MAR
notu: Yazının sonlarında genleri oluşturan nükleik asitler
(DNA ve RNA’nın yapıtaşları) ile proteinlerin karıştırılması dışında hata
içermediğini düşündüğümüz bu yazının eleştirdiğimiz yönü ise şudur: Doğada
evrimsel süreçlerle oluşan ve gelişen beyindeki akıl/düşünme süreçleri,
nörofizyolojik süreçlerin birliğidir. Düşünme süreçleri ve akıl, tümüyle ve
tamamıyla aslında sinir sistemindeki maddi süreçlerin kendisidir. Bu süreçler,
belirli bir organizasyona yani işleyişe ve düzenlenişe/yapıya sahip beyinde
ortaya çıkar. Daha primitif canlılarda ise çevresel etkilere, tepki oluşturmak
için farklı süreçler ve mekanizmalar yürürlüktedir ki bunlar bilincin primitif
biçimleridir. Bilinç her durumda canlıların çevreleriyle olan etkileşimleriyle
belirir. Düşünme/akıl süreçleri, maddidir. Doğanın evrimine bir “akıl” atfetmek
ise doğru olmayacaktır. Doğanın sahip olduğu varsayılan bir akılla evrimleşe geldiği
ve beyni oluşturduğu düşüncesi, nesnel idealizme kapı açabilecek bir yaklaşım
haline gelebilir. Üstelik bu düşünce Hegelci teleolojik perspektife de
götürebilir. Doğa, insan aklını yaratmak için bir amaca sahipti şeklinde
teleolojik olarak düşünülebilir. Bu şekildeki düşünce bilimsel değildir.
TARİHİN EVRİMİ ÜZERİNE
Doğan Ağrı
Bugüne
dek ortaya çıkardığımız kanıtlara makroskopik açıdan bakacak olursak:
Tarih-öncesi ve tarih-sonrası ayrımına başvurduğumuz doğaya karşı zaferler
dizisinin üretimle (tarım) perçinlendiği insan türünün önce doğaya, sonra bunun
içinden insanın insana karşı egemenliğinin çıkacağı dönüm noktası olan Neolitik
Devrim (cilalı taş devri-tarım ve hayvancılık), tarihin derinliğine ve
genişliğine en kapsayıcı dönüşümüdür. Ama bu devrim, bir anda başlayıp hemen
bir anda bütün sonuçlarına ulaşmamıştır. Ortaya çıktığı andan sonraki
binyılların belkemiğini oluşturarak çok boyutlu ve uzun bir dönüşümdür tarımsal
devrim.
Neolitik
devrimi, insan türünün toplumsal tarihi dar açıdan ele alındığında
Göbeklitepe'den itibaren 5 ila 7 bin yıl kadar, geniş açıdan ele alındığında
ise, neredeyse 20. yüzyıla dek tedricen süren bir bütünlükle ele almak gerekir.
Tarımı bulur bulmaz, hemen her yerde şehirler kurup yerleşik hayata geçmedik,
hiyerarşik işbölümlerine girişip sınıflara ayrılmadık, ilk tarlanın başına bir
anda silahlı adamlar, kanlı yasalar, kısacası devlet dikmedik. Tarımla
beslenmeye başladıktan sonra bile ilksel komünal yaşam biçimlerimizi (yerleşik
çiftçi, göçebe çoban) daha binlerce yıl sürdürdük. Hatta bu yaşam tarzlarını
yarı yarıya birbirini içererek modern çağlara kadar sürdürdük. İnsan türünün,
neolitik devrimden sonra uygarlık düzlemine geçiş yaptığı sınıfsız toplum
süreçleri, bugüne kadarki tüm sınıflı uygarlıklar silsilesinden bile çok daha
uzun sürmüştür.
Bugünden
yaklaşık 12 bin yıl önce başladığı tahmin edilen neolitik devrim, büyük
olasılıkla kansız, kahramansız, anonim başladı. Sadece türümüze özgü bundan
sonraki "sosyal" evrimimiz, uzun süreçlerin salınımları içinde daha
bir dizi kavisten geçerek çeşitli tarihsel metamorfozlara uğrayacaktır.
Göbeklitepe'den yaklaşık 8-10 bin yıl sonra tarihin evrim spirali, asıl olarak,
metallerin bulunup üretim araçları olarak kullanılmaya başlanmasıyla kesin bir
kavis alır. Neolitik devrimin tam olarak insanın evrimine yerleşmesini ve bütün
kaçınılmaz sonuçlarına ulaşmasını, kesinlikle metal çağları dolayımında, yani
üretim ve zor araçlarının değişimiyle birlikte düşünmek gerekir. Zor'un, toplum
bilimleri açısından tarihte ilk kez bağlamına oturup temel bir rol edindiği
'sınıfsız toplumdan sınıflı topluma' bu başkalaşım süreçleri, aynı zamanda
"sosyal insan"ın, tarih öncesi paleotikten tarihin başladığı
neolitiğe geçerken çeşitli "beyin sarsıntıları" yaşayacağı çok uzun
dönemlerdir de.
Komünal
yerleşik tarım toplumları olsun, göçebe/yarı-göçebe çoban komünal toplumlar
olsun, kendi başlarına ele alındığı zaman, görece kendine yeter insan
toplulukları oldukları için esir ve köle tutmazlar. Hayatın üretimi ve yeniden
üretiminin toplumsal biçimi olarak 'ekonomileri' otark olduğu ve karmaşık
işbölümlerine dayanmadığı için, sonraki tam sınıflı aşamalara göre çok daha
stabildirler. Eşitlikçi sosyal bilinçleri ve hiyerarşi içermeyen komünal
örgütlenmeleri, onu oluşturanların birbiriyle rekabet ve çelişkisinden değil,
aksine, hayatın dış koşullarına karşı dolayımsız dayanışma ve işbirliğinden
esinlenir. Bu nedenle, "insanın insana karşı" çelişki ve
savaşımlarını soyutlayan karmaşık inanç ve devlet sistemlerine henüz ihtiyaç
duymazlar.
Hatta,
avcılığın, bazı hayvanların evcilleştirilmesiyle; toplayıcılığın ise, bazı
bitkilerin evcilleştirimesiyle iki farklı çıkış noktası yarattığını
varsayarsak, göçebe-çoban komünal hayatı sürdürenlerin, yerleşik tarım ve şehir
hayatına geçenlere göre, kendi içlerinde daha da stabil kaldığını öne
sürebiliriz. Bu nedenle, neolitiğin ilk kıvılcımları olarak hayvanları
evcilleştirerek kendisi "evcilleşenlerle", bitkileri evcilleştirerek
"evcilleşenler" arasında giderek açılan bir farklılaşmanın oluşmaya
başladığını savlayabiliriz. Başlarda her ikisi de hâlâ doğanın içinde ve onunla
mücadele halinde olan birbirinin çağdaşı farklı yaşam dinamikleri, uzun
binyıllar içinde, bazen yan yana, bazen iç içe geçen bir rekabet ve çelişki
haline gelmiş olmalılar. Tarımla "evcilleşip" yerleşik hayata
geçenlerin hayatı yeniden üretim biçimleri, giderek daha karmaşık işbölümleri,
daha fazla artı-ürün, giderek özel mülkiyet ve kölelik gibi iç çelişkiler
üzerine oturduğu için, hayvanlarla "evcilleşenlere" kıyasla çok daha
dinamik oldu. Bütün bunlar tarihte belirli bir kararlılık kazanana kadar, aynı
çağların bu iki toplumsal eğilimi, başka etmenlerin süreçlere katılımıyla
gittikçe antagonist bir nitelik kazanarak binyıllar sürecek çelişki ve mücadele
içinde oldular. Dolayısıyla, insan türünün, sınıfsız sosyal yaşam
biçimlerinden, sınıflı biçimlere geçişi, hiç de öyle gürültüsüz patırtısız,
savaşsız-dirençsiz gerçekleşmedi.
Bu uzun
ve giderek çatışmalı çağların zamanla devrimci dinamiğini oluşturacak olan
köleci tarıma dayalı yerleşik şehir devletleri de öyle hemen birdenbire ortaya
çıkıp imparatorluklar haline gelmediler. Önce doğanın evriminin de belirli bir
istikrara (ör. buzul çağlarının sona ermesi) kavuşması gerekti. Sonra, animist
bilinç ve düşünce sistemlerine dönüşecek her biri uzun süreli deneyimler
gerektiren bitkiler, hayvanlar, toprak ve klima, kısaca doğa hakkında
bilgilerin üst üste, nesilden nesile belirli bir kararlılıkla güven verici
düzeyde bilincin çok özgün bir biçimi olan "dil" yoluyla birikmesi
gerekiyordu. Alet yapımında henüz bir sıçramanın olmadığı bu doğal hayat
formlarından sosyal hayat formlarına geçmek için, henüz görece küçük ve orta
büyüklükteki kan soylu topluluklarda, hayatlarını tarım ile
sürdürebileceklerine dair tecrübe ve kanaatin yerleşmesi, o çağlarda epey uzun
bir zaman sürecini gereksinmiş olmalıdır. Bütün bu süreci, "evcilleştiren,
evcilleşir" diyalektiği içinde ele alarak, ardından oluşan çelişki ve
sonuçları daha doğru yorumlayabiliriz.
Öncelikle,
o güne dek hayatta kalmaya ve soyunu sürdürmeye odaklı doğal klanların
paleontolojik avcı-toplayıcılıktan vazgeçmek için, o güne kadar avlamak ve
toplamak için kullandıkları çeşitli aletlerin üretim araçlarına dönüşebilmesi
için önce "iş"i "icat" etmeleri gerekir. İşte burada, bu
geçişin nasıl başladığı ve ilk kıvılcımın nasıl tutuştuğu oldukça önemlidir.
Ancak, bu eşik geçildikten sonra bile, orada burada nehir ve su havzalarına
yerleşip artık sadece tarım ve hayvancılıkla geçinmeyi başarmış bazı
topluluklarda, başlardaki cinslere dayalı basit işbölümü, hemen imtiyazlar ve
zümreler yaratacak bir artı-ürün ortaya çıkarmış olamaz. Zira hâlâ "taştan
aletler devri"ndeyiz. Ama hal-i hazırda eldeki aletlerin
fonksiyonlarındaki değişimin kışkırtacağı işbölümünün daha da karmaşıklaşarak
verimlilik artışına yol açtığı ve bunun hep daha fazla istikrar kazandığı
yerleşik tarım toplumlarında üretim, yepyeni sosyal fenomenlere yol açmaya
başlar. Denebilir ki, neolitik devrim yeni aletler bulunduğu için değil, var
olan aletlerin fonksiyonlarında bir genişleme yapıldığı için başladı.
Var
olan taştan aletlerin yeni fonksiyonlarla hayatın yeniden üretimini yepyeni
"iş" süreçlerine bölmesiyle orantılı biçimde artan verimlilik
sonucunda ortaya çıkacak yeni sosyal efektler, zamanla birbiriyle farklı türde
metabolik bir dinamik yaratarak tekrar tekrar yeni olgulara yol açtılar.
Elbette bütün bunlar doğrusal bir ardışıklık içinde olup bitmedi. Bazı yerlerde
daha ziyade bir doğa felaketi yahut zamanla toprağın verimsizleşmesi yahut
sulama yetersizliği ve daha bir çok başka nedene bağlı olarak varılan düzeyden
geri düşmeler de oldu kimi zaman. Belki bu sebeple daha uygun yerlere göçler
gerçekleşti ve gidenler neolitiği beraberinde götürerek, onu daha da yaymış
oldular. Bu şekilde daha fazla yayılan tarım ve yerleşik hayat, yeniden
katmerleşen daha fazla işgücü gereksinmesi yaratır. Sonuçta, hem ekip-biçen
site yerleşkeleri daha büyümüş hem de bu şehirlerin sayısı artmaya başlamış,
dolayısıyla işgücü ve diğer ihtiyaçlar katlanarak daha da artmış olur.
Ardı
ardına, üst üste binen, giderek iç içe geçen benzeri bir dizi gelişim, alet
yapmaya çok önceden başlamış "akıllı hayvanın" bilişsel melekelerini
de anaforuna alarak, onları da değiştirmeye başladı. İşbölümünün çeşitlilik
kazanıp hiyerarşik sosyal örgenlere yol açmasıyla, başlardaki animizmin
yalınkat ezoterik tahayyüllerinden, basitten karmaşığa doğru insan türünün
doğayla ilişkilerini düzenleyen mitolojik tasavvurlara, sonra giderek daha
dolayımlı, giderek daha soyut, daha uhrevi bilişsel örgenlere geçildi.
Belirli
bir aşamasında bütün bu dinamizm, önceki doğal komünal örgütlülüklerde sadece
düzenleyici olan şamanların, karmaşıklaşan işbölümü sonucu sosyal
metabolizmanın içinde ayrıcalıklar edinerek üste, yukarıya, merkeze yerleşmeye
başladığı yapılar oluşturdu. Çünkü fonksiyonu değişen aletlere koşut olarak
karmaşıklaşan işbölümü, topluluğun bir kısmını üretimin "üstüne"
çıkaracak kadar verimliliği arttırmıştı. Böylelikle yeniden bir işgücü açığı
oluşuyor, buna koşut, üretimin dışına çıkmış üyeleri de geçindirecek
artı-ürünün daha da artması gerekiyordu. Karmaşıklaşan işbölümüyle ulaşılan
verimlilik seviyesinin (artı-ürünün) devamlılığını sağlama basıncı daha
gelişkin aletlere, daha büyük üretime, daha karmaşık işbölümüne yol açıyordu.
Her şey, "iş"lerin karşı konulmaz döngüler içinde hep daha fazla
büyüyen işgücü ve üretim ihtiyacı yaratmasıyla sonuçlanıyordu.
Başlarda,
bazı konar-göçer kandaş klanlar, bu yerleşik emek süreçlerine katılmaya
barışçıl yollarla ikna edilmiş olabilirler. Bazı göçebe çoban klanlara yeni
tarımcı-yerleşik yaşam tarzı gerçekten çekici gelmiş ve buna kendi rızalarıyla
başlamış olabilirler. Ya da bu klanların bazıları o ya da bu sebeple açlık
kırımlarıyla karşılaşmış, bu yüzden yerleşik çiftçi klanlara kendiliğinden
katılmış olabilirler. Öyle ya da böyle, Göbeklitepe'den en az 7 bin yıl sonra,
MÖ 4 ila 3. binyıllara doğru tarımsal üretim ve yerleşimler gözle görülür
derecede daha da büyüyüp artmıştı. Yukarıda sözünü ettiğimiz benzer döngülere
yeterince girmiş bazı yerleşik tarım toplulukları, belki önce kendi içlerinde
işbölümünün yol açtığı hiyerarşinin en altına zorlanan insanları köleleştirmeye
başladılar. Belki eşzamanlı biçimde, halâ avcı-toplayıcı olan ya da başka
göçebe toplulukları hiç de barışçıl olmayan yollarla artık artı-ürün odaklı bu
iş ve üretim süreçlerine zorlamaya başladılar.
