Mahmut Boyuneğmez
i.
Sosyalist devrim dünyanın her ülkesinde günceldir. Afrika’da şefliklerden
oluşmuş bir devlete sahip olan ülkeler için dahi, sosyalizm gündemdedir.
Günümüzde dünyada feodalizm/yarı-feodalizm adında bir üretim tarzı
bulunmamaktadır. Bir ülkede kapitalist toplumsal ilişkilerin görece gelişmemiş
ya da görece ileri olması, o ülkede sosyalizme geçişin somut bir olanak
olmasını etkilemez. Bunların nedeni, bir ülkede sosyalist devrime önderlik
edecek siyasal çizginin ve örgütün, eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak görece
geri toplumsal ilişkiler içerisinde dahi gelişebilmesidir. Ayrıca proleterleşme
süreçleri yeterince gelişmemiş de olsa, sömürülen üreticilerin/emekçilerin
kapitalist toplumsal ilişkilerin olgunlaşmasını beklemeden, kendi iktidarları
için sosyalist devrime yönelmeleri mümkündür. Dünya emperyalist-kapitalist
sistemi içerisinde bir ülkede kapitalist toplumsal ilişkiler yaygınlaşıp
oturmuşluk kazanmadan da karşıtlıklar çelişki formunu alabilir ve mevcut
iktidar zayıflayıp çatırdayabilir.
ii.
Lenin’in “devrimci durumu” tarifi şu şekildedir: Yönetenlerin eskisi gibi
yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir tarihsel
kesit ve bunlara eşlik eden iktisadi bir bunalım. İktisadi kriz koşullarında
sınıf mücadelesi otomatik olarak yaygınlaşmaz ve keskinleşmez. Kapitalist
sistem, kitlelerde oluşan tepkileri soğurabilecek mekanizmalara sahiptir. Her
iktisadi kriz, devrimci durum doğurmaz. Devrimci durumun başarıyla
ilerletilebilmesi için, sosyalist partinin devrimci durum öncesi süreçlerde
belirli bir ön hazırlığının olması, işçiler arasında öncü işçileri az çok
örgütleyebilmiş olması, işyerlerinde ve mahallelerde azımsanmayacak bir güç
oluşturmuş olması gerekir. İktisadi kriz kesitlerinde, işçilerin/kitlelerin
faşist partileri desteklemesi ve faşist diktatörlüklerin kurulması da
kapitalist demokrasi çerçevesi içerisinde aşırı sağ/faşist partilerin yürütme
gücüne gelmesi de mümkündür.
iii.
Proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki mücadele, kriz kesitlerinde
çelişkili olma vasfı kazanır. Başka türlü söylersek, kapitalist üretim
ilişkilerinin çelişkili karakteri, sistemin kendini yeniden üretemediği
tarihsel kesitlerde oluşur. Olağan zamanlarda bu üretim ilişkileri, iki sınıfın
arasındaki uzlaşmaz karşıtların mücadelesi olarak var olur.
iv.
Doğada ve toplumda dinamik denge durumlarında karşıtların mücadelesi vardır,
denge bozulduğunda aralarında çelişki açığa çıkar ve bir çözüme kavuşur.
Devrimci durum, toplumsal sistemin kendini yeniden üreten ve koruyan
mekanizmalarıyla, dönüşüme zorlayan nedenlerin arasındaki dinamik dengenin
yitirilmesi süreçlerini anlatır. Dinamik dengenin bozulduğu bu süreçler
toplamı, “kriz” olarak adlandırılır. Devrimci durum dönemlerindeki krizde,
ilerletici ve yeniden-üretici/muhafaza edici süreçler arasında bulunan
karşıtlık, çelişkiye evrilir. Bu süreçlerin toplamdaki bileşkesi, devrimci ve
karşı-devrimci eğilimleri doğurur. Çelişki bu eğilimlerin birbirini yok etmeye
çalışmasını anlatır. Çelişkinin ilerletici süreçlerin baskın gelmesiyle
çözülmesi, toplumsal ilişkilerde nitelikçe dönüşme yol açar. Dolayısıyla bu
tarihsel kesitlerde gözlenen gelişim, çelişkilerin aşılması yoluyla olmaktadır.
