Ercan Arslan
Değer, sadece kullanma işlemiyle değil,
değiştirme işlemiyle bir arada olduğunda işlerlik kazanan bir olgudur. İnsanla
eşya arasında değil, insanla insan arasında gerçekleşen bir toplumsal
işbölümünün sonucunda üretim sürecinde oluşur ve değişim sürecinde gerçekleşir.
Marx, üretim sürecinin özünde insanla eşya arasında olmadığını, insanla insan
arasında olduğunu Grundrisse’de şöyle açıklamaktadır:
“İnsan, sözcüğün tam
anlamıyla Aristoteles’in deyimiyle politik bir hayvandır, yalnızca toplumcul
bir hayvan değil, ama kendini ancak toplum içinde bireyleştirebilen bir
hayvan.” (s. 22)
“Bu tek başına ve
yalıtılmış birey tarafından, toplumun dışında gerçekleştirilen üretim- ki bu
ıssız bir yere rastlantı olarak götürülmüş olan ve toplum güçlerini dinamik
olarak kendinde bulunduran bir uygar kişinin başına gelebilecek ayrıksın bir
durumdur-, birlikte yaşayan ve birbirleriyle konuşan bireyler olmadan dilin
gelişmesi kadar saçma bir şeydir.” (s. 22)
“Demek ki, biz üretim
dediğimiz zaman, söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir
aşamasındaki üretimdir- toplumsal bireylerin üretimidir.” (s. 24)
Değer, mallarda maddileşmiş toplumsal
olarak gerekli ortalama emektir ve tarihsel bir sürecin sonucudur. Tarihin
başlarında, insanların ürettikleri kendi kullanımları içindi. İhtiyaçları için
üretirlerdi Bu dönemde ürünler, fayda değeri taşımaktaydı. İlk insanlar
kendilerine yettiği kadar üretiyorlardı, değişim ve biriktirme için üretim daha
gelişmemişti. Değer ancak başkalarıyla ve diğer gruplarla değiştirme ihtiyacı
oluştuğunda ortaya çıktı. Henry Denis, Kapitalizm ve Değer isimli
kitabında değeri şöyle ifade eder:
“Değer kelimesi farklı
objeler için kullanılıyor; bir saatin değerinden, bir sanat eserinin ya da bir
insanın değeri söz konusuymuş gibi söz ediliyor. Ama bütün bu durumlarda hep
aynı gerçeğe işaret edilmediği besbelli… Çoğu zaman ‘değer’ kelimesine anlamını
iyice belirten bir sıfat eklenir; Ahlak değeri yüksek bir insan, sanat değeri
büyük bir tablo denir; oysaki saatin ekonomik değerinden başka bir şeyi yoktur.
Gerçekte bizi burada ilgilendiren de sadece bu ekonomik değerdir. Ama bu
deyimin kendisinde, birbirinden tamamen ayrı iki kavram gizlidir. Bir objenin
belirli bir insan (fert) için ekonomik bir değeri olabilir; çünkü bir obje, o
insanın şu ya da bu ihtiyacını, arzusunu giderebilir. Ama bundan, o objenin
toplumun bütün fertleri için aynı değerde olduğu anlamı çıkmaz. Örneğin,
bahçemdeki bir ağacın gölgesinde dinlenmeye alışmışımdır; bu ağacın başkaları
için değil ama benim için büyük bir önemi vardır. Bu ilk şekliyle, ekonomik
değere kullanış değeri ya da fayda değeri denir. O zaman bunu inceleyecek olan
da ekonomi politik değil psikolojidir. Marx’ın dediği gibi; “kullanış değeri
her türlü kesin ekonomik belirlenmenin dışında kalınca, yani kullanış değeri
olarak ele alınınca ekonomi politiğin alanına girmez.” (Kapitalizm ve Değer -
Henri Denis, Sol yayınları s. 7-8 )
Değerin tarihsel oluşma sürecini, kendi
ailemizden örnek vererek de açıklayabiliriz. Bazı ürünleri dışarıdan tedarik
ederiz, ama bu ürünler, ailemize geldiğinde değerlerini görmezden geliriz,
Onlardan bir karşılık beklemeyiz, çocuğumuza bu ürünleri bir değer karşılığında
mı vermekteyiz?.. İşte ilkel komünal dönemde de, insanlar kendi küçük
gruplarına öyle davranmışlardır. Bir değer ilişkisi yoktur, sadece ihtiyaçları
için ürettikleri ürünler vardır. Bu durum, komünist toplum için de böyledir.
