Faşizm ve Kapitalizm-Faşizmin Sosyal Kökenleri ve
İşlevleri Üstüne Teoriler | August Thalheimer-Arthur Rosenberg-Otto
Bauer-Angelo Tasca
Faşizmin devlet
tipolojisindeki yerini saptayabilmek için önce devlete ilişkin nesnel
gerçekleri anımsatmakta yarar vardır.
Devlet Nedir?
Devletin kökeni,
insan hayatının maddi şartlarında, insanın doğayla ve hemcinsleri ile kurduğu
üretim ilişkilerinde yatar.
Sosyolojik
araştırmaların tüm açıklığı ile ortaya koyduğu gibi, “devlet”, toplumun ilkel,
ortaklaşa üretim biçiminden ve üretim araçları üzerindeki ortak mülkiyet
düzeninden çıkarak, “mülk sahipleri” ile “mülksüzler’: “sömürenler” ile “sömürülenler” diye çelişik menfaat
kutuplarına ve buna bağlı olarak da uzlaşmaz sosyal sınıflara ayrışmasıyla
belirmiş somut tarihsel-toplumsal-sınıfsal bir olgudur.
Devletin asli varlık
nedeni ve fonksiyonu; kralıyla, parlamentosuyla, hükümetiyle, adliyesiyle,
hapishanesiyle, askeriyle, jandarmasıyla, polisiyle ve bin bir ideolojik
silahıyla, üretim araçlarına malik olanların, mülksüzlerin emekleri ile
devşirdikleri ürünlerin, yarattıkları değerlerin tümünü veya belirli bir
bölümünü (artı değeri) gasp etmelerini sistemli bir cebir cihazı aracılığı ile
sağlayıp, bu sömürü ilişkisini, bu sınıfsal tahakkümü sağlam kazığa bağlamaktır.
Devlet, bütün
insanlık tarihinde, savaşlara ve ihtilallere damgasını vurmuş olan sosyal sınıflar
arası çatışmayı, cebri-hukuki düzen sınırları içine hapsederek, toplumda hâkim
olan sınıfın yararına bastırır. Sömürü ve baskının cenderesindeki mülksüz
emekçi kitleleri, kah “taviz”, kah “tenkil” yollarıyla, kurulu üretim ve
mülkiyet düzenine bağlı kılarak, sınıfsal çelişkilerin daha yüksek bir üretim
düzeyinde, daha ileri bir sınıfsal iktidar çerçevesinde çözülmesini engeller.
Devletin Tipolojisi
Toplumun ekonomik
hayatında paralel bir tarihi olan, bir toplumun belirli bir tarihi gelişim
aşamasında geçerli üretim ilişkileri ve buna uygun sınıflar arası ilişkiler
tarafından belirlenen siyasal rejimin (devletin) tipi, onun özünü oluşturan bu
sosyo-ekonomik altyapının değişim ve dönüşümüne bağlı olarak kılık değiştirir.
Köleci üretim
ilişkileri üzerine kurulan ilkçağın devlet yapısı, köle sahiplerinin çıkarları
doğrultusunda işleyen alabildiğine keyfi, merkeziyetçi, monokratik bir dikta
iken, feodal üretim ilişkileri üzerine kurulan ortaçağ devleti, büyük toprak maliki feodal beylerin (senyörlerin)
imtiyazlarını, onların yasaklarını ve buyruklarını cisimleştiren şahsi, vasıtasız,
âdemi merkeziyetçi, aristokratik, hiyerarşik bir dikta olmuştur.
Kapitalist üretim
ilişkilerinin serbest rekabetçi-liberal döneminde, “bırakınız yapalım-bırakınız
geçelim” diyen kapitalist burjuvazinin toplumun “özel” ekonomik hayatından
tecrit ettiği “kamusal” devlet iktidarı ise, mahiyeti ve fonksiyonu gereği
elbette gayri şahsi ve laik nitelik taşıyacak, yasama-yürütme-yargı diye nispi
bir özerkliğe kavuşturulmuş olup birbirini dengeleyen ve frenleyen organlar
eliyle yürütülecek ve soyut-genel yasalara bağlı bir demokratik, Parlamenter
Cumhuriyet tipine bürünecekti.
Gelgelelim, çağımızın
kapitalist altyapısında sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesiyle, “tekelleşmesiyle”
birlikte, siyasal üstyapıda köklü bir değişim gerçekleşir. Üstyapıda siyasal
devlet iktidarı da zorunlu olarak merkezileşip tekelleşir. Yürütme organı
güçlendirilip yasama ve yargı organlarının denetiminden çıkarılır. Ekonomik
hayata karışan himayeci, güdümcü, planlayıcı, destekleyici, teşvik edici bir
devlet tipi belirir. Devlet işlerini gören sivil-asker bürokrasi ile finans
kapital oligarşisi iç içe geçer. Ortaya militarist-bürokrat-teknokrat-plütokrat
bir ekonomik-politik iktidar kompleksi çıkar. Devlet, doğrudan doğruya
emperyalist tekellerin emrine ve hizmetine girer.
Ciddi ekonomik
krizlerle karşılaşan ve mezarının dibine yaklaşan tekelci finans kapital, devlete
sadece ekonomik oksijen çadırını kurdurmakla kalmaz, aynı zamanda gücünü, sınıf
çelişkileri ile birlikte giderek derinleşip keskinleşen, devrimci işçi sınıfı
hareketine karşı da seferber eder. Sözün özü; ekonomik tedbir, destek ve teşvik
politikasına sosyal tenkil politikası eşlik etmeye başlar.
Şimdi, “tekelci devlet kapitalizmi”, klasik burjuva
demokrasisinden uzaklaşma sürecinin itici motoru, otoriter-totaliter
eğilimlerin kurumaz kaynağı olur.
Faşizmin Devlet Tipolojisindeki Yeri
İşte faşizm, tekelci
finans kapitalin bu bünyesel diktasının özgül (spesifik) tezahür biçimlerinden
birisidir. Finans kapital oligarşisinin en gerici ve en zorba diktatörlüğüdür.
Bu diktatörlük, sınıflar arası ilişkilerin, sınıflar arası güçler dengesinin
belirli bir konumunda, özel tarihsel koşullarda güncelleşir. İşçi sınıfının
ağırlığını daha duyuramadığı veya artık duyuramaz hale getirildiği bir
sosyo-politik ortamda, sınıfsal tahakkümünü liberal burjuva demokrasisinin oyun
kuralları çerçevesinde “henüz” gerçekleştirmekten aciz bulunan veya sınıfsal
tahakkümünü bu klasik siyasal çerçevede “artık” gerçekleştiremeyecek kadar
zayıf düşen tekelci burjuvazinin en ceberut karşı-devrimci hareketi olarak
sahneye çıkar.
Lümpen-Bohem
kitlelerin, küçük burjuvazinin, orta sınıfların faşizme yatkın ideolojik
konumları ile ekonomik bunalımların yarattığı umutsuzluk ve bezginlik iklimi,
faşizmin oluşmasında ne kadar önemli bir faktör olarak belirirse belirsin,
faşizm ortamının hazırlanmasında, faşizmin iktidara getirilmesinde, faşizmin
uygulanmasında bütün kuklaların ipleri, son tahlilde, emperyalist finans
kapitalin elinde bulunur.
Faşist Devlet iktidarı
Faşizmde, finans
kapital, gönüllü ve paralı ajanları eliyle: İşçi sınıfına, bu sınıfın yandaşlarına
ve işçi sınıfı ideolojisine karşı amansız bir baskı ve sindirme eylemine
kalkışır...
Klasik burjuva hukuk
devleti kurumlarının tümünü tasfiye ederek, en aşırı dozuyla otoriter-totaliter
bir polis rejimi kurar…
Geniş halk
kitlelerini politik hayattan büsbütün tecrit ederek, bu kitleleri düşünce
açıklama, örgütlenme ve gösteri yürüyüşü düzenleme gibi demokratik haklarından
yoksun bırakır...
Akıldışı militarist
şovenizm ideolojisini pompalar...
Devleti yüceltip
toplumu ve insanı aşağılar, hiçler...
Kapitalist düzeni “kamu
düzeni” diye, sermayenin güvenliğini “milli güvenlik” diye, hâkim sınıfın kar
çıkarını da “kamu yararı” diye silah zoruyla korur...
İnsanlığın bütün
değerlerini finans kapitalin zulüm ve işkence çarmıhına gerer...
Bir toplumun başına
gelebilecek bu en büyük siyasal felaketin önünü alabilmek ve tutarlı, etkili
bir antifaşist mücadeleyi yürütebilmek için, her şeyden önce faşizmin sosyal
muhtevasını ve temelini, onu hazırlayan ve uygulayan güçleri çok iyi tanımak
gerekir.
Özellikle, faşizmin
sınıfsal çelişkileri keskinleştirip devrim sürecini kısaltacağı yolundaki “sözde”
devrimciliğin ipliğinin pazara çıktığı günümüzde ve faşizmin somut bir tehlike
olarak varlığını sürdürdüğü ülkemizde, faşizm üstüne teorik bilgilerin
geliştirilmesi ve olgunlaştırılması, özel bir önem, özel bir ivedilik kazanır.
Giriş
Faşizm Teorisi Üstüne
“Kapitalizmden söz
etmek istemeyen kişi, faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır." Max Horkheimer
I
20. yüzyıldaki faşist
hareketlerin kökenini, özünü ve fonksiyonunu açıklayacak bir teori büyük zorluklarla
karşı karşıya bulunmaktadır. Faşizmin evrensel niteliğinin ve egemenliğinin
milli planda yürütülmesindeki özellikleri, bu hareketlerin hemen hemen bütün
Avrupa ülkelerinde filizlenip yükselişini, başarılarının ve başarısızlıklarının
sebeplerini, faşist iktidarların organizasyonlarını ve uygulamalarını, faşist
ideolojinin yapısal, fonksiyonel değişim ve dönüşümlerini kapsayan ve
faktörleri tek tek ele alan bir teorinin meydana getirilmesi gerçekten de çetin
bir iş.[1] Hele,
faşizmin kendi amaçlarına uygun bir ideolojik modele dönüştürdüğü Almanya ve
İtalya’nın milli tarihlerinin özelliklerinin, görünüşte, faşizmi 20. yüzyılın
genel bir siyasi fenomeni olmaktan çıkardığı ve faşizm kavramını sadece İtalyan
milli tarihinin özellikleri ile açıklanan bir İtalyan faşizmi kavramına ya da
yine sadece Alman milli tarihinden türetilmiş bir nasyonal sosyalizm kavramına
indirgemiş bulunduğu hatırlanacak olursa, bu güçlük daha da artar.
İtalyan faşizmi ile
Alman nasyonal sosyalizminin ortaya çıkışlarında ve uygulanışlarında mevcut
farklara dayanılarak, genel, sosyolojik bir faşizm kavramına karşı ileri
sürülen itirazlar ne ölçüde ağır basarsa bassın, şu nokta daha başta bilinmelidir
ki Avrupa’da genel olarak tezahür eden faşizmi, salt münferit milli, tarihi
özellikler ve rastlantılar ile açıklama imkânı yoktur.
“Bir
sürü belirtilerin faşizm kavramı ile doğrudan doğruya ilgili olup olamayacağı
şüpheli gözükebilir; ama çağımızın derinliklerine kök salmış bir olgunun
birliğini, bütünlüğünü inkâr etmek de anlamsızdır:’[2]
Gerek teorik değer
taşıyan genellemeler gerek sınıflandırmalar, ancak, faşist hareketlerin ve
hakimiyet sistemlerinin tarihi etkisini yaratan sosyo-politik süreçlerin
spesifik birliğini, bütünlüğünü yansıtan bir faşizm kavramını odak noktası alan
bir teori için mümkün görülebilir. Aşağıda, böyle bir faşizm kavramının birkaç
unsuru gösterilecektir.
Hemen hemen bütün
Avrupa devletlerinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında veya sonrasında,
parlamenter demokrasiyi, organize işçi hareketlerini ve Marksizm’in siyasi
teorisini kesinlikle reddeden, nasyonalist ve antikapitalist ideolojilere dört
elle sarılmış siyasi hareketler belirmiştir. Açıktır ki, programların
antikapitalist niteliği, faşizmin gerçek siyasi, sosyal fonksiyonları ve onun
siyasi pratiği ile düpedüz çelişmekteydi. Faşist hareketin üyeleri ve
yandaşları özellikle orta tabakalardan kopup gelmişti. Bu tabakaların Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın sanayi devletlerinin ekonomik ve sosyal bir
yıkıma veya en azından yıkım tehdidine uğratılmaları, kendilerinde, milli
özelliklere göre biçimlenen faşist programların dayanağını oluşturabilecek
duyguları yarattı.
İşçilerin devrimci
eylemleri ile belirlenen savaş sonrası dönemde, faşist hareketler, sınırlı bir
aşırı milliyetçi sağ hareket olarak gözüktü. Çoğu devletlerdeyse bu çerçevede
kaldı. İtalya’da ise faşizm, işçilerin devrimci eylemlerinin 1922’de
başarısızlığa uğraması üzerine siyasi iktidarı ele geçirebilmiş ve bir iki yıl
içinde önce legal işçi örgütlerini, ardından da burjuva-parlamenter demokrasisini
parçalayabilmiştir.
Dünya Ekonomik Krizi
ertesinde, bu oluşum 1933’de Almanya’da, 1934’de de Avusturya’da tekrarlandı.
Faşist parti her yerde, burjuva demokrasisinde hâkim olan grupların aktif
desteği ve gönüllü hoşgörüsü ile iktidara sahip oldu. Faşizm nerede iktidara
geldiyse, siyasi iktidarın tekelleştirilmesi,
işçilerin bütün örgütlerinin dağıtılması, burjuva hukuk devletinin bütün
kurumlarının tasfiye edilmesi ve savaş yoluyla genişleme eğilimi göstermesi
olguları ile belirlenen bir siyasi sistem kurdu... Bu hareketler, ülkelerin
siyasi yapısını geniş ölçüde değiştirmekle birlikte, onların sosyo-ekonomik
yapısını hiç değiştirmeksizin olduğu gibi bıraktı. Üretimin sosyal karakteri
ile mülkiyetin özel (ferdi) karakteri arasındaki çelişki muhafaza edildi.
Şu da var ki,
faşizmin birbirine benzer unsurlarının böylesine toplanıp bir araya getirilmesi
hiç kuşkusuz, teorik açıdan yetersiz kalmaya mahkûmdur. Bu kısır teoride,
siyasi ve sosyal gelişmelerin “sebepleri” gösterilmeksizin ve bu “sebeplerin’’
teorik bir yapının oluşturulmasına katkısı sağlanmaksızın, gelişmenin sadece “sonuçları”
sıralanmaktadır. Oysa Max Horkheimer’in “Kapitalizmden söz etmek istemeyen,
faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır” cümlesi, teorik açıdan en önemli
ilişkiye, toplumun ekonomik üretimi, sosyal yapı ve bu temel üzerinde yükselen
kamusal iktidarın biçimi arasındaki ilişkiye bütün açıklığı ile işaret eder.
“Deneyler bize
göstermiştir ki faşizm, hayatın bütün alanlarını kucaklayan ekonomik durumun
planlı bir organizasyonu zorunlu kıldığı ve hâkim sınıfların böyle bir planlama
ihtiyacını kendi menfaat kanallarına soktukları sırada ortaya çıkmaktadır.
Onlar, bütün toplumu, onun küçümseyip geçiştirdikleri ihtiyaçlarını karşılamak
için değil, doğrudan doğruya kendi özel çıkarlarını tatmin için denetimleri
altına aldılar.’’[3]
İşte burada yer
verilmiş olan teorik çalışmalar da, sosyal yapı ile siyasi organizasyon, yani
kapitalizm ile faşizm arasındaki bu ilişkiden yola çıkmaktadır.
II
Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra işçilerin devrimci hareketleri, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde kamu
iktidarı kurumlarının demokratlaşmasını sağladı. Ne var ki bu hareketler,
ekonomik organizasyonun demokratlaşmasını sağlamaya yetecek kadar güçlü
olamadı. Bu sebeple, devrimler döneminin sonunda devrimlerin sonuçlarını
revizyona tabi tutan ve siyasi demokrasiyi yeniden bertaraf etmeye yönelen
hareketler ortaya çıkabildi. Bu karşı-devrimci hareketlerin belirli bir biçimi
de faşizm oldu. Faşizm, sosyal açıdan deklase (sınıflarından kopmuş) yığınların
ve ekonomik açıdan arka plana itilmiş küçük burjuva kitlelerin “paramiliter
organizasyonu” aracılığı ile en başta kendisine en ciddi hasım diye gördüğü
işçi sınıfını boy hedefi olarak seçti.
Nerede iktidara
geldiyse ilk olarak işçi örgütlerini en aşırı gaddarlıkla dağıtıp parçaladı.
Faşizm üstüne ilk teorik çalışmaların işçi hareketleri sırasında ortaya çıkması
da işte bu olgunun doğal bir sonucudur. Şu var ki, faşizmin köpürüp şaha
kalktığı dönemde, mesela, Almanya’da, bu teoriler 1933’den önce, işçi
hareketlerinin sadece küçük gruplarında geliştirilebildi.[4] İki
büyük Alman işçi partisine de hiçbir etkisi olamadı; daha çok, 1933’den sonra “mukavemet”
ve “iltica’ ‘ sırasında olgunlaştırabildi.
Elimizdeki kitapta
derlenmiş çalışmalar, 1933 öncesi Alman işçi hareketinin (Thalheimer), İtalyan
işçi hareketinin (Tasca), Avusturya işçi
hareketinin (Bauer) ve Alman ilticasının (Rossenberg) teorik çalışmalarıdır. Bu
çalışmalar sadece faşizmin yapısının ve tarihi öneminin ne kadar erken ve ne
kadar isabetle tanındığını göstermekle kalmamakta, fakat aynı zamanda, teorik
bakış açısıyla da günümüzün benzer çalışmalarından üstün nitelik taşımakta, bu
sayede güncelliğini de korumaktadır. Thalheimer’in teorisinde bunu kısaca
açıklığa kavuşturalım:
August Thalheimer[5] daha
1923’de faşizm teorisinin ilk temel taşlarını döşemiş ve özellikle küçük
burjuvazinin sınıfsal konumu ile bu olgunun üzerinde yükselen faşist
ideolojinin yapısı ve muhtevası arasındaki ilişkiyi açıklamıştı. Giderek,
burjuva-parlamenter demokrasilerinin safha safha faşistleşmesi sürecinin
gelecek zamanlar için de geçerliliği yönünden aşılamamış teorisini geliştirmiş
ve bu teoriyi Alman Reich’ının politik gelişimine de uygulamıştır.
Thalheimer’in
kanıtlamaya çalıştığı gelişim şuydu: Parlamentarizm artık burjuvazinin
çıkarlarını koruyamamakta, parlamento burjuvazinin siyasi çıkarlarını
somutlaştırıp, formülleştirmede ve gerçekleştirmede aciz kalmaktadır.
Burjuva demokrasisi ile yönetilen devletlerde bir demokrasiden
uzaklaşma süreci artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Devletin yürütme gücü halkın
büyük bir çoğunluğunun etki ve denetim alanı dışına çıkarılmakta, yasama ve
yürütme organı karşısında özerkleştirilip güçlendirilerek, sosyal sınıflar
üzerinde yer alıyormuş görünüşü içerisinde, burjuva sınıfının siyasi
çıkarlarını, gereğinde bu sınıfın bazı kesimlerini de karşısına alma pahasına,
formüle edip gerçekleştirmektedir. Bu “demokrasiden uzaklaşma süreci”,
Thalheimer’in görüşüne göre çeşitli biçimlerde ortaya çıkmaktadır. İşte faşizm
de bu biçimlerden birisidir.
Burjuvazinin sosyal
iktidarını sağlam kazığa bağlayabilmek için, bu sınıfın dolaysız siyasi
iktidarı faşist parti tarafından devralınır. Bir hâkimiyet mekanizması olarak
devlet, faşizmde, burjuvaziye karşı da özerkleşir.
Burjuva sınıfının “siyasi”
ve “sosyal” iktidarı arasındaki ayrım, Thalheimer’in teorisinin en önemli
yanıdır.
Bu ayrım, Thalheimer’e,
iktidara gelişinden önce ve sonra nasyonal sosyalizm ile Alman burjuvazisi
arasındaki çelişkili ilişkiyi açıklığa kavuşturma imkânı sağladı. Daha 1929’da
Almanya’nın iç politikası üstüne şunları yazıyordu: “Burada olup biten, burjuva
partilerinin açık tröst diktasının ortamını ideolojik açıdan hazırlama
eylemleridir. Bu diktanın gerçekleşmesi ise, burjuva siyasi partilerinin ve
bunlarla birlikte burjuvazinin siyasi varlığının ortadan kalkmasını şart
kılmaktadır.’[6]
Daha sonra
Thalheimer, faşizmde “finans kapitalin en gerici ve şovenist kesiminin uzanmış
kolunu” gören resmi komünist teoriye[7] karşı
çıktı. Thalheimer’in iddiası şuydu:
Sosyal sınıfların ve
onların siyasi organizasyonlarının belirli bir konumunda, burjuva partilerinin
yürüttükleri “yürütmenin (icra kuvvetinin) güçlendirilmesi ve parlamentonun
etkisizleştirilmesi politikası’: bu partilerin kendi iradeleri dışında faşizme
yol açar.
“Burjuvazinin, bir
büyük kapitalist ve karşı-devrimci partidir diye nasyonal sosyalistlere gönül
rızasıyla iktidarı devrettiğini ileri sürmek, doğrusu pek çocuksu bir iddiadır.
Burjuvazinin bir bölüğü pekâlâ faşizme karşı savaşır. Şu var ki bu savaş; kendi
iradeleri dışında, objektif olarak, faşistlerin ekmeğine yağ sürer ve burjuvazi
içindeki antifaşist güçleri öğütüp felce uğratır.”[8]
Faşizm, ancak işçi
hareketinin reformist ve devrimci organizasyonları aciz kaldıkları,
politikaları ile işçilerin kendilerine karşı güvenlerini kökünden sarstıkları
takdirde iktidara gelebilir.
Thalheimer’e göre
faşizm, kapitalist sistemin kapıya gelip dayanmış sosyal devrimi önleyebilmek
için sarıldığı biricik alternatif ve hakim sınıfın son çaresizlik girişimi
olmayıp, tam tersine, kapitalist toplumun giderek büyüyen gücünün yeni bir
siyasi biçimde ortaya çıkmasıdır.
Görüldüğü gibi,
Thalheimer, faşizmi kapitalist toplumun üretim ilişkilerinden düz bir çizgide
ve salt fonksiyonel açıdan türetmediği gibi, onu burjuva sınıfının bir ajanı
rolüne de indirgememektedir. Faşizmin oluşumunu, gelişimini ve başarısını
belirleyen olgu ona göre, çeşitli sosyal sınıfların siyasi iktidar çerçevesinde
belirlenen birleşimidir.
Faşist hareketi ve
onun başarılarını liderinin eseri olarak görmek, Thalheimer indinde, faşist
propagandanın kurbanı olmak demektir. 1929’da şöyle yazıyordu: “Daha ortada bir
diktatör yok ... Ama şartlar bir kere yaratılmaya görsün... Bu şartlar adım adım yaratılmakta... İşte o
zaman gerekli figüran herhangi bir yoldan ve herhangi bir yerde bulunacaktır.
Sosyal ve siyasi şartlar hazırsa, en pespaye bir paçavra figüran bile yeter:”[9]
Teori temelleri
üzerinde, Thalheimer, çeşitli yazılarında, Weimar Cumhuriyeti yıllarındaki
siyasi gelişmeleri inceden inceye tahlil etti. O, nasyonal sosyalistlerin 1930’daki
seçim zaferini, başkanlık hükümetlerinin kuruluşunu, fonksiyonunu ve
başarısızlığını önceden teşhis eden pek az kişiden biriydi. Nasıl faşizmin işçi
hareketlerinin güçsüzlüğü yüzünden tehlikeli olmaya başladığını ve burjuva orta
partilerinin, politikaları ile objektif olarak faşizmin ortamını
hazırladıklarını önceden görmüşse, tıpkı bunun gibi NSDAP ile burjuva partileri
koalisyonu eliyle nasyonal sosyalizmi dizginleme hayalinin boşluğuna da daha
1931’de önceden dikkati çekmişti.[10]
Nihayet, 1933 Şubat’ında
iltica edişinden kısa bir süre önce, nasyonal sosyalizmin kendi iç
çelişkilerinde boğulacağı görüşünün de ham bir hayal olduğunu yazdı. Bir kere
iktidara geldikten sonra faşizm, sadece sürekli ve sağlam bir egemenlik sistemi
kurmakla kalmayacak, aynı zamanda bu nasyonal sosyalist dikta gaddarlıkta
İtalya faşizmini de aratacaktı.[11]
Tarihçi Arthur
Rosenberg, Almanya’nın genel faşistleşme sürecini hazırlayan ve değiştiren
tarihi özellikleri derleyip toparlayan bir yazar.
Avusturya sosyal
demokrasisinin sol kanadının eski lideri Otto Bauer’in araştırması ise, savaş
sonrası kriz, faşizmin sosyal ortamının oluşması ve ideolojisinin
belirginleşmesi arasındaki ilişkiler
üzerinde yoğunlaşmakta. Bauer, faşizmin en önemli görevinin reformist işçi
hareketini ezmek olduğunu vurguluyor. Buradan hareket ederek de sadece seçimler
ve parlamento kararlarıyla kapitalist toplumu sosyalist topluma dönüştürmeyi
hayal eden sosyal demokrat reformizmi eleştiriyor.
İtalyan Komünist
Partisi’nin kurucularından olup 1930’da ilticada bulunduğu sırada partisinden
ayrılan Angelo Tasca, Almanya’da ve İtalya’da iktidara gelmiş faşizmi bütün
çirkin içyapısı ile sergileyen bir düşünür. Tasca’nın gücü, onun faşizmin
sebepleri ve şartları konusunda üstünkörü illiyet bağları kurmaktan kaçınarak
faşizmin, tarihi gelişim sürecindeki unsurlarının kendine özgü bağlantısını
gözler önüne sermesi ve yalınkat bir eklektizmden (seçmecilikten) ustalıkla
kaçınmasında yatar.
Yazarların teorik
çalışmalarının tümünde ortak metodik kalkış noktası, faşizmi kapitalist
toplumun sosyal ve siyasi yapısı ile açıklamak. Ne var ki bu ortak nokta,
onların çalışmalarını tam bir uyum içinde bütünleşmiş saymaya yetmez. Şu da var
ki, bütün bu çalışmalar, daha sonraki bilimsel çalışmalarda göz ardına itilmiş
bir sürü görüşleri kapsamakta. Bilindiği gibi, Doğu’da, komünist
enternasyonalin, faşizmi finans kapitalin belirli bir bölüğünün uzanmış kolu
olarak karşılayan resmi tanımının katılığı, faşizmin teorisinin bilimsel
tartışmalarla geliştirilmesini engellemekte. Öte yandan, Batı’da faşizmi
totalitarizm kavramı altına alma alışkanlığı, faşizmin hiç değilse teorik
açıdan üstesinden gelinmesine set çekmekte.
Totalitarizm kavramı[12] sözde
komünist ve faşist hâkimiyet düzenlerinin esaslı yapısal unsurlarını bir araya
getirmekte, “Totaliter iktidar modelinde gözlenebilen unsurlar, batılı
parlamenter demokrasi çerçevesinde biçimlenmiş toplumdan sapmalar” olarak
görülmekte.
Böylece belirli
kurumların ve siyasi, sosyal yapıtaşlarının (tek parti iktidarı, danışıklı
seçimler, devletin propaganda monopolü, gizli polis, siyasi muhalefetin takip
edilip baskı altına alınması, devlet bürokrasisinin keyfiliği, devlet ve
toplumda askeri organizasyonların hâkimiyet sistemlerinin) özdeşliği sonucuna
varılıyor.
Oysa salt statik bir
totalitarizm kavramı, iki sistemin sosyal yapılarındaki, fonksiyonlarındaki,
tarihi gelişmelerindeki ayrımları yansıtamıyor. Bu bakış açısında ideoloji,
toplum ve politika arasındaki özgül birlik gözden kaçmakta[13], bütün
sosyal ve somut-tarihi bağlantılarından koparılmış bir siyasi hâkimiyet ve
iktidar kavramı kullanılmaktadır. Bu niteliği ile totalitarizm teorisi,
siyasi-sosyal sistemin gelişim çizgilerini, eğilimlerini belirtmeye elbette
yetmeyecektir. Bu teorinin gözünde bütün değişimler salt yereldir, olsa olsa,
toplumda egemen olanların iç iktidar savaşlarının sonucudur. Böylesine kaba bir gözlem, sosyo-ekonomik açıdan
değişik yapılara sahip toplumların gelişmeleri için gözetilen değişik siyasi
amaçların anlamını da inkar etmek zorunda kalmaktadır. İlk bakışta bilimsel
gözlemin konusu isabetle çizilmiş gibi. Oysa salt siyasi hâkimiyet yapısına ve
tekniğine inhisar eden ve ekonomik-sosyal süreçleri göz ardına iten bir tahlil
boşlukta asılı kalmaya mahkûmdur.
Şimdi, faşist
hareketin oluşumuna, gelişimine ve fonksiyonuna ilişkin bir teorinin yerine
ortaya çıkan şey, soyut birtakım kıyaslamalar ve indi sınıflamalar, tiplemeler
olmakta. Son tahlilde, bu totalitarizm kavramı, eski ve resmi komünist görüşün
faşizm tanımına uymakta: Birincisinde komünizm ve faşizm özdeşleştirilmekte,
ikincisinde de burjuva parlamenter demokrasisi ile faşist hâkimiyet arasında
hiçbir nitelik ayrımı yapılmamakta.[14]
Bunun yanı sıra,
nasyonal sosyalist hâkimiyet sisteminin iktidara gelişini ve yapısını faşist
liderlerin patolojisi ile onların kişilikleri ile açıklamaya çalışan daha da
metafizik yorum çabaları da var. Bu yorumlamalarda kişilerin tarihi
ağırlıklarının efsaneleştirilmesi, aslında tarihin efsaneleştirilmesi oluyor.
Bir “şeytan’’ olarak Hitler, “III. Reich’’ı bir “mukadder felaket”e sürüklüyor!
Nasyonal sosyalizm, bu perspektifle, salt “Hitlerizm’’ olarak beliriyor.
Nasyonal sosyalizmi,
siyasi ve sosyal şartlarından soyutlayarak Alman ulusunun kendini karakteri ile
açıklama çabaları da benzer saçmalıklarla sonuçlanmıştır. Devlete ve onun
temsilcilerine körü körüne tabiiyet ihtiyacı, bürokratik gaddarlık, saldırgan
milliyetçilik, sözüm ona, Almanların milli karakterini oluşturuyor. Nasyonal
sosyalizm de işte bu niteliklerin tezahürü sayılıyor.
Ferdi psikolojinin kavramlarını bir ulusun değişmez
karakterini belirlemede kullanmanın bilime aykırılığını bir yana bırakalım.[15] Bu
gözlemin isabetsizliğini kavrayabilmek için, faşist hareketlerin yalnız Almanya’da
değil, hemen hemen bütün Avrupa devletlerinde aynı zamanda ortaya çıktıklarını
hatırlamak yeter.
Öte yandan, kültür
tarihine ağırlık veren faşizm tahlilleri de var. Bunlar da faşizmi öylesine
geniş tutulmuş bağlantılar içine yerleştiriyor ki, faşizm bütün tarihi
özelliğini yitiriyor. Avrupa uygarlığının gelişiminde zorunlu bir safha
oluveriyor. Bu kısır faşizm tahlillerinde, yazarının dünya görüşüne göre,
tarihi tezahürün sebebi, kah reform hareketleri, kah Fransız Devrimi, kah
laiklik hareketleri, kah Hıristiyanlıktan uzaklaşma, kah sanayileşmenin sonucunda
duygular dengesinin bozulması oluyor. Modern sanayi toplumunun oluşması, sözüm
ona, insanı geleneksel bağlılıklarından koparıp alıyor, onun kitleleşmesine yol
açıyor. Böylece açığa çıkan kitle güdüleri marifetli ve ahlaksız demagogların
iktidara gelişini kolaylaştırıyor.
Sanayileşme sürecine
ilişkin bu görüş, önemli bir soruyu cevapsız bırakmakta: Kapitalist toplumun
yapısı üzerindeki bir sanayi toplumunun kitlesel üretim şartları altında, bu
toplumun siyasi organizasyonu, kaçınılmaz olarak antidemokratik, hatta faşist
olmak zorunda mıdır? Eğer böyle değilse bir siyasi organizasyon hangi şartlar
altında demokratik kalabilir? Hiç kuşkusuz, sanayileşme süreci olsun, liberal
kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi olsun, bunlar liberal demokrasinin
siyasi, sosyal ve psikolojik temellerinin tahribinde etkili olmuşlardır. Ne var
ki bu gözlem ile faşizmin, bu sürecin zorunlu sonucu olduğu kanıtlanmış
sayılamaz.
