Mahmut
Üstün
Çin’de kapitalizme yönelmeye
dayalı genel çerçeveyi Deng’in “reformları” başlatmış ve beslemiştir; ama
ardılları olan Jiang Zemin, Hu Jintao ve Şi Jinping tarafından da aynı yaklaşım
bazı alanlarda daha da derinleştirilerek sürdürülmüştür. Bugün Şi Jinping
iktidarı ile ABD ilişkileri belli bir kırılmaya uğramış gözükmektedir. Buna
ayrıca değineceğiz. Ama burada şu olgunun altını çizmek gerekir ki, Şi Jinping
de iktidarının ilk gününden itibaren esas olarak Deng’in açtığı yoldan
ilerleyen bir liderdir. Şi de, Deng’in başlattığı “reformların kapsamlı boyutta
derinleştirilmesini, hem Çin’in, hem sosyalizmin, hem de Marksizm’in gelişmesi
için” yararlı gördüğünü defalarca ifade etmiştir. Başka bir alt başlığa
geçmeden Boratav Hoca’nın şu önemli saptamasını aktarmak önemli olacaktır:
“Çin’in Deng Xiaoping’in mirası olan dış dünyaya ve piyasa ekonomisine açılma
politikaları, esneklikle, ancak devlet işletmeciliği ve toprakta ortaklaşa
mülkiyet ilişkileri (Rusya ve Doğu Avrupa örneklerinin aksine) tasfiye
edilmeden sürdürüldü.”(1) Ayrıca Çin de yaşanan kapitalist restorasyon
Rusya’nın tersine, tek parti otoritesi ve ülke bütünlüğünün korunduğu,
sosyalizmin yarattığı altyapı ve ekonomik olanakların tahrip edilmeden sermaye
birikiminin altyapısı olarak kullanıldığı evrimci bir süreç olarak gerçekleşti.
Bugünden bakıldığında sürecin bu niteliklerinin Çin’in, 40 yıl içinde dünya
ekonomisinin üretim ve ticaret bakımından en büyük ülkesi durumuna gelmesinde
olumlu bir katkı yaptığı açıktır. Son olarak Deng ile başlayan sürecin Rusya
deneyiminde “Yeltsinci” değil “Putinci” restorasyon stratejisiyle daha fazla
uyuştuğu; daha doğrusu Putin’in ilham aldığı bir öncül olduğu da rahatlıkla
söylenebilir.
Çin-ABD
ilişkilerinde uzun balayı…
Çin yönetimi 1978
reformlarıyla ekonomisini uluslararası sermayeye açması ve Çin’in ABD’nin
SSCB’yi çevreleme ve zayıflatma politikasına doğrudan ve dolaylı biçimlerde
destek sunması ile başlayan ABD Çin ilişkilerindeki iyileşme artarak devam
etti. Çin zamanla pazarlarını ve ucuz işgücünü yalnızca serbest bölgelerde
değil daha yaygın biçimde uluslararası sermayeye açtı. Özel mülkiyetinin
dokunulmazlığı parti içinden gelen bazı ciddi itirazlara karşın 1998 yılında
Anayasal güvenceye kavuşturuldu. Çin bir yandan ABD tahvillerini satın alarak
ABD ekonomisinin büyümesi için önemli bir kaynak sağlıyor, diğer yandan da ABD
emperyalist politikalarının iç desteğini muhafaza açısından her zaman önem
verdiği, ABD halkının tüketim düzeyini muhafaza edebilmek amacını Çin’in
tüketim mallarını ithal etmek yoluyla nispeten ucuza hayata geçirme olanağı
buluyordu. Bu dönemde ABD Çin iliştikleri açısından bir rekabet ve çatışma
ilişkisinden ziyade tamamlayıcılık ilişkisi söz konusuydu ve ABD cenahında
otoriter Çin tehdidine dair bir söz duymak, okumak için ciddi bir arşiv çalışması
yapmak gerekiyordu. Yıldızoğlu’nun sözleriyle, “Bu karşılıklı bağımlılık
ilişkisi uluslararası ilişkilere de yansıyor, Çin ABD liderliğini Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nde arada sırada sorgulasa da kabul etmiş, Batı
merkezli küreselleşmenin kurallarını benimsemiş görünüyordu. Bu ortamda, ABD’de
dış politika çevrelerinde kimi yorumcular, tarihçiler, dünya düzeninin
yönetimini, ABD’nin birincil kalmaya devam etmesine izin verecek biçimde
üstlenebilecek bir “Chimerica” (Çin+Amerika) ilişkisi hayal etmeye
başlamıştı”(2). Bu mesut tablo 2007 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne üye
olmasıyla tam bir balayı görünümü kazanmıştı. Ama çoğu zaman olduğu gibi yine
zirvenin ardı sert bir inişti.
Balayının
Sonu ve Yeni “Soğuk Savaş”
Ekonomik kriz döneminde,
yani daha Obama iktidarında sinyalleri görülmeye başlayan iniş süreci Trump
iktidarında daha net bir hal aldı. Trump, Çin-karşıtı politikaları ticaret
savaşıyla başlattı; Dünya Ticaret Örgütü kuralları hilafına Çin’e karşı gümrük
tarifelerini yükseltti. Sonra, Çin’in teknolojik gelişimini baltalamaya ve Çin
şirketlerine ağır sınırlamalar getirmeye yönelik bir ekonomik savaş geldi. En
sonunda Çin, “korona salgınının suçlusu” gösterildi. Dahası ABD, Çin lideri Şi
Jinpin’in Marksizm ve sosyalizme yönelik olumlu ve övücü söylemlerini gerekçe
göstererek, doğrudan Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP’yi) ve liderini hedef alan
bir söylem geliştirmeye başladı.
Küresel
ekonomik kiriz
ABD Çin ilişiklerindeki bu
kırılmanın ticari ve ekonomik boyutunun arka planında Alp Altınörs’ün aktardığı
şu gelişmeler vardı: “Çin’in dünya ekonomisi içindeki ağırlığı “uzun durgunluk”
sırasında hızla arttı, Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükseldi.
Mali sermaye ülkelerinden ABD’de 2007’de mali kriz biçimde başlayıp 2008-09’da
küresel bir ekonomik krize dönüşen, 2011’de Avrupa’da ikinci bir krize yol açıp
sıçrayan mali-ekonomik kriz, on yıldır süren Büyük Durgunluğa dönüştüğünde,
sanayi ülkeleri bu krizden o denli etkilenmediler. Özellikle Çin ve Hindistan,
bu on yılda, dünya ekonomisinin taşıyıcı kolonları oldular. ABD+Avrupa
Birliği’nin dünya hâsılasına katkısı 2000 yılında %41’den 2013’te %13’e indi.
Çin+Hindistan’ın dünya hâsılasına katkısı ise 2000 yılında %24’ten 2013 yılında
%41’e çıktı. Batı’nın durgunluğuna karşın, sanayi ülkelerinde üretim ateşi hala
yanmaya devam ediyordu. Büyük Durgunluk, bu iki ülke grubu arasındaki
dengeleri, sanayi ülkeleri lehine kısmen değiştirdi. Büyük Durgunluk döneminde,
Çin, ekonomik ve mali alanda yükselen güç oldu. Ekonomik güç, en nihayetinde
üretimden geldiği için, bu gelişmeler neticesinde – yavaş da olsa – dünyanın
ekonomik ekseninde Doğu’ya doğru bir kayış meydana geldi”(3). Altınörs’ün
değerlendirmelerine ek olarak Çin örneğinde piyasa üzerindeki devlet
kontrolünün ve piyasa ilişkilerinin doğrudan etkisinin dışında hala önemli
yekûn tutan kamusal mülkiyet alanlarının varlığının da Çin’in kapitalist
ekonominin genel krizinden az etkilenmesini sağlayan önemli faktörler olduğunu
ifade etmek gerek.
