9 Ocak 2023 Pazartesi

ÇİN İLE ABD’NİN HEGEMONYA MÜCADELESİ*

Mahmut Üstün


Mao’nun ölümünden iki yıl sonra,1978 yılında Deng Xiaoping genel olarak sosyalist camia tarafından ama özel olarak pek çok Maocu tarafından da “ihanet” olarak yorumlanan yeni bir çizgiyi hayata geçirmeye başladı. Bu çizgi planlı ekonomi ve kolektif mülkiyet esasına dayanan sosyalist yapıda ciddi kapitalist adacıklar oluşturulması ve bu yolla üretkenliğin artırılması esasına dayanıyordu. Bu politika değişikliği sonucu Çin’de yabancı sermayeyi ülkeye çekmeyi amaçlayan çok sayıda “ucuz işçi cenneti” serbest bölge oluşturuldu. Tarımsal alandaki kolektivizasyonda da bireysel üretime yönelik bazı gevşemeler gerçekleştirildi. Çin ve SSCB ilişkileri zaten Mao döneminde bozulmuştu; fakat ABD ile ilişkiler de antiemperyalist bağımsızlıkçı çizgi doğrultusunda hayli kötüydü, Deng Xiaoping döneminde ise SSCB ile ilişkiler daha da kötüleşmekle kalmadı ABD ile olan ilişkilerde belirgin bir yumuşama da gerçekleşti. Bu dönemde “üç dünya teorisi” adı altında ortaya atılan Çin’in resmi uluslararası politika doktrinine göre, “SSCB en tehlikeli emperyalist güçtü ve en tehlikeli emperyalist güce karşı diğer emperyalist blokla ittifak yapmak zorunluydu.” İktidara talip olurken en büyük vaadi SSCB’yi çevreleyerek zayıflatmak olan ABD başkanı Nixon, Çin’den uzanan bu eli, SSCB’yi çevreleme amacı açısından sunacağı büyük olanakları hayal ederek, seve seve tuttu. Belki konu dışı ama yeri gelmişken Çin’de yaşanan bu politika değişikliğinin SSCB’nin çöküşünü kolaylaştıran önemli etmenlerden biri olduğunu vurgulayalım. Bu yön değişikliğinin konumuzla doğrudan ilgili yanı ise 2008 yılına kadar genelde uyumlu biçimde ve hep daha da gelişerek devam eden Çin ABD ilişkilerinin de başlangıcı olmasıdır.

Çin’de kapitalizme yönelmeye dayalı genel çerçeveyi Deng’in “reformları” başlatmış ve beslemiştir; ama ardılları olan Jiang Zemin, Hu Jintao ve Şi Jinping tarafından da aynı yaklaşım bazı alanlarda daha da derinleştirilerek sürdürülmüştür. Bugün Şi Jinping iktidarı ile ABD ilişkileri belli bir kırılmaya uğramış gözükmektedir. Buna ayrıca değineceğiz. Ama burada şu olgunun altını çizmek gerekir ki, Şi Jinping de iktidarının ilk gününden itibaren esas olarak Deng’in açtığı yoldan ilerleyen bir liderdir. Şi de, Deng’in başlattığı “reformların kapsamlı boyutta derinleştirilmesini, hem Çin’in, hem sosyalizmin, hem de Marksizm’in gelişmesi için” yararlı gördüğünü defalarca ifade etmiştir. Başka bir alt başlığa geçmeden Boratav Hoca’nın şu önemli saptamasını aktarmak önemli olacaktır: “Çin’in Deng Xiaoping’in mirası olan dış dünyaya ve piyasa ekonomisine açılma politikaları, esneklikle, ancak devlet işletmeciliği ve toprakta ortaklaşa mülkiyet ilişkileri (Rusya ve Doğu Avrupa örneklerinin aksine) tasfiye edilmeden sürdürüldü.”(1) Ayrıca Çin de yaşanan kapitalist restorasyon Rusya’nın tersine, tek parti otoritesi ve ülke bütünlüğünün korunduğu, sosyalizmin yarattığı altyapı ve ekonomik olanakların tahrip edilmeden sermaye birikiminin altyapısı olarak kullanıldığı evrimci bir süreç olarak gerçekleşti. Bugünden bakıldığında sürecin bu niteliklerinin Çin’in, 40 yıl içinde dünya ekonomisinin üretim ve ticaret bakımından en büyük ülkesi durumuna gelmesinde olumlu bir katkı yaptığı açıktır. Son olarak Deng ile başlayan sürecin Rusya deneyiminde “Yeltsinci” değil “Putinci” restorasyon stratejisiyle daha fazla uyuştuğu; daha doğrusu Putin’in ilham aldığı bir öncül olduğu da rahatlıkla söylenebilir.

Çin-ABD ilişkilerinde uzun balayı…

Çin yönetimi 1978 reformlarıyla ekonomisini uluslararası sermayeye açması ve Çin’in ABD’nin SSCB’yi çevreleme ve zayıflatma politikasına doğrudan ve dolaylı biçimlerde destek sunması ile başlayan ABD Çin ilişkilerindeki iyileşme artarak devam etti. Çin zamanla pazarlarını ve ucuz işgücünü yalnızca serbest bölgelerde değil daha yaygın biçimde uluslararası sermayeye açtı. Özel mülkiyetinin dokunulmazlığı parti içinden gelen bazı ciddi itirazlara karşın 1998 yılında Anayasal güvenceye kavuşturuldu. Çin bir yandan ABD tahvillerini satın alarak ABD ekonomisinin büyümesi için önemli bir kaynak sağlıyor, diğer yandan da ABD emperyalist politikalarının iç desteğini muhafaza açısından her zaman önem verdiği, ABD halkının tüketim düzeyini muhafaza edebilmek amacını Çin’in tüketim mallarını ithal etmek yoluyla nispeten ucuza hayata geçirme olanağı buluyordu. Bu dönemde ABD Çin iliştikleri açısından bir rekabet ve çatışma ilişkisinden ziyade tamamlayıcılık ilişkisi söz konusuydu ve ABD cenahında otoriter Çin tehdidine dair bir söz duymak, okumak için ciddi bir arşiv çalışması yapmak gerekiyordu. Yıldızoğlu’nun sözleriyle, “Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisi uluslararası ilişkilere de yansıyor, Çin ABD liderliğini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde arada sırada sorgulasa da kabul etmiş, Batı merkezli küreselleşmenin kurallarını benimsemiş görünüyordu. Bu ortamda, ABD’de dış politika çevrelerinde kimi yorumcular, tarihçiler, dünya düzeninin yönetimini, ABD’nin birincil kalmaya devam etmesine izin verecek biçimde üstlenebilecek bir “Chimerica” (Çin+Amerika) ilişkisi hayal etmeye başlamıştı”(2). Bu mesut tablo 2007 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne üye olmasıyla tam bir balayı görünümü kazanmıştı. Ama çoğu zaman olduğu gibi yine zirvenin ardı sert bir inişti.

Balayının Sonu ve Yeni “Soğuk Savaş”

Ekonomik kriz döneminde, yani daha Obama iktidarında sinyalleri görülmeye başlayan iniş süreci Trump iktidarında daha net bir hal aldı. Trump, Çin-karşıtı politikaları ticaret savaşıyla başlattı; Dünya Ticaret Örgütü kuralları hilafına Çin’e karşı gümrük tarifelerini yükseltti. Sonra, Çin’in teknolojik gelişimini baltalamaya ve Çin şirketlerine ağır sınırlamalar getirmeye yönelik bir ekonomik savaş geldi. En sonunda Çin, “korona salgınının suçlusu” gösterildi. Dahası ABD, Çin lideri Şi Jinpin’in Marksizm ve sosyalizme yönelik olumlu ve övücü söylemlerini gerekçe göstererek, doğrudan Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP’yi) ve liderini hedef alan bir söylem geliştirmeye başladı.