Kötümser ve otoriter yargılara ulaşmayı amaçlayan bir
değişik açıklama da, faşizmin demokrasinin varacağı zorunlu son nokta olduğu
görüşünde uç vermekte...
“30 Ocak’ı salt
demokrasinin her devlet biçiminin başına gelecek bir talihsiz kaza olarak
görmek demek, gerçekliği kavramamak ve buna bağlı olarak da gelecek için hiçbir
ders almamak demektir. Faşizm demokrasinin varacağı son noktadır.”[16] Faşizm
teorisinin ideolojik karakteri, onun bu konservatif ve otoriter şeklinde apaçık
ortaya çıkar.
IV
“Faşizm bir diktadır.
Bugüne kadarki tanımlama çabalarının tümü bu ortak noktadan hareket eder. Fakat
bu nokta dışında bir uyum hala sağlanabilmiş değildir.”[17] Angelo
Tasca’nın 1936 yılındaki bu gözlemi, 40 yıl sonra bugün için de geçerli
sayılabilir. Tarihi ayrıntılarla ilgili bilgilerin artışı bu gelişime uygun bir
teorinin ortaya konabilmesi için yeterli olmadı.
‘‘Acaba nasyonal
sosyalizm, 20. yüzyıl demokrasilerinin özünde zaten mevcut bir tehlikenin
gerçekleşmesinden mi ibarettir? Böyle bir olgu Almanya’da veya başka bir yerde
tekrarlanabilir mi? Yoksa yeterince sanayileşmiş toplumların başında patlayan
1930 Dünya Ekonomik Krizi gibi bir tek defaya mahsus bir olgu mudur? Milli
midir, evrensel midir? Bütün bu sorular “sadece hatırlatabilir ama açıkça
cevaplanamaz” diyor Golo Mann.[18]
Bütün bu nazik
sorulara cevap bulabilmek için çaba harcamak, yalnızca akademik ve tarihi
açıdan önem taşımakla kalmaz. Faşizm,
salt basit bir geçmiş olmadığı gibi, onun kökenleri ve şartları da salt tarihi
değildir. Ancak faşizmin oluşum ve gelişim şartlarını gereği gibi kavrayıp
değerlendirebilen bir teoridir ki, onun hortlayışını başarıyla önleyebilecek
olan doğru, tutarlı siyasi tavrı da ortaya çıkarabilir. İşte bu kitapta yer
alan faşizm tahlilleri, yukarıdaki bütün sorulara açık seçik cevaplar bulmaya
tutarlı bir antifaşist mücadele yürütmeye yardımcı olabilecek tahlillerdir.[19]
Bu çalışmalar, kaleme
alındıkları sırada düpedüz politik nitelikte yazılardır. Üzerlerinden yıllar
geçtiği halde, bugün bile bu niteliklerini koruyorlar. Zira bu teşhisler
zamanla unutulmuş, üstelik faşizm olgusunun üstesinden bir türlü gelinememiş,
bu başarısızlığın sebepleri de sağlam bir biçimde ortaya konamamıştır.
Kurt
Kliem-Jörng Kammler-Rüdiger Griepenbung
August Thalheimer
I
Faşizmin
araştırılmasında en sağlam çıkış noktası, bana kalırsa, Bonapartizm’in (Louis
Bonaparte) Marx ve Engels tarafından yapılmış tahlili olsa gerek. Yanlış
anlaşılmasın, faşizm ile Bonapartizm’i aynı kaba atıyor değilim. Ama her ikisi
de titizlikle birbirlerinden ayıklanacak müşterek ve ayrı unsurları
kapsamaktalar.
Marx’ın XVIII.
Brumaire”e önsözünden bir parça ile başlayayım:
“Umut ederim ki, yazım, şu sıralarda özellikle Almanya’da
pek yaygın bulunan Sezarizm efsanesinin kökünün kurutulmasına katkıda
bulunacaktır’’[20]
Bundan sonra, Marx, antik
ve modern proletarya arasındaki temel farkı ve bunun sonucu olarak da, antik
Sezarizm ile modern Bonapartizm arasındaki açık sınıfsal farkı göstermekte.
Şu var ki Marx,
sadece Bonapartizm’in sınıfsal, sosyal, tarihi kökenlerinin tahlili ile de
yetinmiyor. Belirli bir toplumda belirli sınıfların varlığının yanı sıra, başka
bir noktaya da, sınıfların tarihin belirli bir safhasında tarihi bir
zorunlulukla ortaya çıkan ve yine tarihi bir zorunlulukla ortadan kalkacak olan
karşılıklı ilişkilere de dikkati çekiyor. Aynı zamanda, Bonapartizm’in siyasi
tezahür biçimlerini, ideolojik köklerini ve devlet ile parti organizasyonlarını
da titizlikle araştırıyor. Fransız burjuvazisinin 1846- 1849’dan sonra, Haziran
Savaşı’nda başkaldıran işçi sınıfına karşı sosyal varlığını kurtarabilmek için,
nasıl siyasi varlığını feda edip bir maceracının ve onun çetesinin
diktatoryasına tabi olduğunu açıklıyor. “Evvelce liberal diye göklere
çıkardığını şimdi sosyalist diye yerin dibine batırmak suretiyle, burjuvazi,
kendi öz çıkarlarının gereği olarak, ülkede huzuru gerçekleştirebilmek
amacıyla, özellikle kendi burjuva parlamentosunu sükûna kavuşturabilmek ve
sosyal iktidarını yarasız beresiz koruyabilmek için, kendi siyasi iktidarının
kırılması gerektiğini itiraf eder. Sınıfının bütün unsurlarının öteki sınıfları
sömürebilmesi ve mülkiyetten, aileden, dinden ve düzenden rahatça nasiplerini
alabilmesi için diğer sınıflarla birlikte kendi sınıfının da siyasi hiçliğe mahkûm
edilmesinin ve paçayı kurtarabilmek için de tacını başından uçuran kılıcın aynı zamanda kendi başı üzerinde bir
Demokles Kılıcı gibi kalmasının zorunluluğunu kabul eder”[21]
Görüldüğü gibi
burjuvazi, Bonapartizm’in sosyal temellerinden birisidir. Sosyal varlığını
tarihin belirli bir aşamasında kurtarabilmek için, siyasi iktidarı gözden
çıkarmakta, “kendisini yürütme gücünün özerkleştirilmiş iktidarına bağımlı
kılmaktadır”[22]
“Yürütme gücünün
özerkleştirilmesi”nin ve Bonaparte ile “çetesinin” diktatoryasının bir başka
derin ve geniş sosyal kökü de cüce ve küçük köylü yani parsel köylüsüdür.
Burada kastedilen köylülük, devrimci olmayıp tutucu kalan parsel köylülüktür.
Yani burjuva mülkiyet ilişkilerine başkaldırmayıp da, kırsal özel mülkiyetini
korumayı ve kapıya gelip dayanmış proleter devrime karşı savunulmayı isteyen
parsel köylüsü. Bu korumayı, bu savunmayı; köylülük, ekonomik ve sosyal
bölünmüşlüğü ile ekonomik ve sosyal organizasyon eksikliği yüzünden kendi
başına gerçekleştirebilecek durumda değildir.
“Parsel köylüleri
arasında sadece yerel bir ilişki mevcut oldukça, çıkarlarının özdeşliği
aralarında hiçbir müşterek taraf, hiçbir milli bağlılık ve hiçbir siyasi
organizasyon yaratmadıkça, bunlar bir sınıf oluşturamaz. Bu yüzden, sınıfsal
çıkarlarını kendi adlarına, parlamento ya da kurucu meclis aracılığıyla ileri
sürmekten de acizdirler. Kendilerini temsil edemezler, başkalarına temsil
ettirmek zorundadırlar. Bu temsilciler de onlara, kendilerinin üstünde yer alan
güçlü bir otorite, kendilerini öteki sınıflara karşı koruyan ve kendilerine
yukarıdan yağmur ve güneş ışınlarını yollayan her şeye muktedir bir hükümet
gücü olarak görülmelidirler. Demek ki, parsel köylülerinin siyasal etkisi,
yürütme gücünün parlamentoyu, devletin de
toplumu kendisine bağımlı kılmasında belirir:”[23]
İşçi sınıfına
gelince: O da Bonapartizm’in oluşmasına iradesi dışında yardımcı olmakta...
İşçi sınıfı, burjuva toplumuna karşı devrimci bir fırtına ile yürüyüp toplumu
dehşet içinde bırakmış; ne var ki iktidarı koparıp sahiplenmekten aciz
kalmıştır. Demek ki, derin bir sosyal krizde proletaryanın ağır yenilgisi
Bonapartizm’in bir başka şartı olarak karşımıza çıkıyor.
Öte yandan,
Bonapartizm, çeşitli kesimlere ve partilere ayrılmış durumda bulunuyor:
Burjuvazinin içinden
parçalanması ve iç çelişkilerinin ortaya çıkması da işçi sınıfının ve ardından
da küçük burjuvazinin yenilgisinin bir sonucu... Yürütme gücü, artık
burjuvazinin gözünde, kendiliğinden bir araya gelemeyecek olan çeşitli burjuva
kesimlerinin müşterek çıkarlarının özlenen temsilcisi olmuştur.
Bu noktaya özellikle
Friedrich Engels, Fransa’da İç Savaş’a girişte ağırlık vermiştir: “Eğer
proletarya (1848’den sonra) Fransa’da daha yönetemiyor idiyse, burjuvazi de
artık hükümet edemiyordu. Bu hiç değilse burjuvazinin çoğunlukla monarşik
eğilimler taşıdığı ve üç hanedancı parti ile dördüncü bir cumhuriyet partisine
bölünüp dağılmış olduğu dönemde böyledir. İç sürtüşmeler, maceracı Louis
Bonaparte’a bütün iktidar kalelerini -orduyu, polisi, yönetim makinesini- ele
geçirme ve 2 Aralık 1851’de burjuvazinin son muhkem burcunu, Milli Meclisi
havaya uçurma imkânını verdi.”[24]
Friedrich Engels “Yeni
Alman Reich’ının Kuruluşunda Hâkimiyet ve Ekonomi” üstüne bir yazısında,
burjuvazinin sosyal hâkimiyetinin onun siyasi hâkimiyetinin yok edilişi
suretiyle Louis Bonaparte tarafından nasıl kurtarıldığını anlatıyor:
“Louis
Napoleon, Avrupa burjuvazisinin ilahı olmuştu artık” diyor Engels. Üstelik sırf
burjuvazinin sosyal hâkimiyetini kurtarabilmek için aynı sınıfın siyasal hâkimiyetini
ortadan kaldırdığı 2 Aralık 1851’deki havariliği ile de değil.”[25]
Louis Bonaparte’ın
egemenliğinin sosyal muhtevasını Engels şöyle anlatır:
“Kral olarak, politikayı sadece kapitalist kazancın ve borsa dalaveracılığının emrine, hizmetine sunmakla kalmamış, politikayı düpedüz borsanın kurallarına uygun biçimde ve milliyetçilik ilkesi üzerinde spekülasyonlar yaparak yürütmüştür:”[26]
Marx, XVIII. Brumaire’de
Louis Bonaparte’ın egemenlik mekanizmasının ve onun organizasyon araçlarının
tahlilini yapmakta:
En başta, Louis
Bonaparte’ın gizli parti örgütü, “10 Aralık Topluluğu” var. Hangi sosyal
güçlerden oluşuyor bu örgüt? “Gizli şubelerde örgütlenmiş olan Paris lümpen
proletaryası; başlarında da Bonapartist generaller.” Sonra deklase burjuva
unsurlar: “Bıçkınlar, züğürt sergüzeştler, serseriler, sabıkalılar, hapishane
kaçkınları, üçkâğıtçılar, dolandırıcılar, yankesiciler, kumarbazlar, muhabbet
tellalları, genelev patronları, dilenciler vs. Ayrıca deklase soyluluk. Nihayet
deklase köylülük unsurları.
Marx, tümünü “Boheme” kavramı altında topluyor. Bunlar,
Louis Bonaparte’ın, aralarından eleyip kendine özgü parti örgütünü kurduğu ve
güvenilir kişi, memur olarak çevresinde topladığı bütün sınıfların deklase
unsurları. Hiç kuşkusuz, basit bir rastlantı olmayıp, eşyanın tabiatında,
özünde yatan bir olgu bu... Bütün sınıfların, ekonomik ve sosyal kökü
koparılmış, dolaysız üretimin dışına atılmış paraziter unsurların “özerkleştirilmiş
yürütme gücü”nün hamuru oluyor. Bu sosyal molozda, sınıfları birbirlerinden
ayıran farklar silinip gitmiş, molozun unsurları, kaynaklandıkları münferit
sınıfa ideolojik yönden ve diğer yönlerden bağlı olmaktan çıkmıştır. Bu yüzden
de söz konusu klik, sınıflar üstüne çıkıp sınıflar arasında zikzaklar
çizebilir. Öte yandan; sınıfların devrimci nitelikleri yerine onların
karşı-devrimci niteliklerini ön plana alır; burjuvazinin sınıf ilkesini inkâr
eder ama özünde bu ilkeyi korur, saklı tutar. Mesela, hırsız, burjuva
mülkiyetinin kaldırılmasını burjuva mülkiyeti temeli üstünde gerçekleştirir.
Başkalarının özel mülkiyetini, kendisi için kazanmak üzere kaldırır. Yani
Proudhon’un ünlü “Mülkiyet hırsızlıktır!” deyişi, aynı zamanda tersine de
işler: “Hırsızlık mülkiyettir!“ Demek ki, bu sınıflar molozu deklase yığın,
özel mülkiyetin ve burjuva toplumunun eti ve kemiği haline getirir.
Burjuvazinin siyasi hâkimiyetini yok etmekle, onun sosyal hâkimiyetini
kurtarmayı becerir. Burjuva toplumunu ve ferdi, burjuva mülkiyetini, bunları
devrimci yoldan bertaraf edebilecek sanayi proletaryasına ve köylülüğün
proleterleşmiş kesimlerine karşı savunup korumayı başarır.
Bu deklase unsurlar,
bütün sınıfların bu parazitleri, ekonomik ihtiyaçların tabii etkisiyle, hükümet
mekanizmasında ve Bonapartist partinin mekanizmasında kendilerine bir geçim
kaynağı sağlamanın yoluna bakarlar. İşte özerkleştirilmiş yürütme aygıtının alabildiğine
şişip büyümesinin sebebi de budur...
Bonapartist devlet
aygıtının askeri kesimine gelince: Bu kesimde kendine özgü sosyal ve buna bağlı
olarak askeri örgütlenme sınırları çizer.
Bu konuda yine Marx’a
kulak verelim: “Napoleon’cu düşüncenin (idee napoleonienne) odak noktası,
ordunun özel ağırlığıdır. Ordu, parsel köylülerinin gururu ve şerefiydi. Çünkü
onları birer kahramana dönüştürüyor, onların dışa karşı yeni mülkiyet düzenini
koruyup savunuyor, yeni kazanılmış milliyetlerini görkemli kılıyor ve dünyayı
talan edip devrim sürecine sokuyordu. Parlak ordu üniforması parsel
köylülerinin resmi elbisesi, savaş onların şiiri; hayallerinde büyütülüp
çerçevelenmiş parsel onların kendi anavatanları ve vatanseverlik duygusu da
mülkiyet duygusunun ideal biçimiydi. Fransız köylüsünün, şimdi mülkiyeti
kendisine karşı savunma durumunda kaldığı düşmanlar ise, Kazaklar değil,
huissiers (icra memurları) ve vergi tahsildarlarıdır. Parsel artık anavatanda
değil de ipotekler sicilinde yatmaktadır. Ordu da artık köy gençliğinin filizi
olmaktan çıkmış, köy lümpen proletaryasının bataklık bitkisi olmuştur. Nasıl
III. Bonaparte, aslında Napoleon’un yerini alan bir yedek kişiden başka bir şey
değilse, ordu da geniş ölçüde böyle yedek, kaim kişilerden kurulmuştur. Şimdi
yiğitlik gösterileri sürek avlarında jandarma hizmetlerinde köylülere karşı yürütülmektedir.
Yapısının iç çelişkileri 10 Aralık Derneği’nin başkanını Fransız sınırları
dışına kovaladığı zaman, birkaç çete çatışmasından sonra ekilecek olan şeyse,
zafer çelengi yerine bir güzel sopa olacaktır.”[27]
Bonapartist ordu,
deklase köylülük unsurlarından oluşmuştur. Orduda hizmet, yitirilmiş ya da
erişilememiş parselin yerini tutan bir uğraşıdır. Bu ordunun büyük çoğunluğunu,
her türlü karşı-devrimci amaç için seferber edilecek olan uzun hizmet süreli
muvazzaf askerler oluşturur. Aldıkları maaş için ölmek istemeyen, yaşamak isteyen
tembel yığınlarıdır bunlar. Sınıfsal tabanlarından kopup ayrılmış yığınlar
olarak, halk kitleleri üzerindeki tahakkümünü güçlendirmeye muhtaç “özerkleştirilmiş
yürütme”nin biçilmiş kaftanı ve aletidirler. Bu yığında rüşvet, zimmet, ihtilas
kaçınılmaz olarak işlerlik kazanır. Bu nedenle de ciddi bir savaşta milli
varlığı dışa karşı korumada akla gelebilecek en elverişli kuvvettir bu yığın.
Marx’ın Bonapartist ordunun 1870-71’deki yenilgisini önceden görebilmesi, onun
bu orduya ilişkin derin ve keskin sınıf tahliline dayanır.
Marx, Louis Napoleon’un
hâkimiyetini pekiştiren Bonapartist geleneği, Napoleon’cu efsaneyi şöyle
sergiler: Napoleon’cu efsanenin gücü üç unsurun birleşmesinden meydana gelir:
Birincisi millidir, Napoleon Savaşları’nın görkemli parlaklığıdır. İkincisi
devrimcidir, Avrupa dışında feodaliteye karşı savaştır. Aynı zamanda da devrim
yolundan kazanılmış köylülük mülkiyetinin Fransız feodal beylerine ve Avrupa
feodalleri ile işbirliği içindeki göçmenlere karşı savunulmasıdır. Üçüncüsü,
burjuvazinin devrimci orduya ve bu ordunun kahramanı Napoleon’a bağımlı
kılınarak siyasi hakkından yoksun bırakılışı ve onun sömürme hırsının hizaya
getirilişidir.
Son olarak, Marx,
Bonapartcı sistemi içinden kemirip çökertecek iç çelişkileri de ortaya koyar:
“Yürütme gücünün
özerkleştirilmiş uzantısı olarak, Bonaparte, burjuva düzenini güvence altına
almayı bütün benliği ile kendine görev edinir. Ne var ki, bu burjuva düzeninin
asıl gücü orta sınıfın elindedir. Bu sebeple, Bonaparte kendisini orta sınıfın
temsilcisi olarak görür. Bu yolda da kararnameler çıkarır. Fakat öte yandan, varlığını, orta
sınıfın siyasi hâkimiyetini kırmış olmasına ve her gün yeniden kırmakta oluşuna
borçlu bulunduğunu da bilir. Bunun için de kendisini orta sınıfın siyasi
düşmanı olarak bilir. Bu sınıfın maddi güçlerini korumak suretiyle onun kamusal
ve siyasal güçlerini tazeler. Sebep varlığını sürdürürken, sonuç daha uç verir
vermez yok edilmelidir. Ne var ki bu işi gerçekleştirirken sebep ile sonucu
birbirlerine karıştırmaktan kurtulamaz. Çünkü sebep ile sonuç, birbirlerini
karşılıklı olarak etkileme süreci içinde ayırt edici özelliklerini yitirirler.
Aralarındaki sınırı silip götüren yeni yeni kararnameler çıkar. Bonaparte,
kendisini aynı zamanda burjuvaziye karşı köylülüğün ve halkın, onları burjuva
toplumu çerçevesinde mutlu kılmak isteyen temsilcisi olarak da bilir. Gerçek
sosyalistlerinkine taş çıkartacak değişik kararnameler yayımlanır. Ama
Bonaparte kendini her şeyden önce, 10 Aralık Derneği’nin başkanı; kendisinin,
hükümetinin ve ordusunun dahil bulunduğu lümpen proletaryanın temsilcisi olarak
görür. Devlet kesesinden bunları mutlu etmeye bakar. Böylece Bonaparte,
kararnameli olsun, kararnamesiz olsun, kararnamelere karşı olsun, kendisini 10 Aralık
Derneği’nin başı olarak tescil ettirir.”[28]
II
Bonapartçılığın veya
(modern anlamda olmayan) “emperyalizmin” sınıflı burjuva toplumunun belirli
tarihi safhadaki bir burjuva devlet iktidarı niteliği ile sahneye çıkışı
olgusuna Marx “Fransa’da iç savaş” yazısında parmak basıyor:
“Elinde
doğum belgesi olarak devlet darbesi, tasdikname olarak genel oy hakkı ve asa
olarak kılıcı olduğu halde, imparatorluk, iktidarını sermaye ile emek
arasındaki savaşa doğrudan doğruya bulaşmamış geniş üretici yığınlarına, köylülere
dayandırdığını ileri sürdü. Daha neler
iddia etmedi ki: Parlamentarizmin ve onunla birlikte hükümetin varlıklı
sınıflara apaçık bağımlılığını kırıp işçi sınıfını sözüm ona
kurtarabileceğini... Üstelik işçi sınıfı üzerindeki ekonomik üstünlüğünü ayakta
tutmak suretiyle varlıklı sınıfları da kurtaracağını... Nihayet milliyetçiliğin
muhteşem tablosunu yeniden yücelterek bütün sınıfları birleştireceğini de...
Aslında, bu hükümet biçimi, burjuvazinin milleti hâkimiyet altına alma
yeteneğini artık yitirmiş, gelgelelim işçi sınıfının bu yeteneği daha
kazanamamış bulunduğu bir tarihi anın akla gelebilecek biricik hükümet
biçimiydi... Emperyalizm, burjuva toplumu tarafından, feodaliteden kurtulmak ve
emeği sermayenin mutlak kölesi haline getirmek amacıyla yardıma çağrılmış en
aşağılık ve aynı zamanda en son devlet iktidarı biçimidir.”[29]
Marx’ın bu sözleri
faşizmin özüne nüfuz edebilme bakımından en önemli sözlerdir.
Marx burada,
Bonapartizm’in veya emperyalizmin genel, evrensel niteliklerini ayırmakta, tipik
Fransız niteliklerini bir kenara bırakarak, bu nitelikleri kapitalist toplumun,
gelişiminin belirli bir safhasında ortaya çıkan tipik devlet iktidarı biçimi
diye görüp ele almaktadır. Marx’a göre, bu devlet biçimi, burjuva devlet
iktidarının en son biçimidir. Devlet iktidarının tüm gelişmiş burjuva
toplumunda büründüğü en pespaye, en yozlaşmış, en kokuşmuş biçimdir.
Başka bir deyişle,
burjuva toplumunun birlikte batacağı en son devlet iktidarı biçimidir.
Burjuvazinin, proletarya devrimi karşısında son sığınağı ve aynı zamanda onun
mezarıdır.
Burada okur bir an
için duraksayabilir. Marx’ın tahlili bir çıkmaza mı saplanmıştır yoksa?
Bonapartizm veya (eski anlamıyla) emperyalizm burjuva devlet iktidarının
olacağı en son biçim ise, Fransa’da 1870’de Bonapartist sistemin yıkılışından
ve kısa komün döneminden sonra, nasıl olurda
bir Üçüncü Cumhuriyet yani bir Burjuva Parlamenter Cumhuriyeti oluşabilmiştir?
Sonra eğer Bonapartizm burjuva devlet iktidarının en son ve en kokuşmuş biçimi
ise, o zaman faşizm nedir ki?
Dahası var:
Bonapartizm’in en son gelişme safhasına ermiş burjuva toplumunun devlet biçimi
olduğu iddiası, Louis Bonaparte Fransa’sında kapitalizmin daha serbest rekabet
safhasında bulunuşu olgusu ile nasıl bağdaştırılabilir? Bilindiği gibi, o
zamandan bu yana kapitalizm daha yeni ve yüksek bir safhaya, tekelci kapitalizm
safhasına ulaşmıştır. Eğer emperyalist kapitalizm, emperyalizm öncesi
kapitalizmden çok daha ileri gitmiş bir burjuvazinin iktidar biçimi ise (ki
böyle olduğu şüphesizdir) peki, o zaman Bonapartizm’in yeri nerededir?
Üstelik büyük bir
saflıkla, faşist devlet biçimini bir an için Bonapartizm’in modern bir tezahürü
olarak kabul etsek bile, kapitalizmin en fazla geliştiği ülkelerde, A.B.D:de,
İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da bu modern Bonapartizm’in yani faşist devlet
biçiminin niçin geçerli olmadığı da sorulabilir. Burada da devlet biçimi
burjuva parlamenter cumhuriyettir. Sadece İngiltere’de taçla süslenip
bezenmiştir bu cumhuriyet!
Evet, tam tersine,
faşizm, kapitalist gelişmenin zirvesinde yer almadıkları apaçık görülen
ülkelerde güçlenmektedir. İtalya’yı ele alalım. Kapitalist gelişmenin en
gerilerinde kalmış, köylü nüfusu yukarıda anılan devletlerin hepsinden ağır
basan, tarımsal ekonomide (özellikle Sicilya’da) çok kuvvetli feodal izler
taşımakta olan bir ülkedir İtalya.
Ya Polonya,
Bulgaristan? Hepsi cılız sanayi ve çoğunluğu oluşturan köylü nüfusu bakımından,
kapitalist deyişle “geri kalmış” ülkeler. Bu söylenenler İspanya için hayli
hayli geçerli.
Aslında, bütün bu
çelişkiler, Marx’ın tahlilindeki derinliği ve keskinliği aydınlığa çıkarmakta.
Bize bu tahlilin kabuğunu soydurup,
özünü, çekirdeğini, böylelikle de faşizmin esasına götürecek anahtarı
buldurmakta...
Yukarıda belirtilen
olguların ortaya çıkardığı gerçeklik şu ki, Bonapartizm’in burjuva toplumunun
en son biçimini oluşturduğu görüşü, salt dıştan ve tarihi anlamda kavranamaz.
Bunun gibi, Bonapartizm’in salt burjuva toplumunun ekonomik gelişim derecesine
tekabül eden basit bir alet olduğu da ileri sürülemez. Böyle olsaydı, Marx’ın
tahlili, daha yapıldığı anda, Fransa’ya oranla 1850-1870 arası yıllarında
kapitalist açıdan çok daha fazla gelişmiş olan ve tam gelişmiş burjuvazinin hâkimiyeti
altında bulunan İngiltere’yi gözden kaçırdığı için yetersizliğe mahkûm
olmalıydı. İşte bu önemli olgu bize kesin çözümün ipucunu uzatıyor.
Asıl belirleyici
unsur; bir ülkenin, bir toplumun sınıf ilişkilerinin bütünüdür. Bonapartizm, eş
deyişle yürütme gücünün özerkleştirilmesi, burjuva toplumunun proletarya
devrimi hareketlerinin ağır tehdidi altına düştüğü, bu hareketlerin bütün
sınıfların soluklarını kesip, onları yere serdiği ve burjuvazinin sosyal hâkimiyetinin
kendisine en sağlam sığınağı aradığı dönemde, burjuva devlet iktidarının “en
son” ve aynı zamanda en kokuşmuş biçimidir. Şu halde, Bonapartizm, proletarya
devrimine karşı kendisini savunup güvence altına almak zorunda kalmış bir
burjuvazinin devlet iktidarı biçimidir.
Bu diktanın pek
benzer başka bir biçimi de faşist devlet biçimidir. Her ikisinin ortak noktası,
sermayenin açık diktasıdır. Her ikisinin tezahür biçimi de, yürütme gücünün
özerkleştirilmesi, burjuvazinin siyasi hâkimiyetinin yok edilip bütün öteki
sınıfların yürütme gücüne tabi kılınmasıdır. Her ikisinin sosyal ve sınıfsal
muhtevası ise, burjuvazinin ve tüm özel mülkiyet efendilerinin işçi sınıfı ve
kapitalizmin sömürüsü altındaki bütün öteki zümreler üzerindeki hâkimiyetidir.
Bonapartizm, açık kapitalist diktanın biçimlerinden sadece
birisidir. Bu açık kapitalist dikta, burjuva toplumunun kendi mezarının dibine
vardığı ve proletarya devriminin soluklarını ensesinde duyduğu anda
gerçekleştiği için Bonapartizm, burjuva devlet iktidarının “en son” biçimidir.
Aslında faşizmin özünde yatan da budur: Faşizm de aynen Bonapartizm gibi açık
kapitalist diktanın belirli bir biçimidir. İşte bu noktada en önemli düzeltmeyi
yapıyoruz. İşbu düzeltme sadece tek bir kelimeden ibaret kalıyor; “Faşizm
burjuvazinin bir açık diktasıdır” diyeceğimiz yerde, “Faşizm bu diktanın
biçimlerinden birisidir” diyoruz.
İtalyan Komünist
Partisi, İtalya’nın durumuna ve partinin görevlerine ilişkin ikinci kongresinde
faşizmin tanımlanmasıyla ilgili şu hususlara dikkati çekiyor:
“Faşizmi,
İtalyan kapitalizminin, yani tarım ekonomisi ağır basan, hammaddeleri, dış
pazarları ve büyük iç pazarı olan bir kapitalizmin sağlamlaştırılması çabası
olarak tanımlamış bulunuyoruz. Kapitalizmin çimentolaştırılmasının biçimi, her
ülkenin ekonomik yapısına ve zenginliğinin derecesine göre değişmekte ... İtalya’da
faşizm, kapitalizmin gelişmiş bir aşamasında oluşmamıştır. Sadece, sanayi
örgütleri (tröstler vs) ve banka örgütleri (emisyon bankalarının
birleştirilmesi) planında yeni bir düzen geliştirilmiştir. Ne var ki, bu yeni
düzenler, İtalya’nın hâkim sınıflarının geleneksel ekonomisinin hizmetinde
kalırlar. Aynı zamanda, bu ekonominin ortaya çıkan yeni şartlara intibak
ettirilmesini sağlarlar. Görülüyor ki, kapitalizm, devlet örgütünün daha
değişik bir biçimde düzenlenmesine yol açıyor. Bu yeni devlet örgütü biçimi,
devletin, bütün güçleri yoğunlaştırıp merkezileştirdikten sonra, kapitalizmin
öncü zümreleriyle daha sıkı kaynaştığı ve üretim sürecine karıştığı bir devlet
biçimidir:”[30]
Bu tanımlamalarda,
sosyal olarak, faşizmin burjuva devlet iktidarının özel, belirli bir siyasi
biçimi olduğu gerçekliği eksik kalmaktadır. Gerçi kapitalizmin Almanya’da ve
İtalya’da sağlamlaştırılıp
çelikleştirilmesi de aynı ekonomik ve sosyal özü taşır, ama bu ülkelerde devlet
iktidarının biçimleri yine de farklıdır. Demek ki, faşizmin tanımında asıl
ayırt edici özellik olarak karşımıza devlet iktidarının biçimi çıkmaktadır.
Aynı şey Bonapartizm için de söylenebilir.
Bu yargıyı, önce,
geçmişin mihenk taşına vuralım: Faşizmin “burjuva devlet iktidarının en son
biçimi”nin özel bir tipi olduğunu doğrudan doğruya komün kanıtlıyor. Bilindiği gibi
Bonapartizm’in çöküşünü proletarya devrimi izlemiş, gelgelelim, bu devrim kısa
sürede bastırılmıştır. Fransız proletaryası gerçi birkaç ay için hâkimiyetini
kabul ettirmiştir, ama bu hâkimiyeti elinde tutamamıştır. Şu da var ki artık
Bonapartizm’de yeniden kurulamazdı: Nitekim kurulamadı da. Bonapartizm’in dışta
Almanya’ya karşı feci yenilgisi, Napoleon efsanesini kökünden kurutmuştu. Buna
bir de sistemin içinden çöküşü katıldı. İç çelişkiler, özellikle
burjuvazininkiler sistemi içinden kemirip bitirmişti. Böylece, Bonapartizm
sonuçta burjuvazinin siyasi açıdan da güçlenmesine yol açmıştı. Artık
burjuvazi, komüne egemen olabilirdi. Öte yandan, köylülük de güçlenmiş ve
köylüler de iktidara katılmak istemişlerdi. Louis Bonaparte onlara savaşı
sunmuştu, oysa onlar barış istiyorlardı. İşçi sınıfı ise komün ayaklanmasıyla
büyüyen gücünü ve olgunluğunu kanıtlamıştı. Burjuvazi biliyordu ki, artık bu
işçi sınıfını Bonapartist deneyden sonra açık bir dikta ile baskı ve denetim
alanında tutmak mümkün değildir. Yenik düşürüldüğüne göre, işçi sınıfına
burjuva demokrasisi pekâlâ sunulabilirdi. Nihayet, Bonapartist ordusuyla
uğradığı yenilgi, burjuvaziye orduyu değişik bir yoldan örgütleme gerekliliğini
de kavratmıştı. Gerçek bir genel askerlik hizmetini yerleştirmeli ve hizmet
süresinin kısaltılması yoluyla sadece köylerin proletaryası değil, bütün halk
yığınları orduya kazanılmalıydı. Bonapartist
ordudan yoksun kaldıkça devlet iktidarının özel bir biçimi olarak Bonapartizm’in
söz konusu olamayacağı ise açıktı. Sonuçta Burjuva Parlamenter Cumhuriyeti
kuruldu. Maddi ve siyasi açıdan güçlenmiş burjuvazinin ve aynı zamanda
güçlenmiş işçi sınıfının yeni devlet biçimi oluşturuldu.
