John Molyneux
"Is
Human Nature a Barier to Socialism?" adlı makalenin çevirmeni: Bernar Kutluğ
Sosyalizme
karşı yöneltilen itirazlar arasında en yaygın ve en etkili olanı 'sosyalizm iyi
bir fikir, ama hayata geçirilmesi mümkün değil. İnsanın doğasını
değiştiremezsiniz!' şeklinde ifade edebileceğimiz argümandır. Fabrikalarda,
işyeri kantinlerinde ya da kahvehanelerde karşılaşılan ilk itiraz budur. Pek
çok siyasetçi ve entelektüel de zora düştüğünde hemen bu itiraza sarılır. Daha
iyi bir toplumun kuruluşunu görmeyi içtenlikle arzulamakla birlikte bunun
olabilirliğine tam olarak inanamayan çok sayıda insan sözünü ettiğimiz bu
itirazı kabullenir. Pek çok sosyal demokrasi taraftarı gibi kendilerini
sosyalist olarak gören bazı insanlar da bu inancı paylaşırlar. Sosyalizmin
anlamını sulandıran bu argüman, sosyalizme, bugünkü sistemi köklü biçimde
değiştirme çabası yerine yalnızca mevcut sistemin aksayan yönlerinin onarılması
gibi yüzeysel bir anlam atfeder. Sosyalizme karşı olanlar, insan doğasını
kendisine esas alan bu itirazdan oldukça etkili bir biçimde yararlanma şansına
sahipler. Gerçekten, kısa, keskin, doğrudan hedefe yönelen bu argüman, üzerinde
fazla düşünmeye gerek olmayan, net bir yanıt gibi görünüyor. Bu, 'bazı
insanların daha yukarılarda olmaları her zaman için bir zorunluluktur',
'insanlar esas olarak bencil varlıklardır', 'bazı insanlar her zaman
diğerlerinden daha fazla şeye sahip olmak ister', 'devrimler her zaman yoldan
çıkar ve baskıcı yönetimlere yol açarlar' gibi toplumda yaygın olarak
paylaşılan diğer bazı fikirlerle de kesişir.
Sözünü
ettiğimiz bu argüman, yasağa uymayıp Tanrı’yı kızdırarak Cennet Bahçesi'nden
kovulan Âdem ile Havva'dan bu yana tüm insanların daha doğuştan günahkâr
olduklarını vaaz eden eski Hristiyan inanışından beslenir. İnsanın doğasında
insanlar arasında gerçek eşitliği ve iş birliğini olanaksız kılan temel bir
kusur bulunduğu inancı -ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi- dünyadaki pek çok
kötülüğe hazır bir açıklama getirir gibi görünür. Nitekim, (…) sosyalizmin Doğu
Avrupa ve Çin'de açıkça başarısızlığa uğraması gibi belli bazı siyasi olayların
insan doğasına bağlanarak açıklandıklarını görüyoruz.
Bu
tür fikirler, 'yaşamında terfi edebilmek için diğerleriyle amansızca rekabet
eden, ya da bir arkadaşı tarafından yanıltılıp derin bir düş kırıklığına
itilmiş veya insanların duygusuzluk ve bencilliği yüzünden boşluğa düşmüş
kişilere rastlamamış tek bir kişi var mıdır?' sorusunda olduğu gibi, insanların
kişisel deneyimleriyle ilişkilendirilirler. Bu tür deneyimler, kendisine insan
doğasını esas alan argümanın 'sağduyu' haline getirilmesine yardımcı
olmuşlardır. Aşağıdaki bölümlerde bunun neden bütünüyle yanlış ve yanıltıcı
olduğunu göreceğiz.
2.
İnsanın Doğası Koşullara Bağlı Olarak Değişir
Neden
insan doğasının her zaman için sosyalizmi olanaksız kılacağı ileri sürülüyor?
Esas olarak tüm insanlarca müşterek olarak paylaşılan bir dizi karakteristiğin,
davranış modelinin ve temel tavrın var olduğu, bunların kollektif mülkiyet ve
kontrole dayalı sınıfsız bir toplumun başarılması düşüncesiyle karşıtlık içinde
oldukları söyleniyor.
Özellikle,
pek çok insanın doğası gereği açgözlü ve haris olduğu, dolayısıyla bu tür
insanların paylarına düşenle yetinmeyip daha çoğunu isteyecekleri ve diğerleri
üzerinde hakimiyet kurmayı arzulayacakları savı sık sık öne sürülüyor.
Oysa,
içinde yaşadığımız toplumda insanların nasıl davrandıkları incelendiğinde bunun
yanlış bir sav olduğu ortaya çıkıyor. Toplumda sayısız çoklukta açgözlülük ve
harislik örneği yaşandığı kuşkusuz doğru -sağ partilerin milletvekilleri ya da
Amerikan Başkanlık seçimlerini kazanan türden politikacılar bu örneklerden
yalnızca birkaçı. Bununla birlikte, pek çok özveri, cesaret ve duyarlılık
örneğine de rastlıyoruz.
Deprem,
yangın vb. felaketler sırasında bazı insanların diğerlerine yardımcı olabilmek
için yaşamlarını riske atabildiklerini görüyoruz; Nelson Mandela inandığı
insanca değerler uğruna yaşamının 27 yılını cezaevinde geçirebiliyor; 1989
yılında Tiananmen Meydanı’ndaki gösteriler sırasında Çinli öğrenciler ve
işçiler üzerlerine gelen tanklara karşı bedenlerini siper etme yürekliliğini
gösterebildiler. Benzeri örneklere olağan gündelik yaşantımız sırasında da
rastlıyoruz: Bütün yaşamlarını fiziksel ya da zihinsel engelli çocuklarının
bakımına adayan pek çok anne baba var; bazı işçiler, bir fabrikada çalışıp daha
çok para kazanma olanağı dururken, çok daha düşük bir ücret karşılığı toplumsal
yararı daha ağır basan işleri tercih edebiliyorlar; doğayı koruma, yoksul
ülkelerde açlık içinde kıvranan çocuklara yardımcı olma vb. amaçlarla kurulmuş
birtakım örgütlerin yardım çağrılarına duyarsız kalmayıp cömert bağışlarda
bulunan çok sayıda insan var.
