Marx’ın bilimsel olarak
ilgilendiği konu kapitalizmdi, kapitalist toplumu inceleyebilmek için ise
toplumsal İlişkileri kullandı ve terminolojisi, ortaya çıkardığı gerçek
toplumsal bağları yansıtıyordu. Ancak fiziksel nesneleri de içeren toplumsal
faktörleri Marx’ın nasıl olup da İlişkiler olarak kavradığının açıklanması
gerekmektedir. Zira tartışmalarında geçen makineler, üretilmiş gerçek eşyalar,
işçilerin kişilikleri, vs.’nin hepsi, şu ya da bu toplumsal İlişkinin bir
bileşenidir. Mesela, öğreniyoruz ki “sermaye, diğer bazı hususlara ek olarak,
bir üretim aracıdır, geçmiş kişisel emektir”. Daha önce verdiğimiz tanıma
uyacak olursak, şunu söylememiz gerekir: Bunun gibi her bir bileşen, bir
İlişkidir. Marx’ın şeyleri bir İlişki olarak görmesi, işte bu tanımı ve yorumu
takiben gelir. Vardığım bu yargıyı sıkı bir şekilde savunmalıyım; yoksa
toplumsal İlişkiler için önerdiğim yorumu temelden değiştirmem gerekebilir.
Marx’ın yönteminin altında yatan genel felsefi duruşun tarihinin izini sürerek
ve kanıtlar toplayarak, bu bölümde böyle bir savunma yapmaya çalışacağım.
Birçok modern düşünür
şeyler olmadan ilişkiler ve ilişkiler olmadan da şeylerin olamayacağı
düşüncesini kabul eder. “Sağduyuyu” temel alan bu görüşe göre şeyler, bütün
ilişkilerin temel terimlerini oluştururlar ve ilişkilere indirgenemezler. Fakat
böylesi bir itiraz ancak, Marx’ın bir ilişkinin terimlerini, terimler arasında
var olduğu söylenen ilişkiye indirgediğini söyleyip onu karikatürleştirirsek
geçerli olabilir. Ancak Marx’ın yaptığı şey [ilişki belirten] “arasında” veya
“birlikte” terimlerini somutlaştırma çabası değildir. Bir önceki bölümde de
gördüğümüz gibi onun yaptığı, daha çok, “ilişki”nin anlamını ilgili olan ne
varsa kapsayacak şekilde genişletmektir, böylece terimlerden herhangi biri, her
iki terimi de özgül bağlantıları içerisinde ifade etmek için kullanılabilir.
Hiç kimse, şeylerin şu an
göründükleri gibi olmalarının veya şu andaki işlevlerine sahip olmalarının
başka şeylerle kurdukları zamansal/mekânsal bağlardan kaynaklandığını inkâr
etmiyor; buna fiziksel ve toplumsal gereksinimlere sahip bir varlık olarak
insan da dâhildir. Şeyleri İlişkiler olarak kavramak, basitçe, bu karşılıklı
bağımlılık ilişkisini (Marx’ın toplumsal faktörler için yaptığını gördüğümüz
gibi) şeyin kendisinde içselleştirmektir. Önümde duran kitap, örneğin, odamdaki
ışığın açık olmasından yaşadığım toplumdaki toplumsal faaliyetler ve kurumlara
kadar, kendisini var eden her şeyi hem ifade eder hem de, bu modele göre,
ilişkisel olarak içerir. Yani, kitabın varlığının koşulları, kitabın kendisinin
bir parçası olarak alınır ve onun başka bir şey değil de bu kitap olduğu
gerçeğinde gösterilir. Bütün yeni düşüncelerin, bir eskisinin ısıtılıp yeniden
karşımıza konmuş hali olduğu düşünce tarihinde, bu görüş de genelde içsel ilişkiler
felsefesi olarak anılır. Marx’a içsel ilişkiler felsefesini atfetmemi
meşrulaştıran dört farklı kanıta sahibim. Birincisi, kendi ifadeleri Marx’ı,
şeyleri İlişki olarak görenlerin yanına yerleştiriyor. Mesela, “şey, kendisi ve
insanlar için nesnel bir insan ilişkisidir” diyor. Benzer şekilde (nihayetinde
hem bir bedene hem de toplumsal bir öneme sahip olan) insanı “toplumsal
ilişkilerin birleşimi [toplamı]” olarak adlandırır. Başka bir yerde insanın
“yaşayan, bilinçli doğal bir nesne; bir şey” olduğunu söyler. Marx, insandan
bir “şey” ve aynı zamanda toplumsal ilişkilerin birleşimi olarak bahsedebilir,
çünkü bütün şeyleri bir İlişki olarak; bu örnekte de toplumsal ilişkilerin
birleşimi olarak düşünmektedir. Engels’in konuyla ilgili yorumları çoğu zaman daha
açıktır; “atomun kendisi bir İlişkiden daha fazlası değildir” dediğinde olduğu
gibi.
Şüphesiz Marx da şeyler
yerine kullanılan toplumsal ilişkilerden bahseder; özellikle de meta
fetişizmini ele alırken. Ancak bu örnekler, bir tanesine (konuşma dilindeki
anlamıyla) “şey” dediği iki tip İlişkiyi birbirinden ayırma çabası olarak da
rahatlıkla yorumlanabilir. Önerdiğim bakış açısı, Marx’ın “şeylerden”
bahsetmeyi sonlandırmasını gerektirmez. Sadece şeylerin de İlişkiler olarak
kavranması gerekir. Marx’ta şeylerin varlığına işaret eden ifadeler ilişkisel
olarak yorumlanabilirse de, şeyleri İlişkiler olarak sunan ifadeleri, şeylere
alışılmış bağımsızlıklarını teslim eden bir tarzda kolay kolay yorumlanamaz.
