyle, değerlere dayalı kararları kesin bir şekilde birbirinden ayırmak gerekir. Bu anlayışa göre, değer öncelikleri, öznenin özgür kararlarıdır (belki de kültürel koşullar bu kararların alınmasında pay sahibi olsa bile); bunlar hakkında bilimsel ölçütlere göre hüküm verilemez; insanların ne için çaba harcayacakları, kendilerine kalmış. Bu nedenle, siyasal açıdan da saygı gören bir değerler çoğulculuğu bulunmalı, hedefler konusunda serbestlik olmalı, iktidar ya da çoğunluk bunlara dayanmalıymış.

Yalnızca iktisadi açıdan daha güçlü olanların hak iddia ettikleri burjuva toplumunun kaotik yapısı, herkesin çıkarları pahasına keyfi özel hedefler belirleme özgürlüğünün ürünüdür. Böylece daha büyük bir zenginlikle birlikte giderek daha fazla yoksulluk yaratılır. Savaşlar, ekolojik kriz, üçüncü dünyanın yoksulluğu ve işsizlik bunun bazı göstergeleridir; insanlar kişiliksizleştirilmiş üretim makineleri düzeyine düşürülmüşlerdir, kendileri ve ürünleri hakkında hiçbir karar yetkisine sahip değildirler; boş zamanları bile başkaları tarafından biçimlendirilmektedir. Kültürel yozlaşma, bezginlik, çökkünlük, uyuşturucu kullanımı ve kriminal olaylar bu durumun ortaya çıkardığı fenomenlerdir. Marksist toplum teorisi, kapitalizmin genel krizinden bahsederken haklıydı.

Fakat çağımızın bu karakteristik özellikleri, kapitalizmin genel krizde varlığını iyi koruduğu gerçeğine gözlerimizi kapamamalıdır. Bir temel çelişkinin üzerinde yükselen bir toplum tipi için kriz normal varoluş biçimidir. Böyle bir toplum organizma olarak kendini krizler yoluyla yeniden üretir; kuşkusuz, krizlerin maliyetini de çoğunluğun omuzlarına yükler. Sistemler arası rekabet döneminde sosyalist ülkelere de kendi kriz yasalarını (silahlanma yarışını, ekonomik bakımdan zayıf olanların yoksullaşmasını) dayatabilen kapitalizmin bu güçlü yanı, sosyalist devletlerin ve komünist partilerin politikacıları ve bilimcileri tarafından uzun süre küçümsendi. Temelsiz iyimser düşünceler tarihsel materyalist analizlerin yerine geçti.

Burjuvazinin Yanılsamaları ve İdeolojisi

Burjuva toplumu, piyasa ekonomisi anlayışına uygun olarak, bir taraftan olguların bilimsel-teknik bilgisinin ve işlenmelerinin oluşturduğu sağlam zemine (üretim alanı) yaslanırken, diğer taraftan da ihtiyaçların, arzuların ve güçlerin karmaşası nedeniyle sallantı içindedir. Bu toplumun temelinde, Thomas Hobbes tarafından devlet öğretisine eklenmiş olan, tüm bencil bireylerin herkese karşı var olma savaşı yürüttüğü yönündeki antropolojik görüş yatmaktadır. Bu görüş Adam Smith’in yarı-dinsel ve liberal iyimserliği tarafından daha da inceltilmiştir. Bir “görünmez el” (invisible hand) sayesinde, tek tek bireylerin birbirlerine karşı harcadıkları bencilce çabaların sonucu, fizikte kuvvetlerin bileşkesinin alınması örneğinde olduğu gibi, herkesin çıkarına olur.

İnsan, bilim ve toplum konusundaki (rekabetçi kapitalizmin yükseliş dönemindeki yanılsamalarını yansıtan, ama tekelci kapitalizmin gerçekliğini yansıtmaktan uzak) bu görüş, Batılı anayasa ve hukuk biçimlerimizin, yani burjuva demokrasisinin teorik temelidir. Bireylerin istedikleri gibi özel amaçlar belirleyebilmeleri ve kuvvetler arasındaki mücadelenin serbestliği, insan hakları dokunulmazlığı görüntüsüyle süslenmiş temel ilkeler durumundadır.

