Ercan Arslan
Engels’in
Anti-Dühring kitabıyla, Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabı
her türden gerici felsefe ve akıma karşı benzer bir duruş sergiler.
Engels
bu kitabı yazdığı dönemde, sosyalist teori yeterince kavranmamıştı. Pratiğin
durumuysa şöyleydi: Avrupa’da gerçekleşen 1848 devrimleri ve bastırılmaları;
Paris Komünü deneyimi ve yenilgisi, işçi sınıfının barikat savaşlarına
çekilerek yalnızlaştırılması ve en ilerici direngen unsurlarının yok edilmesi
ile birlikte köylüler, diğer ezilen kesimler ve “küçük burjuva” unsurlarla
ittifakının zayıflatılması; işçi sınıfının örgütlenmelerinin göreli zayıflığı;
sosyalist ideolojinin işçi sınıfı içerisinde yeterince özümsenmemesi… Teorinin
derinlemesine özümsenmemesi, pratikte el yordamıyla hareket edilmesi, her
renkten gerici fikirlerin ilerici özellikteymiş gibi görünmesini sağlamıştır.
Materyalizm ve
Ampiryokritisizm
kitabıysa, 1905 devrimi yenilgisi sonrasında gelişen ve sosyalist akımları da
etkileyen gerici felsefe ve pratiğe karşı yazılmıştır. Geçici yenilgiler
sonrasında, devrimci teoriyi derinlemesine özümseyememiş, sınıfsal tavrını
gereğince gösterememiş, proletaryanın devrimci bilinci yeterince oturmamış
unsurları, bu dönemlerde yollarını şaşırır. Bu dönemlerin uzun süreceği, mevcut
sistemin yenilmez olduğu sanısına kapılırlar.
1990’lardan
bu yana sosyalizmin yenilgisi sonrası süreç de, aynı bu özellikleri
taşımaktadır. Sosyalist örgütlerde görülen moral bozukluğu, örgütsel
dağınıklık, emperyalist-kapitalist sisteme karşı ideolojik ve siyasal pratik
olarak doğru tarzda bir karşı duruş sergileyememe, Marksist-Leninist teori ve
pratiğin yeni koşullara yeterince uyarlanamamasından kaynaklanmaktadır. Anti-Dühring’in değerlendirme yazısında
şöyle bir pasaj geçmektedir:
“Anti-Dühring’in anlam ve önemi; bu
dönemde Dühring gibi şarlatanların etkili olmasının sebebi, Marksizmin bir
dünya görüşü olarak değil ama siyasal eylemin bir yol göstericisi olarak
kavranmasından ve sosyalist partideki yöneticilerin Marksizmi derinlemesine
özümsememelerinden kaynaklanmaktaydı.” (Anti
Duhring, s. 35)
Marksist
diyalektik felsefeye göre, maddi güçler sonsuzdur, dünyanın gerçek birliği
maddeselliğine dayanır. Materyalizm, monist (birci) bir yapıdadır. Hegel
felsefesindeki mutlak tinin tersine, mutlak maddeselliğe dayanır.
Maddesellikten gelişecek bütün diğer süreçler maddenin yansımaları ve tekrar
kendine dönmeleridir. Görünürdekileri duyumlarımızla yansıtmamız, gerçeklikteki
maddi süreçlerle birebir çakışmaz.
Engels
Anti-Dühring’de maddeselliği ve
Dühring gibi şarlatanların etkili olmasını şöyle değerlendirir:
“Dünyanın varlığı, birliğin koşulu da
olsa, çünkü o bir olmadan önce var olmalıdır, dünyanın birliği varlığına
dayanmaz. Varlık, kısacası, çevrenimizin bittiği noktadan sonra açık bir
sorundur. Dünyanın gerçek birliği, maddeselliğine dayanır ve bu maddesellik
birkaç hokkabaz çığırtkanlığıyla değil ama felsefe ve doğa biliminin uzun ve
sıkıntılı geliştirilmesiyle tanıtlanır.” (Anti-
Dühring, s. 95)
Ekonomi
politikte Dühring, Kant’ta görüldüğü gibi ahlak yasalarını öne çıkarır. Ekonomi
politik yasalarını zor kavramıyla açıklamaktadır, bu zoru da ahlaksal,
nesnellikten bağımsız kendi yarattığı ölümsüz doğrularla düzeltme yoluna gitmektedir.