İkinci kanıtım ise şu:
Marx’ın “İlişki olarak şeyler” üzerine yaptığı doğrudan yorumlar bulanık
olabilir. Ancak insan ve doğayı (ya da doğanın maddi bileşenlerini)
birbirlerine içsel bağlarla bağlı bir İlişki olarak ele aldığı ifadeleri
oldukça nettir: “İnsanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğaya bağlı olması demek,
basitçe, doğanın kendi kendine bağlı olması demektir.” Benzer şekilde, insanın
“doğa” olduğunu ya da amacının “kendi varlığının doğasında bulunduğunu” dile
getirirken dikkat etmemizi istediği bağlar, net bir şekilde, insana dışsal
değildir. Daha ziyade birey, kendi amacıyla bir çeşit birlik içinde ele alınır;
aslında bu ikisi birbirlerini ilişkisel olarak içerir. Bu ise her birinin bir
İlişki olarak düşünülmesini gerekli kılar. Marx, “toplumun ekonomik
temellerinin evrimi”ni “doğal tarihin bir süreci” olarak gördüğünü
açıkladığında veya “doğaya ait olduğu söylenen güçlerin” yanında “insanın kendi
doğasına ait güçleri” de doğanın güçleri arasına dâhil ettiğinde, aynı içsel
bağ bu sefer öteki yönden ortaya konmuş olur. Ama Marx’ın şeyleri İlişkiler olarak
kavradığını kabul etmezsek, insanı bir şekilde doğanın ve doğayı da bir şekilde
insanın uzantısı olarak ortaya koyan (yukarıda sadece birkaçına yer
verebildiğim) bu yorumlar ve ifadeler, sadece birer metafor ya da şiirsel
anlatı olarak anlaşılabilir.
Üçüncüsü, Marx’ın şeyler
ile toplumsal İlişkiler arasına silinmez bir çizgi çektiğini savunursak, onun
fiziksel dünyada ne tür bir etkileşim tespit ettiğini ve doğa ve toplumun iki
ayrı dünyasını nasıl ilişkilendirdiğini açıklamak zorunda kalırız. Peki, Marx
doğal gelişimi neden-sonuç modeline göre mi değerlendirir? Marx, iktisatta ve
dinde birincil nedenlerin aranmasına karşı olduğunu özellikle belirtir, zira
birincil olduğu söylenen nedenlerin yerini aldığı ilişkiler hâlâ açıklanmaya
muhtaçtır. Demek ki, iki fiziksel nesne arasında gördüğü bağı kayda geçirdiği
ender durumlarda bile Marx’ın içsel ilişkiler felsefesine bağlı kaldığı
aşikârdır. “Güneş” demektedir, “bitkinin amacıdır – yaşadığını doğrulayan,
vazgeçilmez bir amaçtır; aynı, güneşin amacının bitki olduğu gibi. Güneşin
yaşam verme gücünün bir ifadesi olan bitki, onun özsel nesnel gücüdür”.
Güneşin, birçoğumuzun nedensel olarak ele almaya alışkın olduğumuz bitki
üzerindeki etkisi Marx tarafından güneşin kendisinin bir “ifadesi” sayesinde
kendisini ve böylece de parçasını dışa vurduğu bir aracı olarak görülür.
Konuyu netleştirmek için Marx şunu ekliyor: “Doğasını kendi dışında bulmayan
bir varlık, doğal bir varlık değildir ve doğal sistemde hiçbir rol oynamaz.”
Bir fiziksel nesne, doğal bir nesne olması gereği, görünen ya da kendisinden
kolayca ayrıştırılabilen parçalarından daha fazla bir şeydir. Doğal nesneler
olarak güneş ve bitkinin her biri, Marx’ın deyişiyle, kendileri dışında bir
doğaya sahiptirler; öyle ki, aralarındaki ilişki her ikisini de ilgilendirir ve
bu ilişki, her iki kavramın ilettiği bütüncül anlamın bir parçasıdır.
Fiziksel olgulara nedensel
açıklama getirme işini Marx’a dayandırmak zordur, ama zorluk burada ortaya
çıkmaz. Daha önce de belirttiğim gibi, doğaya sağduyuyu temel alarak bakan
görüş ile Marx’ın içsel ilişkiler felsefesine sahip olduğunu gösteren toplumsal
ilişkiler anlayışını birleştirme noktasında da sorunlar çıkmıştır. Dikkat çeken
bir eleştirmen örneği olarak boy gösteren Sidney Hook, açıklama yeteneğinin
daha iyi olduğu, Marx’ın toplumsal ilişkiler [anlayışı] ile doğadaki nesneleri
birbirinden net bir şekilde ayırır. Hook, “Marx’ın bütünlüğü toplumsaldır ve
diğer bütünlükler tarafından sınırlanır” ve “Marx’ta tüm yoktur ‘tüm’ler
vardır” iddialarında bulunuyor. Bu noktada, fiziksel dünyanın toplumsal olgular
üzerindeki etkisinin nasıl açıklanacağı gibi pratik bir soru gündeme gelir.
Örneğin, üretim tarzı makineleri ve fabrikaları (fiziksel nesneler olarak),
insanların bunları kullanım biçimlerini ve yine insanların kendi aralarındaki
işbirliklerini (toplumsal ilişkiler olarak) kapsamaktayken, Marx’ın üretim
tarzının diğer toplumsal sektörlerde gerçekleşenleri belirlediği yönündeki
iddiasını nasıl yorumlamalıyız? Yukarıdaki tümcelerden ikincisinde yer alan
iddia nedensel bir yorumlamayı akla getirir, zira bu tür bir açıklamaya genelde
fiziksel nesneler dâhil edilirler; öte yandan, ilk [önerme] ise parçalar
arasında karşılıklı etkiye vurgu yapan bir yorumu akla getirir ki bu tür bir
açıklamaya da genelde toplumsal ilişkiler dâhil edilirler.
Hegel’den Marx’a ve Karl
Marx’ın Aklına Yolculuk adlı eserlerinde Hook, bu iki karşıt açıklama modeli
arasında bocalar. Birinden birini tercih etme zorunluluğunun baskısını yaşayan
Hook, son kitabı Marx and Marxists’te nihayet nedensel açıklamada karar kılar
ve Marx’ın tarih anlayışını, bütün büyük toplumsal gelişmelerden yalnızca
üretim tarzının sorumlu tutulduğu “monist bir kuram” olarak ilan eder. Son
tahlilde, Marksizm’i birbirinden ayrı bütünlere bölmesi, Hook’u, aslında var
olduğunu bildiği karmaşık etkileşimi açıklama konusunda Marx’taki toplumsal
ilişkiler olgusuna dair kendi kayda değer fikirlerini kullanmaktan
alıkoymuştur. Hook’un Marksizm üzerine düşüncelerinin yıllar içerisinde çeşitli
nedenlerden değiştiğini yadsımıyorum. Sadece, ilk çalışmalarında savunduğu
konumu belirtmek istedim; nihayetinde, daha sonra yaşanan gelişmelerin önünü
açan ve mümkün kılan da bu ilk çalışmalarıdır. Dördüncü ve son olarak, Marx’a
içsel ilişkiler felsefesi atfederken haklı olduğumu düşünüyorum; çünkü böyle
olmasaydı, içinde yetiştiği felsefi gelenekten tamamen kopması gerekecekti.
