Hans
Heinz Holz
Çoğulcuları ve kendi
teorilerini kendileri yapan teorisyenleri (herkesin kendi özel dünya görüşü
kendisine!) buradaki tartışmanın dışında bırakabiliriz. Komünistler, ortaya
çıktıklarından ve bu ismi taşımaya başladıklarından bu yana, temellendirilmiş
bir bilimsel dünya görüşü için mücadele ettiler. Fakat bilimsellik, rastgele
seçilemeyen ve değiştirilemeyen doğruluk ölçütlerini gerektirir.
Bilimsel bilgiler, karmaşık
ve rastlantısal olarak yan yana dizilmezler, birbirleriyle sistematik bir
ilişki içindedirler. Örneğin aynı anda hem materyalist, hem de ruhçu
(Spiritist) olunamaz. Ve uç noktalara varmayan çelişkilerle karşılaşıldığında
bile, tek tek görüşlerin dünya görüşüne uygunlukları incelenmelidir. Bu nedenle
felsefenin Friedrich Engels tarafından formüle edilen temel sorunu belirleyici
önemdedir.
Felsefenin
Temel Sorunu
“Her felsefenin ve özellikle
modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur…
Esas belirleyici olan nedir? Tin mi yoksa doğa mı? – Bu soru, kilise karşısında
şu keskin biçimi aldı: Dünyayı Tanrı mı yarattı, yoksa dünya ezelden beri mi
var?.. Bizi çevreleyen dünya hakkındaki düşüncelerimizin, bu dünyanın
kendisiyle ilişkisi ne? Düşüncemiz, gerçek dünyayı kavramak için yeterli
midir?” (Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu [Ludwig
Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie], Bütün Eserler
[MEW] c. 21, s. 274 vd.)
Bu soruya verilen cevaba
göre dünya görüşleri iki kampa ayrılır. “İdealistler”, tinin, maddi dünyadan
önce geldiğini, maddi dünyayı belirlediğini ya da yaratmış olduğunu kabul eder.
“Materyalistler” maddi doğanın önce geldiğini, sonsuz olduğunu ve kendi
yasalarına göre geliştiğini düşünür. “İdealistler”, dünyayı ancak aklımızın
yapısına göre görebileceğimizi söyler; “materyalistler”, insanın bilişsel
kapasitesinin, sonsuz dünyadan bir kesiti yansıtan (net bir görüntü vermeyi her
zaman başaramasa bile) bir aynaya benzediği konusunda ısrar eder. Farklı
cevapların, farklı politik sonuçlara yol açacağı açıktır.
Materyalistlerin, dünyanın
dua ile değiştirileceğine inanması mümkün değildir. Kim ki, bildiğimiz doğanın
sadece aklımızın bir ürünü olduğunu söylüyorsa, aklını kullanarak doğaya
dilediğini yaptırabileceğini düşünüyor demektir. Kim tini bedenden ayırıyor ve
tini esas alıyorsa, Schiller gibi düşünüyor demektir: “İnsan özgürdür;
zincirlenmiş olarak doğsa bile.” Zincire vurulmuş bir kürek mahkûmu, bunu başka
türlü duyumsar.
Komünistler, materyalisttir.
Dünyanın bilinebileceğini ve (doğa ile uyum içinde olmak kaydıyla) planlı
olarak şekillendirilebileceğini düşünürler. Bu düşünceden, insanların dünyayı
iyileştirebileceği umudunu çıkarırlar ve bu nedenle de, bilimsel bir dünya
görüşü üzerinde çalışırlar. Komünistlerin politik eylemlerinin temel ve
vazgeçilmez nedenleri arasında, haksızlıklara tepki duymalarının ve baskı ile
sömürünün ortadan kalkmasını arzulamalarının yanı sıra, bu söylenen de vardır.
Komünistler, öteki dünyanın varlığına ve mahkûm edilmek istedikleri kadere de
inanmazlar. Komünistler, daha iyiye yalnızca kendi çabalarıyla
ulaşabileceklerini bilir.