Geçmişte Louis
Bonaparte’ın burjuvazideki başlıca dayanak noktaları (Burjuva Kralı Louis Philip’in
iktidarında hâkim olan) eski banka ve Fransız aristokrasisi değil de, yeni yeni
filizlenmiş daha güçsüz, siyasi eğitimden ve sağlam parti örgütünden yoksun
sanayi burjuvazisiydi. Bu genç sanayi burjuvazisi tek başına hükümet edecek
durumda değildi. İşte, Louis Bonaparte, böyle bir burjuvazi için biçilmiş
kaftandı. Louis Bonaparte’ın askeri yenilgisi ve sanayi burjuvazisinin
güçlenmesi, burjuvazinin Üçüncü Cumhuriyet’teki siyasi bağımsızlığının ön
şartlarını hazırladı. Louis Bonaparte’ın hâkimiyetine son veren askeri
yenilgiler bu burjuvazi için siyasi ders olmuştu. (Askeri yenilgilerin ne kadar
önemli siyasi dersler oluşturduklarını Alman burjuvazisinde de gözleyebiliriz.
Bismarck Almanya’sının Louis Bonaparte’a 1870-1871’de indirdiği darbeler
üzerine nasıl Bonapartizm yıkılmışsa, Fransa’nın dünya savaşında ortaklarıyla
birlikte Hohenzoller Almanyası’na indirdiği darbe üzerine Hohenzoller -
Bismarck rejimi de öylesine çökmüş ve bunun üzerine de Prusya-Almanya büyük
burjuvazisi doğrudan doğruya koltuğa oturmuştu. Sadece yenilmiş mareşaller
değil, yenilmiş sınıflar da iyi ders alırlar!
Görülüyor ki,
burjuvazinin açık diktasının biçimleri münferit tezahürler olmayıp, düpedüz
sınıflar arası ilişkilerin belirli bir durumuna bağlı bulunmaktalar. Bu ilişki
geri döndükçe, bunlar da düzenli olarak geri dönüyorlar. Ta ki bu kapitalist
diktanın şu veya bu biçiminin çöküp yıkılışı üzerine işçi sınıfının hâkimiyeti
sürekli, kalıcı kılınıncaya kadar... İşte ancak o zaman bu kısırdöngü kırılmış
olur.
Bütün bu söylenenler,
1848-49 sırasında İngiltere’de burjuvazinin açık diktasının niçin
gerçekleşmediğini de aydınlatır. İngiltere burjuvazisi hem sosyal hem siyasi
bakımdan böyle bir oluşumu engelleyecek kadar güçlüydü. 1848 toplumunu ciddi
bir şekilde sarsmaktan ne kadar uzak olduğunu göstermişti. Aynı nedenle, 1923’de
faşizm Almanya’da zafer kazanamadı, daha ilk denemesinde batıp gitti. Büyük
burjuvazi, burjuva parlamenter cumhuriyeti kılığında doğrudan doğruya siyasi
iktidara geldi. Yine bu nedenle, bugün de A.B.D:de, İngiltere’de, Fransa’da
faşizm iktidarda değildir.
IV
Gelelim burjuvazinin
İtalya’da bugünkü açık diktasının büründüğü şekle, yani İtalya’nın faşist
devletine. Diktanın Bonapartist şeklinin temel nitelikleri burada da karşımıza
çıkıyor: Yine “yürütme gücünün özerkleştirilmesi”, burjuvazi de dâhil olmak
üzere, bütün kitlelerin büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin sosyal hâkimiyetinde
faşist devlet iktidarına bağımlı kılınmaları... Faşizm, aynı zamanda, aynen
Bonapartizm gibi, bütün sınıfların iyilik perisi görünümünde. İşte bu nedenle
de ikide bir, sınıfların birisini bırakıp ötekine geçmeler ve bitmez tükenmez
iç çelişkiler göze çarpmakta... iktidar aygıtı da aynı nitelikleri taşımakta...
Faşist parti, Louis Bonaparte’ın “Aralık çetesinin” bir eşi... Sosyal tabanı,
bütün sınıfların, küçük burjuvazinin, köylülüğün, işçi sınıfının deklase
unsurlarından kurulu. İşçi sınıfı söz konusu olunca, deklaseliğin iki kutbunun
bir arada bulunuşu dikkat çekici: Aşağıda lümpen proletaryası, yukarıda
reformist sendikaların ve partilerin işçi aristokrasisi ve bürokrasisi.
Bonapartizm’e bu benzerlik, silahlı kuvvetler için de geçerli. Faşist milis,
Bonapartist orduyu andırıyor. Aynen onun gibi, deklase unsurların bir geçim kaynağı... Bunun yanı
sıra İtalya’da, Fransa’da benzeri görülmemiş bir genel askerlik görevi de var.
Bu özellik, ordunun emperyalizm ilişkilerindeki yeni organizasyon ihtiyaçlarını
karşılıyor. Sadece muvazzaf ve ücretli askerlerden oluşan bir ordu artık
yetersiz kalıyor emperyalizmde... Askerlik görevinin genelleştirilip herkese
yaptırılması suretiyle oluşturulan geniş bir kitle ordusunun varlığı kaçınılmaz
hal alıyor.
Sınıf çatışmalarının
durumu da birbirinin eşi. Oradan Bonapartist, buradan faşist devlet iktidarı
kaynaklanmış. Aynen Bonapartizm’de olduğu gibi, İtalyan faşizminde de,
proletaryanın başarısızlığa uğramış hareketi, ardından işçi sınıfında
çaresizlik, burjuva sınıfında bitip tükenmişlik, sosyal iktidarını pekiştirecek
bir kurtarıcıyı arayış var. İdeolojiler de aynı. Temel ideolojik araç
milliyetçilik fikri, parlamenter ve bürokratik rüşvete karşı görünüşte açılan
savaş, sermayeye karşı kuru gürültü vs. Nihayet, devlet darbesiyle de
benzerlikler var...
Friedrich Engels
devlet aygıtının başaktörünü şu çizgilerle çiziyor:
“Her tarakta bezi
olan, İtalya’da gizli karbonarist ihtilalci, İsviçre’de topçu subayı, lngiltere’de
borçlanmış kibar lümpen serserisi ve özel emniyet komiseri... Ama her zaman ve
her yerde saltanat taraftarı.”[31]
Daha sonra Engels
şöyle diyor:
“Burjuvazi bu insanın
şahsında ilk büyük devlet adamını görüyor. Etinin bir parçasını, sivrilmiş
adamını teşhis ediyor.” İşte Mussolini de böyle bir sivrilmiş adam, bir Mason
çocuğu!
Değişen zamana uygun
olarak, şimdi işçi sınıfı arasından sivrilmiş bir kimse, Bonaparte gibi küçük soyluluktan
türemiş bir kimseden daha elverişli.
İtalyan karbonaristleri arasındaki Louis Bonaparte’lar ne idiyse, İtalyan
sosyal demokratları arasındaki Mussolini’ler de öyle işte. Zaten şimdilerde “büyük
devlet adamlarının’’ ve burjuvazinin kurtarıcılarının kaçınılmaz sıçrama
tahtası sosyal demokrasi oldu. Louis Bonaparte’da olduğu gibi Mussolini’de de
uzun iltica ve yoksulluk yılları iktidar ve para hırsını körükledi, insanları
tanımayı, iradeyi çelikleştirmeyi ve gerekli esnekliği göstermeyi sağladı.
Bütün bunlar, belirli
objektif ve sübjektif şartlarda, çelik gibi sert ve tecrübeli devrimcileri ve
bu arada “her tarakta bezi olan” edepsiz bir karşı-devrimci hükümet darbesini
yaratmaya yeter de artar bile.
Siyasi planda geri
çekilmiş burjuvazinin maddi ve sosyal planda güçlendirilmesinde beliren iç
çelişkiler... Maddi çıkarlarını koruma görünüşü altında işçi sınıfını
sermayenin tahakkümü altına sokma... Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında “aracı”
sıfatı ile sürekli pratik çelişkiler içinde hareket etmek zorunda kalış...
Köylüler ve küçük burjuvalarla ilgili olarak da aynı durum...
Gerçi faşizm ve
Bonapartizm, burjuva toplumuna “huzur, sükûn ve güvenlik” vaat etmişlerdir. Ne
var ki “toplumun sürekli kurtarıcısı” olarak kendilerinden asla
vazgeçilemeyeceğini kanıtlayabilmek için de toplumu sanki sürekli olarak tehdit
altındaymış gibi göstermek zorundadırlar. Demek ki, sürgit huzursuzluk ve
güvensizlik... Burjuvazinin ve köylülüğün maddi çıkarları tutumlu bir mali
politikayı gerektirdiği halde, faşist parti örgütünü, faşist devletin
memurlarını ve faşist milisi oluşturan parazitler çetesinin maddi çıkarları,
tam tersine, faşist devlet ve parti aygıtının sürekli olarak genişletilip
şişirilmesini gerektirmekte ... Bu nedenle de her iki çıkarın nöbetleşe ihlali...
Burjuva huzur ve sükûnu
ile ekonomisi uğruna faşist çetenin her dizginlenişini, kısa bir zaman sonra
terörist aşırılıklara ve yağmalara yeniden izin vererek giderme ihtiyacı...
Milli-emperyalist ideoloji türünden iç çelişkiler, diktatörü dışa açılmaya iteliyor.
Sonunda da savaşa. Ama burada Louis Bonaparte’ın İtalya’daki halefi, sadece
Louis Bonaparte’ın eski çelişkisine çatmakla kalmıyor, yeni ve bambaşka bir
çelişki ile daha karşı karşıya kalıyor. Şöyle ki, yurt içinde askeri hâkimiyet
aracı olan milli milis, yurtiçi işlevi ve sosyal muhtevası açısından, henüz
burjuva devlet iktidarının en pespaye biçimine başvurma zorunluluğunu duymamış
devletlere karşı emperyalist istila aleti olmaya hiç de elverişli değil. Ama bu
çelişkinin yanı sıra bir de imtiyazlı faşist bölükler ile düzenli ordu arasında
başka bir çelişki daha mevcut.
Bonapartizm ile
faşizm arasındaki esaslı farklar nelerdir acaba?
Bu farklardan
bazıları yerel şartlara bağlı. Yani sınıflar arası ilişkilerin yerel farkları
vs. İtalya’da ve Fransa’da bu farklar kısmen burjuva toplumunun genelliklerinin
ve kapitalist sistemin değişimine de bağlanıyor.
Fransa’da diktatörün “imparator”
sıfatıyla sahneye çıkışı, hiç kuşkusuz, Napoleon efsanesinin ve onun köylülük
arasında oynadığı rolün bir ürünü olarak, yerel tarihi geleneklere bağlı bir
olgu. İtalya’da, aynı kişi, “Duce” rolü ile yetinmek ve yanı başında krallık
tacını korumak zorunda. Napoleon’cu maskaralıkların yerini eski Romanın, Sulla’nın,
Caesar’ın daha da yapmacık maskaralıkları alıyor. Yine de bu farklar o kadar
önemli değil. Daha önemlisi, kapitalizmin genel karakterinin değişmesine bağlı
farklardır. III. Napoleon, kapitalizmin serbest rekabet döneminde, İtalya’da ve
Almanya’da burjuva devriminin daha kotarılmamış olduğu bir çağda iş başındaydı.
Belirli bir süre için 1. Napoleon’un hizmetinde
kalmış olan devrimci hukuki sloganlar, şimdi III. Napoleon’un aleyhine ters
tepmekte, Ill. Napoleon, İtalya Savaşı’nda İtalyan kurtuluş hareketini kendi
safına çekip kattıktan sonra, bu hareketi kendi hanedancı istilaları uğruna
feda etmektedir. Gelgelelim, o, Almanya-Fransa Savaşı’nda Almanya’nın milli
birleşme yolundaki devrimci çıkarına çarpıp parçalanacaktır. Napoleon
efsanesinden ve sistemin iç çelişkilerinden güç alan hanedancı istila savaşı,
çağdışıdır artık. Geçtir, çünkü artık devrimciliği temsil etmemektedir.
Erkendir, çünkü uygun ekonomik temelin eksikliği yüzünden modern anlamda
emperyalizmi henüz temsil edecek durumda değildir.
Mussolini’ye gelince:
Onun dış politikası, daha başlangıçta modern anlamda emperyalist biçimde
kurulmuştu. Çağdışı bir maske takmış olsa bile, çağdaştı. Şu var ki düpedüz
reaksiyonerdi. Şu iki çelişkiye çatıp parçalanma durumundaydı: Birinci çelişki,
ölçüsüz amaçları ile bu amaçları gerçekleştirmede yetersiz kalan araçları
arasındaki çelişkiydi. İkinci çelişkiyse emperyalist savaş stratejisinin
ihtiyaçları ile askeri organizasyonun toplumun bütün sınıflarını yere çalma,
onların sırtından geçinme ihtiyacı ve bu ihtiyaca tekabül eden askeri
organizasyon arasındaki çelişkiydi.
Burjuva toplumunun
genel gelişimi ve milletlerarası sınıf kavgasının durumu ile belirlenmiş bir
başka fark da, faşist devlet iktidarının örgütlenme tarzında göze çarpıyor.
Louis Napoleon’un “Aralık
çetesi’ o dönemin Fransız işçi sınıfının küçük devrimci gizli örgütüne tekabül
etmekteydi. Faşist Parti ise tabanının genişliği bakımından Sovyet Rusya’daki
Komünist Partisi’ne benzer. Yani, Louis Napoleon’un örgütünden farklı olarak
geniş bir kitle örgütüdür. Bu, onu belirli durumlarda daha güçlü kılar. Ne var
ki aynı zamanda iç çelişkilerini, bu kitlelerin sosyal çıkarları ile hizmetine
sokuldukları hâkim sınıfların çıkarları arasındaki çelişkileri de artırır.
Kısaca, Polonya’daki faşizm üzerinde de duralım.
Pilsudrski’nin faşist diktasının kökeni de proletaryanın devrimci atağının boşa
çıkması (1920 Rusya-Polonya Savaşı) ve aynı zamanda yerli burjuvazinin de
güçsüz kalması ve dağılmış olmasıydı. Burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin
karşı-devrim çıkarı Polonya’daki faşist devlet iktidarının kendini de oluşturmaktaydı.
Burada faşizm, köylü kitlelerinin, toprak reformunun sabote edilmesi üzerine
uğradığı hayal kırıklığını iyi değerlendirmesini bildi. Oysa politikası,
aslında doğrudan doğruya büyük toprak sahiplerinden ve köylülüğün en üst
kesimlerinden yanaydı. Devlet darbesinin “kahramanı”, ideolojik açıdan
milliyetçi-devrimci kurtuluş savaşının geleneklerine, organizasyon açısından,
lejyonerlere, onların milli kurtuluş savaşının sonucuna ilişkin hayal
kırıklıklarına ve üretim alanında tatmin edilemeyecek olan ekonomik kazanç
ihtiyaçlarına yaslanıp dayanıyor. Sözün kısası, burada da faşist örgütün
malzemesi olarak, karşımıza bütün sınıfların deklase unsurları çıkıyor. Parti
örgütü, bütün partilerin ıskartalarından, molozlarından oluşturuluyor. Lider
olarak da eski teröristler ve lejyonerler görevlendiriliyor.
Polonya’da (ve bu
arada İspanya ile bir dizi başka ülkede de) işe karışan önemli bir faktör
unutulmamalı. Bu faktör, Polonya’nın faşist devlet iktidarını İtalyan faşizmi
ile Fransız Bonapartizm’inden sınıfsal özü itibariyle esaslı biçimde ayırmakta.
Güney Amerika
Cumhuriyetlerindeki devlet iktidar biçimlerinde de gözleyebiliriz bunu. Burada
da ordu siyasi iktidarın sahibidir. Yürütme gücü de özerkleştirilmiş durumdadır.
Olağan siyasi rota değişiklikleri askeri darbelerle gerçekleştirilmiştir. Bu
darbeler, sınıflar arası hâkimiyet ilişkilerinde temelli bir değişiklik
yapmadıkları için asla devrimci sayılamazlar.
Buralarda askeri dikta ve yürütmenin özerkleştirilmesi
olguları, tam gelişmiş burjuva toplumunun ve bu toplumun kendisini proletarya
devrimine karşı güvence altına almasının bir sonucu olarak belirmiyor. Tam
tersine, buralarda, burjuvazinin gelişmesi yarı yolda kalmış, olgunlaşmamış,
nicelik ve nitelik yönünden zayıf kalmış bulunuyor. Feodal toprak mülkiyeti
süregelmektedir. Burjuvazinin güçlü bir siyasi örgütü de yoktur. Ordu, daha
doğrusu ordunun subay bölüğü, buralarda en güçlü en gelişmiş siyasi örgüt
durumundadır. İşte bu ordu, bu subaylar, hâkimiyeti sürdürmekten henüz aciz
bulunan burjuvazinin yerine bu hâkimiyeti devam ettirirler. Bonapartizm’de ve
İtalyan faşizminde ise durum farklıydı. Burjuvazi, sınıf kavgasının belirli
durumunda artık hâkimiyetini devam ettirecek durumda değildi.
Görülüyor ki, somut
sınıf tahlilleri yapılmazsa, teorik ve pratik büyük yanılgılara sürüklenmek
kaçınılmazdır.
Acaba devlet
iktidarının faşist biçiminden hemen sonra zorunlu olarak proletarya diktası mı
gelir? Yoksa burjuva devlet iktidarının, sözgelimi,
Burjuva-Demokratik-Parlamenter Cumhuriyeti gibi bir şekli de faşizmi
izleyebilir mi? Bu sorunun cevabı, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde
Lenin tarafından verilmiştir. Bilindiği gibi Lenin, kapitalizmin savaş sonrası
krizini zorunlu olarak sosyalist devrimin izleyip izlemeyeceği sorusunu teorik
açıdan cevaplamanın imkânsızlığına dikkati çekmiştir. Lenin’e göre bu soru ve
onun cevabı, sadece bir kelime oyunundan ibarettir ve düpedüz skolastiktir.
Sorunun cevabını sadece gerçek savaş verecektir. Komünist Partisi’nin görevi,
bu savaşı elden geldiğince iyi hazırlamaktır. İşçi sınıfının proletarya
diktatörlüğü kuracak kadar güç kazandığı anda, tam gelişmiş burjuva toplumunda
sermayenin açık diktasının şu veya bu biçimi de, burjuva devlet iktidarının en
son biçimi olacaktır. Bunu belirleyecek olan da
yalnız ve yalnız savaştır. Savaşı belirleyen şey, doğrudan doğruya objektif ve
sübjektif faktörlerdir. Bunlar, işçi sınıfının eriştiği gerçek güç ve olgunluk,
bu sınıfın öteki emekçi sınıflarla ilişkisi, milletler arası sınıf kavgasının
durumu ve nihayet o ülkelerdeki Komünist Partisi’nin gücü, olgunluğu ve savaş
yeteneğidir.
Cevap bekleyen bir
başka soru da, İtalyan faşizminin yıkılışından sonra, bunun hemen ardından
doğrudan doğruya proletarya diktasının gerçekleşip gerçekleşemeyeceği sorusu.
Bilindiği gibi, Bonapartizm’in 4 Eylül 1870’de yıkılışından hemen sonra bir
ara-basamak olarak, Legitimistler’in, Orleanistler’in, burjuvazinin ve
Junkerlerin başını çektiği Thiers, Favre ve şürekâsının cumhuriyeti kuruldu.
Ancak bu cumhuriyetin kendini yiyip bitirmesi üzerinedir ki 18 Mart 1871‘de
komün oluşturulabildi. Burjuva-demokratik unsurların geçici olarak iktidara
geldiği bu burjuva cumhuriyeti ara dönemi, genel nedenlerle, İtalya’da da pekâlâ
gerçekleşebilir.
Bu ara-dönem aylar,
haftalar, belki de sadece günler sürebilir. İkili hükümet veya başkaca biçimler
olabilir. Ama tarihi deneylere ve İtalya’nın sınıf ilişkilerine bakılırsa,
aradan belirli bir sürenin ve belirli bir kitle deneyinin geçmesi, küçük
burjuva, köylü ve işçi sınıfının bazı kesimlerinde küçük burjuva hayal ve
umutlarının yıkılabilmesi için kaçınılmaz gözüküyor. Böyle bir ara dönemin
gerçekleşmesi veya atlanması, Komünist Partisi’nin elinde olan bir şey değil.
Ama geniş ölçüde de, bu partinin gücüne, olgunluğuna, işçi sınıfının faşizmin
çöküşünde kazandığı iktidar konumlarının sağlamlığına ve bu ara dönemin ne
kadar çabuk üstesinden gelinebileceğine bağlı.
Elimizde mevcut
verilerden çıkarabileceğimiz bir başka sonuç da şu: Polonya, İtalya,
Bulgaristan gibi ülkelerde sermayenin açık diktası, değişik şekillere
bürünecektir. Belirli nitelikler
değişmese bile bazıları mutlaka değişik olacaktır. Bu müşterek ve farklı
nitelikleri baştan saptamak imkânsız görünüyor. Kesin olan husus şu ki,
burjuvazinin açık diktası istenilen durumunda ve sınıflar arası ilişkilerin
istenilen yapısında hodbehot gerçekleştirilemez. Sermayenin diktasının
şekilleri, yukarıda da gösterilmiş olduğu gibi, sınıf kavgasının belirli
aşamalarına ve belirli sınıfsal ilişkilere bağlıdır.
Son olarak, tam
gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuvazilerinde bugün gözlenen bir eğilime dikkati
çekmek gerekir. Sözü geçen eğilim, parlamenter sistemi değiştirip kayıtlama ve
burjuvazinin hâkimiyeti için daha sağlam siyasi güvenceler yaratma eğilimidir.
Bu akımlar özellikle İngiltere, Almanya, Fransa gibi ileri derecede kapitalist
ülkelerde açıkça gözlenebilir. Eğilim düpedüz faşizme yöneliktir. Bu eğilim,
kritik durumlarda, sermayenin açık diktasıyla sonuçlanabilir de... Ama bu
eğilimlerin mutlaka faşizm ile özdeş olmaları da gerekmez.
Bu arada önemli bir
nokta daha aydınlığa çıkarılmalıdır: Burjuva parlamenter rejimin için için
kemirilmesi adım adım gerçekleşmektedir. Burjuvazi bu işin baş ajanıdır. Marx’ın
XVIII. Brumaire’i işte bu içten kemirme sürecini tek tek safhalarıyla gösterir.
Açık diktanın kurulabilmesi ise, ancak burjuvazinin pasif seyirci kaldığı bir
hükümet darbesinin gerçekleşmesine bağlıdır. Böyle bir darbe sayesinde sosyal
planda kurtarılmasının ve siyasi planda bağımlı kılınmasının şartlarını
hazırlama işi doğrudan doğruya burjuvaziye düşer. Burjuvaziyi bağımlı kılma
işini kotaran ise, hükümet darbesinin kahramanıdır. İhtiyaçların ortaya çıktığı
yerde ve zamanda, böyle bir kişi veya örgüt her zaman bulunabilir... Uygun
örgütleri burjuvazi zaten aktif ve pasif yoldan hazırlar.
Bir Kitle Hareketi
Olarak Faşizm: Yükselişi ve Çöküşü
Arthur Rosenberg
1. Öncüler ve Pogromlar
Adolf Hitler’in ve
onun 6 yardakçısının, bu topu topu 7 kişinin, önce 1 milyona, sonra 6, 13, 40
milyona, derken, bütün Alman halkını kapsayacak bir sayıya tırmanıp çıkmasının
dokunaklı hikâyesi, nasyonal sosyalist söylevlerin propaganda envanterlerine dâhildir.
Mussolini için de buna benzer hikâyeler anlatılır. Ama nasıl ki Duçe, kendi
soluk kopyasını oluşturan Führer’den çok daha görkemli idiyse, tıpkı bunun gibi
Duçe’nin partisi de Nazi partisinden çok daha görkemliydi. İtalyan faşistlerinin 23 Mart 1919’da
Milano ticaret okulundaki ilk toplantısına katılanların sayısı sadece 145’ti.
Ama burada da yükseliş azametliydi. 145 rakamı, 145.000’e, daha sonra
milyonlara ve nihayet, sözcülerine bakılırsa, bütün İtalyan ulusunu kapsayacak
bir rakama çıkıverdi.
Bir avuç insanın
milyonluk bir kitle hareketine dönüşmesi, doğrusu pek şaşırtıcıydı. Sadece
diktatöre bağlı olanlar değil, onun hasımlarından birçoğu da, bir bilmece karşısında
bulundukları sanısını taşıyorlardı.
Faşizm üstüne yazı
yazanlardan çoğu, bir zamanlar sosyolojiden ve Marksizm’in sınıf öğretisinden
bir şeyler duymuşlardı. Şimdi, kimileri bu mucizeyi mümkün kılan sınıfı ya da
insan kesimini harıl harıl aramaya koyuldu. Ne yazık ki, sosyal sınıflar
öğretisi ilk bakışta sanıldığından çok daha girift bir öğretiydi. Piyanonun
tuşlarına piyanonun başına oturan herkes basabilir. Ama sadece bunu yapmakla da
bir sanatçı olunamaz. Tıpkı bunun gibi, sosyal sınıflar kavramıyla hokkabazlık
etmek de mutlaka bir sosyal tahlil ve hele Marksist bir sosyal tahlil yapma
anlamını taşımaz. Sosyolojinin müptedileri, çoğu zaman, Hitler’i ve Mussolini’yi
zafere götüren temel gücün küçük burjuvalardan oluştuğunu ileri sürdüler. Bir
de baktılar ki o küçücük manav Fritz Schulze, koskoca bir devin boyutlarına
ulaştırılıyor; bir eliyle proletaryayı, öteki eliyle kapitalistleri baskı altında
tutabilmekte, koca bir milleti temsil edip yeni yüzyıla damgasını vurabilmekte.
İnsan olarak, Bay Fritz
Schulze, gerçekten bir kahraman olabilir. Bu arada bütün savaş madalyalarını
toplamış ya da kentinin boks şampiyonluğunu kazanmış da olabilir. Ne var ki,
burada “insan” olarak Bay Fritz Schulze değil de, bir “manav” olarak, bir “küçük
burjuva” olarak Fritz Schulze söz konusudur.
Küçük burjuvaların, bir sınıf olarak, Almanya’yı, İtalya’yı,
Polonya’yı, Avusturya’yı ve daha yarım düzine başkaca devleti ele
geçirdiklerini ve öteki ülkelerin de aynı tehlike karşısında bulunduklarını
ileri sürmek, doğrusu bir hayli şaşırtıcıdır, inandırıcılıktan olabildiğine
uzaktır.
Küçük burjuvazinin,
bir sınıf olarak, yani loncalarında organize olmuş esnaf ve zanaatkâr olarak,
gerçekten de ekonomiyi ve üretimi önemli ölçüde etkilediği dönemler olmuştur
Avrupa tarihinde. Bu dönem, ortaçağın sonlarına rastlar. O zamanlar, ortada
daha ne modern anlamda proletarya, ne de kapitalizm vardı. Lonca ve ustalarının
altın çağıydı bu dönem. Ne var ki, lonca ustalarının bütün kozları ellerinde
tuttukları günlerde bile, onlar hiçbir büyük Avrupa devletini ele
geçirememişlerdir. Gerçi Almanya’da loncalar bir kentte iktidara el
koymuşlardır. Ama milli planda, kırsal alanda, hâkim soylular karşısında kesin
bir yenilgiye de uğramışlardır. Kentlerin gerçekten bir siyasi ve askeri güç
olarak sahneye çıkabildiği yerlerde ise, zanaatkârlar değil de patrisyen büyük tacirler
öncü gücü oluşturmuşlardır. Şimdi, 1500 yılından beri, Avrupa’da küçük
burjuvazinin sosyal ağırlığı da giderek azalmıştır.
500 yıl önce, el
işlerinin gerçekten altın çağını yaşadığı ve makinesiz el işinin bütün
değerleri yarattığı dönemde bile küçük burjuvazi siyasi iktidarı ele
geçirmekten acizdi. Nerede kaldı ki, küçük burjuvazinin bu işi seri imalat,
uçak ve elektrik çağında kotarması! Küçük burjuvazinin, sırf birtakım renkli
gömlekleri giydi diye ve sırf Hitler ile Mussolini kendisini göreve çağırdı
diye birdenbire güç kazandığını ileri sürmek demek, bir durumun, beceri ile
yakıldığında, en güçlü projektörden daha kuvvetli bir ışık saçacağını ileri
sürmek demektir!
Çağımızın kimi düşünürleri de, faşizmin köklerini küçük
burjuvazide değil de gençlikte arayıp keşfederler! Gençliğin teorisi, küçük
burjuvazinin etkinliği ile ilgili teoriden daha da şaşırtıcıdır. Gerçi, insan
var olalı beri, gençlik ile yaşlılık arasında bir karşıtlık var olmuştur ve
bizim türümüzden yaratıklar bu gezegende oturdukça, böyle de olacaktır. Gel gelelim,
gençlik, bir başına, bu niteliği ile bir siyasi hareket oluşturmamıştır. Çünkü
insanlar arasında mevcut bütün farklılaşmalar, gençlikte de belirir. Günün
birinde banka müdürlerinin oğullarının maden işçilerinin oğulları ile el ele
verip, banka müdürlerinin bütün imtiyazlarını ve maden işçilerinin bütün
örgütlerini yok etmeye ve geçmişin yıkıntıları üzerinde ışıl ışıl parlayan
faşist gençlik federasyonunu kurmaya karar verdiklerine mi inanalım yoksa?
Faşizmin bu teorileri
üzerinde tartışmak, masa başında oturup sosyoloji üstüne spekülasyon yapanlar
için sadece bir zaman öldürme yolu olabilir. Oysa proletarya için olağanüstü
pratik, politik önem taşıyan son kertede ciddi bir sorun söz konusudur. Hasmını
yenmek isteyen, onu iyi tanımalıdır.
Faşizmin mantığa
aykırı, fantastik açıklamaları, demokratlar ve sosyalistler arasında,
kendilerinin hâlihazır baş düşmanının akıldışı bir oluşum olarak, mantıki nedenlerle
aşılamayacağı, kırılamayacağı inancını yerleştirmiş görünüyor. Faşizm, bir
tabiat olayı, bir deprem, insan kalbinden fışkıran ve direnç tanımayan bir
manevi güç gibi görünmektedir bu kişilere. Bizatihi faşistler de bu inancı
hararetle desteklerler. Aklın ve mekanik mantığın hâkimiyetinin defterinin
dürüldüğünü, şimdi artık duyguların, milletlerin bu ilk dürtülerinin yeniden hâkimiyet
kazandıklarını belirtip dururlar. Sosyalistler ve demokratlar da bu “yeni dinin”
saldırısını durdurabileceklerine bir türlü inanamazlar. Faşist saldırıyı püskürtebilmek için endişe ve
telaş içerisinde savunma silahları aranır. Bir anda koca milletin hakemi haline
gelivermiş olan küçük burjuvanın nasıl kazanılabileceği, hiç değilse onunla
nasıl uzlaşılabileceği konusunda kafa patlatılır. Ama bu yeni siyasi tabiat
olayına karşı koyabilmek için gerekli güven duygusu eksik kalır. Hasımlar ise,
özellikle 1933 sonrası Almanya’da demokrat ve sosyalist kampta esmiş olan bu
panik havasını ustaca değerlendirirler. Sanki herhangi bir iflas etmiş,
reaksiyoner politikacı renkli bir gömleği sırtına geçirse, olgunlaşmamış birkaç
genci eğitse ve gençliğin haklarından ve de milletin yenilenmesinden söz etse,
en köklü anayasaları devirebilirmiş, en sağlam işçi örgütlerini darmadağın
edebilirmiş sanısını uyandırırlar.
İşçi kesimi için
bugün hedefini şaşırmamak ve maneviyatını bozmamak her zamankinden daha büyük
önem taşır. Faşizmin her ülkede patlattığı sis bombaları dağıtıldı mıydı, bu
sisin ardında iyi bir eski tanıdık göze çarpar. Hiç de mucizevî, hiç de esrarlı
olmayan bir tanıdıktır bu. Ne yeni bir din getirir ne de altın bir çağ. Ne
gençlikten, ne de küçük burjuva katlarından gelir.
