Mahmut Boyuneğmez
Bilimsel Yeni Verilerin
Işığında Diyalektik Materyalizm
adlı kitaptan yeni haberim oldu. İsmini okuduğumda heyecan duydum. Çünkü 20. yüzyıldaki
bilimsel ilerlemelerin sunduğu zemin üzerinde yeni kavramlaştırmalar, yeni
soyutlamalar yapılmış olmalıydı. Fakat kitabı okuduğumda durumun
böyle olmadığını gördüm. Kitapta ağırlıkla diyalektik materyalizmin ışığında
bazı bilimsel konular ele alınmıştı. Hatta bazı bilimsel konular hemen
neredeyse hiçbir felsefi yorum yapılmadan, sadece aktarılmıştı. Yeri
geldiğindeyse diyalektik materyalizme dair örnekler verilmişti…
Kitabın içerisindeki başlıkları tek tek değerlendirmek istemiyorum. Bilimsel bilgilerin, yazıların ağırlıklı kısmını oluşturduğu başlıkları, ayrıntılarıyla değerlendirmek gerekmiyor. Çünkü bunlar felsefenin değil, bilimsel literatürün kapsamında kalıyor. Ancak ilk yazı diyalektik materyalizm konusunda genel bir çerçeve çiziyor ve bu yazının değerlendirilmesi gerekiyor.
Tarih
İçinde Diyalektik Materyalizm-Erhan Nalçacı
“İnsanlığın
en uzun geçmişini oluşturan ilk sınıfsız toplumlarda felsefe, bilim, teknik,
ideoloji, eğitim, sağlık gibi bağımsız kategorilerin olmadığı düşünülüyor.
Ancak daha önemlisi iki milyon yıla yayılan bu dönemde bir artı ürün üretimi
olmadığı için toplumun sömürüye dayanmaması ve çıkarları çatışan gruplara yer
olmamasıydı.” (s. 15)
“Bağımsız
kategoriler”den ne kastedildiğini tam olarak anlamış değilim, fakat ilkel
topluluklarda, gelişmemiş de olsa bilim, eğitim, sağlık, teknik, ideoloji gibi
pratikler ve düşünsel üretimler vardı. Örneğin ilkel topluluklarda hangi
otların, hangi hastalık durumlarına iyi geldiği deneyimler üzerinden
biliniyordu ve kuşaktan kuşağa eğitimle aktarılıyordu. Aşölyen, Oldowan kültür
gibi tekniklerin bu dönemde var olduğunu da biliyoruz. Daha sonraları, animizmin,
totemizmin, şamanizmin ve bunların yanı sıra basit bilimsel/realist
düşüncelerin, ilkel eşitlikçi toplulukların ideolojik dünyalarının bir bölümünü
oluşturduğu da söylenmelidir. İlkel sınıfsız toplulukların, yaklaşık “iki
milyon yıl” süren bir dönem boyunca “takım”lar oluşturdukları, ancak bu
grupların “toplum” sayılamayacaklarını düşünüyorum. Günümüzde halen varlığını
sürdüren eşitlikçi toplulukların da,
gelişkin toplumsal ilişkilere sahip olmadığını biliyoruz. Homo
sapiens’in eşitlikçi topluluklarının ortaya çıkışıysa, Neandertalleri de
katarsak, en fazla 250 bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Yani insanın “ilk sınıfsız topluluklarının”
varlığını, iki milyon yıl öncesinden başlatmak yanlıştır.
“Aslında
kendi içinde farklı üretim tarzları barındıran ama eşitlikçi yapısı nedeniyle
‘ilkel komünal toplum’ olarak adlandırılan bu toplumsal formasyonun
‘kendiliğinden materyalist’ olduğunu söyleyebiliriz.” (s. 15)
Kanımca
söyleyemeyiz. Çünkü tarih boyunca her toplumda olduğu gibi günümüzde de,
insanlar somut pratikleri olmadığında, üretmediklerinde, barınak
yapmadıklarında, açlığını gidermek için adım atmadıklarında vb.