Bunun
tersini de hipotezlerimiz arasına katabiliriz. Eş zamanlı olarak,
avcı-toplayıcı iken bazı hayvanları evcilleştirip onlardan sürüler oluşturarak
geçinen göçebe klanların da sayısı ve yayılımı artıyordu. O çağlarda insan
topluluklarının çoğunluk nüfusunu oluşturan göçebe çoban klanlar, çok daha
istikrarlı olan otark yapılarıyla, daha uzun binyıllar insan soyu için en güven
verici yaşam tarzı olarak kalacaktır. Her halükarda, farkları ve zıtlıkları
giderek belirginleşen iki sosyal üretim ve yaşam formu oluşuyordu böylelikle.
Bu topluluklar, içinde oldukları yaşam formlarını bazen dışsal bazen içsel
sebeplerle koruma ve sürdürme saikleriyle birbirlerine karşı kimi zaman şiddete
de başvurdular. Başlarda istisna ve lokal ölçeklerde kalan ve o zamana dek
düzenli biçimde doğaya karşı kullanılan şiddet, birbirleriyle olan asimetrinin
yarattığı dinamikle, giderek başka türden bir işbölümü yarattı. Şimdi
"iş" araçlarının bir kez daha fonksiyonu genişliyordu. Bu şiddet
araçlarının yapımı ve kullanımında "uzmanlaşan" içlerinden bir
bölümü, zamanla işi sadece savaşmak olan özerk aygıtlar haline geldi.
Kimi
göçer çoban kabileler, bazen yerleşik kent devletlerinin onları köleleştirme
girişimlerine karşı, bazen bir felaket sonucu içine düştükleri kıtlıktan dolayı
diğer göçer çoban ya da çiftçi klanlara karşı, bazen de sırf yıldırmak ve
"ganimet" elde etmek için savaşarak geçirdiler bu değişimi. Belki de
tüm bunların hepsi bir arada, aynı süreçlerle yaşandı. Bunları şu an için
mikroskopik detaylarıyla tam olarak bilmiyoruz. Şu kadarını söyleyebiliriz ki,
katışıksız köleci sınıflı toplumlar bir anda oluşmadığı gibi, "tarihin
lokomotifi" sınıf savaşları da öyle hemen katışıksız ve dosdoğru
biçimlerde başlamadı. İnsanlığın, ilerlemek için neden sosyal sınıfların
oluşumunu gereksindiğini ve bunun nasıl uzun binyıllar boyunca gel-gitlerle
seyrettiğini, daha sıkı biçimde araştırmalıyız.
Her
halükarda, artık birbirinden farklılaşmış bu insan topluluklarının, zamanla
karşılıklı yeni bir sosyal dinamiğe yol açtığını düşünebiliriz. Büyük
olasılıkla, bugün devlet diye bildiğimiz özü zor olan "sosyal"
fenomen, farklılaşıp çelişmeye başlayan bu iki toplum biçiminin sadece kendi
içlerinde değil, aynı zamanda karşılıklı yarattıkları bu dinamikle kristalize
olmaya başladı. Yine de, Göbeklitepe'den Sümerler'in henüz kölesiz-devletsiz
ilk şehirleri Ur ve Uruk'a kadar geçen en az 7 bin yılda insan topluluklarının
hem kendi içlerinde hem de birbirlerine karşı zor kullanması, sosyal tarihin
evrimi bağlamında henüz müstesna karakterdeydi. Çünkü yaşamı üretme biçimleri
asimetriye girmeye başlamış olsa bile, üretim ve şiddet araçları bakımından
daha çok uzun süreler birbirine az-çok denk kalacak topluluklardır bunlar.
Sosyal hayatı üretim tarzları iki ters uca, birbirine göre artan biçimde
asimetriye giren daha büyük insan birlikleri oluşuyor oluşmasına, ama bunların her
birinin üretim ve şiddet araçlarının niteliğinde köklü bir fark oluşmadığı
sürece, tarihin akış yönü yine de istikrarlı kararsızlığını sürdürüyordu.
Tarımın
ilk başladığı yer olarak düşünülen Göbeklitepe'nin ilk sınıfsız komünal
topluluklara dönüştürmeye başladığı avcı-toplayıcılar ile Mezopotamya'nın artık
üretimden tamamen ayrılmış rahip ve memurlarını, hatta profesyonel ordularını
besleyecek denli gelişkin köleci şehir devletleri ve bütün bunlardan bir daha
geri dönüşün olamayacağı metal çağlarının ilk köleci imparatorlukları arasında
en az 7 ila 10 bin yıllık uzun bir "kararsızlık" dönemi var. İş ve
üretimin artık yerleşmiş bir istikrar kazandığı ilk Sümer kentlerinde bile
tarımcıl üretim, çoktan yeni emek çeşitleri, daha karmaşık işbölümü ve
örgütlenme biçimleri yaratmıştı ama, köle emeği halâ üretimin asıl ve yaygın
gücü değildi. Bunun için daha fazlasının olması gerekiyordu. Bir yandan, tarım
ve hayvancılığın sosyal hayatın yeniden üretiminin giderek egemen yolu haline
gelmesiyle, bu ilksel komünal sosyal birliklerin içinde sınıf ayrımları, çeşitli
zümreler halinde boy vermeye başlamış, bir yandan da göçebe-yarıgöçebe çoban
komünal klanlar ile tarıma dayalı yerleşik toplulukların hem içlerinden gelen
hem de karşılıklı yol açtıkları evrimin baskısı belirli bir dereceye ulaşmış
olmalıdır.
Bütün
bu asimetrilerin artık yıkıcı ve yok edici düzeylere varan dinamiğine karşın
otark kalabilen göçebe aşiretler çoğu durumda varlıklarını ve dolayısıyla
komünal karakterlerini görece daha uzun süre sürdürebilirken, yerleşik şehir uygarlıkları
ise, işbölümünün ticarete büyüyen ekonomik dinamizmiyle, elde ettikleri
esirleri köle olarak daha çok ekim-biçim işlerine koşmaya başladılar. Artık
bundan sonra sadece bu amaçla yürütülen savaşlar görülmeye başlanacaktır. Bu
durum, "icadından" sonra birinci artı-ürün dalgasına yol açan
işbölümünü, onun yol açtığı sınıfsal hegemonilere rağmen artık vazgeçilmez hale
getirecek, özellikle metallerin bulunup onların üretimde yarattıkları ikinci
büyük artı-ürün dalgasıyla, tarihin sosyal evrimine tamamen ayrı bir boyut
katmaya başlayacaktır.
Henüz
her ikisi de komünal olan yerleşik ve göçebe sosyal eğilimler, aralarındaki ve
içlerindeki asimetrinin belirli bir aşamasından sonra daha da ayrışıp doğal ya da
sosyal çeşitli saiklerle şiddete daha çok başvurmuş ve bunu sosyal yapılarının
kalıcı ve vazgeçilmez bir unsuru haline getirmiş olmalılar. Böylece, bir göçebe
kabile başka bir göçebe aşiretle, bir şehir devleti bir başka yarı-göçebe
aşiretle, bir şehir devleti bir diğer site devletiyle o yada bu saikle
savaşıyor yada ittifak kuruyor, bazen çapraz bazen düz, bazen kalıcı bazen
geçici daha büyük sosyo-politik gelişimler birbirini tetikliyordu. Kimi zaman,
bütün bu çatışmaların akışında, şehirli olan, göçebe olanı içinde eritebiliyor,
bazen de çoban aşiret, sosyal örgenine içkin olan şiddet örgütlenmeleriyle
şehrin veya şehir-devletin yönetimini tümden devralarak kendisinin sosyal
düzlemini değiştiriyordu. Bazense, çatışma ve yıkım o kadar büyük oluyordu ki,
her şeye yeni baştan, adeta sıfırdan başlamak gerekiyordu. Bunları, bazı
arkeolojik kazılarda, yüzlerce yıl aralıklarla üst üste birden fazla kez inşa
edilmiş yerleşim yerlerinin ortaya çıkmasından anlayabiliyoruz. Dolayısıyla, o
güne kadar ağırlık merkezi doğaya karşı olan şiddet, giderek insanın insana
karşı kullandığı şiddete dönüşmeye başlar.
Tarihte
metallerin kullanımı ile köleci üretim tarzının egemen hale gelişi, içerik ve
kronolojik olarak birbiriyle örtüşür. Metallerin üretimde kullanımı, daha önce
eşi görülmemiş büyüklükte artı-ürüne yol açmakla kalmamış, aynı zamanda,
kapitalizme kadar ona el koymanın temel yöntem ve araçlarını da yaratmıştır.
Metallerden sonra, komünal eğilimler ile sınıflı köleci eğilim arasındaki
asimetrik çelişki ve çatışma daha binlerce yıl sürecektir, ama tarihin bundan
sonraki evrimi bu metaller kadar keskin bir kavis alır. Her iki toplum
biçiminin hem aralarındaki hem de içlerindeki savaşların istisna olmaktan çıkıp
kalıcı ve sürekli hale gelmesi, bulunan ilk metal olan bakırın (az sonra
bronzun), önce üretim araçları, giderek savaş araçları olarak işlenmesinden
sonra başlar. Tarihteki en eski köleci imparatorluklar Sümer, Akad, Asur,
Babil, Mısır'ın neolitik uygarlıkları, ancak metallerin üretimde ve savaşta
kullanılmasından sonra imparatorluk haline gelebildiler. Antik köleci Mısır,
bakır ve bronzun çocuğudur. Aynı çağların köleci uygarlıkları Asur, Babil ve en
çok da antik Yunan/Roma ise demirin. Antik köleci çağ, esas olarak bir metal
çağıdır insanlığın. Bütün bu süreç, erkeğin kadın üzerindeki ataerkil egemenliğinin
de belirleneceği bir tarihsel evrim dilimidir. Bu uzun tarihsel evrimin son
etaplarında, önceki "amatör" şiddeti, artik "profesyonel"
savaşlar haline getiren metaller, burada erkek cinsi lehine de son sözü söyler.
Erkek egemenliğinin pekişip cinsler arasında iktidar ilişkilerinin onun lehine
dönüştüğü süreçlerdir bunlar.
Yine
de, kronolojik tarihin sıfır noktasına geldiğimizde bile komünal toplumlar ile
köleci toplumların kimi zaman dış savaş, kimi zamansa birbirine karışarak iç savaş
biçimindeki çatışması daha uzun süre devam etti. Bakır ve bronzun zirvesi Mısır
İmparatorluğu'nu da kolonileştiren demir çağının zirvesi Antik Roma, kronolojik
tarihin başlarına geldiğimizde, Göbeklitepe'den 10 bin, bakırdan 3500, demirden
1500 yıl sonra bile, hala ilkel komünal kavimlerle savaşıyordu. Roma
ordularının köle avcılığıyla fethine çıktıkları "barbar" Kuzey ve
Doğu Avrupa'da, çoktandır tarım yapan ama hâlâ yarı-göçebe, demirden üretim ve
savaş aletleri kullanmaya başlamış ama hâlâ kölesiz komünal Germen ve Slav (ger,
Germen dilinde mızrak; slav, Roma'nın Latin dilinde köle demektir) kavimleriyle
savaşları, en az Ortaçağ'ın başları MS 5. yüzyıla kadar sürdü. Roma
imparatorluğu, bu açıdan da karakteristiktir ve bundan böyle, ona dâhil edilen
kölelerle birlikte sadece dış savaşlarda değil, sosyal iç savaşlarda da demir,
belirleyici olmaya başlayacaktır. Demirden sonra Roma ile birlikte, tarihteki
komünal ve sınıfsal eğilimler arasındaki uygarlığın uzun kararsız salınımı,
artık sınıfsal yönde tam karar kılar.
O
zamana kadar bu iki sosyal eğilim, karşılaştıkları her yerde, kimi zaman
birbirini yok ederek, kimi zaman biri öbürünün içinde eriyip iç savaşlara yol açarak,
kimi zamansa birbirinden kaçıp içinde oldukları sosyal üretim ilişkilerini
başka yerlere taşıyarak hepimiz için ortak arkaik miraslar yarattılar. Yaklaşık
5 bin süren ilk sınıflı uygarlık biçimi köleciliğin doruğu sayılan Roma
İmparatorluğu'nun en geniş halinde bile kölelik, gerçekte halâ dünyanın cüzi
bir bölümüne hâkimdi. Neolitik devrimi, önce Anadolu üzerinden Balkanlara,
ardından İtalya, Germania, doğu Slav ovalarına, hatta bugünkü İngiltere'ye
kadar, MÖ 5 bin yıllarında ilk sınıflı-köleci eğilimlerin oluşmaya başladığı
Mezopotamya'dan kaçıp gelenlerin getirdiğinin arkeolojik ve antropolojik
kanıtlarına sahibiz bugün. Tarımı bildikleri halde yarı-göçebe komünal yaşayan
pek çok başka "barbar" kavim, daha ilerde demiri de bilip kullanacak
olmalarına karşın, çoğu zaman, otomatikman sınıflı toplumlara dönüşmediler.
Hatta pek çoğu, simetrinin eşitsiz diyalektiğine izafen, mümkün olduğu yerde ve
ölçüde, komünal kalmakta diretip sınıflı topluma geçmeye karşı direnç gösterdi.
O kadar ki, antik Yunan şehir devletlerinden devraldığı köleciliği, özellikle
bu komünal yapılara karşı yürüttüğü fetihlerle imparatorluk seviyesine
ulaştıran antik Roma, sonunda onların içerden ve dışarıdan isyanlarıyla
yıkılacaktı.
Kapitalizmin
bir üretim tarzı olarak ortaya çıkmaya başladığı 16. yüzyılda bile Amerika
kıtasının kuzeyi hala ilkel komünal, güneyi ise metalin üretimde hâlâ kullanılmadığı
köleci kasılmaların başındaydı. Yüzyıllar sonra demir kılıçların demirden
ateşli silahlara ve toplara dönüştüğü Kolombus keşiflerinden sonra, antik
Roma'nın "barbar" komünal kavimlere karşı "dış savaşlarına"
benzer zora dayalı bir süreç, başka bir bağlamda da olsa burada da yaşanacaktı.
Benzer durum Afrika'nın, Asya'nın o ya da bu bölümünde de söz konusudur.
Bu
açıdan tarihte 20. yüzyıla kadar, gelişimlerinin asimetrileriyle karşı karşıya
gelen farklı toplumların aralarındaki hegemonya ilişkisini her zaman,
dayandıkları özel mülkiyet ve emek sömürüsünü kararsız-belirsiz salınımlardan
kararlı düzeylere çıkaran metalleri hangi düzeyde üretim, ticaret ve savaşın
temeli haline getirdikleri belirlemiştir. Bundan böyle, tarımcıl yerleşik
sınıflı toplumlarla metallerin tarihsel bireşimi, işbölümü ve üretimin
katlanarak artmasına, ticarete ve giderek savaşlara, bütün bunlar dolayımıyla
gerçek hegemonik sınıfsal asimetrilere yol açacaktır. Milyonlarca yıl bir tür
olarak insanın evriminin itici gücü olan "doğanın içinde doğaya
karşı" prensibinin önüne, böylece "insan içinde insana karşı"
mücadelesi geçecektir.
