11 Mayıs 2022 Çarşamba

Felsefe ve Politika

 Ercan Arslan

Engels’in Anti-Dühring kitabıyla, Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabı her türden gerici felsefe ve akıma karşı benzer bir duruş sergiler.

Engels bu kitabı yazdığı dönemde, sosyalist teori yeterince kavranmamıştı. Pratiğin durumuysa şöyleydi: Avrupa’da gerçekleşen 1848 devrimleri ve bastırılmaları; Paris Komünü deneyimi ve yenilgisi, işçi sınıfının barikat savaşlarına çekilerek yalnızlaştırılması ve en ilerici direngen unsurlarının yok edilmesi ile birlikte köylüler, diğer ezilen kesimler ve “küçük burjuva” unsurlarla ittifakının zayıflatılması; işçi sınıfının örgütlenmelerinin göreli zayıflığı; sosyalist ideolojinin işçi sınıfı içerisinde yeterince özümsenmemesi… Teorinin derinlemesine özümsenmemesi, pratikte el yordamıyla hareket edilmesi, her renkten gerici fikirlerin ilerici özellikteymiş gibi görünmesini sağlamıştır.

Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabıysa, 1905 devrimi yenilgisi sonrasında gelişen ve sosyalist akımları da etkileyen gerici felsefe ve pratiğe karşı yazılmıştır. Geçici yenilgiler sonrasında, devrimci teoriyi derinlemesine özümseyememiş, sınıfsal tavrını gereğince gösterememiş, proletaryanın devrimci bilinci yeterince oturmamış unsurları, bu dönemlerde yollarını şaşırır. Bu dönemlerin uzun süreceği, mevcut sistemin yenilmez olduğu sanısına kapılırlar.

1990’lardan bu yana sosyalizmin yenilgisi sonrası süreç de, aynı bu özellikleri taşımaktadır. Sosyalist örgütlerde görülen moral bozukluğu, örgütsel dağınıklık, emperyalist-kapitalist sisteme karşı ideolojik ve siyasal pratik olarak doğru tarzda bir karşı duruş sergileyememe, Marksist-Leninist teori ve pratiğin yeni koşullara yeterince uyarlanamamasından kaynaklanmaktadır. Anti-Dühring’in değerlendirme yazısında şöyle bir pasaj geçmektedir:

“Anti-Dühring’in anlam ve önemi; bu dönemde Dühring gibi şarlatanların etkili olmasının sebebi, Marksizmin bir dünya görüşü olarak değil ama siyasal eylemin bir yol göstericisi olarak kavranmasından ve sosyalist partideki yöneticilerin Marksizmi derinlemesine özümsememelerinden kaynaklanmaktaydı.” (Anti Duhring, s. 35)

Marksist diyalektik felsefeye göre, maddi güçler sonsuzdur, dünyanın gerçek birliği maddeselliğine dayanır. Materyalizm, monist (birci) bir yapıdadır. Hegel felsefesindeki mutlak tinin tersine, mutlak maddeselliğe dayanır. Maddesellikten gelişecek bütün diğer süreçler maddenin yansımaları ve tekrar kendine dönmeleridir. Görünürdekileri duyumlarımızla yansıtmamız, gerçeklikteki maddi süreçlerle birebir çakışmaz.

Engels Anti-Dühring’de maddeselliği ve Dühring gibi şarlatanların etkili olmasını şöyle değerlendirir:

“Dünyanın varlığı, birliğin koşulu da olsa, çünkü o bir olmadan önce var olmalıdır, dünyanın birliği varlığına dayanmaz. Varlık, kısacası, çevrenimizin bittiği noktadan sonra açık bir sorundur. Dünyanın gerçek birliği, maddeselliğine dayanır ve bu maddesellik birkaç hokkabaz çığırtkanlığıyla değil ama felsefe ve doğa biliminin uzun ve sıkıntılı geliştirilmesiyle tanıtlanır.” (Anti- Dühring, s. 95)

Ekonomi politikte Dühring, Kant’ta görüldüğü gibi ahlak yasalarını öne çıkarır. Ekonomi politik yasalarını zor kavramıyla açıklamaktadır, bu zoru da ahlaksal, nesnellikten bağımsız kendi yarattığı ölümsüz doğrularla düzeltme yoluna gitmektedir.