Korona
Salgını…
2008 küresel ekonomik krizi,
neo-liberal küreselleşmenin ekonomik alandaki sorgulanırlığını arttırmıştı.
Korona salgını ise bu sorgulanırlığı bir başka alanda taçlandırdı. Küresel
ekonomik krizden en az yara alarak çıkan Çin, küresel salgın döneminde de
tartışılmaz bir üstün performans gösterdi. ABD ve diğer batılı emperyalist
ülkelerin ise ekonomik kiriz dönemindeki ve ardı sıra salgın dönemindeki
karneleri kırık notlarla doluydu. Bu iki kriz sırasında ortaya çıkan tablo,
Çin’in hem ekonomik hem de siyasi ve ideolojik planda ayrı bir odak olarak öne
çıkmaya başladığının tescillenmesi oldu.
Gerçekten de salgınla
mücadele açısından, sağlık da dâhil tüm alanları piyasalaştıran ülkelerle
eskinin sosyalist ya da sosyal devlet bakiyelerini bir ölçüde koruyan ülkeler
arasında ikinciler lehine farklılık apaçıktı. Ne var ki Trump liderliğindeki
ABD kendi başarısızlığını perdelemek, Çin’in başarılarını ise gölgelemek ve
giderek engellemek için Korona salgınını bir soğuk savaş aracı haline getirmeye
çalıştı. Çin’in salgını bilerek ve isteyerek diğer ülkelere yaydığı, salgın
hakkındaki bilgileri dünyadan sakladığı gibi nesnel gerçeklerle uyuşmayan
iddialar ortaya atılmaya başlanıldı. Oysa Çin salgının ilk görüldüğü anlarda “belirtileri
koleraya benzeyen ama niteliği tam anlaşılmayan yeni virüs” hakkında salgının
yayılmasından çok önce bir rapor hazırlayarak dünyayı bilgilendirmiş ve
uyarmıştı. Bu rapor, Çin’e yönelik suçlamalar doruğa çıktığında hala Dünya
Sağlık Örgütü’nün web sitesinde yer alıyordu(4). İkincisi, Çin’in başarısının
kamusal sağlık hizmetlerinin hala varlığını koruyor olmasından kaynaklandığı
apaçık olmasına karşın aynı merkezler tarafından, bu başarı, Çin’in salgınla
mücadelede insan haklarını hiçe sayan otoriter yöntemler uygulamasına bağlandı.
Oysa salgınla mücadeledeki başarıda otoriterlik ve demokrasi ayrımının
belirleyici olmadığı, mücadelede başarılı olanlar içinde olduğu gibi başarısız
olanlar içinde de hem “otoriter” hem “demokratik” ülkeler bulunmasından
rahatlıkla anlaşılıyordu. Fark burada değildi; belirleyici fark, az çok kamusal
sağlık hizmetine sahip olan ülkeler ile her alanı olduğu gibi sağlık alanını da
büyük ölçüde kar amaçlı piyasanın inisiyatifine bırakan ülkeler arasındaydı.
Şi
Jinpin’in Marksizmi…
Bütün yukarıda saydıklarımız
dışında hâlihazırdaki Çin lideri Şi Cinping de ABD merkezli ve Çin karşıtı yeni
soğuk savaşın en önemli hedeflerinden biri. Şi’nin Marksizm ve sosyalizmi
olumlayıcı açıklamaları, ABD hegemonyasını sorgulayıcı yaklaşımları, devlet
başkanlığını iki dönemle sınırlayan anayasa maddesindeki sınırlamayı kaldırması
vb. “otoriter Çin tehlikesine karşı demokratik blok” inşası doğrultusunda
bugünlerde en yoğun kullanılan argümanlar arasında.
Oysa Çin Devlet Başkanı Şi
çok değil beş yıl önce, 2017 Dünya Ekonomik Forumu Davos toplantısında yaptığı
konuşmada, o zamanki ABD yönetiminin “küreselleşme karşıtı” söyleminin aksine,
küreselleşmeyi, serbest ticareti, uluslararası işbirliğini savunuyor ve küreselleşmeyi
kaçınılmaz bir süreç olarak tanımlıyordu. Dahası Şi’nin bu yaklaşımları üzerine
küreselleşme bayrağının ABD’den Çin”e geçtiği yorumları yaygınlık kazanıyordu.
Ama bugünlerde artık Şi küreselleşme konusunda son derece karamsar. Aradan
geçen sürede ne oldu? Bu süreçte olan en önemli olay Trump ile şekillenen Çin
karşıtı politikanın belli taktik farklılaşmalara karşın Biden döneminde de
üstelik dozajı daha da artarak süreceğinin netleşmiş olmasıdır.
Gerçi Şi, hala dünya
ekonomisinde açıklığı-serbestliği, ticaret ve teknoloji transferlerinde
engellerin kaldırılmasını vb. savunmaktan tümüyle vazgeçmiş değil ve fakat
artık, yakın vadede yaşanan deneyimin uyarıcı sonuçlarını da gözetiyor.
Uluslararası İlişkiler alanının önemli isimlerinden Prof. Stephen Walt, Foreign
Policy’deki bir yazısında şöyle söylüyor: “ Şi, tedarik zincirlerinin
kırılması, Batılı şirketlerin Çin piyasalarını terk etmesi, ekonomik ticari
yaptırımların devreye girmesiyle, teknoloji transferine konacak engellerle,
Çin’in bu güne kadar yararlandığı küreselleşme sürecini, tersine
döndürülebilecek bir durum olarak algılıyor, açıkça kaygı duyuyordu. Şi, adını
vermeden ABD’nin kendi iradesini, kültürel değerlerini başkalarına
dayatmasından yakınıyordu”(5)
ÇKP Genel Sekreteri, artık
uluslararası sermaye ve ihracat öncelikli modelin Çin’in hedeflerine ulaşmak
açısından yetersiz ama aynı zamanda tehlikeli de olduğunu düşünüyordu. Şi
Jinping’e göre Çin’in izleyeceği “yeni gelişme yaklaşımı, iç ve dış piyasaların
birbirini desteklediği ikili dolaşım içermelidir. Bu bağlantıda ana dayanak iç
piyasadır. Tüketim harcamalarını canlandırmak, çok geniş bir iç piyasa
oluşturmak öncelik taşıyacaktır… Bu bağlantıların pürüzsüz sürdürülmesi için
yenilikleri, teknolojik atılımları hızlandıran mekanizmalar geliştirilmelidir.
Ama ‘uluslararası dolaşım’ da gözetilerek…” Bu ifadeler, Çin yönetiminin,
Çin’in yeni süper güç olma hedefine ulaşabilmesi için öncelikle Çin’e karşı
açılan soğuk savaşın mevcut ve olası risklerini etkisizleştirmesi ve bunun
içinde, yine öncelikle Çin’in kendi ayakları üzerinde durabilecek bir yapıya
ulaştırılması gerektiği yönünde bir değerlendirmeye sahip olduğunu gösteriyor.
