Atilla Cemal Eşen
Faşizm, özel olarak
İtalya’da Mussolini döneminin adı olmakla birlikte, genel olarak sömürü sisteminin
zorla, baskı yoluyla iktidar olması anlamında kullanılır olmuştur. Naziler ve
Hitler burada sadece faşizmin sembolüdür. Biliyoruz ki dünyadaki tek faşizm
Nazi rejimi, tek faşist lider de Hitler değil; daha niceleri var. Ama faşizm
deyince ilk olarak Naziler ve Hitler akla gelir; bu da emperyalizmin başarılı
algı yönetiminin bir sonucudur. Tüm dünyadaki faşist yönetimlerin arkasında
uluslararası sermaye ve başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler vardır. Bu
ülkelerin kendileri tarafından iktidara getirilmiş olan faşist yönetimleri
saklamak için, sahip oldukları propaganda araçları yoluyla bir faşist lideri
“günah keçisi” yapmaları gerekmiştir; işte bu günah keçisi de arkasına
ABD’ninkileri değil de Alman şirketlerini almış olan Hitler olmuştur.
Mussolini,
İtalyan Ansiklopedisi’ne yazdığı maddede faşizmi şöyle tanımlıyordu:
“Faşist
anlayış bir devlet bireyciliğidir. Faşist için her şey devlet içindir; devlet
dışında insansal ya da ruhsal hiçbir şey yoktur. Devlet dışında ne bireyler ne
de siyasal partiler, sendikalar, dernekler gibi gruplar vardır. Onun için
faşizm, sınıfları tek bir ekonomik ve ahlâksal gerçeklikte birleştiren, devlet
bütünlüğünü tanımayan ve sınıf savaşıyla tarihsel akışı sertleştiren
sosyalizmin karşısındadır. Faşizm sınıf çıkarlarını devlet birliğinde
birleştiren korporasyonlar sistemine değer verir…”[1]
Korporasyonlar,
aynı işi yapan meslek sahiplerinin oluşturduğu topluluklardır. Orta çağda
görülen mesleki teşkilatlara, genellikle, “esnaf birlikleri” veya “lonca” adı
veriliyordu. Korporasyon kelimesi, XIX. yüzyılda yaygın bir şekilde kullanılmaya
başlanmıştır.
Korporasyonların
teşkilatlanması sendikalarda olduğu gibi yatay değil, dikey bir
teşkilatlanmadır. Sendika sisteminde işverenlerin ve ücretlilerin ayrı
sendikaları vardır. Korporasyon sisteminde ise işverenler ve ücretliler, aynı
iş kolunda olmak koşuluyla, aynı korporasyon içinde yer alırlar.
Faşizm,
sınıflar arasındaki bütün çelişkileri ortadan kaldırdığını savunur. Devletin
otoritesi, bütün ekonomik grupların çıkarlarını uzlaştıracaktır. Toplumun bütün
istekleri faşist partisinde yansıyacak, devlet tarafından
gerçekleştirilecektir. İş gücü ile sermaye, sanayi ile tarım, ulusu daha güçlü
yapacak, bir ulusal uyum içinde gelişecektir. Faşizmde işçi-patron,
kapitalist-emekçi gibi ayrımların örtülmesi için, bunların hepsine birden
“üreticiler” denilmiş ve bunlar “üreticiler birliği” içinde
birleştirilmişlerdir. Korporasyonlar, bu birleşmeyi gerçekleştirecek
araçlardır.
Böylece
faşizm, sömürüye dayanan ekonomik düzenin temellerini korurken katı ve mutlak
bir devlet aygıtıyla bu düzenin sürmesini ve güvenliğini sağlar. Kısacası
faşizm, siyasal demokrasinin kapitalizme karşı işlediği dönemlerde, kapitalizmi
sürdürmek amacıyla siyasal demokrasiye son veren, katı bir diktatörlüktür. Bu
diktatörlüğün üzerine, soyut bir devlet felsefesi kurulur ve yaşamın gerçekleri
bu görkemli devlet sisiyle örtülür. Kuramsal olarak faşizm, Macchiavelli’yi
benimser. Nitekim Mussolini, Macchiavelli’nin yöntemlerinin doğruluğunu ve
güncelliğini savunur.
Niccolo Machiavelli
(1469-1527) Floransalı bir devlet adamı, yazar ve siyaset düşünürüdür.