“Ütopik sosyalistlerin görüşlerini
açıkladıkları çağda kapitalist ilişkiler, burjuvazi ve proletarya arasındaki
çelişkiler yeterince gelişmiş bir durumda değildi. Proletarya bu dönemde
kendini ayrı bir sınıf olarak yeterli bir düzeyde görmüyordu, hatta acınacak
halde yukarıdan yardım alabilecek, ezilmiş acı çeken bir zümre olarak
gösteriyordu.” (Anti-Dühring, s. 371)
“Bu tarihsel durum, sosyalizmin
kurucularını da etkiledi, kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına,
sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı
yanıt verdi. Toplumsal sorunların, henüz gelişmesinin ilk basamağında olan
ekonomik ilişkiler içinde saklı bulunan çözümü beyinden çıkmalıydı. Toplum
yalnızca düzgüsüzlükler sunuyordu; bu düzgüsüzlüklerin ortadan kaldırılması,
düşünen usun göreviydi.” (age, s.
371)
Kant’ta
görülen ahlaksal us kavramı da buna benzer. Dühring, nesnel koşulları doğru
tarzda değerlendirip ona uygun davranış sergilemesi gerekirken, ayağı yere
basmayan, kafasından safça çözümler üretip, ahlaksal ilkeler oluşturmuştur.
Bunu bütün süreçlere uygulamaya çalışır, ekonomi politikteki meta yasasını da
bu ahlaksal yasayla değerlendirir:
“Akışkan emeğin, çalışmakta olan emek
gücünün, bir emek ürünü ile değişilmesi istenir. Bu güç, o andan başlayarak,
tıpkı kendisi ile değişilecek olduğu ürün gibi bir metadır. Bu emek-gücünün
değeri, artık hiçbir zaman ürününe göre değil ama kendinde cisimleşen toplumsal
emeğe, o halde bugünkü ücret yasasına göre belirlenir. Ama bu, istenmeyen şeyin
ta kendisidir. Akışkan emeğin, emek gücünün kendi tam ürünü ile değişilebilir
olması istenir. Bu onun kendi değeri ile değil ama kendi kullanım değeri ile
değişebilir olması gerektiği anlamına gelir; değer yasası bütün öteki metalara
uygulanmalı ama emek gücü için ortadan kaldırılmalıdır. ‘Emeğin değeri’
arkasında saklanan, kendi kendini ortadan kaldırmaya özgü düşçülük işte budur.”
(Anti-Dühring, s. 439)
Meta
yasasını doğal işleyişinden çıkarıp, ahlaksal bir yapıya indirgemesi; ütopik
sosyalist bir yapıyı, koşulları dikkate almayıp, kendi bilincinde oluşmuş
fikirlerden kurmaya çalışması… Ekonomik politiğe göre, saf emeğin bir değeri
olamaz, işçinin emek gücünün bir değeri vardır.
Konumuzu
aydınlatması açısından Materyalizm ve
Ampiryokritisizm kitabından alıntı yapalım:
“Dünya bizim dışımızda var olan
gerçekliktir. Duyu algılarımızla (özdeş olma anlamında) ne ‘çakışabilir’, ne
onunla çözülemez eşgüdüm içerisinde bulunabilir, ne de diğer bir bağlantıda
duyumlarla özdeş olan bir “unsurların karmaşığı” olabilir; Çünkü dünya, hiçbir
insanın, duyu organlarının, açık olarak fark edilebilir durumda olup, herhangi
bir şekilde duyum denilen özelliğe sahip olan madde anlamında, üst biçimde bir
örgütlenmeye sahip maddenin bulunmadığı zamanda da vardı.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 139,
Çağrı Yayınları)
Maddesel
dünya biz insanlar olmadan önce de vardı; insanlar maddesel dünyayı zamanla
duyumsayarak, bilincine ererek tanımaya çalışır. İnsan bilgisi sonsuzdur,
zamanla dünyanın bilgisine ulaşacağız, dünya bilinemez değildir. İnsan bilgisi
ve fikirleri maddesel dünyayla birebir çakışmaz. Bilgiler, mutlak doğrular da
değildir. Ampirik verilere ve duyumlara göre hareket etmek doğru bir tarz
değildir. Koşullar değiştiğinde, yenilgiler veya yengiler olduğunda, gerçekte
var olan maddi unsurlar, kafamızdan uydurduğumuz fikirlerle ve görünürdeki
gerçeklikle yok sayılamaz.