Bu yeni strateji, öncelikle
Çin’in yükselişinin, dünya ekonomisindeki dalgalanmalardan, kendisine karşı
açılan ticari, ekonomik ve ideolojik savaştan en az düzeyde etkilenmesi
amacıyla bağlantılı. Ama bu stratejinin bir diğer yönü daha var: Çin gibi hegemonik
bir emperyalistlik peşinde olan bir ülkenin eninde sonunda hem iç istikrarı
sağlamak hem de dünyaya örnek bir model iddiasını öne sürebilmek bakımından
kendi ülkesindeki yaşam ve gelir düzeyini yükseltmesi zorunludur. Bu, yaşanılan
kuşatma halinden bağımsız bir genel kuraldır. Ama Çin’e yönelik ticari,
ekonomik, ideolojik soğuk savaşın başarı ya da başarısızlığında Çin halkının
alacağı tutumun çok daha önemli hale gelmiş bulunması, kuşkusuz ki bu yöndeki
adımların erkene alınmış olmasında önemli bir faktördür. Gelir dağılımındaki
bozukluğun, sınıf mücadelesinin yükselmesinin yanı sıra özellikle ülkenin Batı’sında,
etnik, dini çelişkilerin daha da derinleşmesine yol açmakta oluşu
düşünüldüğünde, Şi’nin, yeni stratejisini “mantıksız büyüklükteki gelirleri”
sınırlamayı ve “gelirin yeniden dağıtımını” içeren “ortak refah” sloganı ile
pekiştirmesi son derece anlaşılırdır.
Gelelim Şi Jinping’in
açıklamalarında yer alan “yüzyılın ortasında Çin’de modern sosyalist bir toplum
kurma” amacına ya da Marksizm ve sosyalizmin Çin için tek gelişime ve kurtuluş
reçetesi olduğu vb. gibi sözlerine… Öncelikle şunu belirtelim, Çin’deki
kapitalist restorasyon sürecinin hiçbir döneminde “Marksizm”, “sosyalizm”, “Mao
Çe Tung Düşüncesi” vb. açık biçimde reddedilmemiştir. Tüm parti liderleri zaman
zaman kendi yaptıkları işlerin amacını sosyalizmin inşası olarak
nitelendirmişlerdir(6). Ama “Çin’e özgü sosyalizmin”…
Bu sosyalizmin, kolektif
mülkiyet, planlı ekonomi ve işgücünün metalaşmaktan çıkarılması unsurlarına
belirleyici bir önem atfetmeyen niteliği (bazı sosyalistlerin kafası zaman
zaman karışsa da) en başta kapitalist dünya tarafından çok iyi bilinir ve bu
nedenle de sorun edilmezdi. Son dönemde Şi’nin bu vurguları daha çok
dillendirdiği ve hatta yeni bir gelişme olarak artık “Çin”e özgü sosyalizm”
kavramının anayasada da geçiyor olması doğru olsa da, Şi’nin anladığı ve
kastettiği sosyalizm anlayışının geçmişteki sosyalizm anlayışıyla hiçbir farkı
yok. Piyasa ekonomisine, özel mülkiyet hakkına yönelik ciddi bir sınırlandırma
söz konusu değil ve işgücünün metalaşması aynen devam edecek vb. Bu durumda
yani Şi’nin, Çin’de geçmişten ciddi bir kopuş öngörmediği apaçıkken, Çin
yönetiminin “kapitalizme savaş” açtığını ısrarla dillendirmek sadece bir soğuk
savaş argümanı olarak değerlidir. Şi’nin hamlelerinin anlamı kendisine karşı
açılan soğuk savaşa karşı iç cepheyi sağlam tutma, bu soğuk savaş döneminde
halk desteğini sağlama almaya çalışırken batının içeride destek bulabileceği
kesimleri de sıkı kontrol altında bulundurmaktır. Şi de, hem sosyalizan ama
aynı zamanda hem de Çinlilik vurgusunu tam da bu nedenle, yani Çin’e yönelik
bir soğuk savaş açılmış olması nedeniyle sıklaştırmıştır. Sosyalizm söylemi Çin
milliyetçiliği ile beraber halk ve sistem arasında bir ideolojik tutunum ve
bütünleşme sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca, Şi Jinping’in halkın
gelir dağılımına yönelik şikâyetlerini sona erdirme vaadini güçlendirmeye de
hizmet etmektedir. Devlet girişimlerine daha çok önem vermek ve yabancı
sermayeyi yakından denetlemek de soğuk savaşa karşı alınan önlemlerin bir başka
veçhesidir.
Çin’in Batı demokrasisi
normlarına uymadığı çok uzun yıllardır zaten malûmdu. Ama o zamanlar “artan Çin
otoriterliği” sözü duyulmuyordu; duyulan, piyasaya açılan Çin’in “örnek
büyümesi” övgüleriydi. Peki değişen nedir?
ÇKP’nin parti görüşlerini
yansıtan İngilizce yayın organlarından biri olan Global Times’da yer alan bir
başyazı bizce bu soruya en doğru yanıtı vermiş. “Çin, ucuz emek kaynağı bir
fabrika olarak Batı’nın refahına katkı yapan bir konumda kalmalıydı. Ama ÇKP
liderliği sayesinde Çin, Batı’nın hegemonyasından bağımsız kaldı ve dünyanın
ikinci en büyük ekonomisi oldu. Üstelik Batı gerilerken Çin’in uluslararası
nüfuzu arttı. Covid-19 salgını karşısındaki çaresizlik, Batı’da sistemlerine
ilişkin güveni çökertti. ÇKP’yi ‘dünyayı tehdit eden virüs’ olarak lekelemeleri
bu nedenledir”(7)
Ekonomik
göstergeler açısından bugünkü Çin…
1978 yılından bu yana
süregelen restorasyoncu reformlarla dış dünyaya açılan Çin, yüz milyonlarca
köylünün ucuz ve kuralsız işgücü olarak deniz kıyılarında ve nehir boylarında
kurulan serbest sanayi bölgelerine akıtılması ve uluslararası sermayeye yüksek
sömürü oranı vaat etmesi nedeniyle zamanla yabancı yatırımcılar açısından hayli
cazip bir ülke durumuna geldi. 1990’lı yıllarda iyice belirginleşen ABD ve
Avrupa’nın düşük ve orta teknolojili imalat sektörlerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne
kaydırmaları, emperyalist-kapitalist işbölümü içerisinde bir rol değişiminin
ürünüydü ve bu Çin’de düşük maliyetli ve fiyatlı metaların ihracatı yoluyla
büyüme politikasının temel dayanağıydı. Büyük ve ucuz işgücü cenneti haline
gelen Çin, bu strateji ile 2005 yılında artık dünyanın en büyük dördüncü
ekonomisi olmuştu. Ama o zamanlar bile Çin’in ar-ge harcamalarına yönelik
yüksek harcamaları ve bankacılık alanındaki potansiyelleriyle çok da uzun
olmayan bir gelecekte dünyanın en büyük ihracatçı ülkesi olabileceğine ve
giderek de bu ihracatının teknolojik ve finansal boyutlarında da önemli
gelişmeler yaşanacağına dair net göstergeler mevcuttu. Zira daha o zamanlardan
açık biçimde görülmekteydi ki Çin, dünyada salt ucuz işçiliğe dayalı bir üretim
merkezi olmanın ötesinde teknoloji üreten bir ülke durumuna gelmek için de
adımlar atmaktaydı.