Bütün
bu evrimsel salınımlar belirli bir kararlılık kazandığından beri, insanın doğal
tarihi geriye düşer, artık sosyal bir entropi başlar. Bundan sonra insan,
sınıfsal bir evrenin içinde seyri âlem etmeye başlayacaktır. Geri dönülmez
kesin kavisin dönüldüğü günümüzden 3 ila 5 bin yıl önceki
"hardware"lerin icadı (bakır-bronz-demir), insanı, doğal evrenin
dışına çıkararak tam olarak sosyal bir evrenin ortasına fırlatmıştır.
Demir
çağı, MÖ 1000 yıllarında başladı ve Roma'yı bir şehir cumhuriyetinden
imparatorluğa götürürken, bütün uygarlık alanlarında üretim ve savaş araçları
açısından hâlâ birbirine denk bir matris sürüyordu. Akadlar'dan beri her iki
toplum tarzının hem zaman hem habitatları sık sık kesişmiş ve tarihin bu ilk
iki toplum biçimi, komünal ve köleci toplum, Roma'nın yıkılışına kadar 4-5 bin
yıllık bütün metal çağları boyunca kölelik bağlamında birbiriyle savaşmıştı.
Zamanının en gelişkin köleci devleti olan Roma'yı sınıflı bir uygarlık modeli
olarak zirveye taşıyan demir (kılıç), yüzlerce yıl süren savaşlara rağmen demir
ile yine de yenişemeyecektir.
Burada,
sosyal hayatın yeniden üretiminin iki antijen modeli birbirini alt edememekte,
üretimin maddi biçimi değişmeden sınıflı uygarlık, ortaçağ denilen bir
"ara" paranteze girmeye hazırlanmaktadır. Bu "orta" çağ,
antik tarihin birbiriyle yenişemeyen komünal eğilimleri ile köleci sınıfsal
dinamiklerin, bu yüzden birbirleriyle özgün bir sentez kurup 'arayı bulduğu'
hibrid bir dönem olmak zorundaydı. İki toplum arasındaki demirden keskin
dünyevi ayrımlara karşı uhrevi güçlerin imdada çağrılacağı, bir kaç milenyumdur
insanın insana karşı savaşlarına yol açan sosyal çelişkilerin göksel hayallerle
yatıştırılacağı "ilahi" bir dönem. Beynin "soft-ware"
heyulaları bir kez daha kritik bir eşikte uygarlığın üzerine salınacaktır.
Feodal
ortaçağ, insanlığın bir kaç milenyumluk kölelik "travmasının",
tarihteki ilk dünyevi sınıf savaşımlarının göksel vaatler ve ahir fobilerle
sağaltılacağının umulduğu işte bu "ara" dönemdir. Bu açıdan
"orta" çağ, köleci özel mülkiyetin ekonomik değil, asıl olarak
politik (semavi) inkârıyla sınırlıdır. Antik tarihin ilk sosyal devrimi
neolitik ise, monoteizm de tarihin ilk siyasi devrimidir. Bundan önce devlet,
neolitiğin alttan alta yol açtığı sınıfsal çelişkilerden kelimenin tam
anlamıyla "doğmuştu". Burada ise devlet, adeta "yaratılır".
Daha önce metal çağlarına kadar devleti 'ekonomi' (üretim, sosyal akıl) tarihin
zorunlu bir bileşeni haline getirmişti. Metallerden daha ileriye gidilemediği
bu dönemde ise siyaset (metafizik, din) bir ekonomi "yaratır" ve
böylece devlet, bu eşikte yeni bir biçim alarak teokratik devletler dönemine
geçer. Sosyal evriminde insan, son bir kez daha "insan üstüne"e çıkar
ve insanın insana metafizik üstünlüğü tarihin evrimine burada tam olarak içkin
hale gelir.
Peki,
bu kanlı çelişki ve mücadelelerin en ayyuka çıktığı, insanın insanı bile mülk
edinip köleleştirdiği noktada genelde din özelde monoteizm (teokrasi) neden
tarihin en uygun envanteri olabildi ve o kendinden umulanı gerçekten yerine
getirebildi mi? Bunun için, dinlerin oluşum ve evrimine kısaca bir göz atmalıyız.
Dinlerin totemist, animist, mitik, mitolojik ve son olarak teist hallerini,
birbirinden çıkan, birbirine akan, maddi hayatın yeniden üretiminin yol
çatallarında hep başkalaşan bir evrim içinde görmek gerekir. Çünkü bu tür
"soft ware" uhrevi görüngüler uygarlığın örtüsüdür. "Akıllı
hayvanın" her türlü tinsel deneyimi, ancak tensel deneyimleriyle
diyalektik ilişki içinde sosyal fenomenler haline gelebilir ve bunu, en iyi
görebileceğimiz yerlerden birisi de, bizzat onun dinsel tarihidir. Göbeklitepe,
bilişsel deneyimlerin (soft ware) maddi hayat üzerindeki etkisi açısından da
aydınlatıcıdır. Neolitiğin başlarından metal çağlarına, totemizmden teizme
geçişi takip ederek görebiliriz bunu.
Hipotetik
olarak, oradaki kutsiyet, kandaş bir kaç gens veya klanın belki totemist bir
ayini olarak başladı. Birbirinden çoğalarak sayısı artıkça, yine birbirinden
daha uzak avlama-toplama alanlarına yayılmış kan soylu gentillerin, yanlarında
taşıyabildikleri belirli mobil totemlerden, giderek sabit ve monümental tapınaklar
çıkarmalarını, bir araya gelerek aralarındaki bağları koruma ve sürdürmeye
duydukları kolektif içgüdünün baskısına bağlayabiliriz. Tarihte bu tür sosyal
içgüdülere en güçlü, en organik biçimde sahip toplumlardan söz ediyoruz çünkü.
Başlarda
motivasyonu bu olan totemist ayinler, giderek büyüyen insan kalabalıklarını,
avcılık-toplayıcılık yaptıkları habitatlarını uzunca bir süre için terk edip
sabit bir yerde toplanmaya sevk eden bu spiritüel deneyim, aynı zamanda onların
doğal ve sosyal varlıklarını bilişsel olarak ilk soyutlama deneyimleriydi ve
başlıca sosyal amaç haline gelmişti. Türümüzün, önce doğanın, giderek kendi
türünün üretimi ve yeniden üretimini, kolektif olarak rasyonalize etmeye
başlamasının prototipleri olarak görebiliriz bu spiritüel odaklanmaları.
Böylece bu bilişsel deneyimlerin tekrar tekrar organize edilmesiyle dinamik bir
sosyal metabolizma oluşuyor, hem yaşam araçlarının fonksiyonları, hem de
yaşamlarını sağladıkları alanlar değişmeye başlıyordu. Bu açıdan, dinin
totemist biçimlerinin değişime uğramaya başlamasını, bazı avcı-toplayıcı
toplulukların bir tür spiritüel motivasyonla çiftçi veya çobanlığa, giderek
yerleşik hayata yönlenmelerine bağlayabiliriz. Büyük olasılıkla başlarda hiç de
öngörülmeyen, ama giderek kaçınılmazlaşan bir başkalaşımın ortasındaydılar.
Göbeklitepe'de
ilk dikilen megalitler ile çevresindeki konut sanılan yapılar arasında,
binyılları bulan zamansal farklar olduğunu gösteren kanıtlar hala
araştırılıyor. Bugüne kadar gün yüzüne çıkarılan buluntuları göz önünde tutarak
diyebiliriz ki, bütün yapı alanı bir kerede ve bir seferlik değil, yatay
segmentler halinde genişleyerek yüzlerce yıl içinde kalıcı bir sosyo-kültürel
habitat haline geldi ve aynı coğrafyanın başka yerlerinde benzer gelişmelere
yol açtı. Bu açıdan, sabit megalit tapınakların zamana yayılan inşasının,
avcı-toplayıcı aletlerden iş ve iş araçlarına doğru fonksiyonel bir değişime
yol açarak, paleolitikten neolitiğe geçişte belirleyici bir rol oynadığını
düşünebiliriz.
Monümental
tapınakların inşası ve mimarisi, avcı-toplayıcılığı karakterize eden tipik bir
nitelik değildir, ama avcı-toplayıcı aletlerden iş ve iş araçlarına geçişte,
neolitik devrim açısından belirleyici bir önkoşulu tetiklemiş olabileceklerini
gösterir. İş ve emek araçlarının ortaya çıkışı ise, insan türünün sosyal
varlığının alacağı biçim ve içeriğine yönelik yepyeni bir momentum başlatır.
İnsanın sosyal evreninde bir çeşit sosyal Big Bang'e yol açar. Burada ayırıcı
olan şey, itilimin, araçtan değil, amaçtan, yani tapınaktan başlaması; amacın,
aracı yaratmasıdır. Ulaştığı doğal evrim düzeyinin kritik bir eşiğinde insanın
bilişsel potansiyeli daha önce olmadığı biçimlerde açığa çıkmakta, soyut bir
şey, somut bir şeye dönüşmektedir. Şayet bu doğruysa, bu tarihsel örnek,
düşünce ve eylem arasındaki diyalektiğin entropik karakterini göstermesi
açısından oldukça çarpıcıdır.
Basit
animist totemlerden teist mitlere geçişi de, insan topluluklarının tam da bu
"ekonomik" başkalaşımı olgunlaştırmış olmalıdır. Kan soylu ilk
klanların bir kısmının, avlama-toplama zorunluluğundan azade, kendilerini
uzunca bir süre tapınak inşasına hasretmesi, diğerlerinin onların bakımını
üstlenmesi, basit işbölümünden karmaşık işbölümlerine geçişin yolunu açar. Bu
tapınağın inşasının ve tapınma ritüelinin kolektif olarak organize edilip
yüzyıllarca sürdürüldüğünü biliyoruz ve bütün bunların, ancak basit de olsa bir
işbölümünün işler tutulabilmesiyle mümkün olacağını varsayabiliriz. Bunun için
ise, her şeyden önce, günlük avlama-toplamanın şanslı tesadüflerinin ötesinde,
daha öngörülebilir uzun vadeli yaşam kaynaklarına hakim olmak gerekiyordu.
Bu
yüzden, avcı ve toplayıcılıktan tanıdıkları bazı hayvan ve bitkileri başka tür
bir ilgiyle, inşa sürecinde geliştirdikleri çalışma aletlerini ise başka bir
gözle ele almaya başladılar. Böylece, doğa hakkında avcı-toplayıcılıktan beri
biriken muktedir bilgileriyle doğayı "manipüle" edebilecek hale
geldiler. Bir yandan avcılık-toplayıcılığı sürdürerek, bir yandan da çobanlık-çiftçiliğe
başlayarak, diyalektik bir sarmalı çevirmeye başladılar. Bütün olarak ayinlerin
hazırlığı, organizasyonu ve yürütülüşü, günlerce, hatta haftalarca sürüyor,
aletlerin fonksiyonu, işlerin çeşitleri ve sosyal statülerin arasından
düzenli-kalıcı bir sosyo-kültürel habitat rüşeymleniyordu. Zihinsel melekeleri
onları yeni maddi deneyimlere yönlendiriyor, böylece değişen maddi koşullar
tekrar zihinsel bir itilim yaratarak tüm sosyal düzlemin çehresini derinliğine
ve genişliğine dönüştürüyordu. Zamanın akışı içinde bu sarmal, başlardaki mütevazı
tapınağın monümental boyutlar alması, onun sonraki ayinler için sürekli bakımı,
tapınak çevresinin belirli klanlar için kalıcı yerleşkelere dönüşmesiyle
sonuçlandı. İşte tam bu süreçlerde paleotik totemizm veya animizm, doğa ve
insan arasındaki ilişkileri yeniden ve daha bütünlüklü biçimde irdeleyen
mitolojilere dönüşmüş olabilir.
Özcesi
insanlar, önce sabit monümental tapınak inşasını gerçekleştirirken yaşam araç
ve aletlerinin fonksiyonları değişip onların "iş" araçları haline
gelmesini sağlamış olmalı. Bu fazlarda daha fazla çeşitlilik kazanabilen
aletler hayvan ve bitkilerle yeni türde "evcil" bir ilişki
kurabilmeyi sağlamış ve böylece önceki dönemdekinden (avcı-toplayıcılık) daha
karmaşık işbölümleri oluşmuş, günün sonunda bir sosyal örgene sahip ilk komünal
topluluklar ortaya çıkmaya başlamış olabilir. Bu akıl yürütmeye göre,
insanların en azından bir kısmı, "dinleri uğruna", antropolojik
evrimin yepyeni bir eşiğinden atlamış oldular. Buna göre, bilişsel tahayyüller
ile maddi yaşamın bu çarpıcı diyalektik etkileşimi, bu etkileşimin bütününün
ifadesi olan tarihimizin en önemli kırılmasına yol açtı. Tarihimizin ilk
"sosyal devrimi" böyle başlamış olabilir.
Bilimsel
açıdan "sosyal" kavramı, herhangi bir şekilde "birlik" ya da
"beraberlik"le yetinen bir kavram değildir. "Sosyal evren"
veya sosyal insan, çeşitli ayrım ve farklılıkların birbirlerine göre sistematik
ilişkiler oluşturduğu antroposen evrimin belirli bir aşamasında oluşmuştur.
Sosyal tarih, neolitik devrimle, insanların doğayla ilişkilerinin hiyerarşik
bağlamının değişip onların lehine dönmesiyle başlamış, giderek insanların
birbirlerine göre kurdukları hiyerarşiyle entropisi katlanarak artan yepyeni
bir evredir. Sosyal insan, doğanın inkârı, toplumun atomudur. Daha önce doğanın
içinde, herhangi bir tür olarak onunla bir bütün olan insan türü, bundan böyle
doğal besin zincirinin tam ve kesin olarak zirvesine, bütün maddi hayatın
egemenlik simetrisinde "doğanın üstüne" çıkar. Totemizmden teizme
insanın bilişsel potansiyelinin yarattığı bu entropi, günümüze dek hala devam
etmektedir.
Türünün
varoluşunu ve evrimini doğa ile dolaysız ilişki içinde kuran tarih öncesi
insanların tinsel tahayyülleri, içinde yaşadıkları doğada kendi türünün yerini
bulma dürtüsünün devamı olarak gelişmişti. Doğal evrenleriyle basit, doğrudan
ilişkileri olan avcı-toplayıcılar, bu doğal güçleri henüz birbirinden otonom
gördükleri için onları şimdilik ayrı ayrı totemlerle soyutlayan bilişsel
reaksiyonlar gösterebiliyorlardı. Zamanla türlerinin doğaya bağımlı
ilişkilerini daha bütünlüklü ele alan mistik inançlar oluşmuş, bunlardan ise
insanlarınkine göre daha büyük olan doğanın kudretini irdeleyen mitler
soyutlanmıştı. Doğa ile doğrudan ilişkileri bir kavrama biçimi olarak animizm,
Homo sapiens'in zihni tarafından onun daha iyi kapsanmasına yerini bıraktıkça,
yaşamı idame ettirme biçimi fonksiyonel bir kırılma yaşadı (neolitik devrim).
Totemist mistizmden epik mitlere ve giderek insan lehine daha fazla değişen
güçler ilişkisini yeni bir hiyerarşiyle düzenleyen teist mitolojilere böyle
geçilmiş olabilir.