Geleneksel Avrupa siyaset düşüncesinin dışında duran Machiavelli, toplum ve
yönetim üzerine ortaçağ filozoflarından farklı görüşler ileri sürmüştür. Olan
ile olması gereken arasında ayrıma giderek, insanı olması gerektiği gibi değil,
olduğu gibi ele alır. Yönetimin nasıl işlediğini açıklamaktan çok yönetmeye
çalışır; yalnızca tasvir etmez, emreder, güçlü bir yönetimi yaratmak ve korumak
için neler yapılması gerektiği konusunda öğütler verir. Baştan insanların güçlü
bir yönetim istediğini kabul ederek, insanlara buna nasıl ulaşabileceklerine
ilişkin öğütler verir. Machiavelli’ye göre ahlâki erdemlere uyulması hükümdarın
çöküşünü getirir, kötülüğünün bilinmesi ise hem hükümdar için hem de halk için
refah getirecektir. Machiavelli, yöneticiye işlerinin ahlâklı olup olmadığına
bakmadan hareket etme hakkını verir. Machiavelli’nin kişisel ahlâk ile zorunlu
siyasi pratiği birbirinden ayırması, İlkçağ ve Ortaçağ felsefesinin değerleriyle
çelişir. Ama o ahlâksız değil, ahlâk dışı bir siyaset felsefecisidir. Devletin
başarılı yönetimine ilişkin düşüncelerinde bunu açıkça ortaya koyar. İnsanların
içlerinden bazılarının erdemli, bazılarının da erdemsiz ve bencil varlıklar
olduklarını ve buna göre davrandıklarını kabul etmeleri gerekmektedir. Siyasete
katılanların erdemli olmaları gerekse de siyasi istikrara ulaşmak için gereken
iktidarı güvence altına almak adına zor ve hile dâhil her türlü araç
desteklenmelidir.[2]
Machiavellicilik,
siyasi emellere ulaşmada eldeki araçların ahlâki olup olmadıklarına bakılmaması
gerektiği görüşünden hareket ederek, siyasetçinin önüne koyduğu amacın başlı
başına bütün araçları meşru kıldığını düşünerek eyleme geçme tutumudur.[3]
Faşizm için
her alanda olduğu gibi, uluslararası alanda da hukukun üstünlüğü söz konusu
olamaz. Uluslararası sorunların tek çözüm yolu savaştır. Devlet nasıl bireylere
karşı kuvvet kullanarak iradesini geçerli kılıyorsa, öteki devletlere karşı da
aynı yöntemi, başka bir deyişle savaş yolunu kullanmalıdır. Mussolini bunu
açıkça belirtmiştir:
“Yalnızca
savaş, bütün insansal enerjiyi en yüksek gerilimine getirir ve onu göze almak
cesaretine sahip olan toplumlara bir soyluluk damgası vurur. (…) Antlaşmalar
ebedi değildir; bunlar, önlerinde çaresiz kalınacak şeyler değildir. Tarihin
epilogları[4]
değildirler. (…) Faşizm için, ulusların imparatorluğa, yani topraklarını
genişletmeye yönelmeleri, bir canlılık görüntüsüdür. Bunun aksi, sınırlar
içinde kalmak anlayışı, bir gerileme belirtisidir.”[5]
İtalya’da
faşizmin başlıca dayanakları, liberal demokrasinin sorunlara çözüm bulamayışı
ve bir sol devrim korkusuydu. Faşist eylem, sürekli olarak kapitalizm karşıtı
olduğunu da iddia etmiş, ancak bu iddia sözde kalmıştı. Büyük Faşist Konseyi
tarafından 21 Nisan 1927’de kabul edilen Çalışma Bildirisi’nin 7. Maddesi özel
girişimin, ulusal çıkarların sağlanmasında en etkili ve yararlı araç olduğunu
belirtmiştir. Aynı bildirinin 9. Maddesinde, devlet müdahalesinin hangi
durumlarda söz konusu olabileceği ortaya konmuştur:
“Devletin
üretime müdahalesi ancak, özel girişimin olmadığı ya da yetersiz kaldığı
durumlarda veya özel girişimin devletin siyasal çıkarlarına karşı gelmesi
halinde söz konusu olacaktır.”[6]
Mussolini’nin
faşizm’i George Sorel, Jean Jaurés ve Nietzsche’nin görüşlerine dayanıyordu;
fakat bu kişiler içinde en fazla ilham aldığı kişi Sorel’dir. Nitekim “Sizin
formasyonunuzda Nietzsche, Jaurés ve Sorel’den hangisinin etkisi daha kesin
olmuştur?” diye sorulduğunda Mussolini, “Sorel” demiştir.
Georges
Eugène Sorel, (1847-1922) Fransız filozof, sosyolog ve sendikalist devrim
teorisyenidir. Sorel, Politeknik Okulu’nda eğitim görmüş, bir süre mühendislik
yaparak işçileri yakından tanıma olanağı bulmuştu. “Mouvement Socialiste” (Sosyalist
Hareket) gibi dergilerde işçilerin iktidara gelmesi için gerekli koşulları
belirtip, işçilerin kendi uygarlıklarını kurmak için sendikalar aracılığıyla
savaşıma girişmeleri gerektiğini öne sürdü. Makalelerini 1908'de "Şiddet
Üstüne Düşünceler" (Réflexions sur La Violence) adlı kitabında topladı.
Ona göre şiddet eylemi, kendi içimizde yeni bir insan yaratmak için çaba
gösterdiğimiz ve kendimize egemen olduğumuz uç anları sağlar; bu anlar gerçek
özgürlüktür. Sorel, şiddeti savunması ve reformcu demokratlara yönelttiği
eleştirileriyle, 20. yüzyıl başlarında birçok kişiyi etkiledi. Bu kişilerden biri de Mussolini’ydi.
Mussolini’ye
göre esas olan şey fiiliyat ve harekettir. 22 Haziran 1925’te Faşist
Kongresi’nde yaptığı konuşmada, bir fikrin önderliğinde olmak şartıyla, zor
kullanmanın tamamiyle ahlakî olduğunu söylemişti.
Jean Jaures
(1859-1914), Fransız siyaset adamı, yazar ve gazetecidir. Fransız sosyalizminin
önde gelen ismidir. Milli ekonomi ve yurtseverlik konusundaki fikirleriyle
Fransa’da eğitim alan İttihatçıları ve Osmanlı sosyalistlerini de oldukça
etkilemiştir.
Friedrich Nietzsche (1844-1890), gerçekte bir
felsefeci değil bir filologdur. Kitaplarının yanlış ellerde tehlikeli
olacaklarını düşünmüş, o yüzden de sayıca çok az olan seçkin bir kitle için
yazmıştır. “İnsanca, Pek İnsanca” (Menschliches, Allzumenschliches) adlı kitabı,
“Özgür Ruhlular İçin Bir Kitap” alt başlığını taşır. Özgür ruhlu kişiyi
“kökeni, çevresi, sınıfı ve mesleği temelinde ya da çağının baskın görüşü
temelinde beklenenden farklı düşünen kişi”[7] diye
tanımlar. Nietzsche, bu özgür ruhlu kişilerin toplumdan ayrılıp
“özgürleşebilecekleri”, Hıristiyan manastırları benzeri komünler düşünmüştü.