Çin’in
kerameti…
Çin’in ve aynı zamanda
Rusya’nın özgünlüğü emperyalizmin yarı sömürgeliştirme girişimlerine
direnebilecek bir teknolojik ve ideolojik birikimi, coğrafi büyüklüğü, büyük ve
belirleyici devlet olma tarihsel iddia ve misyonu ile birleştirmiş olmalarıydı.
Yeltsin’in batıya teslimiyete dayalı kapitalist restorasyon stratejisine bizzat
devletin ve bürokrasinin içinden büyük bir karşı çıkış olması bu özgün durumun
açık ifadesiydi. Bu nedenle Çin yöneticileri tekstil, oyuncak vb. üretimi ile
sınırlı ve çevreleşmeye yol açacak bir ekonomik modeli hiçbir zaman Çin’in
kaderi olarak görmediler. Daha en başından itibaren sanayileşme, teknolojik
gelişme amacını korudalar ar-ge harcamalarını önemsediler.
Diğer taraftan
küreselleşmeci dünya ekonomik merkezlerinin telkiniyle sanayi sektörünün toplam
üretim içindeki payını hızlı bir şekilde düşürerek, hizmetler sektörünün
payının arttırılması, Hindistan gibi Çin ile birlikte önemli gelişme kaydeden
bir ülkenin ivmesini kaybetmesine yol açmıştır. Fakat benzer telkinlere karşın
Çin sanayi sektörünün toplam üretim içindeki ağırlığını yıllar içinde korumak
ve artırmak stratejisine kararlıca devam etmiştir. Yukarıda söz ettiğimiz
özgünlükle şekillenen bu stratejik tercih, ülkenin istikrarlı bir şekilde
büyümesindeki ve gelişmesindeki önemli etkenlerden birisi olmuştur. Çin’i
çevreleşmek kaderinden koruyan ve giderek bir emperyalist hegemonya adayı güç
haline getiren sürecin anahtarı işte tüm bu yaklaşımlardı.
Bu yöndeki adımlar baskı ve
telkinlere rağmen artırılarak sürdürüldü ve bu tercihi nedeniyle Çin, artık
sadece gelişmekte olan ülkeler için değil emperyalist ülkeler için de dünya
piyasalarında önemli bir ekonomik rakip, ciddi bir küresel siyasal ve askeri
güç haline gelebilmiştir. Bugün artık, ekonomik gücünün, teknolojik ve finansal
kapasitesinin yanı sıra askeri kapasitesiyle de Çin Halk Cumhuriyeti, tartışma
götürmez biçimde emperyalist dünyanın iç dengelerini etkileyebilen, bu
dengeleri bozan bir ülke haline gelmiş durumdadır.
Son
on beş yıl büyük atılım…
Son 15 yılda ABD ile Çin
arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti.
Çin’in uluslararası alanda ekonomik ve siyasi ağırlığı arttı. 1990’dan bu yana
genel itibariyle dış ticaret fazlası vermeyi başarmasında, Çin’in sanayi malı
ihracatının toplam ihraç malları içindeki payının zaman içinde artması ve tam
tersi durumun sanayi malları ithalatında gerçekleşmiş olması etkili olmuştur. Çin’in
orta ve yüksek teknolojili ürün ihracatının toplam ihraç malları içindeki
payının zaman içinde önemli oranda artış göstermiştir. Dünya Bankası 2018
raporu, 1990-2016 tarihleri arasında Çin’in toplam ihracatı içinde sanayi
mallarının oranının büyük artış gösterdiğini ( yüzde 71,5’dan yüzde 94‘e)
ithalatında ise sanayi mal oranının belirgin bir düşme yaşadığını (yüzde 80
civarından yüzde 58’lere) gösteriyor.
“Alım gücü paritesi hesabı”
ile bakıldığında da Çin, 2017’den bu yana dünyanın en büyük ekonomisidir.
Yapılan öngörüler göstermektedir ki cari dolar hesabına göre de Çin millî
geliri 2028’de ABD’nin önüne geçecektir. Bu iddiayı destekleyen birkaç ayrıntı
ekleyelim: 2020’de Batı %5,4 oranında küçülürken Çin %2,3’lük büyüme
gerçekleştirdi. Çin dünya ticareti içindeki payını 2000’li yılların başından bu
yana belirgin biçimde arttırarak birinci sıraya oturdu. Çin’in toplam küresel
ihracat içindeki payı 2003 yılında % 5,9’dan 2019’da % 13,2’ye çıkarken ABD’nin
payı aynı yıllarda %9,8’den % 8,5’e geriledi. 2020’de tüm Batı ekonomilerinde
ihracat yüzde 7 oranında gerilerken Çin’in ihracatı yüzde 3,6 artarak dünya
ticaretinin %14’üne, yani 1981 sonrasında tek bir ülkenin ulaşabildiği en
yüksek orana ulaştı… Üstelik Trump’ın ticaret savaşına rağmen…
Fortune Global 500
listesinde, 2008 yılında yalnızca 1,1 trilyon dolar gelir ve toplam içinde %5
payla 29 Çin şirketi vardı. 2020 yılına gelindiğinde, karşımıza, toplam 8,3
trilyon dolar gelirle, toplam içinde %25 payla, 129 Çin şirketi çıkıyor; Çin
kaynaklı enerji, finans, telekomünikasyon şirketleri dünya listelerinde ilk ona
tırmanıyordu. Neredeyse tamamı birinci kuşak zenginlerden oluşan Çinli dolar
milyarderleri dünyanın en zenginleri olmuş durumda. 2021 tarihli Hurun Küresel
Zengin Listesi’ne göre dünyanın en zenginlerinin üçte biri Çinli. 2008 finans
krizinden sonra dünya ekonomisinin büyümesinin üçte biri Çin’de gerçekleşti.
Benzer şekilde yabancı sermaye çekmede ve araştırma geliştirme yatırımlarında
da Çin ABD’yi geçmiştir
Yakın geleceği belirleyecek
önemli bir etken olarak; gıda ve su kaynakları başta, iletişim, savunma, uzay sanayilerindeki
ileri teknolojide kullanılan terbium ve dysprosium, lithium, vanadium,
gadolinium gibi ender metallerin çıkarıldığı bölgelerin, üretimin ve
piyasaların daha şimdiden Çin’in denetimine geçmiş olduğunu da vurgulayalım.
Sermaye
ihracı ve finansal göstergeler…
Dünya ticareti içindeki
ağırlığına paralel Çin’in kredi veren bir ülke olarak önemi de son 20 yılda
hızla arttı. Harvard Business Review’da yayımlanan bir araştırma, Çin’in
150’den fazla ülkeye verdiği kredilerin toplam 1,8 trilyon dolarla dünya hâsılasının
%5’i gibi çok çarpıcı bir düzeye yükseldiğini gösteriyor. Bugün artık dünyanın
en büyük 10 bankası sıralamışında ilk dört sırayı Çin mahreçli bankalar işgal
etmiş durumda. Harward Üniversitesince yapılan bir araştırma Doğu Afrika’dan
Pasifik adalarına en az 16 ülkenin Çin’den aldıkları borcu ödeyemeyecek durumda
olduğunu saptıyor. Ödenemeyen borçların karşılığında Çin, Sri Lanka da olduğu
gibi limanlar başta stratejik alanlardaki yatırımlara el koyuyor.