“Ütopik sosyalistlerin görüşlerini açıkladıkları çağda kapitalist ilişkiler, burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkiler yeterince gelişmiş bir durumda değildi. Proletarya bu dönemde kendini ayrı bir sınıf olarak yeterli bir düzeyde görmüyordu, hatta acınacak halde yukarıdan yardım alabilecek, ezilmiş acı çeken bir zümre olarak gösteriyordu.” (Anti-Dühring, s. 371)

“Bu tarihsel durum, sosyalizmin kurucularını da etkiledi, kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına, sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı yanıt verdi. Toplumsal sorunların, henüz gelişmesinin ilk basamağında olan ekonomik ilişkiler içinde saklı bulunan çözümü beyinden çıkmalıydı. Toplum yalnızca düzgüsüzlükler sunuyordu; bu düzgüsüzlüklerin ortadan kaldırılması, düşünen usun göreviydi.” (age, s. 371)

Kant’ta görülen ahlaksal us kavramı da buna benzer. Dühring, nesnel koşulları doğru tarzda değerlendirip ona uygun davranış sergilemesi gerekirken, ayağı yere basmayan, kafasından safça çözümler üretip, ahlaksal ilkeler oluşturmuştur. Bunu bütün süreçlere uygulamaya çalışır, ekonomi politikteki meta yasasını da bu ahlaksal yasayla değerlendirir:

“Akışkan emeğin, çalışmakta olan emek gücünün, bir emek ürünü ile değişilmesi istenir. Bu güç, o andan başlayarak, tıpkı kendisi ile değişilecek olduğu ürün gibi bir metadır. Bu emek-gücünün değeri, artık hiçbir zaman ürününe göre değil ama kendinde cisimleşen toplumsal emeğe, o halde bugünkü ücret yasasına göre belirlenir. Ama bu, istenmeyen şeyin ta kendisidir. Akışkan emeğin, emek gücünün kendi tam ürünü ile değişilebilir olması istenir. Bu onun kendi değeri ile değil ama kendi kullanım değeri ile değişebilir olması gerektiği anlamına gelir; değer yasası bütün öteki metalara uygulanmalı ama emek gücü için ortadan kaldırılmalıdır. ‘Emeğin değeri’ arkasında saklanan, kendi kendini ortadan kaldırmaya özgü düşçülük işte budur.” (Anti-Dühring, s. 439)

Meta yasasını doğal işleyişinden çıkarıp, ahlaksal bir yapıya indirgemesi; ütopik sosyalist bir yapıyı, koşulları dikkate almayıp, kendi bilincinde oluşmuş fikirlerden kurmaya çalışması… Ekonomik politiğe göre, saf emeğin bir değeri olamaz, işçinin emek gücünün bir değeri vardır.

Konumuzu aydınlatması açısından Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabından alıntı yapalım:

“Dünya bizim dışımızda var olan gerçekliktir. Duyu algılarımızla (özdeş olma anlamında) ne ‘çakışabilir’, ne onunla çözülemez eşgüdüm içerisinde bulunabilir, ne de diğer bir bağlantıda duyumlarla özdeş olan bir “unsurların karmaşığı” olabilir; Çünkü dünya, hiçbir insanın, duyu organlarının, açık olarak fark edilebilir durumda olup, herhangi bir şekilde duyum denilen özelliğe sahip olan madde anlamında, üst biçimde bir örgütlenmeye sahip maddenin bulunmadığı zamanda da vardı.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 139, Çağrı Yayınları)

Maddesel dünya biz insanlar olmadan önce de vardı; insanlar maddesel dünyayı zamanla duyumsayarak, bilincine ererek tanımaya çalışır. İnsan bilgisi sonsuzdur, zamanla dünyanın bilgisine ulaşacağız, dünya bilinemez değildir. İnsan bilgisi ve fikirleri maddesel dünyayla birebir çakışmaz. Bilgiler, mutlak doğrular da değildir. Ampirik verilere ve duyumlara göre hareket etmek doğru bir tarz değildir. Koşullar değiştiğinde, yenilgiler veya yengiler olduğunda, gerçekte var olan maddi unsurlar, kafamızdan uydurduğumuz fikirlerle ve görünürdeki gerçeklikle yok sayılamaz.