“Duyu algısı bizim dışımızda var olan
gerçekliktir düşüncesini Engels’e yüklemek bilinemezcilik ve idealizmi,
materyalizm olarak yutturma çabasının öylesine göze görülür bir biçimidir ki,
Bazarov’un bu konudaki bütün rekorları kırdığını kabul etmeyi zorunlu kılıyor!”
(Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s.
139)
Bogdanov’un,
Dietzgen’in hatalı görüşlerini diyalektik materyalizme atfederek Machçı
görüşlerine dayanak bulmasını, Lenin Materyalizm
ve Ampiryokritizm kitabında şöyle eleştirir:
“Görüyorsunuz: Kant’ın sözleriyle,
yani özellikle herkesin anlayabileceği biçime sokmak, aradaki farkı göstermek
amacıyla – Kant’ın hatalı, karışık terminolojisini alarak, Dietzgen ‘deneyin sınırlarının
ötesine’ geçişi kabul ediyor. Bu Machçıların, materyalizmden, bilinemezciliğe
geçerken neye bel bağladıklarına güzel bir örnek: görüyorsunuz diyorlar, biz deneyin
sınırlarının ötesine geçmek istemiyoruz; bize göre duyu algısı bizim dışımızda
var olan gerçekliktir.”(age, s. 147)
Machçılar
pragmatist pozitivistler gibi deneye dayanırlar, deney öncesi onlara göre
bilinemez. O anki mevcut duyumlarla elde ettiğimiz deney nesnesi, asıl
gerçekliktir derler. Mevcut durum belirleyicidir, bu yüzden statükocudur, o
anki durum değiştirilemeyecek olarak algılanır. Kant’ı deneyüstünü kabul ettiği
için eleştirirler; Kant, a priori bilgiyi deneyin önceli olarak ilk başa
koyarak zihinde var olan kendinde şeyi kabul eder.*
“Kant felsefesinde varlık alanı,
görünen (phainomenon), görünmeyen (noumenon) olmak üzere ikiye ayrılır, dahası
iki türlü varlık alanı bulunmaktadır. Görünen varlık alanı bilinebilen,
görünmeyen varlık alanı ise bilinemeyen, yalnızca var olduğu düşünülebilen bir
ortamdır.” (Pratik Usun Eleştirisi,
s. 16, Say Yayınları)
“Bu görünmeyen varlık alanı kendi
başına var olan diye nitelenir. Bu alan yalnızca tasarlanabildiğinden bilginin
sınırı durumundadır. İnsanın taşıdığı istenç özgürlüğü bu alanda ortaya
çıkmaktadır. Bu özgürlük ise duyarlığın etkisinden, egemenliğinden kurtulmuş,
insanın özüne, temel yapısına dayalı bir gereklilikten kaynaklanır.” (Pratik Usun Eleştirisi, s.16, Say
Yayınları)
Kant
bunu kabul etmesiyle, deneyüstü olan usun önemine işaret ederek usa dayalı
ahlaksal ilkelerini buradan çıkarmaktadır. Ahlakın içgüdülerle, duyumlarla,
görünür gerçeklikle bağlantısı söz konusu edilmez, ahlak bunlardan arındırılıp
usa dayandırılır. Kant’taki deneyüstü, metafizik (fizik ötesi) olanın kabulü,
bilinemezciliğe kapıyı aralar. Bu görüşleriyle deneye ve görgücülüğe dayalı
pragmatist felsefenin eleştirisinin hedefi haline gelir. Pragmatistler,
Marksistlerde görülen zamanla bilinebilecek olan kendinde şeyin kabulünü, sanki
Kant’taki bilinemez olan kendinde şey kabulüyle aynıymış gibi göstererek, Marksizm’in
de bilinemezliği kabul ettiği algısını yaratmaktadır. Oysa şu anki bilgimizle
biz şeylerin bazı nesnel niteliklerini tam olarak bilemiyor olabiliriz, fakat
bunlar zamanla bilinebilir hale gelecektir. Maddi nesnelliğin sonsuz olması
gibi, bilgi de sonsuzdur. Şu anki bilgilerimiz, düşüncelerimiz, maddi
nesnellikle birebir çakışmaz, mutlak değişmez doğrular değildir. Bilgilerimiz,
sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisindedir. Biz materyalistler bir anlamda
kendinde şeyi kabul ediyoruz; bizdeki kendinde şey, maddi nesnelliktir.