Bu görüşün tutarsızlığı ve mantıksızlığı, hem Hegel tarafından, hem de eksiksiz olarak Marx ve Engels tarafından görüldü. Eğer doğal ve toplumsal dünyanın bilimler tarafından araştırılacak bir düzeni varsa (bilimcilerin hareket noktası budur ve bu varsayım olgusal bilimlerin sonuçları ve bunların teknik uygulamaları tarafından doğrulanmaktadır), insanların ihtiyaçları, arzuları ve değerleri de gerçekliğin bu nesnel yapısından kaynaklanır. Abartarak söylemek gerekirse: Yapabileceklerimiz, keyfimize bağlı değildir; tersine, içinde yaşadığımız doğal ve toplumsal koşullar tarafından belirlenir. Yani yapabileceklerimiz, olguların bilgisiyle açıklanabilir ve bundan türetilebilir. Bunun bir örneği, ekolojik nedenlerle karayollarında hız sınırlamasına gidilmesidir. Bu bir bireysel tercih değil, ortak toplumsal yaşamın ve çalışmanın, gerekli olduğu üzere ve makul bir şekilde gözetilmesinden kaynaklanan bir genel kuraldır. Ve nihayet yapabileceklerimiz, belirli bir hareket serbestliğini içerir, çünkü her gerçek durum kendi gelişme olanaklarını da barındırır. Bu gelişme olanaklarını eylemlerimizle destekleyebileceğimiz gibi, engelleyebiliriz de. Böyle olmasaydı, kararların anlamlarının sorgulanması anlamsızlaşırdı.

Görüldüğü gibi bu sorunda bilimler, nesneleriyle ve etkinlikleriyle, olaya büsbütün dâhil olmuşlardır; fakat bu sorun, gerçekliğin belirli alt alanlarına yönelen tek tek bilimleri aşar. Çünkü “burada söz konusu olan şey” (Adorno’nun söylediği gibi) “bütün”dür. Öyleyse bilimler, büyük fizyolog Johannes Müller’in formüle ettiği gibi, “felsefi bir incelemeye ihtiyaç duyar.” Çünkü felsefe, bütünü, ilişkileri ve anlamı araştırır.

Kuşkusuz, bize düzmece Tao spekülasyonlarını (bunların hakiki Çin Taoizmiyle ilgisi yoktur) yutturan veya ilgili yazarların diğer kişisel anlam keşiflerini ve sinizmlerini sunan bir felsefeye ihtiyaç yoktur. Felsefenin, iki bin beş yüz yıllık felsefe tarihinde elde ettiği kendine özgü bir bilimsel kesinliği vardır.

Bu bilimsel kesinlik aracılığıyla, tek tek disiplinlerin ulaşamayacağı bir genellik düzeyine ulaşmıştır. Bunu, bir üst bilim veya bir meta-dil olarak değil, özel olanın sınırlarını yansıtarak (olumsuz-diyalektik, eleştirel) ve bağlantıların geçici, hipotetik modellerini önererek (olumlu-diyalektik, “spekülatif”) yapar. Her iki işlev de, eylem kılavuzu olarak gereklidir; salt sınırlarımızın eleştirisi bizi felce uğratır, salt spekülasyon ise gerçeğe yabancı kalır. Felsefe ise aynı anda hem bilime bağlıdır hem de onu aşar.

Genellikle yöntemsiz ve bilinçsiz bir şekilde de olsa, hepimiz, sürekli olarak, bu anlamıyla felsefe yapıyoruz. Her ne kadar metodik olmasa da, yaptığımızın felsefe olduğunun bilincine varmamış olsak da hepimiz felsefe yapıyoruz. Gramsci, “sıradan insanın felsefesi”nden (Jedermannsphilosophie) söz ederken, bu kavrama tümüyle olumlu bir anlam yüklüyordu. Bizler, sıklıkla karmaşık, çoğu zaman da tutarsız olan, ancak sayesinde yönümüzü belirlediğimiz birer dünya görüşüne sahibiz. Verdiğimiz örnekte de görüldüğü gibi Waadtländer Kanton Konseyleri, maliyet ve fayda kategorilerinin, bir bütçedeki parasal değerlerle ifade edilebileceğini düşünüyordu. Değerler hiyerarşisinde yaşam ve sağlığa başka yer verenler böylesi bir yaklaşıma kızar. İkinci bir örnek vermek gerekirse: 1950’li yıllarda, Papa XII. Pius’un danışmanı Pater Grundlach’un, vaaz kürsüsünden, ruhlarımızın komünistlerin tanrısızlığına teslim edilmesindense, insanlığın bir atom savaşıyla ortadan kalkmasının daha iyi olacağını ilan etmesi, atom bombasıyla ölüme karşı çıkanların ve bu arada doğal olarak farklı düşünen teologların şiddetli protestolarına yol açtı.