Devlet
sağlık hizmetlerinin ayakta tutulması, evsizlere, yaşlı insanlara, yoksullara
yardım gibi konular söz konusu olduğunda kamuoyu esas olarak oldukça duyarlı
bir tavır sergiliyor. Margaret Thatcher'ın İngiltere'nin dört bir yanında
bireycilik ve bencillik rüzgarları estirdiği 1980'li yıllar boyunca, sağlık
hizmetlerine ayrılan bütçenin ya da emekli aylıklarının düşürülmemesi gibi
kolektif çıkarları dile getiren çağrılara toplumun büyük çoğunluğunun sürekli
destek verdiğini gördük. Hatta, hükümetlerin en ahlaksız, en vahşi emperyalist
savaşlara girişme planları yaparlarken, kamuoyunun desteğini kazanabilmek için
bu savaşları 'insanal amaçlı askeri müdahaleler' gibi göstermek zorunda
kaldıkları biliniyor. Örneğin, dönemin İngiliz hükümeti ülkeyi Birinci Dünya
Savaşı'na katışını meşru kılabilmek için 'zavallı Belçika'nın yardımına koşma'
yalanına başvurmak zorunda kalmıştı. Benzer şekilde, petrol için girişilen
Körfez Savaşı'nı meşru göstermek için 'zavallı Kuveyt'i kurtarma' gerekçesi
kullanıldı. Bu örneklerin insan doğasının bencil olmadığının kanıtları olduğu
iddiasında değiliz. Ne var ki, bunlar insanların yaratılıştan açgözlü oldukları
savının saçmalığını gösteren örnekler. Bu durum, her fırsatta insanları açgözlü
ve rekabetçi olmaya, 'insan insanın kurdudur' düşüncesine göre davranmaya
teşvik eden kapitalist toplum düşünüldüğünde daha da geçerlilik kazanıyor.
İşin
aslında, bir birey doğuştan iyi ya da kötü değil, kimi zaman bencil ama kimi
zaman cömert, bazen korkak ama bazen cesur, kimi zaman atılgan ama kimi zaman
temkinlidir. Ailesi için her türlü özveriye katlanmaya hazır olduğu halde
komşusu için kılını bile kıpırdatmayacak insanlar vardır. Bazıları bir hayır
kurumuna oldukça cömert maddi katkılarda bulunurlarken çocuklarına karşı cimri
bir tutum takınırlar.
Kimileri
hayvanlara karşı sınırsız bir acıma ve sevgi İçinde oldukları halde insanlara
karşı çok az duyarlılık gösterirler vb.
Bütün
bunlar içinde bulunulan koşullara bağlı olarak biçimlenir. Davranış ve
tutumlar, insanın kendisini güvencesiz ve tehdit altında veya güven içinde ve
güçlü hissetmesine, nasıl ve ne tür düşünüş tarzlarına göre yetiştirilmiş
olduğuna, yaşamı sırasında ne tür deneyimlerden geçtiğine vb. bağlı olarak
değişiklik gösterirler.
Bu
söylediklerimiz bireyler için doğru ise, tarihin de gösterdiği gibi, toplumlar
ve toplumsal sınıflar için çok daha doğrudur. Örneğin, nihai sonucunun insan
doğasının değişmezliğini gösterdiği ileri sürülen Rus devrimini ele alalım ve
aslında durumun bunun tam tersi olduğunu göstermeye çalışalım.
Rus
halkı yüzyıllar boyunca çarlık rejimi altında çile çekti, baskı altında yaşadı.
Rusya, cahilliğin ve batıl inançların olağanüstü boyutlarda yaygın olduğu,
kadınlara karşı son derece geri ve bağnaz tutumların sergilendiği, Yahudi
düşmanlığının vahşilik boyutlarında yaşandığı bir ülke idi. Öyle ki, durum,
yüzeysel bir bakış açısına sahip olanlara, sanki Rus insanlarının doğasında
onları bütün bunları kabullenmeye iten bir şeyler varmış gibi görünüyordu
(tıpkı bu tür insanlara İngilizlerin 'doğası gereği özgürlüğüne düşkün' bir
halk olarak görünmesi gibi!). Ama, aynı Rus halkı ilkin 1905'te, ardından çok
daha güçlü bir şekilde 1917'de çarlık rejimine karşı ayaklandı. Aynı insanlar
grevler ve gösteriler yaptılar, çeşitli kereler ayaklanma girişiminde
bulundular ve nihayet savaşarak dünya tarihindeki en büyük devrimi
gerçekleştirdiler.
Bu
devrim her şeyi altüst etti: Fabrikalara el koydu, toprağı köylülere dağıttı,
Rusya'yı emperyalist savaştan geri çekti. Ulusal azınlıklara Rusya'dan ayrılma
hakkı tanıdı, kadınlara toplumsal haklarını kazandıran yasalar çıkararak
onların yasal eşitliğini gerçekleştirdi; bir Yahudi olan Leon Troçki'yi
devrimin başını çeken işçi Sovyet’ine başkan seçti ve devrim ordularının
komutanlığını onun ellerine teslim etti. Durum, bizim çokbilmiş yüzeysel
gözlemcilerimize, her şeyi altüst eden devrimci ateşliliğin Rus halkının
'doğasında olan' bir özellik gibi göründü (tıpkı İngilizlerin bunlara 'doğası
gereği ılımlı' bir halk olarak görünmesi gibi!).
(…)
Gerçekte
ise, Rus halkının 'doğası' -Rusya'daki toplumsal sınıfların birinden diğerine
farklılıklar göstermiş olan kolektif tavır, toplumsal psikoloji, davranış
tarzları- birbirinden farklı maddi koşullara bağlı olarak büyük değişiklikler
göstermişti.
Uzun
bir zaman dilimini kapsayan çarlık rejimi ve buna eşlik eden itaatkârlık
psikolojisi, esas olarak Rus ekonomisinin aşırı geri kalmışlığının bir
sonucuydu. Çarlığın çökmesi ve devrimci coşkunun hızla kabarması ise, kaynağını
kapitalizmin -köylü kitlelerini kendi arkasında harekete geçirme yeteneğine
sahip güçlü bir işçi sınıfıyla yüz yüze bulunan zayıf bir kapitalist sınıfa
sahip- Rusya'daki özgül gelişiminden almıştı.