Kant’taki ise nesnel dışı olan, usa dayalı idealist/metafizik, hiçbir zaman
bilinemeyecek olan kendinde şeydir.
Aslında
Machçılar, subjektivist ve bilinemezcidirler. Çünkü duyu organlarımızın
tanıklığına yeterince güven duymazlar ve duyumculuklarında da tutarlı
değildirler. Duyumlarımızın kaynağı olarak, insandan bağımsız olarak var olan
nesnel gerçekliği kabul etmezler. Duyumları, bu nesnel gerçekliğin doğru bir
kopyası olarak görmezler. Bu nedenle de doğa bilimiyle tam bir çelişki
içerisine düşüyor ve fideizme kapıları ardına kadar açıyorlar (age, s. 158).
“Engels ‘kör zorunluluğun’ varlığından kuşku
duymaz. O, insanca bilinmeyen bir zorunluluğun varlığını kabul eder. Bu, hemen
yukarda aktarılan pasajda oldukça açıktır. Ama, mahçıların görüş açısından,
insan, bilmediği bir şeyin varlığını nasıl bilebilir? Bilinmeyen bir
zorunluluğun varlığım nasıl bilebilir? Bu ‘gizemcilik’, ‘metafizik’, ‘fetişler’in
ve ‘putlar’ın kabulü değil midir, bu ‘kantçı bilinemez kendinde-şey’ değil
midir? Eğer mahçılar, konu üzerine biraz eğilseydiler, Engels’in şeylerin nesnel
niteliklerinin bilinebilirliği ve ‘kendinde-şeyler’in ‘bizim-için-şeyler’e
dönüşmesi üzerine uslamlaması bir yanda, kör, bilinmeyen zorunluluk üzerine
uslamlamaları öte yanda, ikisi arasındaki tam özdeşliği kavramamış olamazlardı.
Tek tek her insandaki bilincin gelişmesi ve bütün insanlığın kolektif
bilgisinin gelişmesi, her adımda, bize, bilinmeyen ‘kendinde-şey’in, bilinen ‘bizim-için-şey’e
dönüşmesinin, kör, bilinmeyen zorunluluğun, ‘kendinde zorunluluğun’, bilinen ‘bizim
için zorunluluğa’ dönüşmesinin örneklerini sunar. Bilgibilimsel bakımdan bu
[sayfa 205] iki biçim dönüşüm arasında hiç bir ayrım yoktur, çünkü, her iki
durumda da temel görüş açısı aynıdır: bu, materyalizmdir, dış dünyanın nesnel
gerçekliğinin ve dış doğanın yasalarının, ve hem bu dünyanın, hem de bu
yasaların tümüyle insanca bilinebilir oldukları, ama onun tarafından kesenkes
hiç bir zaman bilinemeyeceği şeklindeki olgunun kabulüdür.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 160,
Eriş Yayınları)
Maddi
koşulların, 1905 Rus devriminin yenilgisi sonrasındaki sürecin, doğru tarzda
tahlil edilmemesini, Machçılar ve pragmatistler gibi duyumlarla hareket
edilmesini, Lenin Ocak 1909 broşürüyle değerlendirir:
“Otokrasi önceden olduğu gibi şimdi de
proletaryanın ve tüm demokrasinin baş düşmanıdır. Ancak onun aynı kaldığını
varsaymak yanlış olurdu. Stolipin Anayasası ve Stolipin tarım politikası, eski
yarı-pederşahı, yarı derebeylikçi çarlığın dağılmasında yeni bir aşama, onun
bir burjuva monarşisine dönüşmesi yolunda yeni bir adım anlamına gelmektedir.