Burada da insanlar ürünlerini, bir değer oluşturmadan, tüm insanlık için üretecektir.
Burada değer üretimi değil, insanların ihtiyaçları için kullanacağı ürünler
vardır. Bu açıdan değer olgusunun tarihsel bir süreci vardır: İlkel komünal
topluluklar ve komünist toplum dışarıda tutulmak kaydıyla, değer kavramı,
sınıfsal ilişkilerin ortaya çıktığı ve yok olmaya başladığı süreçte
geçerliliğini sürdürür. Bunu Ernest Mandel, Marksist Ekonomi Kuramına
Giriş kitabında şöyle değerlendirir:
“Uygarlığın bütün
ilerlemeleri, son çözümlemede emek üretkenliğinin artışıyla belirlenir. Bir
grup insanın üretimi, üreticileri ancak yaşatmaya yetecek kadar olduğu ve bu
zorunlu ürün dışında bir artık bulunmadığı sürece, ne işbölümüne olanak vardır,
ne de toplumda zanaatçı, sanatçı ve bilim adamına yer vardır. Bütün insanlar
üreticidirler. Onların hepsi de aynı sefil durumda bulunmaktadır. Emek
üretkenliğinin, en düşük düzeyin üstüne çıkması, artı ürün elde etme olanağı
sağlar. Ancak ürünlerde bir artık ortaya çıktığında, iki yoksul kendi geçimleri
için zorunlu olandan daha fazlasını ürettiklerinde, bu artığın bölüşümü için
mücadele olanağı ortaya çıkar.” (Ernest Mandel, Marksist Ekonomi Kuramına
Giriş, s. 9-10).
Zaman içinde hayvanların
evcilleştirilmesi ve tarımın oluşmaya başlaması ve bunun sonucunda yerleşikliğe
geçiş gerçekleşir (M.Ö. 12 binler). İlk önceleri tarım ve hayvancılık birlikte
yapılmaktaydı, zamanla tarım ve hayvancılık yapanlar ayrılmaya başladı.
Hayvancılık yapanlar, tarım arazilerini terk etmek zorunda kaldılar ve
mevsimsel yarı yerleşik yarı göçebe bir yaşam sürdürdüler. Tarım yapanlar ise
tam yerleşik düzene geçtiler. Artık eşitsizlikler gelişmeye başlamıştır.
Yerleşik düzene geçenler, göçebe olanlardan daha iyi bir yaşam sürmeye
başladılar ve bu yüzden de göçebe olanlarda yerleşiklerin yaşadığı bölgeleri
ele geçirme isteği meydana geldi. Bu istek daha önceden niye gelişmemiştir?..
Çünkü artık ürün oluşmaya başlamış ve diğerleri de bunu ele geçirmeye
çalışmıştır. Artık birileri çalışmadan diğerlerinin artık emeğine el koyma
vaktiydi.
Evet, tarım ve hayvancılığa geçişle
birlikte, toplumlarda artık ürün oluşmaya başlamıştır ve bunun sonucunda
gruplar arasında ürünleri değiştirme ihtiyacı (trampa) doğmuştur. Değer de bu
ilişki neticesinde oluşmuştur. Daha açıklayıcı bir örnek verirsek, İspanyollar
Kristof Kolomp aracılıyla Amerika’yı keşfettiklerinde, Amerikan yerlileriyle
ilk karşılaştıklarında onlarda altının bol olduğunu gördüler ve bu altını
onlardan önemsiz hediyeler vererek aldılar (daha sonra kan dökerek de aldılar).
Bu ilişki Amerikan yerlilerinin aptal olduğunu mu gösterir?.. Hayır; onların
üretim ilişkilerinin İspanyollardan daha eski olduğunu ve topluluklarında
değişim değerlerini oluşturacak gelişkinlikte toplumsal ilişkilere sahip
olmadıklarını gösterir.