Bu sadece duygusal bir tepki değildi. Burada, dünyaya verilen farklı anlamlara dayalı argümanların savaşı vardı. Argümanlarımızın daha isabetli olabilmesi için, ayakları yere basan kavramlardan, kategorilerden ve yöntemlerden oluşan bir cephaneliğe ihtiyaç var. Sıradan insanın felsefesi, işte bu nedenle, yeterli olmaz. Böylece, en genel ve soyut biçimleriyle temel sorunlar, günlük yaşantımızın orta yerinde ortaya çıkar. Örneğin hava kirliliğine maruz kaldığımızdan, astım, alerji, kalp hastalığı şikâyetleri ortaya çıkıyor. Fakat Basel’de veya Frankfurt’da arabayı bırakıp bisiklet kullanmam yeterli değildir, çünkü pislik, hava yoluyla Britanya Adaları’ndan, Kuzey Fransa-Belçika sanayi bölgelerinden ve Ren-Ruhr bölgesinden de gelir. Dahası, otomobil kullanımında ve satışlarında sadece yüzde 20’lik bir azalma olsa, ulusal ölçekte kritik önem taşıyan bir sanayide binlerce tedarikçi firma kapanır ve yüz binlerce kişi işsiz kalır. Küçük protestoların veya kısmi alternatiflerin çok fazla bir faydası yoktur ve bunlar yarım yamalak tedbirler olarak kalır. Yaşam koşullarımızı düzeltecek gerçekçi anlayışları geliştirmek için, büyük ekonomik ve teknik bağlantıların yeniden kurulması gerekir. Bunun için sadece en fazla sıkıntı yaşanan yerlere yönelik acil yardımlar değil, politik değişimler de gerekli olacaktır. Toplumsal süreçler, çoğulcu Karl Raimund Popper ve onun okulunun bize yutturmaya çalıştığı gibi tek tek parçaların yönetimi yoluyla kontrol altına alınamaz; piyasanın kendi kendisini düzenlemesi daha da yararsızdır. Toplumsal süreçler, yalnızca, iç bağlantıların teorik çözümlemesine dayalı, planlı yapısal değişimlerle kontrol altına alınabilir.

Yani ilişki ağları, farklı olasılıklar, değer ve eylem hiyerarşileri, çelişkili eğilimlerin kabul edilebilirlik ya da kabul edilemezlikleri hakkında modellerin geliştirilmesi gerekir. Bilimler disiplinler arası olmak, hukukçular ve politikacılar ise sınırları aşmak zorundadır. Sistem teorisine ve yapı teorisine dayalı yaklaşımlar, bu konuda değerli metodolojik katkılar sağlamıştır.

Sadece biçimsel mantığa dayalı ve analitik düşünme biçimi, bugünkü bilim teorisine egemen olmakla ve tek tek alanlardaki bilimsel araştırmalar için vazgeçilmezlik taşımakla birlikte, bu noktada yeterli olmaktan uzaklaşır. Teknik rasyonalite ile dünyanın karmaşık yapısı arasındaki ilişkinin irrasyonel ve yıkıcı olmasını engellemek için, Leibniz’in bilim örgütlenmesi programında bile temel alınmış olan diyalektik yöntemlerin ve yapıların benimsenmesi ve mükemmelleştirilmesi gerekir. Elbette bu doğrultuda yığınla çaba harcanıyor, ancak işin doğası gereği, nesneyi esas alan özsel diyalektik, kitaplardaki kuru formüllerden değil, fakat somut sorunlardan hareketle sürekli yeniden türetilmelidir.

Küresel diye adlandırdıklarımız da dâhil olmak ve ilk sırada gelmek üzere dünyanın bizi zorlayan sorunlarıyla mücadele etmek için hangi kavramlaştırmalara başvuracağımız, temel felsefi görüşlerimizden bağımsız değildir. Şu andaki burjuva felsefesinin direktiflerini izlersek, bilgimizin şu ya da bu şekilde bilincimizin öznel biçim kalıpları tarafından belirlenmiş olduğunu varsaymamız gerekir; bu görüş “Frankfurt Okulu” için bile geçerlidir. Bu okula göre doğa bizim için sadece emek aracılığıyla verilidir. Bilgi nesnelerini, insanın bilişsel kapasitesinin ürünleri derecesine indirgeyen bu idealist bilgi teorisi, bizim doğayla ilişkimiz açısından feci sonuçlara yol açmaktadır.