“Duyu algısı bizim dışımızda var olan gerçekliktir düşüncesini Engels’e yüklemek bilinemezcilik ve idealizmi, materyalizm olarak yutturma çabasının öylesine göze görülür bir biçimidir ki, Bazarov’un bu konudaki bütün rekorları kırdığını kabul etmeyi zorunlu kılıyor!” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 139)

Bogdanov’un, Dietzgen’in hatalı görüşlerini diyalektik materyalizme atfederek Machçı görüşlerine dayanak bulmasını, Lenin Materyalizm ve Ampiryokritizm kitabında şöyle eleştirir:

“Görüyorsunuz: Kant’ın sözleriyle, yani özellikle herkesin anlayabileceği biçime sokmak, aradaki farkı göstermek amacıyla – Kant’ın hatalı, karışık terminolojisini alarak, Dietzgen ‘deneyin sınırlarının ötesine’ geçişi kabul ediyor. Bu Machçıların, materyalizmden, bilinemezciliğe geçerken neye bel bağladıklarına güzel bir örnek: görüyorsunuz diyorlar, biz deneyin sınırlarının ötesine geçmek istemiyoruz; bize göre duyu algısı bizim dışımızda var olan gerçekliktir.”(age, s. 147)

Machçılar pragmatist pozitivistler gibi deneye dayanırlar, deney öncesi onlara göre bilinemez. O anki mevcut duyumlarla elde ettiğimiz deney nesnesi, asıl gerçekliktir derler. Mevcut durum belirleyicidir, bu yüzden statükocudur, o anki durum değiştirilemeyecek olarak algılanır. Kant’ı deneyüstünü kabul ettiği için eleştirirler; Kant, a priori bilgiyi deneyin önceli olarak ilk başa koyarak zihinde var olan kendinde şeyi kabul eder.*

“Kant felsefesinde varlık alanı, görünen (phainomenon), görünmeyen (noumenon) olmak üzere ikiye ayrılır, dahası iki türlü varlık alanı bulunmaktadır. Görünen varlık alanı bilinebilen, görünmeyen varlık alanı ise bilinemeyen, yalnızca var olduğu düşünülebilen bir ortamdır.” (Pratik Usun Eleştirisi, s. 16, Say Yayınları)

“Bu görünmeyen varlık alanı kendi başına var olan diye nitelenir. Bu alan yalnızca tasarlanabildiğinden bilginin sınırı durumundadır. İnsanın taşıdığı istenç özgürlüğü bu alanda ortaya çıkmaktadır. Bu özgürlük ise duyarlığın etkisinden, egemenliğinden kurtulmuş, insanın özüne, temel yapısına dayalı bir gereklilikten kaynaklanır.” (Pratik Usun Eleştirisi, s.16, Say Yayınları)

Kant bunu kabul etmesiyle, deneyüstü olan usun önemine işaret ederek usa dayalı ahlaksal ilkelerini buradan çıkarmaktadır. Ahlakın içgüdülerle, duyumlarla, görünür gerçeklikle bağlantısı söz konusu edilmez, ahlak bunlardan arındırılıp usa dayandırılır. Kant’taki deneyüstü, metafizik (fizik ötesi) olanın kabulü, bilinemezciliğe kapıyı aralar. Bu görüşleriyle deneye ve görgücülüğe dayalı pragmatist felsefenin eleştirisinin hedefi haline gelir. Pragmatistler, Marksistlerde görülen zamanla bilinebilecek olan kendinde şeyin kabulünü, sanki Kant’taki bilinemez olan kendinde şey kabulüyle aynıymış gibi göstererek, Marksizm’in de bilinemezliği kabul ettiği algısını yaratmaktadır. Oysa şu anki bilgimizle biz şeylerin bazı nesnel niteliklerini tam olarak bilemiyor olabiliriz, fakat bunlar zamanla bilinebilir hale gelecektir. Maddi nesnelliğin sonsuz olması gibi, bilgi de sonsuzdur. Şu anki bilgilerimiz, düşüncelerimiz, maddi nesnellikle birebir çakışmaz, mutlak değişmez doğrular değildir. Bilgilerimiz, sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisindedir. Biz materyalistler bir anlamda kendinde şeyi kabul ediyoruz; bizdeki kendinde şey, maddi nesnelliktir. Kant’taki ise nesnel dışı olan, usa dayalı idealist/metafizik, hiçbir zaman bilinemeyecek olan kendinde şeydir.