yaşayamayacağını bilir. Bu anlamıyla “kendiliğinden materyalist”/realist
düşüncelere sahip olunmadan, günlük yaşamı devam ettirmek mümkün değildir. Fakat
ilkel eşitlikçi topluluklardaki animizm, totemizm, Şamanizm gibi metafizik
düşünceleri göz önüne aldığımızda, bu inançların kapsamındaki düşüncelerin
sınanabilir olmadığı ve gerçekliği dönüştürücü bir işleve de sahip olmadığı
kavranmalıdır. Bu ideolojiler “felsefeyi içeriyor” denebilir, fakat “bilimi
içerdiği” (s. 15) düşüncesi yanlıştır. “Buradaki varsayımlar (…) sınanmaya ve
değişime açıktı.” (s. 15). Oysa bu metafizik düşüncelerin içeriği sınamaya açık
değildir; elbette zaman içerisinde kişiler arası ilişkiler geliştikçe, metafizik
düşünceler de değişim geçireceklerdir. İlkel eşitlikçi topluluklarda hangi
“üretim tarzları” olduğunu ise ben bilmiyorum. Belki yazar, avcılık,
toplayıcılık (kanımca, araçlar kullanıldığından ve az miktarda da olsa hammaddeler işlendiğinden, bunlar "üretim"dir), yabanıl tahılların devşirilmesi, köy tarımı, göçebe-çobanlık gibi üretim çeşitlerini birer “üretim tarzı” sayıyor olabilir.
Fakat alışılmış anlamıyla üretim tarzını bu şekilde değerlendirmiyoruz.
“Artı
ürüne el koyan sınıf kendi eşitsiz durumunu meşrulaştırmak üzere
inançları/varsayımları mutlaklaştırdı.” (s. 15) Kanımca, metafizik inançların
temel ilkeleri/kavramları değişmiyor, fakat bu kavramların anlamı, ilkelerin
yorumlanış biçimi tarih boyunca değişimlere uğruyor.
“Bir
yandan emekçi sınıfların kendiliğinden materyalizmi sürecek, diğer yandan
idealizm din şeklinde emekçi yığınlara enjekte edilecekti.
İdealizm
egemen sınıfın örgütlediği bir araç olarak emekçi sınıfların aklına saldırdı.”
(s. 16)
İdealist
felsefelerin, egemen sınıfların dünya görüşüne katıldığı söylenebilir. Burada
ise “idealizm” ile din kastediliyor. Bunu anladım. Fakat dinin emekçi sınıflara
“enjekte edilmesi”, onların “aklına saldırması”, kanımca çok kaba ifadeler.
Şöyle ki; emekçi sınıflar basit bilimsel/materyalist fikirleri de, din formunu
alacak düşünceleri ve davranış kalıplarını da, yaşamlarında üretir ve yeniden
üretirler. Bunlar büyük oranda onlara
dışarıdan “enjekte edilmez”. Yazar, dinlerin, nesnel ve öznel idealizmi
kapsadığını da belirtiyor (s. 16). Oysa dinlerde, nesnel idealizm ilkesel
olarak bulunursa da, öznel idealizm fikrini barındıran bir din türü olduğunu,
ben bilmiyorum.
“Hegel’de
madde değil, düşünce kendi içinde çelişkiler yaşamakta, bu çelişkiler nicel
değişimlere yol açmakta ve sonra nitel dönüşüm gerçekleşmekte ve bu düşünceye
ait süreçler maddeye yansımaktadır.” (s. 18)
Açık
yazayım; bu yazılanların Hegel’in felsefesiyle bir ilişkisi yok. Başka bir
ifadeyle, Hegel’in felsefi sisteminde, böylesi karikatürize bir “değişim
dinamiği” bulunmuyor. Aziz Yardımlı’nın Hegel’in eserlerini berbat bir
Türkçeyle çevirmesi, onları okuma zorluğunun objektif yönünü oluşturuyor. Fakat
Hegel’in düşüncelerinden bahsetmeden önce, çoğu kez onu okuma zahmetine de
girilmiyor.
“(İşçi
sınıfı-MB) aynı zamanda öznel idealizmin bir türü olan pozitivizmi ve nesnel idealizmin
türevi olan Hegel’in diyalektiğini ve Feuerbach’ın tarihselci olmayan
metafiziğini eleştirerek diyalektik materyalizme dayalı aydınlanmayı mücadele
araçlarına ekledi.” (s. 18-9)
Birincisi;
pozitivizm, “öznel idealizmin bir türü” değildir. İkincisi; Hegel’in
diyalektiği, nesnel idealizmin “türevi” değildir. Marx, Hegel’in akıl yürütme
yolunu eleştirir. Üçüncüsü; Feuerbach’ın felsefesine “metafizik” demek
haksızlıktır. O, bir materyalisttir. Yazar, düştüğü bir dipnotta yine
yanılıyor: “Ancak değişim içermeyen toplum anlayışı Marx ve Engels tarafından
metafizik bulunarak ağır bir şekilde eleştirilmiştir.” (s19). Oysa Feuerbach’ın
bir “toplum anlayışı” yoktur, bırakın değişim içermemesini… Marx ve Engels,
Feuerbach’ın materyalist felsefesini “metafizik” olarak değerlendirmezler.