“Özgür Ruhlar Manastırı”, “Eğiticinin Okulu”, “İdeal Koloni” ve “Modern
Manastır” diye adlandırdığı bu komünler bir okuma, tartışma, öğrenme yeri
olacak, buralarda edebiyat, sanat, bilim ve felsefe eserleri üretilecekti. Bu
manastırların üyeleri “insanlığın eğitici liderleri” olacaktı.
Nietzsche’nin görüşlerini Berfin Bahar
Dergisi’nin 289. Sayısında “Nietzsche ve Sol” başlıklı yazımda ayrıntılı olarak
ele almıştım. O yüzden burada kısaca özetlemekle yetineceğim:
Nietzsche,
evrimsel doğalaşmanın insanla durduğunu ve artık bundan sonra daha çok
doğalaşmak gerekmeyeceğini ileri süren Friedrich Hegel’e (1770-1831) karşı,
evrimin İnsanüstü’ne (İng. Overman,
superman; Fr. Surhomme; Alm. Übermensch) yöneldiğini savunmuştur.
Üstinsan’ı, diğer bir deyişle “İnsanüstü”nü “Maymuna karşı insan neyse, insana
karşı İnsanüstü odur” diye tanımlar.
Duyguları
ile ruhsal eğilimlerini yönetebilen insan, hayvanlara özgü varoluş durumundan
sıyrılarak yükselir, kendisini bütünüyle gerçekleştirerek gerçek insanlık
niteliğine ulaşır. Bu açıdan bakıldığında Nietzsche’nin üstinsan ideali bütün
insanlığın temel amacı olmalıdır. Böyle bir insan önündeki hazır değerlerle
yetinmez; iyi ve kötünün neler olduğunu anlatan otoritelerin söylediklerine
körü körüne teslim olmaz. “İnsanımsı insan” sürü mantığıyla yaşayan, kendisine
verilenlerle yetinen, hiçbir şeyi sorgulamayan yığın insanıdır. İnsanımsıdan
daha üst bir katmanda bulunan ise “insan”dır. İnsan, var olan değerlerle ilgili
yaşadığı sorunların ayırdında olan ama eyleme gücünün yeterince yüksek olmayışı
nedeniyle bu değerlerin ancak bir bölümünü yıkabilme yetisi taşıyan kişidir.
İnsan, doğası gereği var olan değerleri hiçbir zaman bütünüyle yıkamayacağı
için değer yaratıcısı olmak gibi bir şansı da yoktur. Sıradüzenin en üst
aşamasında yer alan “üstinsan” ise insanın ve onun bütün değerlerinin aşıldığı,
“iyinin ve kötünün ötesinde” var olunduğu anlamına gelir.
Nietzsche,
en başta devlet ve ruhban sınıfı olmak üzere tüm sosyal kurumları, yaşamı
reddeden ve güçlü kişiliği ezen yapılar olarak niteler ve şiddetle eleştirir.
Devlet, vatandaşlarını çiğneyip yutan, soğuk canavarların en soğuğudur.
İnsanlık tarihini güçlülerin (efendilerin) ve zayıfların (kölelerin) sonsuz
mücadelesi olarak tasvir eder. Din adamlarının terbiye ettiği insanları,
hayvanat bahçelerinde korkuyla ve acıyla evcilleştirilmiş hayvanlara benzetir.
Ancak, eleştirileri haklı olmakla birlikte önerdiği çözümler bireyseldir;
toplumsal değişim için kitlesel değil, bireysel karşıtlığı savunur. İnsanlığın
gelişmesi ve yücelmesi, bireylerin gelişmesine ve yücelmesine bağlıdır. Ona
göre örgütlü ve toplumsal değişim arayan sosyal hareketler,
"yüksektekileri kıskanan sürünün" psikolojisine dayanır, şikâyetçi olmak
zayıflıktan kaynaklanır. Nietzsche, "sosyalist ayak takımı" olarak
adlandırdığı işçi sınıfının, kendilerine özgü ucube, değersiz, bayağı ve
yozlaştırıcı, bu yüzden de yok edilmesi gereken bir kültüre sahip olduğunu
söyler. Buradan Nietzsche'nin, işçi sınıfını "insanımsı" olarak
tanımladığı basamağa dâhil ettiği sonucunu çıkarabiliriz. Ancak bunun nedeni,
ezilen, sömürülen sınıfların ekonomik yapıları değil, sorgulayamadıkları, bu
yüzden aşamadıkları inançlarıdır.
Marksist bakış
açısıyla baktığımızda otoriter,
baskıcı yönetimlerin en çok emekçi sınıflar tarafından destekleniyor olması
çelişkili gibi görünür. Oysa emekçi sınıfların büyük ölçüde köyden kente
göçmüş, dini inançlarına bağlı kişilerden oluştuğunu göz önüne aldığımızda, bu
tercihlerinde dinin ne derece etkili olduğunu görürüz.[8] Bu kitleler için kayıtsız
şartsız, sorgulamaksızın kabul edilen değerlerden bir diğeri de
milliyetçiliktir. Nietzsche'ye
göre milliyetçilik
fikrinin de budalalıktan öte manası yoktur; milliyetçiliği, birey olarak kimlik
oluşturamamış kişilerin toplum kimliği üzerinden kendisini değerli kılabilme
çabası olarak görüyordu.
Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi'nin fikirlerinden doğmuştur.
Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve hanedan
zemininde tanımlanan siyasi aidiyetin, hükümdardan bağımsız olarak, “halk”a
verilmesinin gereğiydi. Siyasi aidiyet ve itaat, “halk”ın ortak iradesine
dayandırılmalıydı. Avrupa tarihindeki
ilk milliyetçi hareketlere, 1804 ile 1815 yılları arasında Napoleon istilası
altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya'da
güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821'de Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Yunanistan,
Avrupa'nın milliyetçi çevrelerinde çok destek buldu. 1848'de Avusturya İmparatorluğu'na
karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar,
milliyetçilik akımını Orta Avrupa'ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında
gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük
zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870'lerde Rusya'da doğan Pan-Slavizm
akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biriydi. Bizde ise millet
kavramının, ırk ve din birlikteliğinden ayrı ve farklı şekilde kullanılması,
Millî Mücadele hareketi ile birlikte başlamıştır. Emperyalizm aşamasına gelmiş
olan kapitalizmde sermayenin vatanı yoktur, sermaye milli çıkarları yok etmek
için “küreselleşme” maskesinin ardına saklanmıştır. Bu durum vatana ve
bağımsızlığa sahip çıkma gereğini doğurmuştur. Ancak ne yazık ki, gerçekte
emperyalizme karşı durmak için milli sermayenin saflarında olması gereken
milliyetçi güçlerin, sosyalistlere karşı faşizmin saflarına katılmış
olduklarını görüyoruz. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş
döneminde yapılmış bir ABD planıydı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Sermaye sınıfı uluslararası sermaye
ile iş birliği yaparken, bir taraftan milli çıkarlara karşı tavır almış, diğer
taraftan, ezilen, sömürülen sınıfların örgütlenmesini ve güçlenmesini
"milli çıkarlar" için tehlikeli bir şey olarak göstermeyi
başarmıştır. Sermaye sınıfı için "milli güvenlik", ezdiği,
sömürdüğü sınıflara karşı kendi güvenliğidir. [9]
Nietzsche’nin
“İnsanımsı” diye adlandırdığı yığın insanlarının varoluş bakımından anlamları,
kendilerini feda ederek üstinsanın gelişimini ya da oluşumunu hazırlamaktır.
Nazizm'in onu en çok kullandığı nokta da burasıdır.
Hitler de gerçekte destek gördüğü geniş halk
kitlelerinden tiksiniyor, hatta onlardan nefret ediyordu. Görüşlerini topladığı
“Kavgam” adlı kitabında bunu şöyle itiraf ediyordu:
“Halkın anlayışı hiçbir zaman kamuoyuna
yutturulanın ötesinde olmamıştır.”[10]
“Her türlü ciddi düşünce ve incelemeden aciz
bir kitle üzerinde çeşitli sloganların yapacağı etkiye hayret etmemek gerekir.”[11]
Hitler’e göre, olağanüstü yeteneklere sahip
olanlar, basit insanlar gibi aynı kurallara bağlı değildirler. Tarihte
kararların çoğunluk tarafından alınması, milletlerin ve devletlerin harap
olmalarıyla sonuçlanmıştır. “Ekseriyet tarafından karar verme söz konusu
olamaz. Yalnız şefler vardır. İstişare (danışma)
kelimesi ilkel anlamına geri dönmelidir. Herkesin yanında danışmanlar
bulunabilir. Fakat son söz tek kişinindir”[12]
diyordu.
Parlamenter sistemi ve parlamentodaki
milletvekillerini eleştirdiği bir bölümde, yine halk kitleleri hakkında şöyle
söylüyordu:
“Halk temsilcileri olan beyefendilerin ne
şekilde seçildiğine ve özellikle makamlarını ve mevkilerini nasıl ele
geçirdiklerine bakalım. Bunların büyük bir milletin istek ve dileklerinin ancak
çok az bir kısmını karşılamış olduğu gayet açıktır. Halk kitlelerinin siyasi
zekâsının kendiliğinden genel ve özel siyasi fikirlerin uygulamaya yetenekli
adamları bulup çıkarmaya yetecek derecede gelişmemiş olduğu göz önüne alınırsa,
bu milletvekillerinin seviyesi de rahatlıkla anlaşılabilir.”[13]
Nitekim Hitler’in iktidara gelmesinde
arkasındaki sermaye sınıfı kadar, onu destekleyen geniş halk kitlelerinin de
payı vardı.
Nietzsche
ile hemen hemen aynı yıllarda yaşamış bir İngiliz doğa bilimci olan Charles
Darwin (1809-1882), evrim kuramını geliştirmiş, bu kuramını “Beagle Yolculuğu”
ve “Türlerin Kökeni” adlı kitaplarıyla ortaya koymuştu. Bu kurama göre
değişmemiş bir tür yoktur, tüm türler “yaşama savaşı”, “doğal ayıklanma” ve
“çevreye uyum sağlama” gibi sebeplerle başka türlerin evrim geçirmesiyle ortaya
çıkmışlardır. Tüm organizmaların ve türlerin varoluş süreci, bireyin birbiriyle
rekabeti, hayatta kalma ve üreme yeteneklerini artıran küçük, kalıtsal
varyasyonlarla tetiklenen doğal ayıklanmayla oluşmuştur. Darwin, 1871 yılında
bir diğer önemli yapıtı olan “İnsanın Türeyişi”ni yayınladı. Günümüzde biyoloji
biliminin temeli ve birleştirici ögesi olan Darwin’in evrim kuramı, Tanrı’nın
varlığına ve yaratılışa ilişkin inançları sarstığı gerekçesiyle şimşekleri
üstüne çekmişti. Diğer taraftan "Doğal ayıklanma" düşüncesi ezen-ezilen
uluslar ölçeğinde yorumlanarak "Sosyal Darvinizm" tezi ortaya atıldı.