Aslında Machçılar, subjektivist ve bilinemezcidirler. Çünkü duyu organlarımızın tanıklığına yeterince güven duymazlar ve duyumculuklarında da tutarlı değildirler. Duyumlarımızın kaynağı olarak, insandan bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği kabul etmezler. Duyumları, bu nesnel gerçekliğin doğru bir kopyası olarak görmezler. Bu nedenle de doğa bilimiyle tam bir çelişki içerisine düşüyor ve fideizme kapıları ardına kadar açıyorlar (age, s. 158).

 “Engels ‘kör zorunluluğun’ varlığından kuşku duymaz. O, insanca bilinmeyen bir zorunluluğun varlığını kabul eder. Bu, hemen yukarda aktarılan pasajda oldukça açıktır. Ama, mahçıların görüş açısından, insan, bilmediği bir şeyin varlığını nasıl bilebilir? Bilinmeyen bir zorunluluğun varlığım nasıl bilebilir? Bu ‘gizemcilik’, ‘metafizik’, ‘fetişler’in ve ‘putlar’ın kabulü değil midir, bu ‘kantçı bilinemez kendinde-şey’ değil midir? Eğer mahçılar, konu üzerine biraz eğilseydiler, Engels’in şeylerin nesnel niteliklerinin bilinebilirliği ve ‘kendinde-şeyler’in ‘bizim-için-şeyler’e dönüşmesi üzerine uslamlaması bir yanda, kör, bilinmeyen zorunluluk üzerine uslamlamaları öte yanda, ikisi arasındaki tam özdeşliği kavramamış olamazlardı. Tek tek her insandaki bilincin gelişmesi ve bütün insanlığın kolektif bilgisinin gelişmesi, her adımda, bize, bilinmeyen ‘kendinde-şey’in, bilinen ‘bizim-için-şey’e dönüşmesinin, kör, bilinmeyen zorunluluğun, ‘kendinde zorunluluğun’, bilinen ‘bizim için zorunluluğa’ dönüşmesinin örneklerini sunar. Bilgibilimsel bakımdan bu [sayfa 205] iki biçim dönüşüm arasında hiç bir ayrım yoktur, çünkü, her iki durumda da temel görüş açısı aynıdır: bu, materyalizmdir, dış dünyanın nesnel gerçekliğinin ve dış doğanın yasalarının, ve hem bu dünyanın, hem de bu yasaların tümüyle insanca bilinebilir oldukları, ama onun tarafından kesenkes hiç bir zaman bilinemeyeceği şeklindeki olgunun kabulüdür.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 160, Eriş Yayınları)

Maddi koşulların, 1905 Rus devriminin yenilgisi sonrasındaki sürecin, doğru tarzda tahlil edilmemesini, Machçılar ve pragmatistler gibi duyumlarla hareket edilmesini, Lenin Ocak 1909 broşürüyle değerlendirir:

“Otokrasi önceden olduğu gibi şimdi de proletaryanın ve tüm demokrasinin baş düşmanıdır. Ancak onun aynı kaldığını varsaymak yanlış olurdu. Stolipin Anayasası ve Stolipin tarım politikası, eski yarı-pederşahı, yarı derebeylikçi çarlığın dağılmasında yeni bir aşama, onun bir burjuva monarşisine dönüşmesi yolunda yeni bir adım anlamına gelmektedir. Mevcut durumun bu karakterizasyonunu ya hepten silmek isteyen ya da “burjuva” yerine “plütokratik” koymak isteyen Kafkasya delegeleri yanlış bir bakış açısına sahipti. Otokrasi çoktan beri plütokratiktir, fakat ancak tarım politikası temelinde ve tüm ülke çapında burjuvazinin belirli tabakalarıyla örgütlenmiş olan doğrudan ittifak temelinde, ancak devrimin birinci aşamasından sonra, onun darbelerinin etkisi altında burjuvalaşmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler 4, s. 15)

