8 Mayıs 2022 Pazar

Değer Üzerine - Ercan Arslan

Ercan Arslan

Değer, sadece kullanma işlemiyle değil, değiştirme işlemiyle bir arada olduğunda işlerlik kazanan bir olgudur. İnsanla eşya arasında değil, insanla insan arasında gerçekleşen bir toplumsal işbölümünün sonucunda üretim sürecinde oluşur ve değişim sürecinde gerçekleşir. Marx, üretim sürecinin özünde insanla eşya arasında olmadığını, insanla insan arasında olduğunu Grundrisse’de şöyle açıklamaktadır:

 

“İnsan, sözcüğün tam anlamıyla Aristoteles’in deyimiyle politik bir hayvandır, yalnızca toplumcul bir hayvan değil, ama kendini ancak toplum içinde bireyleştirebilen bir hayvan.” (s. 22)

 

“Bu tek başına ve yalıtılmış birey tarafından, toplumun dışında gerçekleştirilen üretim- ki bu ıssız bir yere rastlantı olarak götürülmüş olan ve toplum güçlerini dinamik olarak kendinde bulunduran bir uygar kişinin başına gelebilecek ayrıksın bir durumdur-, birlikte yaşayan ve birbirleriyle konuşan bireyler olmadan dilin gelişmesi kadar saçma bir şeydir.” (s. 22)

 

“Demek ki, biz üretim dediğimiz zaman, söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir- toplumsal bireylerin üretimidir.” (s. 24)

Değer, mallarda maddileşmiş toplumsal olarak gerekli ortalama emektir ve tarihsel bir sürecin sonucudur. Tarihin başlarında, insanların ürettikleri kendi kullanımları içindi. İhtiyaçları için üretirlerdi Bu dönemde ürünler, fayda değeri taşımaktaydı. İlk insanlar kendilerine yettiği kadar üretiyorlardı, değişim ve biriktirme için üretim daha gelişmemişti. Değer ancak başkalarıyla ve diğer gruplarla değiştirme ihtiyacı oluştuğunda ortaya çıktı. Henry Denis, Kapitalizm ve Değer isimli kitabında değeri şöyle ifade eder:

 

“Değer kelimesi farklı objeler için kullanılıyor; bir saatin değerinden, bir sanat eserinin ya da bir insanın değeri söz konusuymuş gibi söz ediliyor. Ama bütün bu durumlarda hep aynı gerçeğe işaret edilmediği besbelli… Çoğu zaman ‘değer’ kelimesine anlamını iyice belirten bir sıfat eklenir; Ahlak değeri yüksek bir insan, sanat değeri büyük bir tablo denir; oysaki saatin ekonomik değerinden başka bir şeyi yoktur. Gerçekte bizi burada ilgilendiren de sadece bu ekonomik değerdir. Ama bu deyimin kendisinde, birbirinden tamamen ayrı iki kavram gizlidir. Bir objenin belirli bir insan (fert) için ekonomik bir değeri olabilir; çünkü bir obje, o insanın şu ya da bu ihtiyacını, arzusunu giderebilir. Ama bundan, o objenin toplumun bütün fertleri için aynı değerde olduğu anlamı çıkmaz. Örneğin, bahçemdeki bir ağacın gölgesinde dinlenmeye alışmışımdır; bu ağacın başkaları için değil ama benim için büyük bir önemi vardır. Bu ilk şekliyle, ekonomik değere kullanış değeri ya da fayda değeri denir. O zaman bunu inceleyecek olan da ekonomi politik değil psikolojidir. Marx’ın dediği gibi; “kullanış değeri her türlü kesin ekonomik belirlenmenin dışında kalınca, yani kullanış değeri olarak ele alınınca ekonomi politiğin alanına girmez.” (Kapitalizm ve Değer - Henri Denis, Sol yayınları s. 7-8 )