(…)
Değişen koşullar beraberinde değişen bir 'doğa' getiriyordu.
Bir
bütün olarak dünya tarihi, Rus tarihinin bu 20 yıllık kesitine yakından
bakıldığında görülenleri çok daha açık ve çarpıcı bir biçimde gözler önüne
serer. Belli toplumlar için doğal ve ebedi oldukları düşünülen bazı toplumsal
davranış tarzlarının, bir başka zaman diliminde, aynı toplumlar tarafından
doğal olmayan davranış tarzları olarak tümden reddedildikleri görülür.
Siyah
derili insanların köleleştirilmesi, on yedinci yüzyıldaki İngiliz halkının
ezici çoğunluğuna bütünüyle normal bir uygulama olarak görünürdü. Bu durumun
siyahların yaratılıştan aşağı bir doğaya sahip olmalarından ileri geldiği öne
sürülüyordu. Oysa, on dokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru, İngilizler kölecilik
kurumunu insan doğasına karşı bir tecavüz olarak göreceklerdi. Bugünkü Amerika
Birleşik Devletleri'nde siyahların doğasına ve haklarına ilişkin bu iki karşıt
bakış açısı varlıklarını sürdürmektedir; birisi kuzeyde, diğeri güneyde hâkim
durumdadır.
Amerika'daki
Kızılderililer için toprağın özel mülkiyeti 'doğal olmayan' bir şeydi. On
sekizinci yüzyılın toprak sahibi ise bunu en temel insan hakkı olarak
görüyordu. Antikçağdaki Yunanlılar eşcinselliği sevginin alabileceği en yüksek
form olarak görüyorlardı. Oysa, Viktorya dönemi İngilizleri için eşcinsellik
aşağılık bir şeydi. Görücü usulü evlilik, geleneksel Hintliler için
yüzyıllardır geçerli bir biçim olarak varlığını sürdüre gelmiştir. Bugün,
Batı'daki pek çok insan bunu 'doğal olmayan' bir şey olarak görüyor.
Dolayısıyla, toplumsal koşulları değiştirdiğimiz anda 'insan doğası'nı da
değiştirmiş oluyoruz.
Sayısız
çoklukta benzerini ekleyebileceğimiz bu örneklerin hepsi, insanların
tavırlarının, davranışlarının, ahlaki değer yargılarının çok büyük ölçülerde
değişebildiğini açıkça gösteriyor. Yine bu örnekler, -insanlarda genetik olarak
var olmayıp toplumsal olarak öğrenilen kültürün insan yaşamının biçimlenişinde
ne denli önemli bir rol oynadığına işaret ediyor. Ayrıca, değişen maddi
koşullara uygun olarak, kültürel evrimin ne kadar geniş boyutlara
erişebildiğini ortaya koyuyor.
3.
İnsan Doğası Nedir?
İnsanlar
koşulların değişmesiyle birlikte değişirler. Peki ama bu aslında insan doğası
diye bir şeyin olmadığı anlamına mı geliyor? Sosyalistler, anti-sosyalist
argümanla baş etmenin kestirme bir yolu olarak kimi zaman insan doğası diye bir
şeyin gerçekte var olmadığını öne sürme eğilimi göstermişlerdir. Oysa, insan
doğasının varlığını yadsımak ciddi sorunları beraberinde getirir.
İlk
olarak, böyle bir iddia insanların mutlak olarak aldatılabilir varlıklar
oldukları düşüncesine yol açabilir. Bu durumda, örneğin medyayı (kitle iletişim
araçlarını) ve çocuk yetiştirimini bütünüyle kendi kontrolü altında tutan
totaliter bir rejimin insanları istediği biçimde yönlendirerek bir ayaklanma
olasılığını tamamen ortadan kaldırabileceğini söylemek mümkün hale gelir. Oysa
durumun böyle olmadığına tanıklık eden pek çok kanıt var. Tarihte görülen en
totaliter rejim olan Hitler Almanya’sında (…) bile, egemenler toplumdaki tüm
direnişi ya da tüm düşünceleri baskı altına alarak ortadan kaldırmayı
başaramamışlardı. Hatta Hitler'in toplama kamplarında bazı insanlar son ana
kadar mücadele etmişlerdi. Devletin insanların beynini yıkama gücü hiçbir zaman
sınırsız değildir ve -diğer şeylerin yanı sıra- devlet baskısı insanların doğal
ve en temel gereksinmeleriyle çatışmaya düştüğü zaman bu gücün son sınırına
erişilir.
İkinci
olarak, insanın bir doğası olmadığını iddia etmek, insanların kendilerini
doğadaki diğer canlılardan ayırt eden ve herkesçe paylaşılan müşterek
karakteristiklere sahip olmadıklarını ileri sürmek anlamına da gelir. Oysa
gerçeğin böyle olmadığı çok açık. Eğer durum bu olsaydı, insan türlerinden ya
da insanlık tarihinden söz etmemiz olanaksız hale gelirdi.
Şu
hâlde insan doğası hakkında neler söylenebilir?
Soruyu
yanıtlamaya biyoloji ile başlamalıyız. İnsanların son derece özgül bir genetik
koda sahip, farklı biyolojik yapıda canlılar oldukları çok açık. Bu genetik kod
insanoğlunun temel fiziksel yapısını belirliyor.
Kuşkusuz,
bu biyolojik doğa bile nihai olarak sabit ve ebedi değil. Ancak, zamansal
açıdan, biyolojik evrim son derece ağır ilerliyor ve tarihsel gelişimin zaman
cetvelinden bütünüyle farklı bir düzene sahip. Biyolojik açıdan, bugünkü
insanlarla 10.000 hatta 20.000 yıl önce yaşamış insanlar arasında esaslı bir
fark bulunmuyor. Dolayısıyla, bizim burada ele aldığımız sosyalizmin
uygulanabilirliği sorunu açısından, insanların fiziksel doğasının sabit ve
sürekli kaldığı söylenebilir.
Bu
fiziksel doğa, insanoğluna, insan doğasının temelini oluşturan belli bazı ortak
gereksinmeler ve yetenekler kazandırıyor.