“Bu objektif koşulların kökleri, Rusya’nın geçmekte olduğumuz burjuva gelişme döneminin, burjuva karşı-devrim ve otokrasinin kendisini burjuva monarşisi tipine göre reorganize etme çabaları döneminin özelliklerinde yatmaktadır.”(age)

Bu dönemi doğru tarzda değerlendiremeyen, burjuva monarşisine geçişi göremeyen ya da burjuva kapitalist geçişin tamamlandığını sanan unsurlar yalpalamışlar, rotalarını kaybedip yanlış yola girmişlerdir. Burjuva etkilenime sahip unsurlar, parti tasfiyesi yoluna sapmış, burjuva monarşisine geçişi doğru tahlil edemeyenler de legal çalışmanın (Duma içinde çalışmanın) beyhudeliğini öne sürmüşlerdir. Bu anlayış nesnel gerçek özü göremeyip duyumlara, görgücülüğe göre hareket edildiğinin bariz bir göstergesidir.

Bugün de, duyumlara göre hareket, siyasi ve pratik anlayışlarda hâkimiyetini sürdürmektedir. Görünür ampirik gerçeklik, nesnel gerçekliğin önünü tıkayan bir pozisyondadır. Sosyalizmin yenilgisi teorilerinin; emperyalist-kapitalist sistemin hakimiyet kazandığını, sosyalizmin “out” kapitalizmin “in” olduğunu, Marksist-Leninist teori ve siyaset pratiğinin yetersiz kaldığını ve günümüze göre yeniden yorumlanması ve değişmesi gerektiğini vurgulayan görüşlerin, her renkten revizyonist, gerici, fideist, yaratılışçılığı körükleyen görüşlerin ön planda gözükmesi, duyumculuğun hakim halde olduğunun göstergesidir.

Fikirler ve nesnellikten soyutladığımız kavramlar, maddi unsurların yansımasıdır. Maddi unsurlar olmadan fikirlerden bahsedilebilir mi?.. 2+2 =4 etmesi bir soyutlamadır; gerçeklikle birebir çakışmaz, neye göre 2+2=4 eder?.. Örneğin elmaları toplarsak bu elmalar aynı mıdır, rengi, gramı, tadı birebir aynı mıdır? Veya 4 insan birebir aynı mıdır, bu insanların kiloları, fiziksel özellikleri, cinsleri aynı mıdır?.. Matematiksel işlem yaparken maddi nesnellikten soyutlama yaparız, fikirlerimiz, iradi çabalarımız, kültürel oluşumlarımız da maddi nesnellikten yaptığımız soyutlamalar ve yansımalar ile bunların ürünüdür. Bunlar, nesnel gerçekliğin birebir yansıması değildir. İnsanoğlunun iradi çabaları, maddeselliğin bir yansımasıdır; dünyanın maddeselliğine dayanır. İradi çabamız tarihsel koşullara göre şekil alır. Mevcut durumun şartlarına, nesnel koşullara göre şekillenen iradi çaba, koşulların şeklini, biçimini değiştirebilir. Öz değişimi, belirli bir tarihsel süreç ve birikim sayesinde oluşur. Tarihte sırasıyla istisnalar hariç, ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist üretim tarzları hâkim olmuştur. Bu tarzların hepsi bir tarihsel sürece göre oluşmuş ve iradi çabalarda bu süreçlere göre değişikliğe uğramış ve bir önceki tarzın içinden doğmuştur. Şimdi yaşadığımız emperyalist-kapitalist dönem de, yerini sosyalist ve daha sonra da komünist sisteme bırakacaktır. Sosyalist ve komünist fikirler ve iradi çabalar kafamızdan uydurduğumuz, kafamıza doğmuş fikirler değildir; bunlar kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin bir yansımasıdır. Bu üretim tarzın maddeselliğine dayanır. İradi çaba, devrimci durum, mevcuttaki kapitalizmin içinden, sosyalizmi doğuran kabuğun kırılmasıyla meydana gelir. Koşullar gelişmiştir, eksik olan bu koşulların biçimini değiştirebilecek olan iradi çabanın yetersizliğidir. Sosyalizm kapitalizmin bağrından doğar ve belirli bir süre bakiye kapitalist ilişkiler varlığını sürdürür. İradi çabamızla bir çırpıda bunu ortadan kaldıramayız. Biz bunu kaldırdık, şu kanunları yürürlüğe koyduk demeyle, sadece düşünerek, kafamızdan güzel düşünceler yaratarak sosyalizme ve daha sonra da gelişecek olan komünist sisteme geçemeyiz. Örneğin, sosyalizmde de küçük üretim ve ücretli işçilik devam eder. Ücretli işçilik devam ettiği için ve işçinin emek gücü özünde meta olduğundan, pazar için üretilen metayla karıştırmamak lazımdır. Genelde sosyalist sistemlerde bu karıştırılmıştır. Ürünler kapitalist sistemde belirsiz bir pazar ve satış için üretilir, oysa sosyalizmde üretilen ürünler, pazarın arz talep dengesine göre değil, tüm toplumun ihtiyaçları için bir plan çerçevesinde, meta–değişim ilişkisinden arındırılarak üretilmeye çalışılır. Meta ilişkisi görünürde hâkim olmasa da, ücretli işçilikte ve küçük üretimde devam eder ve her saniye yeniden kapitalist ilişkileri yaratır.