İlkel üretimin hâkim olduğu, üretilen
ürünlerin ancak grupların yaşamasına yetecek kadar olduğu süreçlerde, topluluk
üyeleri bir karşılık beklemeden ürünlerini birbirlerine ve başkalarına armağan
olarak verir. Bunu, bazı akademisyenler “armağan ekonomisi” olarak
adlandırmakta ve değerle, kullanım değerini/fayda değerini birbirine
karıştırarak kafa karışıklığı yaratmaktadırlar. Biri ekonominin konusuna giren
değer, diğeri ise grubun değer yargılarına, inançlarına, düşünce yapılarına
göre oluşan psikolojik değer ve bir de ürünlerin fiziksel özelliklerinden
kaynaklı kullanım değeridir. Aztekler değer yargılarına göre karşılık
beklemeden, İspanyollara başka dünyadan gelmiş kişiler olarak armağanlar
sundular.
Marx ve Marksistler açısından değer
olgusu tarihseldir. Sınıfsal ilişkilerle başlar ve sınıfsal ilişkiler yok
olduğunda özelliğini kaybeder. Sadece kapitalizme özgü değildir, fakat
kapitalizmde daha belirgindir. Klasik iktisatçılar açısından ise değer,
doğaldır. Klasik iktisatçılar, tarihsel süreç açısından bakmaz; değeri, her
zaman için geçerli bir olgu sayarlar. Değerin doğal ve evrensel olarak geçerli
sayılmasıysa, kapitalizmin gelişme sürecine özgüdür. Değerin, insanla eşya
arasında kurulan bir ilişkiymiş gibi görülmesini, insanın özünde bireysel
ihtiyaç peşinde koşması, sürekli mal biriktirme peşinde olması, kullanım
değerleri peşindeymiş gibi gözükmesi fikrini, faydacı bireye indirgenmesini,
Marx, Grundrisse’de Üretim bölümünde değerlendirmiştir:
“ÜRETİM – Bağımsız
bireyler. 18 yüzyıl fikirleri
Bu incelemelerin
konusu her şeyden önce, maddi üretimdir. Toplum içinde üreten bireyler-
dolayısıyla toplumsal olarak belirlenmiş bireylerin üretimi- kuşkusuz çıkış
noktasıdır. Smith ve Ricardo’nun incelemelerine başlangıç olarak kabul
ettikleri tek başına ve yalıtık avcı ve balıkçı, 18. yüzyılın hiç de, bazı
uygarlık tarihçilerinin imgelediği gibi, aşırı inceliğe salt bir tepkiyi ve
yanlış anlaşılmış bir doğal duruma dönüşü ifade etmeyen, Robinson’cu yavan
hayaller arasında yar alırlar. Doğaları gereği bağımsız özneler arasında
sözleşme aracılığıyla ilişkiler ve bağlar kuran Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi
de, böyle bir doğacılığa dayanmaz. Bu bir görünüştür, büyük küçük
Robinson’cuların salt estetik görünüşü. Gerçekte, 16. yüzyıldan beri
hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda dev adımlarla olgunluğa doğru yürüyen
“sivil-burjuva toplumun” öncelenmesi söz konusudur. Serbest rekabetin hüküm
sürdüğü bu toplumda birey, kendisini daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve
sınırları çizili bir insan yığışımının aksesuarı haline getiren doğal bağlardan
vb. kopmuş görünmektedir. 18. yüzyıl peygamberleri için – ki Smith ve Ricardo
hala onların omuzları üstünde durmaktadır-, bir yandan feodal toplum
biçimlerinin dağılmasının, öte yandan 16. yüzyıldan beri gelişmiş olan yeni
üretken güçlerin ürünü olan bu 18. yüzyıl bireyi, varoluşu geçmişe uzanan bir
ideal olarak görünmektedir. Onlar, bunda bir tarihsel sonuç değil, tarihin bir
çıkış noktasını görmektedirler, çünkü onlar, bu bireyi, kökeni tarihte olan
olarak değil ama doğa tarafından konumlandırılmış olarak, insan doğası
kavramlarına uygun doğal birey olarak değerlendirmektedirler.” (Grundrisse s.