Yazar,
SSCB’de diyalektik materyalizmin, “yığınların siyasi hareketinde bir eylem
kılavuzuna dönüş(tüğünü)” (s. 19) belirtiyor. Kanımca, spesifik bazı politik
görüşlerle, spesifik bazı felsefi ideolojiler arasında bir uyum ve tümlenme
vardır. Örneğin diyalektik ve tarihsel materyalizmle komünizm arasında,
ampirizm ile liberalizm arasında, sosyal-darwinizm ile faşizm arasında olduğu
gibi… Felsefi ideolojiler, dünya görüşlerine katılırlar. Fakat “siyasi
hareketlerin eylem kılavuzu” kanımca, politik ilkelerdir; felsefi görüşler
değildir.
Geldik
asıl konumuza… Diyalektik materyalizm nedir? Bu felsefenin “kategori ve
yasaları” nelerdir?...
Başlamadan
önce sorunlu bir ifadeyi aktarmak istiyorum: “İdealist felsefenin kafa
karıştırma niyetiyle yazılmış karmaşıklığına karşı (…)” (s. 20). Filozoflara
“kafa karıştırma niyeti” atfetmenin, bize yakışmadığını ve doğru da olmadığını
düşünüyorum. Örneğin Marx’ın kavramları “kendine özgü” kullanımı da, birçok
okur için “kafa karıştırıcı” olabiliyor. Vilfredo Pareto, “Marx’ın sözcükleri
yarasalar gibi; onlara bakan hem bir fare hem de bir kuş görebilir” diye
yazarken, bu durumu anlatıyordu (Pareto’dan aktaran Bertell Ollman, Yabancılaşma, Çeviren: Ayşegül Kars,
Yordam Kitap, 1. Baskı, 2008, s. 27). Marx’ın ya da başka bir düşünürün
fikirlerini anlamak için, elbette çaba sarf etmek ve ilişkili başka okumalar da
yapmak gerekiyor.
“(Diyalektik
materyalizm-MB) bütün bilimsel verilerin en genellenmiş tümevarımıyla elde
edilmiştir. Öte yandan tümdengelim yöntemiyle bilgi üreten büyük bir düşünme
aracıdır.” (s. 20). Diyalektik materyalizmin “kategorileri ve yasaları”,
bilimsel bilgilerin sunduğu zenginlikten soyutlanmıştır; burası doğru. Ancak bütün bilimsel verilerin, üst düzeyde genellenmesiyle elde edilecek bir teori
yoktur. Bilimsel araştırmaların bize sunduğu nesneler, olaylar, etkileşimler,
süreçler, süreçlerin yönleri, eğilimler, ilişkilere bakıp, bunlarda ortak
olarak yakalanan bazı örüntülerin ve kavramların soyutlanmasından bahsedilmelidir. Öte yandan, diyalektik
materyalist felsefe, “bilgi üretmez”; bilgi üretim süreçlerinde bilim
adamlarına ve herkese yardımcı olabilir.
Yazar,
komünizmin ileri evresinde de, bu felsefenin var olacağını ve gelişmeye devam
edeceğini belirtiyor (s. 20). Bu düşünceye katılıyorum. Gerçekten de,
diyalektik materyalizm, bilimsel teorilerdeki ilerlemelere koşut olarak
geliştirilmeye açıktır.
“(…)
madde bu kategori ve yasalarda ifade edilen şekilde hareket eder.” (s. 20).
Oysa madde/enerjinin farklı formları, bilimsel
yasalara göre hareket eder. Doğanın, toplumun ve bilincin çeşitli süreçlerinde
bulunan bazı özellikleri, bazı değişim örüntülerini, bazı etkileşim
biçimlerini, içsel ve dışsal ilişkileri soyutladığımız diyalektik teorinin,
bilimdeki gibi “yasa”ları olduğundan bahsetmek, kafa karıştırıcıdır ve kanımca,
uygun değildir. Herhangi bir felsefi teorinin, bilimin sahip olduğu türde
“yasaları” yoktur. Dolayısıyla, diyalektik teori olarak soyutlanan ve dünya
görüşümüze katılan bu unsurları, kategoriler/kavramlar ve örüntüler olarak
görme taraftarıyım. Bu kavramların ve değişim örüntülerinin, nesnel gerçeklikte
bir karşılıklarının olduğu, açık olsa gerektir. Çünkü bunlar gerçekliğin
taşıdığı zenginliğin çeşitli boyutlarının soyutlanmasıyla oluşturulan kavramlar
ve örüntülerdir.