Kudret
algısı ve iktidar bilgisi, el ve ayakların altındaki doğadan önce omuzların
üstüne, sonra semaya yükseldikçe, doğanın dirimsel kudreti ile insanların
bilişsel kudretinin çelişkisi olgunlaşıyor, artık animist mitler teist
mitolojilere dönüşmeye başlıyordu. Bu mitolojilerde, daha önceki animist doğal
hiyerarşi, insanların hiyerarşik sosyal ilişkilerine teist tahayyüllerle geri
dönüyor ve yeni güçler ilişkisi bu mitolojilerle yeniden düzenleniyordu.
Mitolojik teizm, toplumdaki hiyerarşi hakkında bilgi ve bilincin ilk berrak
biçimidir. İlk totemist mitlerden mitolojik teizme dek, basit ve doğal bir
düzene sahip animizm bu yüzden yavaş yavaş dağıldı. Bundan sonra teist
mitolojiler, sınıf ayrımlarına dayalı toplumların ilk sosyal üstyapı örgeni
olarak her yerde baş göstermeye başlar. Daha ilerde, antik Sümer’den Roma'nın
ikinci yarı zamanı imparatorluk dönemine kadar teist mitolojiler yavaş yavaş
politik bir metamorfoza uğrayarak, uzunca bir süre teokratik toplumlar (ahlak,
hukuk, devlet) dönemine girilir. Bundan sonra teizm, sosyal hayatın üretim ve
yeniden üretimine tam olarak yapışır, "sosyal insan" (sınıflar), ilk
kez politik olarak tanımını bulmaya başlar. Böylece insan, daha önceki paleotik
sekülerliğini tamamen yitirir. Şimdi bilişsel olan ile maddi olan, birbiriyle
çelişik ama simbiyotik bir ilişki haline gelirler.
Tarihte
teizm, insanların yaşadıkları sosyal entropiyi bir kavrayış biçimi olarak ilk
siyasal (sınıfsal) toplumlara işaret eder. Aşağıda ne kadar ayrışıp parçalanma
oluyorsa, yukarda bu ayrışmayı zapt edecek, onu tekrar bütün olmaya zorlayacak
yeni bir fenomen ortaya çıkmıştır. Çünkü insanlar arasındaki çıkar farklılıkları
ile bunların kaynakları arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, sınıflı
toplumların metabolik bir refleksidir ve bunlar her zaman hukuki biçimlerde
soyutlanırlar. Tarihte dinlerin, basit doğal spiritüelliği geride bırakıp bütün
bir devlet yapısı haline gelmesini açıklayabilen şey de budur. O kadar ki,
mesela antik Yunan'da, bırakın üretimi, bereketi, bilgiyi, savaşı, demiri,
hatta sosyal insanın (sınıf) parçalanmış ve rafine olmuş belirteçleri olan
erotizmin, kıskançlığın, bencilliğin bile bir Teo'su vardı. İnsan, "insana
dair" karakteristikleriyle bu teist mitolojilerde enine boyuna
irdelenecek, onun dışındaki doğada doğrudan bulunmayan yeni kuvvetleri, zamanla
uhrevi seviyelere çıkarılacaktır.
Simgeledikleri
maddi yaşamın çelişkin ilişkileri ve onların kendilerini ortaya koyuş biçimleri
çoğaldıkça sayıları da artan mitolojik tanrılar, bu yüzden giderek ataerkil bir
hiyerarşiyle birbirleri arasında rafine ve elitize olmaya başlarlar. Politeist
mitolojilerin sosyal hayatı teolojik bir hiyerarşiyle düzenlemesi, Roma
İmparatorluğu'nun monoteizme geçtiği MS 4. yüzyıla kadar sürmüştür. Roma'nın
Milat'tan önceki cumhuriyet dönemi politeist pagan mitolojiler, Milat'tan
sonraki imparatorluk evresi ise, bu pagan politeist mitolojilerden monoteizme
geçiş sürecidir. MS 4. yüzyıla geldiğimizde ise Roma İmparatorluğu tarihteki
ilk tek tanrılı teokratik devlet olacaktır.
Hem
etnik klanları hem de yaşam formatları açısından homojen olmayan, ama sürekli
büyüyen bu imparatorlukta, komünal toplum ile köleci toplumun sadece demirden
kılıçları değil, tanrıları da birbiriyle yenişemiyecekti. Monoteizm ise, işte
bu remiz döneminde işlev kazanıp tarihsel rolünü oynar. Artık politeist
mitolojilerin başkalaşma zamanı gelmiştir. Genel olarak doğa ile akıl
arasındaki savaşımın, diğer deyişle insan soyunun tensel ve tinsel
deneyimlerinin birbiriyle dinamik etkileşiminin kendini ortaya koyuş biçimi
olan tarihte dinler, her zaman belirli bir bağlama otururlar. Kendi başına ele
alındığında Totemizm'den Monoteizm'e tarihteki bütün dinsel evrim, insan soyuna
özgü hale gelen bilincin neolitikten sonraki galaksisi haline gelecektir.
Buraya
kadar söylenenler, Göbeklitepe yahut Sümer'den beri geçen 4-5 milenyumda,
döneminin herhangi bir teist mitolojisi kadar sıradan, hatta onlar arasında henüz
göz ardı edilecek kadar zayıf olan monoteizme nasıl gelinebildiği ilgiliydi. Peki,
ama mitolojik politeizm neden semavi monoteizmlere dönüştü ve "ara"
çağda başat olabildiler? Animizmde toplumların bilişsel dünyası ne kadar
fantastik görünürse görünsün, bunların maddi yaşamla bağları dikey değil yatay,
hiyerarşik değil eşit, semavi değil dünyevidir. Köleci uygarlığın ileri
dönemlerinde hâlâ seküler pagan mitolojilerle bu bağ gittikçe istikamet
değiştirir. Ardından teist mitolojiler yoluyla hepten kopar. Son olarak
monoteizmde, yaşamın varlığı ve yeniden üretimi adeta tümüyle gaipten,
bilinçten, "gökten indirilmiş"çesine her şey baş aşağı döner. İnsan
doğa karşısında ilk defa nitelikli bir biçimde bilincini yücelterek onun üstüne
çıkar.
Yerdeki
siyasal (bilinç) biçimlere bürünmüş sosyal (sınıfsal) dikeyleşme, gökteki
politeist kaosu da kendine uydurup onu gittikçe minorize eder. İşte
muktedirliğinin bilincine varmış insanın aralarında dağıldığı mitolojilerin
çoklu tanrıları gittikçe tek ve mutlak bir akılda toplanır. Bu yüzden her şeyin
bilgisine muktedir tek yaratıcı ile yaratılan arasında kurulan patriarkal dikey
ilişki, monoteizmin başlıca ayırt edici özelliklerinden birisi olacaktır. Oysa
gerçekte burada, önce insanın doğaya, sonra aklın akla (insanın insana) karşı
"üst"ünlüğü, yine bilişsel düzlemde ele alınmaktadır. Aşağıda
yeryüzündeki dikey ilişkiler, belirli bilgi ve bilinç örgüleri oluşturarak tek
ve biricik muktedire böyle çıkar. Dört-beş bin yıllık köleci sınıf
savaşlarından sonra monoteizmin başarısına ve egemen olmasına artık ramak
kalmıştır. Monoteizm, "dünya işlerini" sonal olarak göğe havale
ederken, yerdeki ise bunun karşılığında nihayet bütün dünyevi günahlardan
kurtulmayı umar. Bu yüzden, monoteizmin yükseleceği ortaçağda üretici güçlerin
dünyevi gelişimi durur, köleci çağların acılarının biteceği umularak, insanın
bilişsel potansiyeli ile maddi dünyanın güçleri arasındaki dirimsel fakat
"günahkâr" bağ, esrarlı bir etkiyle adeta birbirinden koparılır.
Özellikle,
onun Hıristiyanlık versiyonunun, Mezopotamya'dan Avrupa'ya kadar antik köleci
Roma'nın bütün topraklarına yayılışı, bu açıdan bize açıklayıcı ipuçları verir.
Onun ortaya çıkıp yayıldığı tarihin bu aşamalarında söz konusu olan çelişki,
neolitikten beri hayatın yeniden üretiminin başlıca maddi temeli olmuş Toprak
ana’nın (Terra Mater) mülkiyet biçimidir. Hıristiyan ortaçağda tanrı baba ile toprak
ana adeta kutsal bir monogamiye, yeni bir hiyerarşik ilişkiye zorlanırlar.
Böylece toprak, antik köle sahiplerinin özel mülkiyetinden, bu "ilk
günahtan" kurtulur, semavi bir himaye edinir. Bu, ne totemizm ne de
mitoloji sağlayabilirdi. Monoteizm aracılığıyla, toprakta çalışanlar ile
toprağı mülk edinenler, köleler ile köle sahipleri, tek ve biricik muktedirin
huzurunda adeta bir "toprak sözleşmesi" yaparlar.
Bu
sözleşmeyle, kendileri de özel mülk olan isyancı köleler silahsızlandırılarak
toprak serflerine, köle sahipleri ise başlarında göksel haleler, ellerinde
demir kılıçlar at sırtında ihtişamlı soylu şövalyelere dönüşür. Birinin elinde
demir kılıç ve kalkan, diğerininkinde demir saban ve tırpan bin yıl sürecek
ortaçağın gücü, toprağı ve iş'i, protestanlık (kapitalizm) onları kişisel bir
ibadet olarak tekrar özel'leştirene kadar, işte bu göksel birleştirme ve
kamulaştırma kurgusuna dayanır. Köle sahipleri politeist, köleler veya köle
adayları ise totemist paganlığı terk ederek tek tanrının huzurunda adeta
"imana gelirler". Din, Göbeklitepe'den 10 bin yıl sonra, bir toplum
biçiminden bir başka toplum biçimine geçerken, bütün sosyal hayata bir kez daha
format atacaktır şimdi. O zaman dini için hayat biçimini değiştiren insan,
şimdi hayat biçimi için dinini değiştirmektedir. Yer ve gök, iş ve insan,
mülkiyet ve toplum arasındaki bu semavi ortaklaşma, neolitiğin komünal
döneminin mental gücü ile köleci toplumun özel mülkiyetinin keskin kılıç
yaralarından doğar.
Böylece,
sosyal insanın heterojen parçalanmışlığından, görece homojen kutsal bir düzene
geçiliyordu. Gerçekte ise, ne tam olarak geriye dönülüyor, ne de ileriye
sıçranıyordu. Demirin simgelediği üretici güçlerin seviyesinden geriye
düşülmüyordu, ama daha ileri bir üretici güç de henüz ortada yoktu. İşte monoteist
dinler, antijen çelişkileri nötrleştiren bir kutsal homojenliği
çağrıştırdıkları için esas olarak maddi hayatın üretim biçimleri arasında iki
arada bir derede kalmış toplumlara, onların tüm üstyapı örgenlerini görece
büyük bir hızla sarıp sarmalayarak asıl teokratik bağlamlarına oturdular. Tam
da böyle bir 'ara' dönem olarak feodal Ortaçağ, bu yüzden monoteizmin asıl
yükseliş çağı olabilecektir. Hıristiyanlık, köleci Roma'nın en dekadent
aşamasında, İslamiyet ise, onun hemen yıkılışından sonra yorulup dağılmış
"uygarlık"ı derleyip toparlayarak doğup büyüdü. "Ara" çağın
öne çıkan bu iki monoteist dini, tarihsel evrimin kritik kavislerinde hep
olduğu gibi, çıkışlarındaki bakir tesadüfler ve naiv idealler ne olursa olsun,
içine doğdukları tarihsel momentumun bağlamına oturarak zamanla bilinen
formlarını edindiler.
5 bin
yıl süren köleci sınıflı uygarlık tecrübesinden sonra monoteizmin, insanlığı
yer ve gök, cennet ve cehennem arasında ortaçağın bin yılı boyunca
yatıştırabilmesi, ezen ve ezilen sınıflar arasında kurabildiği bu semavi
eşitlik rasyonalitesine dayanır. Ne kadar bilişsel olsa, yani tahayyüle dayansa
da bu göksel eşitlik, onu alıcı ve satıcının nominal eşitliği olarak tekrar
yeryüzüne indiren kapitalizme kadar, monoteizmin bütün uygarlık alanlarında
varlığının ve hakimiyetinin tarihsel gerekçesidir. Monoteizm ve feodal ortaçağ,
toplumların, köleci geçmişten sonra içine girdikleri bir tür sosyal
depresyondur, çünkü sosyal insan geleceği hakkında kendi hükmünü vereceği,
yazgısını kendi elleriyle kurabileceği maddi araçlardan henüz yoksundur.
Aşağıda, yeryüzünde çıkar yol bulamayan eller, bundan sonra tarihte hep olduğu
gibi, yine bir süre için yukarıya, gökteki akla yükselecektir.
Monoteist
feodal "orta" çağda ilk özel mülkiyet toplumu kölecilik, semavi bir
perdenin arkasında pagan kostümlerini çıkarır, bu kez ilahi bir asaletle
sahneye geri döner. Bu göksel oyunun jestleri o kadar göz alıcıdır ki, bütün
kahramanlar yeni kostümler içinde sahneye geri dönmüşken, her nasılsa oyunun
asıl kahramanı görünmez olmuştur.
Feodal
toplum, üretimin teknik temeli ve maddi üretici güçler açısından, kendi başına
yeni bir toplum biçimi değildir. Çünkü MÖ 4. milenyumda işlenmeye başlanan
metallerden itibaren, (hatta ilk modern makinelerin 18. yüzyılda bulunuşuna
kadar), 5 bin yıl boyunca üretimin teknik temeli neredeyse hiç değişmemiştir.
Bu yüzden, feodal toplum, ortaya yeni üretici güçler çıkardığı için değil, özel
mülkiyete verdiği özgün "ilahi" biçim üzerinden tanımını bulur.
Feodal toplum, neolitik ya da modern sanayi gibi, yeni türde üretici güçlerin
yol açtığı bir toplumsal devrim değil, aksine, tam da bu neolitik dönüşümün yol
açtığı ilk sınıf mücadelelerinin, gerisingeri üretici güçlere karşı dönen
sosyal tarihteki ilk politik (metafizik) reaksiyondur. Burada sosyal akıl,
sosyal evrenin artık koşmaya başlayan ayaklarının arasına deyim yerindeyse ilk
çomağını fırlatır. Antik Roma'nın sonlarına doğru üretici güçler ile üretim
ilişkilerinin, kölelerle köle sahiplerinin 5 bin yıllık adeta kör düğüşü, tanrı
katında ilahiyane bir sözleşmeyle sonuçlanmıştır.
Sadece
üretici güçlerin gelişimi durduğu için günün zorunlu bir durağı olmakla kalmaz
feodal mülkiyet biçimi, aynı zamanda geleceğin üretici güçlerini de durdurmak
için monoteizmi evrensel çapta büyüyen bir hızla reaktive eder. Bu açıdan
feodalizm, sonraki kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel öncülü olmakla
değil, asıl olarak antik köleci dönemin toplumsal mücadelelerinin özel
mülkiyeti özgün bir biçime sokmasıyla tarihteki yerini alır. Monoteizm ise işte
burada, bu vicdansız özel mülkiyete bir ruh, kalpsiz dünyaya bir merhamet, ama
aynı zamanda bir asalet ve vakurluk bahşeder ve bir süre, yeryüzü sahnesinin
kılıç şakırtıları eşliğinde tanrının gökten indirdiği vahiyleri çınlamaya
başlayacaktır.