Hava,
yiyecek, su, barınma, uygun iklimsel ortam bu gereksinmelerin en temel ve
tartışılmaz olanlarından bazıları. Uyku, hayvan türlerinden farklı olarak insan
yavrusunun kendi kendine yeter hale gelebilmesi için birkaç yıl geçmesi
gerektiği düşünülürse anne babanın bakım ve himayesi, vb. bu temel
gereksinmeler arasında.
Yetenekler
beş duyuyu, büyükçe bir beyine sahip oluşu, dik durma ve yürüme becerisini, eli
belli mekanik hareketleri yapabilir şekilde kullanma kapasitesini, karşılıklı
iletişimi olanaklı kılan bir ses düzenini vs. içeriyor. Bazı insanların bu
yeteneklerden bazılarına sahip olmadıkları hatırlatılarak bu söylediklerimize
itiraz edilebilir -örneğin bazı insanlar doğuştan görme veya işitme yeteneğine
sahip değiller; ancak bunlar yalnızca genel olanı bozmayan istisnalar. Yaklaşık
son 20-30.000 yıldır tüm toplumlarda tüm insanlar tarafından ortaklaşa
paylaşılan bu gereksinme ve yetenekler insan doğasının ilk yapı taşlarını
oluşturuyorlar. Ne var ki, söz konusu yeteneklerin gereksinmeleri karşılarken
kullanıldıkları özgül biçim insanları tüm diğer canlılardan ayırıyor. İnsanlar,
yaşamlarını idame ettirmek için sistematik bir biçimde araçlar üretirlerken
birlikte çalışıyorlar.
Kuşkusuz
-bir bakıma- hayvanlar da çalışıyorlar: Sincaplar fındık gibi kabuklu meyveleri
toplayıp biriktiriyorlar, aslanlar ava çıkıyorlar, kunduzlar kendilerine yuva
yapıyorlar, hatta bazı maymun türleri sopaları bir araç olarak kullanıyorlar
vb. Ancak, insan emeği, zaman içinde nitelik açsından bundan daha ileri olan
bir şeye doğru gelişim gösteriyor. Araçların -ki bunlar üretim araçları olarak
anılıyorlar- sistematik ve bilinçli üretimi emeğin üretici gücünü muazzam
ölçüde arttırıyor.
Hayvan
emeği esas olarak ilkel bir düzeyde kalır ve kuşaklar boyu kendisini aynı
düzeyde yinelerken, -insan emeği bilginin bir kuşaktan diğerine aktarılmasıyla
-ilkin yavaş, sonraları dev adımlarla- gelişim gösteriyor.
Emeğin
toplumsal karakteri esaslı bir öneme sahip bulunuyor. Nitekim Yunan filozofu
Aristo insanı 'toplumsal hayvan' olarak karakterize etmişti. Gerçekten,
insanlar her çağda birbirinden ayrı bireyler olarak değil, gruplar halinde
yaşamışlardır. Benzer şekilde, insanların emeği, en erken zamanlardan itibaren
her zaman toplumsal, iş birliğine dayalı bir karaktere sahip olmuştur. Örneğin,
erken Taş Çağı insanları iri bir hayvanı avlamaya çıktıklarında, tıpkı daha
sonraki göçebe topluluklar gibi kolektif hareket ederlerdi.
Büyük
olasılıkla, insanoğlunun daha sonra oluşan temel karakteristiklerinden olan
dilin gelişimini yaratan şey onun bu işbirlikçi (collaborative) emeği idi.
Bilinen her insan toplumu, dikkate değer karmaşıklıkta bir dil geliştirmiştir.
Karşılık olarak, dil, insanın toplumsal bilincinin gelişiminde kesin bir öneme
sahip olmuştur. Bu sayede kültür öğrenilebilir ve bir kuşaktan diğerine
aktarılabilir hale gelmiştir.
Bunları
söyledikten sonra, 'insan doğası'nın temel özelliklerini bir cümleyle
özetleyebiliriz. İnsanlar, dilin, toplumsal bilincin ve kültürün gelişimine yol
açan iş birliğine dayalı toplumsal emek aracılığıyla karşılanan belli ortak
gereksinmelere sahip olup farklı bir biyolojik yapı gösteren canlılardır.
İnsan
doğasının bu tanımlamasında en önemli nokta, onun belli temel süreklilikleri
yerleştiriyor olmanın yanı sıra, toplumsal emeğin biçiminde dinamik bir öğeyi
de içermesidir. İnsanlar bulundukları maddi çevreyi dönüştürürlerken aynı
zamanda kendilerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini de dönüşüme uğratırlar.
Gereksinmelerini karşılamak üzere sahip olduktan yetenekleri kullanırlarken, bu
yetenekleri artar ve gelişir -Marx'ın söylemiş olduğu gibi ‘yemek iştahı
kamçılar.’ Belli temel gereksinmeler karşılandıkça, bu gereksinmeler genişler
ve ortaya yeni gereksinmeler çıkar. Yiyeceğe duyulan gereksinme, belli kalitede
yiyeceğe duyulan gereksinme halini alır. Örtünme gereksinimi kürk ve posta
sarınma gereksiniminden başlayarak gelişir ve mağazalardan hazır giysi almak
için para gereksinimine dönüşür.
Üretim
biçimi değiştikçe toplumsal örgütleniş de değişir. Avcılık ve toplayıcılıktan
el emeğine dayalı manüfaktür üretimine, oradan modem sanayi üretimine doğru
geldikçe, bunun küçük göçebe topluluklarından yerleşik kasaba yaşamına ve
nihayet modern ulus-devlet aşamasına gelen bir sürece karşılık geldiğini
görürüz. Bu süreçte insan davranışları ve tavırları köklü değişiklikler
gösterir. Marx'ın Komünist Manifesto'da açıklamış olduğu gibi:
İnsanların düşünceleri, bakış açıları ve kavranılan, tek kelimeyle söylersek
insanın bilinci, onun maddi yaşam koşulları, toplumsal ilişkileri ve toplumsal
yaşamında ortaya çıkan her bir değişimle birlikte değişim gösterir. İnsan
doğasının değiştirilemez oluşu şöyle dursun, değişme ve gelişme kapasitesi
insan doğasının en temel yanıdır. Ve bu, insanoğlunu diğer hayvanlardan ayıran
en önemli şeylerden biridir.