Değerin tarihsel oluşma sürecini, kendi ailemizden örnek vererek de açıklayabiliriz. Bazı ürünleri dışarıdan tedarik ederiz, ama bu ürünler, ailemize geldiğinde değerlerini görmezden geliriz, Onlardan bir karşılık beklemeyiz, çocuğumuza bu ürünleri bir değer karşılığında mı vermekteyiz?.. İşte ilkel komünal dönemde de, insanlar kendi küçük gruplarına öyle davranmışlardır. Bir değer ilişkisi yoktur, sadece ihtiyaçları için ürettikleri ürünler vardır. Bu durum, komünist toplum için de böyledir. Burada da insanlar ürünlerini, bir değer oluşturmadan, tüm insanlık için üretecektir. Burada değer üretimi değil, insanların ihtiyaçları için kullanacağı ürünler vardır. Bu açıdan değer olgusunun tarihsel bir süreci vardır: İlkel komünal topluluklar ve komünist toplum dışarıda tutulmak kaydıyla, değer kavramı, sınıfsal ilişkilerin ortaya çıktığı ve yok olmaya başladığı süreçte geçerliliğini sürdürür. Bunu Ernest Mandel, Marksist Ekonomi Kuramına Giriş kitabında şöyle değerlendirir:

 

“Uygarlığın bütün ilerlemeleri, son çözümlemede emek üretkenliğinin artışıyla belirlenir. Bir grup insanın üretimi, üreticileri ancak yaşatmaya yetecek kadar olduğu ve bu zorunlu ürün dışında bir artık bulunmadığı sürece, ne işbölümüne olanak vardır, ne de toplumda zanaatçı, sanatçı ve bilim adamına yer vardır. Bütün insanlar üreticidirler. Onların hepsi de aynı sefil durumda bulunmaktadır. Emek üretkenliğinin, en düşük düzeyin üstüne çıkması, artı ürün elde etme olanağı sağlar. Ancak ürünlerde bir artık ortaya çıktığında, iki yoksul kendi geçimleri için zorunlu olandan daha fazlasını ürettiklerinde, bu artığın bölüşümü için mücadele olanağı ortaya çıkar.” (Ernest Mandel, Marksist Ekonomi Kuramına Giriş, s. 9-10).

Zaman içinde hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımın oluşmaya başlaması ve bunun sonucunda yerleşikliğe geçiş gerçekleşir (M.Ö. 12 binler). İlk önceleri tarım ve hayvancılık birlikte yapılmaktaydı, zamanla tarım ve hayvancılık yapanlar ayrılmaya başladı. Hayvancılık yapanlar, tarım arazilerini terk etmek zorunda kaldılar ve mevsimsel yarı yerleşik yarı göçebe bir yaşam sürdürdüler. Tarım yapanlar ise tam yerleşik düzene geçtiler. Artık eşitsizlikler gelişmeye başlamıştır. Yerleşik düzene geçenler, göçebe olanlardan daha iyi bir yaşam sürmeye başladılar ve bu yüzden de göçebe olanlarda yerleşiklerin yaşadığı bölgeleri ele geçirme isteği meydana geldi. Bu istek daha önceden niye gelişmemiştir?.. Çünkü artık ürün oluşmaya başlamış ve diğerleri de bunu ele geçirmeye çalışmıştır. Artık birileri çalışmadan diğerlerinin artık emeğine el koyma vaktiydi.

Evet, tarım ve hayvancılığa geçişle birlikte, toplumlarda artık ürün oluşmaya başlamıştır ve bunun sonucunda gruplar arasında ürünleri değiştirme ihtiyacı (trampa) doğmuştur. Değer de bu ilişki neticesinde oluşmuştur. Daha açıklayıcı bir örnek verirsek, İspanyollar Kristof Kolomp aracılıyla Amerika’yı keşfettiklerinde, Amerikan yerlileriyle ilk karşılaştıklarında onlarda altının bol olduğunu gördüler ve bu altını onlardan önemsiz hediyeler vererek aldılar (daha sonra kan dökerek de aldılar). Bu ilişki Amerikan yerlilerinin aptal olduğunu mu gösterir?.. Hayır; onların üretim ilişkilerinin İspanyollardan daha eski olduğunu ve topluluklarında değişim değerlerini oluşturacak gelişkinlikte toplumsal ilişkilere sahip olmadıklarını gösterir.