Mevcut durumun bu karakterizasyonunu ya hepten silmek isteyen ya da “burjuva”
yerine “plütokratik” koymak isteyen Kafkasya delegeleri yanlış bir bakış
açısına sahipti. Otokrasi çoktan beri plütokratiktir, fakat ancak tarım
politikası temelinde ve tüm ülke çapında burjuvazinin belirli tabakalarıyla
örgütlenmiş olan doğrudan ittifak temelinde, ancak devrimin birinci aşamasından
sonra, onun darbelerinin etkisi altında burjuvalaşmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler 4, s. 15)
“Bu objektif koşulların kökleri,
Rusya’nın geçmekte olduğumuz burjuva gelişme döneminin, burjuva karşı-devrim ve
otokrasinin kendisini burjuva monarşisi tipine göre reorganize etme çabaları
döneminin özelliklerinde yatmaktadır.”(age)
Bu
dönemi doğru tarzda değerlendiremeyen, burjuva monarşisine geçişi göremeyen ya
da burjuva kapitalist geçişin tamamlandığını sanan unsurlar yalpalamışlar,
rotalarını kaybedip yanlış yola girmişlerdir. Burjuva etkilenime sahip
unsurlar, parti tasfiyesi yoluna sapmış, burjuva monarşisine geçişi doğru
tahlil edemeyenler de legal çalışmanın (Duma içinde çalışmanın) beyhudeliğini
öne sürmüşlerdir. Bu anlayış nesnel gerçek özü göremeyip duyumlara, görgücülüğe
göre hareket edildiğinin bariz bir göstergesidir.
Bugün
de, duyumlara göre hareket, siyasi ve pratik anlayışlarda hâkimiyetini
sürdürmektedir. Görünür ampirik gerçeklik, nesnel gerçekliğin önünü tıkayan bir
pozisyondadır. Sosyalizmin yenilgisi teorilerinin; emperyalist-kapitalist
sistemin hakimiyet kazandığını, sosyalizmin “out” kapitalizmin “in” olduğunu,
Marksist-Leninist teori ve siyaset pratiğinin yetersiz kaldığını ve günümüze
göre yeniden yorumlanması ve değişmesi gerektiğini vurgulayan görüşlerin, her
renkten revizyonist, gerici, fideist, yaratılışçılığı körükleyen görüşlerin ön
planda gözükmesi, duyumculuğun hakim halde olduğunun göstergesidir.
Fikirler
ve nesnellikten soyutladığımız kavramlar, maddi unsurların yansımasıdır. Maddi
unsurlar olmadan fikirlerden bahsedilebilir mi?.. 2+2 =4 etmesi bir
soyutlamadır; gerçeklikle birebir çakışmaz, neye göre 2+2=4 eder?.. Örneğin
elmaları toplarsak bu elmalar aynı mıdır, rengi, gramı, tadı birebir aynı
mıdır? Veya 4 insan birebir aynı mıdır, bu insanların kiloları, fiziksel
özellikleri, cinsleri aynı mıdır?.. Matematiksel işlem yaparken maddi
nesnellikten soyutlama yaparız, fikirlerimiz, iradi çabalarımız, kültürel
oluşumlarımız da maddi nesnellikten yaptığımız soyutlamalar ve yansımalar ile
bunların ürünüdür. Bunlar, nesnel gerçekliğin birebir yansıması değildir.
İnsanoğlunun iradi çabaları, maddeselliğin bir yansımasıdır; dünyanın
maddeselliğine dayanır. İradi çabamız tarihsel koşullara göre şekil alır.
Mevcut durumun şartlarına, nesnel koşullara göre şekillenen iradi çaba,
koşulların şeklini, biçimini değiştirebilir. Öz değişimi, belirli bir tarihsel
süreç ve birikim sayesinde oluşur. Tarihte sırasıyla istisnalar hariç, ilkel,
köleci, feodal, kapitalist, sosyalist üretim tarzları hâkim olmuştur. Bu
tarzların hepsi bir tarihsel sürece göre oluşmuş ve iradi çabalarda bu
süreçlere göre değişikliğe uğramış ve bir önceki tarzın içinden doğmuştur.
