Mahmut
Boyuneğmez
Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’nın 2025 Ocak ayı istatistiklerine göre, Türkiye genelinde toplam 16
milyon 864 bin 733 işçi bulunmaktadır. 2022 yılı verilerine göre yaklaşık 2,8
milyon memur, işçi sınıfının bir diğer bölmesini oluşturmaktadır. Türkiye işçi
sınıfının toplamda 19,6 milyon civarında bir niceliği vardır.
2025 Ocak ayı itibarıyla 2
milyon 524 bin 547 işçi bir işçi sendikasına üyedir. İşçiler için sendikalaşma
oranı %14,97 olarak açıklanmıştır. 2022 verilerine göre memurların %72,63’ü
sendikalı olup, 2 milyon 746 bin 681 memurdan 1 milyon 994 bin 845’i sendika
üyesidir. İşçiler ve memurlar birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’de işçi
sınıfının sendikalaşma oranı yaklaşık %20-25 aralığında bulunmaktadır.
1980’lerle birlikte neo-liberal
sermaye birikim biçimine geçilmesi sonrası sendikalaşma oranları tüm dünyada gerilemektedir
(Tablo 1).
Türkiye’de 12 Eylül 1980
askeri darbesi öncesinde işçiler arasında yaklaşık yüzde 40 düzeyindeki
sendikalaşma oranı, 2025 yılına gelindiğinde, kayıt dışı çalışanlar da dikkate
alındığında kabaca her 10 işçiden 1’inin sendikalı olduğu düzeye kadar gerilemiştir
(Tablo 2).
Türkiye’de sendikalaşma
oranlarının 1980’deki %40’tan 2025’te %14,97’ye düşüşüne yol açan temel
nedenler şu şekilde özetlenebilir:
- 1980 darbesi: Sendikalar yasaklanmıştır, grev
hakları kısıtlanmıştır.
- Yasal engeller: Noter şartı ve %10 işkolu
barajı üyeliği zorlaştırmıştır.
- Neoliberal politikalar: Özelleştirmeler
sendikalı işçi sayısını azaltmıştır.
- Kayıt dışı istihdam: %30-40 orandaki kayıt
dışı çalıştırılan işçiler sendikalaşamamıştır.
- Taşeronlaşma: Esnek çalışma sendikasız
işçilerin sayısını artırmıştır.
- Patron baskısı: Sendikalaşma
girişimlerinde işten çıkarmalar yaygındır.
- Grev yasakları: Grevler “milli güvenlik”
gerekçesiyle engellenmiştir.
- Sendika bürokrasisi: Çoğu sendika
sarı/yandaş/korporatist sendikadır.
- İşsiz kalma korkusu sendikalaşmadan
caydırmaktadır.
- 2012’de noter şartının kalkması ve 2018’de
kamudaki taşeron işçilere kadro verilmesi, sendikalaşma oranını %14,97’ye
yükseltmiştir.
Öte yandan Türkiye’de
Hak-iş’in ve işçi sınıfının bir bölmesi olan memurlar arasında örgütlü
Memur-Sen’in son on yıllarda üye sayısının hızlıca arttığı bilinmektedir. Hak-İş’in
2000-2025 arasında üye sayısında yaklaşık %295 artış gözlenmiştir (200,000’den
791,573’e). Memur-Sen’in 2000-2025 arasında üye sayısında yaklaşık %954 artış
(100,000’den 1,054,672’ye) yaşanmıştır (Tablo 3). Memur-Sen’in büyüme hızı, 2015
sonrası üye tabanının doygunluğa ulaşmasıyla yavaşlamıştır. Bu sendikalar
yandaş/korporatist sendikalardır.
Bu tablolardan şu sonuçlara
ulaşılmaktadır: Türkiye işçi sınıfının kabaca 1/5’i sarı/yandaş/korporatist
sendikalara kapsanarak denetim altına alınmış, “hareketsiz” kılınmıştır. Geriye
kalan büyük kesimi, patronların kayıt dışı işçi çalıştırma, taşeronlaştırma,
işyeri ölçeklerinin küçültülmesi, sendikalaşmanın önündeki yasal/anayasal
engeller, sermaye sınıfının işçileri sendikalaşmaları durumunda işten çıkarması
gibi kapitalist devletin sermaye sınıfını kollayan politikaları hayata
geçirmesi ve kapitalistlerin işçileri zorlamasıyla sendikal örgütlenmeden
yoksun kılınmış bulunmaktadır.
Mevcut sendikalardaki sendika
bürokrasilerinin egemenliğinin içeriden ilerici/sosyalist unsurlar tarafından etkisizleştirilip,
işçiler lehine dönüştürülemediği ise kanıtlanmış durumdadır. Öyleyse ne yapılmalıdır?..
İşçi sınıfının ileri
unsurlarıyla (öncü işçilerle) ortalama sınıf bilincine sahip işçileri bir araya
getirecek, eğitim ve mücadeleyi birleştirme yeteneğinde organizasyonlara
ihtiyaç bulunmaktadır. Sınıf bilincini geliştirmeye yönelik derslerin
verildiği/alındığı, eğitim broşürlerinin hazırlandığı, işçi sınıfının kültürel
birikiminde yer alan sinema, tiyatro, sinevizyon gösterimlerinin yapıldığı,
okuma atölyelerinin kurulduğu, proletaryan sol kültürel üretimlerin sunulup,
sergilendiği lokaller açılmalıdır. Bu lokallerin farklı işkollarından
işçi/emekçileri bir araya getirip kaynaştırıcı, ilerici değerleri ve kültürü
yeniden üreten, sosyalleşme/eğitim/mücadele ortamları olması gerekmektedir. Adları
“İşçi Enstitüleri”, “İşçi Kulüpleri”, “İşçi Lokalleri” ya da “İşçi Dernekleri” olabilir.
Bu enstitülerde sınıf bilinci
gelişen emekçiler, işyerlerindeki işçilerden öne çıkanları bu ortamlarla
tanıştırabilir, geleceğe dönük bir “öncü işçi” birikiminin oluşmasına
çalışabilirler. Üstelik işçi sınıfının önemli bir kesimi olan işsizlerle (işçi
sınıfı içerisinde gerçek işsizlik oranı yüzde 30 düzeyindedir) sınıf bilinci
ileride olan diğer emekçilerin temas kurması, bu mekanlarda sağlanabilir.
Bu yapılar/organizasyonlardaki
bilişsel, duygusal, kültürel ve ideolojik atmosferin, sadelik ve basitlik
özelliği gösteren, ortaklaştırıcı ve kolektif hareket etmeye uygun, halkçı ve proletaryan
vasıflı olması uygun olacaktır. Akademik, elitist, karışık ve bulaşık
üretimlerden mümkün olduğunca uzak durulmalıdır.
Önemli Not: “Sınıf bilinci”nin,
erişilmesi gereken bir nihai “durum” olarak algılanması
sorunludur. Örneğin Luddizm ve sendikalizm, proletaryanın sınıf
bilincindeki gelişimin ilk uğrakları olmuştur. Komünist ideolojinin sınıfın
geniş kesimleri tarafından benimsenmesiyse, proleter sınıf bilincinin daha
gelişmiş ve sosyalist devrim sonrası gözlenen başka bir uğrağıdır. “Olağan”
dönemlerde kapitalist toplumda, proletaryanın dünyaya bakışında halihazırda egemen
olan ideolojilerin çeşitli motif, değer ve düşüncelerinden oluşan bir sınıf
bilinci bulunur.
Bu yazıdaki tablo 2 ve 3’ü YZ “GROK”
oluşturmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.