Hegel, Leibniz ve Spinoza’nın hepsi şeylerin ve/veya onları niteleyen
terimlerin anlamını (değişik şekillerde “töz”, “doğa” ve “Tanrı” olarak ifade
edilen) bütünlük içerisinde kurdukları ilişkilerde aradılar. Kaldı ki,
notlarını tuttuğu ciltler dolusu defterlere bakarak, genç Marx’ın büyük bir
dikkatle incelediği düşünürlerin bunlar olduğunu tespit edebiliriz.
Marx’ın içsel ilişkiler
felsefesini benimsemiş olamayacağına dair kanının esas nedeni, bu felsefenin
günümüzde kötü bir şöhrete sahip olmasıdır. Bu nedenle, durumun tam da bu
olduğunu ispat yükümlülüğü bana düşüyor. Marx’ı bu gelenek içerisine
yerleştiren kanıtları yazılarından bulup çıkararak bir savcı gibi çalışmayı ben
de kabul ediyorum. Ancak… Eğer Marx bu anlayışı kendisinden hemen önce gelen
seleflerinden miras aldıysa, iddialarını ispat yükümlülüğü bu kez de Marx’ın bu
anlayışı ıskartaya çıkardığını savunanlara düşer. Eğer Marx bu felsefeyi
reddetmişse, içsel ilişkiler felsefesinin yerine, toplumsal ilişkiler ve
şeylere dair hangi anlayışı kullandığını da bilmek durumundayız. Örneğin bu
anlayış Marksizm’in “Fundamentalizm” olarak yorumlanmasında ima edilen
“atomist” bir görüş müdür? Ya da Althusser’in savunduğu gibi, ona atfedecek
hiçbir adın var olmadığı tamamen farklı bir şey mi? Ya da ne? Bu bölümün
kalanında (ve Ek-I’de) içsel ilişkiler felsefesinin kısa bir taslağını
çizeceğim ve her görüşten yazarı Marx’ın bu felsefeyi kabullenmiş olabileceği
ihtimalini bile ciddiye almaktan alıkoyan kimi “yıkıcı” eleştirilere cevap
vereceğim.
II
Antik Yunan filozofu
Parmenides’e kadar izi sürülebilen içsel ilişkiler felsefesi, modern dönemde
ilk kez Spinoza’nın çalışmalarıyla gündeme geldi. Spinoza bu felsefeyi,
Aristoteles’in “töz/cevher” kavramını, “bağımsızca var olmaya muktedir”
anlamında ele alışı temelinde yeniden yorumladı. Bir bütün olarak sadece doğa
bağımsızca var olmaya muktedir olduğu için, bu görüşe göre, tek töz de odur.
Spinoza’nın “Tanrı” diye adlandırdığı işte bu birleşik haliyle doğadır. İster
maddi şeyler isterse düşünceler olsun, bu tek tözün bütün bileşenlerinin, bu
tözün geçici formları ve varoluş “biçimleri” olduğu ve dolayısıyla da,
bileşenlerin kendi karakterini belirleyen şeyin, karşılıklı ilişkilerin toplamındaki
anlatımsallık olduğu düşünülür. Bütünü vurgulayan Spinoza için parçalar, kesin
bir şekilde sıfat niteliği taşır.
Diğer yandan Leibniz,
vurguyu parçalara kaydırır ve her bir parçaya yansıdığını düşündüğü bütünle çok
az ilgilenir. Leibniz için sadece bir değil, sonsuz sayıda töz vardır. “Monad”
olarak adlandırdığı bu tözlerin özgül niteliklere sahip olduklarını ama
uzantıları olmadığını savunur. Böylece, bizim günlük hayatta “şey” olarak kabul
ettiklerimizi gerçekliğin temel birimi olarak ele almayı reddeder. Monad,
Leibniz’in var ettiği tuhaf, zihinsel bir kurgudur. Ancak, Leibniz’in monad
yorumunda göze çarpan şey, bütün monad’ların kendi aralarında ve evrenle
kurduğu ilişkisel bağdır. Bu nedenle, “ilişkileri içermeyecek kadar mutlak ve
bağlantısız olan ve mükemmel bir analizden geçirildiğinde bizi başka şeylere,
hatta başka her şeye götürmeyecek bir terim yoktur; bu yüzden, ilişkisel
terimlerin içerdikleri düzenlenişlere (configuration) açıkça damga vurdukları
söylenebilir” der.
Bir yüzyıl sonra tarih
sahnesine çıkan Hegel, içsel ilişkiler felsefesinin temel çıkarımlarını
inceleyen ve bu felsefenin işaret ettiği bütün sistemi detaylı bir şekilde inşa
eden belki de ilk kişidir. Bunu yaparken Hegel’e yardımcı olan, ona da selefi
Kant’tan miras kalan açmazdır (felsefede birçok defalar bu böyle olmuştur).
Kant, şeylerin, onları tanımamızı sağlayan niteliklerden başka bir şey
olmadığını ikna edici bir şekilde göstermişti; ama kabul edilemez bulmuştu.
Görünen şeylerin, duyularımıza takılanlardan daha fazlası (onun için, “daha
ötesi”) olduğuna inanmaya o kadar şartlanmıştı ki, varlığında yaşanan tüm
değişimlerden aynı kalarak çıkan ve ne olduğu belli olmayan “kendinde şey”i
icat etti.