Oluşan dönüşümde, bir örüntü olarak eylemlerin ve organizasyonların niceliksel
birikmesi ve belli bir eşik aşıldığında niteliksel değişime yol açması
saptanabilir durumdadır. Bir toplumsal formasyonda başka üretim ilişkilerinin
koşulladığı yeni toplumsal ilişkilere devrimle geçiş, bir sıçramadır. Değişim
ve gelişimde, belirli bir ölçü sınırı, eş deyişle “eşik” aşıldığında, niteliksel
dönüşüm gerçekleşir. Niteliksel dönüşüme, “sıçrama” denir. Böylelikle toplumsal
ilişkiler özsel olarak değişir, bu ilişkilerde niteliksel bir kırılma ve
yeniden kuruluş gerçekleşir.
v.
Doğada ve toplumda meydana gelen olayların çoğu “konjonktürler” olarak ortaya
çıkar. Bir sonucun birden fazla nedeni ve oluşturucu nedensel mekanizması
olabilir. Devrimlerin ya da devrimci durumların birçok oluşturucu nedensel
mekanizmaları vardır. Kıtlık, sefalet, savaşlar, kendiliğinden toplumsal
hareketlerin varlığı, kitlelerin başarılı ya da başarısız deneyimleri, öncü
partinin toplumsal hareketleri etkileyip yönlendirmesi, bunlardan ilk akla
gelenlerdir. Bu nedenlerin birbirlerini güçlendirmesi, birlikte sinerjistik
etkiler oluşturması söz konusu olabilmektedir.
vi.
Devrimlerin oluşumunda nedenlerden bazıları rastlantısaldır. Rastlantılar, bir
olayın oluşumunda, bir sürecin ilerleyişinde, zincirleme
etkileşimlerin dışından gelerek olayın oluşumuna ve sürece katılan
nedenlere denir. Rastlantı olan nedenlerin oluşumununsa, kendi “mantığı”, yani
saptanabilir bir nedensel etkileşim zinciri mevcuttur. Zorunluluk, neden-sonuç
ilişkisinde bir ya da birkaç oluşturucu mekanizmanın, eş deyişle yasaların
varlığını anlatır. Uygun koşullarda aynı nedenler, aynı sonuçları zorunlulukla
üretir. Dolayısıyla devrimlerin saptanabilir nedenleri, eş deyişle yasaları
vardır. Fakat her devrimin özgün olmasını sağlayan olumsallık, olasılıklılık ve
tesadüflerin de devrede olduğu açıktır. Bir örnek verelim. Lenin, devrim öncesi
Rusya’da yaşamış ve liderlik rolünü oynayabilecek birkaç kişiden biridir. Bu
nedenle Lenin'in liderliği ve üstlendiği kritik rol olasılıksal olarak
gerçekleşmiştir. Ayrıca, Lenin'in liderlikte ön plana çıkmasında yaşantısındaki
rastlantıların (tesadüflerin) de rolü vardır.
vii.