Meta üretimi belirli bir tarihsel süreç neticesinde oluşmuştur. İlkel komünal topluluklarda, meta üretimi mevcut değildi. Ürettikleri kullanım değeri olan ürünleri değiştirmek için üretmiyorlar, yaşadıkları gruplarla ortak olarak kullanıyorlardı. Bu süreç üretilen ürünlerin çoğalması, çeşitlenmesi sonucunda artı bir ürün birikmesine ve bu artı ürünün topluma önderlik eden kesimlerde toplanmasına sebebiyet vermiştir. İlkel komünal dönemde meta ilişkisi olmasa da, bu ilişkiyi bu ortaklaşmacı düzen kendi içinden yaratmıştır. Sınıfsal ilişkiler oturmamıştır, ama gruplardaki yöneticiler ve ruhban kesimler belirli bir statü elde etmişler, zamanla da artı ürünün bu kesimlerde birikmesiyle sınıfsal ilişkiler embriyon halinde gelişmeye başlamıştır. İlkel komünal dönemde, grupların nüfuslarının az olması, ürettikleri aletlerin kısıtlı olması, yaşadıkları coğrafyaların geniş olması sebebiyle, yüz binlerce yıl komünal yaşamlarını sürdürdüler. Komünal dönemin dönüşümü, ürettikleri aletlerin çeşitlenmesi, fazla ürün elde etme, nüfuslarının artması ve dünyanın eşitsiz şartları, ürünlerin ve toprakların belirli grupların elinde toplanması gibi etmenlerin gelişmesi neticesinde meydana gelmiştir. Ekonomik temel, üst yapıyı şekillendirir. Artı ürünün birikmesi üst yapıyı meydana getiren unsurların yapısının değişmesine sebebiyet verir. İlkel komünal dönemdeki üretim seviyesinden ve doğa şartlarına aşırı bağımlı olmasından dolayı zorunlu olan ortaklık ve eşitlikçilik, artı ürünün çoğalmasıyla birlikte değişikliğe uğrar ve sınıfsal özellikler gün yüzüne çıkar.

Sosyalist sistemde de temelde işleyen ekonomik yapılanma üst yapı kurumlarını şekillendirir. Sınıfsal ilişkiler çözülmektedir, devleti yönetenler işçilerden az ya da işçilere eşit maaş alabilir, herkes haklarda eşittir, üretilen ürünler tüm topluma bireylerin emekleriyle orantılı olarak dağıtılır, ülkenin ekonomik yapısı kapitalist ülkelerden daha iyi bir konumdadır ve üretim bunalımları yoktur. Ama ücretli işçilik ve küçük üretim devam ettiği sürece, eşitsizlik ve az ya da çok artı değer üretimi de devam eder. Sosyalizmden geriye dönüş olmamasını istiyorsak, bunun bilincinde olmak, geriye dönüşlerin bu alt yapının devam etmesi sebebiyle olduğunu kabul etmek ve ona uygun davranmak zorundayız.