Olsa olsa bunları
dolandırıp yanına katar. Evet, bu tanıdık, sınıf bilincine sahip işçi kesiminin
doğuştan düşmanı olan karşı-devrimci kapitalisttir. Faşizm, burjuva-kapitalist
karşı-devrim hareketinin halkçılık-milliyetçilik maskesi ardındaki modern
biçiminden başkaca bir şey değildir. Gerçi Mussolini’nin partisinin İtalya’da
ve Hitler’in partisinin Almanya’daki farklı uygulamalarını aynı “faşizm”
kavramının çatısı altında toplamak pek doğru gözükmez. Mesela, Nazi
ideolojisinin çekirdeğini oluşturan Yahudi sorunu ile ırk sorununa, İtalyan
faşizminde hiç rastlanmaz. Ama günümüzün siyasi geçer akçe terminolojisinde
bütün kapitalist ve karşı-devrimci hareketler, halkçı bir kisveye büründükleri ve aynı zamanda bir iç savaş için eğitilmiş
parti ordusuna dayandıkları anda faşist hareketler diye anılırlar.
Modern üretim
sürecine gireli beri, burjuva kapitalizmi bütün uygar ülkeler üzerinde
hâkimiyetini devam ettirmiştir. Şu var ki, kolayca anlaşılabileceği gibi,
kapitalist sınıf, hiçbir zaman kendi fiziki gücü ile halk kitlelerine iradesini
doğrudan doğruya empoze edememiştir. Fabrikatörlerin ve bankerlerin silaha sarılıp
elde kılıç ve tüfek, halk kitlelerini kendilerine tabi kıldıklarını düşünmek
bile gülünçtür.
Eskiden feodal
asiller, pekâlâ doğrudan doğruya kendi fizik gücü ile hükümet edebiliyordu.
Ortaçağda ağır silahlarla donanmış şövalyeler gerçekten de halk kitlelerine,
askeri bakımdan üstündü. Bunun gibi, işçilerin veya köylülerin hâkim olacağı
bir devlette de hükümet eden sınıfın fiilen de fizik gücünü kullanacağı
tabiidir.
Oysa kapitalistler,
dolaylı yoldan hükümet etmek zorundadırlar. Kendi mallarını kendileri satmak
için tezgâhın arkasında kendileri durmuyorlarsa, kendi ordularını, kendi
polislerini ve kendi seçmenlerini de kendileri üretebilmek, satabilmek ve
hükümet edebilmek için oluşturmazlar. Yardımcılara ve hizmetkârlara ihtiyaçları
vardır. Kapitalist sistemle bütünleşme ve dayanışma içerisinde hissettikleri ve
kendi öz çıkarlarının kapitalist ekonomi düzeninin ayakta tutulmasını
gerektirdiği inancıyla kapitalistler için çalışmaya, oy vermeye ve silaha
sarılmaya hazır oldukları sürece devlette egemen kalırlar.
Bilinçli ya da
bilinçsiz olarak modern Avrupa’da kapitalizmin emrine amade yardımcı ve hizmetkârların
sayısı gibi çeşidi de kabarıktır. Bir kere, hemen hemen bütün ülkelerde
kapitalist sistem, şu veya bu yoldan, eski, pre-kapitalist, feodal düzen ile
bir uyuşmaya gitmiştir. Monarşi, soyluluk, kilise, ordu ve yüksek memurluk,
kendilerini modern kapitalist çağa da intibak ettirmiştir.
Başlangıçta, burjuvazi devrimci bir kimlikle feodallere
karşı iktidar savaşı vermiştir. Bu devrimci rolünde de imtiyazlı feodal
azınlığa karşı bütün orta ve aşağı halk tabakalarını kendi çevresinde
birleştirmiş ve feodal beylere teslim bayrağını çektirmiştir. Ama savaş biter
bitmez, aynı kapitalistler yoksul halk kitlelerinin demokratik ve sosyalist
taleplerine karşı elbirliği ile çıkabilmek için feodal unsurlarla derhal bir
uzlaşmaya gitmişlerdir.
Faşizmin gereği gibi
kavranması için pek önemli olan otorite, disiplin, askeri yetenek ve hayat
tarzının doğrudan doğruya feodal geleneklerden kaynaklandığını bu arada belirtmek
yerinde olur.
Aydınlar zümresi de,
feodal dönemden yeni burjuva dönemine uzanmış bir zümredir. Bu zümre, eski
aristokratik düzeni nasıl kabullenmişse, yeni toplum düzenini de öylesine
kabullenmiştir. Bununla beraber, aydın kişi, doğrudan doğruya üretim sürecine
katılmadığı, artı-değer yaratmadığı ve sadece artı-değerden pay aldığı için,
kapitalist devlette de özel bir yer almak ister. Genel olarak, içtenlikle
inandığı şey, kendisinin kapitalistin para kazanma çıkarını değil, milletin
genel yararını temsil ettiğidir. Milletin serpilip gelişmesi için “ne yazık ki
özel mülkiyet zorunlu olduğundan’: Avrupa’nın sıradan aydını, ister istemez,
kapitalizmden yana çıkacak, sosyalizme “tu kaka’’ diyecektir. Aydınlar,
mesleklerinin bir gereği olarak, genel çıkarları ve genel düşünceleri temsil
ettiklerinden, sınıf çatışmasının acı gerçeklikleri üstüne milli birlik,
beraberlik, fedakârlık şurubunu dökmeye de pek meraklıdırlar.
Nihayet, sosyal
piramitte, kapitalistlerin altında bir de, kuvvetleri ülkeden ülkeye, onun özel
gelişim şartlarına bağlı olarak değişen köylüler, zanaatkârlar ve azametli bir
işçi sınıfı ordusu yer alır. Bunların hepsi, az ya da çok, kapitalizmin
tuzaklarına düşürülmeye elverişlidirler.
Gerçekte de, sadece köylüler ve zanaatkârlar değildir kapitalistlerin
insafsız tuzaklarına düşenler; Almanya’da Hitler öncesi dönemde bile, işçilerin
önemli bir bölümü de burjuva partilerine oy vermiştir. İngiltere’de bugün de muhafazakâr
fabrika işçilerinin sayısı bir hayli kabarıktır. Bu durumda, kapitalist bir
ülkenin siyasal mekanizmasının 19. ve 20. yüzyıllarda pek karmaşık bir nitelik
taşımasından ve son derece hassas kapitalist dengeyi koruyabilmek üzere, sadece
görünüşte çelişen çeşitli güçlerin varlığından daha doğal bir şey olamazdı.
Yakın Avrupa tarihinde
gözlenen burjuva kitle hareketlerinin iki türü vardır: Liberal ve anti-liberal
tip... Anti-liberal burjuva kitle hareketlerinin en yeni örneklerini faşizm
verir.
19. yüzyılın burjuva
liberalizmi, serbest rekabet esası üzerine bina edilmişti; hürriyete ve barışa
muhtaçtı. Hürriyet demek, iç politikada devlet zorunu kaldırmak, her şeyden
evvel ekonomiyi özerk kılmak demekti. Ta ki devlet, jandarma görevini
üstleninceye değin... Serbest ticaret ve barış, sistemin dış politikasını
belirliyordu. Yeryüzünün her köşesinde ekonomik birimlerin serbestçe köşe
kapmaca oynayabilecekleri bir ortamda, insanoğlu altın çağını yaşayacaktı.
Hürriyet, serbest ticaret ve barış türküleri, halk kitlelerini, orta tabakaları
ve çoğu işçileri de heyecanlandırmıştı.
İngiltere’de
liberalizm, 1832’deki seçim reformundan başlayarak, kesintisiz 1866’ya kadar,
bu tarihten sonra da dünya savaşına kadar muhafazakâr parti ile nöbetleşe
hükümet etti. Almanya’da liberalizm 1848’den 1878’e dek, geniş bir halk
kitlesine daha sonra ise sadece azınlığa hâkim olabildi. Almanya’da liberalizm
İngiltere’deki kadar serpilme ortamı bulamamıştı. Hiçbir zaman özgücü ile
hükümet edememiş, feodal monarşinin kendisine ayırdığı siyasi iktidar
kırıntıları ile yetinmek zorunda kalmıştır. Fransa’da liberal dönem 1830’dan 1848’e dek Burjuva Kralı Louis
Philipp hâkimiyetinde devam etti. Ardından III. Napoleon’un 1870’e dek uzanan
dikta dönemi geldi. Onun ardından da yeniden Liberal Cumhuriyet! Ne var ki bu
Liberal Cumhuriyet, Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde anti-liberal hareketlere
karşı kendisini güçlükle ayakta tutabildi.
İtalya’ya gelince: Bu
ülkede krallık, kuruluşundan beri boynuna liberal devlet yaftasını asmıştır.
Ama bu yaftanın altında liberal sayılamayacak bir sürü güçler de toplanmıştır.
Rusya’da da burjuvazi Dünya Savaşı’na dek liberalizme bağlı kalmıştı. Şu var
ki, Rus burjuvazisinin Çarlık rejimindeki siyasi iktidarının etkinliği, Alman
burjuvazisinin etkinliğinden bile azdı.
Avrupa’nın bütün bu
belli başlı ülkelerinde, liberal akımlara karşı başkaca akımlar daha
gözlüyoruz. Bunlar da kapitalist ekonomi düzenini onaylıyorlar, doğru
buluyorlar. Gelgelelim liberal ilkelerden de hiç hoşlanmıyorlar. Devletin
jandarma rolünü inkâr ediyor ve bunun yerine kamu iktidarının ekonomik hayata
yoğun müdahalesini talep ediyorlar. Liberal serbest ticarete karşı himaye
gümrükleri getiriyorlar, liberal pasifizme karşı istilacı emperyalizmi
çıkarıyorlar... Halklar arası barışı istemeyip, milleti her şeyin üstüne
çıkarıyorlar. Demokratik eşitliği reddedip, insanlar arasındaki geleneksel
farkları vurguluyorlar.
Liberalizmden, yeni
ve otoriter muhafazakârlığa bu dönüşümün ekonomik sebebi, burjuva üretim
sürecindeki bir iç değişimde yatar: Kapitalizm, serbest rekabet döneminden
çıkarak, merkezileşip yoğunlaşmış dev işletmelerin ve bu işletmelerin
tekelleşme eğilimleri dönemine geçmişti. Bu yeni tekelci kapitalizm, milli
ekonomi bölgesini himaye gümrükleriyle sımsıkı kapar. Kaba kuvvet ve fetihler
yoluyla yeni sömürü mihrakları kazanmaya çalışır. Liberal dönemin barışçı, keyfiliğe açık ideolojisi, artık
bu kapitalizmin işine yaramaz olur. Kapitalist sınıf, otorite, merkeziyetçilik
ve iktidar talep eder.
Liberalizm ortamından
atlayıp yeni emperyalist metotlara başvuranlar, en büyük ve en güçlü
kapitalistler grubundan, tekelci dev işletmelerin ve finans kurumlarının
muteber efendileri arasından çıkıyor. Orta ve küçük kapitalistlerin çoğunluğu
daha uzun süre liberal geleneklere bağlı kalıyor. Devlet içinde iktidarı ele
geçirebilmek için, anti-liberal kapitalistlerin öteki halk kesimleri arasında
kendilerine müttefik arayıp bulmaları gerekiyor. Yeni emperyalizmin en
becerikli önderleri halkçılıkta, liberalleri ve burjuva demokratlarını bile
geride bırakacak kadar ileri gidiyorlar. Hatta kimi zaman, yoksulların milletçe
korunması bayrağı altında liberalizmin bencil ve kısır para çıkarlarına karşı
çıkıyorlar. İşte modern faşizm bu tipolojinin içine girer. O, bu politikanın
ayrılmaz parçası olan milliyetçilik propagandasını büyük bir ustalıkla
geliştirmiştir.
İngiltere’de, Benjamin
Disraeli tarafından emperyalizm temeli üstünde yenilenmiş olan Muhafazakâr
Parti, 1867 yılında, şehir işçilerini liberalizmden soğutmak amacıyla onlara oy
hakkı vermişti. Nitekim 1874’de Muhafazakâr Parti, işçi oyları sayesinde, Avam
Kamarası’nda ilk kez çoğunluğu ele geçirebilmiştir. Önce Disraeli, daha sonra
da Chamberlain İngilteresi’nde, çoğu aristokratlar, City’nin büyük finans
beyleri, büyük sanayiciler, aydınların çoğunluğu ve sanayi proletaryasının
önemli bir bölüğü muhafazakârdılar. Bütün bu unsurlar, “milli büyüklük” bayrağı
altında birleşmişlerdi. Buna karşılık, orta ve küçük kapitalistlerin, küçük
burjuvazinin ve hatta tarımın geniş kesimleri, daha uzun bir süre liberal
ülkülere bağlı kaldılar.
Fransa’da ise, 1871
sonrasında, milliyetçi sağı, büyük bankalar ve büyük sanayiciler beslediler.
Almanya’ya karşı Sedan’da yitirilen milli
onuru kurtarmak üzere bir intikam savaşının naraları atılmaya başlandı. Bütün
askeri monarşik gelenekleri canlandırmanın yolu yordamı aranıyordu şimdi.
Soyluluk ve kilise de bu milli hareketin hizmetine girmişlerdi. “Cibilliyetsiz
ve milliyetsiz” Liberal Cumhuriyet’e sövülüyor ve bir milli kurtarıcının
diktası isteniyordu. Bu rol için 1880’lerde sahneye çıkan aktör de, geçici bir
süre için bile olsa, seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, Fransız halkının
büyük çoğunluğunu arkasına takabilmiş olan General Boulanger’di.
19. yüzyıldan 20.
yüzyıla geçerken Fransız Cumhuriyeti yine askeri darbe tehlikesinin ağır
tehdidi altına girmişti. Fransa’daki sağcı hareket, toplumun yukarı
tabakalarına, küçük burjuvazinin bazı bölümlerine ve saptırılmış işçi
gruplarına dayanırken, karşı kampta sosyalist işçilerin yanı sıra küçük
burjuvazinin geniş bir bölüğü de demokratik cumhuriyet için mücadele
vermekteydi.
Almanya’da eski üsluptaki
liberaller 1878’den sonra Reichstag’daki çoğunluğu kaybettiler. Ağır sanayi,
himaye gümrüklerini öngörüp, feodal soyluluk ile birlikte, yeni bir ordu ve
koloni programı önerdi. Aydınlar, askeri disiplin ve Prusya ruhuna hayrandılar.
Onlar, demokrasiyi Alman’a yabancı aşağılık bir kurum sayıyorlar, örnek
alınacak ideal insanı yedek subay tipinde somutlaştırıyorlardı. 1878’den sonra,
Almanya’nın Protestan kesimlerinde, kırsal alandaki kitleler de Muhafazakâr
Parti’nin kuyruğuna takıldılar.
Bu arada, küçük
burjuvazinin önemli bölümleri de sağa yöneldiler. Bunlar, ağır sanayinin ve
aydınların kuyruğu olan eski Nasyonal Liberal Parti’yi, liberalizmin sadece adını
koruyan bir parti durumuna getirdiler. Liberal bayrak, açık yüreklilerin yorgun
ellerine emanet edildi. 1887’deki Reichstag seçimlerinde, başlarında Bismarck
olmak üzere, muhafazakârlar ve nasyonal liberaller çoğunluğu ele geçirdiler. Gerçi II. Wilhelm döneminde sosyal
demokrasi çabuk serpilmiştir. Ama açık yürekli liberalizm öylesine zayıf düşmüştür
ki, muhafazakârlar, nasyonal liberallerle ve Katolik merkezle el ele vererek
Reichstag’da sağlam bir çoğunluğa sahip olabilmişlerdir.
Görülüyor ki,
İngiltere ve Fransa’daki gibi, Almanya’da da, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla
geçerken geleneksel liberalizm geri çekilmekte ve yerini yeni emperyalist
milliyetçi güçlere bırakmaktadır.
Almanya’da da
emperyalistler, ordu, kilise ve aydın takımı ile birleştiler. Ama yine de 1914’e
dek, tekdüze, uyumlu büyük bir milliyetçi kitle hareketi oluşmadı. Nedeni kolay
anlaşılabilir bunun.
Kaiser hükümeti o
kadar güçlüydü ki, halkoyundan ve parlamento çoğunluğundan hiç etkilenmiyor,
bağımsızlığını koruyabiliyordu. Milliyetçi emperyalizmin Reich hükümetini
yönetmesi, onun her isteğine kavuşması için yetiyordu. Seçimlerde halkın
beynini yıkama yolunda ciddi demagojik çabalar büsbütün gereksizdi. Kaiser
çağında, Almanya’nın egemen sınıfları, demokrasinin araçlarını, İngiliz ve
Fransız yüksek tabakalarından farklı olarak, kullanmak ve uygulamak zorunda
değildiler. Saray vaizi Stoecker’ın, kentlerde halkçı, anti-liberal ve anti-sosyalist
bir kitle hareketi oluşturma çabası, bizzat Reich hükümeti tarafından
engellendi. Bu hareketler, Almanya’nın egemen çevrelerini kitlelere birtakım
tavizler vermek zorunda bırakacaktı. Oysa bu gibi tavizler hiç mi hiç verilmek
istenmiyordu. Kaiser ile büyük sermaye, Potsdam muhafızlarının kanatları
altında, kendilerini Stoecker’ın kitle toplantılarının kanatları altındakinden
çok daha emin hissediyorlardı.
Liberal ve anti-liberal
burjuva kuvvetleri arasında İngiltere’de, Fransa’da ve Almanya’da 1871-1914
arası dönemdeki gelişmeleri önemli ölçüde
etkileyen mücadelenin bir benzerine aynı dönemde İtalya’da rastlanmıyor.
Ama bu sadece
görünüşte böyle. Çeşitli eğilimler burada da mevcut. Eski üsluptaki liberalizm,
İtalya’da da büyük sermaye emperyalizmi eliyle, giderek arka plana itilmekte ve
bu gelişme, 20. yüzyılın başında, dünya savaşı öncesinde Trablusgarp Savaşı’na
ve aktif Balkan politikasına yol açmaktadır. Dozu artırılmış milliyetçilik, Avusturya’yı
boy hedefi yapmış, Trento ile Trieste’deki “İtalyan kardeşlerin kurtuluşunu”
talep etmiş ve kuzeydeki daha zengin uluslarla aradaki mesafeyi kapatmaya
çalışmıştı. Ne var ki, İtalya’nın resmi parti politikası özellikle yarımadanın
geri kalmış orta ve güney bölgelerinde yarı feodal bir yolsuzluğun batağına
batmıştı.
Gerçekten aktif
toplumsal güçler, İtalyan Parlamentosu’nda, pek yetersiz bir ağırlıkta temsil
edilmekteydi.
Rusya’da Dünya Savaşı öncesinde büyük burjuvazi emperyalizme geçmiş, İstanbul’un fethi ve Çar bakanlarının başka haydutça projeleri peşinde koşmuştu. Aynı dönemde, Çar’ın emniyet ajanları, devrime karşı Çar’a bağlı bir kitle hareketi yaratmaya çalışmaktaydı. Lümpen proletaryası, içki ve Ruble ile satın alınmakta ve yasaklanmış sosyalist sendikaların karşısına “Safkan Rus”ların ve polislerin güdümünde sendikalar çıkarılmaktaydı. Ama yine de bir kitle hareketi meydana geldi; “Gerçek Ruslar” veya “Kara Birlikler” örgütü Pogrom hareketlerinde coştukça kabardı.
Avusturya-Macaristan’da
da her iki imparatorluk bölgesinde 1867 Anayasası çerçevesinde ilkin Liberalizm
yönetim başındaydı. Yalnız Macaristan’ın liberalleri bu çerçeve içinde özel bir
yer tutmaktaydı. Bunlar, toprak sahibi soylular ve para babaları arasından
gelmekte ve geniş halk kitlelerini de gaddarca boyunduruk altında
tutmaktaydılar. Bu nedenle, Macaristan
liberalizmi, emperyalist yöntemlere de hiç ihtiyaç duymamıştır. Yerli kaba
kuvvet yöntemleri iktidara fazlasıyla yetiyordu. Bu gaddar Macar devlet
sistemi, kaynayıp köpüren vahşi bir Macar milliyetçiliğinin peçesi ardına
sinmiştir.
Avusturya’da,
önceleri, 1870’lerde, alışılagelmiş tipte bir liberalizm yönetim başındaydı.
Aynı dönemde Alman liberallerinin rejimini andırıyordu bu liberalizm. Ama 1880’e
gelindiğinde liberalizm Avusturya’da da yıkıldı gitti. Gerçi Habsburg
feodalitesi ömrünün sonuna dek ağır sanayi ve büyük finans kapital ile gayet
iyi geçindi. Tuna monarşisine topları, tankları ve devlet tahvillerini sunan
firmalar, Kaiser’e bağlıydılar ve Viyana’nın gerekli arka kapılarından
işleyebilecek denli de güçlüydüler. Ama Alman orta ve liberal burjuvazisinin
etkileri, Avusturya’da sistematik biçimde bertaraf edildi. Kaiser’e bağlı orta
tabaka ve Katolik kilisesine dayanan Lueger, Sosyal Hıristiyanların kitle
partisini kurdu. Lueger, birinci sınıf bir kışkırtıcı ve organizatördü. Viyana’da
çoğunluğu ele geçirmiş, burada belediye başkanı seçilmiş; nihayet Kaiser
hükümeti tarafından her zaman ihtiyaç duyulan parlamentonun en güçlü grubunu
yönetmişti. Lueger, küçük insanların adamıydı. Finans kapitalin partisi ile
doğrudan doğruya bir ilişkisi yoktu. Gelgelelim, Lueger, yaşamının sonraki
döneminde, varlığı ile büyük sermayenin iş çevirmesini olanaklı kılan Habsburg
monarşisinin de baş dayanağı oldu. Lueger’in Halkçı Partisi’nin, Kaiser’in ve
onun aristokratik bakanlarının ve nihayet büyük Viyana bankerlerinin de esas
itibariyle aynı amaç ardında koştukları, rolleri dağılmış bir oyun oynanıyordu
artık.
Avusturya’daki Alman
aydınları başta Alman gençliği, Dünya Savaşı öncesinde sosyal konumlarından hiç
de memnun değildiler. Üniversite gençliğinin Hohenzoller hâkimiyetinde söz
hakkına sahip kılınmış olduğu Alman Reich’ına, sınır taşları üzerinden
imrenerek, özenerek bakıyorlardı. Gerçekten de, Avusturya’da hükümet, Slavları
Almanlara yeğ tutuyordu. Hıristiyan entelektüeller de kendilerini Yahudi
rekabeti karşısında tehdit altında hissediyorlardı. Avusturya’nın Alman asıllı
gençliği, emperyalizmin hizmetine girmeyi pek istemekteydi. Ne var ki bu
gençliği ne dinleyen ne isteyen vardı... Ne Avusturya hükümeti ne büyük finans
kapital, Almancı değildi. Bu durum karşısında, Alman Avusturya’sının
gençliğinin bir bölüğü kendilerini toplum dışına itilmiş görmekteydiler. Buysa,
onları Alman milliyetçiliğine yöneltiyor ve Alman olmayan her şeye karşı
nefreti körüklüyordu. Onların bu milli romantikliği ve milli nefreti bazı genç
küçük burjuvalara ve işçilere de sıçradı. İşte Adolf Hitler, böyle bir çevreden
çıkıp Alman Reich’ına geldi. Onun, 1918’den sonra değişen Almanya’da yeni
baştan öğrenecek hiçbir şeyi yoktu artık.
Demagojik bir
milliyetçilik, kendisine üstünlüğünü kanıtlayabileceği ve intikam duygularını
başlatabileceği bir obje arar. Amerika’nın güney eyaletlerinde, yoksul beyaz,
zencilerden nefret ederdi. Ne var ki beyaz adam, kara deriliye aynı zamanda
muhtaçtı da. Çünkü zenci nefreti olmaksızın içgüdülerini geliştiremezdi. Aynı
şey Abdülhamit rejiminde Ermenileri boy hedefi alan Türklerin de başından
geçmiştir. Bohemya’nın Alman gençliği de Çeklere karşı aynı savaşçı tutumu
takınmıştı. Genç Çek milliyetçileri de Alman milliyetçilerine karşı aynı tavrı
almışlardı. Bu tip güdüler için fevkalade kadirbilir ve elverişli bir obje ise
her zaman Yahudiler olmuştur. Gerçekten de 1914 öncesi Avrupa’sında, yukarıda
anlatılmış anti-liberal ve milliyetçi kitle hareketlerinde, Yahudi sorunu
olağanüstü bir rol oynamıştır. Rus lümpen proletaryası yanı sıra, Orta Avrupa’nın
belirli entelektüel ve küçük burjuva
çevreleri de kendilerinin Yahudilere karşı kışkırtılmasından büyük bir zevk
almaktaydılar.
“Safkan Ruslar”
örgütü esas itibariyle Yahudi kışkırtmacılığı ile yaşıyordu. Lueger, Sosyal
Hıristiyan Partisi’ni Yahudi aleyhtarı propaganda üzerine kurmuştu. Saray vaizi
Stoecker, Berlin’de monarşik ve Hıristiyan bir kitle hareketini oluşturmak
istediğinde, Yahudilere saldırmıştır. Fransız milliyetçiliği de keskin bir
Yahudi aleyhtarlığından beslenmiştir. Fransa’da Yahudi Dreyfus’un suçluluğu
çevresinde fır dönen partiler arası yoğun tartışmalar da bu gelişmeyi ayrıca
körüklemiştir. Daha Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’nın 6 ülkesinin 4’ünde
anti-liberal, milliyetçi kitle hareketlerinin Yahudi aleyhtarlığı ile bu sıkı
fıkı bağlantısı doğrusu düşündürücüdür.
Bu arada, Avusturya’da
Alman milliyetçileri ile Sosyal Hıristiyanlar Yahudi düşmanlığından düpedüz
yarışa kalkışmışlardır. Buna karşılık, Macaristan’da 1914 öncesinde Yahudi
düşmanlığına rastlanmaz. Budapeşte’nin zengin Yahudileri, yönetici oligarşinin
yakın dostları olmuşlardı. Yahudilerin sayısının pek kayıtlı kaldığı İtalya’da
ise Yahudi aileler modern emperyalizmin en aktif güçlerinden birisiydiler. İtalya’da
olduğu gibi İngiltere’de de bir Yahudi aleyhtarlığı söz konusu değildi.
Devlet biçimine
gelince: Rusya’da, Avusturya-Macaristan’da ve Almanya’da, bütün karşı-devrimci
kitle hareketleri, mevcut otoriter monarşinin ve onun tüm ülküsel değerlerinin
korunmasından yana çıktılar. Fransa’da sağ, antidemokratikti, Cumhuriyete ancak
kaçınılmaz bir yük olarak katlanıyordu ve milliyetçilik hareketinin en aşırı
grupları bir devlet darbesini, ardından da ya bir askeri diktayı ya da
monarşinin geri gelmesini istiyorlardı. İtalya’da anayasa sorunu 1914 savaşı
öncesinde bir türlü aktüel olamamıştır. İngiltere’de işçilerin geniş kitlesi ve
orta tabakalar mutlaka parlamenter düzeni
istiyorlardı. Dikta düşünceleri ile oynamaya kalkışan her siyasal örgüt derhal
yok olmaya mahkûmdu. Bu nedenle, Muhafazakâr Parti, parlamenter çerçevede
kendini kabul ettirmek zorundaydı. Disraeil ve Chamberlain gibi adamlar,
seçimlerde çoğunluğu elde etmiş olmanın gururu içindeydiler.
Görüldüğü gibi, bugün
faşist diye adlandırılan ideoloji, Avrupa’da Dünya Savaşı öncesinde de mevcuttu
ve kitleler üzerinde de büyük bir etkisi vardı. Ama yine de, tek bir ülkeyi
dışta bırakacak olursak, bugünkü faşizm için pek karakteristik olan o kendine
özgü hücum kıtası taktiği eksikti. Biricik istisna Çarlık Rusyası’ndaki “Kara
Birlikler” ve onların Pogrom harekâtının etkinliği olmuştur.
Aslında, faşizmin
hücum kıtası taktiği son kertede ilginç bir toplumsal tezahürdür. Siyasal
mantığa tümüyle ters düşer gibidir. Gerçi hâkim sınıfın, baskı ve sömürüsü
altındaki kitlelere karşı giriştiği kaba kuvvet eylemleri uygarlaşmış
insanlığın tarihi kadar eskidir. Özellikle Avrupa’nın kapitalist sınıfı,
sosyalizmin hatta halkçı bir demokrasinin iktidarlarını tehdit ettiği anda en
gaddar zorbalığa ve kitlesel kan dökme eylemlerine başvurmaktan hiç
çekinmemiştir.
Nitekim Fransız
kapitalist sınıfı, 1848’de ve 1871’de Paris işçilerini düpedüz bir kitle
katliamına tabi tutmuştur. Öte yandan, Bismarck da 1878’den 1890’a dek Alman
işçi sınıfını “Sosyalistler Yasası”nın prangasına vurmuştur.
Egemen sınıfın, kendi
devleti içinde iktidarını kendi devlet aygıtı eliyle yürütmesi aslında doğaldı.
Nihayet devlet, bu amaçlar için vardı. Hükümet, polis ve adliye örgütü, devrime
karşı elbirliği ile mücadele edecek; eğer bu yetmezse, ordu imdada
çağrılacaktı.
Darda kaldığı zaman,
egemen sınıf, devlet iktidarını gönüllüler veya ücretliler eliyle
güçlendirebilir. Ama devrime karşı bütün
silahları ve yasaları ile mücadele eden, yine de doğrudan doğruya kamusal
devlet iktidarıdır. Baskı altına alınmış kitleler zayıf oldukça, egemen sınıfa
ve onun devlet gücüne karşı direnemezler. Güçlü olduklarını hissettikleri anda
onlar da silaha sarılırlar ve iç savaş başlar. Halkın başkaldırısı devlet
aygıtının fonksiyonlarını işlevsiz hale getirir. Her iki tarafta silaha sarılır
ve kesin sonuç alınıncaya kadar çarpışılır. Bunlar, 17. yüzyılın İngiliz
Devrimi’nden, 18. yüzyılın Fransız Devrimi’nden ve 20. yüzyılın Rus Devrimi’nden
pekiyi tanıyıp bildiği gerçeklerdir.
Faşizmde, hücum
kıtaları, siyasi çatışmanın alışılagelmiş şemasına uymamaktadır. Hücum
kıtalarının varlığı, devlette bir barışın mevcut olmadığını gösterir. Ama öte
yandan, ortada açık bir iç savaş da yoktur. Zira hükümetin muhalifleri, gerçi hâkim
güçler indinde sevimsizdirler ama bunlar bir başkaldırı ile iktidar sorununu
gündeme getirecek kadar güçlü de değildirler. Hükümet ve egemen kesimler,
muhalefete karşı, alışılmış, olağan devlet gücünü seferber etmezler, halkın
arasından gönüllü toplulukları kullanırlar. Bunlar, sevimsizleşmiş bütün
insanlara saldırır, bir vahşet ve dehşet dalgası yayarlar. Amaç, muhalefeti bu
dalgaların içinde bağlamaktır. Bu vurucu güçlerin eylemleri, ülkenin
yürürlükteki yasalarına kesinlikle aykırı düşerler. Öyle ki, aslında,
yürürlükteki hukuka göre, hücum kıtalarının mahkemede yargılanmaları ve
cezaevine gönderilmeleri gerekir. Oysa başlarına hiçbir şey gelmez bunların.
Hüküm giydiklerinde, bu hüküm sadece göstermelik kalır; ya cezalarını çekmezler
ya da hemencecik affedilirler. Egemen sınıf da bu kahramanlara sempatisini ve
minnettarlığını her fırsatta gösterir.
Acaba böyle bir
siyasal hücum kıtası eylemi hangi şartlar altında gerçekleşebilir? Bugün artık
pek yakından tanıdığımız bu tezahürün en açık ve aynı zamanda en önemli
örneğini Avrupa’nın yakın tarihinde 1905
Ekim’i Rusya’sında “Kara Yüzlerin” pogromları verir. Birinci şart, normal
devlet iktidarının kökünden sarsılmasıdır. Genellikle, egemen sınıf,
yönetenlerin otoritesini güçlendirebilmek için elinden gelen her şeyi yapar.
Devlet, hâkim görüşe bakılırsa, kamunun, kamu yararının cisimleşmesidir. Adliye
ise tarafsız adaletin tezahürü devlet ve onun makamları önünde saygı ve
yasaların gücüne inanç, egemen sınıfın elinde en etkili silahtır. Ancak devrim
depreminin bir ülkeyi kökünden sarstığı ve egemen sınıf ile yöneticilerini yasa
ve polis eliyle söz geçiremez duruma düşürdüğü anda başka araçlar, gereçler
aranır.
Resmi makamlar ve
hükümet; devrimcilere, demokratlara, sosyalistlere veya Yahudilere karşı
doğrudan doğruya saldırıya geçmekten kaçınırlar. Ama günün birinde, “halkın
öfkesi” uyanır. Allah’a, Kaisere ve anavatana inanan “namuslu halk adamı” ayağa
kalkar, o “alçak devrimcileri” parçalar ve “hukukun otoritesini, üstünlüğünü”
yeniden gerçekleştirir. Aslında eğer bu halk öfkesi gerçekten mevcut olsa,
ortaya herhangi bir kriz de çıkmış olmazdı. Bu nedenle, milliyetçi kitlelerin
öfkesi, hiç yoktan “imal” edilmelidir.