Tarihsel
Materyalizm
Ancak politik eylem öylesine
kafadan uydurulmamalıdır. Pek çok şeyin hayali kurulabilir, fakat bunların
gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve nasıl gerçekleşeceği ayrı bir sorundur.
Devrimciler, her dönemde, eşitsizliğin, baskının ve sömürünün olmadığı adil bir
toplumun hayalini kurdular. Toplumsal ilerlemenin, düşüncelerimize bağımlı
olmadığını, tersine kavrayabileceğimiz yasaları takip ettiğini göstermek, Marx
ve Engels’in büyük tarihsel başarısıydı.
İnsanlar, ilk çağlardan bu
yana, beslenme, giyim ve barınma gibi pek çok ihtiyaçlarını karşılamak zorunda.
Bunu, ihtiyaç duydukları şeyleri imal ederek, yani üreterek yapıyorlar. Üretim
için, doğada buldukları hammaddelere ve kendi emek güçlerine ihtiyaçları var.
Elleriyle üretebileceklerinden daha fazlasını daha kolay bir şekilde
üretebilmek için, ucu sivri taştan tutun bilgisayara kadar aletler icat
ediyorlar. Bu örnek, her yeni keşifle birlikte ihtiyaçlarımızın (ihtiyaçlar
sisteminin) daha da karmaşıklaştığını gösteriyor. Çünkü yeni aletler imal
edebilmek için, yeni araçlara da ihtiyaç duyulur. Yapılan iş karmaşıklaştığı
ölçüde, işçiler de uzmanlaşmak zorundadır.
İşbölümüne dayanan üretim
gelişir, meta dolaşımı yaygınlaşır, bir pazar ortaya çıkar, mülkiyet oluşur,
genel dolaşım aracı olarak para bunlara eklenir, emek gücü satın alınabilir
hale gelir ve artık değer üretir, yani emek gücü sömürülür, sermaye birikimi
gerçekleşir… Emeğin örgütlenmesi ve meta değişimi, üretim ilişkileridir. Üretim
ilişkilerinin temeli mülkiyet, biçimi hukuk düzeni, yorumu ise ideolojidir.
İdeoloji, önce kavranamayan doğa olaylarının açıklamasını yapar; daha sonra da
iyice karmaşıklaşan ve bu nedenle kavranamayan toplumsal ilişkileri açıklar.
Mitoloji, din, sanat ve felsefe, insanların bilincinde, gerçek varlığı temsil
eder. İnsanların gerçeklik hakkındaki bilgileri ne kadar az ya da çarpıksa,
ideoloji de o ölçüde fantastiktir; gerçeklik hakkındaki bilgiler ne kadar fazla
ve kesinse, bilimsel bir dünya görüşüne de o ölçüde yaklaşırlar. Emek, üretim
ilişkileri ve ideolojik üstyapı öğretisi, Karl Marx ve Friedrich Engels’in
geliştirmiş olduğu tarihsel materyalizmin temellerini oluşturur. Bu teori,
kurumları ve düşünceleri gerçek önkoşullarına dayandırarak açıklamamızı ve bu
sayede, dünyayı değiştirmek için nereye müdahale etmemiz gerektiğini
kavramamızı sağlar.
Kapitalizmin
Çelişkileri
Bugüne kadarki tüm
toplumların temel çelişkisi, tüm insanlar tarafından yaratılan toplumsal zenginliğin
(mallar, hizmetler, sosyal güvenceler, kültürel değerler) herkese adil bir
şekilde dağılmaması, tam tersine, üretim araçlarına sahip olanların belirli bir
kar elde etmesi ve bu karı da, karlarını artırmak için tekrar kullanmalarıdır.
Kapitalizmin gelişim döneminde, kar hırsı, teknik gelişmenin ve bunun sonucu
olarak toplumsal gelişmenin belirleyici unsuruydu. Fakat sermaye birikimi artık
insanlardan bağımsızlaştı, sermaye insanları kendine bağımlı kıldı ve üretimin
amacını tersine çevirdi.
İnsanların sermayenin
çıkarlarına tabi kılınmasını anlatan, saçma ama gerçek bir anekdot var. Bir
İsviçre gazetesinde şöyle bir haber çıkmıştı: “Waadtländer[1] Kanton Parlamentosu’nda,
kamusal alanlarda sigara yasağı getirilmesi için verilen önerge reddedildi.