Bu tablo Çin’in genel olarak
sermaye ihracı özel olarak da portföy yatırımlarında da son on beş yıl içinde
büyük atılım yaptığını gösteriyor. Fakat hegemonya mücadelesinde Çin ve ABD’nin
hâlihazırdaki pozisyonlarının doğru ve tam olarak anlaşılabilmesi için bu
yatırımların büyük ölçüde dolar üzerinden yapılmakta olduğunun da altını çizmek
gerekli. Bilindiği gibi bir ülkenin hegemonik konumunun en önemli göstergeleri
arasında dilinin, kültürünün, zihniyet dünyası ve yaşam tarzının
evrenselleşmesinin yanı sıra parasının evrensel bir değer ölçüsü haline gelmesi
de vardır. Pax Britanica döneminin evrensel parası pound idi; Pax Americana
döneminin ise dolar… Bu zorunlu hatırlatmanın zihinlerde tam ve doğru biçimde
yerine oturabilmesi için bu hatırlatmaya bir ihtiyati kayıt koymamız da
gerekiyor. Bir ülkenin dilinin, kültürünün, zihniyet dünyası ve yaşam tarzının
ve parasının henüz evrensel bir değer ölçüsü haline gelmemiş olması emperyalist
hegemonya adayı olup olmamasının değil; hatta hegemon olup olmasının bile
değil; dünya çapındaki hegemonyasının -bir anlamda- tescillenip
tescillenmediğinin göstergesidir. Bir başka ifadeyle hegemonya sürecinin nihai
ve en üst düzeydeki sonuçlarıdır bu göstergeler. Nitekim İngiltere’nin hegemonik
gücündeki azalmaya denk düşmeyen biçimde pound bir dönem daha evrensel para
olmaya devam etmiş ya da ABD artık net biçimde yeni hegemon güç olarak ortaya
çıkmasına karşın doların evrensel değer ölçüsü olması, bu hegomonik konuma göre
daha gecikmeli olarak gerçekleşmiştir.
Bu bölümü doların
egemenliğinin uzun süredir sarsılmakta olduğunu; bu alanda ABD ile uzun süredir
rekabet halinde olan AB’ye artık Çin, Rusya vb. ülkelerin de katılmakta
olduğunu vurgulayarak sonlandıralım. Nitekim 2020’de Çin Merkez Bankası ile 28
diğer merkez bankası arasında ikili swap anlaşmaları uygulanmaya başlanmıştır.
“Dünya parası dolar”ın saltanatına rağmen ve tabi ki o saltanata meydan
okurcasına…
Teknolojik
alandaki göstergeler…
Çin’in 1996-2021 yılları
arasındaki AR-GE harcamaları sürekli artmış 1996 yılında GSYH’sinin %0,56’sı
kadar olan AR-GE harcamaları 2021 yılında tutar olarak 432 milyar dolara, oran
olarak ülke GSİH’nın yüzde 2,4’üne ulaştı. Yani Çin’in Ar-Ge harcamasını 25
yılda 30 kattan fazla artarak Japonya, Almanya ve Güney Kore gibi öncü
ülkelerin toplamından bile daha büyük düzeye ulaşmıştır. Çin, dünya Ar-Ge
harcamaları açısından 1991 yılında dünyada sekizinci sıradayken 2016 itibarıyla
ikinci sıraya yükseldi. Çin Ulusal İstatistik Bürosu (NBS), fiyat faktörleri
düşüldükten sonra Çin’in Ar-Ge harcamalarının 2021 yılında bir önceki yıla göre
yüzde 9,4 yükseldiğini açıkladı. Çin artık bu alanda da lider ülke durumunda…
Çin’de yerleşiklerin
yaptıkları patent başvurularına baktığımızda, Dünya Bankası (2018) verilerine
göre, 1996 yılında 11.628 olan patent başvurusu 2000 yılında 25.346’ya, 2005
yılında 93.485’e, 2010 yılında 293.066’ya ve 2016 yılında 1.204.981’e ulaştığı
görülmektedir. Yapılan patent başvurularının bu dönem içerisinde önemli oranda
artmış olması Çin’in yaptığı AR-GE yatırımlarının beklenen yönde verimlilik
artışına ve dolayısıyla ekonomik büyümeye katkı sağladığına işaret etmektedir.
.Nitekim Dünya Bankası 2018 raporuna göre 1990-2016 yılları arasında Çin’in
toplam sanayi malları ihracı içindeki orta ve yüksek teknolojili ürünlerin
oranı (yüzde 30’lardan yüzde 60’lara) ve yüksek teknolojili ürünlerinin oranın
da (yüzde 10’dan yüzde 25 civarına) çıkarak ciddi bir yükseliş gösterdiğini
ortaya koymaktadır.
Çin, klonlama, yarı
iletkenler, quantum, yapay zekâ, robotik gibi bazı teknolojik alanlarda da
artık ilerlemiş durumda. Çin’in yüksek teknoloji alanındaki durumunu anlamak
için küresel endüstriyel robot üretiminde Çin’in payının 2010’da %3,2 iken
2020’de %31’e çıkması bile yeterince fikir vermektedir. Çin, en hızlı
bilgisayarı üretmiş, dünyanın en uzun hızlı tren hattını tamamlamış, kolonlama,
embriyo ve kök hücre, virüs araştırmalarında çok ciddi mesafeler almış,
teknolojik gelişme trendini bilgisayar, uzay çalışmaları, yapay zekâ gibi
stratejik teknolojik alanlardaki gelişmelerle bütünleştirmiştir. Bu teknolojik
gelişmelerin Çin’in askeri savunma sektöründeki sonuçları, gelinen noktada açık
biçimde ABD yönetimini kaygılandırmaktadır. Örneğin, yapay zekâ, insansız savaş
araçlarının ötesinde, hedefini kendi seçen “otonom silahların” gelişmesini
kolaylaştırıyor. Kuantum bilgisayarı üzerinden dijital ağlar, düşman merkezler
tarafından okunamaz haberleşme olanakları, başka ülkelerin sistemlerine sızma
kolaylığı, enerji sektöründe toryum reaktörü, birbirine eklenebilen üniteler,
enerji bağımsızlığı olasılığını getiriyor.
Öyle görünüyor ki ABD ve Çin
arasındaki teknoloji rekabeti gergin durumunu artırarak sürdürecektir. Örneğin
5G ve Huawei meselesi ABD için bir ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendiriliyor
ve bu alandaki gerilimin zamanla daha da yükselmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bilindiği gibi geçen yıllarda ABD marifetiyle Huawei şirketi Avustralya ve
İngiltere’de yasaklatıldı; şirketin üst düzey yöneticisi Kanada’da tutuklandı.
Huawei’ye çip satışı engellenmeye çalışıldı. ABD basınındaki yorumlara
bakılırsa bu yasaklama ve baskı politikasında belirli bir esneme ihmal
dâhilinde olsa da, iki ülke arasında 5G konusundaki gerilimli pozisyonda esaslı
bir değişiklik beklenmiyor.