Hegel, Kant’ın ulaştığı
ilk sonuç karşısında, yani, şeylerin incelendiklerinde niteliklerine kadar
çözünecekleri iddiası karşısında daha az çekingen davrandı fakat üstesinden
gelinmesi gereken nihai görevin bu sonucun ne anlama geldiğini göstermek
olduğunu düşündü. Felsefesinin idealist içeriğini bir an için kenara
bırakırsak, Hegel’in temel katkılarından biri, içine Kant’ın hem sorduğu soruyu
hem de verdiği yanıtı yerleştirebileceğimiz bütünün ya da “Mutlak”ın bağlamını
göstermek olmuştur. Bu nedenle Hegel için incelenen şey, o şeyin niteliklerinin
toplamından ibaret değildir; incelenen şey aynı zamanda bu niteliklerin (tek
başlarına veya şeyin içerisinde hep birlikte) doğanın geri kalanıyla kurdukları
bağlardır ve bu şey bütünün tikel bir ifadesidir. Hegel’in sisteminin
özgünlüğü, büyük ölçüde, bütünü parçalarına ayrıştırma işine koyulmuşken,
bütüne dair farkındalığımızı korumak için kullandığı araçların çeşitliliğinde
yatar. Herkesi ürküten terminolojisine özelliğini veren de budur. Örneğin Hegel
şeylerden “belirlenimler”, “momentler” ya da “olgular” (fenomen) olarak
bahsederken, kısmi ve bitmemiş bir şeyi belirtmek ister; yani, bütüncül
analizini yapmak için (mekansal ve zamansal olarak) göze o anda görünenden çok
daha fazlasını içerdiği düşünülmesi gereken bir şey…
Hegel bir şeyin ne
olduğunu, Mutlak’ın bir ifade tarzı olarak bütünle ilişkisi içerisinde kurar.
Bunu yaparken, Kant tarafından kullanılan özdeşlik ve hakikat kavramlarının
anlamlarını değiştirir. Özdeşliği anlama modeli olarak matematiksel eşitliğin
yerini (1=1), “ilişkisel eşitlik” olarak adlandırılabilecek bir model alır.
İlişkisel eşitlikte incelenen varlığın, ilişkisel olarak ifade ettiği bütünle
özdeş olduğu düşünülür. Hegel’e göre, “özdeki kendinden ilişki özdeşliğin
formudur” ve buradaki “öz” genişletilmiş ilişkilere gönderme yapar. Ancak, bu
anlamıyla özdeşlik, açıkça bir büyüklük meselesidir; küçük ve basit şeyler,
büyük ve çok yönlü şeylere nazaran bütünle daha az ilişkiye ve dolayısıyla da
daha az özdeşliğe sahiptir. Birçok modern filozof için bu önerme açıkça
saçmadır ama Hegel bunu benimsemekle kalmaz; aynı zamanda diğer kavramları
oluştururken başvuracağı merkezî bir tez olarak da kullanır.
Böylece, hakikat
“bütündür” [fikrini] savunur. Eğer şeyler, az ya da çok, ifade ettikleri
bütünle özdeşse, o halde onlar hakkında söylenebilecek şeyler de neyin ne
kadarını doğru olarak söyleyebileceğimize bağlı olarak az ya da çok doğrudur.
Şeyler, bütünle ilişkisel olarak özdeş olduğundan, bütün için doğru olan her
şey, şeyin bütüncül hakikatidir ve bundan daha azı, yani, tikel şeyler hakkında
söylediğimiz her şey de (belirlenimler, momentler, vs…) onun ancak kısmi
hakikatidir. Hegel, bilgi “tam olarak sadece (…) bir sistem biçiminde ileri
sürülebilir” diye iddia ederek, fenomonolojik çalışmalarının getirdiği bu
yorumun uygulamada yarattığı etkiyi ifade etmiş oluyor. Bu yoruma göre,
herhangi bir şey hakkında ne bilindiğini belirtmek, bu şeyin de içinde
bulunduğu sistemi betimlemek demektir yahut Hegel’in hiç aksatmadan yaptığı
gibi, her bir parçayı bütünün bir yönü olarak sunmak demektir. Kant’ın
ikilemine geri dönecek olursak Hegel, “gözlemlenebilir gerçekliğin ötesinde
kendinde bir şeyin” varlığını bir yandan reddederken, öte yandan da karşılıklı
ilişkileri aracılığıyla şeylerin göründüklerinden daha fazla bir şey
olduklarını onaylar.
Hegel’in felsefesinde
Marx’ın idealist bularak kötülediği nokta bu mudur? Sanırım hayır. Hegel benim
“bütün” dediğim şeyi “mutlak idea” ya da “akıl” olarak karakterize ederek,
burada betimlenen çerçeveyi, fikirleri ele alabilmek için inşa etmiştir.
Marx’ın eleştirisi ise her zaman, Hegel’in bu çerçeveyi nasıl uyguladığına ve
tercih ettiği çalışma konusuna yöneliktir; Marx, Hegel’in birimlerinin
ilişkisel niteliğini ya da bu ilişkilerin içerdiği sistemin gerçekliğini asla
eleştirmez. Marx aslen, hayatta olan insanların düşüncelerini genelleştirerek
gerçek dünyadan “Mutlak İdea” gibi bir kategori üreten Hegel’in, gerçek dünyayı
ve insanların gerçek düşüncelerini bu kategoriden yola çıkarak yeniden
üretmesini eleştirir. Tekil fikirler, kendilerinin yol açtığı bir genellemenin
gelişim momentleri olarak sunularak mistik bir önemle yüklenmiştir.
Düşünceler ve onlara ait
kavramlar arasındaki gerçek ilişkiyi bu şekilde tersine çevirmesi, Hegel’in
düşünceler ve doğa arasındaki gerçek ilişkiyi tersine çevirmesine de izin verir
– doğanın, mutlak olana içkin serpilme eylemini etkilemesi imkânsız hale
gelmiştir. Maddi dünya için, insanların düşüncelerinin dışsallaştırılması ve
kutsallıklarının zedelenmesi dışında geriye bir şey kalmamıştır. Düşüncelerin
maddeyi yarattığını hiçbir yerde açıkça söylememesine rağmen (bu konuyla ilgili
oldukça kafa karışıklığı vardır), gerçek gelişmelerin düşünce alanında olup
bitenleri takip ettiğini ve yansıttığını göstererek Hegel’in verdiği genel
izlenim budur. Marx, “gerçeği, kendini-düzenleyen, kendini-anlayan ve
kendiliğinden işleyen düşüncenin bir sonucu olarak” anladığını söyleyerek,
Hegel’in yaptığı hatanın yerini tam olarak saptar. Hegel’in düşüncelere ve
onlara ait kavramlara yüklediği role karşı olup onun ilişkisel görüşlerini
kabul etmek bir çelişki yaratmaz. Marx’ın, Hegel eleştirisinin büyük kısmını
benimsediği Feuerbach tam da bunu yapar. Ve Marx’ın, Hegel’in yazdığı birçok
şeyi eleştirirken, ilişkisel anlayışı karşısında suskun kalması, bu yorum
lehine yapılan anlamlı bir konuşmadır aslında.