İlkel üretimin hâkim olduğu, üretilen ürünlerin ancak grupların yaşamasına yetecek kadar olduğu süreçlerde, topluluk üyeleri bir karşılık beklemeden ürünlerini birbirlerine ve başkalarına armağan olarak verir. Bunu, bazı akademisyenler “armağan ekonomisi” olarak adlandırmakta ve değerle, kullanım değerini/fayda değerini birbirine karıştırarak kafa karışıklığı yaratmaktadırlar. Biri ekonominin konusuna giren değer, diğeri ise grubun değer yargılarına, inançlarına, düşünce yapılarına göre oluşan psikolojik değer ve bir de ürünlerin fiziksel özelliklerinden kaynaklı kullanım değeridir. Aztekler değer yargılarına göre karşılık beklemeden, İspanyollara başka dünyadan gelmiş kişiler olarak armağanlar sundular.

Marx ve Marksistler açısından değer olgusu tarihseldir. Sınıfsal ilişkilerle başlar ve sınıfsal ilişkiler yok olduğunda özelliğini kaybeder. Sadece kapitalizme özgü değildir, fakat kapitalizmde daha belirgindir. Klasik iktisatçılar açısından ise değer, doğaldır. Klasik iktisatçılar, tarihsel süreç açısından bakmaz; değeri, her zaman için geçerli bir olgu sayarlar. Değerin doğal ve evrensel olarak geçerli sayılmasıysa, kapitalizmin gelişme sürecine özgüdür. Değerin, insanla eşya arasında kurulan bir ilişkiymiş gibi görülmesini, insanın özünde bireysel ihtiyaç peşinde koşması, sürekli mal biriktirme peşinde olması, kullanım değerleri peşindeymiş gibi gözükmesi fikrini, faydacı bireye indirgenmesini, Marx, Grundrisse’de Üretim bölümünde değerlendirmiştir:

 

“ÜRETİM – Bağımsız bireyler. 18 yüzyıl fikirleri

Bu incelemelerin konusu her şeyden önce, maddi üretimdir. Toplum içinde üreten bireyler- dolayısıyla toplumsal olarak belirlenmiş bireylerin üretimi- kuşkusuz çıkış noktasıdır. Smith ve Ricardo’nun incelemelerine başlangıç olarak kabul ettikleri tek başına ve yalıtık avcı ve balıkçı, 18. yüzyılın hiç de, bazı uygarlık tarihçilerinin imgelediği gibi, aşırı inceliğe salt bir tepkiyi ve yanlış anlaşılmış bir doğal duruma dönüşü ifade etmeyen, Robinson’cu yavan hayaller arasında yar alırlar. Doğaları gereği bağımsız özneler arasında sözleşme aracılığıyla ilişkiler ve bağlar kuran Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi de, böyle bir doğacılığa dayanmaz. Bu bir görünüştür, büyük küçük Robinson’cuların salt estetik görünüşü. Gerçekte, 16. yüzyıldan beri hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda dev adımlarla olgunluğa doğru yürüyen “sivil-burjuva toplumun” öncelenmesi söz konusudur. Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu toplumda birey, kendisini daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları çizili bir insan yığışımının aksesuarı haline getiren doğal bağlardan vb. kopmuş görünmektedir. 18. yüzyıl peygamberleri için – ki Smith ve Ricardo hala onların omuzları üstünde durmaktadır-, bir yandan feodal toplum biçimlerinin dağılmasının, öte yandan 16. yüzyıldan beri gelişmiş olan yeni üretken güçlerin ürünü olan bu 18. yüzyıl bireyi, varoluşu geçmişe uzanan bir ideal olarak görünmektedir. Onlar, bunda bir tarihsel sonuç değil, tarihin bir çıkış noktasını görmektedirler, çünkü onlar, bu bireyi, kökeni tarihte olan olarak değil ama doğa tarafından konumlandırılmış olarak, insan doğası kavramlarına uygun doğal birey olarak değerlendirmektedirler.” (Grundrisse s. 21-22)



Klasik iktisatçılar, artı değer üretimi sonucunda sermayenin oluşma sürecini ve sermayenin aslında birikmiş/nesneleşmiş emek olduğunu da görememiştir. Klasik iktisatçılardan etkilenen Proudhon ise en fazla, “mülkiyet hırsızlıktır” diyebilmiştir.