Ekim 1905’de, Rus
hükümeti, polislerine ve Kazaklarına Yahudileri ve sosyalistleri topluca
katletmek emrini vermeye cesaret edemezdi. Çünkü 1905 devrimci akımı muazzam
dalgalar halinde büyümekteydi. Bu durumda, polis yardımıyla, bir milliyetçi,
anti-liberal ve Yahudi aleyhtarı halk hareketi oluşturuldu ve işte bu hücum
kıtası, Yahudiler ve devrimciler üzerine salıverildi. Böylece bir çeşit iş
bölümü ortaya çıktı: Çarın hükümeti pogrom kahramanlarının utanç verici
eylemlerinden resmen sorumlu değildi. Bazı valiler ve polis müdürleri ikiyüzlü
bir tavırla “Kara Yüzler”den yana çıkmıyorlardı, böylelikle, hiç değilse
yabancı ülkelere ve kamuya karşı belirli bir mesafe korunabiliyordu. Öte yandan
pogrom yöntemlerini duymak bile istemeyen
bir sürü namuslu konservatif Çar yanlısı kişiler vardı. Hatta pogromlara karşı
kesin bir tavır alan memurlar ve bakanlar bile mevcuttu.
Aslında bunda
yadırganacak bir husus yoktur. Egemen sınıfın hücum kıtalarını ve onların
yöntemlerini tümüyle doğru bulması hiç de zorunlu değildir. Hatta genellikle
düşünce ayrılıkları mevcut olacaktır. Burjuvazinin liberal çizgisi ve bir bölük
bağnaz muhafazakâr, hücum kıtalarını ve faşizmin yöntemlerini mahkûm
edeceklerdir. Gelgelelim, işçi sınıfının, kendisini bu gibi düşünce
ayrılıklarına kaptırması en vahim yanılgı olurdu. Aralarındaki bütün taktik
ayrımlarına rağmen, faşist hücum kıtaları, kapitalistlerin veya feodal beylerin
etidir, kemiğidir, kanıdır. Böyle zamanlarda devlet içinde kapitalistlerden,
faşistlerden ve demokratik sosyalistlerden oluşan üç gücün mevcut olduğu
iddiası doğru değildir. Bir devlette her zaman iki güç vardır: Bir yanda
kapitalistler ve faşistler, öte yanda demokratlar ve sosyalistler. Küçük
burjuva faşizmi teorisinin en tehlikeli münasebetsizliği, bu yalın gerçekliği
işçi sınıfının gözleri önünden kaçırmasıdır. Gerçekten de, bu teoriye bakılırsa
dünyanın görünüşü şöyledir: En başta topluma hâkim olan kapitalistler. Sonra
faşist küçük burjuva muhalefeti. Nihayet proleter, sosyalist muhalefet. Böyle
bir üçlü ayrım kabul edildiği takdirde, artık her türlü hokkabazlık ve
cambazlık da mümkün olur. Örneğin, egemen sermayeye karşı sosyalistlerle
faşistler koalisyonu! Faşistlere karşı sosyalist liberaller koalisyonu! Ya da
başkaca sabun köpükleri! Bu tür hayaller, safsatalar Almanya’nın, İtalya’nın ve
daha başka ülkelerin proletaryasının başına en büyük felaketleri getirmiştir.
Troçki 1909 yılında
1905 Ekim’inin Pogrom harekâtı hakkında şunları yazıyordu:
“Rus hükümeti bu
haçlı seferi için kıtalarını bütün meyhanelerden ve batakhanelerden toparladı.
Bu hücum kıtalarında kimler yoktu ki, Hırdavatçı, hane berduş, meyhaneci,
hizmetçi, polis hafiyesi, hırsız, haydut, küçük zanaatkâr, kerhane kapıcısı ve
belki de daha dün köyünü terk edip kentin makine gürültüsünden bunalmış, ruhu
karanlık ve midesi aç Muschik!”
Rus-Japon Savaşı’nın
başında, sefil yığınların bu türden harekâtını polis düzenlemekteydi. O zaman
bu yığınlar hükümetin savaş politikasını desteklemek üzere sokaklarda
milliyetçilik gösterileri yapmaktaydı. Troçki şöyle devam ediyor:
“Bu
andan itibaren, toplumun bütün bu molozlarının organize edilişi müthiş bir hız
kazandı. Pogroma katılanlar kitlesi (eğer burada bir kitleden söz edilirse) az
veya çok tesadüfî bir nitelik taşısa bile, bu kıtanın çekirdeği yine de ordu
örnek alınarak eğitilmiş ve organize edilmişti. Bu çekirdek, yukarıdan parolayı
alıp aşağıya aktarıyor ve aynı zamanda düzenlenecek kanlı eylemin zamanını ve
kapsamını da saptıyordu.”
Burada, Rus Pogrom ve
“Kara Yüzler” hareketinin, faşizm tarihi açısından önem taşır niteliklerini
göstermek yeter.
Eylemin hazırlanması
için ilgili yerde Kara Yüzler’in bir gazetesi yayımlanır. Kısa bir süre sonra
yabancı kentlerden gelmiş meslek adamları gazetede boy gösterirler. Ardından da
gerekli söylentiler yayılır: “Yahudiler Hıristiyanlar üzerinde bir gece yarısı
baskını planlamaktalar. Sosyalistler kilisenin kutsallığını ihlal ettiler.
Öğrenciler bir Kaiser portresini paramparça ettiler:” Sonra evleri yağma
edilecek kişileri gösteren bir aforoz listesi çıkarılır. Kararlaştırılmış
günde, “Kara Yüzler” önce kilisede ibadet için toplanırlar. Arkadan, dalgalanan
ulusal bayraklar ormanı gelir. Bir askeri bando durmadan milliyetçi marşlar
çalar. Yavaş yavaş ilk pencere camları kırılır ve yoldan gelip geçenlere
sövülür. Derken, Sosyalistler veya Yahudiler tarafından barışsever milliyetçi göstericiler üzerine birtakım silahlar
patlatılır! İntikam naraları yeri göğü kaplar. Artık hareket, yağma, yaralama,
öldürme yolu açılmıştır.
Polis olay yerindedir
ama pasif seyirci kalır. Gelgelelim, hele bir Yahudiler ya da Sosyalist
işçiler, örgütlü bir direnişe kalkışsınlar. İşte o zaman vay onların haline!
Polis ve gereğinde ordu derhal müdahale eder. Proletaryanın meşru müdafaası
hunharca kırılır. Pogroma gelince; onun seferine devam vizesi verilir.
1905 sonbaharında “Kara
Birlikler”, 100 Rus kentinde, bütün öteki cürümler bir yana, 4000 cinayet
işlemişlerdir. Dış kapsamı itibariyle, “Safkan Rusların” bu hareketi, günümüzde
Kara Gömleklilerle Kahverengi Gömleklilerin yeni eylemleriyle boy ölçüşebilir.
Devrimci gerilimin en
yüksek kertesine çıktığı zamanda, Rusya’da milyonlarca işçi grev yapar,
köylüler isyan eder, askerler ve bahriyeliler ayaklanırken, yoksul halk
kesimleri içinden yüz binlerce insan pekâlâ karşı devrimin hücum kıtalarında
toplanabiliyordu. Yahudi nefreti, gözü dönmüş şoven milliyetçilik, rüşvet ve
içki, bu küçük burjuva ve lümpen proletarya yığınlarını ve arada sırada da
gerçek işçileri bir araya getirmeye yetiyordu.
Ceza görmeksizin
çalıp yağma etme olanağı, meslekten hırsızları sürüler halinde hücum kıtalarına
sevk etmekteydi. Ama bunun yanı sıra, bütün yoksullaşmış ve perişan olmuş
insanları hücum kıtalarına katılmaya iteleyen bir başka psikolojik olgu daha
mevcuttu. Bu insanlar, resmen göz yumulan faşist hücum kıtalarının üyeleri
sıfatıyla, bir anda, hiçliklerinden, boşluklarından kurtulup hemcinslerinin
kaderlerine hâkim oluvermiş güçlü yaratıklar katına çıkıvermekteydiler. Troçki,
son derece keskin bir psikolojik bakış açısıyla, bu noktaya da dokunur:
“Baldırı çıplak
hükmeder artık. Daha bir saat önce polis ve açlık tarafından kovalanan çaresiz
bir kitle, şimdi kendisini hiç kayıtlanmaya bağlı olmayan bir despot gibi
görür. O her şeyi yapmaya izinlidir. İyilik ve şeref, yaşam ve ölüm üzerinde
söz sahibidir. Canı isterse, yaşlı bir kadını bir piyano ile birlikte üçüncü
katın penceresinden kaldırım taşına fırlatıp atabilir. Minik bir bebeğin
başında bir sandalye kırıp parçalayabilir. Herkesin gözü önünde küçük bir kızın
ırzına geçebilir. İçki ve öfke ile kudurtulmuş beynin düşünebileceği
işkencelerin herhangi bir çeşidini uygulamaktan onu alıkoyabilecek hiçbir güç
yoktur. O her şeyi yapabilir. Allah Çar’ı korusun!”
Karşı-devrim, Rusya’da
zafere ulaştığında, artık Pogromlara da gerek kalmamıştı. Egemen güçler, düzene
ve hukuka geri döndüler.
Rus deneyi bize şu
önemli dersi veriyor: Hayatını ancak hücum kıtalarının terörü sayesinde
kurtarabilmiş bir hükümet ya da sistem, eninde sonunda ölüme mahkûmdur. Hak ve
hukuk gibi ana kavramların Pogromlar ve hücum kıtaları tarafından yapıldığı
gibi darmadağın edilmesini hiçbir halk unutamaz. Gelecek devrim dalgası,
intikamı ve çöküşü beraberinde getirir. 1905’in kanlı sonbaharından sonra Çar
II. Nikola “Tanrı iradesiyle bütün Rusların Çar’ı” değildi artık. O, şimdi
sadece “Kara Yüzlerin” koparılasıca pis kellesi olmuştu. Nitekim onun sevgili
Pogrom kahramanlarının gücü kendisini kurtarmaya yetmedi.
1914 öncesinde Rusya
dışında hiçbir güçlü Avrupa ülkesinde devlet otoritesi, milliyetçi ve anti-liberal
hareketlerin terörist hücum kıtalarında toplanıp birikmesine yol açacak ölçüde
sarsılıp dağılmamıştır. Ancak Dünya Savaşı’nın sonuçları ve Avrupa’yı mengeneye
sokup kıskıvrak bağlayan genel sosyal krizdir ki, Pogrom yöntemlerine yeni bir
geçerlilik ve genişlik kazandırabilmiştir.
Otto Bauer
1918 devrimci hareketlerinin ardından gelen
karşı-devrimci hareketlerin tümünün faşizmin belirgin karakteristiklerini
taşıdığını söyleyemeyiz. Polonya’da, demokrasiyi Piludski’nin askeri diktası
izledi. Yugoslavya’da, demokratik rejimin yerine, antik hanedancı-askeri mutlakıyet
rejimi geçti. Yalnız, 1919 Macar karşı-devrim hareketinin “Uyanan Macarları”
ile Bulgar Zankoff hükümetinin köylü partisinin ve işçilerin üzerine
saldırttığı terör grupları, faşist hücum kıtalarını andırıyorlardı. Ne var ki,
bu iki ülkede de, kısa bir süre sonra iktidar yine antik oligarşinin eline
geçti. Despotik rejimin yeni faşist
biçimi, ilkin İtalya’da ve Almanya’da boy göstermiştir. Günümüzde ise, faşizm
artık kapitalist sınıfın yeni keşfedilmiş dikta biçimidir. Yöntemleri de
değişik kökenli karşı-devrim hükümetlerinin yöntemlerini taklit eder.
Faşizm, birbirine
sımsıkı bağlı üç sosyal sürecin sonucudur. Bir kere, savaş, bu savaşa
katılanların arasından geniş kitleleri burjuva hayatının dışına fırlatıp atmış
ve deklase etmiştir. Burjuva kazanç ve hayat tarzına geri dönmekten aciz ve
savaş sırasında edinilmiş yaşama alışkanlıklarına ve ideolojilere bağlı kalmış
bu deklase yığınlar, savaş sonrasında milliyetçi, antidemokratik askeri bir
ideoloji eşliğinde faşist milisleri ve halkçı savaş birliklerini
oluşturmuşlardır.
İkincisi, savaş
sonrası ekonomik krizler, geniş küçük burjuva ve köylü yığınlarını yoksulluğa
itmiştir. Bu yoksul ve kızgın yığınlar, o zamana dek peşinden gittikleri
burjuva-demokratik kitle partilerinden kopmuşlar ve demokrasiye karşı yılgınlık
ve kızgınlık duygularıyla, askeri-milliyetçi milislerin ve hücum kıtalarının
çevresinde toplanmışlardır.
Üçüncüsü, savaş
sonrasının ekonomik krizleri, aynı zamanda kapitalist sınıfın karlarını da
düşürmüştür. Karı tehlikeye girmiş olan kapitalist sınıf, bu açığını
kapatabilmek için sömürü payını artırmak zorundadır. Bu uğurda, işçi sınıfının
direncini kırmaya da kararlıdır. Yalnız bunu demokrasi kuralları içerisinde
gerçekleştirebileceği konusunda kuşkuludur. Önce işçi sınıfını ürkütebilmek ve
onu savunma siperlerine sokabilmek, ardından da demokrasiyi parçalayabilmek
için, faşist ve halkçı milisler çevresinde yığılmış isyancı küçük burjuva ve
köylü kitlelerini kullanır. Devlet aygıtını, faşist milislere silah sevk etmeye
ve işçi sınıfına karşı girişilen şiddet eylemlerini cezasız bırakmaya zorlar.
Son safhada da, devlet iktidarının faşistlere devredilmesini sağlar.
Birbirine bağlı bu üç sosyal sürece biraz daha yakından
eğilelim:
İtalyan faşist
partisinin hücreleri, savaştan sonra terhis edilmiş yedek subaylardan kuruldu.
Bunlar, uzun yıllar komut vermiş, şimdiyse burjuva hayatında manevi
tatminsizliğe, hiçliğe düşmüş kişilerdi. Bu yedek subaylar çevresinde toplanan
yığınlar ise savaşta görev almış hücum kıtalarının (Arditi’nin) deklase
unsurlarından oluşmuşlardı. Bunlar savaş madalyaları ve savaş naraları ile
koltuk kabartmakta, gelgelelim uğrunda kan döktükleri anavatanda kendilerine
gururlarını okşayacak bir mevki sağlanamamasının kızgınlığını taşımaktaydılar.
Yine eskisi gibi komut vermek, komut almak, üniforma giymek ve uygun adım
yürümek biricik emelleri olmuştu artık. Bu emellerini gerçekleştirmek üzere
hemen bir özel ordu kurmaya koyuldular.
Almanya’da bu kesim
daha da genişti. Versailles Barış Antlaşması, Almanya’yı, muvazzaf subayların
büyük bir bölümünü ordudan çıkarma zorunda bırakmıştı. Bu subaylar, savaş
sonrasında kurulmasına başlanan gönüllü alayların ve hücum kıtalarının yönetici
kesimini oluşturdular. Bu arada, savaş sonrasının siyasi kargaşalıkları da faşist
milislere prestijlerini kurtarma ve hatta yüceltme olanağını verdi.
Faşizm ideolojisinin
ilk tohumları, işte bu hücrelerde atılmıştır. Savaştan kaynaklandığı için her
şeyin üstünde “askeridir” bu ideoloji. Kitlelerin öndere (Führer’e), onun
komuta yetkisine kayıtsız şartsız boyun eğmelerini, sıkı bir disiplini
titizlikle korumalarını ister. Demokrasinin her çeşidine düşmandır; salt
disiplin ve itaate bağlı sayılan kitlelerin kendi kaderlerini kendi başlarına
belirlemeleri hakkına sert bir biçimde karşı çıkar. Barışa, refaha, huzura
yönelik uygarlıkçı burjuva eğilimlerini yerin dibine batırır ve bu eğilimlerin
karşısına savaşçı, kahramanlığı öne çıkaran bir yaşam ülküsü ikame eder. Savaşın şaha kaldırdığı
milliyetçiliğe bütün hayatı sarıp sarmalatır. Halk kitlelerini, müttefikler
tarafından kazıklanmış İtalyan liberal hükümetine ve muzaffer güçlerin
diktasına haysiyetsizce boyun eğmiş Alman Cumhuriyet hükümetine karşı
kışkırtmaya çalışır. Tipik bir küçük burjuva dünya görüşü ile hem büyük
sermayeye hem de proletaryaya karşı tavır alır. Subay, vurguncudan ve harp
zengininden nefret eder ve işçiyi horlar, hiçe sayar. Tabii aslında bu
antikapitalizm gösterisi, sadece savaş ve enflasyon döneminin asalak sermaye
unsurlarını boy hedefi yapar. Subay, vurguncudan nefret eder ama harp
sanayisini takdir eder. Kapkaççı sermayeden nefret ettiği ölçüde yaratıcı
sermayeye hayrandır. Buna karşılık, İtalya’da savaşa karşı çıkmış ve bu yüzden
de savaş sonrasında büyük bir sıçrayışla güçlenmiş olan, Almanya’da yenilgiden
sonra iktidara gelmiş ve bu nedenle de muzaffer güçlerin bir ajanı sayılmış
olan proleter sosyalizmin en amansız düşmanıdır. Sosyalizmin kitleleri en fazla
kendine çektiği dönemde, “nasyonal sosyalizm” ülküsünü proleter sosyalizmin
karşısına çıkarır. Nasyonal sosyalizmin, savaşın sonuçlarından yalnız
proletaryanın egoistçe yararlanması anlamına gelmeyip, bütün ferdi
çıkarcılıklarını toplumun genel çıkarına tabi kılınması, bütün ekonomik ve
sosyal güçlerin de dış düşmana karşı kendisini kabul ettirmesi anlamına geldiğini
ileri sürer. Milliyetçiliğini burjuva karşıtı fikirlerle besler: Batı burjuva
demokrasisinin en zengin ve en güçlü kapitalist sınıfların hâkimiyetinden başka
bir şey olmadığı iddiasını ortaya atar.
Ona göre, “en büyük
proleter” olan İtalya, İngiliz, Fransız ve Amerikan kapitalistleri tarafından
kazıklanmıştır. Alman halkı ise, Batı demokrasilerinin ardına sinen ve Alman
demokrasisini bir gereç olarak kullanan milletlerarası ve Yahudi büyük finans
kapital tarafından haraca kesilmiştir. Sözün
kısası: Demokrasiye karşı açtığı cihadı halk kitlelerine, burjuvazinin sınıfsal
hâkimiyetine karşı yürütülen bir savaş diye, kapitalistlere proletaryanın avam
iktidarına karşı yürütülen bir savaş diye, milli “Intelligentsia’’ya da dış
düşmana karşı bütün milli güçlerin kaynaştırılması mücadelesi diye sunup
yutturur.
Şu var ki, faşizm
ideolojisinin ilk temsilcileri olan askeri hücum kıtalarının gerçek bir güç ve
etkinlik kazanmaları, daha geniş kitleleri kendi saflarına katabilmelerine
bağlıydı. Savaştan kaynaklanmış faşist ideolojiyi benimseyerek askeri hücum
kıtalarının eylemine güç katan sosyal kesim ise, aydınlar kesimi olmuştur.
İtalya’da ve Almanya’da
parlamenter demokrasi pek gençti. Gerçi İtalya’da parlamenter hükümet biçimi
eskiydi ama parlamentonun genel ve eşit oy hakkı esasına uygun yolda seçilmesi
ancak 1913 yılında gerçekleşebilmişti. Almanya’da ise genel ve eşit oy esası ta
eskiden beri geçerliydi. Ama burada da hükümetin parlamento tarafından
denetlenmesi için 1918 yılını beklemek gerekmiştir. Her iki ülkede de aydınlar
genç demokrasiden derin bir hayal kırıklığına uğramışlardı. Onlar, demokrasiyi
hem bir üstü örtülü plütokrasi olarak, hem de bütün kapitalist toplumlardaki
yığınlar gibi cahil, kaba, heyecanlandığında şiddet eylemlerine girişmeye eğilimli
yığınların iktidarı olarak görüyorlardı. Kendileri, paranın değerini yitirmesi
üzerine ve ekonomik bunalımlar sonucunda yoksulluğa ve hiçliğe itilmiş kişiler
olarak, birdenbire bakanlık koltuğuna oturuveren proletaryanın sonradan
görmüşlüğüne fena halde içerliyorlardı. Kitlelerin baskısı altında kamuoyuna hâkim
olmuş sosyal ve politik sorunlar karşısında aval aval bakıp duruyorlardı. Ama
aydınları genç demokrasiye karşı çıkaran asıl faktör, savaşın şaha kaldırmış
olduğu milliyetçilik duygularıydı.
Dünya Savaşı patladığında İtalya ilkin tarafsız kaldı.
Aylar boyu, İtalyan burjuvazisi içinde, İtalya’nın savaşa girip girmemesi
konusunda amansız bir mücadele yürütüldü. Sosyalistler, Katolikler, Giolitti
tarafından yönetilen liberal burjuvazi ve bütün bu güçlerin desteği ile
parlamentonun çoğunluğu, İtalya’nın tarafsızlığının korunması uğrunda mücadele
verdi. Buna karşılık, ağır sanayinin ve büyük toprak mülkiyetinin kanatları
altında tutulan ve Risergimento geleneği içinde eğitilmiş aydınlar güdümünde
bulunan milliyetçi kitleler, Avusturya’ya karşı savaş çığlıkları atıp
duruyorlardı. Hükümetin ve parlamento çoğunluğunun iradesine rağmen, bu kitle
hareketi, eninde sonunda İtalya’nın savaşa girmesini sağladı.
Savaşa girmiş bütün
öteki ülkelerde, halk kitleleri, anavatanın düşman istilasına uğraması yüzünden
kaçınılmaz şekilde savaşa girildiğini sanadursunlar, İtalya’da savaş kararı,
serbest bir tercihin sonucu olarak gözüktü.
İşte bu olgu, İtalya’nın
savaş sonrası gelişimini önemli ölçüde etkilemiştir. Sosyalistler savaşa karşı
çıkmış olduğu için, halk kitleleri savaşın ıstıraplarını çektikten sonra akın
akın sosyalizme yöneldiler. Savaş sonrasının ilk yıllarında İtalyan halk
kitleleri arasında azametli bir devrimci sosyalist fırtına esmeye başladı. Ama
öte yandan piyasada bir de İtalya’yı 1915’de savaşa zorlayan müdahaleciler
vardı. Bunlar, daha 1915’de liberallere, Katoliklere ve sosyalistlere karşı
mücadele etmişlerdi. Daha o zaman hem o savaş ürkeği liberal ticaret
burjuvazisiyle, hem de sadece kitlelerin uyuşuk huzurunu düşünen sosyalistlerle
çatışmış ve bu tarafsızlara karşı kahramanlığı öne çıkaran bir yaşam
felsefesiyle harekete geçmişlerdi. Yine o zaman, savaşa karşı direnen
parlamentoya da boyun eğdirebilmişlerdi. Hücum kıtaları daha o zamanlar savaşa
girme kararını sokakta kotarmışlardı. İşte bu müdahaleci aydınlar, savaştan sonra da,
faşistlerin hücum kıtaları çevresinde yığılan kadrolarını oluşturacaklardı.
Almanya, kendisini
çepeçevre kuşatan düşmanlara karşı amansız silahlı çatışmalarda uzun bir süre
sapasağlam ayakta kalabilmişti. Ama sonunda yine de kendisinden güçlüye boyun
eğdi. Bu yenilgiden de Cumhuriyeti kuracak olan devrim fışkırdı. Bu Cumhuriyet,
en acı darlık döneminde kurulmuştu. Muzaffer güçlerin taşkınlıklarına karşı
çaresizdi, ağır harp tazminatları üstlenmişti ve bunalımdan bunalıma
sürükleniyordu.
Milliyetçi aydınlar,
Alman milletinin bu haysiyetsiz durumuna karşı huzursuzlaşmaya başlamıştı.
Savaşa son veren devrim değil miydi? Bu olgu, Alman ordusunun direnme gücünü
kıran şeyin, sadece ve sadece ona sırtından saplanan hançer olduğunu
kanıtlamıyor muydu? Hükümet edenler, savaş sonucu yitirilen değerlerin
azametini ve haşmetini kavramaktan aciz kalan ve o haince hançer darbesini gerçekleştiren
proleterler değil miydi? Salt milletin yenilgisi sayesinde başa geçebilmiş bu
sonradan görmeler, vatanı düşmana satmamışlar mıydı? Prusya-Hohenzoller
geleneği ile eğitilmiş aydınları oluk oluk halkçı hücum kıtalarına iteleyen
Alman milliyetçiliğini, savaş yenilgisinin sonuçlarını işte bu tip sorularla
pompalayıp şişiriyordu.
Milliyetçi aydınlar,
militarist-faşist-halkçı hücum kıtaları ile geniş küçük burjuva ve köylü
kitleleri arasında bir transmisyon aracı olmuşlardı. Ama geniş küçük burjuva ve
köylü kitlelerini burjuva-demokratik kitle partilerinden koparıp faşizmin
saflarına katabilmek için bunun ötesinde bir de ağır ekonomik ve sosyal
sarsıntıların gerçekleşmesi gerekiyordu.
Savaşa katılmış
devletlerin savaştan sonraki ekonomik ve sosyal gelişmelerini belirleyen
faktör, enflasyon olmuştur. Paranın değerini büyük bir süratle yitirmesiyle
küçük burjuvaların tasarrufları büzülüp
küçülmüş, küçük tacirlerin ve zanaatkârların işletme sermayesi eriyip gitmiş,
küçük burjuvazinin geniş kesimleri yoksulluğa itilmişti. Paranın değerini
yitirmesi, aynı zamanda giderek kızışan ücret kavgalarına, bu kavgalar da ikide
birde taşıt araçlarının ve kamu işletmelerinin felce uğramasına yol açıyordu.
Bu arada, kendi başına para değerinin düşmesiyle baş edemeyen küçük burjuvazi
de sermaye ile emek arasındaki kavgaya içerledikçe içerliyordu. Toplumun küçük
burjuva katları, işçi sınıfının aslında paranın değerini yitirmesinin “sonucu”
olarak büyük zorlukla sağladığı ücret artışlarını, paranın değerini
yitirmesinin “nedeni” olarak görüyordu. İşçi sınıfının ikide birde ücret
artışlarıyla kendisini paranın değer düşüşüne karşı koruyabilirken, küçük
burjuva kesiminin gelirini bu düşüş ölçüsünde bir türlü artıramayışı bu kesimi
hiddetten köpürtüyordu. Yaşam seviyesinin işçi sınıfının yaşam seviyesi altına
inişini ve mili gelir dağılışının kendi zararına altüst olduğunu acıyla
izliyordu küçük burjuvazi... Enflasyon vurguncularına kötü gözle bakıyor, ama isyankâr
işçi sınıfından da düpedüz nefret ediyordu.
1919 yılında İtalya’yı
büyük bir grev fırtınası kasıp kavuşmuş ve işçiler işverenlerden önemli
tavizler koparmışlardı. Bu grev dalgası, 1920 Ağustos’undaki silahlı fabrika
işgalinde doruk noktasına ulaştı. Giolitti’nin liberal hükümeti, sanayi
işçilerini olduğu kadar tarım işçilerini de kucaklayan bu kitle hareketine
karşı devlet kuvvetlerini çıkarmaya cesaret edemiyordu. Hükümetin bütün
çabaları bu kitle hareketini müzakereler, anlaşmalar, uzlaşmalar, tavizler
yoluyla törpüleyip yumuşatma amacına yönelikti. Parti çekişmeleriyle bölünmüş
olan parlamento ise, sağlam ve güçlü bir hükümeti oluşturamamakta, ivedi çözüm
bekleyen ekonomik meselelerin hiçbirisinin üstesinden gelememekteydi. Bu
gelişmeler karşısında, İtalyan küçük burjuvazisinin geniş bölükleri, demokrasiden soğuyup uzaklaşmaya başladı.
Bunların inancına göre, ancak çelik bir önder iradesi, proletaryayı itaate
zorlayabilir, ekonomik yaşamı altüst eden kıyasıya sınıf kavgalarına ve
partilerin kısır çekişmelerine son verebilir, kökünden sarsılmış ekonomiyi
yeniden işler duruma getirebilirdi.
Almanya’da da faşist
halk hareketi, daha savaş sonrasının ilk yıllarında oluşmuş, enflasyon
dönemindeyse basbayağı güçlenmiştir. 1923 yılında, Ruhr Savaşı, milliyetçi duyguları körüklediğinde, paranın
değerini büsbütün yitirmesi halk kitlelerini yoksullaştırdığında ve nihayet
halkçı askeri birlikler Bavyera’nın kuzey sınırlarında yürüyüşe geçip Berlin
üzerine de yürüme tehdidini savurduğunda, Almanya, halkçı bir faşizmin eline
düşme tehlikesine çoktan girmiş bulunuyordu. Ne var ki, burjuva demokrasisi,
faşizmin saldırısını uzun süre başarıyla püskürtebildi. Ruhr Savaşı, muzaffer
güçlere karşı direnişin ne denli anlamsız olduğunu kanıtlamıştı. Alman
yurttaşları o zamanlar, Alman markını güçlendirebilmek, harp tazminatlarında
makul bir anlaşmaya varabilmek ve özellikle Alman işletmelerinin yeniden
kurulabilmesinin gerektirdiği kredileri elde edebilmek için sermayesi güçlü
Batılı devletlerin yardımına muhtaçtılar. Bu yüzden, o zamanlar bir
milliyetçi-faşist macerayı pek göze alamıyorlardı. Markın güçlenmesinden, Alman
mallarının fiyatlarındaki süratli artıştan ve dış kredilerin dalga dalga
akışından sonra halkçı akım büsbütün duruldu. Küçük burjuvalar ve köylüler yine
demokratik partilerin izine düştüler. Bu dönemde Hitler’in Nasyonal Sosyalist
Partisi etkisiz bir topluluktan ibaretti. Gelgelelim, 1929 krizi patlar
patlamaz, halkçı faşizm de yeniden boy göstermeye başladı. Küçük burjuvalar ve
köylüler kendilerini ekonomik bunalımın yol açtığı yoksulluğa karşı korumaktan
aciz demokrasiye sırt çevirip nasyonal sosyalistlere akın akın katılmaya koyuldular.
Ne var ki, başlangıçta sadece küçük burjuvaların ve köylülerin
kitle hareketi olarak beliren faşizmin iktidara gelmesi, doğrudan doğruya
kapitalist sınıfın bu faşist hareketi işçi sınıfını ezmek için bir maşa olarak
kullanma kararını alması üzerine gerçekleşmiştir.
İtalya’ya gelince:
Savaş sonrasının ilk iki yılında, İtalya, gerçek bir tarım devrimi yaşadı.
Büyük toprak sahiplerine karşı girişilen hareketler, İtalya’nın tarım düzenini
baştan aşağı değiştirdi. Büyük toprak sahibinin, kiracısının devşirdiği
ürünlerin üçte ikisi üzerindeki (Terzeria) hakkı bertaraf edildi. Tohum ve
gübrenin büyük toprak sahipleri tarafından verilmesi sağlandı. Kiracılık
hakkına son verilebilmesi, kiracıların da temsil edildiği komisyonların
kararlarına bağlandı. Po Ovası’nın gündelikçileri, ücret zamları ve asgari
çalışma günü kopardılar. Büyük toprak sahiplerinin çiftlikleri işgal edildi.
Hükümet bu oldubittiyi kararnamelerle kabullenip hukukileştirdi. Nihayet, büyük
toprak sahipleri karşı saldırıya geçtiler ve 1921 yılında faşizmi yardıma
çağırdılar. Bir büyük toprak sahibi, faşistleri göreve çağırınca, bunla elde
silah köyü basıyorlar, belediyeyi ortadan kaldırıp kendi saflarından birini
başkan yapıyorlar, gündelikçiler birliğinin konutunu yakıp yıkıyorlar, onların
önderlerini kovup, direnenlerini öldürüyorlardı. İşte bu soy ceza çıkarmaları
ile kırsal alan proletaryasının gücü kırılmış oluyordu.
Büyük toprak
sahiplerinin yaptığı ve yaptırdığı işler şehir burjuvazisi tarafından örnek
alındı. Kısa bir süre sonra, şehirlerde de ceza çıkarmaları boy göstermeye
başladı. Faşistler kentleri basıyor, kızıl belediye başkanlarını istifaya
zorluyor, sendika binalarını tahrip ediyor, işçi liderlerini kovuyor,
öldürüyordu.