Genel
olarak teizm, özellikle monoteizm, tür olarak insan soyunun doğaya karşı
bilişsel üstünlüğünün, yine kendisi tarafından bir çeşit onaylanmasıdır. Tanrı,
dünyaya inmemiştir, aksine insan semaya çıkmıştır. Neolitik devrimden beri
doğanın "üst"üne çıkmaya başlayan insan, güçler perspektifinin baş aşağı
döndüğü kendi bilişsel kırılmasının doruğuna çıkmıştır artık. Monoteizm, özünde
insanın bu metafizik üst'ünlüğünün olgunlaşıp dışa vurulmasından başka bir şey
değildir. Türümüzü karakterize eden bu bilişsel perspektif kırılması, baştan
beri iki yanlı bir seyir izler. Yeni bir bilişsel fenomen olarak monoteizm, onu
koşullayan sosyal evrenin diyalektiği açısından kendi içinde çelişkin sosyal
yönler barındırır. Sömüren sınıfların göksel üstünlük kompleksinin,
sömürülenlerin ise, göksel kurtuluş tahayyüllerinin iki uçtan sonuna kadar
gerdiği bu çelişkinlik, günün sonunda bir ve aynı yere çıkar: Monoteizm.
Binlerce yılı kapsayan köleci eziyetlerden sonra, "ilk günah"ın
sefası ile cefası arasındaki arafta, sosyal insanın ontolojisinin iki çelişkin
kutbunu (sınıfları), yenileri işlenmeden önce, "orta"da buluşturur
monoteizm.
Giderek
birbirini koşullayan ve şekillendiren feodal mülkiyet biçimini ve monoteizmi
tarihte birbiriyle buluşturan "orta" çağın, antik kölecilik ile
modern kapitalizmin "ara"sına girmesini kaçınılmaz kılan şey,
geleceğin değil, geçmişin ateist "komünal" ruhları ile teist köleci
mülkiyetin arasındaki gerilimdir. İşte bu yüzden sosyal insan "orta" çağda,
kendini bulduğu bilişsel üstünlük katında, bir "ara" metafizik tefekkürlere
dalacaktır. Bu "ara"da, sosyal hayatın üretimi ve yeniden üretimi,
bir dahaki entropik patlamaya kadar bir türbülansa girer. İnsan soyu, yoluna
devam etmeden önce, şimdi kendi ruhunun içine kapanıp köleci geçmişinin dünyevi
günahlarıyla hesaplaşmalıdır. Binyıllarca sömürülen köleleri uhrevi kurtuluş
tahayyüllerine gark edebilmenin monoteist gizemi de burada yatar. Feodal
monoteizmin semavi günahlarından arınmak ise, ancak sanayi devriminden sonra 5
bin yıl boyunca rüşeymlenip kapandığı meta kokonundan nihayet gürül gürül
kanatlarını çarparak çıkacak olan para'nın dünyevi yeni (bilimsel)
"günahlar" işlemeye başlamasıyla mümkün olacaktır.
Tarihi,
toplumsal açıdan asıl olarak yazı ile değil, "iş" ile (ürün)
başlatmak gerekir. İnsan, kendi türsel varlığını asıl olarak "iş" ile
doğal evrenden koparır, böylece türünü sosyal bir bağlama alıp bambaşka bir
evrene geçer. Toplumsal tarihin veya sınıflı uygarlıkların temelidir iş veya
(artı-)ürün. Sosyal hayatın, bir diğer deyişle "iş"in icadıyla emeğin
yeniden üretimi için ihtiyaç olandan fazlasının üretilmeye başlanması,
tarih-öncesinden tarih sonrasına geçilmesi; sosyal entropiye yol açan asıl Big
Bang budur. İş (emek) veya artı-ürün ise asıl kişiliğini ve işlevini meta'da
bulur. Meta, insan türünün önce doğa ile sonra kendisiyle ilgili ontolojik
metabolizmasını kökten değiştiren yepyeni bir enerji kaynağıdır. Çünkü meta,
avcı-toplayıcılığın somut yararına değil, aklın soyut
"yaratıcı"lığına dayanır.
Antik
Yunan ve Roma'ya kadar basit takas (somut-değer, kullanım-değeri) ile yetinen
meta, köleci toplumların demir safhalarında ilk defa para biçiminde soyut-değer
(değişim-değeri) niteliği edinmeye başlar. Önce işbölümünün, sonra demirin yol açtığı
o güne dek görülmemiş artı-ürün bolluğu, basit takası aşar, tarihte ilk defa
satmak amacıyla üretim başlar. Demir çağına denk düşen köleciliğin antik Yunan
ve Roma uygarlıklarını, Mezopotamya'nın önceki köleci uygarlıklardan ayıran da
budur: Artı-üründen meta çıkarmakla yetinmemek, metadan para yapmak! Tarih, bir
kez daha, Mezopotamya'da da düz bir çizgi izlemez. Eşi benzeri görülmemiş bir
uygarlık, yolda adeta bir çakıl taşına takılıp çöker! Yine de sosyal akıl'ın
ilk dünyevi "abrakadabra"sı olan meta, artı-ürünün antik Yunan ve
Roma'da uğradığı "para" metamorfozu, demir ve kölecilik altında
şimdilik kısır ve ketum kalacaktır. Meta, insanlık tarihinin bu pandora kutusu,
tüm "maharetini" sergileyecek koşullardan henüz yoksundur. Ama tüm
uygarlık tarihinin bu gizli kahramanı, uygarlığın asıl ortak bileşeni olduğunu,
ilerde daha iyi kanıtlayacaktır. Sosyal tarih, bir metamorfozlar silsilesidir
ve görünen odur ki, bundan böyle bütün sınıflı tarihin asıl işi gücü, bu masum
embriyondan, başka türden bir tanrı "yaratmak" olacaktır.
Demir
çağının zirvesi Roma şehir cumhuriyeti, merkezden perifere sürekli fetihlerle
yayıldıkça mutlak monarşiye (sezarlık) dönüşmüş, bundan sonra bir imparatorluk
olmuştu. Merkezden perifere fetihlerin asıl amacı, periferden merkeze artı-ürün
sızdırmaktı. İki yönde dönenip duran bu anafor, giderek hep daha fazla köle
emeği yutarsa dinamizmini koruyabiliyordu. Roma Sezarlığı'nın gücünün
zirvesinde olduğu MS 3. yüzyılda onun doğu yakasında nüfusun dörtte biri, batı
yakasında ise ikide biri köleleştirilmişti. Zira nerdeyse tek başına çıplak
devlet şiddetinin hâlâ bir ekonomi "yarat"abildiği çağlardayız. Bu
çıplak devlet şiddetinin yarattığı köle ekonomisinin hep daha fazla köleyle
döndürülebildiği çift başlı spiralinin hızı ve yoğunluğu arttıkça, sonuç hep
daha fazla köle emeğine gereksinim oldu. Fakat köle yapılacak neredeyse kimse
kalmamış, kalanlar da savaşıp direnmeye başlamışlardı. Bu döngüye enerji
sağlayacak, üretimi ve artı-ürünü arttıracak köle emeğinden başka yeni bir
üretici güç veya teknik ise henüz ortada yoktu.
Roma'nın
son zamanlarında bir yığın patrisyen (toprak sahibi) küçük köylünün
topraklarından olup şehirlere göçmeleriyle ve bir kısım kölenin özgürlüklerini
satın alarak "plebyen" (Roma vatandaşı) olmalarıyla "özgür"
proleterler ortaya çıkmaya başlamıştı, fakat üretimin temeli hâlâ köle emeğine
dayanıyordu. Çünkü üretimin teknik temeli, insanı köleleştiren metallerin
(demirin) ötesine geçememiş, köle emeğine saplanıp kalmıştır. Ayaklarının
saplanıp kaldığı bu bataklıkta Roma'nın başı, ilk bakışta dışarıdan gelen ilkel
"barbar"larla dertteymiş gibi görünür. Oysa Roma'nın gerçek sorunu, 5
bin yıldır köleci üretim ilişkilerini mümkün kılan metallerin sonuncusu olan
demirin potansiyelini tüketmesi, yeni üretici güçlerin gelişememesidir.
Artı-ürünü, "meta-para-meta" döngüsüne sokacak kadar ilerlemiş, ama
onu tam olarak "para-meta-para" döngüsüne çevirecek nitelikli üretim
araçlarından yoksundur. Neredeyse her 2 ya da 4 kişiden birinin köle olduğu bir
yerde, buna ihtiyacı da yoktur. Antik Roma'da altın ve gümüş kılığında biriken
o güne kadarki en muazzam soyut zenginlik, metamorfoza devam edeceği
koşullardan yoksundu. Soyut (aklın) biçimleriyle bu ölü zenginlik, önce göz
kamaştıran bir lükse yöneldi, sonra Roma eşi benzeri görülmedik bir dekadansla
son buldu.
Bir kaç
bin yıllık köleci uygarlık, bundan sonra en son ve en ileri hali Roma'da kendi
içine çökmeye başlayacak, o güne dek merkezde biriken yoğunluk bir anda boşluğa
saçılacaktır. Roma'nın bir süpernova gibi yüzlerce parçaya dağılması artık an
meselesidir. Yine de bütün olarak bakarsak Roma İmparatorluğu aslında tamamen
yok olmamıştı. MS 4. yüzyıl sonunda önce iki ayrı başkentle iki idari yapıya
bölündü: batıda Roma ve doğuda Bizans. Bundan yaklaşık 80 yıl sonra Batı Roma
bir devlet olarak içinden yüzlerce krallık, lordluk, kardinallik çıkararak
dağılırken, başkenti Bizans olan Doğu Roma İmparatorluğu ise, monoteist
feodalizmin en ideal biçimini alarak 1000 yıl daha ayakta kaldı. Monoteizmin
tarihsel bağlamına oturduğu dönem, köleci antik Roma'dan sonraki işte bu
dönemdir.
Tarihte
bazen, orada burada sadece bir istisna ya da tesadüf gibi duran şey, belirli
koşullar yazgısal biçimde bir araya geldiğinde, adeta bütün gelişimin çekirdek
konusuymuş gibi davranacak bir kabiliyet gösterir. Monoteizm, teist pagan
mitolojileriyle avunup duran köleci sistemlerin yükseliş aşamalarında ortaya
çıkar, oraya buraya dallanıp budaklanan bir yığın evrimsel salınımların
ardından bu sistemlerin çözülüş safhalarında, tencere-kapak misali, binyıllar
sonra adeta kaçınılmaz biçimde feodalizmle örtüşür. Monoteizmin kendisi de
paradoksal biçimde bir çeşit ateizm olarak ortaya çıkmıştı. Politeist
mitolojilerin irili ufaklı bütün tanrılarını reddederek ya da zamanla hepsini
tek bir tanrıda birleştirerek ortaya çıkışından binyıllar sonra, nihayet
feodalizmde asıl sosyal bağlamını buldu ve tarihteki özgün politik rolünü tam
olarak monoteist bir teokrasiyle Bizans'ta (daha sonra Halifelik ve Çarlık
versiyonlarıyla) elde etti. Böylece monoteizm ve feodalizm, birbirini
biçimlendiren ve birbirinden ayrı düşünülemez tarihsel sabitler haline gelmeye
başladılar. Metafizik korelâsyonlara dayanan simbiyotik bir ilişkiyle bu ikili,
uzunca bir süre tarihin asıl konusu, sorunu ve kahramanıymış gibi
davranabildiler.
Antik
Roma İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra feodal serfliğin gelişimi esas olarak
iki türde olmuştur. Bunun, Roma'nın doğusunda ve batısında ele geçirdiği
yerlerin toplumsal seviyelerinin birbirinden farklı olmasıyla ilgisi var.
Doğusunda, antik Sümer, Mısır, Yunan gibi dönemin dünyasının en ileri (köleci)
uygarlık seviyelerine çıkılmışken, batısında ise yarı "barbar"
avcı-toplayıcı, yarı ilkel komünal kavimler, Roma'nın köleci savaşlarına karşı hâlâ
direniyorlardı. İki yaka arasında en azından 5 bin yıllık bir kronolojik
"uygarlık farkı vardı. Önce doğudaki feodalizmden başlayacak olursak...
Doğudaki uygarlık seviyesi, hiç de Roma'nınkinden geri değildi. Bu yüzden Roma,
ondan çok daha önce metallere dayalı köleci uygarlık basamaklarını çıkmış Antik
Helen, Mısır ve Mezopotamya'yı zor yoluyla sadece kolonileştirebilirdi. Doğu'daki
bu köleci uygarlıkların her biri, daha ilerde Roma'nın yaşayacağı aynı dertten
muzdarip, köleci üretim ilişkilerine saplanıp kalmışlar, son nefeslerini
Roma'ya bırakarak ondan önce çökmüşlerdi. Roma'nın doğusunda, köleliğin 3-4 bin
yıldır zaten sürdüğü bu topraklarda doğup büyüyen monoteizm, MS 4. yüzyıla
doğru Hıristiyanlık biçiminde "de facto" olarak tek din haline
gelmişti. Köleciliğin pagan politeizminden giderek monoteizme geçmekte olan
doğunun bu ilk antik uygarlık alanları, yeni toplumsal ilişki biçimleri
oluşturamadan Roma'nın kolonileri olmuşlardı.
Hıristiyanlık
işte bu boşlukta, sekter bir aşiret dininden sapa yapıp, sadece bir aşireti
değil, o sıralar bilinen dünyanın her yerini ilgilendiren köleciliğin teist
mitolojileriyle transformasyona geçerek her yerde kabul gördü. Batı Roma'nın
aksine Doğu Roma, devlet olarak ayakta kalabilmesini, işte bu monoteist dinle
kurduğu özgün ortodoksi ilişkiye borçludur. Batı Roma'da olduğu gibi devletin
yanı sıra Katolik Kilisesi şeklinde ayrı bir otorite oluşmasına fırsat
bırakmamıştı Doğu Roma. Bırakmamıştı, çünkü Doğu Roma'nın İmparatoru
Konstantin, yine batı Roma'ya karşı önemli bir savaşa hazırlandığı günlerde
güya rüyasında, birebir "çarmıhtaki İsa"dan aldığı bir vahiyle vaftiz
olup, aynı anda hem devletin hem kilisenin biricik başı olacaktı. İmparator
Konstantin'in rüyasının belirli siyasal arka planı, ileride doğu Hıristiyan
teolojisinin tevhit inancına da temel oluşturacaktır. "Konstantin
etkisi", bununla da kalmadı. Ortaya çıkışından beri ayrı ayrı İncil'lerle
yüzlerce cemaatlere bölünmüş Hıristiyanları, İznik'te topladığı ilk Konsil'de
ilk defa bir araya getiren de, bu konsilde onlarca İncil'den tek bir
"Bibel" çıkaran da, işte Doğu Roma'nın bu ilk imparatoru Konstantin
olacaktı. Rüyasında çarmıhtaki İsa'dan aldığı vahiyden sonra, bir konsil
toplayıp onlarca İncil'den tek Bibel çıkarmak, Konstantin'in "dâhiyane"
bir adımıydı.