Marx’ın felsefi isyanı,
düşüncelerin bağımsız geliştiği fikrini reddetmesiyle başladı; gerçi bunu
bağımsızca reddeden ilk kişi de değildi. Bu reddediş, Marx’ı araştırmaya itti
ve araştırmaları, toplumsal değişimin Hegel’in övündüğü düşünce tarihini
genelde öncelediğini gösterdi. Marx, hem düşünceleri hem de gerçek dünyayı
anlamak için yakından incelenmesi gereken olgunun, Hegel’in bütün ikna edici
tezlerinin arka planına attığı, işte bu “maddi” ilişkiler olduğu sonucuna
vardı. Yeteri kadar farkına varılmamıştır ama Marx toplumsal faktörlere vurgu
yaparken, başlangıçta bu faktörlere yüklediği geniş içsel ilişkiler
felsefesinden vazgeçmez. Yeni ilgi alanları ve bir o kadar da incelemenin
ortaya çıkardığı gerçek bağlar, kimi yeni kavramların kullanılmasını doğal
olarak gerektirebilir; ancak bu yeni kavramlar da ilişkisel şema içine
alınmışlardır.
Bir faktörün sisteme dair
bir özelliği söz konusu olduğu zaman Marx’ın genelde Hegel’in terminolojisine
sadık kalması pek dikkate değer bir durum sayılmaz. Örneğin, “özdeşlik”,
“soyut”, “öz”, “somut” kavramlarının her biri Hegel tarafından olduğu gibi Marx
tarafından da, bütünün bir yönünü parçada göstermek için, mantıksal değil ontolojik
bir ilişkiye göndermede bulunmak üzere kullanılmışlardır. Marx’ın hem erken hem
de geç dönem yazılarında bol bol kullandığı bu terimlere, tutarlı başka bir
yorum getirmek de mümkün değildir. Benzer biçimde, önceleri, her iki düşünürün
anlam meselesine yaklaşımlarının alışılmadık olduğu yönündeki atıflar,
paylaştıkları ilişkisel anlayışın zorunlu bir sonucudur.
Marx’ın, düşüncelerin
bağımsız olarak geliştiğini reddetmesinin önemli etkilerinden biri şudur:
Mutlak İdea formunda, tikel anlatımların kaynağı olarak Hegel’e hizmet eden
bütünlük kavramı, temsil ettiği sistemde artık önemli bir rol oynamaz. Bütünlük
kavramı, her bir ilişkide ifade edilen, bütün ilişkilerin toplamı olarak kalır
ama ayrı bir kavram olarak herhangi bir ilişkinin açıklanmasına yardım etmez.
Gerçek dünya fazlasıyla karmaşıktır, detayları açısından fazla dağınık ve
belirsizdir. Bu nedenle bütünlük kavramı, gerçek dünya içinde meydana gelen
herhangi bir olayı açıklamada yardımcı olamaz. Bunun bir sonucu şudur: Hegel
bütünü kavrama çabasıyla geniş bir çeşitliliğe sahip terimler (“Mutlak İdea”,
“Tin”, “Tanrı”, “Evrensel”, “Hakikat”) sunarken, Marx bize “bütün” için böyle
terimler önermez (“tarih”i bu bakış açısından değerlendirmezsek tabii).
Muhtemeldir ki bu fark, Marx’ın içsel ilişkiler felsefesini benimsemediğine
dair kanının oluşmasından en azından kısmen sorumludur. Ancak, bu felsefeye
temel niteliğini veren şey, parçalar (hangileri olursa olsun) arasındaki bağın
içsel doğasıdır; bütünün bir bütün olarak bu bağın açıklanmasındaki işlevi değil.
İçsel ilişkiler geleneğini takip eden Spinoza ve Hegel gibi bazı düşünürler
toplam olarak ele aldıkları varlıklarla oldukça yoğun bir şekilde ilgilenirken,
Leibniz ve Marx gibileri ise bütüne pek ilgi göstermemişlerdir.
Doğaldır ki, Marx’ın
“maddeci” içsel ilişkiler felsefesine gömülü olan değişim ve gelişim
kavramları, Hegel’in felsefesindeki karşılıklarından önemli derecede
farklılaşırlar. Hegel’in tarihin nihai getirisi olarak öngördüğü uzlaşma,
kendinin bilincine varan Dünya Tini’ydi. Bu bağlamda gelişme, gelişen şeyin
daha üst düşünsel formunun kendi kendini keşfi olabilirdi. Böylelikle Hegel’de
bireyin kendisi edilgen bir varlığa indirgenir; bireyin düşünceleri, tam
anlamıyla Dünya Tini’ne ait olan “anlak” tan (İng. “understanding”) pay aldığı
ölçüde birey de etkinleşir.
Marx’tan önce Bruno
Bauer’in öncülük ettiği Genç Hegelciler Okulu, özne olarak Dünya Tini’nin
yerine insanı koydu. Bu grubun ilk çalışmalarında uzlaşma, çok net olmasa da,
devrimci faaliyet olarak anlaşıldı. Radikal hareketin başarısızlığıyla düş
kırıklığına uğrayan grup üyeleri, 1843 itibariyle daha fazla tanınmalarını
sağlayan “Eleştirel Eleştiri” duruşunu benimsediler ve uzlaşmanın, insanların
dünyayı anlamasıyla; “doğru yorumlamayla” sağlanacağını savundular. Berlin’deki
öğrencilik günlerinde Bauer’in yakın arkadaşı olan Marx, Genç Hegelcilerin
insanla ilgili ilk görüşlerini geliştirdi: Eğer özne insan ise, insanın
kendisini dünya ile uzlaştırması demek, onu aktif bir şekilde değiştirmesi
demektir ki böylece dünya, insanın (fiili ya da potansiyel) nesnesi olarak
düşünülür. Böylece değişim, insanın kendi varoluşunu dönüştürme işi olur.