Burada bu ilişkiler doğru tarzda planlanmalıdır. Üretilen artı değer tüm topluma dağıtılmalıdır (sağlık, barınma, ısınma, eğitim, kamusal hizmetler vd. gibi). Bu süreçte çok uyanık olunması gerekmektedir. Sosyalizmin tekrar kapitalizme (devlet kapitalizmine) dönüşebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sistem de, kapitalizmin toplumsallaştırılmış, planlanmış, burjuvasızlaştırılmış bir sistemidir. Ancak sosyalist sistemin bir üst aşaması olan komünist sisteme, eşitsizliği yaratan bütün etmenler ortadan kaldırıldığında geçilebilir. Yani, ücretli işçiliğin kaldırılması, meta üretiminin ve bunun karşılığı olan paranın ortadan kaldırılması, üretimde bolluğun olması, üretimin bütün insanlık için yapılması, çalışmanın bir zorunluluk değil toplumsal bir görev olması, herkesin eşit bir konumda olması, kimsenin başkasından bir farkının olmaması, herkesin ihtiyacına göre planlanacak toplumsal üretiminin hâkim olması gerekir.

Nesnel şartlar derinlemesine tahlil edilmeli ve ona uygun tarzda teorik ve pratik bir hat çizilmelidir. Koşulların yanlış tahlili ve eksik bilgiler, yanlış iradi çabaları doğurur. Duyumlara dayalı olan ampirik pratikler nesnel koşulları doğru tahlil edemediklerinden iradi çabaları aşırı abartırlar. Kafalarından yarattıkları fikirleri ön plana çıkarırlar. Hümanist, ahlaksal, ütopyaya dayalı bir düzen kurmaya çalışırlar. Ayakları yere basmayan ütopik, anarşist, komünist fikirlerde durum böyledir. Evet, bu fikirler güzeldir, herkes böyle olmasını ister; birden bire sınıfların, paranın ortadan kalkmasını, herkesin eşit olmasını ister, ama nesnel şartlarda bunun olabilirliği oluşmalıdır.

Marx ve Engels’in Kutsal Aile, Alman İdeolojisi ve Engels’in Anti-Dühring kitaplarını yazdıkları dönemin öncesinde, kapitalist sistemin yeni oturmaya başlaması, proletaryanın sınıf tavrının yeni gelişmeye başlaması, maddi koşulların doğru bir tahlinin yapılmaması, bilimsel gelişmelerin yeni yeni oluşmaya başlaması sebebiyle kurtarıcı fikirler, nesnel gerçeklik dışından, deney ötesinden gelmeliydi. Bu yüzden Hegel ve Kant felsefesi, bu dönemde ütopik sosyalist fikirlere öncülük etmiştir. İkisininki de idealist bir felsefedir. Bauer kardeşlerin “eleştirel eleştiri” dedikleri şey de aslında, tinin yansımasıdır. Kendi kafalarında yarattıkları her şeye uygulanabilir sandıkları fikirlerdir. Yığınları edilgin olarak kabul ederler, yığınlar kendi başlarına hiçbir şey yapamazlar, onlar adına “eleştirel eleştiri” her şeyi düşünür ve gerçekleştirir. Ahlaksal ilkeler koyarlar, burjuvazi ve proletarya arasında uzlaştırmacıdır, onları doğru yola çağırırlar. Soyut bir ahlaksal vicdan kavramıyla bütün insanlığı hümanist bir yaklaşımla birleştirmeye çalışırlar. Dühring’de de, bu mantık egemendir: Gerçek nesnel koşullar karşısında sanal ütopik zırvalar derlemesi…