Sosyal Darvinizm'e göre, canlıların evriminde rol oynayan doğal ayıklanma
mekanizması yani biyolojik evrim, insan topluluklarının evriminde de rol
oynamaktadır. Bu tezin ortaya atılmasıyla, bazı ulusların diğer ulusları ezmesi
ve köleleştirmesi olgusuna meşruluk kazandırılmaya çalışıldı ve böylece bu tez,
faşizmin dayanaklarından birini oluşturdu. Nitekim bazı felsefe analistleri,
Nietzsche'nin "üstinsan" kavramıyla Darwin'in evrim teorisinin bir
sonraki basamağını kastettiğini savunurlar.[14]
Hitler'in aradığı üstün ırk, özünde fiziksel
bir üstünlüğe dayanmaktadır. Bilindiği üzere Hitler, sadece Yahudileri değil,
kısa boylu Almanları, aşırı şişman obezleri, yaşlıları ve hastalıklı kişileri,
koyu tenli olanları da katletmiştir. Peşinde olduğu üstün ırkın önünde engel
olarak gördüğü herkesi katlederken, fiziksel ve/veya dinsel ölçütlere göre
hareket etmiştir. Nietzsche'nin "üstinsan" dediği ise, fiziksel ya da
dinsel ölçütlere dayanmaz, ruhsal bir aydınlanmayı amaçlar. Faşizm,
Nietzsche'nin üstinsan düşüncesini çarpıtarak üstün ırk düşüncesini
oluşturmuştur.
Nietzsche,
bütün insanların eşit derecede iyi olma ve güzeli yaratma yetisi
taşımadıklarını öne sürer. Örneğin, "Putların Batışı" adlı eserinde,
Alman kültürünün çöküşünü, Almanya'daki yüksek öğrenimin ayrıcalıklı kişilere
değil de herkese açık olmasına bağlar. "Yüksek eğitim ve çok sayı en
baştan çelişir birbirleriyle. Her yüksek eğitim yalnızca istisnaya aittir:
Böyle yüksek bir ayrıcalık hakkına sahip olmak için, ayrıcalıklı olmak gerekir.
Tüm büyük, tüm güzel şeyler asla herkesin ortak malı olamazlar" der.[15]
Doğa kimi insanlara diğerlerine göre çok daha iltimaslı davranmıştır. Bu, onun
sosyalizme ve demokrasiye karşı olmasının, monarşiyi ideal hükümet biçimi
olarak görmesinin sebebidir. Ancak onun savunduğu monarşide kitlelerin
“kuvvetliye” değil, “en iyiye, en faydalıya” bağlı olması söz konusudur. Kitlelerin
görevi “tekil büyük adamların”, “dâhilerin” üretimini desteklemektir. İnsanlık
bu büyük insanların var olabileceği uygun koşulları aramalı ve yaratmalıdır.
Toplumu oluşturan bireyler, “en yüksek iyinin” peşine düşmek ile “içindeki
kişiselliği işlemeyi” ve “kendini tam bir ‘kişi’ yapmayı”
özdeşleştirmelidirler. Bu, toplumun genel kültür seviyesi ne kadar yüksek
olursa o kadar kolay olacaktır.
Nietzsche “üstinsan”
derken herhangi bir ırkı kastetmez, hatta yazılarında Alman ulusçuluğuna ve
Yahudi düşmanlığına karşı çıkmıştır. Buna rağmen, ırkçıların Nietzsche’nin
görüşleri içinde temel aldıkları bir diğer görüşü de bu “üstinsan” görüşüdür.
Hitler bunu, tüm görüşlerini topladığı “Kavgam” adlı kitabında, “Medeniyet
yaratma melekesi, yalnız üstün ırka verilmiştir” diye ifade eder. Nazizm'e göre
bazı insanlar ve kavimler ikinci sınıf insanlardır, diğer üstün ırklara (yani
en üstün ırk olan Cermenlere) kölelik yapmaya mahkûmdurlar.
Hitler "Kavgam" kitabında
ırkçılığını şöyle savunur:
"Irkçılık, dünyayı idare eden ebedi
iradeye uyarak, en iyinin ve kuvvetlinin zaferini kolaylaştırmak, fena ve zayıf
olanların boyun eğmesini sağlamak görevi ile yükümlüdür. Böylece tabiatın
aristokratik ilkelerine hürmet gösterir ve canlıların hayat grafiklerindeki son
noktaya kadar bu kanunun değerine inanır."[16]
Faşizmde her
şey devlettedir. Devletin dışında, kökleri devlette olmayan hiçbir değer
yoktur. Faşizmi tanımak için, her şeyden önce, felsefesinin totaliter yönünü
anlamak gerekir. Faşistlere göre faşizm, yalnızca bir “devlet felsefesi”
değildir; ulusun tüm iradesini ve düşüncesini biçimlendirmeyi kendisine amaç
edinmiştir.
Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra işçilerin devrimci hareketleri, neredeyse tüm Avrupa
ülkelerinde kamu kurumlarının demokratlaşmasını sağlamıştı. Ne var ki bu
hareketler, ekonomik organizasyonun demokratlaşmasını sağlamaya yetecek kadar
güçlü olamamıştı. Bu nedenle, devrimler döneminin sonunda, devrimlerin
sonuçlarını revizyona tabi tutan ve siyasi demokrasiyi bertaraf etmeyi
amaçlayan karşı devrimci hareketler faşizm biçiminde ortaya çıkmıştır. Faşizm,
sosyal bakımdan sınıflarından kopmuş yığınların ve ekonomik açıdan arka plana
itilmiş küçük burjuva kitlelerin "paramiliter organizasyonu"
aracılığı ile ortaya çıkmış ve kendisine en ciddi hasım olarak gördüğü işçi
sınıfını boy hedefi olarak seçmiştir. Faşizm, iktidara geldiği her yerde ilk
olarak işçi örgütlerini en aşırı gaddarlıkla dağıtıp parçalamıştır. Faşizm
üzerine ilk teorik çalışmaların işçi hareketleri sırasında ortaya çıkmış olması
bu nedenledir. AugustThalheimer’in teorik çalışmaları, faşizm üzerine yapılan
teorik çalışmaların önemli örneklerindendir.
August Thalheimer
(1884-1941), Alman Komünist Partisi'nin (KPD) kurucularından ve başlıca
teorisyenlerindendir. Komintern'de ve Marx-Engels Enstitüsü'nde çalıştı.
Sonradan Sovyet yönetimiyle görüş ayrılığına düştü. Nazi Almanyası Fransa'yı
işgal edince Küba'ya göç etti ve hayatının sonuna kadar orada yaşadı. “Diyalektik
Materyalizme Giriş”, yazarın 1927 yılında Moskova Sun-Yat-Sen Üniversitesi'nde
verdiği ünlü derslerden oluşmaktadır. Kitap ilkin Almanca olarak (Einführung in
den dialektischen Materialismus, Gruppe Arbeiterpolitik) yayınlanmış ve daha
sonra birçok dile çevrilmiştir.[17]
Thalheimer, daha 1923'de faşizm teorisinin temellerini atmış, özellikle küçük
burjuvazinin sınıfsal konumu ve bu olgu üzerinde yükselen faşist ideolojinin
yapısı ve içeriği arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. Burjuva parlamenter
demokrasilerinin faşistleşmesi sürecini teorileştirmiş ve bu teoriyi Alman
Reich'ının politik gelişimine uygulamıştır.
Komünist
teori, faşizmi finans kapitalin en gerici ve şovenist kesiminin uzanmış kolu
olarak görür. Thalheimer ise bu görüşe karşı çıkar; faşizmi kapitalist toplumun
üretim ilişkilerinden düz bir çizgide ve yalnızca işlevsel açıdan türetmez, onu
burjuva sınıfının bir ajanı rolüne de indirgemez. Ona göre faşizmin oluşumunu,
gelişimini ve başarısını belirleyen olgu, çeşitli sosyal sınıfların siyasi
iktidar çerçevesinde belirlenen birleşimidir. İddiası şudur:
Sosyal
sınıfların ve onların siyasi organizasyonlarının belirli bir konumunda, burjuva
partilerinin yürüttükleri "yürütmenin (icra kuvvetinin) güçlendirilmesi ve
parlamentonun etkisizleştirilmesi politikası", bu partilerin kendi iradeleri
dışında faşizme yol açar. Burjuvazinin, bir büyük kapitalist ve karşı devrimci
bir partidir diye nasyonal sosyalistlere iktidarı gönül rızasıyla devrettiğini
ileri sürmek, çocukça bir iddiadır. Burjuvazinin bir kesimi pekâlâ faşizme
karşı savaşabilir; ancak bu savaş, kendi iradeleri dışında faşistlerin ekmeğine
yağ sürer ve burjuvazi içindeki antifaşist güçleri öğütüp felce uğratır.
Faşizm,
ancak işçi hareketinin reformist ve devrimci organizasyonları aciz
kaldıklarında, politikaları ile işçilerin kendilerine karşı güvenlerini
kökünden sarstıkları takdirde iktidara gelebilir.
Thalheimer'e
göre faşizm, kapitalist sistemin kapıya gelip dayanmış sosyal devrimi
önleyebilmek için sarıldığı biricik seçenek ve egemen sınıfın son çaresizlik
girişimi değildir. Tam tersine, kapitalist toplumun giderek büyüyen gücünün
yeni bir siyasi biçimde ortaya çıkmasıdır. Faşist hareketi ve onun başarılarını
liderinin eseri olarak görmek, faşist propagandanın kurbanı olmak demektir.
Küçük
burjuvazinin, hatta tüm ara sınıfların emekle sermaye arasında bocalayan
karakteri, Thalheimer’in tezini hem doğruluyor hem de komünist teoriyle
birleştiriyor gibi görünüyor.
Küçük burjuvazinin sınıfsal karakterleri onu
bazen, çıkmaza girince devrimciliğe iteler, bazen de en tutucu, en gerici ve
çekingen hale getirir, sömürücü, egemen sınıfın saflarına sokar. Bu sınıf
ekonomik çıkarları ve sınıfsal konumu gereği, emperyalizme ve iç sömürücü
güçlere karşı net bir tavır alamaz. Bir kısmı büyük burjuvazi gibi gerici,
baskıcı ittifakın içinde yer alır, bir kısmı içinde bulunduğu durumu gözler ve
ona göre tavır alır. Örnek olarak bir fabrikadaki ustabaşını ele alalım: Bu
ustabaşı, konumu gereği, patrona karşı işçi olmakla birlikte, işçiye karşı
patronun temsilcisidir. Bu konumu, onu sömüren sınıf ile sömürülen sınıf
arasındaki çatışmada kararsız kılar; tarafını belirlemesinde tatmin edemediği
egoları, milliyetçilik, dinsel inanç, maddi çıkarlar, bilinç düzeyi, ahlakı ve
vicdanı gibi hem birbiriyle çelişen hem de iç içe girmiş birçok etmen rol
oynar. Örneğin, faşist hareketin güçlenmekte olduğunu gören bir öğretmen,
çalıştığı okulun müdürü olmak için faşizmin saflarına katılabilir. Bir
hastanedeki doktor, başhekimliğe yükselebilmek için faşist partiye üye
olabilir. Bir fabrikadaki vasıfsız bir işçi, faşist partiye üye olarak
ustabaşılığa terfi edebilir. Bu noktada klasik Marksizm’in, burjuvaziyi “üretim
araçlarını elinde bulunduran sınıf”, proletaryayı ise “elinde üretim aracı
bulunmayan, geçinmek için emeğini bir ücret karşılığı satmak zorunda olan
sınıf” şeklinde tanımlaması ve bu tanıma dayanarak proletaryayı “devrimci
sınıf” olarak konumlandırması, pratikte doğruluğunu yitirir.