Reddedilme gerekçesi ise şu: ‘Yaşamın uzaması, bakım masraflarının artışını
birlikte getireceğinden, kamusal alanlarda sigaranın yasaklanması, sağlık
harcamalarının azalmasına yol açmaz.’” Hesap şöyle: Yöneticilerin yeni dilinde
“assessment” (değerlendirme) denen mükemmel bir maliyet-fayda analiziyle,
toplumun temel amacı olan ekonomik denge güvence altına alınır. İnsan, sadece,
hesaplamadaki iktisadi bir faktör olarak dikkate alınır.
Bu örnek başka alanlara da
kolaylıkla aktarılabilir. İşyerinde ne kadar iş güvencesi var? Kent
planlamasının öncelikleri neler? Sanayiden, çevreyi koruyucu hangi tedbirler
beklenebilir? Genetik manipülasyonlara izin veriliyor mu? Tüm örneklerde,
hukukçuların deyimiyle “farklı hukuki çıkarları dengeleme”, yani yaşamımıza
planlarken nelere daha fazla ve nelere daha az değer vereceğimiz sorunu var.
İşletme düzeyinde azami kar mı, tüm ekonomideki toplam yarar mı, insanın
kendini gerçekleştirmesi mi (bu da ne demek?), yoksa dinsel içerikli (eski bir
ifadeyle) “ruhsal selamet” mi? Ama kapitalizmin egemen olduğu her yerde, son
sözü, parasal olarak ifade edilebilen fayda, yani egemenlerin karı söyler.
Yaşamda karar vermek zorunda
olduğumuz her yerde, karşımıza anlam sorunu çıkar. Yeni-Kantçılığın ve
özellikle Max Weber’in bilim anlayışının ortaya çıkışından bu yana, burjuva
felsefesinde bu soruya verilen temel yanıt şöyle: Şeylere dair bilgiyle,
değerlere dayalı kararları kesin bir şekilde birbirinden ayırmak gerekir. Bu
anlayışa göre, değer öncelikleri, öznenin özgür kararlarıdır (belki de kültürel
koşullar bu kararların alınmasında pay sahibi olsa bile); bunlar hakkında
bilimsel ölçütlere göre hüküm verilemez; insanların ne için çaba
harcayacakları, kendilerine kalmış. Bu nedenle, siyasal açıdan da saygı gören
bir değerler çoğulculuğu bulunmalı, hedefler konusunda serbestlik olmalı,
iktidar ya da çoğunluk bunlara dayanmalıymış.
Yalnızca iktisadi açıdan
daha güçlü olanların hak iddia ettikleri burjuva toplumunun kaotik yapısı,
herkesin çıkarları pahasına keyfi özel hedefler belirleme özgürlüğünün ürünüdür.
Böylece daha büyük bir zenginlikle birlikte giderek daha fazla yoksulluk
yaratılır. Savaşlar, ekolojik kriz, üçüncü dünyanın yoksulluğu ve işsizlik
bunun bazı göstergeleridir; insanlar kişiliksizleştirilmiş üretim makineleri
düzeyine düşürülmüşlerdir, kendileri ve ürünleri hakkında hiçbir karar
yetkisine sahip değildirler; boş zamanları bile başkaları tarafından
biçimlendirilmektedir. Kültürel yozlaşma, bezginlik, çökkünlük, uyuşturucu
kullanımı ve kriminal olaylar bu durumun ortaya çıkardığı fenomenlerdir.
Marksist toplum teorisi, kapitalizmin genel krizinden bahsederken haklıydı.