Son
bir nokta: Eğer insan doğası yukarıda açıkladığımız gibiyse, bu insanı esas
olarak 'iyi' ya da 'kötü' yapar mı? Hayır; insan doğası esas olarak ne 'iyi' ne
de 'kötü'dür. 'İyi'nin temel anlamı, onun gereksinmelerini karşılayıp onun
gelişimini daha da ileri götürerek insan doğasına hizmet eden şeydir. ‘Kötü'nün
temel anlamı ise, onun gereksinmelerini karşılamada başarısız kalıp gelişimini
sekteye uğratarak insan doğasına aykırı düşen şeydir.
İnsanların
iyi ve kötü kabul ettikleri şeylerin farklı tarihsel dönemlerde farklılıklar
gösteriyor olmasının nedeni de budur. Koşullar değişince insanların
gereksinmeleri ve dolayısıyla sahip oldukları ahlaki değerler de değişir. Aynı
şey farklı toplumsal sınıflar için de geçerlidir- bunların yaşam koşulları
birbirinden farklıdır; birbirine karşıt çıkarlara sahiplerdir ve bu yüzden
birbirinden farklı ahlaki değerler geliştirirler.
4.
Kapitalizm ve İnsan Doğası
Her
şey gibi kapitalizmin ekonomik sistemi de her zaman değişmektedir. Bugünkü
kapitalizm Marx'ın ve Kraliçe Viktorya'nın zamanındaki kapitalizmden çok
farklıdır.
Marx
1848’de Komünist Manifesto’yu yazdığında kapitalizm Batı Avrupa ve Kuzey
Amerika'nın yalnızca bazı bölgelerinde tam olarak kurulmuştu. Bugün ise tüm
dünyaya hâkim. 1848'de, kapitalist üretimin başlıca birimleri tek tek
bireylerin veya ailelerin mülkiyetinde olan küçük fabrikalardı. Günümüzde ise,
kapitalizm Exxon, Ford ya da ICI gibi devasa büyüklükte çokuluslu şirketler
tarafından kontrol altında tutuluyor. Frederick Engels 1844’te İngiliz İşçi
Sınıfinın Durumu’nu kaleme aldığında, Manchester kentinde, aralarında
çocukların da bulunduğu işçiler günde 12-14 saat karın tokluğuna çalışıyor ve
mağaraları andıran karanlık, son derece izbe yerlerde yaşıyorlardı. Bugün
Manchester kentinin işçileri durumlarını bir hayli iyileştirmiş durumdalar,
fakat Kalküta, Kahire ve Rio de Jeneiro'da en az bunun kadar kötü koşullarda
yaşayan işçiler var.
Fakat,
bütün bunlara ve diğer değişikliklere karşın, ekonomik sistemin kendisini
'kapitalist' olarak tanımlamamıza yol açan belli başlı nitelikleri varlıklarını
sürdürüyorlar. Bunlar arasında en önemlileri şunlar:
- Başlıca
üretim araçları (fabrikalar, toprak, makineler, ulaşım vasıtaları vb.)
toplumdaki küçük bir azınlığın -kapitalistlerin- mülkiyeti ya da sıkı
kontrolü altında bulunuyor.
- Nüfusun
ezici çoğunluğu üretim araçlarının mülkiyetinden ya da kontrolünden
yoksunlaştırılıyor; dolayısıyla bu insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için
emek gücü olarak bilinen çalışma kapasitelerini kapitalistlere satmak
zorunda bırakılıyorlar. Dahası, bunlar, emek güçlerini kapitalistlere bir
artık, ya da kâr getirecek koşullarda satmak zorundalar.
- Üretim
araçları, birbiriyle rekabet içinde üretim yapan farklı kapitalistler (ya
tek tek bireyler ya da gruplar veya kapitalist devletler) arasında
bölüşülüyor. Kâr, bu rekabetin ölçüsünü oluşturuyor. Kâr için yapılan
sürekli rekabet, kapitalist üretimin her birimini kontrol edenleri
işçilerini mümkün olduğu ölçüde daha çok sömürmeye zorluyor. Kapitalizmin
savunucuları her zaman bu durumun bir şekilde 'insan doğası'na uygun
düştüğünü ileri sürerler.
Bir
zamanlar bu iddianın doğru olan bir yanı vardı. Kapitalizm (yaklaşık 500 ile
200 yıl arasında değişen bir zaman öncesi) bir sistem olarak ilk kez ortaya
çıkmaya başladığı zaman, insanın yiyecek, giyinme, barınma gibi en temel
gereksinmelerinin karşılanması konusunda kendinden önce gelen feodal sisteme
oranla daha büyük bir kapasiteye sahipti. Ancak, bunun dışında kalan tüm diğer
özellikleri açısından bütünüyle berbat bir sistemdir. Her şeyden önce,
kapitalist tarzda davranmanın insanlar için 'doğal' ya da içgüdüsel olduğunu
ileri sürmek bir saçmalıktan ibarettir. İnsanın gelişiminin kapitalizme
varmasından önce geçen zaman yaklaşık 2 milyon yıldır; ne genel olarak malların
alınıp satılmasına, ne de emek gücünün alınıp satılmasına (kapitalizmin en
temel özelliği) doğal dünyanın ya da insanlık tarihinin İlk dönemlerinin
herhangi bir anında rastlanılır.
Aksine,
tarih, insanların ancak kendileri için çalışıp yaşamlarını devam ettirme
olanağından zorla yoksunlaştırılmış oldukları zamanlar emeklerini satarak bir
başkası için çalışmaya razı geldiklerini gösteriyor. Bu durum, İngiltere'de,
arazilerin etrafının çitle çevrilerek toprağın ortak kullanımına son verildiği on
beşinci ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında yaşandı.