Küresel ekonomik kiriz

ABD Çin ilişiklerindeki bu kırılmanın ticari ve ekonomik boyutunun arka planında Alp Altınörs’ün aktardığı şu gelişmeler vardı: “Çin’in dünya ekonomisi içindeki ağırlığı “uzun durgunluk” sırasında hızla arttı, Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükseldi. Mali sermaye ülkelerinden ABD’de 2007’de mali kriz biçimde başlayıp 2008-09’da küresel bir ekonomik krize dönüşen, 2011’de Avrupa’da ikinci bir krize yol açıp sıçrayan mali-ekonomik kriz, on yıldır süren Büyük Durgunluğa dönüştüğünde, sanayi ülkeleri bu krizden o denli etkilenmediler. Özellikle Çin ve Hindistan, bu on yılda, dünya ekonomisinin taşıyıcı kolonları oldular. ABD+Avrupa Birliği’nin dünya hâsılasına katkısı 2000 yılında %41’den 2013’te %13’e indi. Çin+Hindistan’ın dünya hâsılasına katkısı ise 2000 yılında %24’ten 2013 yılında %41’e çıktı. Batı’nın durgunluğuna karşın, sanayi ülkelerinde üretim ateşi hala yanmaya devam ediyordu. Büyük Durgunluk, bu iki ülke grubu arasındaki dengeleri, sanayi ülkeleri lehine kısmen değiştirdi. Büyük Durgunluk döneminde, Çin, ekonomik ve mali alanda yükselen güç oldu. Ekonomik güç, en nihayetinde üretimden geldiği için, bu gelişmeler neticesinde – yavaş da olsa – dünyanın ekonomik ekseninde Doğu’ya doğru bir kayış meydana geldi”(3). Altınörs’ün değerlendirmelerine ek olarak Çin örneğinde piyasa üzerindeki devlet kontrolünün ve piyasa ilişkilerinin doğrudan etkisinin dışında hala önemli yekûn tutan kamusal mülkiyet alanlarının varlığının da Çin’in kapitalist ekonominin genel krizinden az etkilenmesini sağlayan önemli faktörler olduğunu ifade etmek gerek.

Korona Salgını…

2008 küresel ekonomik krizi, neo-liberal küreselleşmenin ekonomik alandaki sorgulanırlığını arttırmıştı. Korona salgını ise bu sorgulanırlığı bir başka alanda taçlandırdı. Küresel ekonomik krizden en az yara alarak çıkan Çin, küresel salgın döneminde de tartışılmaz bir üstün performans gösterdi. ABD ve diğer batılı emperyalist ülkelerin ise ekonomik kiriz dönemindeki ve ardı sıra salgın dönemindeki karneleri kırık notlarla doluydu. Bu iki kriz sırasında ortaya çıkan tablo, Çin’in hem ekonomik hem de siyasi ve ideolojik planda ayrı bir odak olarak öne çıkmaya başladığının tescillenmesi oldu.

Gerçekten de salgınla mücadele açısından, sağlık da dâhil tüm alanları piyasalaştıran ülkelerle eskinin sosyalist ya da sosyal devlet bakiyelerini bir ölçüde koruyan ülkeler arasında ikinciler lehine farklılık apaçıktı. Ne var ki Trump liderliğindeki ABD kendi başarısızlığını perdelemek, Çin’in başarılarını ise gölgelemek ve giderek engellemek için Korona salgınını bir soğuk savaş aracı haline getirmeye çalıştı. Çin’in salgını bilerek ve isteyerek diğer ülkelere yaydığı, salgın hakkındaki bilgileri dünyadan sakladığı gibi nesnel gerçeklerle uyuşmayan iddialar ortaya atılmaya başlanıldı. Oysa Çin salgının ilk görüldüğü anlarda “belirtileri koleraya benzeyen ama niteliği tam anlaşılmayan yeni virüs” hakkında salgının yayılmasından çok önce bir rapor hazırlayarak dünyayı bilgilendirmiş ve uyarmıştı. Bu rapor, Çin’e yönelik suçlamalar doruğa çıktığında hala Dünya Sağlık Örgütü’nün web sitesinde yer alıyordu(4). İkincisi, Çin’in başarısının kamusal sağlık hizmetlerinin hala varlığını koruyor olmasından kaynaklandığı apaçık olmasına karşın aynı merkezler tarafından, bu başarı, Çin’in salgınla mücadelede insan haklarını hiçe sayan otoriter yöntemler uygulamasına bağlandı. Oysa salgınla mücadeledeki başarıda otoriterlik ve demokrasi ayrımının belirleyici olmadığı, mücadelede başarılı olanlar içinde olduğu gibi başarısız olanlar içinde de hem “otoriter” hem “demokratik” ülkeler bulunmasından rahatlıkla anlaşılıyordu. Fark burada değildi; belirleyici fark, az çok kamusal sağlık hizmetine sahip olan ülkeler ile her alanı olduğu gibi sağlık alanını da büyük ölçüde kar amaçlı piyasanın inisiyatifine bırakan ülkeler arasındaydı.

Şi Jinpin’in Marksizmi…

Bütün yukarıda saydıklarımız dışında hâlihazırdaki Çin lideri Şi Cinping de ABD merkezli ve Çin karşıtı yeni soğuk savaşın en önemli hedeflerinden biri. Şi’nin Marksizm ve sosyalizmi olumlayıcı açıklamaları, ABD hegemonyasını sorgulayıcı yaklaşımları, devlet başkanlığını iki dönemle sınırlayan anayasa maddesindeki sınırlamayı kaldırması vb. “otoriter Çin tehlikesine karşı demokratik blok” inşası doğrultusunda bugünlerde en yoğun kullanılan argümanlar arasında.

Oysa Çin Devlet Başkanı Şi çok değil beş yıl önce, 2017 Dünya Ekonomik Forumu Davos toplantısında yaptığı konuşmada, o zamanki ABD yönetiminin “küreselleşme karşıtı” söyleminin aksine, küreselleşmeyi, serbest ticareti, uluslararası işbirliğini savunuyor ve küreselleşmeyi kaçınılmaz bir süreç olarak tanımlıyordu. Dahası Şi’nin bu yaklaşımları üzerine küreselleşme bayrağının ABD’den Çin”e geçtiği yorumları yaygınlık kazanıyordu. Ama bugünlerde artık Şi küreselleşme konusunda son derece karamsar. Aradan geçen sürede ne oldu? Bu süreçte olan en önemli olay Trump ile şekillenen Çin karşıtı politikanın belli taktik farklılaşmalara karşın Biden döneminde de üstelik dozajı daha da artarak süreceğinin netleşmiş olmasıdır.