Fakat çağımızın bu
karakteristik özellikleri, kapitalizmin genel krizde varlığını iyi koruduğu
gerçeğine gözlerimizi kapamamalıdır. Bir temel çelişkinin üzerinde yükselen bir
toplum tipi için kriz normal varoluş biçimidir. Böyle bir toplum organizma
olarak kendini krizler yoluyla yeniden üretir; kuşkusuz, krizlerin maliyetini
de çoğunluğun omuzlarına yükler. Sistemler arası rekabet döneminde sosyalist
ülkelere de kendi kriz yasalarını (silahlanma yarışını, ekonomik bakımdan zayıf
olanların yoksullaşmasını) dayatabilen kapitalizmin bu güçlü yanı, sosyalist
devletlerin ve komünist partilerin politikacıları ve bilimcileri tarafından
uzun süre küçümsendi. Temelsiz iyimser düşünceler tarihsel materyalist analizlerin
yerine geçti.
Burjuvazinin
Yanılsamaları ve İdeolojisi
Burjuva toplumu, piyasa
ekonomisi anlayışına uygun olarak, bir taraftan olguların bilimsel-teknik
bilgisinin ve işlenmelerinin oluşturduğu sağlam zemine (üretim alanı)
yaslanırken, diğer taraftan da ihtiyaçların, arzuların ve güçlerin karmaşası
nedeniyle sallantı içindedir. Bu toplumun temelinde, Thomas Hobbes tarafından
devlet öğretisine eklenmiş olan, tüm bencil bireylerin herkese karşı var olma
savaşı yürüttüğü yönündeki antropolojik görüş yatmaktadır. Bu görüş Adam
Smith’in yarı-dinsel ve liberal iyimserliği tarafından daha da inceltilmiştir.
Bir “görünmez el” (invisible hand) sayesinde, tek tek bireylerin birbirlerine
karşı harcadıkları bencilce çabaların sonucu, fizikte kuvvetlerin bileşkesinin
alınması örneğinde olduğu gibi, herkesin çıkarına olur.
İnsan, bilim ve toplum
konusundaki (rekabetçi kapitalizmin yükseliş dönemindeki yanılsamalarını
yansıtan, ama tekelci kapitalizmin gerçekliğini yansıtmaktan uzak) bu görüş,
Batılı anayasa ve hukuk biçimlerimizin, yani burjuva demokrasisinin teorik
temelidir. Bireylerin istedikleri gibi özel amaçlar belirleyebilmeleri ve
kuvvetler arasındaki mücadelenin serbestliği, insan hakları dokunulmazlığı
görüntüsüyle süslenmiş temel ilkeler durumundadır.
Bu görüşün tutarsızlığı ve
mantıksızlığı, hem Hegel tarafından, hem de eksiksiz olarak Marx ve Engels
tarafından görüldü. Eğer doğal ve toplumsal dünyanın bilimler tarafından
araştırılacak bir düzeni varsa (bilimcilerin hareket noktası budur ve bu
varsayım olgusal bilimlerin sonuçları ve bunların teknik uygulamaları tarafından
doğrulanmaktadır), insanların ihtiyaçları, arzuları ve değerleri de gerçekliğin
bu nesnel yapısından kaynaklanır. Abartarak söylemek gerekirse:
Yapabileceklerimiz, keyfimize bağlı değildir; tersine, içinde yaşadığımız doğal
ve toplumsal koşullar tarafından belirlenir. Yani yapabileceklerimiz, olguların
bilgisiyle açıklanabilir ve bundan türetilebilir. Bunun bir örneği, ekolojik
nedenlerle karayollarında hız sınırlamasına gidilmesidir. Bu bir bireysel
tercih değil, ortak toplumsal yaşamın ve çalışmanın, gerekli olduğu üzere ve
makul bir şekilde gözetilmesinden kaynaklanan bir genel kuraldır. Ve nihayet
yapabileceklerimiz, belirli bir hareket serbestliğini içerir, çünkü her gerçek
durum kendi gelişme olanaklarını da barındırır. Bu gelişme olanaklarını eylemlerimizle
destekleyebileceğimiz gibi, engelleyebiliriz de. Böyle olmasaydı, kararların
anlamlarının sorgulanması anlamsızlaşırdı.
Görüldüğü gibi bu sorunda
bilimler, nesneleriyle ve etkinlikleriyle, olaya büsbütün dâhil olmuşlardır;
fakat bu sorun, gerçekliğin belirli alt alanlarına yönelen tek tek bilimleri
aşar. Çünkü “burada söz konusu olan şey” (Adorno’nun söylediği gibi) “bütün”dür.