Bir
emperyal hegemonya stratejisi olarak “Kuşak ve Yol Projesi”
Çin’in hegemonya iddiasının
en net ve somut ifadesi 2050’de tamamlanması planlanan “Bir Kuşak, Bir Yol”
projesi olsa gerek. Bu proje kapsamında onlarca ülkeye yapılacak altyapı
yatırımları için 100 trilyon dolar harcanacağı düşünülüyor. Çin, 2013’ten beri
devam eden program çerçevesinde Afrika ve Orta Asya’daki birçok ülke dâhil
olmak üzere yaklaşık 163 ülkede yollar, köprüler, limanlar ve hastaneler inşa
etmek için trilyonlarca dolarlık yatırım yaptı. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın
ardından hayata geçirdiği hegemonik projesi Marshall Planı’nın 11 katı
büyüklüğündeki “Yeni İpek Yolu Projesi” ile Çin, Asya, Avrupa, Ortadoğu ve
Kuzey Afrika’daki 60 ülkeyle ticareti arttırmayı planlıyor. Antik Çin’i
Avrupa’ya bağlayan İpek Yolu’nun günümüz şartlarında canlandırılmasını öngören
bu projeye göre; Çin’den başlayacak demiryolu hatlarının Asya’yı kat ederek
Avrupa’ya ulaşması amaçlanıyor. Proje tamamlandığında Avrupa-Çin ticaretinde
deniz yolunun yerini artık tren yolu almış olacak. Çin, hali hazırda, projeye dâhil
olan 20 ülkede 50 milyar dolarlık yatırım yapmış durumda. Projenin toplam
büyüklüğünün ise 1 trilyon dolara ulaşacağı öngörülüyor. Çin, Kuşak ve Yol
Projesi’nin 2013’teki ilanından bu yana 70’den fazla ülkeye 1590 proje kapsamında
1,9 trilyon dolar civarında borç verdi; borcunu ödeyemeyenlerin altyapı
tesislerine el konuldu.
Projenin emperyal hegemonya
hedefi açısından taşıdığı kritik önem, dünya nüfusunun yüzde 70’ini, küresel
ekonominin yüzde 55’ini ve bilinen enerji rezervlerinin yüzde 75’ini kapsadığı
bilgileriyle net biçimde anlaşılabilir. Bu proje hayata geçirildiğinde, küresel
ekonomik altyapıda dengenin Çin lehine değişmesi büyük bir olasılık olarak
görünüyor.
ÇİN’İN
DIŞ POLİTİKA STRATEJİLERİ…
Mao döneminde izlenen dış
politikayı iki döneme ayırmak olasıdır. İlk dönem, SSCB ile yakın ittifak
içerisinde izlenen ” blokçu dış politika” dönemidir… İkinci dönem ise, SSCB ile
ilişkilerin bozulmasından sonra başlar ve “üç dünya anlayışı” ile somutlaşır.
“Üç Dünya” anlayışına göre, ABD ve SSCB birinci dünyayı, Japonya, Avrupa
devletleri ikinci dünyayı, Asya -Japonya Hariç-, Afrika ve Latin Amerika
ülkeleri de üçüncü dünyayı oluşturur. Çin bu ikinci dönemde giderek “üçüncü
dünyacı” bir dış politika eksenine kaydı ve kendini de birinci ve ikinci
dünyaya karşı üçüncü dünyanın temsilcisi ve hatta önderi ayrı bir odak olarak
tanımladı.
Blok ittifakı eksenli dış
politikanın terk edilmesinin nedeni, Kruşçev döneminde yürütülen “anti
Stalinist kampanya” ile birlikte SSCB’nin bu aynı dönemde
emperyalist-kapitalist dünya ile “barış içinde bir arada yaşama”yı öngören bir
dış politika stratejini benimsemiş olmasıydı. Yalta mutabakatı çerçevesinde
oluşturulan statüko zaten Mao’nun Çin’ini rahatsız ediyordu. Bu mutabakat
ekseninde SSCB tarafından Çin, ABD’nin Asya’daki ve Afrika’daki hegemonya
alanlarına müdahil olmaması doğrultusunda baskılanmaktaydı. Mao, hem ABD’nin
Çin’e mutlaka müdahale edeceğini düşünmesinden hem de “ulusal kurtuluşcu” veya
“sosyalizan” mücadeleleri desteklemeyi “ideolojik ve ilkesel bir sorun” olarak
görmesinden dolayı SSCB’nin bu tavrına soğuk bakmaktaydı. Kruşçev’le birlikte
iş kapitalist dünya ile “barış içinde yaşama”nın resmi çizgi haline gelmesi
noktasına varınca iki ülke arasındaki ittifak kopma noktasına geldi. Bir müddet
sonra Mao’nun SSCB’yi sosyal emperyalist ilan etmesi ile ilişkiler tümden
bozuldu. Ardı sıra Mao, Çin Sovyet sınırının Rus çarlık hükümeti tarafından
zorla kurulduğunu ilan ederek, birkaç bin kilometrekarelik Sovyet toprakları
üzerinde hak iddialarında bulundu. Nihayet bozuk ilişkiler 1969 yılında
Damansky adasında çok büyümeden sonlandırılsa da iki devlet arasında bir askeri
çatışmaya da yol açtı. Ama SSCB ile ilişkilerin o zamanki bozuluş nedeni Çin’in
ABD’ye yakınlaşması değil tam aksine “SSCB’nin başta ABD olmak üzere
emperyalist blokla danışıklı bir dış politika izlediği” eleştirisiyle
ilgiliydi.
Mao’nun
ardından…
Mao’nun ardından Çin’i
kapitalist bir yola sokan Deng Xiaoping döneminde Çin’de, yalnızca ekonomi
politikalar ve resmi ideolojik söylemler alanlarında değil aynı zamanda dış
politika alanında da köklü bir yön değişimi gerçekleşmiştir.
Deng Xiaoping döneminde
Mao’nun “Üç Dünya” stratejisi Rusya ile uzaklaşmayı ve ABD’ye yakınlaşmayı ve
ülkedeki kapitalist restorasyonu haklılaştıracak biçimde revize edilerek, yeni
dış politika stratejisinin temel doktrini haline getirildi. “Baş düşman” olarak
görülen SSCB’ne karşı ehven-i şer olan ABD ve Batı ile ekonomik ve siyasi
yakınlaşma siyaseti izlenmeye başlandı. Bu dönemin dış politikasını şekillendiren
ikinci önemli prensip Deng’in 1990’da ilan ettiği “Düşük Profilli Kalma”
doktrininde ifadesini bulmuştu. “Düşük profilli kalma” doktrini dış
politikadaki sorunların çözümünde sakin hareket edilmesini ve fakat içeride
ekonomik gelişim için temponun artırılmasını içermekteydi. Bu doktrini, “Çin’in
gücünü saklama, uygun zamanı kollama stratejisi” olarak değerlendirenler de çok
olmuştur. Gerçekten de Deng döneminde Çin, kapitalist Batı ile yakınlaşarak ve
fakat dış politika alanında dünya işlerinden çekilerek tamamen kendi iç
ekonomik gelişimine odaklanmıştır.
Jiang
Zemin dönemi
Jiang Zemin döneminde ‘Üç
Temsil Kuramı’ ve ‘Yeni Güvenlik Konsepti’ isimleriyle yürürlüğe konulan dış
politika stratejilerine bakıldığında öne çıkanın Çin’i “gelişmiş üretici güçlerin,
gelişmiş kültürlerin” temsilcisi haline getirmek görevi olduğu görülmektedir.