Tarihsel gelişimde ve devrimlerde bireylerin rolü ne iradeci (volantarist)
açıklamayla ne de yazgıcı/kaderci (fatalist) açıklamayla anlaşılabilir. Bu
antinominin (çatışkının) her bir kolu, gerçekliğin tek yanlı ve yetersiz
kavranışını yansıtır. “Büyük adamlar”a atfedilen kişisel güç, bu adamları öne
çıkaran ve destekleyen toplumsal güçler ihmal edildiği için ve ihmal edildiği
ölçüde, abartılır. Bu illüzyon sayesinde, “büyük adam”ların iktidarını, gücünü,
etkisini dayandırdığı toplumsal hareketler, gereksinimler, geçmiş bilgi
birikimi ve teknik gelişim düzeyi gibi unsurlar, sanki büyük adamlar olmasaydı
ortaya çıkamayacaktı, gelişmeyecekti/olmayacaktı şeklinde algılanır. Ünlü bir “büyük
adam”ın erken ölümü ya da yaşamamış olması düşünülerek, tarihsel gelişimin
“aksayacağını” sanmak yanılgıdır. Toplumların belirli gelişim evrelerinde, bu
evreye denk düşen sorunlar, gereksinimler belirdiğinde, bunların çözümüne
yoğunlaşan birçok birey bulunur. Bunlardan biri bazense birkaçının çözümde ya
da gereksinimin karşılanması yolunda gerçekleştirdiği başarı, diğerleri
tarafından öğrenildiğinde ve bu başarının somut sonuçları yaşanmaya
başlandığında, dikkatler başka sorunlara ve gereksinimlere kayar. Bazı
bireylerin çeşitli nedenlerle başarıya ulaşamadığı durumda, onun yerini alacak
ve bu “başarıyı” insanlığın ortak gelişimine kazandıracak başka bireyler çıkar.
Bireyin özel bir yeteneği sayesinde olayların seyrini etkiyebilmesi için,
içinde bulunduğu tarihsel dönemin spesifik bir toplumsal ihtiyacını, başka
herkesten çok karşılamaya uygun durumda bulunması ve ayrıca, toplumsal güçlerin
ve ilişkilerin bu yetenekli bireyin kişisel gelişiminin önünü kapatmaması
gerekir. Yetenekli kişiler, gelişimleri için elverişli toplumsal koşulların
mevcut olduğu her yerde ortaya çıkmaktadır. Toplumsal ilişkilerin gelişiminin
ürünü olan bu yetenekli bireyler, toplumsal genel eğilimlerin ürünü olarak, bu
eğilimleri değiştiremez, ancak olayların tekil özelliklerini değiştirebilecek
toplumsal güce kavuşabilirler. Plehanov’un bu düşünceleri, devrim tarihsel
kesitlerinde kritik roller oynayan “devrimciler” için de geçerlidir.
Kitlelerin
mücadelelerinin bireysel büyük bir önderin yönlendirmesiyle başarıya
ulaşabileceği sanısı yanlıştır. “Büyük önder/lider” efsaneleştirmesi,
kitlelerin örgütlenme kapasitelerinin ve birçok önderi aralarından çıkardığının
üzerini örten bir illüzyondur.
viii.
Toplumdaki söylemlere, eğilimlere, konuşulan, benimsenen ve paylaşılan temalara
uzanmak ve değmek, insanların günlük hayatlarındaki duygulanımlarına, düşünce
ve davranış kalıplarına, ideolojik motiflerine katılmak, bunları ayrıştırmak,
bazılarını onaylamayıp reddetmek, bazılarını sahiplenip anlamlarını
dönüştürmek, siyasal ve ideolojik mücadelenin temel karakteristiğidir. Bu
mücadele işyerlerinde, mahallelerde, okullarda mekânlar oluşturarak, bu
olanaklı olmadığında ağlar/organizasyonlar geliştirerek verilir. Bu mekânlarda
ve/ya da organizasyonlarda önemli olan, dayanışma, yardımlaşma ve duygudaşlık
içerisinde olunacak bir kültürel atmosfer oluşturmak, birlikte duyumsamanın,
yorumlamanın, üretme ve etkin olmanın söz konusu olduğu pratiklerde bulunarak
bir kolektivite yaratmaktır. Politik, kültürel, ideolojik üretimde
bulunurken ve örgütlenirken sosyalistlerin ihtiyacı olan çalışma tarzı budur.
Bu çalışma tarzıyla sosyalistler, toplumsal dokudaki eğilimleri, pratikleri,
değerleri, ideolojik motifleri dikkate alır, emekçiler arasında bulunup,
onların sahip oldukları düşüncelere, eğilimlere, değerlere bir doğrultu vermeye
çalışır. Buna eşlik eden ve bunu tümleyen örgütsel işleyiş ise demokratik
merkeziyetçiliktir. Demokratik merkeziyetçilik, kararlar alınmadan önce
birimlerde ve kurullarda tartışmaların yapıldığı, alınan kararlara öncesinde
farklı düşünülse de tam olarak uyulduğu, çok yönlü olan kadroların politik,
ideolojik ve kültürel üretimlere eşit olarak katılma hakkının açık olduğu,
farklı yerelliklerdeki deneyimlerin merkezileştirilerek öncü partinin diğer
örgütleriyle paylaşımının rahatlıkla sağlandığı bir işleyiş şeklidir.