Birey, Hegel’de olduğu gibi gelişmenin edilgen bir gözlemcisi değil; gündelik
yaşama gelişme getiren öznedir artık.
Bu kısa özetten bile
açıkça görülebilir ki Marx’ın Hegelci geçmişi, basit nitelemelere izin
vermeyecek derecede karmaşıktır. Lenin’in 1914’te defterine şunları yazarken
fark ettiği üzere Hegel, Marx için önemini hiçbir zaman kaybetmedi: “Hegel’in
Mantık’ının tümünü iyice inceleyip anlamadan Marx’ın Kapital’ini, özellikle de
ilk bölümlerini, bütünüyle anlamak mümkün değildir. Sonuç itibariyle de, yarım
yüzyıl sonra hiçbir Marksist Marx’ı anlamamıştır.” Marx’ın Hegel’den kopuşunun
1842, 1844 ya da 1848’de yaşandığını savunanlara yanıtım, böyle bir kopuşun
olmadığıdır. Bu yanıt, Marx’ın Hegelci olduğunu söyleyen eleştirmenlerin
arasına katılacağım anlamına gelmez; kaldı ki Hegelcilik idealist eğilimleri,
hareketlerin önceden bilinebileceğine dair inancı ve metafizik bir tutumu çağrıştırır.
Bana göre, [Marx Hegelci mi, değil mi?] biçiminde önümüze konan iki şıklı
seçim, gerçeği yansıtmaz. Eğer “kuram”dan anladığımız (ki bunu anlamamız
gerektiğini düşünüyorum) tikel olay ve olguların genel terimlerle açıklanması ise,
Marx’ın, ta üniversite günlerinden başlayarak hayatının herhangi bir döneminde,
Dünya Tini’ne ya da genel olarak idea’lara kesinlikle onaylamadığı bir rol
atfeden Hegel’in herhangi bir kuramını kabul ettiğini söyleyemeyiz. Ancak,
bütün inceleme konularını ele aldığı biçime dair epistemolojik tercihi
düşünüldüğünde Marx, Hegel’den miras aldığı ilişkisel anlayış konusunda hiçbir
tereddüde düşmemiştir.
O zaman, konuyla ilgili
neredeyse bütün yazarların değindiği, Marx’ın Hegel’den uzaklaşması ne anlama
geliyor? Marx’ın her zaman reddettiği Hegel’in somut kuramlarını ve Marx’ın her
zaman kabullendiği içsel ilişkiler felsefesini değerlendirme dışı bırakırsak bu
uzaklaşma, Marx’ın Hegel’den aldığı ve kendisinin yeni geliştirdiği kavramların
anlamıyla ilgili olabilir. İlgisini gerçek dünyaya kaydırarak Marx, Hegel’den
aldığı kavramları idealist içeriklerinden temizlerken onlara yeni anlamlar da
aşılamıştır. Ancak bu büyük değişim bir anda gerçekleşmedi; üzerinde
çalışılması gerekiyordu. Bu nedenle de zaman aldı.
Benzer şekilde, temel ilgi
alanını felsefeden siyasete ve oradan da iktisada kaydırdıkça, Marx’ın ortaya
çıkardığı bilgi ve bağlantılar, bu aynı kavramların ilettiği anlamların birer
parçası (ve bazen de ana parçaları) oldular. Marx’ın kavramlarının anlamı,
araştırma sırasında genişler ve dahası, özgül anlamları, mercek altındaki
sorunun içeriği tarafından belirlenir; bu kadarını daha önce söyledik. Ancak
Marx’ın araştırması hiç sonlanmadı; gerçek olaylar ve bu olayların
araştırılması sonucunda devamlı yeni sorunlar ortaya çıkıyordu. Bu nedenle
Marx’ın Hegel’e karşı büyüyen yabancılaşmasını en iyi görebileceğimiz yer,
kavramlarının gelişen anlamlarıdır (ki Hegel’in sistemine karşı çıkan, ancak bu
sistemin ilişkisel özelliğine hiç dokunmayan da yine Marx’ın kavramlarıdır).
Marx’ın henüz bir öğrenciyken Hegel’i okuması ve ilk tereddütlerini kayda
geçirmesiyle başlayan bu evrimin niteliği, “kopuş”tan ve hatta “evreler” ve
“dönemler”den bahsedildiğinde ciddi şekilde zedelenir.
III
Marx, içsel ilişkiler
felsefesine kattığı maddeci içeriğin doğurduğu özel sorunlarla hiçbir zaman
ilgilenmedi. Şüphesiz ki bu, Hegel üzerine yapmak istediği çalışmanın bir
parçası olacaktı ancak toplumsal ve ekonomik çalışmalarının ve de siyasi
faaliyetlerinin acil gereksinimleri buna başlamasına asla izin vermedi.
İlişkisel bakış açısını verimli bir şekilde kullanabildiği sürece, o da bu
ilişkinin detaylandırılması ve savunulmasına pek öncelik vermedi. Bu işi
Engels, özellikle de fizik bilimleri üzerine olan yazılarında bir ölçüde yaptı;
ancak konuyu daha doğrudan ele alan kişi, deri işçisi Joseph Dietzgen’dir.
Marx, Dietzgen’i Birinci Enternasyonal’in Lahey Kongresi’ne tanıtırken “İşte
bizim filozofumuz” demiştir. Engels’in onunla ilgili daha da hararetli
övgülerine rağmen Dietzgen’in çalışmaları, özellikle komünist olmayan ülkelerde
fazla tanınmaz. Ancak Dietzgen’in görüşleri, Marx’ın görüşleri için gerekli bir
tamamlayıcıdır. Bu iki düşünür arasındaki ilişkiyi Anton Pannekoek açık bir
şekilde gösterir. Pannekoek’e göre Marx “düşüncelerin, kendilerini çevreleyen
dünya tarafından nasıl üretildiğini açıklarken”, Dietzgen de “dış dünyaya ait
izlenimlerin nasıl düşüncelere dönüştüğünü” gösterir.