Yazarın
sıraladığı ve örnekler vererek kısa açıklamalar yaptığı, diyalektik
materyalizmin “kategorileri” olarak adlandırılagelen kavramlar şunlar:
i.
Madde ve hareket, ii. Zaman ve mekan, iii. Öz ve fenomen, iv. İçerik ve biçim,
v. Tikel ve tümel, vi. Özel ve genel, vii. Neden ve sonuç, viii. Zorunluluk ve
rastgelelik, ix. Gerçek ve olanak, x. Hiyerarşi ve paralellik, xi. Süreklilik
ve kesintililik, xii. Eğilim ve salınım (s. 21-9).
Benim
bunlara eklenmesi gerektiğini düşündüğüm bazı kategori/kavramlarsa şunlar: 1)
Hareket ve denge, 2) Süreç ve taşıdığı yönler, 3) Süreçlerin bileşkesiyle
oluşan eğilimler, 4) İçsel ve dışsal ilişki, 5) Etkileşim ve etkileşim
biçimleri ile tepki, 6) Bütün ve parça, 7) Katmanlılık ve beliriş (emergence),
8) İlerleme, gelişim ve eşitsiz gelişim, 9) Kapalı ve açık sistemler, 10) "Belirlenim" ve refleksivite. Bunların
hepsini bu yazı kapsamında açmam mümkün değil; başka bir yazıda değerlendirmeyi
umut ediyorum…
Öncelikle
yazarın bu kategorileri açıklamasında uygun bulmadığım yanlara değinmek
istiyorum.
a)
“Madde sonsuzdan gelip sonsuza gidiyordu, farklı biçimlere dönüşebilir fakat
yaratılamaz veya yok edilemezdi.” (s. 21). Enerjinin korunumu yasasının, evren
ölçeğinde düşünülmesiyle böyle düşünmek, yani madde/enerjinin yoktan var
edilemez ve yok edilemez olduğunu düşünmek gerekiyor. Ancak kitabın ilerleyen
bölümlerinde de değinildiği gibi, Büyük Patlama Modeli’nin bu yasaya aykırılık
oluşturduğu biliniyor. Üstelik evrenimizin izole bir sistem olup olmadığı da
bilinmiyor. Başka evrenlerin var olup olmadığını ve bizim evrenimizle
aralarında madde/enerji transferi olup olmadığını da bilmiyoruz. Dolayısıyla,
bilimsel bulgularla uyumlu bir felsefi teori, “madde sonsuzdan gelip, sonsuza
gidiyor” ifadesini kesinleşmiş bir doğru olarak kabul edemez. Evrenimizin bir
başlangıç anı varsa bile, bu durum bir yaratıcının kabulünü gerektirmiyor.
Örneğin pekâlâ bu başlangıç anı, daha önceki bir evrenin “büzüşme” sürecinin
sonucu oluşmuş da olabilir. Sadece henüz bazı konuları yeterince bilmiyoruz.
b)
Yazar “öz ve fenomen” kategorisi başlığı altında Marx’ın “nesnelerin görünüş
biçimleriyle özleri doğrudan çakışsalardı, tüm bilim fazladan ve gereksiz
olurdu” cümlesinin, bu kategoriyi en iyi şekilde tanımladığını belirtiyor (s.