Sanayi
yatırımında bulunabilecek ve geniş ölçekte emek gücü satın alabilecek
zenginliğe sahip bir sınıfın ortaya çıkması, Marx'ın 'ilkel kapitalist birikim'
adını verdiği son derece vahşi bir sürecin yaşanmasını gerektirdi. Bu süreç
içinde, milyonlarca Afrikalı köle olarak yurtlarından alınıp başta Amerika
olmak üzere Batı'ya getirildi; Orta ve Güney Amerika'da yaşayan yerli halkın
büyük bölümü soykırımdan geçirildi; yağmaya uğrayan ve büyük bir yoksulluğa
itilen Hindistan ve Uzak Doğu buna benzer sayısız barbarlığa sahne oldu.
Bunların
yanı sıra, kapitalizm ve kapitalist sınıf, kendi egemenliğini kurabilmek için
feodal aristokrasiye karşı şiddete dayalı bir dizi devrimci mücadeleye ve iç
savaşa girişmek durumunda kaldı. Bu öylesi bir şiddetti ki, İngiltere ve
Fransa'da kralların başı uçuruldu. Dolayısıyla, kapitalizmin gelişiminde
'doğal' sayılabilecek hiçbir şey yoktu.
Ayrıca,
kapitalizmin bireysel çıkarı üretimin itici gücü durumuna getirdiği de doğru
değildir. Kapitalist üretimin itici gücü kârdır; fakat kâr ancak toplumun
sermayeyi elinde bulunduran küçük bir azınlığı tarafından elde edilebilir.
Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bireyler açısından, kapitalizm kendi
çıkarının reddi esasına dayanır. Kapitalistlerin işçilere sürekli olarak haris
olmamayı telkin etmelerinin nedeni de budur. Yine, bu, işçilerin kendi
sendikaları aracılığıyla kendi çıkarlarını dayatma yeteneğini sınırlandırmak
için her zaman sınırlayıcı yasalar çıkarmalarının nedenini de açıklar.
İnsan
doğasının bir ifadesi olmak şöyle dursun, kapitalizm insan doğasının en önemli
ve en ayırt edici özelliğini -emek kapasitesi- alarak onu kökünden çarpıtır.
Kapitalizm,
emeğe satın alınabilir ve sömürülebilir bir meta gibi davranmak suretiyle
işçiye kendi emeğini yabancılaştırır. Böylece, çalışma, insanların bireysel ve
toplumsal gereksinmelerini karşılamak üzere doğayı bilinçli olarak
dönüştürmenin bir aracı olmaktan çıkar ve salt toplumsal varoluş için
kaçınılmaz bir gereklilik olan parayı elde edebilmenin bir aracı durumuna
gelir.
İşçiler
kendi çalışmaları üzerinde tüm kontrolü yitirirler ve çalışma anlamsız, insanın
yaratıcılığını yıkan, bıktırıcı, ağır bir iş haline gelerek gerek fiziksel
gerekse psikolojik açıdan işçiyi yıkıma uğratır. Sonuç, pek çok insanın
yaşamının 40-50 yılını nefret ettiği ya da en iyi ihtimalle hiçbir haz duymadan
katlandığı işlerde tüketmesi ve yaşamsal dinamizmini bu yorucu süreç içinde
hemen tamamen yitirmesidir. Hatta kapitalizm, insanların emeğinden gerektiğince
kâr edemez hale geldiği zamanlarda pek çok insanı çalışma olanağından mahrum
eder; onları sadakadan başka bir şey olmayan işsizlik parasıyla yaşamlarını
sürdürmeye zorlayarak sefaletin içine iter. Dolayısıyla, bugün milyonlarca
insan insanoğlunun varoluşunun en temel öğelerinden biri olan yararlı toplumsal
emek sarf etme olanağından yoksun durumdadır -oysa avcılık ve toplayıcılıkla
geçinen 'ilkel' topluluklarda her birey bu şansa sahip bulunuyordu.
Emeğe
yabancılaşma yalnızca işyerini ve çalışma koşullarını etkilemekle kalmaz,
ayrıca tüm toplumsal ilişkileri de etkiler. İşçiyle işçi, anne baba ile çocuk,
kadınla erkek, cinsellikle sevgi arasındaki ilişkiler çarpıtılır.
İnsanlar
birbirlerine nesne ve çıkar için kullanılacak metalar gözüyle bakarlar ve bu
şekilde davranırlar. Cinselliğin kendisi bir meta haline getirilir ve diğer
metaların satışını kolaylaştıran bir araç olarak kullanılır. En çok ezilmiş,
kendisine en çok yabancılaşmış bireyler, çoğu zaman ezilmişliklerinin ve
yoksulluklarının acısını çalıştıkları işyerlerinde- ya da genel olarak
toplumda- kendilerinden daha güçsüz ve savunmasız durumda olanları ezerek
çıkarmaya çalışırlar.
Bunlardan
hiçbiri insan için doğal ya da insan doğasının ürünü olan bir şey değildir:
Hepsi, insan doğasını bozan ve ona tecavüz eden bir sistemin ürünüdür.
Nihayet,
kapitalizm insanların en temel, en doğal gereksinmelerini -su, beslenme,
giyinme, barınma- karşılama konusunda da son derece yetersiz ve kötü bir
sistemdir. Her yıl, yiyecek fiyatlarının düşmesini önlemek için tonlarca şarap
denize dökülür; çürümeye terk edilmiş sığır eti kümeleri hızla yükselip adeta
birer 'et dağı' görünümü kazanır. Ama, eşzamanlı olarak milyonlarca insan
yetersiz beslenmenin sıkıntısını çekerken on milyonlarcası açlıktan yaşamını
yitirir. Milyonlarca ve milyonlarca insan aslında tedavisi son derece kolay
hastalıkların pençesinde kıvranır. İngiltere ve ABD gibi zengin ülkelerde
kaynaklar lüks otellerin, büroların yapımı için harcanır. Öte yandan, gene bu
ülkelerin caddelerinde pek çok evsiz insan geceleri binaların dış kapılarının
önünde birbirlerine sokularak uyumaya çabalar.
Bu
da doğal ya da insan doğasının ürünü olan bir şey değildir. Kalahari'nin
'ilkel' olarak nitelenen ve yakınlarındaki çölde avlanarak ve toplayıcılık
yaparak geçinen Güney Afrikalı yerlilerinin beslenme düzeyi, dünyanın en büyük
kentlerinde insanların neden oldukları kıtlık yüzünden açlıktan kıvranan veya
kıt kanaat geçinen milyonlarca insanın beslenmesinden çok daha iyi durumda
bulunuyor. Kuzey Kutbu'ndaki yerliler buz bloklarından yaptıkları barınaklar
içinde Waterloo Köprüsü altında karton kutulara sarınarak ısınmaya
çalışanlardan daha rahat uyuyorlar.