Wilhelm Reich[18] da sorunu
yalnızca ekonomik olarak ele alması bakımından XIX. yüzyıl Marksizmini eleştirir.
Bu yüzden “Komünist”, “Sosyalist”, “İşçi Sınıfı” gibi terimleri yetersiz bulmuş
ve bu terimlerin yerine, “Devrimci”, “Emekçi” gibi terimler koymuştur.
“Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı” adlı kitabında buna şöyle açıklık getirir:
“XIX. yüzyıl Marksçılığı ‘sınıf bilinci’ni
yalnız kol işçilerine saklıyordu. Bunların karşısına ise aynı derecede
vazgeçilmez daha başka işlerle uğraşan, ‘aydınlar’, ‘küçük kentsoylular’[19] diye
nitelediği diğer emekçileri koyuyordu; oysa bu uğraşlar olmadan toplum
işleyemezdi. Bu basmakalıp, toplumsal evrim tarafından aşılmış karşıtlık Alman
faşizminin galibiyete ulaşmasına geniş ölçüde katkıda bulunmuştur. ‘Sınıfının
bilincinde işçi’ kavramı son derece dar olmakla kalmaz, kol işinin bütün
yapılarını da kavramaz. Bundan ötürü; ‘işleyimsel (sınai) çalışma’ ve ‘işçi’ terimlerini, ‘yaşamak için gerekli
çalışma’ ve ‘emekçi’ terimleriyle değiştirdim. Bu yeni terimler sistemi
toplumun yaşamı için gerekli herhangi bir işi yapan bütün işçileri, yani,
sanayi işçilerinin yanında hekimleri, eğitimcileri, uygulayımcıları,
hazırlayıcıları, yazarları, toplum yöneticilerini, köylüleri, bilim işçilerini
falan kendi içinde toplamaktadır. Böylece, çalışanlar toplumunun bölünmesine,
dolayısıyla faşizmin gelip başımıza çöreklenmesine epey katkısı olmuş bir
boşluk doldurulmaktadır.
Kitle psikolojisinden habersiz Marksçı
toplumbilim ‘kentsoylu’ ile ‘işçi’yi iki ayrı kutup halinde birbirinin
karşısına dikmekteydi. Ruhbilimsel bir yanlışlıktır bu. Kişilik yapısı yalnız
kapitaliste damgasını vurmakla kalmaz, her uğraştan emekçilere de uzanır.
Nitekim özgürlükçü kapitalistlerin yanında gerici işçilere rastlanır. Toplumun
belli bir sınıfını ayıran kişilik sınırı yoktur. İşte bu yüzden biz, ‘kentsoylu
sınıf’, ‘işçi sınıfı’ gibi iktisadi kavramların yerine insan kişiliğiyle ilgili
‘gerici’, ‘devrimci’ ya da ‘özgür görüşlü’ kavramlarını koyduk.”[20]
Wilhelm Reich’ın görüşlerini doğrulayan
örnekleri kapitalizmden çok daha önceki toplumlarda da görmek mümkün: Bilindiği
üzere, Roma İmparatorluğu ile özdeşleşen ve günümüzde çok sayıda öyküye konu
olmaya devam eden gladyatör dövüşleri, törenler, eğlenceler ve spor
faaliyetleri, halkın sıkı bir şekilde Sezar’a bağlanmasında etkin bir unsur
olmuştur.
Etienne De Boétie, 1546-1548 yılları arasında
yazdığı sanılan “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı kitabında İmparator Neron
öldükten sonra Roma halkının, verilen şölen ve düzenlenen eğlenceleri
hatırlayarak yas tuttuklarını anlatır.
Yazıyı Thalheimer’ın
1929'da yazdığı şu cümlelerle bitirmeyi uygun görüyorum:
"Daha ortada bir diktatör yok… Ama şartlar bir kere yaratılmaya görsün… Bu şartlar adım adım yaratılmakta… İşte o zaman gerekli figüran herhangi bir yoldan ve herhangi bir yerde bulunacaktır. Sosyal ve siyasi şartlar hazırsa, en pespaye bir paçavra figüran bile yeter."[21]
**MAR notu:
i) “Milli çıkarlar” günümüzde sermaye
sınıfının ve kapitalist devletlerin çıkarlarıdır. İşçi sınıfının yakın ve uzak
erimli çıkarlarının, ulusal çıkarlar haline getirilmesi mücadelesi, sosyalizm
mücadelesinin kapsamındadır. “Milli güçler” adıyla anılabilecek ve işçi
sınıfının iktidar mücadelesine katılan bir toplumsal hareket yoktur. Faşist
hareketin bileşenleri, sermayenin egemenliğini sürdürmesi, düzenin sürekliliği
için çalışır. Sermayenin “millisi” ve “gayri-milli”si yoktur. Sermaye sınıfı, diğer ülkelerdeki ve uluslar arası sermayeyle eklemlenerek, işçi sınıfını sömürmektedir. Sosyalist
hareket, “milli güçler”in ve “milli sermaye”nin yanında ve destekçisi konumunda
değildir.
ii) İnsanların kişiliği olarak görülen “gerici”,
“devrimci” ve “özgür görüşlü” gibi özellikler ile toplumsal sınıfların
gerici-ilerici, devrimci-karşı devrimci oluşu birbirine karıştırılmamalıdır.