Şimdi yaşadığımız emperyalist-kapitalist dönem de, yerini sosyalist ve daha
sonra da komünist sisteme bırakacaktır. Sosyalist ve komünist fikirler ve iradi
çabalar kafamızdan uydurduğumuz, kafamıza doğmuş fikirler değildir; bunlar
kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin bir yansımasıdır. Bu üretim tarzın
maddeselliğine dayanır. İradi çaba, devrimci durum, mevcuttaki kapitalizmin
içinden, sosyalizmi doğuran kabuğun kırılmasıyla meydana gelir. Koşullar
gelişmiştir, eksik olan bu koşulların biçimini değiştirebilecek olan iradi
çabanın yetersizliğidir. Sosyalizm kapitalizmin bağrından doğar ve belirli bir
süre bakiye kapitalist ilişkiler varlığını sürdürür. İradi çabamızla bir
çırpıda bunu ortadan kaldıramayız. Biz bunu kaldırdık, şu kanunları yürürlüğe
koyduk demeyle, sadece düşünerek, kafamızdan güzel düşünceler yaratarak
sosyalizme ve daha sonra da gelişecek olan komünist sisteme geçemeyiz. Örneğin,
sosyalizmde de küçük üretim ve ücretli işçilik devam eder. Ücretli işçilik
devam ettiği için ve işçinin emek gücü özünde meta olduğundan, pazar için
üretilen metayla karıştırmamak lazımdır. Genelde sosyalist sistemlerde bu
karıştırılmıştır. Ürünler kapitalist sistemde belirsiz bir pazar ve satış için
üretilir, oysa sosyalizmde üretilen ürünler, pazarın arz talep dengesine göre
değil, tüm toplumun ihtiyaçları için bir plan çerçevesinde, meta–değişim
ilişkisinden arındırılarak üretilmeye çalışılır. Meta ilişkisi görünürde hâkim
olmasa da, ücretli işçilikte ve küçük üretimde devam eder ve her saniye yeniden
kapitalist ilişkileri yaratır.
Meta
üretimi belirli bir tarihsel süreç neticesinde oluşmuştur. İlkel komünal
topluluklarda, meta üretimi mevcut değildi. Ürettikleri kullanım değeri olan
ürünleri değiştirmek için üretmiyorlar, yaşadıkları gruplarla ortak olarak
kullanıyorlardı. Bu süreç üretilen ürünlerin çoğalması, çeşitlenmesi sonucunda
artı bir ürün birikmesine ve bu artı ürünün topluma önderlik eden kesimlerde
toplanmasına sebebiyet vermiştir. İlkel komünal dönemde meta ilişkisi olmasa
da, bu ilişkiyi bu ortaklaşmacı düzen kendi içinden yaratmıştır. Sınıfsal
ilişkiler oturmamıştır, ama gruplardaki yöneticiler ve ruhban kesimler belirli
bir statü elde etmişler, zamanla da artı ürünün bu kesimlerde birikmesiyle
sınıfsal ilişkiler embriyon halinde gelişmeye başlamıştır. İlkel komünal
dönemde, grupların nüfuslarının az olması, ürettikleri aletlerin kısıtlı
olması, yaşadıkları coğrafyaların geniş olması sebebiyle, yüz binlerce yıl
komünal yaşamlarını sürdürdüler. Komünal dönemin dönüşümü, ürettikleri aletlerin
çeşitlenmesi, fazla ürün elde etme, nüfuslarının artması ve dünyanın eşitsiz
şartları, ürünlerin ve toprakların belirli grupların elinde toplanması gibi
etmenlerin gelişmesi neticesinde meydana gelmiştir. Ekonomik temel, üst yapıyı
şekillendirir. Artı ürünün birikmesi üst yapıyı meydana getiren unsurların
yapısının değişmesine sebebiyet verir. İlkel komünal dönemdeki üretim
seviyesinden ve doğa şartlarına aşırı bağımlı olmasından dolayı zorunlu olan
ortaklık ve eşitlikçilik, artı ürünün çoğalmasıyla birlikte değişikliğe uğrar
ve sınıfsal özellikler gün yüzüne çıkar.
Sosyalist
sistemde de temelde işleyen ekonomik yapılanma üst yapı kurumlarını
şekillendirir. Sınıfsal ilişkiler çözülmektedir, devleti yönetenler işçilerden
az ya da işçilere eşit maaş alabilir, herkes haklarda eşittir, üretilen ürünler
tüm topluma bireylerin emekleriyle orantılı olarak dağıtılır, ülkenin ekonomik
yapısı kapitalist ülkelerden daha iyi bir konumdadır ve üretim bunalımları
yoktur. Ama ücretli işçilik ve küçük üretim devam ettiği sürece, eşitsizlik ve
az ya da çok artı değer üretimi de devam eder. Sosyalizmden geriye dönüş
olmamasını istiyorsak, bunun bilincinde olmak, geriye dönüşlerin bu alt yapının
devam etmesi sebebiyle olduğunu kabul etmek ve ona uygun davranmak zorundayız.
Burada
bu ilişkiler doğru tarzda planlanmalıdır. Üretilen artı değer tüm topluma
dağıtılmalıdır (sağlık, barınma, ısınma, eğitim, kamusal hizmetler vd. gibi).