Bu
barbarlıklar, kapitalizm temel gereksinmelerin karşılanmasını satın alma gücüne
bağlı kıldığı ve aynı zamanda büyük yığınların satın alma gücünü iyice
azalttığı için yaşanıyor. Sınırsız ve vahşi bir kâr güdüsüyle hareket eden
kapitalizm soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu da kirletiyor; insana var olma ve
varlığını sürdürme şansı veren doğayı yok olma tehlikesiyle yüz yüze bırakıyor.
5.
Sosyalizm ve İnsan Doğası
Soruna
insan doğası açısından bakıldığında, kapitalizmin kötü ve insan doğasına aykırı
bir sistem olarak açıkça mahkûm edilebildiğini görüyoruz. Peki ama sosyalizm
için neler söylenebilir?
İnsan
doğasının varlığını en azından temelde kabul ediyorsak, insanın doğasının
derinlerinde bir yerde, içinde hepimizin eşit ve özgür olacağı, kendi kendini
yöneten sınıfsız bir toplumun başarılmasını önleyecek karakteristik bir öğenin
bulunduğunu söyleyemez miyiz? Neden içimizde toplumun her zaman yöneten ve
yönetilenler olarak ikiye ayrılmış şekilde kalmasına yol açacak bir iktidar
hırsı veya diğerleri üzerinde üstünlük kurma gereksinmesi olabileceğini
düşünmeyelim? Belki de bireyler arasında doğuştan gelen fiziksel
eşitsizliklerin varlığı toplumsal eşitliğin önünde üstesinden gelinemez bir
engel oluşturuyordur? Bu ve benzeri sorulara kaynağını somut gündelik yaşamdan
alan basit bir karşılık verebiliriz: On binlerce yıl, hatta belki yüzbinlerce
yıl, insanlar özel mülkiyetin, sınıf bölünmelerinin, yöneticilerin ya da
devletin olmadığı topluluklar halinde yaşadılar.
Arkeolojik
kayıtlar, elde yapılmış ilk aletlerin -çakmaktaşından yapılmış basit aletler-
bundan 2,5 milyon yıl öncesine ait olduklarını gösteriyor. Bundan sonra, 10 bin
yıl kadar önce tarım üretiminin ortaya çıkmasına kadar, insanlar ilkin
toplayıcılar, ardından örgütlü avcılar ve toplayıcılar olarak ve çoğu zaman
küçük göçebe topluluklar halinde yaşadılar.
Bu
dönem boyunca ne ekim ne çanak çömlek ne de ulaşım araçları vardı. Gerek topluluk
gerekse topluluk üyeleri açısından, gündelik olarak gereksinilenin dışında
artık olarak bir şey üretmek mümkün değildi.
Böyle
bir artık olmaksızın toplumun sınıflara -alttakilerin emeğiyle geçinen ve
onların üstünde yer alan bir insan katmanı- bölünmesi söz konusu olamazdı. Ne de
tam gün çalışan yöneticilere, silahları sayesinde iktidarlarını sürdürebilecek
askerlerden oluşan özel silahlı kurumlara sahip bir devletin varlığı mümkün
olabilirdi. Herkes yaşamı idame ettirmek için gerekli gereksinmelerin
üretilmesiyle meşguldü. Böylece, yeryüzünde ilk ortaya çıktıkları andan bugüne
kadar geçen zamanın %99'unu kapsayan çok büyük bir bölümünde insanlar sınıfsız
topluluklar halinde yaşadılar. Sınıfsız toplumların varlığı, salt arkeolojik
bulguların incelenmesi veya mantıksal akıl yürütmeler sonucu ileri sürülen bir
varsayım değildir. Benzeri bir yaşam tarzı süren yeteri sayıda avcı-toplayıcı
topluluklar kısa bir zaman öncesine kadar varlıklarını sürdüre geldiler ve
modern antropologlar tarafından incelendiler. Güney Afrika'daki Kalahari
Çölü'nde yaşayan ve Amerikalı Richard Lee başta gelmek üzere bir dizi
antropolog tarafından incelenmiş olan Kung San adlı topluluk bu konuda
verilebilecek en iyi örnektir.
Bu
topluluk en az 10 bin yıldır Kalahari Çölü'nde varlığını sürdürmektedir. Her
biri yaklaşık 30 kişiden oluşan küçük topluluklar halinde yaşarlar ve iki
haftada bir yer değiştirerek yeni bir yerde kamp kurarlar. Maddi eşya
birikimleri yok denecek kadar sınırlıdır, sahip oldukları yegâne şey bir yerden
başka yere giderken beraberlerinde götürebilecekleri eşyalardır; fakat zengin
bir sözlü kültüre sahiplerdir. İçinde yaşadıkları doğal çevre hakkında
ayrıntılı bir bilgiye sahip olmaları, makul bir günlük yaşam standardına
erişmelerine olanak tanır. Avlanma ya da toplayıcılık sayesinde elde edilen
yiyecek topluluk üyeleri arasında kolektif olarak paylaşılır. Richard Lee
toplulukla ilgili olarak şunları söylüyor: "Aile içinde ve aileler
arasında, gönülden paylaşım Kung topluluğunun davranış ve değerlerinin tümünü
belirliyor; tıpkı kâr ve akılcılığın kapitalist ahlakın (etik) merkezi öğesi
olması gibi, paylaşım toplayıcı topluluklarda toplumsal yaşamın merkezi öğesini
teşkil ediyor."
Kung
topluluğu çok güçlü bir eşitlikçiliğe sahip. Zengin-yoksul şeklinde bir ayrım
söz konusu olmadığı gibi, şeflere ya da liderlere de sahip değiller. Richard
Lee topluluğa bir başkanlarının olup olmadığını sorduğu zaman şu yanıtı alıyor:
'Elbette
başkanlarımız var; aslında hepimiz birer başkanız, çünkü her birimiz kendi
kendisinin başkanı.'