İşçi sınıfı, emek gücünü ücret karşılığı satan ve sömürülen öğretmenleri, hekimleri
ve usta başıları kapsar. Bunlar küçük-burjuvazinin bileşeni değildir. İşçi
sınıfı, devrimci kapasiteye sahip sınıftır. Fakat bu sınıf kapasitesi çeşitli
faktörler tarafından engellenir. Bu faktörlere örnek olarak şunları sıralamak
mümkündür: “Kapitalist
devletin kurumsal biçimi; işçi sınıfının kendi içindeki bölünmelerle bu sınıfın
potansiyel müttefikleri arasındaki bölünmeler; ideolojik egemenlik ve saptırma
mekanizmaları.”
iii)
Bir işçinin faşist partiye üye olması sonucu usta başılığa terfi etmesi gibi
örnekler, onun sınıf bilincinin durumu hakkında bilgi verir. Sosyalist
ideolojinin işçilere ulaştırılmadığı durumlarda, “kendinde sınıf”ın egemen ideolojinin
hegemonyası altında bir sınıf bilincine sahip olduğu bilinmektedir.
[1]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.771.
[2]Abdülbaki
Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.910.
[3]Abdülbaki
Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.911.
[4]Epilog:
is. Fr. Épilogue ed. Bir eserin sonuç
bölümü. (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Türkçe
Sözlük.)
[5]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.772.
[6]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.772.
[7]JulianYoung, Nietzsche, İş
Bankası Kültür yayınları, İstanbul, 2010, s: 364
[8]Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla
Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve
Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021.
[9](Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz:
Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin
Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019.)
[10] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002,
s.71.
[11] Adolf Hitler, Kavgam,İnciraltı Yayınları, İzmir, 2012, s.45.
[12] Adolf Hitler, Kavgam,İnciraltı Yayınları, İzmir, 2012, s.367.
[13] Adolf Hitler, Kavgam,İnciraltı Yayınları, İzmir, 2012, s.76.
[14]Friedrich Engels, Komünist Parti
Manifestosu'nun 1888 baskısının önsözünde, insanlığın tüm tarihinin sınıf
mücadeleleri tarihi olduğunu tekrarlar ve "Darwin teorisinin doğa
bilimlerinde yol açtığı ilerlemenin aynısına tarih biliminde de temel
oluşturmak için yeterli olan bu düşünceye, ikimiz de 1845'ten yıllar önce yavaş
yavaş yaklaşmaktaydık" der. (K. Marx, F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s:
18, 19)
[15]Friedrich
Nietzsche, Putların Batışı, İthaki
Yayınları, İstanbul 2005, s: 58
[16]
Hitler'in "Kavgam" kitabından aktaran: Cazim Gürbüz, Doğa, Çevre ve Sosyalizm, Berfin Bahar
Dergisi, sayı: 284
[17] Kaynak: www.yordamkitap.com
[18] Wilhelm Reich 1897 yılında Galiçya’da
bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hem bilim adamı hem de
Avusturya Komünist Partisi üyesi bir siyasi mücadelecidir. Tıp öğrenimini
Viyana’da tamamladı. Kendini önce cinsel bilime, daha sonraysa ruh çözümlemesine
adadı. 1919’da Freud’u keşfetti; onun hayranı, en yakın dostu ve yardımcısı
oldu. 1927’de aralarında kuramsal ve siyasi yönde bir ayrılık baş gösterdi.
1928’de Viyana’nın emekçi mahallelerinde işçiler için ruh çözümleyici sağlık
evleri açtı. Önce Komünist Partisi’nden, sonra da Avusturya’dan kovuldu.
1930’da Berlin’de cinsel siyaset hareketini başlattı. Cinsel sorunu
siyasallaştırmak istiyordu. Kurduğu derneğe bir yılda yirmi bin üye yazıldı.
Gerek Nazilerin gerekse Alman Komünistlerinin tepkileriyle Almanya’dan da
kovuldu. Önce İskandinav ülkelerine, oradan da Amerika’ya gitti. 1939’da
Amerika’ya yerleşti, burada “Orgon” adını verdiği evrensel yaşam enerjisi
üzerine çalışmalar yaptı. 1950’lerden sonra McCarthyciliğin gelişiyle cadı
kazanına atılanların arasında o da vardı. Yazdığı kitapların çoğu yasaklandı,
toplatıldı ve yakıldı. Büyük tekeller ve “akıllı uslu” dernekler tarafından
amansızca kovalandı. 1957’de altmış yaşındayken, açılan davalardan biri
sırasında bulunduğu bir tutukevinde öldü. 1960’dan çok sonra kitapları dünyanın
bütün ülkelerinde olaylar yaratacak kadar büyük ilgi gördü. (Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel
Yayınları, İstanbul, 2002)
[19] “Burg” Almancada “şehir, kent” demektir,
burjuva, “şehirde yaşayan, kentsoylu” anlamına gelir. Marksist literatürde ise burjuva,
“üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıf” anlamında kullanılır.
(Y.N.)
[20] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002,
s.25.
[21]AugustThalheimer, Arthur Rosenberg, OttoBauer, Angelo
Tasca, Faşizm ve Kapitalizm, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 2018, s: 19
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.