Marx, değerin her tarihsel dönemde geçerli olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiştir; Marx’ı böyle göstermek klasik iktisatçıların seviyesine indirmekle eş anlamlıdır. Marx, Fizyokratları ve Adam Smith’i şu şekilde değerlendirir:

 

“Adam Smith artı değeri ve dolayısıyla sermayeyi çözümleyişinde fizyokratların ötesine geçerek büyük bir ilerleme sağlamıştır. Fizyokratların görüşüne göre, artı değeri, ancak tek bir belirli türde somut emek – tarımsal emek- üretir. Bundan ötürü onların incelediği şey, emeğin kullanım değeridir; emek zamanı değildir- değerin tek kaynağı olan genel toplumsal emek değildir. İşin aslında bu özel tür emekte de (organik) maddede artıştan oluşan artı değeri – tüketilen maddeleri aşan fazlayı toprak, doğa yaratır. Artı değeri henüz çok sınırlı biçimi içinde görürler; bu nedenle de fantezi düşüncelerle çarpıtırlar. Ama Adam Smith’e göre artı değeri yaratan genel toplumsal emektir.” (Artı Değer Teorileri, s. 78)

Değerin bütün tarihsel süreçlerde geçerli olduğunu söylemek, kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu belirli bir tarihsel kesitte yer alan insanın, bireysel olarak eşyayla kurduğu ilişkinin bütün tarihsel süreçlerde geçerli olduğunun kabul ettirilmesi içindir. Böylece kapitalist ilişki olumlanır, insanın özünde bireysel maddi çıkar peşinde olan bir canlı olduğu benimsetilmeye çalışılır. Oysa insanların bireysel olarak çıkar peşinde olması sınıfsal ilişkilerin ortaya çıkması sonucunda oluşur.

Eşyalar, insanla insan arasında bir faaliyetin konusudur, kendiliğinden bir değer taşımaz. Bu ancak diğer insanlarla ilişki içinde mümkün olabilir. Marx, bu yüzden Ricardo ve Adam Smith’in doğada yalnız avcı-balıkçı hikâyelerini alaya alır. Robinson Crusoe’nin yalnız adadaki faaliyeti de böyledir. Ürettiği ürünler ve doğada hazır bulunan maddeler bildiğimiz anlamda bir değer taşımaz. Yalnız başına elmasın, altının veya kullandığı maddelerin başka birileri için de bir kullanımı yoksa ve başkalarının ürünleriyle değiştirilmiyorsa değerleri yoktur.

 

“(…) Bu nedenledir ki, moneter ve merkantil sistemlerde (değer) para olarak; fizyokratlarda toprağın ürünü olarak, tarımsal ürün olarak ve en sonu A. Smith’te genelde meta olarak gösterilmişti. Merkantilistler değeri nasıl ki yalnızca saf bir değer biçimine, ürünün kendini ortaya koyduğu genel toplumsal emek biçimine, yani paraya indirgedilerse, fizyokratlar, değerin özüne değindikleri ölçüde, onu, tümüyle yalnızca bir kullanım değerine (maddeye, maddi öğeye) indirgemişlerdir. Adam Smith’te metanın her iki durumu – kullanım değeri ve değişim değeri- birleştirilmiştir ve böylelikledir ki, kendini herhangi bir kullanım değerinde herhangi bir yararlı üründe ortaya koyan her emek üretken olmuştur. Kendini üründe ortaya koyan şey üretken emektir demek, ürün belli bir miktar toplumsal emeğe eşittir demekle aynıdır.” (Artı Değer Teorileri, s.162 )

Değerin özünü sadece kullanım değerinde maddi özde görmek, toprağı doğanın bir ürünü gibi görmekle aynı anlama gelir; doğa insana bahşeder, insanda doğanın bu bahşettiklerini kendi ihtiyaçları temelinde kullanır gibi bir algı yaratılmaktadır. İnsanla doğa arasındaki ilişki, insanla eşya arasındaki ilişkiye indirgenir. Toplumsallık, işbölümü ve bunun sonucunda oluşan artık ürünün bir kesimde birikmesi görmezden gelinir.