Bir düşünürün
söylediklerini bir diğer düşünürün yorumunu desteklemek için kullanmanın
tehlikelerinin farkında olduğumdan, açıklamalarımı, Dietzgen’in çalışmalarını
överken Marx’ın gözden kaçırmış olamayacağı yönlerle sınırlıyorum. Hegel gibi
Dietzgen de, herhangi bir şeyin varlığının nitelikleri aracılığıyla görüldüğünü
onaylar. Bu nitelikler, o şeyin diğer şeylerle kurduğu ilişkilerdir. Bu
nedenle, “bağlamsal ilişkilerinden koparılıp alınan herhangi bir şey, varlığını
devam ettiremez” deniyor. Benzer şekilde Dietzgen de neredeyse Hegel’in
kullandığı kelimelerin aynısıyla “Evrensel olan hakikattir” diyor. Bu sözün
anlamı şudur: Bir şeye ait bütüncül hakikat, (içsel ilişkileri nedeniyle) bütün
her şeye ait olan hakikati içerir. Ancak, bu temellerden başlayarak, her bir
parçanın içindeki bütünü araştırmaya doğru ilerleyen Hegel’in ve de Marx’ın
tersine Dietzgen’in araştırması, ilk aşamada bu parçaların nasıl kurulduğunu
anlamaya yönelir. Dietzgen, Hegel’in ve Marx’ın yaklaşımlarında, bütünün hangi
birimlerinin bütünün parçaları olarak ele alınacağına karar verme sorununun
çoktan çözüldüğünü savunur. Yine de, bu anlayışın belirttiği birliğin,
içerisinde bu birliğin farkına varıldığı söylenen ayrışmış yapıların varlığına
engel olup olmadığı haklı olarak sorulabilir. Bu aslında, parçalara ayırma
(İng. “individuation”) sorunudur ve içsel ilişkiler felsefesi kapsamındaki tüm
yorumların sallantıdaki yönünü oluşturur.
Dietzgen’in bu sorunun
çözümü için yaptığı katkı, parçalara ayırırken nelerin ortaya çıkabileceğine ve
nelerin ortaya çıktığına dair söyledikleridir. “Herhangi bir pratik birimi,
soyut anlayışımız dışında, nerede bulabiliriz? Maddeyi meydana getiren şey iki
yarım, dört dörtte bir, sekiz sekizde bir, ya da sonsuz sayıdaki ayrık parçadır
ve akıl, bu maddeyi kullanarak matematiksel birimler oluşturur. Bu kitap,
kitabın sayfaları, bölümleri ya da harfleri… Bunlar birer birim midir?
Parçalara ayırmaya nereden başlamalı ve nerede durmalıyım?” diye sorar.
Dietzgen bu soruyu şöyle yanıtlıyor: Gerçek dünya, duyularımızla
algılayabileceğimiz sonsuz sayıdaki nitelikten oluşur. Bu niteliklerin
karşılıklı bağımlılığı onları tek bir bütün yapar. Eğer ilişkisel anlayışı
toplumsal faktörlere ve daha sonra da şeylere uygulamaya başlarsak, bu
anlayışın nitelikler için de uygun olduğunu görürüz. Nitelikleri ilintilendirme
süreci, tekil nitelik ve bütün arasındaki herhangi bir noktada
durdurulabileceği için, bütünü “şeyler” denilen farklı parçalara ayırmanın
sonsuz yöntemi vardır. Sonuç olarak, burada bir “şey” olarak ortaya çıkan,
başka bir yerde, başka bir “şeyin” bir “niteliği” olarak ele alınabilir. Bütün
nitelikler bir şey ve bütün şeyler de bir nitelik olarak düşünülebilir; her şey
çizgiyi nerede çizdiğinize bağlıdır. Sanırım, parçalara ayırırken nelerin
ortaya çıkabileceğine dair bu kadarı yeterli olmuştur.
Gerçekte olan ise şudur:
Duyularımıza sunulan “biçimsiz çeşitlilik” arasından belirli bir büyüklük ve
türde birimler inşa etmek, insan aklının işidir. Dietzgen’in anlatımıyla, duyumsadığımız
dünyanın “mutlak olarak görece ve geçici formları, genel ve benzer niteliklerin
soyutlanması yoluyla beynimize ham madde sağlar; amaçlanan, [bu formları]
bilincimiz için sistematikleştirmek, sınıflandırmak ya da düzene sokmaktır.”
Dünyanın duyularımıza göründüğü formlar “görece” ve “geçicidir” ama bu
formların taşıdıkları söylenen “benzer nitelikler”, onlardan genelleştirmeler yapabilmemizi
sağlar. Yine, “aklın dünyasının” “maddesini, ilkesini, kanıtlarını,
başlangıcını ve sınırlarını, duyumsanan gerçeklikte” bulduğunu öğreniyoruz. Bu
gerçeklikte, benzer nitelikler tek bir kavram ortaya çıkarır; zira aslında
aynılardır. Kavramların; özellikle de fiziksel nesnelere gönderme yapan
kavramların kullanımındaki yaygın uzlaşmanın altında yatan da bu durumdur.
Ancak bu benzer niteliklere bir kavram atfettiğimiz zamandır ki bu nitelikler
ayrı bir varlık olurlar ve içinde yer aldıkları sayısız bağlantıdan ayrı
düşünülebilirler.
Bu nedenle Dietzgen’e göre
bütün, kimi standart parçalarla açığa çıkar (bu parçalarda kimi düşünürler
bütünün ilişkilerini yeniden kurmayı denemişlerdir); çünkü insanların
kavramlaştırma yoluyla bütünü gerçekte bölümlendirdikleri parçalar bunlardır.
Böylece parçaları kimliklendirmeye dair kuramsal alanda ortaya çıkan sorun,
insanların gündelik yaşamında başarıyla çözülmüş olur. İnsanlar, birbirine
bağlı bir bütünün parçalarını kimliklendirerek ne yaptıklarını bilmezler. Bu
durum ise tabii başka bir sorun yaratır; ancak Dietzgen bu sorunla ilgilenmez.
Dietzgen şu noktanın altını çizmekle yetinir: Dünyaya tikel şeyler veren,
duyumsanan gerçek maddelerle çalışan insanların kavramsallaştırma faaliyetidir
ve o aynı insanlar dünyaya bakıp bu tikel şeyleri görürler. Öğreniyoruz ki,
akıl bile, gerçek düşünme deneyimlerinden, kimi ortak niteliklerin
soyutlanmasıyla doğar; bu düşünce ve deneyimler onları “akıl” olarak
düşündüğümüzde ayrı bir şey olur.