Bu
siyasal girişimlerle imparatorun Hıristiyan tebaa üzerindeki otoritesi hepten
pekişiyor, pagan Bizans imparatorlarının "aziz" mertebesine yükselme
dönemi başlıyordu. İmparator Konstantin'in bu monoteist saltosu, imparatoru
olduğu Roma'nın pagan teolojisine attırdığı bu ters takla, sadece Doğu Roma'yı
Batı'sı gibi çökmekten kurtaracak bir adım değildi. Aynı zamanda köleci bir
devletin imparatorunu, başında kutsal haleler, ruhunda semavi vahiylerle Hıristiyanlığın
da başına geçirmişti. Böylece, İsa'nın hem tanrı hem insan, ama tek ve biricik
olması gibi, uhrevi (sosyal akıl) ve dünyevi (doğal akıl), insan soyunun doğal
ve sosyal evriminin bu tuhaf ve çelişkili ontolojisi, bir tek kişide
soyutlanarak imparatorda birleşiyor, her iki otorite, başpapaz ve imparator,
"din ve devlet işlerinde" tek otorite oluyordu. Doğu Roma kilisesinin
bu ayırıcı ortodoks monoteizmi, bilgi ve bilincin belirli bir birikim aşamasına
geldiği antik Mısır'da başlamış, nihayet Bizans'ta tam haline varmıştır. Bu
ayırıcı nitelik, az ileride İslam uygarlıklarına da sirayet edecektir. Artık
komünal ve köleci dönemlerinin çelişkileriyle allak bullak olan sosyal akıl
için tek çıkış yolu sadece imparatordan geçiyorsa, o halde dünkü pagan köleci
Roma'nın teokratik feodal bir devlete dönüşmesinin tam zamanıdır. Bu açıdan
Doğu Roma'da, ilerde ele alacağımız Batı Roma'daki gibi, Tanrı ve Devlet
simbiyozunun yeni baştan icat edilmesine, ikisinin bitmek bilmeyen rekabetine
gerek kalmayacaktır.
Ortodoks
monoteist Bizans'ta tevhit, "baba-oğul-kutsal ruh"un tek özlü tek
tanrıda olduğunu ileri sürer ve buna inanmayı tek doğru inanç (ortodoks: doğru
inanç) sayar. Dolayısıyla sadece imparator, hem devletin hem kilisenin biricik
meşru lideri kabul edilir. Batı Roma'da ise Hıristiyan kilisesinin öyküsü daha
farklıdır. Rivayete göre Havari Petrus, henüz politeist paganizmin başkenti
olan Roma'ya, bu pagan köleci imparatorluğun en güçlü dönemlerinde gelmişti ve
izleyen yüzyıllarda Hıristiyanlık, hep devletten ayrı ve ondan gizli bir
şekilde gelişmişti. Buna mukabil baştan beri, Roma'nın pagan imparatorları değil,
Roma şehrinin ilk kardinali Petrus'un koltuğunu takip eden piskoposlar halef
sayıldı. Bu yüzden Roma şehrinde kurulan katolik kilisesinin teolojisinde tevhit,
imparatoru yüceltmeyen transformal bir "üç"lemeyi esas alır ve
böylece devlet dışında otonom bir otorite haline gelir.
Buna
karşılık, ortodoks tevhidine uygun biçimde kendilerini tek tanrının tek halefi
sayan Bizans imparatorları, baştan itibaren devleti ve dini, kişiliklerinde
birleştirmişlerdi. Tek tanrının tek halefini tanımayan Roma kardinalini
"asi ve kafir" ilan eden doğunun bu "aziz" imparatorları, Hıristiyan
kilise komünleri ve pagan "barbar" komünlerine kaybedilen Batı Roma
topraklarını tekrar ele geçirmek için "kafir" Roma Kardinali'ne karşı
defalarca savaştılar. Katoliklerin gözünde ise, "dinsiz-imansız" kâfir
Roma imparatorluğunun "gerçek" Hıristiyanlara karşı zulmü hâlâ
sürüyordu. İleride katolik kilisesinin Papalık'ına dönüşen Roma Kardinalliği
(pontifex primus: eşitler arasında birinci), bu din savaşları nedeniyle
Rezidans'ını bir süre için daha batıda olan Avignon şehrine kaydıracak, hatta
yarı-pagan, yarı-Hıristiyan kuzeyin barbarlarıyla Bizans'a karşı ittifaklara
girecekti. Karşılıklı kâfirlik suçlamaları daha sonra 13. yüzyılın başında
katoliklerin ortodokslara karşı başlattığı 4. Haçlı Seferi'yle çığırından
çıkarak, ortodoks Konstantinopol'un tar'u mar edilmesine dek vardı. Bu fetih ve
yağmada, Bizans İmparatorluğu o kadar ağır bir yenilgiye ve talana uğramıştır
ki, kimi tarihçiler Bizans'ın asıl o zaman sona erdiğini ileri sürer. Hıristiyanlık
ve İslam tarihindeki bu türden büyük ayrışma ve "din savaşlarını",
köleci uygarlıklardan beri eskiyip bir türlü gelişemeyen üretici güçlerin,
teokratik feodalizmin egemen sınıfları altında maruz kaldıkları çürüme olarak
görmek gerekir.
Sonuçta,
en "ideal" Tanrı Devleti (civitate dei) savındaki Doğu Roma
İmparatorluğu Bizans'ta toprağın mülkiyeti, batısındakinin tersine, baştan
itibaren gökteki tek tanrının yerdeki tek varisi olan imparatorun inayetine
alındı. O, artık sadece tribunların, konsüllerin, senatörlerin sezarı değil,
bütün kölelerin de "baba"sıdır. Bu tanrısal teklik ve biricikliği,
imparatordan daha iyi hiç kimse temsil edemezdi. İşte bu semavi birlikten,
tarihteki ilk serflik tipi, tek tanrının tek varisi için, yani artık
"tanrı devleti" için çalışan bir serflik tipi çıktı. Tarihteki bu ilk
monoteist teokrat devlette, köleci özel toprak mülkiyetinin yerine, devlete ait
mülkiyet biçimleri olan "Theme" ve "Pronoia" toprak
sistemlerine böyle geçildi. Bu yolla, köleci Roma'dan kalan bir yığın senatör,
konsül, tribun ve latifundiya sahipleri, tek "tanrı devleti"nin
devlet ve ordudaki "hizmetkâr"larına (bürokratlarına) dönüşerek,
gerçekte başka bir biçimde önceki aristokrat statülerini sürdürmüş oldular.
Dolayısıyla doğudaki feodal aristokrasi, batıdaki çift başlı siyasal
"kaos"un tersine, daha en baştan devlet aygıtının içinden geçerek
oluşmuş oldu. Daha sonra Osmanlı'nın devralıp önce "tımarlı" ve sonra
"iltizamlı" adları altında sürdüreceği toprak mülkiyeti ve üretim
sistemleriyle Kostantin ve ardılı Bizans imparatorları, monoteizmi mantıki tam
siyasal sonuçlarına vardırarak, aslında tarihteki ilk feodal devleti
kuruyorlardı. Feodalizmin bu biçimindeki sisteminde toprak, imparatora ait,
yani devlet mülkiyetinde kalıyor, işletim ve kullanım hakkı ise, sadakat ve
başarıları ölçüsünde askeri, siyasi, dini belirli devlet görevlilerine
devrediliyordu.
Bu
açıdan monoteist feodalizm, kendi adına en ideal halini (civatate dei),
yüzlerce krallık ve derebeyliğin boy verdiği Roma'nın batı yakasında değil,
doğu yakası Bizans'ta (daha sonra Osmanlı ve Rus Çarlığı'nda) buldu. Bizans'ta
imparatorun bizzat kendisi, tek tanrının yerdeki (topraktaki) tek varisiydi ve
Tanrı Devleti'nin bütün rasyonel (sosyal akıl) yapısı buradan yükseliyordu.
Kendilerini tek tanrının yeryüzündeki tek tecellisi sayan Bizans ve ardılı
imparator(luk)lar, köleci özel mülkiyet biçimlerini monoteist bir efsunla ters
yüz ederek, dünün çıplak kölelerini, kulluğa, serfliğe, toprak köleliğine böyle
razı edebildiler. Üç büyük feodal doğu imparatorluğu, antik Roma'nın gerçek
olamayacak kadar tutarsız "pax romana"sını (Roma barışı),
"tanrının selametine" böyle çevirdiler.
Feodalizmin
Roma'nın batı yakasında oluşum biçimi ve gelişim seyri ise, ikinci bir serflik
tipi ortaya çıkardı. Romalılar, batı, kuzey ve orta Avrupa'da ilkel komünal
Kelt, Germen ve Slav kavimleriyle esas olarak onları köleleştirmek için
savaşıyordu. Çünkü bu "barbar"lar üretim biçimleri bakımından Roma'ya
göre daha "geri"deydi ve Roma'nın, doğudakinin tersine, işgüçleri
dışında onlardan gasp edeceği bir zenginlikleri yoktu. Nihayet Batı Roma 5. yüzyıl
sonunda dağılırken, yüzyıllarca süren savaşlardan muzaffer çıkan
"barbar" komünal kavimlerin komutanlarından sonuçta toprak sahibi
lordlar, onlar için savaşanlardan ve çalışanlardan ise toprak serfleri
oluşmuştu. Bu toplumlar, ilkel komünal toplum aşamalarından, 5 bin yıllık
köleci uygarlığı atlayarak, feodal toplum ilişkilerine böyle geçmekteydiler.
Köleciliğe karşı yüzlerce yıl süren savaşlarda mitolojik kahramanlar gibi nam
salan klan liderleri ve onların kahraman komutanları, yüzyıllarca savaştıkları
köleci Roma'dan esinlenerek bu savaşlardan, "asil kanlı" soylu
şövalyeler olup çıktılar. Bu asil tabakanın soyluları yeni toprak mülkiyetiyle
göğerdikçe, her biri hâkim oldukları yerlerde kendi devletlerini kurarak
prenslere, lordlara, krallara dönüştüler. Böylece yıkılan Roma'nın batı
topraklarında yüzlerce devlet ya da devletçik oluştu. Bu krallardan bazen biri
bazen öteki, neredeyse tüm ortaçağ boyunca Napolyon'a kadar, kendi yıktıkları
Roma'nın bir gün tek imparatoru olma hevesiyle yanıp tutuşsa da, önlerinde her
zaman bir başka rakip daha vardı.
Aynı
sıralarda aynı yerlerde bir başka güç daha ortaya çıkıyordu çünkü: Kilise ve
Papalık. Hıristiyanlık, Roma'nın doğuda kolonileştirip haraca bağladığı
kendisinden önceki köleci uygarlıkların, Asur'un, Babil'in, Mısır'ın, Antik
Helen'in topraklarında doğup büyümüş, kısacası tüm doğu Akdeniz havzasında
çoktan egemen olmuş, bir yandan da çökmekte olan Roma'nın batısında ve kuzeyinde
Roma'yla savaşan Germen kavimleri arasında misyonerliğe başlamıştı. Hıristiyan
misyonerlerin, yüzyıllardır süren savaşların katalizör etkisiyle hızla feodal
hiyerarşik zümrelere ayrılan "barbarların" yorgun ve bitap düşmüş en
alt kesimlerini köy ve manastır komünleriyle kilisede (kilise: yunanca'da,
birleşme, toplanma) birleştirmeleri çok zor olmuyordu. Bu minvalde, yıkılmakta
olan Roma'nın batısında iki ayrı koldan, iki ayrı iktidar gücü
kristalleşiyordu. Papalık ve krallık şeklinde tüm batı Avrupa'yı kapsamaya
başlayan semavi ve dünyevi ikili iktidar ortamı, daha sonra modern kapitalist
çağa sarkan etkileriyle Batı Avrupa'nın bütün ortaçağını karakterize edecektir.
Özellikle
Papa'nın bütün Avrupa Hıristiyanlarının imparatoru olarak kutsadığı Büyük Şarlman'ın
başına geçerek 9. yüzyılda derleyip topladığı batıdaki ilk monoteist feodal
devlet "Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu"ndan sonra, Batı Roma'nın
mirasına kimin konacağı konusu hepten kızıştı. Batı ve kuzey Avrupa'nın
yüzlerce feodal soylusu, bazen toprak hâkimiyeti için, bazen ganimet için,
bazense kral ya da imparator, hatta papalığın kutsal tacı için çoktandır
birbirleriyle sürekli savaşıyorlardı. Birkaç prenslik kendi aralarından birini
kral seçip birlikte daha büyük bir ordu ve devlet kuruyor, bu yolla ya başka
bir kralın ya da papalığın "arpalığı" olan köy ve manastır
komünlerini, derebeyliği devletlerini, tarım arazilerini, av ve yakacak
ormanlarını, nehir boylarını, ticaret yollarını, zanaat loncalarını, kısacası
geçim ve savaş için ne gerekliyse zorla ele geçiriyor, ulaşım ve ticaret
yollarına kurdukları kale burçlarla gümrük tarifeleri uygulamaya başlıyorlardı.
Buna
karşılık kendi egemenlik alanlarını himaye etmesi için, örneğin bu kez Papa
tarafından bir diğer kral, imparator diye kutsanıyor ve her şey adeta baştan
alınırcasına, prensler, kontlar, krallar ve kardinaller arasında sürekli
değişen biçimlerde yeni ittifaklara, karşı-ittifaklara ve yeni savaşlara yol açıyordu.
Böylece Avrupa'nın ortaçağdaki bu kıtasal iç savaşları, benzer sebep ve
saiklerle yeniden ve yeniden alevleniyordu. Bütün bu hercümercinin bazen
başında, ortasında ya da sonunda, tüm feodal aristokrasi birbirleriyle güç ve
servet paylaşımları yaparken, her defasında Roma'nın seküler hukuk ve idari
sistemlerine (seçim ve sözleşme kurulları) başvurmak zorunda kaldılar. En
kanlı-bıçaklı oldukları zamanlarda bile birbirlerine göre hegemonyal
ilişkilerini ahiri değil, Roma'nın dünyevi hukukuna göre düzenlemek
zorundaydılar, çünkü Hıristiyan fıkıhı (hukuk) ya daha oluşmamış ya da henüz kolektif
bir hukuk haline gelmemişti. Ortadaki tek hukuk mirası, özel mülkiyeti,
ticareti, parayı dünyevi referanslarla düzenleyen Roma'nınkiydi. Avrupa'nın
şanlı ama yeni yetme feodallerinin aralarında bitmek bilmeyen iç savaş, onlara,
Roma'nın yıkılmasının bedeliydi belki, fakat bir yandan da bu rekabet ve iç savaşlarda
başka bir uygarlık boy veriyordu.
Genel
olarak monoteist feodalizmin aynı uygarlık havzasının batısında ve doğusunda bu
biçimde iki farklı oluşum yolu izlemesi, sonraki yüzyıllar içinde birbirinin
gelişme momentumlarından kopmalarının başlıca nedenlerinden biri olacaktır.