Kapitalist sınıf,
artık işçi sınıfının saldırısını püskürtmenin, işçi sınıfını sindirip ezmenin
yolunu yordamını keşfetmişti. Ama devlet
iktidarını faşistlere devretmeyi de henüz düşünmüyordu. Faşistler, şimdilik
sadece işçi sınıfını çökertmenin aleti olarak iş görecekti.
Başkaldıran işçilere
karşı seferber edilen hücum kıtalarının korunması ve silahlandırılması için,
kapitalistler faşistleri bol para ile beslemekteydiler. Ayrıca onlar
devletlerinin faşist eylemlere göz yummasını da sağlamaktaydılar. Daha 1920
Ekiminde, Genelkurmay Başkanı Badoglio, tümen komutanlarına, faşist hareketleri
desteklemelerini buyurmuştu. Faşistler böylece ordudan da silah sağlamaya
başladılar. Onlar, işçilere karşı ceza seferlerine kalktıklarında polis,
çatışmaları önleme bahanesiyle, sırf işçilerin silahlarını müsadere etme ve
onların liderlerini tutuklama amacıyla müdahale etmekteydi. Faşizmin devletin
desteği ile kazandığı zaferler kitleleri, giderek artan ölçülerde faşizme
çekmeye başladı. Kara gömleği sırtına geçiren, ceza seferlerinde hiç ceza
görmeksizin asıp, kesip yakabiliyordu. Buysa, bütün lümpen proletaryayı akın
akın faşizme itmekteydi. Faşist hücum kıtalarının üyeleri, kapitalistlerin ve
büyük toprak sahiplerinin büyük paraları ile bol giyecek ve yiyeceğe
kavuşturulmakta; bu da işsizleri faşizm saflarına katan önemli bir faktör
olmaktaydı. Faşizm zafer yürüyüşündeydi artık. Bu da, bütün sınıfların her
zaman kazananların yanında bitiveren asalak unsurlarını kendisine çeken bir
başka nedendi. Faşist milis, bütün sınıfların deklase unsurlarının yığınağı
olmuştu.
Burjuvaziden
sağladığı yardım sayesinde, artık bu sınıfın basit bir maşası olarak
kalamayacak kadar güç kazanmıştı faşizm. Nitekim iktidara da elini atıverdi.
Burjuvazi için, artık ya faşist özel orduyu zorla hizaya getirmek ve böyle
yapmakla da proletaryayı boyunduruktan kurtarmak ya da faşizme devlet
iktidarını teslim etme şıkları arasında seçme olanağı kalakalmıştı. Bu durumda
burjuvazi, hükümet ve parlamentodaki
temsilcilerini yüzüstü bırakıp devleti faşistlere devretmeyi yeğ tuttu.
Burjuvazinin, faşist
kuvvetleri bir bekçi köpeği olarak kullandığı sermaye-emek savaşı, işçi
sınıfının yenilgisiyle son bulmuş, ne var ki bekçi köpeği şimdi sahibini
parlamentodan ve hükümetten kovabilecek, burjuva partilerini kapatabilecek ve
halkın bütün sınıfları üzerinde diktasını kurabilecek kadar güç kazanmıştı. “Bütün
sınıflar güçsüz, bütün sınıflar sessiz, dipçiğin önünde diz çökmüştü. Savaş yatışmış
görünüyordu.”[32]
Almanya’da da böyle
oldu. Burada da halkçı faşizm daha paranın değerini yitirmesi döneminde
burjuvazi ve onun devleti tarafından korunup desteklendi. Junkerler, Baltık’tan
ve Kuzey Silezya’dan dönen gönüllüleri çiftliklerinde barındırdılar. Ağır
sanayi, halkçı hücum kıtalarını paraca besledi. Devlet de bunlardan “Kara Reich
Ordusu”nu oluşturdu. Hükümet, halkçı hareketten doğup gelişen ruhsal fırtınalar
ve halkçı faşizmin sindirip savunma siperine soktuğu işçi sınıfının
zayıflamasından yararlanarak, Saksonya ve Thüringen’deki işçi hükümetlerini
ortadan kaldırdı ve 8 saatlik iş gününü bertaraf etti. Gelgelelim, sermaye ile
faşizm arasındaki bu çiftleşme, Ruhr Savaşı’nın sona ermesiyle kesildi.
Alman burjuvazisi,
Ruhr Savaşı’nın bitmesinden sonra geniş dış kredilere ve bu yüzden de
uzlaştırıcı bir politikaya muhtaçtı. Bu nedenle, halkçı hareketten elini
eteğini, desteğini çekiverdi. Serpilme döneminde burjuva-demokrat partileri
destekledi. Halk Partisi, demokratik hükümete katıldı. Bu arada Alman
milliyetçileri de demokrasiye sokuldular. Ancak 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı’ndan
sonradır ki kapitalistler ve Junkerler yeniden faşizme yanaşmaya başladılar.
Nasyonal sosyalist hareket, bunalımın yoksullaştırdığı küçük burjuva ve köylü yığınları
kucaklayarak çabuk toparlanmıştı. Bunu gören ağır sanayi ve Junker kesimi, işçi
sınıfını geriletmenin, işçi partilerini ve sendikalarını etkisizleştirmenin,
demokratik kurumların sermayenin sömürü kertesini artırıp kar oranını eski
ölçülere vardırma yoluna koydukları taşların ortadan kaldırılmasının aracını
nasyonal sosyalist harekette gördüler.
Hugenberg
yönetimindeki Alman milliyetçileri Harzburg saflarında Hitler’le birleştiler.
Brüning’i destekleyen burjuva fraksiyonlar, sosyal demokrasinin ve sendikaların
faşist diktadan korkularını iyi değerlendirerek, onlardan Brüning’in kapitalist
diktasını kabullenmelerini sağladılar. Bu arada, milliyetçi hücum kıtalarının
da, işçi sendikalarını ve demokratik güçleri, kapitalist bir diktayı
kabullenmeye sevk etmede önemli katkıları oldu. Bu nedenle, büyük sanayi bu
hücum kıtalarını parayla besledi durdu. Ordu, bürokrasi ve adliye, nasyonal
sosyalist akımın Marksistleri sindirmesinden pek memnun, sokaklarda solcuları
hırpalayan kahverengi terör yığınının sırtını sıvazlamaktaydı.
Yoksa kapitalist
sınıf ve Junkerler nasyonal sosyalist mi olmuşlardı? Asla! Aslında,
kapitalistler, küçük burjuva ve köylü kesimlerle bütün sınıfların deklase
yığınlarının sürüklendiği ve ütopik küçük burjuva antikapitalizminin damgasını
taşıyan bu aşağılık halk hareketine dudak büküyorlardı. Ama tıpkı İtalya’da
Giolitti’nin başkaldıran işçi sınıfını hizaya getirmenin çaresini faşizmde
görmesi gibi, Almanya’da da kapitalistler ve Junkerler, sosyal demokrasinin ve
sendikaların etkinliğini kırmanın, ücretlerin düşürülmesine ve haklarının
bertarafına karşı işçi sınıfının direncini yıkmanın çaresini nasyonal
sosyalizmde görüp buldular. Ne var ki, orada olduğu gibi burada da faşizmin
boynuzu kapitalizmin kulağını geçiverdi. Bir an geldi ki, Almanya’da da
Junkerler ve kapitalistler için faşizmi
yere çalıp toplumdaki kuvvet dengesini yeniden işçi sınıfı yararına kurmak veya
devlet iktidarını faşizme teslim etmekten başka bir üçüncü yol kalmamıştı. Bu
durumda, Hinderburg’un Junkerlerden oluşan yakın çevresi, devlet iktidarını
Hitlere teslim etmeyi tercih etti. Aynen İtalya’da olduğu gibi, burada da
burjuva partilerinin temsilcileri, faşizmi denetimleri altına alabilecekleri
inancıyla ilk faşist hükümete dâhil oldular. Gelgelelim, Alman faşizminin, bir
kere ele geçirilmiş devlet iktidarına dayanarak burjuva partilerini hükümetin
dışına atması, burjuvazinin partilerini ve örgütlerini dağıtması ve totaliter
diktasını kökleştirmesi, İtalya’dakinden de çabuk gerçekleşti. Burada da,
faşist güçler, egemenliklerini bütün sınıflar üzerinde kurmuş olmakla sınıf
kavgasını bitirmiş görünüyorlardı.
Faşizm, varlığını
burjuvazi önünde haklı kılabilmek için, bu sınıfı proletarya devrimine karşı
koruduğunu sık sık hatırlatır. Gerçekten de faşizm, propagandalarıyla
aydınları, küçük burjuvaları ve köylüleri Bolşeviklik öcüsüyle ürkütmeyi pekiyi
becermiştir. Ne var ki, faşizm, aslında burjuvazinin proletarya devrimi tehdidi
altına girdiği anda değil, proletaryanın çoktan zayıf düşmüş ve savunmaya
çekilmiş olduğu, kısacası devrimci dalganın durulmuş bulunduğu bir anda zafere
ulaşmıştır. Kapitalist sınıf ve büyük toprak sahipleri, devlet iktidarını
kapıya dayanmış bir proleter devrimi önlemek için değil de doğrudan doğruya
ücretleri düşürmek, işçi sınıfının kopardığı sosyal hakları onun elinden
alabilmek, sendikaları ve işçi partilerinin siyasal gücünü parçalamak için
faşistlere devretmişlerdir. Sözün özü, faşizm, devrimci sosyalizmi bastırmak
amacıyla değil de, reformist sosyalizmin kopardıklarını geri alabilmek için
iktidara getirilmiştir.
“Aşırıların
(maksimalistlerin) lafazan devrimciliği, olsa olsa sokak lambalarını ve birkaç
polisin kemiklerini tehlikeye sokar. Ama
reformizme gelince iş değişir. Kooperatifleriyle, ücret ve maaş zamlarıyla,
işsizlik sigortasıyla reformizm, çok daha kutsal bir şeyi tehdit eder: Sermayenin
karını... Sabahtan akşama kadar “Bandiera rossa”yı ve “enternasyonal”i şakıyan
aşırı gevezelere karşı kapitalizm kendisini yasalar eliyle pekâlâ koruyabilir.
Eğer eski yasalar yetersiz kalırsa, yenilerini yapar. Ama barışçı, demokratik
ve yasal yollardan yürüyerek, sınıflar arası güçler dengesini bozan reformizm
karşısında kapitalizm kana susar, faşist haydut çetelerine başvurur...
Reformizm, güçsüz olduğu sürece herhangi bir tehlike ile karşı karşıya
değildir. Ama demokrasiye ve yasalara bağlılık çerçevesinde kaldığı halde
sermayenin karını bozabilecek kadar güçlendiği anda durum birdenbire değişir.”[33]
Burjuva
demokrasisinde, kapitalist sınıf egemendir. Ama bu egemenlik işçi sınıfının
sürekli baskısı ve tehdidi altındadır. Egemen sınıf, işçi sınıfına sık sık
taviz vermek zorundadır. Reformist sosyalizmin ve sendikaların daha yüksek
ücretler, daha kısa çalışma süreleri ve daha fazla sosyal hak uğrundaki
mücadeleleri, gelişip yükselme safhasında bulunan kapitalizmi hiç kuşkusuz
sarsmaz. Sarsmak şöyle dursun, kapitalizmi daha yüksek bir teknik, sosyal ve
kültürel seviyeye çıkarır. Ama Dünya Savaşı’nın ardından gelen ağır ekonomik
krizlerde reformist sosyalizmin kopardığı tavizler, kapitalist sınıf için, kar
oranının hareketliliği ile belirlenen üretim ve mübadele sürecinde ciddi ayak
bağları oluverirler. Bu gibi kriz dönemlerinde burjuvazi, yeni tavizleri kabul
etmemede ve eski tavizleri geri almada kararlıdır. Demokratik kurumlar bu
kararın gerçekleştirilmesini engeller. Bu yüzden de burjuvazi demokratik kurumlara
cephe alır. Demokratik hukuk düzeni, devlet kuvvetlerinin, legal yollardan
mücadele veren reformist sosyalizme karşı seferber edilmesine izin vermez.
Böyle olunca da, burjuvazi faşist çetelerin yasadışı özel kuvvetlerinden
yararlanır. Gelgelelim, faşist haydut çetelerini proletarya üstüne salıverdiği zaman, kendisi
de bu çetelerin tutsağı olur. Proletaryaya karşı seferber ettiği faşist
çeteleri, proletaryanın intikamını göze almaksızın dağıtamaz. Çaresiz, kendisi
de faşist çetelerin diktasına boyun eğecek, partilerini ve örgütlerini feda
edecektir.
Demek ki faşist
dikta, sınıfsal ağırlıkların kendine özgü, belirli bir denge anında ortaya
çıkmaktadır. Bir yanda, üretim araçlarının ve devlet iktidarının sahibi olan
bir burjuvazi mevcuttur. Ama öte yanda ekonomik kriz bu burjuvazinin karlarını
hiçe indirmiştir. Demokratik kurumlar, burjuvazinin iradesini proletaryaya
zorla kabul ettirmesine elverişli değildir. Bu burjuvazi, iradesini burjuva
demokrasilerinde seçmen kitlelerini kendi safına çekmiş olan o psikolojik,
ideolojik araçlarla da gerçekleştirebilecek güçte değildir. Demokratik hukuk
düzeninin kıskacında sıkışmış, proletaryaya karşı eli kolu bağlı kalmıştır. Ama
burjuvazi, paraca, yine de yasadışı bir özel orduyu besleyip silahla
donatabilecek ve işçi sınıfının üzerine salabilecek kadar güçlüdür.
Öte yanda, reformist
sosyalizmin ve sendikaların yönetiminde bir işçi sınıfı vardır. Reformizm ve
sendikacılık, burjuvazinin katlanabileceğinden çok daha fazla güç kazanmıştır.
Bu hareketlerin sömürü dozunun artırılmasına karşı dirençleri deflasyonu
önlemektedir. Bu gücü zorbalıktan başka hiçbir kuvvet kıramayacaktır. Şu var
ki, reformist sosyalizm her ne kadar doğrudan doğruya toplumda kazandığı
ağırlık yüzünden saldırıya uğramaktaysa da, öte yandan bu saldırıya karşı
kendisini korumaktan da acizdir. Reformist sosyalizm burjuva demokrasisinin
zemininde kaldığı sürece geniş küçük burjuva, köylülük ve proletarya
kitlelerinin gözünde, burjuva demokrasisini ekonomik krizlere karşı korumaktan
aciz bir “sistem partisi”dir. Bu yüzden krizin ayaklandırdığı kitleleri kendi
saflarına çekemez. Kitleler sosyalizmin
en büyük düşmanı faşizme akar durur. İşte böyle bir sınıflar arası dengenin,
daha doğrusu her iki sınıfın güçsüzlüğünün ürünüdür faşizmin zaferi.
O faşizm ki işçi
sınıfını kapitalistlerin uşaklığını yaparak yere çalar ve aynı zamanda
kapitalistlerin kucağında beslene beslene, kapitalistlerle birlikte bütün
sınıfları da boyunduruğu altına alır.
Tıpkı kapitalizmin
gençlik yıllarında yani 16. ile 18. yüzyıl arasında, mutlakıyetçiliğin feodal
soyluluk ile burjuvazi arasındaki kuvvetler dengesinden oluşması gibi ve yine
tıpkı 19. yüzyılda Bonapartizm’in bir yanda burjuvazi ile soyluluk, öte yanda
proletarya ile burjuva arasındaki geçici kuvvetler dengesinden oluşması gibi,
bu yeni faşist mutlakıyetçilik de ne burjuvazinin proletaryaya sözünü
geçirebildiği, ne de proletaryanın burjuvazinin boyunduruğu altından kurtulabildiği
ve bu yüzden her iki sınıfın da başlangıçta kapitalist sınıf tarafından
proletaryaya karşı maşa olarak kullanılmış bir haydut çetesinin diktasına tabi
olduğu geçici bir denge durumundan oluşmuştur.
Gelgelelim, her ne
kadar faşist dikta, sınıfsal güçlerin belirli bir denge durumundan doğmuşsa da,
bir kere yerleştikten sonra bu denge ortadan kalkar. Gerçi kapitalist sınıf
kendi hükümetlerini, partilerini, örgütlerini, geleneklerini, kurumlarını, hizmetkârlarını
feda etmek zorunda kalmıştır. Ama burjuvazinin üst tabakaları, büyük
kapitalistler ve büyük toprak sahipleri, faşist diktanın yerleşmesinden pek
kısa bir süre sonra, bu yeni hâkimiyet sistemini de kendi sınıf hâkimiyetlerinin
bir araç ve gereci haline ve yeni beyefendileri de uşakları haline getirmeyi pekâlâ
becerirler.
Faşist diktanın kapitalist
sınıf karşısında burjuva demokrasisinin hükümetlerinden çok daha güçlü ve
bağımsız olduğu şüphesizdir. Gerçekten de faşist terörün kapitalistleri bile tehdit ettiği inkâr edilemez bir olgudur.
Şöyle ki faşist dikta, kapitalist örgütleri de kaldırmakta, en azından vesayeti
altına almaktadır. Faşizm, bu arada kapitalizmin halk kitlelerini
şartlandırmadaki en önemli aracını, basın organlarını da elinden alır. Faşist
dikta kapitalist sınıf üzerinde hâkim olsa bile, yine de kaçınılmaz olarak
kapitalist sınıfın ihtiyaçlarını, çıkarlarını ve iradesini gerçekleştiren bir
icra organı olur.
Kapitalist sınıfın,
burjuva demokrasisinde seçmen kitlesini, partileri ve hükümetleri kendi
ihtiyaçlarına, kar çıkarlarına ve iradesine tabi kılmasının ekonomik-ideolojik
mekanizmasını biliyoruz. İşte bu mekanizma faşist diktada bütün etkinliğiyle
işler. Faşist dikta altında da ekonominin zembereği kardır ve bu kar çıkarı
halk topluluğunun çıkarı kılıfına bürünür. Faşist dikta altında da devlet ve
ekonomi krediye muhtaç kalır ve finans oligarşisinin çıkarı da devletin ve
ekonominin çıkarı maskesi ardına siner. Büyük mülkiyet sahipleri faşizmde de
çıkarlarını halka küçük mülkiyet sahibi kitlelerin çıkarları diye
yutturabilirler.
Kapitalistler ve
büyük toprak sahipleri sınıfsal tahakkümlerini faşist dikta altında da
sürdürmekle kalmazlar; üstelik faşist dikta sayesinde bu sınıfsal
tahakkümlerini, burjuva demokrasisinin sınırlamalarından da kurtulmuş olarak yürütürler.
Burjuva demokrasisinde kapitalist sınıf, egemenliğini ancak seçimlerde aynı
zamanda köylüler, memurlara da hesap verme durumunda kalan ve bu kitlelerin de
çıkarlarını dikkate almak zorunda bulunan burjuva kitle partileri aracılığı ile
yürütebilirken, faşist dikta altında bu egemenliğini geniş halk kitlelerinin
çıkarlarını hiç dikkate alma zorunluluğu bulunmaksızın yürütebilir. Çünkü
örgütleri kapatılan, basın özgürlüğünün ortadan kaldırılması ile solukları
kesilen geniş halk kitleleri artık büsbütün etkisiz kılınmıştır. Burjuva
demokrasisinde, büyük sermayenin yönetiminde de olsa, bütün burjuvazi hâkim iken, faşist diktada
bu hâkimiyet büyük sermaye ile büyük toprak sahiplerinin tekelindedir.
Faşizm, iktidar için
savaştığı dönemde, ekonomik krizin yoksullaştırıp başkaldırmaya itelediği ve
antikapitalist duygu ve düşüncelerle doldurduğu küçük burjuva ve köylü
kitlelerine dayanmıştı. Şimdiyse, bir kere iktidara geldikten sonra faşizm,
kapitalist güçlerin etki alanına girmekte ve bu yüzden de hayalperest küçük
burjuva radikalizmini kendisine tabi kılmak zorunda kalmaktadır.
İtalya’da bu gelişme
faşist parti içindeki yoğun çatışmalarda gözlenebilir. Roma’da faşist parti iki
fraksiyona ayrılmıştı. Liverno ve Bologna’da muhalif gruplar parti merkezine
saldırdılar. Birçok yerde “Roma’ya 2. bir yürüyüş” parolalarıyla isyanlar baş
gösterdi. Diktatörler, bu küçük burjuva ayaklanmasını, on binlerce Kara
Gömlekli’yi partiden atmak, parti kongrelerini yasaklamak ve komiteleri
değiştirmek suretiyle bastırdılar. Böylece 1923-25 yılları arasında, faşist
partiyi devlet iktidarının uysal bir aletine çevirmeyi başardılar. Ne tartışma,
ne seçim, ne düşünce özgürlüğü vardı artık. Küçük burjuvazi susturulmuş, büyük
kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin etkisi altında kalan diktanın
küçük burjuvazi ve köylülük üzerindeki egemenliği sağlam kazığa bağlanmıştı.
Aynı gelişme Almanya’da da gözlenir. Hitler, “ikinci bir devrim” isteği ile
başkaldıran küçük burjuvaları 30 Haziran 1934 katliamı ile bastırdı. Partisini
de “Parti Führer’dir” diye diktanın sıradan bir aletine çevirdi. Burada da kapitalist
diktaya karşı küçük burjuva muhalefeti kırılmıştı artık. Küçük burjuvayı tatmin
için, onun nefretini boşaltabileceği bir boy hedefi de bulundu: Yahudilerdi bu
boy hedefi!
Burjuva demokrasisi,
bütün yurttaşlara serbest seçimin ve özgürlüklerin zevkini tattırmıştı. Gerçi
burjuvazi yine de hükmediyordu, ama ne de olsa proleter seçmenlerin ve proletarya örgütlerinin ağırlığı bu
egemenliği belirli ölçülerde kayıtlayabiliyordu. Faşizm ise, bütün özgürlükleri
imha etmekte, seçim serbestliğini kaldırmakta, işçi örgütlerini dağıtıp işçi
sınıfını büsbütün etkisizleştirmektedir. Demokratik kurumlarla sınırlanmış
sınıf egemenliğinin yerini kayıtsız koşulsuz sınıf egemenliği, yani “totaliter
bir dikta’’ almaktadır.
Şimdi faşist
karşı-devrim hareketi, bütün burjuvazinin demokratik kurumlarla sınırlanmış
sınıf egemenliğinden, sadece büyük kapitalistin ve büyük toprak sahibinin
sınırsız diktasına köklü bir dönüşümü ifade etmektedir.
Toplum düzeni,
devletin siyasal yapısından daha güçlüdür. Sermayenin ekonomik gücü, her çeşit
devlet iktidarını kendisine tabi kılar. Yeter ki ekonominin hâkim komuta
tepeleri sermayenin elinde kalsın. Burjuva demokrasisi, kapitalistlerin
iradesinin bir ürünü değildir. Bu demokrasi, doğrudan doğruya işçilerin, küçük
burjuvaların, köylülerin kapitalist sınıfa karşı yürüttükleri sınıf
savaşlarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Yine de, bir kere oturup yerleştikten
sonra kapitalist sınıfın egemenlik aletine dönüşüvermiş, küçük burjuva
partilerini tekerine takmış, işçi kitlelerini reformist yoldan
pasifleştirmiştir. İşte aynen bunun gibi, faşist dikta da, başlangıçta
kapitalist sınıfın istediği bir rejim olmamıştır. Zaten faşist hareket, savaşın
ve krizin yoksullaştırdığı ve antikapitalist bir ruh haleti ile dolup taşırdığı
deklase küçük burjuva ve köylü yığınlarının bir ayaklanmasıydı. Kapitalist
sınıf gerçi bu ayak takımının hareketini kendi çıkarları uğrunda kullanmıştı
ama iktidarını bu takıma devretmeyi de asla düşünmemişti. Eninde sonunda böyle
bir zorunluluk altında kalışı ayrı bir husustur. Gelgelelim, bu küçük burjuva
ayaklanması demokrasiyi parçalayıp halk kitlelerini etkisizleştirdiği halde,
büyük kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin ne ekonomik iktidarını ne de ideolojik, politik etkinliğini asla
kırmamıştır. Bu ayak takımı hareketinden, bu sınıflar arası geçici denge
durumundan büyük sermayenin ve büyük toprak mülkiyetinin sınırsız diktasının
çıkıvermesinin nedeni de budur işte.
Gerçi kapitalist
faşist dikta eliyle egemenliğini sürdürmektedir. Ama tıpkı kapitalizmin faşizm
öncesi devlet düzenlerinde olduğu gibi, faşist diktada da egemen sınıf ile
yönetici kast özdeş değildir. Liberal devlet çağında egemen kapitalist sınıf,
birçok ülkede siyasal iktidarı yürütme işini soyluluğun liberal
fraksiyonlarına, İngiltere’de “Whigler”e, Avusturya’da ‘‘Anayasaya bağlı büyük
toprak mülkiyeti”ne ve “Josephine bürokrasisi”ne, Rusya’da “Semstwo liberalizmi”ne
bırakmıştı.
Burjuva
demokrasisinde de burjuvazi topluma, burjuva kitle partilerinin yönetici kastı
eliyle hükmetmiştir. İşte faşizmde de, büyük sermaye ile büyük toprak
mülkiyeti, diktasını faşizmin siyasal iktidara getirdiği yönetici kast eliyle
yürütür.
Liberal, demokratik
devlette olduğu gibi, burada da hâkim sınıf ile yönetici kast arasında geçici
eylemler, sürtüşmeler, çelişkiler ortaya çıkar. Bu karşıtlıklar, faşist
diktanın başlangıçtaki sivriliklerinden, faşizmin kendi saflarındaki hayalci
küçük burjuva radikalizmini tepelemesiyle çok şey kaybeder, ama her fırsatta da
yeniden uç verir. Ekonomik krizin yol açtığı ve faşizm tarafından geliştirilmiş
olan “güdümlü ekonomi” faşist diktayı günbegün hâkim sınıfların kah bu
fraksiyonunun kah şu fraksiyonunun çıkarlarını örseleyici faşist beyefendiler
kastını egemen kapitalist sınıfa ters düşürür. Gelişmesinin ilk safhasında,
faşist dikta, sadece kapitalist sınıfı değil, geniş halk kitlelerini de
çevresinde toplayabilir. Zira diktanın kayıtsız şartsız iradesi, iç savaşlarla
bitik düşmüş, uzlaşmadan uzlaşmaya koşmuş, kendi dümen suyuna girmeyen çıkar
gruplarını hizaya getirmekten aciz kalmış
demokrasinin beceremediklerini becerir. Diktatörlerin asker ruhu, kamu
yönetimine otorite ve disiplin getirir. Bütün Avrupa, trenlerin İtalya’da nasıl
vaktinde kalktıklarına hayran kalır. Kararlı müdahaleler kaçakçıyı yıldırır.
Böylelikle de dikta milli paranın yurtdışına çıkarılmasını engelleyebilir, dış
pazarlardaki mal arzını daraltabilir ve bu yoldan iç istikrarı koruyabilir.
Onun iş alanları yaratma ve silahlanma uğrundaki yatırımlarını enflasyon
aracılığı ile gerçekleştirmesi, bu durumda o kadar da göze batmaz. Münferit
kapitalist kesimlerin özel çıkarları ve ekonomi politikasının birtakım
gelenekleri ile önyargıları, faşist diktayı burjuva demokrasisinde olduğu gibi
kıskıvrak bağlamaz. Burjuva demokrasisinin bu tür ayak bağlarından sıyrılmış
olan faşizm, güdümlü ekonomiyi çok daha çabuk ve kolay geliştirebilir,
işsizliği enflasyonist ve proteksiyonist (koruyucu) bir ekonomi politikası ile
çok daha çabuk ve kolay önleyebilir. Faşist dikta, hiçbir şeyden çekinmeksizin
ücretleri düşürebilir, sosyal yükleri sırtından atabilir ve böylelikle cazip
karların kapısını yeniden açabilir. İşsizleri zorla çalıştırabilir ve büyük
kamu hizmetleri görebilir. Milliyetçi militarist kökenden fışkırma bir hareket
olarak, bütün yöresel ayrılıkçı (partikülarist) akımları boğar ve böylece “milli
birlik ve beraberliği” sağlar, cüretli bir dış politika ve silahsızlanma
politikası izler. Bu saldırgan politikası ile de, demokratik devletlere gözdağı
verir, onları kabuklarına sokar. Bütün bu büyük “başarılar” sonuçta faşist diktaya
onur ve haşmet kazandırır.
Gelgelelim, gün
geçtikçe faşist diktanın sosyal tabanı da daralır. Dış ödemelerin düzen içinde
tutulması sayesinde, bütün enflasyonist para politikasına rağmen, iç istikrarı
koruyabilmiş olan faşist dikta, milli paranın döviz kuru ile gerçek alım gücü
arasındaki gerilimi yüzünden ihracat imkânlarını giderek yitirince ve paranın
enflasyon yüzünden değer düşüklüğüne
uğraması da içeride halk kitlelerini pahalılığın cenderesine sokunca, köşeye
sıkışmaya başlar. Milliyetçi militarist ideoloji ile dikta, güdümlü ekonomisini
savaş sanayisinde yoğunlaştırır. Bu politikasıyla da sadece geniş halk
kitlelerinin sırtına ağır yükler yüklemekle kalmaz, büyük kapitalist çıkarlarla
da çatışır. Silahlanmanın ağır faturası, aynı zamanda sermayenin de üstüne
biner. Saldırgan milliyetçi dış politika, ülkeyi ancak savaşla üstesinden
gelinebilecek badirelerin içine sokar. Faşizmin, ulusun bütün maddi ve manevi
yaşamına totaliter biçimde egemen olma iddiası, burjuvazinin bir sürü
kesimlerinin gelenekleri ve ideolojisi ile çelişir. Hâkim kapitalist sınıfın
büyük fraksiyonları, yönetici faşist kastın diktasına karşı muhalefet safına
geçerler. Diktanın çevresinde destek olarak kala kala, içeride proletaryanın
zorbalıkla boyunduruk altında tutulmasına ve dışarıda da cüretli bir savaş
politikasına muhtaç bir kapitalist fraksiyon kalır. Sonuçta, milliyetçi
militarist savaş yanlısı hareketten çıkma yönetici kast eliyle yürütülen
sermaye diktası, kapitalist sınıfın savaşçı fraksiyonunun diktasına dönüşüp,
büzülür.
Kapitalist sınıfın
pasifist unsurları, yani ihracata bu yüzden de, devletler arasında barışçı bir
mübadeleye muhtaç mamul madde endüstrisi kesimi, savaş ekonomisi ile eli kolu
bağlanan ticaret kesimi ve ellerindeki senetlerin savaş yüzünden değersizleşeceğinden
ürken rantiye sınıf, arka plana itilir. Buna karşılık, kapitalist sınıfın
savaşçı unsurları, özellikle silah sanayisi kesimi ve subaylarla bütünleşmiş
toprak sahibi aristokrasi söz sahibi olur. Sermaye diktasını milliyetçi
militarist savaşa katılma hareketinden çıkma savaşçı yöneticiler kastı ile
yürüttüğü için de kapitalist sınıf içerisinde savaşçı eğilimler galebe çalar.
Faşist güçlerin
saldırgan ve yayılmacı politikası Avrupa’daki bütün iktidar ilişkilerini
sarsar; bütün devletleri karşılıklı güvensizlik
duygusu içine sokar, karşılıklı silahlanmaya yol açar ve yeni bir savaşı
gündeme alır.
Böylesine savaşçı bir
sermaye diktasının ilkin İtalya ve Almanya’da galebe çalması hiç kuşkusuz basit
bir rastlantı değildir. Her iki ülkede de bu galebe, ulusal politikanın özel
durumunun sonucudur.
İtalya’da sınıf
kavgasının, İtalya’nın savaşa girip girmemesi konusundaki mücadele ile
kazandığı renk, Almanya’da ise savaş yenilgisinin etkileri…
Ama faşizm bir kere
iki büyük devlette galebe çaldıktan ve hâkimiyetini perçinledikten sonra bu
örnek, başka ülkelerde ve başka koşullar altında da pekâlâ dikiş tutturabilir.
Faşizm, bütün
ülkelerin kapitalist sınıfına şunu göstermiştir ki, halkın elinden demokratik
hak ve özgürlüklerini alabilmek, işçi sınıfını yere çalabilmek ve kapitalist
militarist bir dikta kurabilmek için, bir avuç kararlı, gözü pek, paralı asker
yeter. Bu gözlem, kapitalist sınıf için pek tahrik edicidir doğrusu. Bu sınıf,
faşizmin zafer şartlarının İtalya’dakinden ve Almanya’dakinden pek farklı
olduğu yerlerde de böyle bir deneyi göze alacaktır. Nitekim faşist dikta,
Avusturya’da da sahneye böyle çıkmıştır.