Gerçi Şi, hala dünya ekonomisinde açıklığı-serbestliği, ticaret ve teknoloji transferlerinde engellerin kaldırılmasını vb. savunmaktan tümüyle vazgeçmiş değil ve fakat artık, yakın vadede yaşanan deneyimin uyarıcı sonuçlarını da gözetiyor. Uluslararası İlişkiler alanının önemli isimlerinden Prof. Stephen Walt, Foreign Policy’deki bir yazısında şöyle söylüyor: “ Şi, tedarik zincirlerinin kırılması, Batılı şirketlerin Çin piyasalarını terk etmesi, ekonomik ticari yaptırımların devreye girmesiyle, teknoloji transferine konacak engellerle, Çin’in bu güne kadar yararlandığı küreselleşme sürecini, tersine döndürülebilecek bir durum olarak algılıyor, açıkça kaygı duyuyordu. Şi, adını vermeden ABD’nin kendi iradesini, kültürel değerlerini başkalarına dayatmasından yakınıyordu”(5)

ÇKP Genel Sekreteri, artık uluslararası sermaye ve ihracat öncelikli modelin Çin’in hedeflerine ulaşmak açısından yetersiz ama aynı zamanda tehlikeli de olduğunu düşünüyordu. Şi Jinping’e göre Çin’in izleyeceği “yeni gelişme yaklaşımı, iç ve dış piyasaların birbirini desteklediği ikili dolaşım içermelidir. Bu bağlantıda ana dayanak iç piyasadır. Tüketim harcamalarını canlandırmak, çok geniş bir iç piyasa oluşturmak öncelik taşıyacaktır… Bu bağlantıların pürüzsüz sürdürülmesi için yenilikleri, teknolojik atılımları hızlandıran mekanizmalar geliştirilmelidir. Ama ‘uluslararası dolaşım’ da gözetilerek…” Bu ifadeler, Çin yönetiminin, Çin’in yeni süper güç olma hedefine ulaşabilmesi için öncelikle Çin’e karşı açılan soğuk savaşın mevcut ve olası risklerini etkisizleştirmesi ve bunun içinde, yine öncelikle Çin’in kendi ayakları üzerinde durabilecek bir yapıya ulaştırılması gerektiği yönünde bir değerlendirmeye sahip olduğunu gösteriyor.

Bu yeni strateji, öncelikle Çin’in yükselişinin, dünya ekonomisindeki dalgalanmalardan, kendisine karşı açılan ticari, ekonomik ve ideolojik savaştan en az düzeyde etkilenmesi amacıyla bağlantılı. Ama bu stratejinin bir diğer yönü daha var: Çin gibi hegemonik bir emperyalistlik peşinde olan bir ülkenin eninde sonunda hem iç istikrarı sağlamak hem de dünyaya örnek bir model iddiasını öne sürebilmek bakımından kendi ülkesindeki yaşam ve gelir düzeyini yükseltmesi zorunludur. Bu, yaşanılan kuşatma halinden bağımsız bir genel kuraldır. Ama Çin’e yönelik ticari, ekonomik, ideolojik soğuk savaşın başarı ya da başarısızlığında Çin halkının alacağı tutumun çok daha önemli hale gelmiş bulunması, kuşkusuz ki bu yöndeki adımların erkene alınmış olmasında önemli bir faktördür. Gelir dağılımındaki bozukluğun, sınıf mücadelesinin yükselmesinin yanı sıra özellikle ülkenin Batı’sında, etnik, dini çelişkilerin daha da derinleşmesine yol açmakta oluşu düşünüldüğünde, Şi’nin, yeni stratejisini “mantıksız büyüklükteki gelirleri” sınırlamayı ve “gelirin yeniden dağıtımını” içeren “ortak refah” sloganı ile pekiştirmesi son derece anlaşılırdır.

Gelelim Şi Jinping’in açıklamalarında yer alan “yüzyılın ortasında Çin’de modern sosyalist bir toplum kurma” amacına ya da Marksizm ve sosyalizmin Çin için tek gelişime ve kurtuluş reçetesi olduğu vb. gibi sözlerine… Öncelikle şunu belirtelim, Çin’deki kapitalist restorasyon sürecinin hiçbir döneminde “Marksizm”, “sosyalizm”, “Mao Çe Tung Düşüncesi” vb. açık biçimde reddedilmemiştir. Tüm parti liderleri zaman zaman kendi yaptıkları işlerin amacını sosyalizmin inşası olarak nitelendirmişlerdir(6). Ama “Çin’e özgü sosyalizmin”…

Bu sosyalizmin, kolektif mülkiyet, planlı ekonomi ve işgücünün metalaşmaktan çıkarılması unsurlarına belirleyici bir önem atfetmeyen niteliği (bazı sosyalistlerin kafası zaman zaman karışsa da) en başta kapitalist dünya tarafından çok iyi bilinir ve bu nedenle de sorun edilmezdi. Son dönemde Şi’nin bu vurguları daha çok dillendirdiği ve hatta yeni bir gelişme olarak artık “Çin”e özgü sosyalizm” kavramının anayasada da geçiyor olması doğru olsa da, Şi’nin anladığı ve kastettiği sosyalizm anlayışının geçmişteki sosyalizm anlayışıyla hiçbir farkı yok. Piyasa ekonomisine, özel mülkiyet hakkına yönelik ciddi bir sınırlandırma söz konusu değil ve işgücünün metalaşması aynen devam edecek vb. Bu durumda yani Şi’nin, Çin’de geçmişten ciddi bir kopuş öngörmediği apaçıkken, Çin yönetiminin “kapitalizme savaş” açtığını ısrarla dillendirmek sadece bir soğuk savaş argümanı olarak değerlidir. Şi’nin hamlelerinin anlamı kendisine karşı açılan soğuk savaşa karşı iç cepheyi sağlam tutma, bu soğuk savaş döneminde halk desteğini sağlama almaya çalışırken batının içeride destek bulabileceği kesimleri de sıkı kontrol altında bulundurmaktır. Şi de, hem sosyalizan ama aynı zamanda hem de Çinlilik vurgusunu tam da bu nedenle, yani Çin’e yönelik bir soğuk savaş açılmış olması nedeniyle sıklaştırmıştır. Sosyalizm söylemi Çin milliyetçiliği ile beraber halk ve sistem arasında bir ideolojik tutunum ve bütünleşme sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca, Şi Jinping’in halkın gelir dağılımına yönelik şikâyetlerini sona erdirme vaadini güçlendirmeye de hizmet etmektedir. Devlet girişimlerine daha çok önem vermek ve yabancı sermayeyi yakından denetlemek de soğuk savaşa karşı alınan önlemlerin bir başka veçhesidir.

Çin’in Batı demokrasisi normlarına uymadığı çok uzun yıllardır zaten malûmdu. Ama o zamanlar “artan Çin otoriterliği” sözü duyulmuyordu; duyulan, piyasaya açılan Çin’in “örnek büyümesi” övgüleriydi. Peki değişen nedir?