21-22)
Marx, değerin her tarihsel dönemde
geçerli olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiştir; Marx’ı böyle göstermek klasik
iktisatçıların seviyesine indirmekle eş anlamlıdır. Marx, Fizyokratları ve Adam
Smith’i şu şekilde değerlendirir:
“Adam Smith artı
değeri ve dolayısıyla sermayeyi çözümleyişinde fizyokratların ötesine geçerek
büyük bir ilerleme sağlamıştır. Fizyokratların görüşüne göre, artı değeri,
ancak tek bir belirli türde somut emek – tarımsal emek- üretir. Bundan ötürü
onların incelediği şey, emeğin kullanım değeridir; emek zamanı değildir-
değerin tek kaynağı olan genel toplumsal emek değildir. İşin aslında bu özel
tür emekte de (organik) maddede artıştan oluşan artı değeri – tüketilen
maddeleri aşan fazlayı toprak, doğa yaratır. Artı değeri henüz çok sınırlı
biçimi içinde görürler; bu nedenle de fantezi düşüncelerle çarpıtırlar. Ama
Adam Smith’e göre artı değeri yaratan genel toplumsal emektir.” (Artı Değer
Teorileri, s. 78)
Değerin bütün tarihsel süreçlerde
geçerli olduğunu söylemek, kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu belirli bir
tarihsel kesitte yer alan insanın, bireysel olarak eşyayla kurduğu ilişkinin
bütün tarihsel süreçlerde geçerli olduğunun kabul ettirilmesi içindir. Böylece
kapitalist ilişki olumlanır, insanın özünde bireysel maddi çıkar peşinde olan
bir canlı olduğu benimsetilmeye çalışılır. Oysa insanların bireysel olarak
çıkar peşinde olması sınıfsal ilişkilerin ortaya çıkması sonucunda oluşur.
Eşyalar, insanla insan arasında bir
faaliyetin konusudur, kendiliğinden bir değer taşımaz. Bu ancak diğer
insanlarla ilişki içinde mümkün olabilir. Marx, bu yüzden Ricardo ve Adam
Smith’in doğada yalnız avcı-balıkçı hikâyelerini alaya alır. Robinson
Crusoe’nin yalnız adadaki faaliyeti de böyledir. Ürettiği ürünler ve doğada
hazır bulunan maddeler bildiğimiz anlamda bir değer taşımaz. Yalnız başına
elmasın, altının veya kullandığı maddelerin başka birileri için de bir
kullanımı yoksa ve başkalarının ürünleriyle değiştirilmiyorsa değerleri yoktur.
“(…) Bu nedenledir ki,
moneter ve merkantil sistemlerde (değer) para olarak; fizyokratlarda toprağın
ürünü olarak, tarımsal ürün olarak ve en sonu A. Smith’te genelde meta olarak
gösterilmişti. Merkantilistler değeri nasıl ki yalnızca saf bir değer biçimine,
ürünün kendini ortaya koyduğu genel toplumsal emek biçimine, yani paraya
indirgedilerse, fizyokratlar, değerin özüne değindikleri ölçüde, onu, tümüyle
yalnızca bir kullanım değerine (maddeye, maddi öğeye) indirgemişlerdir. Adam
Smith’te metanın her iki durumu – kullanım değeri ve değişim değeri-
birleştirilmiştir ve böylelikledir ki, kendini herhangi bir kullanım değerinde
herhangi bir yararlı üründe ortaya koyan her emek üretken olmuştur. Kendini
üründe ortaya koyan şey üretken emektir demek, ürün belli bir miktar toplumsal
emeğe eşittir demekle aynıdır.” (Artı Değer Teorileri, s.162 )
Değerin özünü sadece kullanım değerinde
maddi özde görmek, toprağı doğanın bir ürünü gibi görmekle aynı anlama gelir;
doğa insana bahşeder, insanda doğanın bu bahşettiklerini kendi ihtiyaçları
temelinde kullanır gibi bir algı yaratılmaktadır. İnsanla doğa arasındaki
ilişki, insanla eşya arasındaki ilişkiye indirgenir. Toplumsallık, işbölümü ve
bunun sonucunda oluşan artık ürünün bir kesimde birikmesi görmezden gelinir.