Doğa ve doğanın ince içsel bağımlılıklara ve karşılıklı etkileşimlere dayanan nitelikleri, öznel “kurucu sürecin” ürünü olarak ve dolayısıyla manipülasyona ve araçsallaştırmaya tümüyle açık nesneler olarak görülür; ekolojik kriz, özne merkezli bu anlayışın iflasını açıkça göstermektedir. Buna karşın, doğanın nesnel ve sonsuz bir yaklaşma süreciyle bilgisi edinilebilecek bir kendisine ait varoluşunun bulunduğundan hareket eden materyalist bilgi teorisi, doğanın diyalektiğine götürür. Bu diyalektik, insanları ve toplumu doğadan kaynaklanan, doğadan bağımsız ve doğaya karşı koyan yeni varlık tarzı olarak anlar ve doğanın zorlamalarından ve doğaya bağlı olmaktan kurtuluşu bir kavram olarak düşünme yeteneği sağlar.

Eğer bilgi, nesnelere yaklaşma süreci olarak görülürse, o zaman bu demektir ki, hiçbir çağ, bütün ve nihai hakikate (Wahrheit) sahip olduğunu ileri süremez. Tam tersine, belirli bir tarihsel zamandaki her hakikat görelidir; çünkü birincisi, dünyadaki bilgi nesnelerinin ve ilişkilerin sonsuz miktarda olması nedeniyle, bu dünyanın her tür tarifi eksikli ve tamamlanmamış olarak kalır; ikincisi, insanların bilgi nesnelerini düzene koyan anlamlandırma perspektifleri, tarihsel dönüşümlere maruz kalır. Eğer insanların ortak yaşamlarını ve doğayla ilişkilerini düzenleyen toplumsallaşma biçimleri değişirse, bilgi perspektifleri de aynı kalmaz. Ne var ki, göreli hakikatten söz etmenin bir anlamının olabilmesi için, bunun, mutlak hakikatin sonsuz derecede küçük sınırı kavramı ile ilişkilendirilmesi gerekir. Ve bilimsel anlamıyla hakikat, elbette, ölçütlerinin yalnızca dünyaya ait, yani maddenin ve onun gelişmesinin yasalarının çizdiği sınırlar içinde olmasını gerektirir.

Bilimsel-teknik gelişme, yani üretici güçlerin genişletilmesi, insanlığı öyle bir noktaya getirdi ki, mevcut mülkiyet ilişkileri, yeni bilgilerin ve üretim araçlarının (“bilimsel-teknik devrim”in) akılcı bir şekilde ve insanca kullanılmasına engel olmakla kalmıyor, aynı zamanda insan soyunun varlığı için had safhaya ulaşmış bir tehlike oluşturuyor. Bu tehlike kesinlikle imha silahlarının potansiyeli ile sınırlı değildir. İnsanın ve canlıların çoğunluğunun biyolojik yaşam koşullarının mahvedilmesi (hava ve su kirliliği, ozon tabakasının delinmesi, nükleer radyasyon tehlikesi, genlerin manipüle edilmesi vb.) kara yönelik rekabetçi ekonominin irrasyonalizmi ile doğrudan ilişkilidir. Üçüncü dünya ülkelerindeki yığınların sefaleti ve sanayileşmiş ülkelerdeki yüksek işsizlik oranları, sermaye birikiminin, ilk üretici güç olan insanlardan bağımsızlaşmasının sonuçlarıdır. Bununla ilişkili olan anlam kaybı ve bunun sonuçları hakkında daha önce konuşmuştuk (“zihinsel yoksullaşma”). Kapitalizm, kendi üretim kapasitesini sürekli artıran bir sistem olmasına rağmen ve bu yüzden, bir kriz sistemidir.

Sınıf Mücadelesi

İşçi sınıfının tarihsel misyonunu gören insan, Marx’tı. Üretim araçlarına sahip olmayan, artı değer de elde edemez. Böylesi birinin, doğayı ve insanı sömürmek gibi özel ve bencilce bir çıkarı olamaz. Uğruna mücadele ettiği sınıfın çıkarları, insan türünün çıkarlarıdır. O, işçiler için mücadele ederken, aynı zamanda insanların kurtuluşu için de mücadele eder.