Öyleyse bilimler, büyük fizyolog Johannes Müller’in formüle ettiği gibi,
“felsefi bir incelemeye ihtiyaç duyar.” Çünkü felsefe, bütünü, ilişkileri ve
anlamı araştırır.
Kuşkusuz, bize düzmece Tao
spekülasyonlarını (bunların hakiki Çin Taoizmiyle ilgisi yoktur) yutturan veya
ilgili yazarların diğer kişisel anlam keşiflerini ve sinizmlerini sunan bir
felsefeye ihtiyaç yoktur. Felsefenin, iki bin beş yüz yıllık felsefe tarihinde
elde ettiği kendine özgü bir bilimsel kesinliği vardır.
Bu bilimsel kesinlik
aracılığıyla, tek tek disiplinlerin ulaşamayacağı bir genellik düzeyine
ulaşmıştır. Bunu, bir üst bilim veya bir meta-dil olarak değil, özel olanın
sınırlarını yansıtarak (olumsuz-diyalektik, eleştirel) ve bağlantıların geçici,
hipotetik modellerini önererek (olumlu-diyalektik, “spekülatif”) yapar. Her iki
işlev de, eylem kılavuzu olarak gereklidir; salt sınırlarımızın eleştirisi bizi
felce uğratır, salt spekülasyon ise gerçeğe yabancı kalır. Felsefe ise aynı
anda hem bilime bağlıdır hem de onu aşar.
Genellikle yöntemsiz ve
bilinçsiz bir şekilde de olsa, hepimiz, sürekli olarak, bu anlamıyla felsefe
yapıyoruz. Her ne kadar metodik olmasa da, yaptığımızın felsefe olduğunun
bilincine varmamış olsak da hepimiz felsefe yapıyoruz. Gramsci, “sıradan insanın
felsefesi”nden (Jedermannsphilosophie) söz ederken, bu kavrama tümüyle olumlu
bir anlam yüklüyordu. Bizler, sıklıkla karmaşık, çoğu zaman da tutarsız olan,
ancak sayesinde yönümüzü belirlediğimiz birer dünya görüşüne sahibiz.
Verdiğimiz örnekte de görüldüğü gibi Waadtländer Kanton Konseyleri, maliyet ve
fayda kategorilerinin, bir bütçedeki parasal değerlerle ifade edilebileceğini
düşünüyordu. Değerler hiyerarşisinde yaşam ve sağlığa başka yer verenler
böylesi bir yaklaşıma kızar. İkinci bir örnek vermek gerekirse: 1950’li
yıllarda, Papa XII. Pius’un danışmanı Pater Grundlach’un, vaaz kürsüsünden,
ruhlarımızın komünistlerin tanrısızlığına teslim edilmesindense, insanlığın bir
atom savaşıyla ortadan kalkmasının daha iyi olacağını ilan etmesi, atom
bombasıyla ölüme karşı çıkanların ve bu arada doğal olarak farklı düşünen
teologların şiddetli protestolarına yol açtı.