Parçaları kimliklendirme
sorununa Dietzgen’in verdiği pratik cevap, içsel ilişkiler felsefesi içerisinde
yapıların nasıl var olabileceğini gösterir ki Althusser bunun imkânsız olduğunu
ilan etmişti. Ancak parçaları kimliklendirme keyfi bir hareket olmadığına ve
doğanın kendisinde var olan yaygın benzerlikler tarafından yönetildiğine göre,
bu doğal benzerlikler ve kavramlarımızın ilettiği yapılar arasında zorunlu (ama
belirgin olmayan) bir bağıntı var demektir. İçsel ilişkiler felsefesine
dayansın ya da dayanmasın, herhangi bir kavramsal şemanın bize gerçek dünya
hakkında bir şeyler öğretme yolu işte budur (birçoklarının bu yöndeki ısrarına
rağmen, ne yazık ki bu yol bütün kavramsal şemalarda ortak olan unsurların
ötesinde zorlanamaz). Marx’ın da kapitalizmi çalışırken kimi toplumsal ilişkilerin
daha önemli olduğunu vurgulaması, her bir parçanın, diğer parçalara olan
bağımlılığını ilişkisel olarak kendi içinde barındırdığı anlayışıyla
çelişmemektedir. Kimi bağlara öncelik verilmesi ya da (kimi sebeplerden ötürü)
bu bağların bir yapı oluşturduklarının düşünülmesi, gerçek benzerliklere
dayanan parçaları kimliklendirme (kavramlaştırma) eyleminden daha fazla
şaşırtıcı değildir.
Dietzgen’in Marx’a
sağladığı en önemli katkı, dış dünyanın gerçekliğini kabul etmek ile (bu aynı
zamanda duyusal algının genel güvenilirliğini kabul etmeyi de kapsar), insan
düşüncesinin kavramlaştırma faaliyeti arasında ilişkisel bakış çerçevesinde
kurulan doğru bir dengenin, dünyayı kavramamızı sağlayan kesin formlardan
sorumlu olduğunu göstermesidir. Marx’ın Dietzgen’e verdiği destek ve kendisinin
yeni toplumsal birimleri kavramlaştırırken sergilediği pratik, bu dengeyi kabul
ettiğini açıkça gösterir. Ancak Marx idealist muhaliflerini eleştirirken bu
dengenin birinci bölümüne vurgu yapar ve ikinci bölümü geliştirmeyi ihmal eder.
Bu durum epistemolojisini, bir çeşit “naif gerçekçilik” tarzında yorumlayan
yanlış anlamalara açık kapı bırakır. Yukarıda gördüğümüz gibi Marx’ın
kavramlarını anlamada gündelik dil ölçütlerinin yaygın ve hatalı olarak
kullanılmasının ardında yatan da yine bu yanlış yorumdur.
IV
Bu çalışmada şu ana kadar
izlediğim akıl yürütmenin doğrultusu şöyle özetlenebilir: Marx ya söylüyor
göründüğü şeyi (sağduyunun ve gündelik dilin, Marx’ın söylediğinde kuvvetle
ısrar ettiği şeyi) kastediyor, ya da söylüyor göründüğü şeyi kastetmiyor. Eğer
söylüyor göründüğü şeyi kastediyorsa, kuramlarının fundamentalizm olarak
yorumlanması kaçınılmazdır ve Marx, tarihin ve iktisadi hayatın basit
gerçeklerini yalnızca gülünç şekilde abarttığı için değil aynı zamanda bunları
toptan göz ardı ettiği için de suçludur. Dahası, sıklıkla baştan aşağı anlamsız
cümleler yazmıştır ve herhangi somut bir durumu betimlerken kendi kuramlarından
uzak duracak kadar da kafası çalışır! Bu bağlamda, kimi kaba Marksistlerin
ustalarını savunmak amacıyla bu “fundamentalist” yorumu kabul etme
girişimlerinin elle tutulacak bir yönü olmadığını da belirtmek isterim.
Eğer Marx, aynı terimleri
kullanmasına rağmen gündelik dildekilere karşılık gelenleri kastetmemişse, o
zaman sadece alternatif bir yorum değil; aynı zamanda bu yorum için sağduyudan
başka bir ortak temel önerme yükümlülüğü de bu iddiayı savunanlara düşer.
Marksizm’de kelimelerin sıra dışı anlamlara (bu kelimelerin anlamlarına bizim
nasıl yaklaştığımızdan bağımsız olarak) sahip olduklarını savunmak, Marx’ın bu
kelimeleri bu tarzda nasıl kullanabildiği gösterilmezse, tek başına oldukça
yetersiz kalır. Marx’ın kelimeleri bu tarzda nasıl kullanabildiğini gösterme
görevini yerine getirirken, onun uygulamada kavramları nasıl kullandığından
başlayıp; kavramlara nasıl baktığına, kavramları nasıl toplumsal bileşenler
olarak gördüğüne, toplumsal bileşenleri İlişkiler olarak nasıl ele aldığına,
İlişkileri kavramların anlamı olarak nasıl kullandığına ve en nihayetinde de bu
eylemlerin zorunlu çerçevesi olarak iş gören içsel ilişkiler felsefesine olan
inancına doğru bir çizgi izledim.
Bir yandan Marx’ı içsel
ilişkiler geleneğinin içine yerleştirdim; bir yandan da Spinoza, Leibniz, Hegel
ve Marx gibi düşünürlerin paylaştığı ilişkisel anlayışın, üzerinde yeteri kadar
düşünmeden bir çırpıda reddedilemeyeceğini göstermeye çalıştım. Ancak, bu
felsefenin savunulabileceğini düşünmek, onu savunmakla aynı şey değil. Bu
önemli bir ayrımdır ve bu görüşün eleştirileriyle ilgili Ek’e geldiklerinde,
okuyucuların bu ayrımı göz önünde bulundurmalarını tavsiye ediyorum. Bense
burada, Marx’ın bazı kuramlarında ilişkisel anlayışın oynadığı rolü
inceledikten sonra bu felsefenin bir değerlendirmesini sunmaya çalıştım.
Kaynak: Yabancılaşma-Marx’ın
Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, çev. Ayşegül Kars
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.