ÇKP’nin parti görüşlerini yansıtan İngilizce yayın organlarından biri olan Global Times’da yer alan bir başyazı bizce bu soruya en doğru yanıtı vermiş. “Çin, ucuz emek kaynağı bir fabrika olarak Batı’nın refahına katkı yapan bir konumda kalmalıydı. Ama ÇKP liderliği sayesinde Çin, Batı’nın hegemonyasından bağımsız kaldı ve dünyanın ikinci en büyük ekonomisi oldu. Üstelik Batı gerilerken Çin’in uluslararası nüfuzu arttı. Covid-19 salgını karşısındaki çaresizlik, Batı’da sistemlerine ilişkin güveni çökertti. ÇKP’yi ‘dünyayı tehdit eden virüs’ olarak lekelemeleri bu nedenledir”(7)

Ekonomik göstergeler açısından bugünkü Çin…

1978 yılından bu yana süregelen restorasyoncu reformlarla dış dünyaya açılan Çin, yüz milyonlarca köylünün ucuz ve kuralsız işgücü olarak deniz kıyılarında ve nehir boylarında kurulan serbest sanayi bölgelerine akıtılması ve uluslararası sermayeye yüksek sömürü oranı vaat etmesi nedeniyle zamanla yabancı yatırımcılar açısından hayli cazip bir ülke durumuna geldi. 1990’lı yıllarda iyice belirginleşen ABD ve Avrupa’nın düşük ve orta teknolojili imalat sektörlerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne kaydırmaları, emperyalist-kapitalist işbölümü içerisinde bir rol değişiminin ürünüydü ve bu Çin’de düşük maliyetli ve fiyatlı metaların ihracatı yoluyla büyüme politikasının temel dayanağıydı. Büyük ve ucuz işgücü cenneti haline gelen Çin, bu strateji ile 2005 yılında artık dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olmuştu. Ama o zamanlar bile Çin’in ar-ge harcamalarına yönelik yüksek harcamaları ve bankacılık alanındaki potansiyelleriyle çok da uzun olmayan bir gelecekte dünyanın en büyük ihracatçı ülkesi olabileceğine ve giderek de bu ihracatının teknolojik ve finansal boyutlarında da önemli gelişmeler yaşanacağına dair net göstergeler mevcuttu. Zira daha o zamanlardan açık biçimde görülmekteydi ki Çin, dünyada salt ucuz işçiliğe dayalı bir üretim merkezi olmanın ötesinde teknoloji üreten bir ülke durumuna gelmek için de adımlar atmaktaydı.

Çin’in kerameti…

Çin’in ve aynı zamanda Rusya’nın özgünlüğü emperyalizmin yarı sömürgeliştirme girişimlerine direnebilecek bir teknolojik ve ideolojik birikimi, coğrafi büyüklüğü, büyük ve belirleyici devlet olma tarihsel iddia ve misyonu ile birleştirmiş olmalarıydı. Yeltsin’in batıya teslimiyete dayalı kapitalist restorasyon stratejisine bizzat devletin ve bürokrasinin içinden büyük bir karşı çıkış olması bu özgün durumun açık ifadesiydi. Bu nedenle Çin yöneticileri tekstil, oyuncak vb. üretimi ile sınırlı ve çevreleşmeye yol açacak bir ekonomik modeli hiçbir zaman Çin’in kaderi olarak görmediler. Daha en başından itibaren sanayileşme, teknolojik gelişme amacını korudalar ar-ge harcamalarını önemsediler.

Diğer taraftan küreselleşmeci dünya ekonomik merkezlerinin telkiniyle sanayi sektörünün toplam üretim içindeki payını hızlı bir şekilde düşürerek, hizmetler sektörünün payının arttırılması, Hindistan gibi Çin ile birlikte önemli gelişme kaydeden bir ülkenin ivmesini kaybetmesine yol açmıştır. Fakat benzer telkinlere karşın Çin sanayi sektörünün toplam üretim içindeki ağırlığını yıllar içinde korumak ve artırmak stratejisine kararlıca devam etmiştir. Yukarıda söz ettiğimiz özgünlükle şekillenen bu stratejik tercih, ülkenin istikrarlı bir şekilde büyümesindeki ve gelişmesindeki önemli etkenlerden birisi olmuştur. Çin’i çevreleşmek kaderinden koruyan ve giderek bir emperyalist hegemonya adayı güç haline getiren sürecin anahtarı işte tüm bu yaklaşımlardı.

Bu yöndeki adımlar baskı ve telkinlere rağmen artırılarak sürdürüldü ve bu tercihi nedeniyle Çin, artık sadece gelişmekte olan ülkeler için değil emperyalist ülkeler için de dünya piyasalarında önemli bir ekonomik rakip, ciddi bir küresel siyasal ve askeri güç haline gelebilmiştir. Bugün artık, ekonomik gücünün, teknolojik ve finansal kapasitesinin yanı sıra askeri kapasitesiyle de Çin Halk Cumhuriyeti, tartışma götürmez biçimde emperyalist dünyanın iç dengelerini etkileyebilen, bu dengeleri bozan bir ülke haline gelmiş durumdadır.

Son on beş yıl büyük atılım…

Son 15 yılda ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti. Çin’in uluslararası alanda ekonomik ve siyasi ağırlığı arttı. 1990’dan bu yana genel itibariyle dış ticaret fazlası vermeyi başarmasında, Çin’in sanayi malı ihracatının toplam ihraç malları içindeki payının zaman içinde artması ve tam tersi durumun sanayi malları ithalatında gerçekleşmiş olması etkili olmuştur. Çin’in orta ve yüksek teknolojili ürün ihracatının toplam ihraç malları içindeki payının zaman içinde önemli oranda artış göstermiştir. Dünya Bankası 2018 raporu, 1990-2016 tarihleri arasında Çin’in toplam ihracatı içinde sanayi mallarının oranının büyük artış gösterdiğini ( yüzde 71,5’dan yüzde 94‘e) ithalatında ise sanayi mal oranının belirgin bir düşme yaşadığını (yüzde 80 civarından yüzde 58’lere) gösteriyor.

“Alım gücü paritesi hesabı” ile bakıldığında da Çin, 2017’den bu yana dünyanın en büyük ekonomisidir. Yapılan öngörüler göstermektedir ki cari dolar hesabına göre de Çin millî geliri 2028’de ABD’nin önüne geçecektir. Bu iddiayı destekleyen birkaç ayrıntı ekleyelim: 2020’de Batı %5,4 oranında küçülürken Çin %2,3’lük büyüme gerçekleştirdi. Çin dünya ticareti içindeki payını 2000’li yılların başından bu yana belirgin biçimde arttırarak birinci sıraya oturdu. Çin’in toplam küresel ihracat içindeki payı 2003 yılında % 5,9’dan 2019’da % 13,2’ye çıkarken ABD’nin payı aynı yıllarda %9,8’den % 8,5’e geriledi. 2020’de tüm Batı ekonomilerinde ihracat yüzde 7 oranında gerilerken Çin’in ihracatı yüzde 3,6 artarak dünya ticaretinin %14’üne, yani 1981 sonrasında tek bir ülkenin ulaşabildiği en yüksek orana ulaştı… Üstelik Trump’ın ticaret savaşına rağmen…

Fortune Global 500 listesinde, 2008 yılında yalnızca 1,1 trilyon dolar gelir ve toplam içinde %5 payla 29 Çin şirketi vardı. 2020 yılına gelindiğinde, karşımıza, toplam 8,3 trilyon dolar gelirle, toplam içinde %25 payla, 129 Çin şirketi çıkıyor; Çin kaynaklı enerji, finans, telekomünikasyon şirketleri dünya listelerinde ilk ona tırmanıyordu. Neredeyse tamamı birinci kuşak zenginlerden oluşan Çinli dolar milyarderleri dünyanın en zenginleri olmuş durumda. 2021 tarihli Hurun Küresel Zengin Listesi’ne göre dünyanın en zenginlerinin üçte biri Çinli. 2008 finans krizinden sonra dünya ekonomisinin büyümesinin üçte biri Çin’de gerçekleşti. Benzer şekilde yabancı sermaye çekmede ve araştırma geliştirme yatırımlarında da Çin ABD’yi geçmiştir

Yakın geleceği belirleyecek önemli bir etken olarak; gıda ve su kaynakları başta, iletişim, savunma, uzay sanayilerindeki ileri teknolojide kullanılan terbium ve dysprosium, lithium, vanadium, gadolinium gibi ender metallerin çıkarıldığı bölgelerin, üretimin ve piyasaların daha şimdiden Çin’in denetimine geçmiş olduğunu da vurgulayalım.