Bu sadece duygusal bir tepki
değildi. Burada, dünyaya verilen farklı anlamlara dayalı argümanların savaşı
vardı. Argümanlarımızın daha isabetli olabilmesi için, ayakları yere basan
kavramlardan, kategorilerden ve yöntemlerden oluşan bir cephaneliğe ihtiyaç
var. Sıradan insanın felsefesi, işte bu nedenle, yeterli olmaz. Böylece, en
genel ve soyut biçimleriyle temel sorunlar, günlük yaşantımızın orta yerinde
ortaya çıkar. Örneğin hava kirliliğine maruz kaldığımızdan, astım, alerji, kalp
hastalığı şikâyetleri ortaya çıkıyor. Fakat Basel’de veya Frankfurt’da arabayı
bırakıp bisiklet kullanmam yeterli değildir, çünkü pislik, hava yoluyla
Britanya Adaları’ndan, Kuzey Fransa-Belçika sanayi bölgelerinden ve Ren-Ruhr
bölgesinden de gelir. Dahası, otomobil kullanımında ve satışlarında sadece
yüzde 20’lik bir azalma olsa, ulusal ölçekte kritik önem taşıyan bir sanayide
binlerce tedarikçi firma kapanır ve yüz binlerce kişi işsiz kalır. Küçük
protestoların veya kısmi alternatiflerin çok fazla bir faydası yoktur ve bunlar
yarım yamalak tedbirler olarak kalır. Yaşam koşullarımızı düzeltecek gerçekçi
anlayışları geliştirmek için, büyük ekonomik ve teknik bağlantıların yeniden
kurulması gerekir. Bunun için sadece en fazla sıkıntı yaşanan yerlere yönelik
acil yardımlar değil, politik değişimler de gerekli olacaktır. Toplumsal
süreçler, çoğulcu Karl Raimund Popper ve onun okulunun bize yutturmaya
çalıştığı gibi tek tek parçaların yönetimi yoluyla kontrol altına alınamaz;
piyasanın kendi kendisini düzenlemesi daha da yararsızdır. Toplumsal süreçler,
yalnızca, iç bağlantıların teorik çözümlemesine dayalı, planlı yapısal
değişimlerle kontrol altına alınabilir.
Yani ilişki ağları, farklı
olasılıklar, değer ve eylem hiyerarşileri, çelişkili eğilimlerin kabul
edilebilirlik ya da kabul edilemezlikleri hakkında modellerin geliştirilmesi
gerekir. Bilimler disiplinler arası olmak, hukukçular ve politikacılar ise
sınırları aşmak zorundadır. Sistem teorisine ve yapı teorisine dayalı yaklaşımlar,
bu konuda değerli metodolojik katkılar sağlamıştır.
Sadece biçimsel mantığa
dayalı ve analitik düşünme biçimi, bugünkü bilim teorisine egemen olmakla ve
tek tek alanlardaki bilimsel araştırmalar için vazgeçilmezlik taşımakla
birlikte, bu noktada yeterli olmaktan uzaklaşır. Teknik rasyonalite ile
dünyanın karmaşık yapısı arasındaki ilişkinin irrasyonel ve yıkıcı olmasını
engellemek için, Leibniz’in bilim örgütlenmesi programında bile temel alınmış olan
diyalektik yöntemlerin ve yapıların benimsenmesi ve mükemmelleştirilmesi
gerekir. Elbette bu doğrultuda yığınla çaba harcanıyor, ancak işin doğası
gereği, nesneyi esas alan özsel diyalektik, kitaplardaki kuru formüllerden
değil, fakat somut sorunlardan hareketle sürekli yeniden türetilmelidir.
Küresel diye adlandırdıklarımız
da dâhil olmak ve ilk sırada gelmek üzere dünyanın bizi zorlayan sorunlarıyla
mücadele etmek için hangi kavramlaştırmalara başvuracağımız, temel felsefi
görüşlerimizden bağımsız değildir. Şu andaki burjuva felsefesinin
direktiflerini izlersek, bilgimizin şu ya da bu şekilde bilincimizin öznel
biçim kalıpları tarafından belirlenmiş olduğunu varsaymamız gerekir; bu görüş
“Frankfurt Okulu” için bile geçerlidir. Bu okula göre doğa bizim için sadece
emek aracılığıyla verilidir. Bilgi nesnelerini, insanın bilişsel kapasitesinin
ürünleri derecesine indirgeyen bu idealist bilgi teorisi, bizim doğayla
ilişkimiz açısından feci sonuçlara yol açmaktadır.
Doğa ve doğanın ince içsel
bağımlılıklara ve karşılıklı etkileşimlere dayanan nitelikleri, öznel “kurucu
sürecin” ürünü olarak ve dolayısıyla manipülasyona ve araçsallaştırmaya tümüyle
açık nesneler olarak görülür; ekolojik kriz, özne merkezli bu anlayışın
iflasını açıkça göstermektedir. Buna karşın, doğanın nesnel ve sonsuz bir
yaklaşma süreciyle bilgisi edinilebilecek bir kendisine ait varoluşunun
bulunduğundan hareket eden materyalist bilgi teorisi, doğanın diyalektiğine
götürür. Bu diyalektik, insanları ve toplumu doğadan kaynaklanan, doğadan
bağımsız ve doğaya karşı koyan yeni varlık tarzı olarak anlar ve doğanın
zorlamalarından ve doğaya bağlı olmaktan kurtuluşu bir kavram olarak düşünme
yeteneği sağlar.