Bugün Marksizmi eleştirdiğini veya yeni
yorumlar getirdiğini zanneden, öznelliği ön plana çıkarak sübjektif düşünceyi
ön plana koyan gruplar mevcuttur. Bunların görüşlerine göre ekonomik kanunlar
ve değer evrensel bir nitelik taşır. Her devirde geçerlidir, insanla eşya
arasındaki faydacılığı, bireyin üründen marjinal fayda sağlamasının asıl
belirleyici olmasını ön plana çıkararak insanın psikolojisindeki bu evrensel
ilkenin geçerli olduğunu teorize etmektedirler. Bunlar aslında Marksizm
açısından Marjinal faydasızlardır. Marksizmin içini boşaltıp kapitalist
sistemin cephaneliğine malzeme taşıyan burjuva teorisyenlerdir. Bunların
görüşlerini Oscar Lange, Ekonomi Politikte Akımlar ve Bilimsel
Bilgilerin Belirlenmesi adlı eserinde çok iyi teşhir etmektedir:
“Sübjektivistler
ekonomik kanunların evrensel karakterini ilan ederek, klasik iktisatçıların
ekonomik kanunları evrensel doğal kanunlar gibi görmelerine yaklaşıyordu.
Klasik ekonominin gözünde ekonomik kanunlar tıpkı doğa yasaları gibi, objektif
gerçeğin kanunları idi. Bu kanunlar tarihsel bir özellik taşımazlar bütün
süreçlerde görülen evrensel kanunlardır.” (s. 25)
“Mübadele konusunda
sübjektivistlerden Walras, Pareto ve ötekiler ilkin faydayı ve tercihi
azamileştiren bireyle uğraşırlar, sonra da mübadele sırasında bireyleri karşı
karşıya getirirler.” (s. 27)
“Subjektivist akım,
insan ilişkilerini mübadele olayından çıkarsayarak, bu ilişkilerin klasik
ekonomi (ve ardından Marx) tarafından ileri sürüldüğü gibi üretim sürecinde
kurulmayıp mübadele sürecinde kurulduğunu öne süren eski bayağı ekonomi
geleneğine bağlanır.” (s. 28)
“Subjektivist
(öznelci) akımın klasik ekonomiden çıkararak aldığı unsur ekonomik ilkedir.
Klasik ekonomi, insanların kazanma çabalarında azami para geliri sağlamak
istedikleri ve özellikle karı azamileştirmenin üretim sürecinde başlıca uyarıcı
olduğu varsayımını kabul etmiştir. Bu varsayımın başlangıçtaki biçimi, kazanma
çabasındaki insanların kendi öz çıkarlarına uygun olarak hareket ettikleri,
başka deyişle, mümkün olduğu kadar çok servet edinmek istedikleri iddiası idi.
Bu varsayım Adam Smith’in şu ünlü cümlesiyle anlatılmıştır; “yemeğimizi kasabın,
bira satıcısının ve fırıncının iyiliğinden değil, asıl onların kendi çıkarları
için gösterdikleri titizlikten bekliyoruz. Onların insaniyetine değil
bencilliğine başvuruyoruz. Ve onlara hiçbir zaman kendi ihtiyaçlarımızdan söz
açmıyor, her zaman onların çıkarlarından söz açıyoruz”. Bunun gibi Ricardo da
“bütün ticari muameleleri düzene sokan bireysel çıkardır” diyordu. Bu davranış,
“ekonomik çıkarı azamileştirme ilkesine sıkı sıkıya bağlı olarak hareket eden
ekonomik insan (homo economicus) görüntüsünün doğmasına yol açmıştır. Faydacı
psikoloji ilkesi bu anlayıştan doğmuştur. (Oskar Lange, Ekonomi
Politik-Ekonomi Politikte Akımlar ve Bilimsel Bilgilerin Belirlenmesi, s.