Avusturya, dünya
savaşındaki yenilgisiyle Almanya’dan çok daha ağır yaralar almıştı. Koca
imparatorluk çökmüş, geriye hiçbir siyasal etkinliği olmayan, ekonomik açıdan
çaresiz küçük bir ülkecik kalmıştı. Eski dış piyasalarını yitirmiş, endüstrisi
büzülüp küçülmüştü. Burjuvazi ve köylülüğü, Alman Reich’ına iltihak umudu ile
eski Tuna monarşisinin yeniden kurulması umudu arasında mekik dokuyordu. Bir
faşist hareket burada da belirdi. Ama bu hareket daha doğuşunda, Alman
milliyetçiliği ile Avusturya patriyotizminin, Almanya’ya iltihakı son amaç
bilenler ile Habsburg monarşisini yeniden kurmayı amaç bilenlerin ve nihayet
Alman sermayesinin egemenliğindeki ağır
sanayinin desteklediği faşist milliyetçilik ile aristokratik büyük toprak
mülkiyeti yönetimindeki siyah-sarı reaksiyonun arasındaki çatışmanın kamburunu
sırtında taşıyordu.
Nasyonal sosyalizm,
Almanya’da zafere ulaştığı zaman, Avusturya’nın Alman kesiminde de geniş halk
kitlelerini kendine çekti. Eski Avusturya’yı, Habbsburgcu klerikal separatizm,
ülkenin III. Reich’i tarafından yutulma tehdidine karşı savunmaya geçti.
Avusturya’nın Alman
burjuvazisi, Almanlıkları ile Avusturyalılıkları arasındaki eski karşıtlık
içinde parçalanmış olarak, hâkimiyetini demokratik yollardan koruyabilecek
durumda değildi artık. Avusturyalı klerikal fraksiyon, nasyonal sosyalizmin
saldırısını demokrasinin zemininde püskürtebilmek için işçi sınıfının desteğine
ihtiyaç duyuyordu. Buysa, onu işçi sınıfına tutsak kılacaktı. Hele Hitler’in
Alman işçileri üzerindeki zaferinin, Avusturya’da da işçi sınıfının gücünü
kırma özlemlerini kabarttığı bir dönemde böyle bir işbirliği hiç mi hiç söz
konusu olamazdı. Şimdi, Avusturya burjuvazisinin Almanya’ya iltihaka karşı
çıkan klerikal patriyotik fraksiyonu, devlet güçlerini Alman milliyetçi
faşizminin oluşmasına ve bu yolda işçi sınıfını zorla sindirecek bir diktanın
kurulmasına alet etmeye karar verdi. Bu kararını uygularken de faşizmin
yöntemlerini taklit etti. Faşist ideolojiye bağlanarak, bu ideolojiyi Katolik
klerikalizmle kaynaştırdı. Ama aslında, bu “Vatan Cephesi”, İtalya’nın faşist
partisi ve Almanya’nın Nasyonal Sosyalist Partisi gibi halkçı bir kitle
tarafından yaratıldı; devlet kuvvetleri aracılığı ile halk yığınlarına zorla
benimsetildi. Aslında, faşizm burada kitle hareketlerinin ve sınıf kavgalarının
doğal ürünü olmayıp, devletin halka yedirip yutturduğu bir nane şekeri oldu.
Silah tekniğinin gelişimi, devleti halk kitlelerine karşı
olabildiğine güçlendirmişti. Makineli tüfekleriyle, tanklarıyla, savaş
uçaklarıyla, zehirli gazlarıyla devlet artık her halkı yere çalabilir, her
halkın elinden özgürlüklerini ve demokratik kurumlarını alabilirdi. Güdümlü
ekonominin gelişmesi, devletin kaba kuvvetini aşırı ölçülerde artırdı. Modern
teknik, en başta radyo ve film, halk kitlelerinin beynini yıkama araçlarını
devletin tekelinde topladı.
Faşizm, partilerin
demokrasi ortamında geliştirdikleri bütün kitle organizasyonlarını ve kitle
gösterilerini, özellikle çocuk ve gençlik örgütlerini, sportif faaliyetleri ve
büyük kitle hareketlerinin etkileyici gücünü, halk kitlelerinin bütün bu savaş
araçlarını doğrudan doğruya kendi zorba hâkimiyetinin araçlarına dönüştürür.
Askeri gücün,
ekonomik gücün ve beyin yıkama mekanizmasının bütün bu araçlarını elinde tutan
kapitalist sınıf, her yerde devleti Alman ve İtalyan benzeri faşist hareketleri
yaratma, süratle geliştirme ve kendi sınıfsal diktasını kurmada alet olarak
kullanabilir.
Nitekim devlet,
İtalyan ve Alman faşizminin yöntemlerini taklit ederek Avusturya’da ve Baltık
ülkelerinde de faşizmi işte böyle kurmuştur. Şimdi bütün kapitalist ülkelerde
faşist örgütler, devlet ile bir ittifak kurup onun aracılığı ile iktidara
gelmenin yolunu yordamını aramaya başlamışlardır bile.
Gelgelelim, faşizmin
zafer şansı, her ülkede eşit ölçüde mevcut sayılamaz. Bu şans, kapitalist
ekonominin özel ağırlıkta sarsıntılar geçirdiği ülkelerde fazladır da, güçlü
kapitalist ülkelerde pek azdır. Yakın geçmişte büyük devrim süreçlerinden
geçmiş ülkelerde fazladır da, yıllar yılı savaş ve devrim yüzü görmemiş
ülkelerde daha azdır. Demokrasisi eski ve halkın bilincinde kökleşmiş ülkelerde
azdır da, genç demokrasilerde fazladır. Ama şu nokta iyi bilinmeli ve bellenmelidir
ki, ağır ekonomik ve sosyal çalkantılar anında, sınıf karşıtlıklarının keskinleştiği anda,
kapitalist sınıfın, devleti, demokrasiyi parçalamaya ve kendi diktasını kurmaya
alet edemeyeceği bir tek kapitalist ülke yoktur yeryüzünde. Hiç şüphesiz bir
sınıf olarak burjuvazi olsun, kapitalist sınıfın münferit üyeleri olsun,
faşizmden yana karar vermeden önce ağır engelleri aşmak zorundadırlar. Bu
engeller burjuvazinin tarihinde, onun gelenek ve ideolojisinde yatar. Zira
faşist dikta, burjuva kapitalist gelişmenin o görkemli hukuki ve kültürel
eserlerinin tümünü de tahrip edecektir. Hukuk devleti kurumları yıkılacak,
hürriyetler elden gidecek, demokratik örgütler dağıtılacaktır. Herkes siyasal
iktidar sahiplerinin kayıtsız şartsız keyfi hegemonyasına tabi kılınacaktır.
Herkesin bedeni, psikolojik ve ekonomik varlığı, faşist haydutların
umursamazlığı karşısında bir hiç derekesine düşecektir. Toplum, yüzyıllar
öncesinin barbarlığına geri döndürülmüş olacaktır. Heyhat! Tatlı kazançları ile
gelenekleri, ideolojileri, eserleri ve tarihleri arasında bir seçme yapma söz
konusu olduğunda, kapitalist sınıf elbette tatlı kazancını tercih edecek,
karının tehlikeye girmesi ile barbarlık arasındaki seçimde barbarlık yolunu
üstün tutacaktır.
Dünya Ekonomik Krizi’nin
ardından Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm fırtınası, 1933-34 yıllarında en
korkunç derecesine çıktı. Faşizmin Almanya’da, Avusturya’da ve Baltık
ülkelerindeki zaferlerinden sonra faşist hareketler bütün demokratik
devletlerde güç kazandı. Ama 1934 ve 1935 yıllarının ekonomik canlanma
zamanlarında bu hareketler gelişemedi. Büyük Britanya, İskandinavya ülkeleri,
Belçika gibi ekonomik durumun açıkça düzeldiği yerlerde, faşist dalga eridi
gitti. Yalnız, bütün ülkelerden sonra ekonomik krize tutulan, üstelik bu krizin
sonraları doruk noktasına çıktığı ve burjuvazinin bu krize bütün öteki
ülkelerden çok daha sonra deflasyon araçları ile mücadele ettiği Fransa’da
faşizm, demokrasi için aktüel bir tehlike olarak kaldı. Böyle kaldığı sürede, Avrupa’nın aslında bütün
demokratik devletleri için bir tehlike oluşturdu. Çünkü eğer faşizm Fransa’da
zafer kazansaydı, Avrupa demokrasilerinin hiçbirisi faşist saldırının
üstesinden gelemezdi.
Her ne kadar Dünya
Ekonomik Bunalımı’nın giderek aşılması sayesinde faşist tehlike, demokratik
kalabilmiş devletlerde geçiştirildiyse de, ekonomik canlanmanın gerilediği,
büyük sınıf kavgalarının verildiği, savaşın ya da savaş tehlikesinin kapitalist
toplumu yeni baştan sarstığı dönemlerde, yeni yeni faşist tehlike
kasırgalarının eseceği de kesindir. Eğer sırf karların Dünya Ekonomik Bunalımı
ile tehdit edilmesi, burjuvaziyi faşizmin kucağına itmeye yetmişse, hiç
tereddüt etmeyelim, aynı burjuvazi kendi mülkiyetinin, kendi toplum düzeninin
tehdit edildiği anda aynı diktaya evleviyetle sığınacaktır.
Bu tecrübe, reformist
sosyalizmin, işçi sınıfının barışçı yollardan geçip demokratik durumlardan
yararlanarak ve devrimci bir atılıma kalkışmadan demokrasinin biçimlerini ağır
ağır sosyalist bir özle doldurabileceği ve kapitalist toplum düzenini bir
sosyalist toplum düzenine dönüştürebileceği hayalini yerle bir etmeye yeter de
artar bile. Eğer bir işçi sınıfı, sınıfsal çelişkilerin keskinleştiği anda
sermayenin, faşist diktayı kurabilmek için, demokrasiyi nasıl dinamitlediğine
bütün benliği ile tanık olmuşsa, şimdi şu gerçekliği de iyi görmelidir: Tam ve
sürekli bir halk hürriyeti, ancak doğrudan doğruya sınıfların ortadan
kaldırıldığı anda güvence altına alınmış olabilir. Eğer işçi sınıfı geçmişte
demokrasiden yararlanmak suretiyle sosyalist bir toplum düzenine
kavuşabileceğini umut etmişse, şimdi artık iyi bilinmelidir ki gerçek, tam ve
sürekli bir demokrasiyi mümkün kılabilmek için her şeyden önce onun, kendi
iktidarını savaşarak koparması ve bu yoldan da sosyalist bir toplum düzenini
kurması kaçınılmazdır.[34]
Faşizmin Oluşum ve
Gelişiminin Genel Şartları[35]
Angelo Tasca
Faşizm bir diktadır.
Bu olguya her faşizm tanımında rastlayabiliriz. Gelgelelim, bu dikta olgusu
dışında, düşünürler arasında bir görüş birliği sağlanabilmiş değildir. Kimi
sermayenin “çöküş dönemindeki diktası”, kimiyse “büyük sermayenin” ya da “finans
kapitalin diktası” diye tanımlıyor faşizmi. Bir başkası, “finans kapitalin en
gerici, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının terörist diktası” derken bir
dördüncüsü “iki yüz ailenin diktası” diyor faşizme. Hatta kimi zaman faşizmin,
Mussolini’nin veya Hitler’in kişisel diktası olarak tanımladığı da gözleniyor
ve söz gelimi “İtalyan faşizmi Mussolini’dir” denildiğine rastlanıyor.
Bu tanımların her
birinde az veya çok gerçeklik payı var. Ama hiçbiri de olduğu gibi tümüyle
benimsenemez. Biz de en doğrusu olduğu iddiasıyla yeni bir tanımı, her duruma
uyan kullanışlı bir formülü ortaya atmaktan kaçınacağız. Faşizmi tanımlamak
demek, bizim için her şeyden önce onun tarihini yazmak demektir. Gerçek bir
faşizm teorisi, ancak faşizmin bütün şekillerinin, örtülü ya da açık olanının,
başarıya veya başarısızlığa uğrayanının araştırılması suretiyle ortaya
çıkarılabilir. Çünkü faşizmin birden fazla türü vardır ve her biri çok değişik
hatta çelişik eğilimler gösterir. Faşizmi tanımlamak demek, onu bu daima
gelişen eğilimler içerisinde saptamak, onun belirli bir ülkedeki ve belirli bir
zamandaki ayırt edici özelliklerini yakalamak demektir. Yoksa faşizmin
niteliklerini arayıp bulmak bir başına yetmez. Çünkü faşizm, toplu bir durumun
sonucudur ve bu toplu durumdan ayrı düşünülemez. Mesela, işçi partilerinin
hatalı tutumu da tıpkı faşizm kavramının hâkim sınıfça çarpıtılması gibi
faşizmin tanımına dâhil edilmelidir.
Faşizm bir savaş
sonrası oluşumdur ve onu Bonapartizm gibi tarihi paraleller çizerek tanımlama
çabaları kısır kalmaya ve yanılgılara sürüklenmeye mahkûmdur.
Faşizmin dölyatağını
hazırlamış olan genel şartların başında ekonomik kriz gelir. Ekonomik kriz
olmadan faşizm olmaz. Şu var ki, burada sözü edilen ekonomik kriz genel anlamda
bir ekonomik kriz değil, 1914-1918 Savaşı
sonrasında dünyaya sürekli biçimde yerleşen bir ekonomik krizdir.
Birinci Dünya Savaşı,
ardında ihtiyaçları kat kat aşan bir sanayi aygıtı ve üretimin çeşitli
sektörleri arasında özellikle kitlelerin satın alma gücünün gerilemesiyle artan
bir dengesizlik bırakmıştı. İşte bu sebeple, günümüzde üretim fazlası ile
darlık, enflasyon ile durgunluk bir arada bulunmaktadır. Bu kriz, her şeyi
silip süpüren ve ekonomiyi daha yüksek bir üretim ve tüketim seviyesine çıkaran
klasik anlamdaki kriz değildir artık.
Periyodik krizler,
yerlerini “ılımlı gelgitlerle karışık kronik durgunluklara, itibari kısa
toparlanmalar ile itibari (izafi) uzun bunalımların köşe kapmacasına”
bırakmıştır. Engels’in yarım yüzyıl öncesinden kestirdiği bir oluşumdur bu. İç
pazar imkânlarından dolayı krizlerin daha sallantılı karakter taşıdıkları A.B.D’de
bile sayısı bir türlü azalmayan milyonlarca işsizin varlığı da yepyeni bir
tipte krizin söz konusu olduğunu göstermektedir. A.B.D. ve Büyük Britanya gibi
büyük bir iç pazara sahip bulunmayan ülkelerde bu krizler, çıkış yolu olmayan
krizler şeklinde belirmekteler.
Bu özel şartlar
altında, ekonomik huzursuzluk, birtakım aşırı milliyetçi istemleri ve “güneşte
bir yer bulma” efsanelerini davet eder. Bir yanda milli ekonomiye öncelik,
ağırlık verilmesi ve bununla beraber bu ekonominin yapay ve asalak
niteliklerinin keskinleşmesi istenirken, öte yanda bu kısır döngüyü kırıp ülke
sınırlarının ötesinde bir çözüm yolu aranmaya başlanır. İtici, geliştirici
güçlerini geniş ölçüde yitirmiş olan kapitalist ekonomi, artık bunalım ve refah
arasında değil de kendi yağıyla kavrulma (otarsi) zorunluluğu ile savaş
zorunluluğu arasında bocalar durur.
Savaş sonrasında bu
ekonomik krize bağlı olarak, bütün ülkelerde sosyal sarsıntılar meydana geldi.
Yalnız yeni savaş zenginlerinin
katılmasıyla değil, aynı zamanda geleneksel kapitalist çevrelerin köklü
değişimiyle de yepyeni bir burjuvazi ortaya çıktı. Hemen hemen bütün
işletmeciler, olağanüstü karlara alışmışlar, ortalama maliyete ilişkin kesin
bilgilerini yitirmişler ve serbest rekabete sırt çevirmişlerdi.
Hemen hemen her yerde
kapitalistler, devletin doğrudan desteği ve yardımı olmadıkça işlerini
yürütemeyeceklerini kavramışlardır artık. Devletin bütün araçlarına sahip
çıkmak, onlar için bir hayat memat sorunu olmuştur.
Öte yandan savaş,
halk kitlelerini harekete geçirmiş, savaş sonrası dönem ise bu hareketi
büsbütün güçlendirmiştir. İşçi partilerinin ve sendikaların kadroları
milyonlarca taraftarın baskısı altına girmiştir. Bu kadrolar değişmez, esnemez
nitelik taşımamakta ve her “med”i bir “cezir” izlemektedir. Geleneksel
kadroların gelişmesine rağmen, bir sürü kaypak ve kararsız unsur dışta kalmış
ve çeşitli yönlere bir çığ gibi akma eğilimi göstermiştir.
Bu kitleler için “orta
sınıflar” deyiminin kullanılması gelenektendir. Ne var ki söz konusu orta
sınıflar, kapitalizmin klasik dönemindeki sınıflardır, yoksa her krizin
ardından ya üretimin artırılmasıyla ya da proletaryanın yenilenip
genişlemesiyle emilen orta sınıflar değildir. Savaş sonrasının orta sınıfları,
artık proleterleşme umudunu bile yitirmiş sınıflardır. Ekonomik kriz, onların
burjuvalaşmasını önlediği gibi proleterleşmesini de engellemektedir.
Bütün çıkış
yollarının tıkandığı ve bütün partilerce bir yana itilen bu küçük ve orta
burjuvazi, İtalya’da ve başka yerlerde faşizme önemli katkılarda bulunmuştur.
Mamafih “orta sınıf” kavramı daha geniş bir çerçevede, bir iş ve mirasçılık
bekleyen iyi aile çocuğundan ve “demisolde”dan Lümpen protelerine, grev
kırıcısına ve işsiz güçsüz entelektüele varıncaya kadar bütün asalak yığınları
da kucaklar. Bu orta sınıf, kendilerini
işçiden çok işsiz ve savaşçı olarak gören ve duygusal yönden sınıfından kopup
düşman saflarına geçen işçileri de kapsar.
Halkın çeşitli
kesimleri savaştan sonra çok geniş taleplerle ortaya çıkar. Oysa savaş ve onun
sonuçları, üzerinde tasarruf edilebilecek kaynakları kurutmuştur. Bu
kaynakların yoğunlaştırılması eğilimi onların daha iyi bir şekilde dağıtımı
eğilimine ağır basar. Böylelikle, ortaya iktidar problemi çıkar. Bu alanda
faşizmin hazırlanmasında üç faktör bir araya gelir. Sınıf kavgasının keskinleşmesi,
bu kavganın giderek siyasal karakter kazanması ve karşı karşıya bulunan
güçlerin aslında nispi bir dengede mevcut olması. İlk iki faktörü varsayarak
çok önemli son faktör üzerinde duralım.
Karşı karşıya duran
güçlerin dengesi, birleşimlerinin formülü ister “milli birlik” ister “solcular
karteli” ister “sosyal-demokrat çoğunluk” olsun, hükümetleri felce uğratır. Bu
denge, uzunca bir süre varlığını koruduğu, daha yüksek bir formüle dönüşmediği
takdirde hedefsiz, başıboş değişimlere açık olur. Bu değişimlerde de tehdit
altındaki imtiyazların korunması düşüncesi ve krizin kışkırtıp harekete
geçirdiği sınıfların umutları saklıdır. İşçi sınıfı legal yolları terk etmekten
vazgeçince, devlet içinde devlete karşı bir “ikinci güç” yaratma eğilimini
gösterir. Burjuvazi ise bu sırada, yerine göre, ya devletin reaksiyoner
dönüşümüne ya da faşist iktidara bel bağlar.
Nihayet, faşizmin
genel şartlarına belirli bir “iklimin” varlığını da eklemek gerekir. Faşizm,
zaferden önce de, zaferden sonra da belirli bir sarhoşluk ve heyecan
atmosferine muhtaçtır. Liderleri ve onun suç ortakları böyle bir iklimi,
ellerinden gelen bütün olanakları seferber ederek yaratmaya çalışırlar. Bu
atmosferde, reaksiyonlar ölçüsüzleşir. Ruhsal “şok” belirli nevrotikler için
uyuşturucu maddenin kaçınılmaz oluşu gibi
kaçınılmaz hale gelir ve dehşet verici bir özerklik kazanır. Şimdi, faşizm
basit bir savaş psikozuna indirgenemez. Faşizm, bunun çok ötesinde sosyal
patolojinin en çarpıcı ve en fazla huzur kaçırıcı tezahürüdür.
Faşizme en önemli katkıyı
savaş sonrasının orta sınıflarının sağlamış olduklarını söyledik. Pekiyi, ama
faşizmi sadece karşı-devrimin kendi amaçlarına alet ettiği bir “orta sınıf
hareketi” olarak tanımlamak yerinde olur mu ki? Böyle bir tanım önemli bir
gerçek payı taşır, ama yine de hodbehot benimsenemez.
Bir hareketin sosyal
muhtevası, sırf bu hareketin sosyal tabanı ile belirlenemez. Her ne kadar
faşizm çokluk orta sınıflardan beslenmişse de, onu tarihte asıl belirleyen
faktör, işçi partilerini ve sendikaları dağıtmasıdır. İşte bu andan başlayarak
faşizm, programı ve taraftarları nasıl olursa olsun, kapitalizmle bütünleşir.
İşçi örgütlerinin baskı altına alınması, iktidarın yapısını kökünden
değiştirir. Faşizm istediği kadar “sermaye ile emek arasında bir hakemlik”
yaptığını iddia etsin, aslında düpedüz sermayenin çıkarına, emekten yana
örgütleri etkisizleştirir.
Faşizmin kendi
saflarına çektiği orta sınıflar, özellikle şehir nüfusunun orta sınıflarıdır.
1919 Temmuz’unda Mussolini, sadece “faşizmin bir azınlık hareketi” olarak
kalmaya mahkûm bulunduğunu itiraf etmekle yetinmemiş, fakat aynı zamanda
faşizmin şehir dışında taraftar kazanamayacağını da kabul etmişti. İtalyan
faşizminin kendisini ancak 1921’den sonra “Rurali”nin kendi saflarına katılması
ile kabul ettirdiği bir gerçektir. Şu var ki, faşist “squadre”nin önderleri en
başta şehir orta burjuvazisinin unsurları veya şehirde yaşayıp savaştan
döndükten sonra basit bir “Cincinnatus” rolü oynamayı istemeyen subaylarla
öğrencilerden oluşmaktaydı. İktidara götüren yoldaki ilk adım olarak,
köylerinde önder olmaktansa şehirleri
fethetmeyi tercih ediyorlardı. Nitekim faşizmin zaferi Po Ovası’nda ve köylük
alanlarda kotarılmamış, Milano’da ve Roma’da kazanılmıştır. Görüldüğü gibi
büyük şehir, her zaman olduğu gibi belirleyici görevini korumuştur.
Faşizme katılan orta
sınıflar, genellikle hiçbir ekonomik temele bağlı olmayan kişilerden oluşur.
Buysa, onların faşizm tarafından yaratılmış kadrolar içerisinde eriyip faşizmle
bütünleşmelerini kolaylaştırır. Fransa’da köylü sınıfının faşizme karşı tavır
alışı boşuna değildir. Ekonomik temeli, yani sahip bulunduğu ve işlediği bir
parçacık toprağı tehdit edilmedikçe de bu direnişini sürdürecektir. Balkanlarda
da bütün otoriter rejimler, büyük çoğunluğu muhalefet partilerine bağlı köylülüğe
karşı amansız bir savaş vermek zorunda kalmışlardır.[36] Bütün
bu ülkelerde savaş sonrası toprak reformları, ortaya bir sürü toprak sahibi
çıkarmış, bunlarsa, yenik düştükten sonra bile faşizme düşman kalmışlardır.
Buna karşılık, böyle bir reformun hiç yayılmadığı ya da geç gerçekleştirildiği
İtalya, Almanya ve İspanyada bu olgu, faşizmin başarı kazanmasının başlıca
nedenlerinden biri olmuştur.
Şunu da ekleyelim ki,
faşizmi sahneye çıkış safhasında devrimci bir hareket olarak ortaya koyup, onun
sonradan, hâkim sınıfların etkileri, baskıları altında karşı-devrimci bir
harekete dönüştüğünü sanmamalıdır. Sadece ilk adımlarının karşı-devrimci güçler
tarafından desteklenmesinden ve etkilenmesinden ötürü değil, fakat aynı zamanda
müdahalesinin siyasal ve sosyal güçler dengesini bozması yüzünden de karşı-devrimci
bir harekettir faşizm.[37] Bunun
ötesinde, faşist gelişim ile hakim
sınıfların siyasi ve ekonomik hücumu genel bir oluşumdur. İtalyan faşizmi,
belirleyici rolünü ancak 1921’de, yani köleliğin Po Ovası’nda, Toskana’da ve
Apulya’da harekete geçtiği ve sanayicilerin işçi ücretleriyle toplu iş
sözleşmelerine karşı saldırıya geçtiği tarihte oynamaya başlar. Bunun gibi,
1923 yılında daha bir embriyon durumunda olan nasyonal sosyalizm de, 1928-29
yıllarında yani sanayinin ücretlere karşı büyük saldırısının ve hükümetin
deflasyon politikasının başlangıcında gelişmeye başlar.
Siyasi alanda Mussoli’nin
1922 sonrası hareketi de sosyalistlerin iktidara katılmalarını önlemeye çalışan
Corriere dela Sera liberalleri, Giornale d’İtalia muhafazakârları, büyük toprak
sahipleri ve Vatikan ile yakından bağlantılıdır. Sonradan Hitler de, 1930’da
büyük koalisyonun dağıtılmasını ve sosyalistlerin Prusya hükümetinden
çıkarılmalarını talep edecekti.
Orta sınıflar, İtalya’da,
1919-20 yıllarının halk hareketine belirli ölçüler içerisinde katılmışlardı. Ne
var ki, sosyalist işçi hareketinin bir çıkış yolu bulmadaki güçsüzlüğü, onları
bu hareketten büsbütün uzaklaştırdı. Bu gerisingeri dönüşte, “Proletarya
diktatörlüğü” sloganının aşırı dozda kullanılmış olmasının da rolü vardır.
Sosyalist hareket yüzünden çıkarları, önyargıları ve hayalleri tehdit edilen
orta sınıflar, yüzlerini faşizme döndüler. Onların işçilere karşı nefreti
yeniden körüklendi ve bir yandan işçilere karşı girişilen vahşi saldırılarda,
öte yandan da özerklik taleplerinde ve hatta kendine özgü bir idealizmde
tezahür etti. Küçük burjuva idealizmi, hâkim sınıfların mücadelesine az katkıda
bulunmuş değildir. Çünkü bu idealizm ve kullanılan yeni dil sayesindedir ki, hâkim
sınıflar kitlelerle kopmuş olan bağlarını ve kitleler üzerinde zayıflamış
kontrollerini yeniden sağlamlaştırabildiler.
Faşizm, savaş sonrası dönemde son derece etkili kitle
metotlarından yararlanabilmiş bir karşı-devrim hareketidir.[38]
Mücadelesini hasımlarının etki alanlarına kaydırmaya ve hasımlarının kitleler
üzerindeki etkilerini bertaraf etmeye çalışır. İşte budur demagojik formülleri
ve hatta sosyalist terminolojiyi kullanışının nedeni. Mussolini’nin gazetesi
uzun bir süre “Sosyalist Günlük Gazete” adını taşımış ve Hitler’in partisi de
kendisini “nasyonal sosyalist” diye belletmiştir. Eski siyasi çevrelerin
ayaklarını kaydıran yeni durumlar yaratır bu taktik.
Ama faşizmin asıl
özgünlüğü kitle taktiğinden veya demagojik programından ziyade, onun belirli
yönleriyle özerkleşen fonksiyonunda yatar.[39] “Bir
devletin kendisini bir devrimin programına karşı değil de onun taktiğine karşı
savunmak zorunda bulunuşunu Mussolini sayesinde öğrendim’’ diyordu Giolitti.[40]
Gerçekten de faşizm,
ilkeler uğrunda değil de mevkiler uğrunda bir savaş yürütür. En güçlü araçları
da, iktidar devir ve teslim alınmadan bir “vakıa” sayılamayacak olan oldu bittilerdir.
Ancak iktidar araçları ile faşizm, bünyesinde taşıdığı çelişkileri aşabilir ve
bir kere ulaştığı tempoyu koruyabilir. Topladığı ganimetlerle bin bir çeşit
istekleri tatmin edebilir. Zaferin prestiji ile taraftarlarının sayısını
artırabilir, devletin gücü ile hasımlarını boyunduruk altına alabilir. “Hükümet
darbesinin tekniği” kitabında faşist yazar Curzio Malaparte, Roma yürüyüşüne
takaddüm eden İtalya’daki krizi şöyle anlatır: “Faşistleri milli bloka
katılmaya teşvikte ve Mussolini’yi anavatanın
kurtarıcıları Pantheon’una yerleştirmede o kadar acele eden liberaller,
demokratlar ve muhafazakarlar, Mussolini’nin amacının İtalya’yı resmi geleneğe
göre kurtarmak olmayıp, 1919’un programından çok daha ciddi bir program
çerçevesinde doğrudan doğruya devlet iktidarına sahip çıkmak olduğunu kavramaya
bir türlü yanaşmıyorlardı.”[41]
İşte örgütlenmenin ve
özellikle militarist bir örgütün faşizmde oynadığı önemli rolün sebebi de bu olguda
yatar. Her çeşit faşizm, silahlı bir örgütü beraberinde getirir. Silahlı örgüt
olmaksızın faşizm de olmaz. Bu, her faşistin silahlandırılmış olduğu ya da
faşist hareketin her zaman doğrudan doğruya silah depoları veya cephaneler
üzerinde tasarruf ettiği anlamına gelmez. Faşist örgüt, kadrolarında ve
disiplininde, toplantılarında ve eğitiminde militaristtir. Bütün faşistler de,
örgütlenmenin bu biçiminin iktidarı ele geçirmenin zorunlu ve elverişli gereci
olduğuna inanırlar.
Faşizm, önce kendini bir
parti karşıtı olarak tanıtmakla işe başlar, arkadan da bir siyasal parti
oluşturmaya koyulur. Bu gelişime rağmen, askeri örgütlenme, bütün büyük
ülkelerde, faşizmin en önemli niteliklerinden biri olarak varlığını sürdürür.
Mussolini 1921 Aralık ayında bütün partiyi “squadre d’azione”ye
kaydettirebiliyor; de la Rocque da 1936 yılında “Squadre d’azione”yi bir
siyasal partiye dönüştürebiliyordu. Değişmeyen amaç, askeri örgütü, onu
maskelemek suretiyle alıkoymaktı. Bu örgüt faşizmin özünü belirler.
Pekiyi ama o halde
faşizme karşı mücadele her şeyden önce bir askeri mücadele olmayacak mıdır? Hiç
şüphesiz bu mücadele bir iktidar sorunudur. Ama eğer başarılı bir politika,
dayanacağı sağlam ve güçlü bir iktidara muhtaçsa, bu iktidar ancak iyi bir
politika sayesinde yaratılabilir. Askeri örgütlenmeyi istediğiniz kadar
geliştiriniz, eğer siyasal-askeri
iktidar, örgüt dışında kalan kitlelerden tecrit olursa, onun geleceği
umutsuzlaşır, kararır. Bu gerçek, 1921 yılının ortalarında İtalya’daki faşist
squadre için geçerli olduğu gibi, 1934 Şubat’ında Avusturya’daki sosyalist
himaye birliği için de geçerlidir. Gerçekten de, Mussolini ve Hitler’in
başarıları her şeyden önce siyasi planda kazanılmıştır (1922 Ekim’indeki Facta
krizi, l 933’teki Schleicher krizi).
Şimdi, antifaşist
hareket, en başta geniş halk kitleleriyle ülkenin büyük çoğunluğu ile sürekli
ve etkili bir bağlantı kurma ve devletle olan ilişkisini düzenleme problemiyle
karşılaşır. Olabilir ki belirli bir durumda, hâkim sınıfın ve devlet aygıtının
faşizmle tamamen iç içe geçmesi sonucunda, doğrudan doğruya devrimci savaşı
görmekten ya da faşist diktaya katlanmaktan başka yol kalmaz. Ama böyle bir
durumda bile Bolşevizm veya faşizm “yanlış ikilemi”ne düşmenin bir gereği
yoktur. Böyle bir ikilem içinde antifaşist hareket, olabildiğine genişletilmeye
en fazla muhtaç olduğu bir anda daraltılmış olur
Şimdiye kadar
geçirilmiş tecrübeler (İtalya, Bulgaristan, Almanya, Avusturya) şu hususu
ispatlamaktadır ki, devlet ile faşizmin birleştiği durum, ortaya çıkabilecek en
kötü durumdur. İşçi sınıfı, kendisine böyle bir durumun empoze edilmesini,
faşizme karşı mücadelesi içinde mümkün olan her çareye başvurarak engellemeye
çalışmalıdır.