Eğer bilgi, nesnelere yaklaşma
süreci olarak görülürse, o zaman bu demektir ki, hiçbir çağ, bütün ve nihai
hakikate (Wahrheit) sahip olduğunu
ileri süremez. Tam tersine, belirli bir tarihsel zamandaki her hakikat
görelidir; çünkü birincisi, dünyadaki bilgi nesnelerinin ve ilişkilerin sonsuz
miktarda olması nedeniyle, bu dünyanın her tür tarifi eksikli ve tamamlanmamış
olarak kalır; ikincisi, insanların bilgi nesnelerini düzene koyan anlamlandırma
perspektifleri, tarihsel dönüşümlere maruz kalır. Eğer insanların ortak
yaşamlarını ve doğayla ilişkilerini düzenleyen toplumsallaşma biçimleri
değişirse, bilgi perspektifleri de aynı kalmaz. Ne var ki, göreli hakikatten
söz etmenin bir anlamının olabilmesi için, bunun, mutlak hakikatin sonsuz
derecede küçük sınırı kavramı ile ilişkilendirilmesi gerekir. Ve bilimsel
anlamıyla hakikat, elbette, ölçütlerinin yalnızca dünyaya ait, yani maddenin ve
onun gelişmesinin yasalarının çizdiği sınırlar içinde olmasını gerektirir.
Bilimsel-teknik gelişme,
yani üretici güçlerin genişletilmesi, insanlığı öyle bir noktaya getirdi ki,
mevcut mülkiyet ilişkileri, yeni bilgilerin ve üretim araçlarının
(“bilimsel-teknik devrim”in) akılcı bir şekilde ve insanca kullanılmasına engel
olmakla kalmıyor, aynı zamanda insan soyunun varlığı için had safhaya ulaşmış
bir tehlike oluşturuyor. Bu tehlike kesinlikle imha silahlarının potansiyeli
ile sınırlı değildir. İnsanın ve canlıların çoğunluğunun biyolojik yaşam
koşullarının mahvedilmesi (hava ve su kirliliği, ozon tabakasının delinmesi,
nükleer radyasyon tehlikesi, genlerin manipüle edilmesi vb.) kara yönelik
rekabetçi ekonominin irrasyonalizmi ile doğrudan ilişkilidir. Üçüncü dünya
ülkelerindeki yığınların sefaleti ve sanayileşmiş ülkelerdeki yüksek işsizlik
oranları, sermaye birikiminin, ilk üretici güç olan insanlardan
bağımsızlaşmasının sonuçlarıdır. Bununla ilişkili olan anlam kaybı ve bunun
sonuçları hakkında daha önce konuşmuştuk (“zihinsel yoksullaşma”). Kapitalizm,
kendi üretim kapasitesini sürekli artıran bir sistem olmasına rağmen ve bu
yüzden, bir kriz sistemidir.
Sınıf
Mücadelesi
İşçi sınıfının tarihsel
misyonunu gören insan, Marx’tı. Üretim araçlarına sahip olmayan, artı değer de
elde edemez. Böylesi birinin, doğayı ve insanı sömürmek gibi özel ve bencilce
bir çıkarı olamaz. Uğruna mücadele ettiği sınıfın çıkarları, insan türünün
çıkarlarıdır. O, işçiler için mücadele ederken, aynı zamanda insanların
kurtuluşu için de mücadele eder.
Bu ilişkide hiçbir şey
değişmemiştir; işçi sınıfının ve ücretlilerin yaşam koşulları Marx zamanına
göre (işçi örgütlerinin mücadelesi sayesinde) düzelmiş, sanayileşmiş zengin
ülkelerdeki sömürü, bir miktar örtülü hale gelmiş olsa da, bu böyledir. Meta
bolluğunun ışıltısının ardında her gün tanık olduğumuz kapitalizmin krizlerinin
üstesinden yalnızca çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla gelinebilir. Bu
çelişkiler, toplumsal zenginliğin özel mülk haline getirilmesiyle giderek artan
sermaye birikiminden kaynaklanmaktadır.