22). Marx’ın buradaki yaklaşımı değerli ve korunması gerekiyor. “Fenomen”
kavramını yazar, birçok yerde kullanıyor, fakat kanımca anlamına tam olarak vakıf
değil. Fenomen, diğer deyişle görüngü, olayları, olayların zincirleme akışını
anlatır. Görünüş, “fenomen” ile eş anlamlı değildir. Örneğin, “güneşin doğuşu
ve batışı” bir görünüştür; dünyanın kendi etrafında dönüşü fenomendir; bu
dönüşü yöneten hareket ve çekim yasaları, özdür. Ayrıca her öz, çelişki içermek
zorunda değildir. Oysa yazar şöyle yazıyor: “ Karşılaştığımız tüm olguların dış
görünüşlerinin altında onları diğer olgulardan ayırt eden esasları ve bu esasa
ilişkin temel çelişkileri bulunur.” (s. 22). Nitekim kendi verdiği bir örnekte “elementlerin
proton sayılarının değişmesiyle, onların başka bir elemente dönüştüğünü”
yazarak, burada proton sayısı olan “öz”de bir çelişkinin bulunmadığını da
anlatmış oluyor. Gerçekten gerçekliğin bu katmanında, özü tariflemek ya da
örnek üzerinden açıklamak kolay. Fakat yazar verdiği bir diğer örnekte, “iç
döllenme ve yeni doğanların emzirmeye dayalı uzun bakım dönem”lerinin olmasını,
bu özelliklerini, memeli hayvanların özü olarak yorumluyor (s. 22-3). Sürüngenler, bazı balıklar ve çoğu kuş, kloakal kopulasyon yoluyla iç döllenmeyle ürerler. Dolayısıyla iç döllenme, memelilere ait özsel bir özellik değildir. Yavrularını emzirmeyse, gerçekten memelilere özgü bir özelliktir. Kanımca,
illaki bir öz tanımlanacaksa, geçmiş evrimleşme süreçleriyle oluşmuş genetik
yapının ve hücre farklılaşması süreçlerinin, memeli hayvanların özsel
özelliklerini (dişilerde bulunan memeler, beyinlerindeki neokorteks, derilerindeki ter bezleri ve kıllar gibi) oluşturduğu söylenebilir. Verdiği başka bir örneğe bakalım:
“Kapitalizmi diğer sınıflı toplumlardan ayıran öz, ücretli emeğin sömürüsüdür.”
(s. 23) Bu örnekte, işçilerin harcadığı toplam emeğin karşılığının ücret olarak
veriliyor olduğu yönündeki görüntü, bir görünüştür. Fenomen, emek güçlerinin
emek harcayarak değer yaratması sürecidir. Öz ise, üretim sürecinde gizlenen,
emek gücünün, kendi değerinin üzerine bir de artık değer oluşturmasıyla
gerçekleşen sömürüdür.
c)
“İçerik ve biçim” kategorisi başlığı altında, yine fenomen kavramının sıkça
kullanıldığını görüyoruz. Oysa “fenomen” yerine, nesneler, olaylar, süreçler,
eğilimler hakkında içerik araştırması veya tanımlaması yapılabilir dense ve
bunların sahip olduğu özellikler biçimlerine de yansır diye yazılsa, daha
anlamlı olurdu. “(…) öz temel çelişkiyi
kapsarken, içerik çok sayıda olabilen yan çelişkilerle ilişkilidir.” (s. 23). Kanımca,
özlerin her durum ve koşulda temel çelişkiyi içerdiği; içeriğin de her zaman ve
durumda, diğer çelişkilerle ilişkili olması diye bir zorunluluk bulunmuyor.
d)
“Özel ve genel” kategorisi başlığı altında şöyle yazıyor: “Diyalektik
materyalizmin kategorileri yeni karşılaştığımız fenomenler için bilgi
üreticidir. Örneğin yeni keşfedilen bir biyolojik türün veya bir atom altı
parçacığın tikel örneklerinin (genel-MB) özellikler taşıyacağı öngörülebilir.”
(s. 24). Daha önce yazmıştım; felsefi kavramlarımız, bir bakış açısı olarak
bilgi üretim süreçlerinde yardımcı olabilir, fakat bilim adamları salt bu
kavramlarla işe koyulup, bilgi üretmezler.
e)”Neden
ve sonuç” kategorisi başlığı altında: “Nesnel idealizme göre bütün fenomenler
birbirinden bağımsız yaratıldığı için aralarında bir neden-sonuç ilişkisi
bulunmaz (…)” (s. 24). Oysa örneğin Hegel’in nesnel idealist felsefesinde,
“fenomenlerin” birbirinden bağımsız yaratıldığı varsayımı gibi bir durum yoktur
ve bu felsefi sistemde, “neden-sonuç ilişkileri” içerilmiştir.