Sermaye ihracı ve finansal göstergeler…

Dünya ticareti içindeki ağırlığına paralel Çin’in kredi veren bir ülke olarak önemi de son 20 yılda hızla arttı. Harvard Business Review’da yayımlanan bir araştırma, Çin’in 150’den fazla ülkeye verdiği kredilerin toplam 1,8 trilyon dolarla dünya hâsılasının %5’i gibi çok çarpıcı bir düzeye yükseldiğini gösteriyor. Bugün artık dünyanın en büyük 10 bankası sıralamışında ilk dört sırayı Çin mahreçli bankalar işgal etmiş durumda. Harward Üniversitesince yapılan bir araştırma Doğu Afrika’dan Pasifik adalarına en az 16 ülkenin Çin’den aldıkları borcu ödeyemeyecek durumda olduğunu saptıyor. Ödenemeyen borçların karşılığında Çin, Sri Lanka da olduğu gibi limanlar başta stratejik alanlardaki yatırımlara el koyuyor.

Bu tablo Çin’in genel olarak sermaye ihracı özel olarak da portföy yatırımlarında da son on beş yıl içinde büyük atılım yaptığını gösteriyor. Fakat hegemonya mücadelesinde Çin ve ABD’nin hâlihazırdaki pozisyonlarının doğru ve tam olarak anlaşılabilmesi için bu yatırımların büyük ölçüde dolar üzerinden yapılmakta olduğunun da altını çizmek gerekli. Bilindiği gibi bir ülkenin hegemonik konumunun en önemli göstergeleri arasında dilinin, kültürünün, zihniyet dünyası ve yaşam tarzının evrenselleşmesinin yanı sıra parasının evrensel bir değer ölçüsü haline gelmesi de vardır. Pax Britanica döneminin evrensel parası pound idi; Pax Americana döneminin ise dolar… Bu zorunlu hatırlatmanın zihinlerde tam ve doğru biçimde yerine oturabilmesi için bu hatırlatmaya bir ihtiyati kayıt koymamız da gerekiyor. Bir ülkenin dilinin, kültürünün, zihniyet dünyası ve yaşam tarzının ve parasının henüz evrensel bir değer ölçüsü haline gelmemiş olması emperyalist hegemonya adayı olup olmamasının değil; hatta hegemon olup olmasının bile değil; dünya çapındaki hegemonyasının -bir anlamda- tescillenip tescillenmediğinin göstergesidir. Bir başka ifadeyle hegemonya sürecinin nihai ve en üst düzeydeki sonuçlarıdır bu göstergeler. Nitekim İngiltere’nin hegemonik gücündeki azalmaya denk düşmeyen biçimde pound bir dönem daha evrensel para olmaya devam etmiş ya da ABD artık net biçimde yeni hegemon güç olarak ortaya çıkmasına karşın doların evrensel değer ölçüsü olması, bu hegomonik konuma göre daha gecikmeli olarak gerçekleşmiştir.

Bu bölümü doların egemenliğinin uzun süredir sarsılmakta olduğunu; bu alanda ABD ile uzun süredir rekabet halinde olan AB’ye artık Çin, Rusya vb. ülkelerin de katılmakta olduğunu vurgulayarak sonlandıralım. Nitekim 2020’de Çin Merkez Bankası ile 28 diğer merkez bankası arasında ikili swap anlaşmaları uygulanmaya başlanmıştır. “Dünya parası dolar”ın saltanatına rağmen ve tabi ki o saltanata meydan okurcasına…

Teknolojik alandaki göstergeler…

Çin’in 1996-2021 yılları arasındaki AR-GE harcamaları sürekli artmış 1996 yılında GSYH’sinin %0,56’sı kadar olan AR-GE harcamaları 2021 yılında tutar olarak 432 milyar dolara, oran olarak ülke GSİH’nın yüzde 2,4’üne ulaştı. Yani Çin’in Ar-Ge harcamasını 25 yılda 30 kattan fazla artarak Japonya, Almanya ve Güney Kore gibi öncü ülkelerin toplamından bile daha büyük düzeye ulaşmıştır. Çin, dünya Ar-Ge harcamaları açısından 1991 yılında dünyada sekizinci sıradayken 2016 itibarıyla ikinci sıraya yükseldi. Çin Ulusal İstatistik Bürosu (NBS), fiyat faktörleri düşüldükten sonra Çin’in Ar-Ge harcamalarının 2021 yılında bir önceki yıla göre yüzde 9,4 yükseldiğini açıkladı. Çin artık bu alanda da lider ülke durumunda…

Çin’de yerleşiklerin yaptıkları patent başvurularına baktığımızda, Dünya Bankası (2018) verilerine göre, 1996 yılında 11.628 olan patent başvurusu 2000 yılında 25.346’ya, 2005 yılında 93.485’e, 2010 yılında 293.066’ya ve 2016 yılında 1.204.981’e ulaştığı görülmektedir. Yapılan patent başvurularının bu dönem içerisinde önemli oranda artmış olması Çin’in yaptığı AR-GE yatırımlarının beklenen yönde verimlilik artışına ve dolayısıyla ekonomik büyümeye katkı sağladığına işaret etmektedir. .Nitekim Dünya Bankası 2018 raporuna göre 1990-2016 yılları arasında Çin’in toplam sanayi malları ihracı içindeki orta ve yüksek teknolojili ürünlerin oranı (yüzde 30’lardan yüzde 60’lara) ve yüksek teknolojili ürünlerinin oranın da (yüzde 10’dan yüzde 25 civarına) çıkarak ciddi bir yükseliş gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Çin, klonlama, yarı iletkenler, quantum, yapay zekâ, robotik gibi bazı teknolojik alanlarda da artık ilerlemiş durumda. Çin’in yüksek teknoloji alanındaki durumunu anlamak için küresel endüstriyel robot üretiminde Çin’in payının 2010’da %3,2 iken 2020’de %31’e çıkması bile yeterince fikir vermektedir. Çin, en hızlı bilgisayarı üretmiş, dünyanın en uzun hızlı tren hattını tamamlamış, kolonlama, embriyo ve kök hücre, virüs araştırmalarında çok ciddi mesafeler almış, teknolojik gelişme trendini bilgisayar, uzay çalışmaları, yapay zekâ gibi stratejik teknolojik alanlardaki gelişmelerle bütünleştirmiştir. Bu teknolojik gelişmelerin Çin’in askeri savunma sektöründeki sonuçları, gelinen noktada açık biçimde ABD yönetimini kaygılandırmaktadır. Örneğin, yapay zekâ, insansız savaş araçlarının ötesinde, hedefini kendi seçen “otonom silahların” gelişmesini kolaylaştırıyor. Kuantum bilgisayarı üzerinden dijital ağlar, düşman merkezler tarafından okunamaz haberleşme olanakları, başka ülkelerin sistemlerine sızma kolaylığı, enerji sektöründe toryum reaktörü, birbirine eklenebilen üniteler, enerji bağımsızlığı olasılığını getiriyor.