İşçi sınıfı, halk
kitleleriyle birlikte faşizmi devletten tecrit etmede, devleti faşizmin
hizmetine sokabilecek etkilere ve entrikalara karşı mücadele etmede yoğun çaba
göstermelidir. Faşizm, devlet olmadan hiçbir şey yapamaz. Hele devlete karşı
hiçbir şey yapamaz. Öte yandan, antifaşizm, mücadelesini aynı anda hem devlete
hem de faşizme karşı yürütmek zorunda kalırsa, hedefine çok zor ulaşır. 1921’de
“Savaş proleter dikta ile faşist dikta arasında cereyan eder” diyen İtalyan komünistleri ve 1932’de mücadeleyi Weimar’a
ve Potsdam’a karşı iki cephede birden açan Alman komünistleri, sonuçta ne
faşizme karşı ne de devlete karşı mücadele edememiş ve hüsrana uğramışlardır.
Antifaşist mücadele üçlü bir mücadeledir: Alabildiğine geniş tutulması gerekli
bir antifaşist cephe, elden geldiğince etkisiz kılınması gerekli faşist blok ve
nihayet tüm araçları demokrasinin korunması için seferber edilmesi gerekli
devlet.
Faşizmin yenilip
çökertilmesi ancak bu üç unsura değer veren ve bu unsurları bütün güçlerin
demokrasiden yana ağır basmasını sağlayacak biçimde düzene koymayı, sıraya koymayı
başaran bir politik strateji ile mümkün olur.
Faşizmin mahiyetine
ilişkin tahlili geliştirmek için, onun milli ve milletlerarası alandaki
birbirleriyle bağlantılı sonuçlarına dikkat etmelidir. Faşizmin yerleştiği
yerde, bütün sonuçları beraberinde getiren en önemli sonuç, halkın siyasi
eyleme katılmaktan uzaklaştırılmasıdır. Anayasa reformları, parlamentonun baskı
altına alınması, rejimin totaliter karakteri, bir başlarına değil, fakat ancak
amaçları ve sonuçları ile olan bağlantıları içerisinde değerlendirilebilir.
Faşizm, herhangi bir siyasi rejimin yerini alan bir siyasi rejim değildir.
Faşizmde siyasi hayat devletin tekeline giren bir fonksiyon olur ve büsbütün
ortadan kalkar.
Formüller yürürlükte
kalır, eskidikçe yenilenir. Ama halk bütün olup bitenlerin dışında pasif
seyircidir. Eğer mevcutsa, sendikalar ve partiler bile “her şeye muktedir” devlete
tabi araçlar olmaktan öteye geçemezler. Onlar, devletin aleti olurlar ve gereç
haline; ikinci dereceden araca, aracın aracına dönüştürülürler. Kurumların
bütün bağımsızlığı ve özerkliği kaybolduğu için, halk istenen kalıba
sokulabilecek bir madde olur; direnci ve hareketliliği tepeden denetlenip yola
sokulur. Gerçi halk, birtakım gösterilere katılır ve hatta sürekli bir alarm ve gerilim havası içerisinde
tutulur. Ama bu, aslında halkı duyarsızlaştırmanın, pasifleştirmenin bir
tekniği olmaktan başka bir şey değildir. Halka bilinçli bir siyasal yaşam asla
yaşatılmaz.
Böyle bir sistemde
artık İtalyan komünistlerince yıllar yılı beslenmiş o inanca, faşizmin,
demokratik hayalleri imha etmek suretiyle, son tahlilde bir ilerlemeye yol
açtığı hayaline yer olamaz. İtayla komünistleri Mayıs 1922’de şöyle diyorlardı:
“Gerçi beyaz karşı-devrimin hazırlıksız hasmı üzerinde sathi zaferler kazandığı
doğrudur. Ama aynı karşı-devrim demokratik ve liberal hayalleri de çökerterek
sosyal demokrasinin kitleler üzerindeki etkisini de silmektedir.” Ocak 1934’de
komünist enternasyonalin Almanya meselesine ilişkin bir başkanlık kararında da
şöyle denmekteydi. “Açık faşist diktanın kurulması, kitlelerin demokratik
hayallerini bertaraf ettiği ve kitleleri sosyal demokrasinin etkisinden
kurtardığı için, Almanya’nın proletarya devrimine giden yolunu da kısaltır.”
Burası, komünist
enternasyonalin bir türlü vazgeçmediği bu anlayışın esaslı bir eleştirisini
yapmanın yeri değildir. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, faşizm, sadece
demokratik hayalleri bertaraf etmekle kalmaz. Fakat faşizm, aynı zamanda
çepeçevre kuşattığı asıl devrim çekirdeğini de, yani sosyalist işçi hareketini
de bertaraf eder. Faşizm için, “bitirilmiş ama ölümü engelleyememiş bir
ameliyat” için söylenen sözlerin eşi söylenebilir: Hasta ameliyatın sonunu
yaşayamamış ve bu sayede bütün hayallerinden kurtulmuştur.
Faşizm, halkı basit
bir “alet” derekesine düşürerek milleti baskı altına alır. Rejimin bu yönü,
faşizmin “dozu kaçmış milliyetçilik” perdesi arkasında gizli kalır, kolayca
gözden uzaklaşır. Ulusların peygamberi Mazzini tarafından 19. yüzyılda “Serbest,
özgür bir halk olmaksızın millet olamaz” formülünde
yüceleştirilen milli bilincin yerini, faşizmde “devlet” fikri alır. Mazzini’ye
göre, siyasi hürriyetin ve milli bağımsızlığın kazanılması, halkı bir millet
haline getirir. Milli bilincin yeniden uyanışı Avrupa bilincinin oluşumunda zorunlu
bir basamaktır. “Genç İtalya” ise ancak “Genç Avrupa” içinde mükemmelleşebilir.
Bu görüş, bizi
faşizmden çok uzaklara götürür. Ama aynı zamanda bize, faşizmin sosyalist işçi
hareketini niçin yok etmek istediğini anlatır.
19. yüzyılın
bitiminden beri hemen hemen her yerde sosyalizm, kitleleri milli hayata katma
fonksiyonunu demokrasiden devralmıştır. Kitleler millete ve devlete sosyal
alanda fiilen dâhil olmuşlardır. Bu süreçte kimi zaman birtakım sıkıntılarla
hatta bunalımlarla karşılaşılmıştır. Ama büyük bir tarihi olgu olarak,
kitlelerin, kendi ihtiyaçlarının ve umutlarının bütün ağırlığı ile milli hayata
katıldıkları da bir gerçektir. Bu andan itibaren de hayatın ancak bilincin,
hürriyetin ve rejimin daha yüksek bir safhasında ele alınıp organize
edilebileceği de açıktır. Buna karşılık, faşizme göre ise halk, sadece
sosyalist talepleri kendisine rehber olan bir iktidar hırsının basit bir
aletidir.
Sınıflar arası
savaşın bütün sloganları, genç halkların yaşlanmış halklara karşı, yoksul
milletlerin varlıklı milletlere karşı, proleter milletlerin plütokrat
milletlere karşı silahlı savaşının sloganlarına dönüştürülür. Böylelikle de,
her “milliyetçi” (nasyonal) sosyalizmde milliyetçilik, “sosyalizmi” ve her
faşist “silahlanmış millet”te ordu, “milleti” kaçınılmaz biçimde yutar. Faşizmin
otarsiye ve savaşa aynı zamanda eğilim göstermesinin sebebi de budur. Üstelik
faşist rejimin sıkıntıları ve ekonomik çelişkileri bu eğilimi daha da güçlendirir.
Faşizm, sadece bir savaş eğilimi değildir. Bu rejim, savaş eğiliminde aynı
zamanda doğrudan doğruya varlığını sürdürme
imkânlarını da bulur. Çeşitli “zorunluluklar” arasında kendisine karşı savaşı
seçer; zaten seçmek zorundadır da. Belirli bir andan sonra savaş hazırlıkları
bir araç olmaktan çıkıp bir amaç halini alır, ülkenin ekonomik, sosyal ve
siyasi yapısını köklü ve sürekli bir şekilde değiştirir.
Faşizm için savaşa
hazırlık, sadece istenmediği halde patlak verebilecek bir savaşa karşı birden
fazla çıkış yolunu açık tutmak değildir. Faşizm için savaşa hazırlık, sadece
tek bir çıkış yolunu, savaş yolunu açık tutup öteki yolları büsbütün
tıkamaktır. Savaş, faşizm indinde devletin hesaba katmak zorunda bulunduğu bir
ihtimal ve imkân değil, her şeyi kendisine bağımlı kılan bir kesinlik ve
zorunluluktur.
Mussolini 23 Mart
1936’da korporasyonlar toplantısındaki konuşmasında politikasını ve niyetlerini
şu sözlerle belirtiyordu:
“İtalya, barış ve her şeyden önce savaş dönemi için ekonomik bağımsızlığın en yüksek derecesine ulaşmalıdır. Bütün İtalyan toplumu bu en önemli zorunluluğa ayak uydurmalıdır. İtalyan halkının kaderi buna bağlıdır. Şimdi çok önemli bir noktaya parmak basacağım: İşte bu zorunluluğu, faşizmin geleceği uğruna, İtalyan ekonomisinin hükümet planı olarak ilan edeceğim. Bu plan tek bir partinin varlığından, ulusun savaş deneyinden geçmesi şartının varlığından hareket edecektir. Ne zaman? Nasıl? Bunu kimse söyleyemez. Ama kaderin çarkı hızlı döner.”
“Eğer İtalya’da
devlet kapitalizmini veya devlet sosyalizmini yerleştirmek isteseydim, bugün bu
işi gerçekleştirebilmek için zorunlu ve yeterli objektif şartlara sahip
bulunurdum.”
Acaba faşist
ekonominin bir devlet kapitalizmi olduğu ileri sürülebilir mi? Teknik belirtilerin
ve unsurların varlığına rağmen buna inanmıyorum. Faşizmde devlet salt
ekonominin düzenleyicisi olarak özel kapitalistlerin yerini tutmaz; sadece
onlara siyasi planını empoze eder.
Faşizmin zembereği “kar”
değil “iktidar”dır. Hiç kuşkusuz, günün birinde “kar” “iktidar”la yeniden
birleşecektir. Ama bu iki amaç arasında tabii bir fark ve bir zaman farkı
vardır. Kapitalist sınıf bu farkı, ancak zorlandığı takdirde olduğu gibi
kabullenebilir ve aşabilir.
Faşizmin ekonomik
gelişimi tarafından üretilen ve aynı zamanda bu ekonomik gelişimi doruk
noktasına çıkarmaya çalışan yeni, siyasal sınıfın görevi işte budur. Proletarya
bir sınıf olarak, bu yeni sosyal sınıfın tamamen dışında bırakılmıştır. Savaş
hazırlıkları, işsizliği belirli ölçülerde azaltabilir ve bu arada belirli işçi
kesimlerine ayrıcalıklar sağlayabilir. Ne var ki, otarsi çerçevesinde böyle bir
savaş hazırlığı ancak işçi sınıfının yaşama standardının bütünüyle feda
edilmesi pahasına olmaktadır. Üstelik bu hazırlık, endüstrinin, ticaretin ve
kredi kaynaklarının yoğun bir biçimde tekelleşmesini ve kırlarda tahıl üretimi
ile sınai yatırımların yoğunlaştırılmasını gerektirdiğinden[42] kent
orta sınıfının bir bölümü ve kırsal alanlardaki bütün orta sınıflar
mahvolurlar.
Artan tekelleşme
süreci içinde, narh sistemi ve başkaca devlet müdahaleleri yüzünden küçük ve
orta sanayiciler, küçük tacirler ve
köylüler giderek silinirler. Buna karşılık kent orta sınıflarının üretimde doğrudan
doğruya bir rol oynamayan kesimi, rejimden geniş ölçüde yararlanır ve parsayı toplamaya
katılır.[43]
Bu kesim, bütün mesamelerinden rejime sızıp girer, parti yönetiminde, orduda,
sendikalarda, eski ve yeni devlet kesimlerinde çok sayıda mevki işgal eder ve
ülkenin hâkim siyasi sınıfı olan muazzam faşist bürokrasinin oluşmasına katkıda
bulunur. Basite indirgenerek denilebilir ki, bu yeni hâkim sınıf,
kapitalistlerle küçük ve orta şehir burjuvazisinin uzlaşmasının bir sonucudur.
Herhalde bileşimi çok karışıktır; içinde subaylar ve aristokrasinin mensupları
da yer alır. Ama “homines novi” çoğunluktadır. Onlar, ideolojilerine ve
çıkarlarına uygun yolda milliyetçiliğin ve devletin olabildiğine yüceltilmesi
işini gerçekleştirirler.[44] Bu yeni
hâkim sınıf, rejimden yaşar, hayâsız bir mevki avına katılır, yeni
zenginliklerin istifçiliğini yapar, yağma eder, vergi alır, ama ekonomik
hayatta fiilen yer almaz.
Faşist klik, toprak
ve sermaye sahibi olsa bile, en esaslı gelirini yine de kendisi için temin
ettiği siyasal tekelden ve devlet aygıtının kendisi tarafından pompalanan şişkinliğinden
devşirir.
Otarsi ve savaş
hazırlıkları bu gelişmenin en elverişli şartlarını yaratır. Öte yandan, devlet
aygıtının büyümesi de otarsiyi ve savaşı davet eder. Ülkenin içinde hiç kimse
de bu şeytani döngüyü kıramaz.
Faşizm; azar azar
işçi hareketini, halkı, ulusu bertaraf eder. Bütün dizginler koparılmıştır
artık. 1921-22 yıllarındaki faşist saldırının İtalyan sınırlarını aşan acıklı
bilançosu budur işte.
Halkevlerinin (Case del Popolo) söndürdükleri meşaleler,
Avrupa’yı ateşe boğacak bir yangının başlangıcı olmuştur. Sendikaların,
kooperatiflerin ve sosyalist grupların lokallerini tahrip eden darbeler, aynı
zamanda yeni Avrupa’nın, faşizm tarafından ne pahasına olursa olsun tahammül
edilemez temellerini de sarsmıştı.
Faşizmde program,
aslında siyasi manevraların vasıtasız ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bir
acil çaredir, bir araçtır. Roma’ya büyük yürüyüş arifesinde ve Schleicher’in
istifası anında, İtalyan faşizmi ile Alman nasyonal sosyalizmi, iktidara eski
ve yeni programları adına değil, düpedüz fiilen ele geçirilmiş iktidar adına
tabi olurlar. İşçilere ve sosyalistlere karşı yöneltilmiş güçlerini de tutucu
çevreler kendilerine devlet kapıları açıldığında istismar etmek isterler.
“Bizim doktrinimiz
olgulardır” diye haykırıyordu 1919 Ekiminin faşist kongresinde Mussolini. Bu
formül, sadece bir taktik fikri açıklamaktan ibaret kalmayıp, doğrudan doğruya,
her şeyin “iktidar hırsı”na bağlandığı bir dünya görüşünün yansısıdır. Her
şeyden önce bu noktada, faşizm ile sosyalizm uzlaşmaz biçimde çelişirler.
İnsanlığı kaderi, bu çelişmenin çözümüne sıkı sıkıya bağlıdır. İki felsefenin
uyuşmazlığı gibi görünebilir bu; ama aslında felsefe ile felsefenin inkârı
arasındaki çelişki söz konusudur burada.
Tren kendisini Roma’ya
getirdiği ve burada Kral’ın kendine yeni hükümetin kurulması görevini vermeyi
tasarladığı sırada Mussolini şöyle sesleniyordu: “Eylem, felsefeyi mezara
gömmüştür!” Faşizm tarafından sürgit talep edilen bu gerçekçilik, onun,
doktrini tarafından asla aşılamayacak seviyesini de belirler. Bir kere iktidara
geldikten sonra faşizm, tıpkı bütün sonradan görmelerin asalet arması
toplayışları gibi, kendisine tarihten emsaller, selefler arar. Ataerkil
geleneğe, mistikliğe ve romantikliğe sarılır. Her şey bu ateşli selef arayışında seferber edilir. Bütün bu
çabalarına rağmen faşizm, zaferden önce de sonra da kaba bir pragmatizmin yan
ürünlerine, iktidarın abartılmasına, milliyetçiliğin ve devlet hayranlığının
şişirilmesine inhisar eder.
Her şeyin altında da
hayata itilen itikatsız bir tasavvuf yatar. Hayat, amacını bünyesinde taşıyan
bir mücadele ve çabalamadan ibarettir. Savaşın alabildiğine abartılmasının
sebebi de budur işte.
“Sadece savaş, bütün
insani enerjilerin en yüksek gerilimini sağlar ve buna mukavemet edecek
halklara soyluluk damgasını basar” diyordu Mussolini “Enciclopedia İtaliana”da.
Hiç şüphesiz
faşistler, görev, fedakârlık ve disiplin sözlerini ağızlarından düşürmezler,
ferdi bencilliği de aşağılarlar. Ama aslında faşizm, sırf köklü bir insani
değeri, insanın evrensellik ve şarta bağlanmazlık ihtiyacını bilinçlerden
kovmak için bireyciliğe karşıdır. Sırf bu ihtiyaçtan kaynaklanabilecek
taleplere muhatap olmamak içindir ki bu ihtiyacın bütün tutukluklarını bertaraf
eder. Bireysel bilinçle feda ettikleri şey, bireysel pay değil, düpedüz
bilinçli bireyin kendisidir. Ahlaki hayat, olduğu gibi tümüyle devlete intikal
ettirildiği için, görünüşte her şey çözümlenmiştir. “Bir faşist için her şey
devlettedir. İnsani ve ruhsal olan hiçbir şey mevcut değildir. Devletin dışında
hiçbir değer söz konusu olamaz.”
“Faşizm için devlet mutlaktır.
Bu mutlak değerin karşısında, bireyler ve gruplar da sadece nispidirler.” Sadece “nispi”nin bulunduğu yerde ahlaki bir
buyruk oluşturmak imkânsız olduğu için de faşizmin devlete yerleştirdiği “mutlak”ın
muhtevasının ne olduğunun sorulması gerekir.
Mussolini cevap
veriyor: “Faşist devlet iktidar ve hâkimiyet hırsıdır.” Faşizm “iktidar hırsı”ndan
yola çıktığı için, bireyler de kendisine tabi kılındığı için, kendisini ancak
devletin içinde yeniden bulabilir. Döngü kapanır ve ahlaki hayatla beraber bu hayatın her çeşit varlık
nedenini de dışta bırakır. “İktidar ve hâkimiyet hırsı”nın ahlaki hayatla ortak
hiçbir noktası yoktur. Hatta Hitler’in sözleriyle, bu hırs halkın hayat
ihtiyaçlarının hizmetine sunulsa bile değişmez gerçeklik.
Yanılgılarının ve
saptırmalarının çok ötesinde sosyalizm, insan bilincinin tüm isteklerine ters
düşen, onlara yabancı ve hasım olan her şeyi insan bilincinin gerçek
isteklerine bağımlı kılma yolunda en büyük deneydir. Sosyalizm, “insani” olanın
“ekonomik” olana önceliğini güvence altına almak, doğayı insancıllaştırmak ve
ahlakileştirmek, doğanın bağımsız ve yenilmez bir güç olarak gelişmesini
önlemek ister. Doğanın ve toplumun yasalarını, bu yasalara tutsak olmayıp
onları kendisine bağımlı kılmak için araştırır. Madde ile yakından
ilgilenmekle, insan bilincini dış zincirlerden kurtarmak ve bütün nesneleri bu
bilince bağımlı kılmak ister. Böylece bilincin kendi iç yasalarının
buyruklarına uyabilmesini, onları tam anlamıyla gerçekleştirebilmesini sağlar.
Sosyalizm, sadece sınai mekanizmayı ve onun dev üretim gücünü kendisine bağımlı
kılmak isteği ile de yetinmez, aynı zamanda devlet aygıtını ve onun muazzam cebir
gücünü, özellikle bu iki güç, bu iki makine her zamankinden fazla birbirleriyle
kaynaşmak eğilimi gösterdiği için, kendisine bağımlı kılmak ister. Sosyalizm
materyalist bir dünya görüşü olduğu halde, faşizm gereçsel (enstrümantal) bir
dünya görüşüdür. Faşizm bir denge fiilidir, bir rejimdir, bir enerjidir;
kendisini kabul ettirdiği zaman bile hiçbir ahlakı ikame edemez, hatta kuramaz.
İşte bu sebeple faşizm, felsefenin inkârıdır, siyasetin inkârıdır ve dinin inkârıdır. “Demokrasi, hayatı esas itibariyle siyasal olarak görürken, faşizm hayatı esas itibariyle savaşçı olarak karşılar” diye yazıyordu Mussolini Eylül 1922’de. Faşizm, dine ancak kendisine bireysel vicdanı terk ettiği takdirde katlanabilir. Kilise, bireylerin ve grupların, faşist devlet tarafından yutulmalarına karşı gösterdikleri direnci kırmada yardımcı olduktan sonradır ki, içinde ne bireysel vicdana ne de dine bağımlı hayat hakkı tanımayan bu devletin mutlak hâkimiyetini kabullenmiş, onu desteklemiştir. Bütün resmi onurları saklı kaldığı takdirdedir ki kilise, faşizmde, ancak bir araç rolüne inhisar etme şatıyla yaşayabilir. Böyle bir durumda din de, aynen faşizm gibi yoksulları avutmak ve hizaya getirmek için yararlı bir sistem olur. Öyle bir araç ki, Voltaire’den Mussolini’ye varıncaya dek nice nice dinsiz sarılmıştır buna. “Yoksullar için din” böylelikle, faşist devlet anlayışının zengin cephanesinde işçi sınıfına karşı emperyalizmle birleşip bütünleşir.[45]
[1] Nasyonal sosyalizm örneğinde faşizmin
çeşitli yorumları üstüne esaslı bilgiler için bkz. Whiteside, Andrew G., “The
Nature and Origins of National Socialism” Journal of Central European Affairs,
Volume 17, 1957, s. 48-73. Faşizm karşısında takınılan en önemli teorik
tavırların ana çizgileri için bkz. Ernst Nolte, Zur Phiinomenologie des
Faschismus, Vierteljahreshefte für Zeitgeschichte, 10. Jahrgang 1963, s.
373-407. Faşizm teorilerinin eleştirel tahlilleri için bkz. “Das Argument,
Berliner Hefte für Probleme der Gesellschaft”, Keft 30, 31, 33.
[2] Ernst Nolte, Das Faschismus in seiner Epoche, München, 1963, s. 32. Avrupa’da münferit ulusal faşist hareketler üstüne bkz. Nolte, Ernst, Die fas chistischen Bewegungen, dtv-weltgeschichte Bandı, München, 1966.
[3] Max Horkheimer, “The
Lessons of Fascism, Headley Cantril Tensions that cause wars, Urbana / 1, 1 1 ,
1950, s. 223.
Ekonomik ve sosyal açıdan hâkim grupların faşizm karşısındaki ilişkileri üstüne ayrıca krş. Charles Bettelheim, “I.conomie allemande sous le nazisme, Un aspect de la decadence du capitalisme”, Paris, 1946 ve Schweiter, Arthur, Big Business in the Third Reich, Bloomington/ind. 1964.
[4] Faşizm teorisi
üstüne Almanya Sosyalist işçi Partisi’ndeki tartışmalar için krş. Hanno
Drechsler, Die sozialistische Arbeiterpartei Deutschlands (SAPD). Weimer
Cumhuriyeti’nin sonundaki Alman işçi Hareketi’nin tarihi üstüne bkz. “Marburger
Abhandlungen zur Wissenschaftlichen Politik”: Band 2, Meisenheim-Glan, 1964.
[5] August Thalheimer
(1884). Birinci Dünya Savaşı'ndan önce SPD'nin üyesi ve çeşitli parti
gazetelerinin redaktörüydü. 1914'den sonra Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in
çevresine dâhil oldu. Thalheimer 1919’dan 1924'e kadar KPD'nin merkez üyesi,
Rosa Luxemburg'un ölümünden sonra da 1923e kadar partinin baş teorisyeni olarak
görev aldı. Sağcı KPD politikasının en önemli temsilcilerinden biri sıfatıyla,
1924'de görevden uzaklaştırıldı ve Sovyetler Birliği'ne göçtü. Thalheimer, orada
Moskova'nın Sun-yet-Sen Üniversitesi'nde profesör ve Komünist Enternasyonal'in
program komisyonunun üyesi oldu. l928'de Almanya'ya geri döndü ve KPD'nin sağcı
muhalefetinin teorisyenliğini yaptı. 1929'da Komünist Parti'den ve Komünist
Enternasyonal'den ihraç edildi. Thalheimer, 1933'de Fransa'ya, 1941'de de
Küba'ya göçtü. 1940'da Havana'da öldü.
Komünist Parti'deki sağcı muhalefet ve Thalheimer'in Alman komünizminin gelişimindeki yeri üstüne bkz. K.H. Tjaden, Struktur und Funktion der KPD (O). Eine organisationssoziologische Untersuchung des "Rechts" kommunismus in der Weimarer Republik, Marburger Abhandlungen zur wis senschaftlichen Politik, Band 4, Meisenheim-Glan, 1964.
[6] Gegen den Strom, KPD
muhalefetinin organı, 1929, Ar. 10, s. 3.
[7] Bu tezin formüle
edilmesi ve geliştirilmesi üstüne bkz. Theo Pirker, Komintern und Faschismus,
Dokumente zur Geschichte und Therie des Faschis mus, Stuttgart, 1965.
[8] Gegen den Strom,
1930, Nr. 17, s. 266.
[9] Gegen den Strom,
1929, Nr. 10, s. 3.
[10] Gegen den Strom, 1931, s. 100.
[11] Gegen den Strom,
1933, s. 25. i.s.
[12] Başlangıçta
totalitarizm kavramı sadece nasyonalizmle bağlantılı görülmüştür. Mesela, bkz.
Ernest Fraenkel, The Dual State, New York / London / Toronto 1941, Franz
Neumann, Behemoth: The Structure and Practice ofNa tional Socialism, London,
1941, Sigmund Neumann, Permanent Revolution: The Total State in a World at War,
New York/ London, 1942. Daha sonra komünist egemenlik sistemlerinin de dahil
edilmesiyle totalitarizm teorisi sistematize edilmiştir. Bkz. Hannah Arendt,
Elemente und Ursprünge totaler Herrschaft, Frankfurt-Main, 1958; Cari J.
Friedrich, Totalitare Diktatur, Sututtgart, 1957; Zbigniew Brzezinski, “Totalitarianism
and Rationaliıy’: The American Political Science Review, 1950, s. 571, i.s. Komünist
egemenlik sistemlerine ilişkin değişik bir tahlil için bkz. Marcuse Herbert,
Die Gesellschaftslehre des sowjetischen Marxismus, Neuwied, 1964.
[13] Krş. Bernard Blanke,
“Rot gleich Braun’: Das Argument Heft 33, s. 27, i.s.
[14] Krş. İring Fetscher,
Faschismus und Nationalsozialismus, Zur Kritik des sowjetmarxistischen
Faschismus begriffes, Politische Vierteljahresschrift, 3. Jahrgang 1962, s. 59,
i.s.
[15] “Ulusal karakter” kavramının eleştirisi üstüne bkz. Gerhard Ritter, The Historical Foundations of the Rise of National-Socialism, The Third Reich, London, 1955, s. 381-416, özellikle s. 385 i.s.
[16] Fritz Martini, das
Ende al/er Sicherheit, Eine Kritik des Westens, Stuttgart,1954, s. 94.
[17] Krş. Aşağıda s. 169.
[18] Golo Mann, Deutsche
Geschichte 1918 bis 1945, Frankfurt-Main, 1958, s.105.
[19] Burada, özellikle Alman
iltica hareketinden kaynaklanan ve bu kitapta yer verilen teorik çalışmaları
esas itibarıyla tasdik eden, eleştiren, tamamlayan veya kısmen düzelten
çalışmalara da dikkati çekmek isteriz: Franz Neumann, Behemoth: Structure and
Practice of National Socialism, London 1941; H. Drucker, Organisational Man,
London, 1938; Wilhelm Re ich, Massenpsychologie des Faschismus, Kopenhagen,
1933; Theodor Ador no, Else Fraenkel Brunswik, The Authoritarian Personality,
Studies in Prejudice, New York, 1950; Erich Framm, Die Furcht vor der Freiheit,
Zürich, 1945; Max Horkheimer, Studien über Autoritat und Familie, Paris, 1936.
[20] Karl Marx, Der
XVlll. Brumaire des Louis Bonaparte, Frankfurt-Main,1965, s. 138.
[21] Karl Marx, anılan
yerde, s. 63.
[22] Karl Marx, anılan
yerde, s. 133.
[23] Karl Marx, anılan yerde, s. 124.
[24] Friedrich Engels,
Einleitung zu Kari Marx “Bürgerkrieg in Frankreich”, Kari Marx- Friedrich
Engels Werke, Berlin, 1956, i.s., Cilt 22, s. 188-199.
[25] Friedrich Engels,
Die Rolle der Gewalt in der Geschichte, Kari Marx-Fried rich Engels Werke,
Berlin, 1956, i.s., Cilt 21, s. 407-461.
[26] Friedrich Engels, anılan yerde, s. 414.
[27] Karl Marx, XVllI. Brumaire, anılan yerde, s. 130, i.s
[28] Karl Marx, anılan
yerde, s. 133.
[29] Karl Marx, Der Bürgerkrieg in Frankreich: Adresse res Generaltats der Internationalen Arbeiterassoziation, Kari Marx- Friedrich Engels Werke, Berlin, 1956, i.s., Cilt 17, s. 31 9-362.
[30] Lo stato operaio, IJ, 3, s. 127,
i.s., Mart, 1928
[31] Friedrich Engels, Die Rolle der
Gewalt... anılan yerde, s. 413, i.s .
[32] Karl Marx, Der XVIII. Brumaire der Louis Bonaparte, Frankfurt-Main, 1965, s. 121.
[33] Silone, Der Faschismus, Zürich, 1934,
s. 70- 71.
[34] Marx und Engels, Gesemvelte
Schrifter, Stuttgart, 1917, 1. Band, s. 4-5 ve 2. Bunel, s. 129- 164-166.
[35] Bu yazı, Angelo Tasca’nın 1936
yılında, önce A. Rossi takma adı altında Fransızca yayımlanmış Nascita e
Avvento del Fascismo adlı kitabının son bölümünün kısaltılmış bir çevirisidir.
Çeviri, 1950 tarihli İtalyanca baskıya sadık kalmıştır. Adı geçen kitap, İtalyan
faşizminin tarihini Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak, ayrıntılı bir biçimde
yansıtır. Buraya alınan parçada, Tasca bu ayrıntılı tarihi araştırmasının sonuçlarını
Alman faşizminin deneyleri ile genel bir teoride birleştirmeye çalışır.
[36] Bu, aynı zamanda
kırsal alandaki kitlelerin, güvenilir yandaşları bulunmadıkça, kentlerden
kaynaklanan saldırılara karşı kendilerini ne kadar zor savunabileceklerini de
gösterir. Şimdi, köylü kitlelerinin şehir proletaryası ile birleşmesi, bir
zorunluluk ve aynı zamanda her biri için bir teminattır.
[37] Bu müdahalenin anlamı ve sonuçlarının ağırlığı, aşırı karşıtlıklar içinde çelişen güçler arasında söz konusu olan ve yan güçlerle ara güçler tarafından bozulabilecek olan denge durumuna bağlıdır. Orta sınıfların ağırlığını salt istatistik verilere dayanarak değerlendirmedeki yanılgı da işte buradan doğar.
[38] Vatikan bile bu
sırada, hemen hemen her yerde Katolik kitle partilerini (İtalya’da Partito
Populare’yi, İspanyada Azione Cattolica’yı, Almanya’da Merkezi) desteklemeyi,
hatta kurmayı tasarlıyordu.
[39] Faşist “Führer”
mistiği de aynı sonucu doğurur ve bütün iktidarı sahiplenme istemini bünyesinde
taşır.
[40] Curzio Malaparte,
Der Staatsstreich, Wien / Leipzig 1932, s. 216, i.s.
[41] Aynı yerde, s. 109.
[42] “Toprağa geri dönüş”
yolundaki acıklı çağrısına rağmen faşizm, bazı kişilerin sandığı gibi bir “tarımlaşma”
olayına yol açmaz, sanayi üretimine ve bu yüzden de şehirleşmeye öncelik verir.
Faşist ekonomide tarım sektörü ile sanayi sektörü arasındaki ilişkinin ikincisi
yararına değişmesi, savaş hazırlığının hem şartı hem de sonucudur.
[43] Faşist kadronun
oluşmasına en güçlü katkıyı sağlayan da işte bu kesimdir.
[44] Özellikle sendika
yöneticileri arasında yer alan “solcuların faşistleri” en radikal tutumlarını
dış politikada takınırlar ve devletin iç politikaya ve ekonomiye her an
müdahalesini talep ederler.
[45] 6 Şubat 1937’de, Adis Ababa katliamından bir hafta sonra, Milano Başpiskoposu Schuster’in Mussolini’yi en görkemli Roma imparatorlarına benzeterek, Habeş halkına emperyal kültürü ve Katolik inancı kazandırma ülküsü uğruna Habeşistan’ı işgal eden İtalyan birliklerine özel selamlarını iletmesi bunun en tipik örneğidir.
Okumaktayım. okuyunca yorumumu yazacağım. Ama uğraşılarınız için teşekkür ve tebriklerimi sunarım.
YanıtlaSil