“Örneğin,
Ekim Devrimi’nin esas nedeni biriken sınıfsal çelişkilerdir, ancak emperyalist
paylaşım savaşı çelişkileri derinleştirerek ve güç dengelerinin değişmesine
neden olarak devrime yol açmıştır.” (s. 25). “Sınıfsal çelişkilerin birikmesi”,
“çelişkilerin derinleşmesi” ifadeleri, Türkiye solunda sıkça kullanılan ancak
üzerinde yeterince düşünülmeyen ifadeler. Sosyalist bir devrimin temel nedeni,
kapitalist sınıf ile proletarya arasında bulunan iktidar ilişkisindeki değişim
nedeniyle, mevcut iktidarın yeniden üretilemediği ve alternatif iktidar
örgütünün ya da örgütlerinin güç kazandığı bir devrimci durumun/sürecin
oluşması olarak özetlenebilir. Emperyalist paylaşım savaşı, Şubat’tan Ekim’e
uzanan devrim sürecinin, katalizörü olarak işlev görmüş ve sürecin gerçekleşme
hızını artırmıştır.
f)
Yazarın başka bir kategori olarak sunduğu “hiyerarşi ve paralellik”
kavramlarına bakalım:
“Biyolojik
hareket kimyasal ve fiziksel hareketi içerir (…) toplumsal hareket biyolojik,
kimyasal ve fiziksel hareketleri kapsar. Öte yandan hareketler arasında
paralellik de söz konusudur. Toplumsal hareketin yanı sıra toplum tarafından
kapsanmamış çok farklı türlerde canlılar paralel olarak yaşamlarını
sürdürürler.” (s. 27)
Bize
göre, nesnel gerçeklik katmanlı olarak
yapılaşmıştır ve fakat bütünselliğe sahiptir. “Hiyerarşi” uygun bir adlandırma
değildir. Çünkü doğadaki ve toplumdaki katmanlar, hiyerarşik değildir. Bize
göre, toplumsal ilişkiler katmanı, belirmiştir (emergent). Canlılık katmanı da
öyle… Örneğin bölünerek çoğalma, evrimleşme gibi canlılarda görülen özellikler
fiziksel-kimyasal katmanda bulunmuyor. Bu özellikler belirmiştir. Örneğin atom altı parçacıklar katmanında geçerli olan
kuantum mekaniği, makroskopik ölçekli fiziksel katmanda ya da canlılar
katmanında geçerli değildir. Gerçekliğin katmanlı yapıda olduğunu, Roy Bhaskar
da işlemiştir (Bkz; Roy Bhaskar, Gerçekçi
Bilim Teorisi, Akılçelen Kitapları, 2018 ve Roy Bhaskar, Gerçekliği Geri Kazanmak, NotaBene
Yayınları, 2015). Fakat Bhaskar’ın katmanları, nedensel mekanizmaların sayısı
kadar çok sayıdadır. Bize göreyse, atom altı katmanı, kimyasal-fiziksel katman,
canlılık katmanı, toplumsal ilişkiler katmanı ve bilinç katmanı birbirinden
ayıt edilebilir durumdadır. “Beliriş”, kavramına ise Bhaskar’ın eserleri yanı
sıra, örneğin Lucien Sève, Belirmenin
Diyalektiği, Yeni Yüzyılda Diyalektik içinde, Yordam Kitap, 2011, s.123-39
ya da Ian Marshall&Danah Zohar, Kim
Korkar Schrödinger’in Kedisinden: A’dan Z’ye Yeni Bilimin Kılavuzu, s.116-8
adlı kitaplarda rastlanır. Burada, Vefa Saygın Öğütle’nin, H2O’nun,
biri yakıcı diğeri yanıcı iki gazın bileşimiyle, söndürücü bir sıvının
oluşumunu “beliriş” kavramını anlatmak için örnek olarak vermesinin uygun
olmadığını da belirtmeliyim. Bu örnekte sadece yeni bir nitelik ortaya
çıkmaktadır. Fakat suyun oluşumunu, kimyasal bağların oluşumuyla
açıklayabildiğimizden, burada beliren yeni mekanizmalar ve işleyiş tarzları
olmadığından, bir belirivermenin söz konusu olmadığını düşünüyorum.
g)
“Eğilim ve salınım” kategorisi hakkında yazar, şunu yazıyor: “Bu kategori nitelikçe
dönüşüm sonrası maddenin zaman içinde ileri-geri hareketini, devrim ve karşı
devrim arasındaki ilişkiyi tanımlar.” (s. 28)
Kanımca
süreçlerin, faklı bileşenleri
arasında etkileşimler bulunuyor. Bu etkileşimlerin sonucunda ileri ve geri karşıt
yönler oluşuyor. Süreçlerin toplamda
etkisiyse, eğilimleri oluşturuyor. Bu noktada, her yer ve zamanda saptanabilir
olduğunu iddia etmediğim, bir bütünü oluşturan çeşitli öğeler arasındaki bazı etkileşim türlerini sıralamak istiyorum:
i. Aditif/sumatif etki (additive effect): İki ya da daha fazla etkenin birlikte etkin olduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamı kadar bir sonuç üretmeleridir.