Bu ilişkide hiçbir şey değişmemiştir; işçi sınıfının ve ücretlilerin yaşam koşulları Marx zamanına göre (işçi örgütlerinin mücadelesi sayesinde) düzelmiş, sanayileşmiş zengin ülkelerdeki sömürü, bir miktar örtülü hale gelmiş olsa da, bu böyledir. Meta bolluğunun ışıltısının ardında her gün tanık olduğumuz kapitalizmin krizlerinin üstesinden yalnızca çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla gelinebilir. Bu çelişkiler, toplumsal zenginliğin özel mülk haline getirilmesiyle giderek artan sermaye birikiminden kaynaklanmaktadır.

Toplumu ikiye bölen politik cephe, bugün de, Marx’ın tarif ettiği cephedir: Bir tarafta sömürülenler, diğer tarafta sömürenler. Kapitalizmin yarattığı ulusal ve küresel sorunlar, yalnızca kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir. İnsanlığın sorunları, tam da insanlığın sorunları oldukları için, daima ve öncelikle sınıf mücadelesinin konusudur. Genel-insani, sınıf ve sistem üstü bir hümanizm, bir burjuva yanılsamasıdır. Böylesi bir hümanizm sadece bilinçlerde bulunur; politik gerçekliğe sadece sınıf mücadelesinde kavuşur.

Komünistler, bir bütün olarak işçi hareketi, bu öz bilinci yeniden kazanmak zorundadır. Bunu da ancak temellerini Marx ve Engels’in attığı bilimsel açıklığa sımsıkı sarılarak; ona “geri dönerek” değil, fakat bu zemin üzerinde ilerleyerek, eylemlerini belirleyebilmek için bugünkü durumu Marksizm’in-Leninizm’in düşünsel araçlarıyla analiz ederek başarabilirler.

Ne var ki, politik eylem, teorinin pratiğe dökülmesinden daha fazlasıdır. Politik eylem, aynı zamanda, tarihsel deneyimlerin, kendi tarihindeki başarı ve hataların görülmesi demektir. Uluslar arası işçi sınıfı hareketi ve onun içindeki komünist partiler, burjuvaziden koparıp alınan zaferler ile ezilme tehlikesiyle karşılaşılan yenilgilerden oluşan köklü bir sınıf karşıtlıkları geleneğine sahiptir. Sosyalizmin inşası ve komünistlerin uluslar arası mücadelesi, çelişkiler, yanılgılar ve korkunç deformasyonlar üreten son derece çelişkili koşullar altında yürütüldü. Bunlar da bizim tarihimize aittir ve işlenmeleri gerekir; fakat bu söylenen (bize vaaz edildiği gibi) “yas tutarak” değil, tam tersine geçmişe dönük güçlü ve geleceğe dönük enerjik bir bakışla, bilimsel olarak yapılmalıdır. Sırf bu nedenle bile “Marx’a dönüş” çağrısı yanlıştır; Marx, Engels ve Lenin, teorik bilincimizin, daima muhafaza etmemiz ve sürekli yeniden üzerinde çalışmamız gereken doğal temelidir. Ancak, III. Enternasyonal’in tarihi, faşizme karşı mücadele, eski sömürge ülkelerdeki, Küba ve Nikaragua’daki büyük ve başarılı kurtuluş hareketleri ve Şili direnişinin deneyimleri de bizim kimliğimizin unsurlarını oluşturur. Ekim Devrimi’nden bu yana, Marksizm-Leninizm’de hem olumlu hem de olumsuz politik ve teorik gelişmeler yaşanmıştır ve bu gelişmeler, bugünkü bilincimizin gerçeklik hakkındaki birikiminin birer parçası olmuştur.

Komünistlerin görevi, sınıf bilincinin gelişimine önderlik etmektir. Çünkü onlar bilimsel bir dünya görüşüne sahiptir. Zaman zaman bu görevin yerine getirilmesi çok zor da gelebilir; her kim komünist olmak istiyorsa, bu görevi önüne koymak ve onu yerine getirebileceğini düşünmek zorundadır.

Kaynak: Hans Heinz Holz, Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği, Yordam Kitap, 1. Basım, 2010, s. 25-38


[1] Waadtländer: İsviçre’de Cenevre Gölü’nün kuzey kıyılarının doğusunda Fransızların yaşadığı bölge.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.