Çin’in kapılarını kapitalist dünyaya açmak suretiyle ekonomik gelişimini
sürdürmesi, bu anlamda kapitalist dünyayla uyumlu ve kazan kazan esasına dayalı
bir dış siyaset izlenmesi bu belgelerin ana temalarıdır. Henüz askeri olarak
zayıf olan ve yine henüz yaptığı önemli ekonomik atılımlara karşın ulaşılmak
istenen düzeyden uzak olan Çin, bu doktrinler aracılığıyla dünyaya “ batı ile
ekonomik ilişkileri ve ortak çıkarları geliştirmek dışında herhangi başka bir
arayış içinde olmadıkları” mesajı vermekteydi. Kısacası Zemin, “daha çok Batı
daha çok kapitalizm istiyoruz, herhangi bir gerilim ve çatışma tarafı ve
taraftarı değiliz” diyerek, kendi döneminde de Deng’in düşük profilli dış
politika anlayışını sürdürmek niyetinde olduğunu ortaya koymaktaydı.
Hu
Jintao dönemi…
Ne var ki Hu Jintao
döneminde işler artık renk değiştirmeye başlamıştır. Çin’in askeri ve özellikle
ekonomik alanda ve üstelik de istenen istikametin ve sınırların dışına taşan
biçimde teknolojik gelişmeye dayalı biçimde büyümesi, Batı da endişelere yol
açmış ve bu dönemden itibaren Çin artık bir tehdit olarak nitelenmeye
başlanmıştır. ‘Çin tehdidi’ kuramı bu dönemde, yani Hu Jintao döneminde ortaya
çıkmıştır. Jintao, “yükselen Çin tehdidi” söylemine “Barışçıl Yükseliş ve
Uyumlu Toplum” stratejisini açıklayarak yanıt vermiştir. Bu cevapta özetle
denilmektedir ki “Çin bir tehdit değildir ve barışçıl bir yükseliş çizgisi
izlemektedir ve izleyecektir.” Bu politika ile Çin, yükselen gücüne rağmen
başat güç olma iddiasının bulunmadığını ve mevcudun korunması taraftarı
olduğunu ifade ederek ABD ve Batı’ya bir anlamda güvence vermeye çalışmıştır.
Bu güvence verme çabalarına karşın ABD’nin Asya’daki artan askeri varlığının
ima ettiği tehdide karşı Çin, komşu devletleri yanına almaya yönelik adımları
hızlandıracağını da yine bu aynı stratejinin bir parçası olarak dünyaya deklare
etmiştir. Stratejinin “Uyumlu Toplum” başlığı kapsamında Çin, komşu devletler
ile yakın ve güçlü ilişkiler kurmayı temel ve öncelikli bir amaç olarak
saptamıştır.
Xi
Jinping dönemi ya da dış politikada “düşük profil”e son…
Obama döneminden başlayarak
ABD’nin Çin’i çevreleme siyaseti izlemeye başlaması, Japonya’nın ABD tarafından
yeniden silahlandırılması, Güney Çin Denizi’nde Filipinler ve Vietnam ile
yaşanan sınır gerginlikleri, bir üst başlıkta vurguladığımız gibi daha Hu
Jintao döneminde Deng’in “düşük profilli dış politika” doktrininin
sorgulanmasına yol açmış ve Çin’i kendi yakın çevresinde dış politika alanında
daha aktif olmaya yöneltmişti. Ardından Trump döneminde gelen ticaret ve
ekonomi savaşları, Çin’in açıkça en büyük düşman ilan edilmesi vb. “düşük
profilli dış politika” anlayışının terk edilmesini motive etmiştir. Ama
belirtmek gerekir ki bu gerekliliğin bir diğer unsuru da, Çin’in kapitalist
dünya ekonomisi içindeki yerini güçlendirmesi, doğal olarak dünya siyasetinde
de buna denk düşen yeni bir pozisyon arayışına girmesidir.
Nitekim Jintao’dan sonra
gelen Xi Jinping’in döneminde dış politikada önemli değişimler yaşanmıştır.
Dönemin öne çıkan dış politika ilkeleri, Ulusal Canlanma ve Başarı İçin
Mücadele olmuştur. Ulusal Canlanma daha çok ‘Çin Rüyası’ olarak adlandırılır.
Çin rüyası, ekonomik gelişimi yeni bir merhaleye çıkarmak, Çin halkının refah
seviyesini yükseltmek, yeni gelişmelerin yarattığı yeni güvenlik ihtiyaçlarını
karşılamaya yönelik reformları derinleştirmek, Çin ulusunu tarihsel ve kültürel
mirasına uygun yüksek ve etkin bir mertebeye taşımak ve “Çin’e özgü sosyalizm”in
inşası olarak özetlenebilir. Başarı için Mücadele, Çin Rüyası politikasının
devamı niteliğini taşır. Temelinde Çin Rüyası’nın nasıl gerçekleştirileceğinin
bir ifadesi olmakla birlikte, bu amaç doğrultusunda Çin dış politikasının
yeniden şekillendirilmesini de içermektedir. Barış için Mücadele stratejisiyle
artık Çin, dış politikada o güne dek izlediği pasif konumunu terk edip aktif
bir dış politika izlemeye başlayacağı mesajını açık açık vermeye başlamıştır.
Şi Jinping, ÇKP’nin bir dış ilişkiler seminerinde, 24 Ekim 2013’te Başarı için
Mücadele doktrinini ilan etmiş ve “artık Çin, dünya diplomasisinde etkin bir
unsur olacaktır” demiştir. Çin o günden sonra özellikle de kendi çevresindeki
bölgelerde Amerikan askeri üstünlüğünü olduğu kadar diplomatik üstünlüğünü de
sorgulayacak, Çin ordusunda da bu sorgulamanın askeri arka palanını
oluşturabilecek bir yapısal değişim hayata geçirilecektir.
Stratejiden
Pratiğe Çin Dış Politikası…
Çin süreç içerisinde kendi
yakın bölgesinden başlayarak, Afrika, Ortadoğu, Orta Asya, Latin Amerika ve
hatta giderek Avrupa coğrafyasında etkinliğini artırmıştır. İçlerinde bazı ABD
müttefiklerinin ve yanı sıra Rusya ve Hindistan gibi önemli ülkelerin de yer
aldığı pek çok bölgesel kurumlaşmanın oluşturulmasında başrolde olmuştur. 15
Asya ve Pasifik ülkesi arasında imzalanan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık
(RCAP) sözleşmesi, AB ve Çin arasında imzalanan iki taraflı yatırım anlaşması,
Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS grubu ve
birleşik bir askeri-politik blok olarak Şangay İşbirliği gibi… Çin, bu adımları
atarken Trump dönemi ABD’sinin içe kapanma ve dünyadan çekilme politikasının
yarattığı boşluktan azami ölçüde kendi lehine yaralanmasını da bilmiştir.
Afrika’dan Orta Asya’ya pek çok ülkeyi açtığı kredilerle ödeyemeyecekleri
ölçüde borçlandırmak, bu yöntemle bu ülkelerle bağımlılık temelli bir ilişki
inşa etmek ve yine bu ülkelerdeki liman vb. gibi stratejik alanlara ödenemeyen
borçların karşılığı olarak el koymak, bu etkinlik artışını sağlayan bir diğer
önemli yöntemdir.
Özetle Çin’in ekonomik ve
-henüz daha zayıf olsa da- askeri-diplomatik alanlarda son yıllarda sergilediği
gelişme, Amerikan küresel hegemonyasını sorgulamaya açar nitelik ve düzeydedir.