ii. Potansiyelizasyon (potentialization, potentiation): Bir etkenin işlevinin başka bir öğe tarafından güçlendirilmesi anlamına gelmektedir.
iii. Sinerjistik etki (sinergistic effect): Synergy (İng.) terimi, Yunanca “sinergos” kelimesinden köken alır ve anlamı “birlikte çalışmak/etkimek”tir. İki etken kombine etkinlikte bulunduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamından daha büyük, daha güçlü bir sonuç oluşur.
iv. Stimülasyon ve inhibisyon: İnhibisyon, bastırma/ezme, baskılama, durdurma ya da frenleme, etkisini sınırlama anlamlarına gelir. Stimülasyon ise tam tersidir.
v. Karşıtlık/çelişki: Bu kavramla, zıt anlamlı kavram çiftleri kastedilmemektedir. Bir sürecin karşıt ve birbirlerini bütünleyen yönleri, dinamik aktörlerin ya da kuvvetlerin döngüsellik ve bütünlük oluşturması anlatılmaktadır.
vi. Negatif geri-besleme (negative feed back): Bir ara ya da nihai sonuç, işleyiş üzerinde geri bildirimde bulunup, kararlı durumun, dengenin ya da homoestaz'ın oluşmasını sağlar.
vii. Pozitif geri-besleme (positive feed back): İşleyişin sonunda oluşan
sonuç, başlangıçtaki durumu güçlendirir. Ampilifikasyon oluşur. Kısır döngü
(fasit daire, vicious cycle)'dekine benzer fakat olumlu anlamda bir döngüsellik
gözlenir.
“Yasalara”
geldi sıra… Diyalektik materyalizmin “yasaları” olarak bilinen dört yasanın, “değişim
örüntüleri” olarak yorumlanması uygundur (Bkz; Bertell Ollman, Yabancılaşma, Yordam Kitap, 2008, s.
101-113). Bunlar: 1) Niceliğin niteliğe dönüşümü, 2) Karşıtların birliği ve
mücadelesi, 3) Çelişki yoluyla gelişme ve 4) Yadsımanın yadsınmasıdır. Yazar “çelişki
yoluyla gelişme” yasasını dikkate almamış ve yazıda bir başlık olarak yer
vermemişse de, çeşitli yerlerde çelişkilerden bahsetmektedir.
1)
Nicel birikimlerin nitel değişime dönüşmesi: Ollman’ın belirttiği gibi, bu “yasa”,
“değişimin bir türünü tanımlamak için, her zaman aydınlatıcı olmasa da, makul
bir yoldur” (Ollman, Yabancılaşma, s.
106). Engels’in Hegel'den aktardığı bir örnek olan suyun sıcaklığının artması ya da
azalmasıyla faz değişiminin olması, bu değişim örüntüsünü güzel açıklamaktadır.
Sıcaklık, suya dışsal bir etken değil, su moleküllerinin hareketinde artış ya
da azalışı yansıtan içsel bir özelliktir.
Yazarın
bu değişim örüntüsünü açıklaması ise şöyle: “Özdeki çelişkiler, yan
çelişkilerin de etkisi altında nicel birikimlere neden olurlar, nicel birikim
ancak bir eşikten sonra maddenin iç örgütlenişinde değişikliğe neden olur ve
artık nitelik değişmiştir.” (s. 30). “Bu yasa (…) özün değişmesini (…)
geneller.” (s. 30)
Oysa niceliksel birikimlerin niteliksel dönüşüme yol açması örüntüsünde, her zaman öz değişmez. Örneğin, suyun kaynamasında moleküllerin organizasyon biçimi değiştiğinden, yeni bir niteliğe, yani su buharına geçiş olsa da, moleküler öz korunur. Yazarsa, örnek
olarak burjuva devrimlerini ve işçi sınıfı devrimlerini veriyor… Gerçekten
de, bu devrim dönemlerinde, ilerletici ve yeniden-üretici/muhafaza edici
süreçler arasında bulunan karşıtlık, çelişki oluşturur. Bu süreçlerin
toplamdaki bileşkesi, bir eğilim doğurur. Çelişkinin ilerletici süreçlerin
baskın gelmesiyle çözülmesi, toplumsal ilişkilerde nitelikçe dönüşme yol açar.