Bugün Marksizmi eleştirdiğini veya yeni yorumlar getirdiğini zanneden, öznelliği ön plana çıkarak sübjektif düşünceyi ön plana koyan gruplar mevcuttur. Bunların görüşlerine göre ekonomik kanunlar ve değer evrensel bir nitelik taşır. Her devirde geçerlidir, insanla eşya arasındaki faydacılığı, bireyin üründen marjinal fayda sağlamasının asıl belirleyici olmasını ön plana çıkararak insanın psikolojisindeki bu evrensel ilkenin geçerli olduğunu teorize etmektedirler. Bunlar aslında Marksizm açısından Marjinal faydasızlardır. Marksizmin içini boşaltıp kapitalist sistemin cephaneliğine malzeme taşıyan burjuva teorisyenlerdir. Bunların görüşlerini Oscar Lange, Ekonomi Politikte Akımlar ve Bilimsel Bilgilerin Belirlenmesi adlı eserinde çok iyi teşhir etmektedir:

 

“Sübjektivistler ekonomik kanunların evrensel karakterini ilan ederek, klasik iktisatçıların ekonomik kanunları evrensel doğal kanunlar gibi görmelerine yaklaşıyordu. Klasik ekonominin gözünde ekonomik kanunlar tıpkı doğa yasaları gibi, objektif gerçeğin kanunları idi. Bu kanunlar tarihsel bir özellik taşımazlar bütün süreçlerde görülen evrensel kanunlardır.” (s. 25)

 

“Mübadele konusunda sübjektivistlerden Walras, Pareto ve ötekiler ilkin faydayı ve tercihi azamileştiren bireyle uğraşırlar, sonra da mübadele sırasında bireyleri karşı karşıya getirirler.” (s. 27)

 

“Subjektivist akım, insan ilişkilerini mübadele olayından çıkarsayarak, bu ilişkilerin klasik ekonomi (ve ardından Marx) tarafından ileri sürüldüğü gibi üretim sürecinde kurulmayıp mübadele sürecinde kurulduğunu öne süren eski bayağı ekonomi geleneğine bağlanır.” (s. 28)

 

“Subjektivist (öznelci) akımın klasik ekonomiden çıkararak aldığı unsur ekonomik ilkedir. Klasik ekonomi, insanların kazanma çabalarında azami para geliri sağlamak istedikleri ve özellikle karı azamileştirmenin üretim sürecinde başlıca uyarıcı olduğu varsayımını kabul etmiştir. Bu varsayımın başlangıçtaki biçimi, kazanma çabasındaki insanların kendi öz çıkarlarına uygun olarak hareket ettikleri, başka deyişle, mümkün olduğu kadar çok servet edinmek istedikleri iddiası idi. Bu varsayım Adam Smith’in şu ünlü cümlesiyle anlatılmıştır; “yemeğimizi kasabın, bira satıcısının ve fırıncının iyiliğinden değil, asıl onların kendi çıkarları için gösterdikleri titizlikten bekliyoruz. Onların insaniyetine değil bencilliğine başvuruyoruz. Ve onlara hiçbir zaman kendi ihtiyaçlarımızdan söz açmıyor, her zaman onların çıkarlarından söz açıyoruz”. Bunun gibi Ricardo da “bütün ticari muameleleri düzene sokan bireysel çıkardır” diyordu. Bu davranış, “ekonomik çıkarı azamileştirme ilkesine sıkı sıkıya bağlı olarak hareket eden ekonomik insan (homo economicus) görüntüsünün doğmasına yol açmıştır. Faydacı psikoloji ilkesi bu anlayıştan doğmuştur. (Oskar Lange, Ekonomi Politik-Ekonomi Politikte Akımlar ve Bilimsel Bilgilerin Belirlenmesi, s. 10, Ataç Kitabevi)