Çin dış politikasının bölgesel bağlamda en önemli hedefi, Tayvan’ın “bir devlet
iki sistem” politikası çerçevesinde “anavatana katılması”dır. (Tıpkı Hong Kong
ve Macao gibi). Bu başarıldığında, Çin’in bir küresel güç olarak gelişiminin
önü açılacaktır. Çin, “Başarı İçin Mücadele Etme” doktrinine geçişle birlikte
küresel emperyalist bir güç olma yönündeki atılımını (dış politika alanında da)
tamamlamak istiyor.
Çin
ve sıcak savaş tehdidi…
Çin’in bugüne kadarki dış
politikası askeri güç-sert güç eksenli bir politika olmadığı gibi diplomasi ağırlıklı
da değildir. “Düşük profilli dış politika stratejisi”nin içeriğine uygun
biçimde büyük ölçüde ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine dayalı bir dış
politika söz konusudur. “Barış içinde ekonomik yarışma” olarak nitelenebilecek
bu politika, aynı zamanda “yumuşak güç” politikası olarak da tanımlanabilir.
Çin bu süreçte askeri çatışma ve gerilimlerden olabildiğince uzak durmaya çalışan
bir yaklaşım sergilemiştir.
Peki, “düşük profilli dış
politika”nın yerini daha aktif bir dış politika stratejisinin alacağının
açıklandığı ve buna askeri harcamaların artırılışının da eşlik ettiği bugün,
Çin’in artık yumuşak güç politikasından sert güç politikasına geçmeye başladığı
söylenebilir mi? Pek sanmıyorum… Öncelikle aktif dış politika ile yumuşak güç
politikası birbirini dışlamaz ve ikinci olarak da yumuşak güç politikasının
daha etkili olabilmesi için de arka planda hatırı sayılır bir sert güç potansiyelinin
varlığını gerektirir. Fakat kanaatimizin esas nedeni bunlar değildir; Çin’in
hegemonya mücadelesindeki en avantajlı olduğu alanın ekonomi alanı olmasıdır.
Ayrıca kural olarak yükselmekte olan güçler yerine göz diktiği güçlerle erken
hesaplaşmaya girmek istemezler. Hesaplaşmayı kendinin en güçlü, rakibinin ise
en zayıf olduğu anda gündemlerine alırlar. Bugünün henüz o gün olmadığı ise
aşikârdır.
Ama tam tersine egemenliği
tehdit edilen güç, egemenliğini tehdit etme potansiyeline ulaşan gücü, henüz
tüm cephelerde kendisiyle baş edebilecek bir güce erişmeden erken
hesaplaşmalara zorlamaya çalışır. Hele söz konusu olan dünyanın hala açık ara
en büyük askeri gücü olan ABD ve henüz bu alanda ABD ile mukayese edilemez
zayıflıkta olan Çin söz konusuysa; bu genel doğru daha fazla geçerlidir.
Nitekim son Ukrayna krizi de dâhil Çin Halk Cumhuriyeti ABD ile doğrudan karşı
karşıya geliş sonucu doğuracak hamlelerden özenle kaçınmıştır. Kendisi için
stratejik önemde gördüğü Güney Çin Denizi ve özelde Tayvan sorunu gibi birkaç
başlık dışında yakın gelecekte de Çin’in azami ölçüde askeri gerilim ve çatışma
yaratacak hamlelerden uzak duracağı söylenebilir.
Çin bu günden sonra da
muhtemelen uluslararası alanda “barışçıl ekonomik rekabet” politikasını
korumaya gayret edecektir. “Barışçıl ekonomik rekabet” politikası, devletlerin
egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, ortak fayda, karşılıklı saldırmazlık,
devletlerin iç işlerine karışmama ve eşit ilişkiler gibi unsurlara
dayanmaktadır. Görülmektedir ki tıpkı Rusya’nın olduğu gibi Çin’in de hegemonya
mücadelesindeki bugünkü stratejisi, kendi şekillendirecekleri yeni bir dünya
düzeni değil, öncelikle ABD merkezli tek kutuplu dünya düzeni öncesine, yani
geçmişin Westfelyan ilkelerine dayalı uluslararası düzene geri dönmektir. Bu
hedefin kendisi de Çin’in dış politikasını en azından yakın vade için mümkün
olduğunca işlerin sıcak çatışma noktasına gelmemesi doğrultusunda kurgulayacağına
dair bir başka önemli işarettir.
Tekrar soracak olursak peki,
o zaman dış siyasette düşük profilli dış politikadan aktif profilli dış
politikaya geçmek ve askeri hazırlıklara özel bir ağırlık kazandırmak Çin dış
politikası açısından ne anlama gelmektedir? Çin bu yeni stratejiye geçişle
bugün bir savaş istemese de kendisine yönelik askeri girişimler ya da örneğin
Tayvan sorunu gibi alanlarda kendisine yönelik provokatif hamleler karşısında
sessiz kalmayacağını, gelen saldırılara yanıt vermekte tereddüt etmeyeceğini
deklare etmiş olmaktadır. Zira bu tür girişimlere karşı caydırıcı olabilmek Çin’in
ekonomik gücünün karşılığı olabilen bir dış politika ağırlığına sahip
olabilmesi ve hegemonya iddialarını sürdürebilmesi açısından artık bir
zorunluluk haline gelmiştir. Bugün sahip olduğu askeri güçte, hegemonya tesisi
için yetersiz olsa da, yakın çevresindeki kendi aleyhine hamleler açısından
fazlasıyla caydırıcı olabilecek bir düzeydedir.
* Bu yazı, http://noktahaberyorum.com/ sitesinde 3 bölüm halinde yayınlanan dizinin, bütünüdür. Başlık bizim tarafımızca eklenmiştir.
Referanslar;
1) Korkut Boratav, “ÇKP’nin
ve Çin’in başarısının sırrı…” söyleşi, Oda TV com.
2) Ergin Yıldızoğlu, “ABD ve
Çin: Rekabetleriyle geleceği şekillendirecek iki süper güç”, Cumhuriyet
3) Alp Altınörs, “Rusya-Çin:
Yeni Bir Emperyalist Odak Mı?” Yeni Eksen
4) Mike Davis; “Wuhandan
alınacak dersler,”” Çivisi Çıkan Dünya & Covid-19 Salgını Üzerine
Muhasebele” içinde – RUNİK KİTAP
5) Aktaran Ergin Yıldızoğlu,”
ABD ve Çin arasındaki ‘yeni soğuk savaş’ dünya için ne kadar büyük bir risk?”
Cumhuriyet
6) Örnek, Çin’in Dünya
Ticaret Örgütüne girmesini sağlayan ve bu anlamda batı medyasınca çok övülen
2003 – 2013 arasının Çin devlet başkanı Hu Jintao‘dan “Çin Komünist Partisi’nin
kuruluşunun 90. yıldönümü vesilesiyle Devlet Başkanı Hu Jintao yaptığı
konuşmada,…24 defa Marksist ve Marksizm kavramlarını kullanan Jintao, Çin’in
karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünde Marksist düşüncenin çözümler
üreteceğini savunmuştur” M. Turgut Demirtepe ve Hasan Selim Özertem, ”Yükselen
Tehdit Algısı Karşısında Çin’in Yumuşak Güç Siyaseti: Politikalar ve
Sınırlılıkları” bilig, Bahar 2013 / sayı 65
7) Global Times, Başyazı, 23 Aralık 2020’den aktaran K.Boratav “ Çin Komünist Partisi ABD’ye meydan okuyor –Sol Haber
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.