Öyle görünüyor ki ABD ve Çin arasındaki teknoloji rekabeti gergin durumunu artırarak sürdürecektir. Örneğin 5G ve Huawei meselesi ABD için bir ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendiriliyor ve bu alandaki gerilimin zamanla daha da yükselmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bilindiği gibi geçen yıllarda ABD marifetiyle Huawei şirketi Avustralya ve İngiltere’de yasaklatıldı; şirketin üst düzey yöneticisi Kanada’da tutuklandı. Huawei’ye çip satışı engellenmeye çalışıldı. ABD basınındaki yorumlara bakılırsa bu yasaklama ve baskı politikasında belirli bir esneme ihmal dâhilinde olsa da, iki ülke arasında 5G konusundaki gerilimli pozisyonda esaslı bir değişiklik beklenmiyor.

Bir emperyal hegemonya stratejisi olarak “Kuşak ve Yol Projesi”

Çin’in hegemonya iddiasının en net ve somut ifadesi 2050’de tamamlanması planlanan “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi olsa gerek. Bu proje kapsamında onlarca ülkeye yapılacak altyapı yatırımları için 100 trilyon dolar harcanacağı düşünülüyor. Çin, 2013’ten beri devam eden program çerçevesinde Afrika ve Orta Asya’daki birçok ülke dâhil olmak üzere yaklaşık 163 ülkede yollar, köprüler, limanlar ve hastaneler inşa etmek için trilyonlarca dolarlık yatırım yaptı. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın ardından hayata geçirdiği hegemonik projesi Marshall Planı’nın 11 katı büyüklüğündeki “Yeni İpek Yolu Projesi” ile Çin, Asya, Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 60 ülkeyle ticareti arttırmayı planlıyor. Antik Çin’i Avrupa’ya bağlayan İpek Yolu’nun günümüz şartlarında canlandırılmasını öngören bu projeye göre; Çin’den başlayacak demiryolu hatlarının Asya’yı kat ederek Avrupa’ya ulaşması amaçlanıyor. Proje tamamlandığında Avrupa-Çin ticaretinde deniz yolunun yerini artık tren yolu almış olacak. Çin, hali hazırda, projeye dâhil olan 20 ülkede 50 milyar dolarlık yatırım yapmış durumda. Projenin toplam büyüklüğünün ise 1 trilyon dolara ulaşacağı öngörülüyor. Çin, Kuşak ve Yol Projesi’nin 2013’teki ilanından bu yana 70’den fazla ülkeye 1590 proje kapsamında 1,9 trilyon dolar civarında borç verdi; borcunu ödeyemeyenlerin altyapı tesislerine el konuldu.

Projenin emperyal hegemonya hedefi açısından taşıdığı kritik önem, dünya nüfusunun yüzde 70’ini, küresel ekonominin yüzde 55’ini ve bilinen enerji rezervlerinin yüzde 75’ini kapsadığı bilgileriyle net biçimde anlaşılabilir. Bu proje hayata geçirildiğinde, küresel ekonomik altyapıda dengenin Çin lehine değişmesi büyük bir olasılık olarak görünüyor.

ÇİN’İN DIŞ POLİTİKA STRATEJİLERİ…

Mao döneminde izlenen dış politikayı iki döneme ayırmak olasıdır. İlk dönem, SSCB ile yakın ittifak içerisinde izlenen ” blokçu dış politika” dönemidir… İkinci dönem ise, SSCB ile ilişkilerin bozulmasından sonra başlar ve “üç dünya anlayışı” ile somutlaşır. “Üç Dünya” anlayışına göre, ABD ve SSCB birinci dünyayı, Japonya, Avrupa devletleri ikinci dünyayı, Asya -Japonya Hariç-, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri de üçüncü dünyayı oluşturur. Çin bu ikinci dönemde giderek “üçüncü dünyacı” bir dış politika eksenine kaydı ve kendini de birinci ve ikinci dünyaya karşı üçüncü dünyanın temsilcisi ve hatta önderi ayrı bir odak olarak tanımladı.

Blok ittifakı eksenli dış politikanın terk edilmesinin nedeni, Kruşçev döneminde yürütülen “anti Stalinist kampanya” ile birlikte SSCB’nin bu aynı dönemde emperyalist-kapitalist dünya ile “barış içinde bir arada yaşama”yı öngören bir dış politika stratejini benimsemiş olmasıydı. Yalta mutabakatı çerçevesinde oluşturulan statüko zaten Mao’nun Çin’ini rahatsız ediyordu. Bu mutabakat ekseninde SSCB tarafından Çin, ABD’nin Asya’daki ve Afrika’daki hegemonya alanlarına müdahil olmaması doğrultusunda baskılanmaktaydı. Mao, hem ABD’nin Çin’e mutlaka müdahale edeceğini düşünmesinden hem de “ulusal kurtuluşcu” veya “sosyalizan” mücadeleleri desteklemeyi “ideolojik ve ilkesel bir sorun” olarak görmesinden dolayı SSCB’nin bu tavrına soğuk bakmaktaydı. Kruşçev’le birlikte iş kapitalist dünya ile “barış içinde yaşama”nın resmi çizgi haline gelmesi noktasına varınca iki ülke arasındaki ittifak kopma noktasına geldi. Bir müddet sonra Mao’nun SSCB’yi sosyal emperyalist ilan etmesi ile ilişkiler tümden bozuldu. Ardı sıra Mao, Çin Sovyet sınırının Rus çarlık hükümeti tarafından zorla kurulduğunu ilan ederek, birkaç bin kilometrekarelik Sovyet toprakları üzerinde hak iddialarında bulundu. Nihayet bozuk ilişkiler 1969 yılında Damansky adasında çok büyümeden sonlandırılsa da iki devlet arasında bir askeri çatışmaya da yol açtı. Ama SSCB ile ilişkilerin o zamanki bozuluş nedeni Çin’in ABD’ye yakınlaşması değil tam aksine “SSCB’nin başta ABD olmak üzere emperyalist blokla danışıklı bir dış politika izlediği” eleştirisiyle ilgiliydi.

Mao’nun ardından…

Mao’nun ardından Çin’i kapitalist bir yola sokan Deng Xiaoping döneminde Çin’de, yalnızca ekonomi politikalar ve resmi ideolojik söylemler alanlarında değil aynı zamanda dış politika alanında da köklü bir yön değişimi gerçekleşmiştir.

Deng Xiaoping döneminde Mao’nun “Üç Dünya” stratejisi Rusya ile uzaklaşmayı ve ABD’ye yakınlaşmayı ve ülkedeki kapitalist restorasyonu haklılaştıracak biçimde revize edilerek, yeni dış politika stratejisinin temel doktrini haline getirildi. “Baş düşman” olarak görülen SSCB’ne karşı ehven-i şer olan ABD ve Batı ile ekonomik ve siyasi yakınlaşma siyaseti izlenmeye başlandı. Bu dönemin dış politikasını şekillendiren ikinci önemli prensip Deng’in 1990’da ilan ettiği “Düşük Profilli Kalma” doktrininde ifadesini bulmuştu. “Düşük profilli kalma” doktrini dış politikadaki sorunların çözümünde sakin hareket edilmesini ve fakat içeride ekonomik gelişim için temponun artırılmasını içermekteydi. Bu doktrini, “Çin’in gücünü saklama, uygun zamanı kollama stratejisi” olarak değerlendirenler de çok olmuştur. Gerçekten de Deng döneminde Çin, kapitalist Batı ile yakınlaşarak ve fakat dış politika alanında dünya işlerinden çekilerek tamamen kendi iç ekonomik gelişimine odaklanmıştır.