Demokratik merkeziyetçilik, ani ve kritik kararların alınması gerektiğinde,
merkeziyetçiliğin devrede oluşunu ise dışlamaz.
ix. Kapitalist
toplum, insanlar arasında bir pratikler ve ilişkiler sistemidir. Kapitalist
sistemde toplumsal ilişkilerin iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve
hukuksal boyutları vardır. Bu toplumsal ilişkiler kapitalist sınıf ile
proletarya ve ara tabakalar arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri içerir.
Kapitalist sınıf, işçi sınıfı ile ara tabakalar üzerinde toplumsal ölçekte
oluşan bir iktidara sahiptir. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, diğer
sınıf ve tabakalarla olan ilişkileriyle kurulur. İktidar, farklı
habituslara/sınıfsal konumlanışlara sahip insanların birbirleriyle olan
ilişkileriyle var olur. Dolayısıyla sermayenin toplumsal iktidarının, iktisadi,
siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal boyutları bulunur.
Kapitalist
devlet, iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal pratikler ve
ilişkilerdeki uzanımlarıyla, bu boyutlardaki etkileşimleri ve pratikleriyle
kapitalist sınıfın toplumun diğer kesimleri üzerindeki iktidarının oluşumuna
katılan bir organizasyon ya da örgütlenmedir. Salt siyasal bir örgütlenme
değil, toplumsal ilişkilerin ve pratiklerin diğer boyutlarındaki etkileşimleri
ve varlığıyla sermayenin toplumsal ölçekte oluşan iktidarının bir bileşenidir.
İktidar,
günlük hayatın pratikleri ve ilişkileri içerisinde hegemonya tesisi yoluyla
türemektedir. Sadece baskı, zorlama, cezadan kaçışla değil, ikna olma, onay
verme, rıza gösterme, kayıtsızlık ve pasifizasyon, cahil bırakma, sorunlarla
boğuşmaktan ve aşırı çalışmaktan başını kaldıramama, meşgale oluşturma,
oyalayıcı ve keyif verici etkinliklerin cazibesi gibi yollarla kitleler,
kapitalist sistemin işleyişine, onun barındırdığı olumsuzluklara ve
karşıtlıklara karşı düşünme, duygulanım geliştirme ve eyleme geçme şeklinde
itirazda bulunamaz duruma getirilir. Kapitalist toplumsal formasyonlarda
sermayenin toplumsal iktidarı kendini, kitlelerin itaati ve yaşadıkları
sorunlara itirazının olmayışı şeklinde gösterir.
Kapitalist
sistemde sermayenin toplumsal iktidarı, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf
arasındaki sömürü ilişkisinin sürdürülmesi ve daimi var oluşunu sağlar. Başka bir
deyişle, bu iktidarın oluşumu, kapitalist sistemin varlığının devamlılığı için
gereklidir. Bu nedenle, kapitalist devlet, iktisadi, siyasal, ideolojik ve
kültürel pratiklerin toplandığı çeşitli hegemonya araçları/yapıları
(sendikalar, dermekler, vakıflar, odalar, STK’lar, düzen partileri, spor
kulüpleri, sermayenin kültürel organizasyonları vd.) ve hukuksal pratikler ve
yapılar, sistemin öğeleri/bileşenleri olarak hep birlikte ve etkileşim
içerisinde işlerler. Kapitalist üretim ilişkileri olan işçi sınıfı ile
kapitalist sınıf arasındaki sömürü ilişkilerinin sürdürülmesi için sistemin
öğelerinin hepsinin birlikte ve etkileşim içerisinde çalışması gerekir.