Bu
bölümde, bir sosyal evrim olgusu olarak dinlerin, özellikle onun özgün ve son
biçimi olan ortaçağın demirbaşı monoteizmin ileride değineceğimiz konularla
ilgisi nedeniyle bir tutam tarih ve doğa felsefesine başvuracağız. Tarih bilimi
açısından, zamanı geriye sarıp olayların "görüntü akışını
yavaşlatmak", böylece neyin neden, ne zaman, nasıl başladığını tam olarak
tespit etmek, bugüne dek mümkün olmadı. O yüzden çeşitli artefaktlara bakarak
soru ve akıl yürütme metotlarıyla ilerleyebiliyoruz. Din, felsefe ve bilimin
evrimsel ilişkisi bakımından bu daha da güçtür. Onların evrimini daha iyi
anlamanın yine de güvenilir bir yolu var. Çünkü tarihin bu yeni kartlarının
arka yüzlerinde beynin, aklın ve politikanın, yani sınıflar mücadelesinin hikâyeleri
yazar. Okurun izniyle, önce yazı boyunca cevabını arayacağımız soruları ortaya
koyduktan sonra, insanın anatomik evrimini büyük ölçüde atlayarak, din,
felsefe, bilim kartlarının arka yüzündeki hikâyeleri ele almak istiyoruz.
Doğal
evren neden bir entropi yaşayıp sosyal evrene genişlemiştir? İnsan soyu neden
doğanın aklından kopup, sosyal bir akıl edinmek zorunda kalmıştır? Sosyal evrim
spiralinin sosyal hayat ve sosyal akıl kutupları arasındaki metabolik dönüşüm,
dil membranından geçerek neden önce dini, ardından felsefeyi, son olarak bilimi
oluşturmuştur? Neden dinleri taş devri insanlarının naiv fantazilerden ibaret
sayıp geçemeyiz? Dinler, neden tarihte hasbelkader ortaya çıkmış olgular
sayılamaz? Doğadaki pek çok beyinli yaratık arasından neden sadece insan aklı teojeniktir?
Yüz binlerce yıl dinsiz yaşayan Homo sapiens sapiens'in aklı, neden metal
çağlarından itibaren teist olmuştur? Sosyal insan neden demir çağından sonra
akıl (bilgi) ve tanrı arasında "mutlak" bir ilgi kurmuştur? Tek
tanrı, nihayet ortaçağda neden sosyal aklın biricik tecellisi sayılmıştır?
Felsefe, neden teolojiden çıkmıştır? Yoksa 250-300 bin yıl önce biyolojik
evrimini "tamamlamış" ve yüz binlerce yıl tanrısız
"düşünebilen" insan beyni, son bir kaç bin yıl gerçekten sadece
saçmalamış mıdır? "Neden?" sorusunun önemi, birbirinden soyutlanmış,
birbiriyle ilişkisi kopmuş görünen şeyleri, bir bütün olarak görebilmeyi
sağlamasından gelir. O zaman bütünü görmek için, insanın doğayla gerçek
ilişkisinden başlayalım.
Dünyada
canlı hayat, protein moleküllerinin oluşmasıyla başlar. Doğadaki cansız
varlıklardan canlı varlıklara doğru evrimde eşik noktası, protein
moleküllerinin oluştuğu andır. Proteinler ise, karbon, azot ve hidrojen
atomlarının belirli koşullar altında oluşturdukları kimyasal bileşimlerden meydana
gelen ozmotik (geçirgen) bir membranın (hücre zarı) içine aldığı stoplazmayı
ilk defa çevresinden yalıtarak içerisiyle dışarı arasında metabolik bir ilişki
kurulmasını sağlayan ilk protojen (organik) sistemlerdir. Sonraki tüm biyojen
organizmalar, çeşitli enerji biçimlerinin karşılıklı dönüşümünü sağlayan bu
protein moleküllerine dayanır. İlk protein bileşiklerinden tek hücreli ilk
canlıların oluşması ise yaklaşık 3,5 milyar yıl önce gerçekleşti. Tek hücreli
bu ilk canlıların (prokaryotlar) çekirdeksiz metabolizmaları, dışarıdan
içeriye, içerden dışarıya enerji dönüşümünü sağlayan sadece bir hücre duvarı
(membran) ve onun çevrelediği stoplazmadan ibaretti. Prokaryotların oluşmasıyla
cansız varlıklardan canlı varlıklara geçişte olağanüstü bir eşik atlanmıştı,
fakat prokaryotlar çekirdeksiz oldukları için üreyemiyor, canlı hayatın her
defasında baştan alıp tekrar cansız doğadan başlaması gerekiyordu.
Çekirdekli
ilk hücrelerin (ökaryotlar) ortaya çıkması ise yaklaşık 1,5 milyar yıl önce
başladı. Çekirdeksiz prokaryot bakterilerinin membranları en fazla 100 protein
çeşidine sahipken, ilk kez bir hücre çekirdeğine sahip canlılar olan
ökaryotların membranları ise, en az 3000 protein bileşiğinden oluşur. Bu yüzden
ökaryot bakteriler daha gelişkin metabolizmalara sahiptirler ve çekirdekleriyle
canlı hayatın ilk defa kendi kendisinden üreyebilmesinin yolunu açarlar.
Böylece canlı hayat nihayet prokaryotlardan 2 milyar yıl sonra hep başa sararak
sıfırdan, yani cansız varlıklardan başlamaktan kurtulur ve ancak bundan sonra
biyolojik evrimin yepyeni bir safhasına geçilir. Çekirdekler olmadan canlı
evriminin sonraki basamaklara çıkabilmesi ve yeni canlı türlerinin ortaya
çıkması mümkün değildi. Canlı doğa, ya hep olduğu yerde kalırdı, ya da değişen
koşullara uyum sağlayamayacağından daha yolun en başında yok olup giderdi.
Çünkü çekirdeklerle birlikte doğal evrim, yeni ekipmanlara, genlere ve
mutasyanlara kavuşacaktır. İşte, canlı hayatın kendini cansız doğadan
"soyutladığı" ve artık kendi kendisinden türemeye başladığı doğal
evrimin bu ilk nitelikli kavisine, üreme diyoruz.
Çekirdeklerin
ortaya çıkması için ise, protein bileşiklerinin yeterince çeşitlenmesi
gerekiyordu ve biyolojik evrimin bu ilk büyük basamağının 2 milyar yıl
sürmesinin nedeni de budur. Çekirdeksiz prokaryotlardan çekirdekli ökaryotlara
kadar 2 milyar yıl boyunca protein bileşikleri yeterince çeşitlenmekle
kalmadılar, aynı zamanda onlardan bazıları kendi aralarında belirli sistemler
içinde dizilerek hücre çekirdeklerine (genlere) dönüştüler. Biyojen evrimin ilk
nitel sıçraması böyle gerçekleşti. Hücre çekirdeği (proteinler), canlı hayatın
evriminin anahtarıdır ve onların oluşmasıyla doğanın evrimi bambaşka bir
bağlama geçer. Çünkü, canlı hayatın "ilk beyin"i olan hücre
çekirdeğiyle (DNA ve RNA) ilk defa bir canlıdan yeni bir canlının oluşması
(mayoz ve mitoz bölünme/eşeyli ve eşeysiz üreme) mümkün hale gelir. Sistemli
dizilimler oluşturan belirli protein bileşiklerini (genler) taşıyan
çekirdeklerle, sadece eski bir hücreden yeni bir hücrenin oluşması ilk defa
güvenceye alınmış olmaz, aynı zamanda bu genlerde kodlanan mutasyonların
sonraki kuşaklara taşınması da ilk defa mümkün hale gelir. Yeni bir varlık
evreni olarak biyolojik varlıkların kendi içlerindeki evrimi burada start alır.
Genler yeterince mutasyon biriktirdiğinde ise, yeni ve farklı canlı türleri
ortaya çıkar ve böylece bugüne dek bildiğimiz kadarıyla biz insanların da dâhil
olduğu yepyeni ve biricik bir evren oluşur. Bu yüzden çekirdekler, canlı
doğanın bütün evrimi boyunca yeni canlı türlerinin ortaya çıkmasının da en
önemli temelidir. Canlı doğanın daha ileride 4 milyar sonra neden bir
"beyin" gereksindiği sorusunun yanıtı çekirdeklerde, dolayısıyla
üremede yatar. Ontolojik açıdan canlı ve cansız doğanın birbirinden temel farkı
da budur.
Üreme
ve mutasyon sarmalında çeşitlendikçe çeşitlenen ve bu çeşitlilik içinde hep
daha fazla uzmanlaşma imkânı bulan hücreler, bundan sonraki yüz milyonlarca yıl
içinde simbiyozlar kurarak zamanla kemik, kas, en önemlisi de sinir hücre ve
dokuları haline geldiler. İşte bu sinir hücre ve dokuları tek bir organda
yoğunlaşarak yine yüz milyonlarca yıl içinde nihayet beyin'e dönüştü. Böylece
beyinli ilk canlı olan solucanlar, günümüzden yaklaşık 500 milyon yıl önce
ortaya çıktı. Doğal evrimin sonuncu 500 milyon yıllık dilimi, bu ilk basit
beyinli hayvanlardan yüksek beyinli primatlara kadar uzanan beynin gelişim
sürecidir. Bu sürecin son 2 ila 6 milyon yılı ise primatlardan Homo sapiens
sapiens'e (insan) evrilir. Yine de, çekirdeksiz hücrelerden çekirdekli hücreler
oluştuğu zaman, çekirdeksiz bakteriler tamamen yok olmadılar. Örneğin bugünkü
insanın kanındaki alyuvar hücreleri çekirdeksizdirler. Neredeyse 1,5 milyar
yıldır hala denizlerde yaşayan ilk hayvan türleri mercanlar ya da denizanaları,
çekirdekli hücrelerden oluşmalarına rağmen beyinleri yoktur. Her çekirdekli
hücre beyin'e götürmez, ama beynin oluşması için mutlaka çekirdekli hücreler
gereklidir.
Bir
primat türü olarak Homo sapiens sapiens, beynin evriminin zirvesidir.
Primatların beyni ise gelişimini doğumdan önce değil, asıl olarak doğumdan
sonra tamamlar. Pek çok canlının ölüm zamanının geldiği doğumdan 15-20 yıl
sonra "tamamlanan" beyniyle üremeye henüz başlayabilir insan vücudu. Çünkü
primatlar veya hominidlere kadar uzun süren evrim boyunca beyin o kadar
büyümüştür ki, üreme için gerekli gelişimini doğumdan önce ana rahminde
bitiremez. Peki, insan beyni neden bu kadar gelişip büyümek zorunda kalmıştır?
Primatların vücutları, örneğin bir aslana ya da bir kutup ayısına göre deyim
yerindeyse "çıt kırıldım"dır. Hele onun hominid cinsinin vücut
donanımına bakılacak olursa, aslında "avcı"dan ziyade, bir
"av"a denk düşer. Ne pençesi, ne zehirli bir salgısı vardır. Doğada
canlılar, hep farklı, hep "eşsiz" özellikler edinerek hayatta
kalırlar. Birçoğu beyinleri olmasına rağmen başka organ ve uzuvlarını
geliştirdiler. Primatlarsa bir bakıma tersini yaptılar. Onlar tam da bu organı,
beyinlerini daha çok geliştirerek vücutlarının donanımsızlığını giderdiler.
İnsanın "eşsiz"liği, örneğin avlamak için pençe ya da av olmamak için
kanat değil, beyin organının "farklı" evriminde yatar. Doğal evrimin
aklı böylece onunla “eşsiz” bir sıçrama yapar. Bu yüzden, pek çoğumuz hâlâ
"vücudunu optimize" etmeye çabalasa da, hominidlerin (insansı
primatlar) evrimi, asıl olarak vücudun değil, beynin gelişimine koşullanmıştır.
Peki,
hominidler bu eşsiz farkı nasıl başardılar? Beynin evrimi açısından primatların
önce ayağa dikilip ön ayaklarının ellere dönüşmesi belirleyici oldu. Beynin
evrimi açısından eller (özellikle başparmak), o zamana kadar canlı evriminin
doğal bir uzantısı olagelen insansı türlerin "farklı"laşarak yeni bir
evrimsel dönemece gireceği, dolayısıyla ilk hücre çekirdeğinden ve ilk sinir
hücresinden nitel olarak farklı sonuçları olacak üçüncü bir biyolojik hardware
"devrim"dir. Yeni devrimci işlevleriyle eller'in asıl yol açtığı şey
ise, gerisin geri beyni daha çok geliştirmek oldu. "Farklı" ellerden
sonra beynin evriminin hızı katlanır, adeta zincirlerinden boşanır. Ellerin
uzantısı olarak yaptığı aletlerin her bir etabında, hep daha gelişkin beyni
oldu hominidlerin. Bunun sonucunda ellerin devamı aletlerin
"hardware" nitelikleri ise zamanla flulaşır, örneğin dil gibi beynin
devamı "software" nitelikleri öne geçer. Kelimenin tam anlamıyla "kendi
elleriyle" yarattığı beyniyle insan, bundan sonra hızla doğanın
"dışına", onun "üstüne" çıkmaya başlar. İnsan türünün şimdi
besin zincirinin son halkasını yakalaması, canlı doğanın zirvesine çıkması
artık an meselesidir!
Böylece
insan kendini bundan sonra artan bir tempoyla doğadan soyutlar, sonunda bir
bakıma doğanın hükümranı olur. İnsan soyu, doğadaki mücadelesini vücuduyla
değil, beyniyle kazanmıştır. Homo sapiens'ler işte bu ikisinin, elin ve beynin
karşılıklı etkileşimi sonucu hominidlerden evrimleştiler ve nihayet, neolitiğin
eşiğine geldiler. Bu eşikte, doğal tarihten sosyal tarihe geçilir. Beynin doğal
evrimi, neolitikte aklın sosyal evrimine döner. Beyin, doğal evrenin ürünüdür.
Akıl ise sosyal evrenin. Burada doğa ikincil, insan birincil hale gelir. Doğal
evrim geriye düşer, toplumsal evrim başlar. Artık milyar ya da milyon yıllık
evrimi değil, yıllık, aylık, hatta günlük evrim proseslerini bundan sonra
izlemeye başlarız. Alet eli, akıl beyni, ürün işi, para metayı, tanrı doğayı,
dil hepsini soyutlayarak doğanın evrimini nihayet geriye düşürür, artık akıl'ın
evrimini öne geçirir. Milyarlarca yılda cansız doğadan evrilen canlı doğa, bir
kaç yüz milyon yılda önce doğal akıla (beyine), neolitikten itibaren bir kaç
bin yılda sosyal akıla (dine), nihayet son bir kaç yüzyılda kendi karşıtı
bilime dönüşecektir.
Bizim
"akıl" dediğimiz şeyin de bir evrimi var ve aklın maddesi olan beyin
doğanın bir ürünüyse, o halde aklın evrimine doğa "beyinsizmiş" gibi
kendi türümüzden başlayamayız. Her şeyden önce, beyni en küçük zerresine dek
ayrıştırdığımızda, karşımıza biyojen olmayan varlıklar çıkar. Doğanın evrimine
insan, "insanın maymundan evrimine" de Homo sapiens'lerin beyni de dâhildir.