Marx üretimi toplumsal bir süreç olarak ele almaktadır; üretim süreci insanla insan arasındadır, insanla eşya arasında veya Fizyokrotlar’da olduğu gibi insanla doğa arasında değildir. İnsanlar diğer primat türleri gibi topluluk halinde yaşayan canlılardır, bunun sebebi doğal şartlarda diğer canlılardan zayıf karakterli olmalıdır. Bu sebeple birlikte hareket etmek zorunda kalmışlar ve kendi vücutlarından bağımsız bir şekilde bir nevi uzantı görevi gören alet üretme yoluna gitmişlerdir. Üç boyutlu görme, dik yürüme, ellerin kavrayıcı özelliği ve başparmağın opozisyon özelliğinin gelişmesi neticesinde doğada hazır bulunan hammaddelerin şekillerinin değiştirilmesi yoluyla aletleri üretme yoluna gitmişlerdir. Doğada hazır bulunan hammaddeleri kullanmak insanlaşma sürecinde yeterli değildir, asıl insanlaşma hammaddeye şekil verme ve yaratım sürecidir. Marx, Grundrisse’de üretim sürecini şöyle anlatır:

 

 “Üretim aleti olmadan, bu alet yalnızca insan eli olsa bile, üretim de olmaz. Söz konusu emek, yabanıl insanın elinde yinelenmiş alıştırma ile toplanmış ve yoğunlaşmış beceri olsa bile, geçmiş, birikmiş emek olmadan üretim de olmaz. Sermaye de, öteki şeyler arasında, bir üretim aletidir, o da nesneleşmiş geçmiş emektir. Demek ki sermaye, genel sonsuz bir doğal ilişkidir; evet ama “üretim aletini”, “birikmiş emeği” sermayeye dönüştüren biricik şeyi, özgül niteliğin kendisini görmezlikten gelmek koşuluyla.”( Grundrısse-Marx- sol yay, s. 24)

İnsanlar hayatta kalabilmek için alet üretmiş ve bu sayede ihtiyaçlarını gidermiştir. Başlangıçta aletler kısıtlı ve ilk başlarda doğaya aşırı bağımlıydı. İnsanlığın şafağında basit yaşamsal ürünler onlar için yeterliydi. Nüfusları az olduğundan fazla av hayvanı da avlamazlar, sadece kendilerine yetecek kadar avlarlar, doğaya zarar verecek bir nitelikte davranmazlar, üretimleri çok basittir. Bu süreç alet teknolojisinin gelişmesi sonucu, avladığı av hayvanların çoğalması ve bunun sonucunda üründe bollaşmayla devam etti. Fakat insan nüfusunun artmasıyla birlikte ihtiyaçların çoğalması neticesinde doğadaki hayvan sayısı azalmaya başladı. Başka bir deyişle, insan nüfusu artarken hayvan sayısı ters orantılı olarak azalmıştır. Bu azalmayı önlemek içinde hayvanları evcilleştirme ve çoğaltma yoluna gitmiş, bunları beslemek içinde tarıma yönelmiş, yerleşikliğe geçmeye başlamışlardır. Böylece artık ürünün oluşma süreci başlamıştır. Toplumda işbölümü oluşmaya başlamış, ürünler çoğaldıkça da birbirleriyle değiştirme ihtiyacı hissetmişlerdir. İşte bundan sonra ürünlerin değeri emek zamanıyla ölçülmeye başlamıştır. Bu süreçte artık ürünün birikmesi ve birilerinin elinde diğerlerinin aleyhinde çoğalması mülkiyeti beraberinde getirmiştir. Bu süreçten sonra insanla eşya arasında bir ilişki doğmuştur; mal biriktirme… İnsan bireysel olarak özünde para ve mal peşinde koşan bir canlı değildir. Bu durum, belirli tarihsel üretim tarzlarına özgüdür; bu bireyselliği sınıfsal özellikler, özellikle de kapitalist ilişkiler yaratmaktadır. Bu özellik evrensel bir özellik gibi gösterilmekte ve bütün tarihsel süreçlere uygulanmak istenerek kapitalizm kutsanmaktadır.

Yararlanılan Kaynaklar;

Kapitalizm ve değer-Henri Denis Sol yay.

Artı Değer Teorileri- Marx –Sol yay

Grundrisse- Marx sol yay.

Ernest Mandel Marksist Ekonomi Kuramına Giriş –Ünlü yayıncılık

Değer Teorisi –Davıd Graeber- sel yayıncılık

Artı Kapital – Suat Kamil Aksoy –Vivo yay.

EKONOMİ POLİTİK-Ekonomi Politikte Akımlar ve Bilimsel Bilgilerin Belirlenmesi –OSKAR LANGE-Ataç kitabevi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.