Bu
kavrayış, toplumu bir sistem/bütünlük olarak gören ve bileşenleri arasındaki
etkileşim ve ilişkileri gözeten bir yaklaşıma sahiptir. Burada, sömürü
ilişkileri sistemin pivotunu/eksenini oluşturur. Bu ilişkiler salt iktisadi
olmayıp, patronlarla işçiler arasındaki süreçlere ve pratiklere eşlik eden
ahlaki, ideolojik/düşünsel, hukuki ve devletsel boyutlara da sahiptir. Örneğin
yasalar ve devlet, her zaman ve yerde sömürü ilişkilerini düzenler ve bu
ilişkilerle etkileşim içerisindedir. İşçilerle patronlar arasındaki
sözleşmelerin hukuki bir boyutu daima mevcuttur. Bu ilişkiler tarafların
düşünceleri, duygulanımları ve değer yargılarının pratikleri içerisinde önemli
bir yeri olduğu ilişkilerdir.
Bunlardan
şu sonuç çıkar: İşçi sınıfının iktidarı için verilmekte olan mücadelenin hedefi
siyasal iktidarı ele geçirmek olarak görülemez. Sermaye sınıfının toplumsal
iktidarının yeniden üretilemeyecek hale gelmesi için toplumsal ilişkilerin
farklı boyutlarında karşı-hegemonya oluşturan etkinliklere ve pratiklere,
organizasyonlara ihtiyaç bulunmaktadır. Sermaye sınıfının toplumsal iktidarının
içine gireceği bir hegemonya krizinde, toplumda oluşmuş bulunan alternatif
iktidar nüveleri bir öncü parti önderliğinde işçi sınıfı iktidarında gelişip
serpilmek için hazır olmalıdır. Bu kriz kesitinde sermayenin toplumsal iktidarı
çatlar ve parçalanırken, yeni bir iktidar birçok bileşen organizasyonuyla
birlikte eskisinin yerini alır. Böylelikle iktidar sermaye sınıfından, işçi
sınıfına el/yer değiştirmiş olur.
Sosyalist
devrimde, kapitalist sistemin ekseni olan (temel/altyapı) sömürü ilişkilerinin
tasfiyesi gerçekleştirilirken, bununla uyumlu olarak tüm üstyapılar ve
toplumsal etkinliklerin ideal boyutu olan ideolojiler âlemi de yeniden
yapılanır. Var olan eski yapıların işleyişi ve düzenlenişi parçalanır/yıkılır
ve bu yapılar dönüştürülür. Toplumsal ilişkilerin organizasyon biçimleri olan
yapılar, yeniden örgütlenir ve işlevlerinde başkalaşımlar olur. Buna devlet
organizasyonunun da dâhil olduğu açıktır.
x. Yapı
ve özne/fail, birbirinden farklı “öğeler” değildir ve aralarında dışsal
ilişkiler yoktur. Yapılar, öznelerin/faillerin ve onların örgütlenmelerinin
sahip olduğu ilişkilerin/etkileşimlerin düzenleniş ve işleyiş kalıbı
ya da formudur. Yapıların düzenleniş ve işleyişi, belirli tarihsel kesitlerde
göze çarpacak kadar belirgin olmak üzere öznelerin etkinlikleriyle değişir.
Reformların uygulandığı, toplumsal devrim hamlelerinin yapıldığı kesitler böyle
zamanlardır. Yapılar, faillerin organizasyonları olarak onların etkinliklerini
koşullar, fakat faillerin etkinlikleri her zaman organizasyonları yeniden
üretici özellikte olmayıp, değiştirici de olabilmektedir. Siyasal devrimle
başlayan toplumsal devrim süreçlerinde toplumsal ilişkilerin organizasyonel
formları olan yapıların bir bölümü tasfiye edilirken, diğer bir bölümünün
işlevleri, işleyişi ve düzenlenişi (yapılanması) değiştirilir.
xi.