Günümüzden Ali Koç’un “gerçek sorun kapitalizm” çıkışı da böyle bir özellik gösterir. Kendisi ülkemizdeki emperyalist işbirlikçi tekelci kapitalizmin, finans oligarşinin bir temsilcisi değilmiş, işçilerin sömürülmesinde ortak değilmiş gibi davranmaktadır. Aslında amacı çıkmaza giren kapitalizmi şirinleştirme, karşıt sınıflar arasında uzlaşmayı sağlamaya çalışmadır. Diğer kapitalistlere biraz daha insaniyetli olmalarını telkin ederek, hümanist, ahlaksal öneriler sunmaya çalışarak, kendi sınıfsal hâkimiyetinin sürmesini istemektedir. Samimi değildir; samimi olmak istiyorsa kendi ailesinin işlettiği fabrikaları bankaları, zincir marketleri, artı değer üreten, sermayeyi büyüten işçilerin yönetimine devretsin. Ya da Robert Owen gibi ütopik sosyalist bir tarzda kooperatifçiliği örgütlesin. Ali Koç ve onun gibilerin böyle bir dertleri yoktur. Tek dertleri kapitalist sistemin ilelebet sorunsuz sürmesidir.

Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabını yazdığı çağda ise serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm dönemi almış, burjuvazi ve proletarya arasında çatışma belirginleşmiş, proletaryanın partileri oluşmuş, teori daha iyi özümsenmiş, siyasal pratik geliştirilmiş, bilimsel ve teknik gelişmeler daha bir üst boyuta taşınmış, bilgi birikimi nesnel temelde olgunlaşmaya başlamıştır. Artık eskisi gibi insanlar yönetilememektedir. Sistemi yönetenler, kapitalist sistemin sürekli ayakta kalmasını isteyenler artık deneyüstü fikirlerle insanları etkileyememektedirler. Onlar için artık önemli olan deneydir. Duyumları ön plana çıkarırlar, tek maddi gerçeklik duyumlarımızdır, o anki koşullar, mevcut durum tek gerçekliktir, onun ötesi deneyüstüdür, bilinemez. Bu yüzden Kant’a deneyüstünü, kendinde şeyi kabul ettiği için savaş açmış gibi görünürler. Marksistler de kendiliğinden şeyi kabul ederler. Bu Kant’a göre us’tu, her şeyin temelinde us vardı. Marksistlerdeki bu kendiliğinden şey, maddi unsurlardır. Biz şu anki bilgimizle maddi unsurları tam manasıyla bilemiyoruz, ama zamanla bileceğiz.

Günümüzde de duyumlarla hareket eden, Marksizmi eleştirdiğini sanan, Marksizmi idealist Kant’la aynı kefeye koyan, Marksizmin determinist olduğunu iddia eden, bilinemezcilikle suçlayan, Marksizmin yenilenmesi gerektiğini söyleyen, günümüzün şarlatan ideologlarıyla hesaplaşmadan doğru bir hat çizilemez. Bugün, Bauer, Duhring, Bogdanav gibi şarlatanların yerini Althusser, Sartre, Walter Benjamin, Wallerstein, Zizek vb., Marksizmi eleştirdiğini ve yeni yorumlar getirdiğini zanneden Marksistmiş gibi görünen şarlatanlar almıştır.Yenilginin getirdiği psikolojiyle, Marksist geçinen birçok örgütte, bu şarlatanların öne sürdüğü en pespaye teoriler ön plandadır. Örgütlü gözüken örgütsüzlük zirve noktasındadır. Bırakın bizim ülkemizi, dünyada da gerçek bir proletarya partisi mevcut değildir. Örgütsüz olmamız, sosyalizmin yenilgisi teorisinin hâkim olması sebebiyle, Marksist teorinin yerine gerici teoriler, gerçek sosyalist bir örgütlenme ve siyaset pratiği yerine “örgütsüz partiler” revaçtadır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR;

Anti- Duhring-Friedrich Engels-Sol yayınları

Materyalizm ve Ampiryokritisizm-Lenin-Çağrı yayınları

Materyalizm ve Ampiryokritisizm-Lenin-Eriş Yayınları

Pratik Usun Eleştirisi-Kant-Say yayınları

Alman ideolojisi-Marx-Engels-Sol yayınları

Kutsal Aile-Marx-Engels-Sol yayınları

Seçme Eserler 4- Lenin-İnter yayınları

*A priori; idealist felsefede deneyden önce elde edilen bilgiyi, başlangıçtan beri zihinde var olan bilgiyi nitelendirmek için kullanılır, deneyüstüdür. A Posteriori; genellikle sonradan gelen bilgi anlamında kullanılır ve deneyimle, algılarla edinilen bilgiyi ifade eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.