Kung
topluluğu üzerine yürüttüğü alan çalışmasının sonuçlarını diğer avcı-toplayıcı
topluluklar hakkında sahip olduğu bilgilerle birleştiren Richard Lee, bize
şunları söylüyor: "Son yıllarda Kung topluluğu içinde ve diğer onlarca
toplayıcı topluluk arasında yürüttüğüm çalışmalar sırasında doğrudan gözlediğim
yiyeceklerin komünal paylaşımı olgusu, öyle hafife alınabilecek türden bir
bulgu değil. Paylaşımın toplayıcılar arasındaki evrenselliği, Marx ve Engels'e
ait olan ve insanlık tarihinde devletin ortaya çıkışından ve toplumun sınıflara
bölünmesinden önce bir ilkel komünizm aşamasının yaşanmış olduğunu öne süren
teoriye güçlü bir destek sağlıyor."
Gerçek
bir komünal yaşam düşüncesi, çoğu zaman, teorik olarak desteklenmesi gereken
ama pratik olarak gerçekleştirilmesi mümkün olmayan ütopik bir ideal olarak
reddedilir. Ancak, toplayıcı topluluklarda gözlenen bulgular bize bunun aksinin
doğru olduğunu söylüyor. Paylaşıma dayalı yaşam tarzı yalnızca
gerçekleştirilebilir bir şey değil, dünyanın pek çok bölgesinde ve çok uzun
süreler boyunca fiilen var olmuş bir gerçekliktir.
Bütün
bunları avcı-toplayıcı topluluklar arasında insanların bir 'doğal durum' içinde
bulunduklarını, ya da insan doğasının 'esas olarak' sosyalist olduğunu ileri
sürmek için anlatmıyoruz. Böyle bir iddia, anti-sosyalist argümanı tersyüz
etmek ve dolayısıyla aynı temel hatayı yinelemek anlamına gelir. Gerçekte,
avcı-toplayıcı yaşam tarzının bizzat kendisi uzun süreli bir kültürel evrimin
ürünüdür ve paylaşım da dâhil olmak üzere onun en önemli niteliklerinin pek
çoğunun toplumsal olarak öğrenilmesi ve kültürel olarak güçlendirilmesi
gerekir. Richard Lee yerinde bir yorumla şunu söyler: "Her bebek hem
paylaşım yeteneği hem de bencil olma yeteneği ile donatılmış olarak dünyaya
gelir." Bununla birlikte, antropolojik bulgular insan doğası ile
sosyalizmin hiçbir şekilde birbirine karşıt olmadığını kanıtlıyorlar.
Modern
sosyalizm, insan doğası ile uygun olmanın da ötesinde şeyler vaat eder.
Günümüzde, sosyalizmin anlamı ilkel komünizm koşullarına geri dönüş değil,
binlerce yıllık zamanı kapsayan sınıflı toplumun teknolojik başarıları üzerine
basarak muazzam bir ilerlemenin başarılmasıdır.
İlkel
komünizm herhangi bir artık birikiminin yokluğu üzerinde şekillenmişti; modem
sosyalizm ise, bugün üretim güçlerinin insanların yaşamlarını sonu gelmez bir
didiniş içinde tüketmelerine gerek kalmadan herkesin tatminkâr bir yaşam
sürmesine olanak tanıyacak bir artığı başarabilecek ölçüde gelişmiş olduğu
gerçeğine dayanır.
Bugün
sosyalizmin anlamı, çokuluslu şirketlerin, olağanüstü zengin kapitalistlerin ve
onların devletlerinin tekelinde bulunan muazzam zenginliğin, üretim
kapasitesinin, bilim ve teknolojinin bunlardan alınıp uluslararası ölçekli
kolektif, demokratik bir kontrol mekanizmasına tabi kılınmasıdır. Sosyalizm,
yeryüzünde yaşayan herkese yeterli yiyecek, giysi ve barınağın temin
edilmesini, açlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasını güvence altına
alacaktır. Zaman içinde, sömürüye, ulusal çelişkilere, savaşa, cinsel baskıya
-bunları besleyen maddi koşulları ortadan kaldırmak suretiyle- bir son verecek
ve tüm insanlığı tek bir toplumsal birim olarak birleştirecektir.
İnsanları
kendi emeklerini ve emek ürünlerini kolektif olarak kontrol edebildikleri bir
konuma yerleştirecektir. Böylece, yabancılaşmanın ve binlerce yıl süren
kölecilik, serflik aşamalarından geçtikten sonra kapitalist ücretli emekle
zirvesine çıkan insan doğasının tahribatının üstesinden gelinecektir.
Sosyalizm
bireysel ve toplumsal ilişkileri dönüştürüp özgürleştirecek; insanların
gereksinmeleriyle uyumlu, insanlığın gelişimini kolaylaştıran bir çevre
yaratacak; insanın doğa üzerindeki etkinliğinin akılcılık temelinde
planlanmasını olanaklı kılacak ve böylece doğal çevrenin insafsızca yıkıma
uğratılmasına son verecektir.
İnsanoğlunun
en temel özelliklerinden biri de sanatsal yaratıcılıktır. Tarihte görülmüş en
eski oyma eser 300 bin yaşındadır. Her insan topluluğu kendisine özgü bir müzik
ve dans yaratmıştır. Sanatsal etkinlik, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi
kapitalizmde de çok küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın tekelindedir -çoğunluğun
yaratıcılığı engellenir ve ezilir. Sosyalizm, serbest zamanı ve eğitimi
genişletip herkese yaymak suretiyle bu yaratıcılığı özgürleştirecek ve sanatsal
etkinliği yeniden sağlıklı bir yapıya kavuşturacaktır. Böylece büyük bir
kültürel zenginliğin boy vermesi için gerekli ortam hazırlanmış olacaktır. Şu hâlde,
sosyalizm tüm insanlarda müşterek olan temel maddi gereksinmeleri karşılamakla
sınırlı kalmayıp bütüncül bir gelişme yaratacak, insan doğasını tüm yönleriyle
zenginleştirecektir. Sosyalizm yalnızca gerçekleştirilmesi mümkün olan bir şey
değil, ayrıca uğrunda savaşmaya değer bir zorunluluktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.