Kapitalist sınıf ile proletarya ve diğer toplumsal kesimler arasındaki
iktidar/egemenlik ilişkileri, olağan dönemlerde kitlelerin sisteme bağımlılığı
ve hegemonya altında hareketsiz kalmaları şeklinde var olur. Günlük hayatta bu
iktidar ilişkilerinde dinamik bir denge durumu bulunur. Örneğin bir işletmedeki
grev ile birlikte, sınıfsal karşıtlığın aktif mücadeleye, başka bir deyişle
çelişkiye dönüşmesi sonucu, patron ile işçiler arasında var olan iktidar
ilişkisindeki denge geçici bir süreliğine bozulur. Ülke çapında yaşanan bir
devrimci durum kesitinde, emekçi kitleler üzerindeki hegemonya dağılır ve
yeniden üretilemez duruma gelir. Buna hegemonya krizi denir. Artık
kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının ölüm çanları çalmıştır. Devrime
katılan kitlelerin alternatif iktidar organizasyonları ve partisi ile
karşı-hegemonik araçları (örneğin sendikaları, dernekleri, vakıfları, medyası,
kültürel örgütlenmeleri vd.) bulunmaktadır. Devrim, işçi sınıfının partisi
aracılığıyla siyasi iktidarı dışarıdan ele geçirmesi şeklinde gerçekleşmez.
Sermaye sınıfının toplumsal iktidarının yeniden üretilemediği bunalımla
karakterize bir tarihsel kesitte, toplumsal karşı-hegemonya araçlarının
desteğiyle siyasi iktidar, kapitalist sınıftan proletaryaya geçer. Mevcut
toplumsal ve siyasal iktidar parçalanarak dağılır ve yeni gelişmiş alternatif
iktidar örgütlenmeleri ve öncü partiyle kitleler kendi iktidarını oluşturur.
Çatlayan eski iktidar yapısı içerisinden yeni iktidarın filizlendiği görülür.
xii.
Bir hegemonya krizinin oluşması, salt öznel ya da salt nesnel faktörlere bağlı
değildir. Devrimleri kitleler yapar. Öncü parti kitlelerin hareketlenmelerine
yön verir. Devrimci durumda öncü partinin yönlendirmesindeki toplumsal hareket
kendi başına bir hegemonya krizi üretmediği gibi, bu kriz yalnızca öncü
örgütlenmenin kontrolü dışındaki nesnel süreçlerin ürünü olarak da gelişmez.
Öncünün siyasal, kültürel ve ideolojik üretimleri ve eylemleri nesnel/toplumsal
süreçlerin bileşeni olduğu ve bunlar tarafından etkilendiği gibi, aynı zamanda
bu süreçleri etkiler ve değiştirir.
xiii.
Sosyalistlerin asgari ve azami mücadele stratejileri, hedefleri ve programları
olmamalıdır. Demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında ilkinden diğerine
süreklilik bağı kurulmuş da olsa bir aşamalı devrim kavrayışı nasıl terk
edilmesi gereken bir siyasal stratejiyse, sınıf mücadelesinin birbiriyle
bağlantılandırılsa dahi “demokratik görevler için mücadele” ile “sosyalizm
mücadelesi” şeklinde iki kompartmana ayrılması da sağlıklı olmayan bir
anlayıştır. Türkiye sosyalist hareketinde aşamalı devrim stratejisinin bir
kalıntısı olarak aşamalı mücadele anlayışları halen var olmaya devam
etmektedir.
Oysa
aktüel konularda sosyalist politikalar geliştirip bunun kitlelerdeki
itirazlarla birleştirilmesi, emekçilerin düzen politikalarına dair sağlıklı
karşı-duruşları ve düşünceleri/duygularına bir bütünlük verilmeye uğraşılması,
demokrasi mücadelesi olarak görülemez. Emekçilerin yakın vadeli çıkarları
açısından ya da aktüel başlıklarda da elbette sınıf mücadelesi verilmelidir.