Jiang Zemin dönemi

Jiang Zemin döneminde ‘Üç Temsil Kuramı’ ve ‘Yeni Güvenlik Konsepti’ isimleriyle yürürlüğe konulan dış politika stratejilerine bakıldığında öne çıkanın Çin’i “gelişmiş üretici güçlerin, gelişmiş kültürlerin” temsilcisi haline getirmek görevi olduğu görülmektedir. Çin’in kapılarını kapitalist dünyaya açmak suretiyle ekonomik gelişimini sürdürmesi, bu anlamda kapitalist dünyayla uyumlu ve kazan kazan esasına dayalı bir dış siyaset izlenmesi bu belgelerin ana temalarıdır. Henüz askeri olarak zayıf olan ve yine henüz yaptığı önemli ekonomik atılımlara karşın ulaşılmak istenen düzeyden uzak olan Çin, bu doktrinler aracılığıyla dünyaya “ batı ile ekonomik ilişkileri ve ortak çıkarları geliştirmek dışında herhangi başka bir arayış içinde olmadıkları” mesajı vermekteydi. Kısacası Zemin, “daha çok Batı daha çok kapitalizm istiyoruz, herhangi bir gerilim ve çatışma tarafı ve taraftarı değiliz” diyerek, kendi döneminde de Deng’in düşük profilli dış politika anlayışını sürdürmek niyetinde olduğunu ortaya koymaktaydı.

Hu Jintao dönemi…

Ne var ki Hu Jintao döneminde işler artık renk değiştirmeye başlamıştır. Çin’in askeri ve özellikle ekonomik alanda ve üstelik de istenen istikametin ve sınırların dışına taşan biçimde teknolojik gelişmeye dayalı biçimde büyümesi, Batı da endişelere yol açmış ve bu dönemden itibaren Çin artık bir tehdit olarak nitelenmeye başlanmıştır. ‘Çin tehdidi’ kuramı bu dönemde, yani Hu Jintao döneminde ortaya çıkmıştır. Jintao, “yükselen Çin tehdidi” söylemine “Barışçıl Yükseliş ve Uyumlu Toplum” stratejisini açıklayarak yanıt vermiştir. Bu cevapta özetle denilmektedir ki “Çin bir tehdit değildir ve barışçıl bir yükseliş çizgisi izlemektedir ve izleyecektir.” Bu politika ile Çin, yükselen gücüne rağmen başat güç olma iddiasının bulunmadığını ve mevcudun korunması taraftarı olduğunu ifade ederek ABD ve Batı’ya bir anlamda güvence vermeye çalışmıştır. Bu güvence verme çabalarına karşın ABD’nin Asya’daki artan askeri varlığının ima ettiği tehdide karşı Çin, komşu devletleri yanına almaya yönelik adımları hızlandıracağını da yine bu aynı stratejinin bir parçası olarak dünyaya deklare etmiştir. Stratejinin “Uyumlu Toplum” başlığı kapsamında Çin, komşu devletler ile yakın ve güçlü ilişkiler kurmayı temel ve öncelikli bir amaç olarak saptamıştır.

Xi Jinping dönemi ya da dış politikada “düşük profil”e son…

Obama döneminden başlayarak ABD’nin Çin’i çevreleme siyaseti izlemeye başlaması, Japonya’nın ABD tarafından yeniden silahlandırılması, Güney Çin Denizi’nde Filipinler ve Vietnam ile yaşanan sınır gerginlikleri, bir üst başlıkta vurguladığımız gibi daha Hu Jintao döneminde Deng’in “düşük profilli dış politika” doktrininin sorgulanmasına yol açmış ve Çin’i kendi yakın çevresinde dış politika alanında daha aktif olmaya yöneltmişti. Ardından Trump döneminde gelen ticaret ve ekonomi savaşları, Çin’in açıkça en büyük düşman ilan edilmesi vb. “düşük profilli dış politika” anlayışının terk edilmesini motive etmiştir. Ama belirtmek gerekir ki bu gerekliliğin bir diğer unsuru da, Çin’in kapitalist dünya ekonomisi içindeki yerini güçlendirmesi, doğal olarak dünya siyasetinde de buna denk düşen yeni bir pozisyon arayışına girmesidir.

Nitekim Jintao’dan sonra gelen Xi Jinping’in döneminde dış politikada önemli değişimler yaşanmıştır. Dönemin öne çıkan dış politika ilkeleri, Ulusal Canlanma ve Başarı İçin Mücadele olmuştur. Ulusal Canlanma daha çok ‘Çin Rüyası’ olarak adlandırılır. Çin rüyası, ekonomik gelişimi yeni bir merhaleye çıkarmak, Çin halkının refah seviyesini yükseltmek, yeni gelişmelerin yarattığı yeni güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik reformları derinleştirmek, Çin ulusunu tarihsel ve kültürel mirasına uygun yüksek ve etkin bir mertebeye taşımak ve “Çin’e özgü sosyalizm”in inşası olarak özetlenebilir. Başarı için Mücadele, Çin Rüyası politikasının devamı niteliğini taşır. Temelinde Çin Rüyası’nın nasıl gerçekleştirileceğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu amaç doğrultusunda Çin dış politikasının yeniden şekillendirilmesini de içermektedir. Barış için Mücadele stratejisiyle artık Çin, dış politikada o güne dek izlediği pasif konumunu terk edip aktif bir dış politika izlemeye başlayacağı mesajını açık açık vermeye başlamıştır. Şi Jinping, ÇKP’nin bir dış ilişkiler seminerinde, 24 Ekim 2013’te Başarı için Mücadele doktrinini ilan etmiş ve “artık Çin, dünya diplomasisinde etkin bir unsur olacaktır” demiştir. Çin o günden sonra özellikle de kendi çevresindeki bölgelerde Amerikan askeri üstünlüğünü olduğu kadar diplomatik üstünlüğünü de sorgulayacak, Çin ordusunda da bu sorgulamanın askeri arka palanını oluşturabilecek bir yapısal değişim hayata geçirilecektir.

Stratejiden Pratiğe Çin Dış Politikası…

Çin süreç içerisinde kendi yakın bölgesinden başlayarak, Afrika, Ortadoğu, Orta Asya, Latin Amerika ve hatta giderek Avrupa coğrafyasında etkinliğini artırmıştır. İçlerinde bazı ABD müttefiklerinin ve yanı sıra Rusya ve Hindistan gibi önemli ülkelerin de yer aldığı pek çok bölgesel kurumlaşmanın oluşturulmasında başrolde olmuştur. 15 Asya ve Pasifik ülkesi arasında imzalanan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCAP) sözleşmesi, AB ve Çin arasında imzalanan iki taraflı yatırım anlaşması, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS grubu ve birleşik bir askeri-politik blok olarak Şangay İşbirliği gibi… Çin, bu adımları atarken Trump dönemi ABD’sinin içe kapanma ve dünyadan çekilme politikasının yarattığı boşluktan azami ölçüde kendi lehine yaralanmasını da bilmiştir. Afrika’dan Orta Asya’ya pek çok ülkeyi açtığı kredilerle ödeyemeyecekleri ölçüde borçlandırmak, bu yöntemle bu ülkelerle bağımlılık temelli bir ilişki inşa etmek ve yine bu ülkelerdeki liman vb. gibi stratejik alanlara ödenemeyen borçların karşılığı olarak el koymak, bu etkinlik artışını sağlayan bir diğer önemli yöntemdir.