Çünkü evrim, maddenin, bir başka deyişle doğanın aklıdır. Evrimin bütünlüğünü
anlamak açısından, 250-300 bin yıllık geçmişi olan Homo sapiens sapiens'in en
gelişkin beyni ile ondan milyarlarca yıl önce bir çekirdeği dahi olmadan
"hayata atılan" Cyano bakterisi arasındaki bağı görebilmeliyiz.
Şeyleri, belirli bağlamlarda "hem o hem bu", başka bir bağlamda
"ne o ne bu", "bambaşka" bir şey yapan aralarındaki
diyalektik evrimi, tikel fragmanlarıyla değil, uzun metrajlarıyla
düşünebilmeliyiz. Biz ne kadar, ne biçimde evrimleşirsek evrimleşelim, aslında
bu evrim her zaman doğanın evrimidir. "Doğanın bizden önce, bilincimizden
bağımsız bir aklı olmadığı" söylemi, açıkça "doğanın bizden önce var olmadığını"
söylemenin bir başka çeşididir. Doğayı metafizik bir hokuspokusla yok eden bu
türden utangaç idealizm, doğanın içinden çıkıp gelen insana son tahlilde "dışardan
akıl veren" teojeniye götürür.
"İnorganik
ya da biyolojik işleyişlerin kendileri değil, onların bizim beynimizde
oluşturduğu şeydir akıl yada bilinç", diye itiraz edilebilir. Bir açıdan
hiç de yanlış değil, ama tek yanlıdır bu itiraz. Doğanın evrimi bizim
beynimizden (aklımızdan) değil, bizim beynimiz doğanın evriminden (aklından)
çıkmıştır, bu çok açık. Beynimiz milyarlarca canlı kuşağının milyarlarca yıllık
evriminin devamıdır. Doğanın evrimi, biyojen olmayan atom bileşimlerinden
protojen moleküllere, onlardan tek hücreli bakterilere ve giderek insanlara
değin durmaksızın hareket halinde sürekli birbirinden soyutlanarak ve tekrar
birbirini somutlayarak beyine kadar gelmiş ve beyinden sonra da kesintisiz
sürecektir. Kimse "iş"ini akıl olmadan yapmaz. Evrimin belirli
işleyiş yasalarına dayanan cansız doğa dâhil. Doğanın insan beynine dek
"akıllı" (bilimsel) evrimi görülmezse, insanın yahut bilincin
"gaip"ten verildiği iddiası gerçekte tam olarak çürütülmemiş olur.
"Tanrı insanı değil, insan tanrıyı yaratmıştır" teorisi örneğin
boşluğa düşer. Bazen birbiriyle özdeşleşen, bazense birbirinden ayrılan doğa
ile aklın, madde ve bilincin birliğini yeniden kurmak gerekiyor. O zaman, doğru
tez şöyle olmalıdır: Akıl, maddesinin, yani doğanın (beyin) dışında var olmadığı
gibi, maddeler (doğa) de "akılsız" değildir.
Aklın
birbirini koşullayan ve tamamlayan temel soruları ne?, neden?, nasıl?'ın o ya da
bu biçimdeki cevapları, antroposen tarihte çoğu zaman bizlere, hiç var olmayan
şeylerin icadıymış gibi görünür. Mucit veya kâşif saydığımız bazı
türdeşlerimize, doğal veya sosyal evrenin aklını (yasalarını) çözdükleri için
hep bir hayranlık duyarız bu yüzden. Oysa bakmamız gereken açı şudur: Onlar
olmayanı keşfetmemiş, var olanın diyalektik bağlamını, bir diğer deyişle
perspektifini (evrimini) değiştirmişlerdir. Tıpkı mesela, çekirdeksiz
hücrelerden, üremenin başladığı çekirdekli hücrelere geçişteki evrimin
perspektif değiştirmesi gibi. Evrim veya doğanın aklı, tam olarak budur.
Kozmolojik ve tarihsel açıdan doğanın ve insanın varoluşsal evrimlerini
birbirine bağlayan "ortak öz" budur. Her bir "icad"ın hiç
bir zerresinde var olmayan bir şey yoktur. Doğanın "akıldan bağımsız"
var olduğu fikri, ne kadar materyalist görünürse görünsün, iki yoldan kendini
yalanlar. Bir yandan aklı abartır, insanı aslında biricik, doğaüstü ve hatta
"göksel" kılar ve sonuçta uhrevi bir akıl inancına gider. Öte yandan
doğayı "beyinsizleştirerek" onun bir türevi olan insanı, dolayısıyla
aklı gerçekte küçümser ve sosyal tarihin evriminde "fark" yaratan
aklın gerçek önemini silikleştirir. Ne doğaya ne de akla, hiçbir tarafa
açılmayan, materyalizm bulamaçlı, pozitivist bir totolojidir aslında karşımızda
olan.
"Maddenin
bilinçten bağımsızlığını" mutlaklaştırmak da, en az "bilincin
maddeden bağımsızlığını" mutlaklaştırmak kadar tek yanlı ve dogmatiktir.
İnsan haricindeki cansız ya da canlı doğayı akıldan yoksun saymak, her şeyden
önce insanla doğa arasındaki evrimsel bağı boşluğa düşürür. "Maddenin
bizim bilincimizden önce ve/ya bizden bağımsız varlığı" skolastikleştikçe,
materyalizmin bağrında "doğadışı" ve "doğaüstü" boşluklar
çıkar ve son tahlilde karşıtına, idealizme dönüşür. Gerçekte burada, maddenin
kendisi değil "kavramı", şey değil "adı" öncellenmiştir
çünkü. Doğanın aklı bize (beynimize), sosyal akıldan önce içkindir ve neolitik
eşikte sosyal akla dönüşen "biz" değil, bir bakıma odur. Sosyal akıl,
doğal aklın neolitikten sonraki diyalektik inkârıdır.
Neolitik
devrimin metamorfozundan geçen doğanın aklından yeni bir akıl, "sosyal
akıl" çıkar. Aksi durumda, doğanın içinden çıkan sosyal akıl gibi, onun
çatallanan evrimleri olan din, felsefe ve bilimin de akıllı adamlardan,
"yukarıdan" geldiğine inanmamız gerekir. Tarihte insanlar, gerçeğin
veya bilginin sonuna dek gitmek için gerekli koşullardan ya da istekten yoksun
oldukları her zaman, maddenin dışına veya “doğaüstüne çıkmışlardır". Ne
var ki, bu tür "yanılgılar" da, bu bölümde asıl konumuz olan
"sosyal aklın" evrimine dâhildir. Buraya çatallanmalar, şuraya
"sapmalar" nasıl ki doğal evrimin karakteristiği ise, sosyal aklın da
bir tarihi var ve bu "sapmalardan" biri olan din, sosyal aklın
evriminin elementer çatallarından biridir.
Doğal
evrimde yeni bir safhaya, önceki evreden "farklılaşarak" geçilir.
Sosyal tarihte bu farklılaşma, aklın şeyleri önceki maddesinden soyutlamasıyla
gerçekleşir. Bu açıdan farklılaşma veya soyutlama süreçleri, insan soyunu kendi
evriminde onu "farklılaştıran" ilk bilgi süreçleridir. Sosyal akıl
soyutlama ile başlar. Neolitik tarım devrimiyle doğal evreni terk edip sosyal
evrene giriş yapan insan, bu yeni evrende yavaş yavaş doğadan farklılaşır,
kendisini ondan soyutlamaya başlar. Önce doğayı tek tek bileşenlerine ayırarak
onu bütünlüğünden arındırır. Sonra bu kez parçayı kendi orijininden, yani
maddesinden (doğadan) yalıtır ve bundan bir totem çıkarır. Aklın bir kategorisi
olarak totemin imgesinde doğadan "başka" bir varlık elde etmiştir.
Böylece kendini doğadan soyutlamasının ilk etabı tamamlanmış, artık insanın
doğanın üst'üne çıkması, yani farklılaşması başlamış olur. Sosyal akıl burada
oluşmaya başlar. Sosyal evrende maddenin aklı (doğa, beyin), aklın maddesine
(totem, tanrı) dönüşmüştür. Bu metamorfozun sonunda doğa, insanın bildiği, hâkim
olduğu, üst'üne çıktığı bir şey haline gelmeye başlar. Oysa burada, maddesinden
soyutladığı, giderek "göklere çıkardığı" aslında kendisidir.
Doğaya
yabancılaşmanın ikinci sosyal etabı, yerleşik hayat, üretim, şehir ve
mitolojilerle devam eder. Şehir, insan ile doğayı mekân olarak da birbirinden
soyutlar. Şehirde doğanın değil, insanın hükmü geçer. Doğayla "doğrudan
bağları" olan bir klanın en yaşlısının totem ayinleri ya da animist şaman
rahiplerin büyüleri, artık bir "toplumsal evrim cangılı" olan
şehirde, insanı insandan, yani kendi maddesinden soyutlayan mitolojilere
dönüşür. Doğadan sonra şimdi de insanın, insan üst'üne çıktığı şehrin sosyal
"iş"lerini düzenleyen bu mitolojiler, başlarda doğal imgeler içinde,
sonra bilişsel azametlerle artık totemi değil, aslında insanı yüceltirler.
Şimdi insan, birbirinden yalıtıp soyutladığı doğanın güçlerini kendinde toplar,
onları bu kez "kendi suretinde" yeniden yaratır.
Burada
tanrılar, artık egzotik totemler biçiminde değil, giderek "insan
suretinde" görünmeye başlarlar. Burası, mitolojik politeizmin
başlangıcıdır. Neolitikle birlikte belirmeye başlayan teizm, insanın
"insan üstü"ne çıktığı, insanın insana egemenliği olmadan
açıklanamaz. Bu açıdan, doğadan soyutlanan, onun "üstün"e çıkan
insanın, yeryüzüne bu sefer "insanüstü" biçimde inmesidir teizm.
Teizm ile doğal aklın diyalektik bağlamı tamamen değişir. Doğal aklın evrimsel
perspektifini dramatik biçimde değiştirerek kendi sosyal aklına dönüştüren
insanın bilişsel kudreti, artık "tanrısal" imgelere bürünür. Doğadan
soyutladığı totemin insanüstü güçlerini bir araya topladığı teojenik
mitolojilerin ileri safhalarında hepten tanrısal yüceliklerle donanan
"düşünen hayvan", metal çağlarında artık absolutist nöbetler
geçirecektir.
Sayıları
artan şehirlerde parça parça maddesinden (doğadan) tamamen soyutlanan sosyal
insan, sonunda aklının sosyal başkalaşım devrelerinden bir imparatorluk,
politeist mitolojilerin soyutlamalarının toplamından ise tek tanrı imgesiyle
çıkar. Metal çağlarının sonunda artık aynı evrim spiralinin iki ucu birbirini
tamamlar: Bir uçta mutlak biçimde maddesinden soyutlanan insan bir yandan
tanrılaşırken, öteki uçta mutlak biçimde maddesinden soyutlanarak
köleleştirilir. İnsanın insana egemenliği burada tamamlanır. İnsanın on bin
yıllık tarihi nihayet kronolojinin sıfır noktasında çıka çıka absürd bir
paradoksa varmıştır. İnsanın sosyal evriminin tanrı ve köle arasında bir
kısırdöngüye sıkışması, sosyal insanın beş bin yıllık iş ve meta arasında
bocalamasından ileri gelir. Tanrı ve köle, iş ve meta kıskacında kalan sosyal
akıl, Roma İmparatorluğu'nun sonlarında yeni bir soyutlamanın sancılarıyla
kıvranmaktadır. Teokratik feodal devrimler artık ufukta baş gösterir.
Tarihsel
olarak animist totemlerden monoteizme, oradan modern bilime evrilen sosyal
aklın tarihinin de bir aklı (evrimi) var. İnsan, tanrı ve kölelik arasında
onmaz bir eşiğe geldiği yerde, dinden felsefeye ilk adımını atar ve bu, insanın
sadece doğaya değil, kendi türüne karşı egemenlik savaşının kritik bir dönemeci
olan demir çağına denk gelir. Sosyal aklın evrimi boyunca animizm teizme (iş),
tanrı akıla (işbölümü), akıl nihayet felsefeye (politika) dönüşmüştür. Bugün
ise felsefenin bilime (komünizm) dönüştüğü çağdayız.
Kölelikten
önce felsefe yoktur. Felsefe, "tek tanrı" ile başlar. Çünkü tanrı,
sosyal aklın doğa ve toplum arasında neolitikten beri arafta kalmış insan
soyunun, bir tür hayal kırıklığıyla karşılaştığı yücelik ve kölelik paradoksuna
yönelik bir varoluşsal soyutlamadır ve burada felsefe bu paradoksu aşmak
isteğinden doğar. Böylece felsefeyle insan, bir kez daha sosyal evriminin
diyalektik bağlamını değiştirmeye girişir. Sosyal aklın ilk biçimlerini, yani
mitleri, teizmi, monoteizmi, tarihin ilk sosyal devrimi neolitiğin ve tarihin
ilk politik devrimi köleciliğin bağlamına almadan, onların sosyal mutasyonları
nasıl taşıdıklarını anlayamayız. Bir totem, hatta tanrı ve felsefe ve sonra
giderek bilim arasında evrimsel bir bağ olduğunu söylemek, bazılarımıza
şaşırtıcı gelebilir. Özellikle ilkçağların köleci deneyimlerinden sonra sosyal
aklın ortaçağda nasıl monoteist olmak zorunda kaldığını ve sonunda onun
teolojisinin nasıl önce felsefe, sonra politika ve gittikçe her şeyin bilim
haline geldiğini sonraki bölümde ele alacağız.
Bunlar,
birbirlerine dışarıdan, bir "gaip"ten verilen öğeler değil,
birbirinden çıkan ya da evrimin o anda değişen diyalektik bağlamına göre
birbirini yadsıyan dinamik proseslerdir. Çünkü, neolitikten başlayarak insanın
sosyal evreni ve sosyal aklının evrimi birbirinden önce veya sonra değil,
baştan beri diyalektik bir senkroni içinde birbiriyle metabolik bağlarla
bütünlük içinde ilerlemiştir. Bu anlamda bütün sosyal tarih, soyutu somut,
ölüyü diri, yalanı gerçek gibi, ya da bunun tam tersini gösteren sosyal aklın
diyalektik başkalaşımlar tarihidir. Sosyal tarih, maddesinden, yani iş'ten
(neolitik), meta'dan (demir), para'dan (politika) ayrı bir yerde değil, onların
içinde ve diyalektik bağlamına göre bu maddelerin kendisidir. Bütün bu
başkalaşımların bazen "hem o hem bu", bazense "ne o ne bu"
gibi görünmesini sağlayan sosyal evrenin asimetrik dinamizmi, bir tarafta
"o şey" olarak başlayanı, bu tarafta "başka şey" olarak
bitirir. Vice versa. "İçimizdeki tarihin" perspektifinden, yani ilk
hücreden beynimize bakarsak, bütün bu metamorfozları belki daha doğru anlarız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.