Fakat bu mücadelelerin talepleri devrimci tarzda, sosyalizm hedefiyle
ilişkilendirilerek formüle edilmeli ve savunulmalıdır. Sosyalist
iktidarla/devrimle bağlantılandırılmayan mücadele talepleri, reformisttir.
İster “bıçkın/keskin” görünümlerde olsun, ister uysal/parlamenterist… Sosyalist
iktidarı hedefleyen politik taleplerle yürütülen mücadelelerin yakın vadede demokratik
kazanımlarının olması ise arzulanır ve beklenen gelişmelerdir.
Bu
yaklaşımın, “her sorunun çözümünü sosyalizme ötelemek” gibi bir anlayışla ortak
yanı yoktur. Kapitalist demokrasi her zaman eksikli, yarım, gerici ve
“anti-demokratik” yanlar taşır. Bunları tamamlamak, geliştirmek,
demokratikleştirmek, başlı başına bir görev olarak tanımlandığında, sosyalist
iktidar hedefi güme gitmektedir. Sosyalist iktidar perspektifi güncel
mücadelelerde unutulur ya da yitirilirse ki “demokrasi mücadelesi” verilirken
bu sık karşılaşılan bir durumdur, sosyalizm “kaf dağı”nın ardına
ötelenmektedir.
xiv.
İşçi sınıfının organik aydınları ve politikacıları tarafından geliştirilen
sosyalist ideoloji, sınıfın hareketlenmeleri ve oluşturabildiği bilinçlilik
türlerine göre bir eşitsiz gelişimdir. Fakat bu eşitsiz gelişen ideolojinin,
işçi kitlelerle etkileşimi ve onlar tarafından belirli bir yaygınlıkta ve
ölçüde benimsenmesi gerçekleştiğinde, ileriye doğru hamlelerin yapıldığını Ekim
Devrimi göstermiştir.
Leninist
kendiliğindenlik eleştirisi şu şekilde özetlenebilir:
a)
İşçilerin kendiliğinden geliştirdikleri bir bilinç türü olan “sendikalizm”
(trade-unionism), aşılmalıdır.
b)
Sosyalizm hedefi ve perspektifi, işçi sınıfı hareketini kendine tabi kılmalıdır.
Parti, kendiliğinden mücadelelere müdahalelerde bulunur.
c)
Kitlelerin kendiliğinden mücadelelerinde ortaya çıkan talepler ve çıkarlar,
sosyalist ideoloji tarafından kapsanarak sistemleştirilir, bunlara sosyalizm
hedefiyle uyumlu bir doğrultu kazandırılır.
Leninizm’de
kitleler ile parti, kendiliğindenlik ile sosyalist ideoloji karşıtlaştırılmaz.
Parti, kitlelerin içerisindeki çalışmalarıyla var olur, parti kitlelerin
içerisindedir. Leninist parti, kolektif bir yapı olarak her birimiyle ve
örgütüyle kitleler içerisinde öncüdür/önderdir. Sosyalist parti ve ideoloji,
kendiliğinden gelişen mücadelelerin taleplerini kapsayıp bütünsel kılar,
kitlelerden yeni mücadele araçlarını ve şekillerini öğrenir. Sosyalist bir
parti, kendiliğindenliğe karşı savaşmaz, bunun yerine kendiliğinden
mücadelelere doğrultu vermeye, bu mücadelelerin farklı açılardan kazanımlarla
sonuçlanmasına çalışır. Lenin’e göre kendiliğindenlik, birçok durumda işçi
sınıfının ideologlarının/politikacılarının, kitlelerin hareketlenmesi ve
mücadelelerine yetişememelerinin, bunlar karşısında gecikmelerinin de bir
işaretidir.
xv.
“Kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıf”… İlki başlangıç ve ikincisi sondaki
“durumlar” olarak görülürse, işçi sınıfının bilincinde, dolayısıyla karşıtı
kapitalist sınıfla olan ilişkilerinde, müzikten benzetme yaparsak bir tür
“çıkıcı gam” bulunur ya da resim alanından daha iyi bir benzetmeyle bir
bilinçlilik “skalası” vardır. Sınıf bilinci, kendinde sınıf ile kendisi için
sınıf arasında “gradyan”lıdır ya da bir “tayf” sergiler. Bu skalanın başında
örgütlenmesi zayıf, mücadelesi ilkel, bilinci geri olan bir sınıf çoğunluğu
varken, sonrasında Luddist hareketten, sendikal mücadelelere, oradan sınıf
partisinin saflarında örgütlü mücadeleye, devrim öncesi konseyler/Sovyetler
türü örgütlenmelere, devrim sonrası bir toplumsal kesim olarak sosyalist
bilinçlilikle devlet yönetimine katılmaya ve komünist toplumun
organizasyonlarına varıncaya kadar geçilen birçok tonlama yer alır. Elbette
sınıf bilincinde, bir ülke içerisindeki somut mücadele örneklerinde ve benzer
koşullarda yer alan ülkeler içerisindeki bir ülkede, eşitsiz gelişmeyle
bilinçlilikte sıçramaların yaşanabildiğini unutmamak gerekir.
İşçi
sınıfı günümüzde devrimci ve ilerici tek sınıftır. Kapitalist sınıf, bütün
bileşenleriyle gericidir. İlericilik/gericilik, devrimcilik/karşı-devrimcilik
tarihseldir ve sınıflara özgüdür. Bu iki sınıf arasında yer alan ara katmanlar
olan köylüler ile küçük-burjuvazi, bir sınıf oluşturmaz, bunların çeşitli alt
unsurları, işçi sınıfının devrimci hareketlenmesine yedeklenebildikleri gibi,
bunun karşısında sermaye sınıfının safında da konumlanabilirler. İşçi sınıfının
devrimciliği, bir kapasitedir. Kapitalist toplumda içerisinde yer aldığı üretim
ilişkilerinin devrilmesi, bu sınıfın çıkarınadır. Bu nesnel konumlanış, onu
devrimci yapar. Fakat kapitalist devletin tipi, örgütlülük düzeyi, düzene
bağlanmayı sağlayan hegemonik yapıların durumu, bilinçliliği
bulanıklaştıran/saptıran faktörler, işçi sınıfının devrimci kapasitesinin
oluşumunu engelleyici özellikte olabilmektedir.
Tek tek
işçiler dikkate alındığındaysa, politik görüşleri açısından işçilerin sağcı ya
da solcu olduklarından bahsedilir. İşçilerin aralarında nüanslar da bulunan
birçok sağ ya da sol görüşe sahip olduğu açıktır. İşçinin sağcısı ya da solcusu
olur. Bu durum, bir sınıf olarak işçilerin devrimci kapasiteye sahip
olmalarıyla çelişmez. İşçilerin arasında bulunup, onlara sosyalist ideolojiyi
ulaştırarak örgütleyecek parti, işçilerin sosyalist sol harekete kazanılması
için çalışır.
İşçi
sınıfı ile kapitalist sınıf arasında uzlaşmaz karşıtlık ilişkisinden
bahsedilmelidir. Bu iki temel sınıf arasında her zaman ve her durumda
çelişkinin olduğu söylenemez. Devrimci durum, grev, kitle grevi, boykot gibi
özel uğraklarda, bu iki sınıf arasındaki karşıtlık ilişkisi, çelişkiye dönüşür.
Çelişkiden bahsedilebilmesi için, karşıt süreçler, eğilimler, sınıflar vd.
arasındaki karşıtlık ilişkisinde, aralarındaki dinamik dengeyi bozacak bir
“kriz” sürecine girilmiş olunması gerekir. Çelişkiler bu kriz sürecinde ya
çözülerek ortadan kalkar ya da eski dinamik dengedeki karşıtlık durumuna
dönülerek giderilir.
xvi. Sosyalist
devrim, bir ülkede nüfusun çoğunluğunun hareketlenmesi ile gerçekleşmez. İşçi
sınıfının çeşitli bölmelerinde bir kriz dinamiği oluşturacak ölçekte bir
hareketlenme, sosyalist bir devrimci durumun oluşmasına yeterli olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.