10, Ataç Kitabevi)
Marx üretimi toplumsal bir süreç olarak
ele almaktadır; üretim süreci insanla insan arasındadır, insanla eşya arasında
veya Fizyokrotlar’da olduğu gibi insanla doğa arasında değildir. İnsanlar diğer
primat türleri gibi topluluk halinde yaşayan canlılardır, bunun sebebi doğal
şartlarda diğer canlılardan zayıf karakterli olmalıdır. Bu sebeple birlikte
hareket etmek zorunda kalmışlar ve kendi vücutlarından bağımsız bir şekilde bir
nevi uzantı görevi gören alet üretme yoluna gitmişlerdir. Üç boyutlu görme, dik
yürüme, ellerin kavrayıcı özelliği ve başparmağın opozisyon özelliğinin
gelişmesi neticesinde doğada hazır bulunan hammaddelerin şekillerinin
değiştirilmesi yoluyla aletleri üretme yoluna gitmişlerdir. Doğada hazır
bulunan hammaddeleri kullanmak insanlaşma sürecinde yeterli değildir, asıl
insanlaşma hammaddeye şekil verme ve yaratım sürecidir. Marx, Grundrisse’de
üretim sürecini şöyle anlatır:
“Üretim aleti
olmadan, bu alet yalnızca insan eli olsa bile, üretim de olmaz. Söz konusu
emek, yabanıl insanın elinde yinelenmiş alıştırma ile toplanmış ve yoğunlaşmış
beceri olsa bile, geçmiş, birikmiş emek olmadan üretim de olmaz. Sermaye de,
öteki şeyler arasında, bir üretim aletidir, o da nesneleşmiş geçmiş emektir.
Demek ki sermaye, genel sonsuz bir doğal ilişkidir; evet ama “üretim aletini”,
“birikmiş emeği” sermayeye dönüştüren biricik şeyi, özgül niteliğin kendisini
görmezlikten gelmek koşuluyla.”( Grundrısse-Marx- sol yay, s. 24)
İnsanlar hayatta kalabilmek için alet
üretmiş ve bu sayede ihtiyaçlarını gidermiştir. Başlangıçta aletler kısıtlı ve
ilk başlarda doğaya aşırı bağımlıydı. İnsanlığın şafağında basit yaşamsal
ürünler onlar için yeterliydi. Nüfusları az olduğundan fazla av hayvanı da
avlamazlar, sadece kendilerine yetecek kadar avlarlar, doğaya zarar verecek bir
nitelikte davranmazlar, üretimleri çok basittir. Bu süreç alet teknolojisinin
gelişmesi sonucu, avladığı av hayvanların çoğalması ve bunun sonucunda üründe
bollaşmayla devam etti. Fakat insan nüfusunun artmasıyla birlikte ihtiyaçların
çoğalması neticesinde doğadaki hayvan sayısı azalmaya başladı. Başka bir
deyişle, insan nüfusu artarken hayvan sayısı ters orantılı olarak azalmıştır.
Bu azalmayı önlemek içinde hayvanları evcilleştirme ve çoğaltma yoluna gitmiş,
bunları beslemek içinde tarıma yönelmiş, yerleşikliğe geçmeye başlamışlardır.
Böylece artık ürünün oluşma süreci başlamıştır. Toplumda işbölümü oluşmaya
başlamış, ürünler çoğaldıkça da birbirleriyle değiştirme ihtiyacı
hissetmişlerdir. İşte bundan sonra ürünlerin değeri emek zamanıyla ölçülmeye
başlamıştır. Bu süreçte artık ürünün birikmesi ve birilerinin elinde
diğerlerinin aleyhinde çoğalması mülkiyeti beraberinde getirmiştir. Bu süreçten
sonra insanla eşya arasında bir ilişki doğmuştur; mal biriktirme… İnsan
bireysel olarak özünde para ve mal peşinde koşan bir canlı değildir. Bu durum,
belirli tarihsel üretim tarzlarına özgüdür; bu bireyselliği sınıfsal
özellikler, özellikle de kapitalist ilişkiler yaratmaktadır. Bu özellik
evrensel bir özellik gibi gösterilmekte ve bütün tarihsel süreçlere uygulanmak
istenerek kapitalizm kutsanmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar;
Kapitalizm ve değer-Henri Denis Sol yay.
Artı Değer Teorileri- Marx –Sol yay
Grundrisse- Marx sol yay.
Ernest Mandel Marksist Ekonomi Kuramına
Giriş –Ünlü yayıncılık
Değer Teorisi –Davıd Graeber- sel
yayıncılık
Artı Kapital – Suat Kamil Aksoy –Vivo
yay.
EKONOMİ POLİTİK-Ekonomi Politikte Akımlar ve Bilimsel Bilgilerin Belirlenmesi –OSKAR LANGE-Ataç kitabevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.