Toplumu ikiye bölen politik
cephe, bugün de, Marx’ın tarif ettiği cephedir: Bir tarafta sömürülenler, diğer
tarafta sömürenler. Kapitalizmin yarattığı ulusal ve küresel sorunlar, yalnızca
kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir. İnsanlığın sorunları, tam da
insanlığın sorunları oldukları için, daima ve öncelikle sınıf mücadelesinin
konusudur. Genel-insani, sınıf ve sistem üstü bir hümanizm, bir burjuva
yanılsamasıdır. Böylesi bir hümanizm sadece bilinçlerde bulunur; politik
gerçekliğe sadece sınıf mücadelesinde kavuşur.
Komünistler, bir bütün
olarak işçi hareketi, bu öz bilinci yeniden kazanmak zorundadır. Bunu da ancak
temellerini Marx ve Engels’in attığı bilimsel açıklığa sımsıkı sarılarak; ona “geri
dönerek” değil, fakat bu zemin üzerinde ilerleyerek, eylemlerini belirleyebilmek
için bugünkü durumu Marksizm’in-Leninizm’in düşünsel araçlarıyla analiz ederek
başarabilirler.
Ne var ki, politik eylem,
teorinin pratiğe dökülmesinden daha fazlasıdır. Politik eylem, aynı zamanda,
tarihsel deneyimlerin, kendi tarihindeki başarı ve hataların görülmesi
demektir. Uluslar arası işçi sınıfı hareketi ve onun içindeki komünist
partiler, burjuvaziden koparıp alınan zaferler ile ezilme tehlikesiyle
karşılaşılan yenilgilerden oluşan köklü bir sınıf karşıtlıkları geleneğine sahiptir.
Sosyalizmin inşası ve komünistlerin uluslar arası mücadelesi, çelişkiler,
yanılgılar ve korkunç deformasyonlar üreten son derece çelişkili koşullar
altında yürütüldü. Bunlar da bizim tarihimize aittir ve işlenmeleri gerekir;
fakat bu söylenen (bize vaaz edildiği gibi) “yas tutarak” değil, tam tersine
geçmişe dönük güçlü ve geleceğe dönük enerjik bir bakışla, bilimsel olarak
yapılmalıdır. Sırf bu nedenle bile “Marx’a dönüş” çağrısı yanlıştır; Marx,
Engels ve Lenin, teorik bilincimizin, daima muhafaza etmemiz ve sürekli yeniden
üzerinde çalışmamız gereken doğal temelidir. Ancak, III. Enternasyonal’in
tarihi, faşizme karşı mücadele, eski sömürge ülkelerdeki, Küba ve Nikaragua’daki
büyük ve başarılı kurtuluş hareketleri ve Şili direnişinin deneyimleri de bizim
kimliğimizin unsurlarını oluşturur. Ekim Devrimi’nden bu yana,
Marksizm-Leninizm’de hem olumlu hem de olumsuz politik ve teorik gelişmeler
yaşanmıştır ve bu gelişmeler, bugünkü bilincimizin gerçeklik hakkındaki
birikiminin birer parçası olmuştur.
Komünistlerin görevi, sınıf
bilincinin gelişimine önderlik etmektir. Çünkü onlar bilimsel bir dünya
görüşüne sahiptir. Zaman zaman bu görevin yerine getirilmesi çok zor da
gelebilir; her kim komünist olmak istiyorsa, bu görevi önüne koymak ve onu
yerine getirebileceğini düşünmek zorundadır.
Kaynak:
Hans Heinz Holz, Sosyalizmin Yenilgisi ve
Geleceği, Yordam Kitap, 1. Basım, 2010, s. 25-38
[1] Waadtländer: İsviçre’de Cenevre Gölü’nün
kuzey kıyılarının doğusunda Fransızların yaşadığı bölge.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.