Özetle Çin’in ekonomik ve -henüz daha zayıf olsa da- askeri-diplomatik alanlarda son yıllarda sergilediği gelişme, Amerikan küresel hegemonyasını sorgulamaya açar nitelik ve düzeydedir. Çin dış politikasının bölgesel bağlamda en önemli hedefi, Tayvan’ın “bir devlet iki sistem” politikası çerçevesinde “anavatana katılması”dır. (Tıpkı Hong Kong ve Macao gibi). Bu başarıldığında, Çin’in bir küresel güç olarak gelişiminin önü açılacaktır. Çin, “Başarı İçin Mücadele Etme” doktrinine geçişle birlikte küresel emperyalist bir güç olma yönündeki atılımını (dış politika alanında da) tamamlamak istiyor.

Çin ve sıcak savaş tehdidi…

Çin’in bugüne kadarki dış politikası askeri güç-sert güç eksenli bir politika olmadığı gibi diplomasi ağırlıklı da değildir. “Düşük profilli dış politika stratejisi”nin içeriğine uygun biçimde büyük ölçüde ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine dayalı bir dış politika söz konusudur. “Barış içinde ekonomik yarışma” olarak nitelenebilecek bu politika, aynı zamanda “yumuşak güç” politikası olarak da tanımlanabilir. Çin bu süreçte askeri çatışma ve gerilimlerden olabildiğince uzak durmaya çalışan bir yaklaşım sergilemiştir.

Peki, “düşük profilli dış politika”nın yerini daha aktif bir dış politika stratejisinin alacağının açıklandığı ve buna askeri harcamaların artırılışının da eşlik ettiği bugün, Çin’in artık yumuşak güç politikasından sert güç politikasına geçmeye başladığı söylenebilir mi? Pek sanmıyorum… Öncelikle aktif dış politika ile yumuşak güç politikası birbirini dışlamaz ve ikinci olarak da yumuşak güç politikasının daha etkili olabilmesi için de arka planda hatırı sayılır bir sert güç potansiyelinin varlığını gerektirir. Fakat kanaatimizin esas nedeni bunlar değildir; Çin’in hegemonya mücadelesindeki en avantajlı olduğu alanın ekonomi alanı olmasıdır. Ayrıca kural olarak yükselmekte olan güçler yerine göz diktiği güçlerle erken hesaplaşmaya girmek istemezler. Hesaplaşmayı kendinin en güçlü, rakibinin ise en zayıf olduğu anda gündemlerine alırlar. Bugünün henüz o gün olmadığı ise aşikârdır.

Ama tam tersine egemenliği tehdit edilen güç, egemenliğini tehdit etme potansiyeline ulaşan gücü, henüz tüm cephelerde kendisiyle baş edebilecek bir güce erişmeden erken hesaplaşmalara zorlamaya çalışır. Hele söz konusu olan dünyanın hala açık ara en büyük askeri gücü olan ABD ve henüz bu alanda ABD ile mukayese edilemez zayıflıkta olan Çin söz konusuysa; bu genel doğru daha fazla geçerlidir. Nitekim son Ukrayna krizi de dâhil Çin Halk Cumhuriyeti ABD ile doğrudan karşı karşıya geliş sonucu doğuracak hamlelerden özenle kaçınmıştır. Kendisi için stratejik önemde gördüğü Güney Çin Denizi ve özelde Tayvan sorunu gibi birkaç başlık dışında yakın gelecekte de Çin’in azami ölçüde askeri gerilim ve çatışma yaratacak hamlelerden uzak duracağı söylenebilir.

Çin bu günden sonra da muhtemelen uluslararası alanda “barışçıl ekonomik rekabet” politikasını korumaya gayret edecektir. “Barışçıl ekonomik rekabet” politikası, devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, ortak fayda, karşılıklı saldırmazlık, devletlerin iç işlerine karışmama ve eşit ilişkiler gibi unsurlara dayanmaktadır. Görülmektedir ki tıpkı Rusya’nın olduğu gibi Çin’in de hegemonya mücadelesindeki bugünkü stratejisi, kendi şekillendirecekleri yeni bir dünya düzeni değil, öncelikle ABD merkezli tek kutuplu dünya düzeni öncesine, yani geçmişin Westfelyan ilkelerine dayalı uluslararası düzene geri dönmektir. Bu hedefin kendisi de Çin’in dış politikasını en azından yakın vade için mümkün olduğunca işlerin sıcak çatışma noktasına gelmemesi doğrultusunda kurgulayacağına dair bir başka önemli işarettir.

Tekrar soracak olursak peki, o zaman dış siyasette düşük profilli dış politikadan aktif profilli dış politikaya geçmek ve askeri hazırlıklara özel bir ağırlık kazandırmak Çin dış politikası açısından ne anlama gelmektedir? Çin bu yeni stratejiye geçişle bugün bir savaş istemese de kendisine yönelik askeri girişimler ya da örneğin Tayvan sorunu gibi alanlarda kendisine yönelik provokatif hamleler karşısında sessiz kalmayacağını, gelen saldırılara yanıt vermekte tereddüt etmeyeceğini deklare etmiş olmaktadır. Zira bu tür girişimlere karşı caydırıcı olabilmek Çin’in ekonomik gücünün karşılığı olabilen bir dış politika ağırlığına sahip olabilmesi ve hegemonya iddialarını sürdürebilmesi açısından artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Bugün sahip olduğu askeri güçte, hegemonya tesisi için yetersiz olsa da, yakın çevresindeki kendi aleyhine hamleler açısından fazlasıyla caydırıcı olabilecek bir düzeydedir.

* Bu yazı, http://noktahaberyorum.com/ sitesinde 3 bölüm halinde yayınlanan dizinin, bütünüdür. Başlık bizim tarafımızca eklenmiştir.

Referanslar;

1) Korkut Boratav, “ÇKP’nin ve Çin’in başarısının sırrı…” söyleşi, Oda TV com.

2) Ergin Yıldızoğlu, “ABD ve Çin: Rekabetleriyle geleceği şekillendirecek iki süper güç”, Cumhuriyet

3) Alp Altınörs, “Rusya-Çin: Yeni Bir Emperyalist Odak Mı?” Yeni Eksen

4) Mike Davis; “Wuhandan alınacak dersler,”” Çivisi Çıkan Dünya & Covid-19 Salgını Üzerine Muhasebele” içinde – RUNİK KİTAP

5) Aktaran Ergin Yıldızoğlu,” ABD ve Çin arasındaki ‘yeni soğuk savaş’ dünya için ne kadar büyük bir risk?” Cumhuriyet

6) Örnek, Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne girmesini sağlayan ve bu anlamda batı medyasınca çok övülen 2003 – 2013 arasının Çin devlet başkanı Hu Jintao‘dan “Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunun 90. yıldönümü vesilesiyle Devlet Başkanı Hu Jintao yaptığı konuşmada,…24 defa Marksist ve Marksizm kavramlarını kullanan Jintao, Çin’in karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünde Marksist düşüncenin çözümler üreteceğini savunmuştur” M. Turgut Demirtepe ve Hasan Selim Özertem, ”Yükselen Tehdit Algısı Karşısında Çin’in Yumuşak Güç Siyaseti: Politikalar ve Sınırlılıkları” bilig, Bahar 2013 / sayı 65

7) Global Times, Başyazı, 23 Aralık 2020’den aktaran K.Boratav “ Çin Komünist Partisi ABD’ye meydan okuyor –Sol Haber

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.