Dolayısıyla bu tarihsel kesitlerde gözlenen gelişim, çelişkilerin aşılması
yoluyla olmaktadır. Oluşan dönüşümde, bir örüntü olarak niceliklerin birikmesi
ve belli bir eşik aşıldığında niteliksel değişime yol açması saptanabilir
durumdadır. Öte yandan nicel birikimlerin nitel dönüşümlere yol açması örüntüsünde, her zaman ve her durumda, çelişkilerin varlığından ve birikiminden bahsetmek uygun görünmemektedir.
2)
Karşıtların birliği ve mücadelesi: Kanımca, süreçlerin çeşitli yönleri arasında
ve süreçler arasında gözlenen karşıtlıklar, her zaman çelişik değildir. Örneğin
hücrelerde katabolizma ve anabolizma karşıtlığı varsa da, tümleyici ve uyumlu
bir birlikleri söz konusudur ki metabolizmayı oluştururlar. Örneğin işçi
sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkilerde gerçekleşen süreçler, bir
uzlaşmaz karşıtlığı (antogonizma) anlatır ve kapitalist sistemin krizlerinde çelişki formuna bürünürler. Bu tarihsel kesitlerde bu çelişki ya çözülerek ortadan kalkar ya da karşıların mücadelesinin oluşturduğu dinamik dengeye geri dönülür. Örneğin
aşındırıcı etken/süreçler ile yapıcı etken/süreçler arasındaki karşıtlık,
yeryüzü şekillerinin oluşumuna yol açmaktadır ve bu süreçler arasında çelişki yoktur. Dolayısıyla karşıtlık ve çelişki kavramları, özdeş değildir. Oysa yazar,
bu iki kavram arasındaki farka yeterince dikkat göstermemektedir (s. 30-1).
Örnekleyelim: “(…) sermaye sınıfı içindeki veya köylülükle kentli sınıflar
arasındaki çelişkiler (…)” (s. 30). Yazar bunlara “yan çelişkiler” diyor. Kanımca,
sermaye sınıfı içerisindeki fraksiyonların arasında, köylüler ile kenti
sınıflar arasında uzlaşmaz olmayan bazı karşıtlıklardan bahsedilebilir. Ancak
bunlar arasındaki karşıtlıklar, eninde sonunda çözülmesi beklenen bir çelişkiyi
anlatmaz.
3)
Çelişki yoluyla gelişim: Yazarın, bu yasadan ayrı bir başlık olarak
bahsetmediğini belirtmiştim. Fakat elbette, temel ve yan çelişkilere farklı
başlıklar altında değiniyor.
4) Yadsımanın yadsıması: Kanımca bu “yasa”, bir değişim örüntüsü olma özelliği taşımıyor. “Olumlamanın karşıtı olarak yadsımanın konması ve bu yadsıma işleminin bir dolayımla yadsınması/aşılması” şeklinde özetlenebilecek bir akıl yürütme sürecini anlatan bu kavramlaştırma, doğal ve toplumsal tarihte ancak “zorlama” örneklerle anlatılabilmektedir. Örneğin; bir çekirdek toprağa ekildiğinde yadsınarak ağaç olur ve meyve verip tekrar çekirdekler oluşturduğunda yadsınmasını yadsımıştır denir. Yine çok yaygın olarak tarihten verilen örnek şu şekildedir: “İlk sınıfsız toplumlar insanın insanı sömürüsünün hâkim olduğu sınıflı toplumlarca yadsınmıştır; ancak çağımızda sınıfsız toplumlara ulaşılması bir üst düzeyde tekrar olacaktır.” (s. 31). “Gelişimin sarmal formu” olarak da adlandırılan bu “yasa”nın ilkel topluluklar--->sınıflı toplumlar--->komünizm şeklindeki kalıbı, açıklayıcılık değeri açısından sorgulanabilir durumdadır. Komünizm, ilkel eşitlikçi topluluklarla sadece eşitlikçilikte ortak bir yan taşır; üretici güçlerin durumuna bakıldığında aralarında muazzam derecede bir fark olduğu açıktır. Kanımca, ilkel topluluklar, “toplum” dahi sayılamayacak ölçeklere sahiptir…
Bu
yazı burada bitiyor. Başka bir yazıda*, diyalektik teoriye katkı olmasını umduğum önerilerimi açmak istiyorum. Burada
yazdıklarım ise taslak olarak ele alınmalıdır. Yazdıklarım elbette eleştiriye
açıktır. Tartışmanın ve eleştirinin, “bizi” geliştireceğini düşünüyorum.
*Not: Son paragrafta bahsedilen yazıyı okumak için:
https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/03/materyalist-diyalektik-teori-mahmut.html