Bu süreçte çok uyanık olunması gerekmektedir. Sosyalizmin tekrar kapitalizme
(devlet kapitalizmine) dönüşebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sistem
de, kapitalizmin toplumsallaştırılmış, planlanmış, burjuvasızlaştırılmış bir
sistemidir. Ancak sosyalist sistemin bir üst aşaması olan komünist sisteme,
eşitsizliği yaratan bütün etmenler ortadan kaldırıldığında geçilebilir. Yani,
ücretli işçiliğin kaldırılması, meta üretiminin ve bunun karşılığı olan paranın
ortadan kaldırılması, üretimde bolluğun olması, üretimin bütün insanlık için
yapılması, çalışmanın bir zorunluluk değil toplumsal bir görev olması, herkesin
eşit bir konumda olması, kimsenin başkasından bir farkının olmaması, herkesin
ihtiyacına göre planlanacak toplumsal üretiminin hâkim olması gerekir.
Nesnel
şartlar derinlemesine tahlil edilmeli ve ona uygun tarzda teorik ve pratik bir
hat çizilmelidir. Koşulların yanlış tahlili ve eksik bilgiler, yanlış iradi
çabaları doğurur. Duyumlara dayalı olan ampirik pratikler nesnel koşulları
doğru tahlil edemediklerinden iradi çabaları aşırı abartırlar. Kafalarından
yarattıkları fikirleri ön plana çıkarırlar. Hümanist, ahlaksal, ütopyaya dayalı
bir düzen kurmaya çalışırlar. Ayakları yere basmayan ütopik, anarşist, komünist
fikirlerde durum böyledir. Evet, bu fikirler güzeldir, herkes böyle olmasını
ister; birden bire sınıfların, paranın ortadan kalkmasını, herkesin eşit
olmasını ister, ama nesnel şartlarda bunun olabilirliği oluşmalıdır.
Marx
ve Engels’in Kutsal Aile, Alman
İdeolojisi ve Engels’in Anti-Dühring
kitaplarını yazdıkları dönemin öncesinde, kapitalist sistemin yeni oturmaya
başlaması, proletaryanın sınıf tavrının yeni gelişmeye başlaması, maddi
koşulların doğru bir tahlinin yapılmaması, bilimsel gelişmelerin yeni yeni
oluşmaya başlaması sebebiyle kurtarıcı fikirler, nesnel gerçeklik dışından,
deney ötesinden gelmeliydi. Bu yüzden Hegel ve Kant felsefesi, bu dönemde
ütopik sosyalist fikirlere öncülük etmiştir. İkisininki de idealist bir
felsefedir. Bauer kardeşlerin “eleştirel eleştiri” dedikleri şey de aslında,
tinin yansımasıdır. Kendi kafalarında yarattıkları her şeye uygulanabilir
sandıkları fikirlerdir. Yığınları edilgin olarak kabul ederler, yığınlar kendi
başlarına hiçbir şey yapamazlar, onlar adına “eleştirel eleştiri” her şeyi
düşünür ve gerçekleştirir. Ahlaksal ilkeler koyarlar, burjuvazi ve proletarya
arasında uzlaştırmacıdır, onları doğru yola çağırırlar. Soyut bir ahlaksal
vicdan kavramıyla bütün insanlığı hümanist bir yaklaşımla birleştirmeye
çalışırlar. Dühring’de de, bu mantık egemendir: Gerçek nesnel koşullar
karşısında sanal ütopik zırvalar derlemesi…
Günümüzden
Ali Koç’un “gerçek sorun kapitalizm” çıkışı da böyle bir özellik gösterir.
Kendisi ülkemizdeki emperyalist işbirlikçi tekelci kapitalizmin, finans
oligarşinin bir temsilcisi değilmiş, işçilerin sömürülmesinde ortak değilmiş
gibi davranmaktadır. Aslında amacı çıkmaza giren kapitalizmi şirinleştirme,
karşıt sınıflar arasında uzlaşmayı sağlamaya çalışmadır. Diğer kapitalistlere
biraz daha insaniyetli olmalarını telkin ederek, hümanist, ahlaksal öneriler
sunmaya çalışarak, kendi sınıfsal hâkimiyetinin sürmesini istemektedir. Samimi
değildir; samimi olmak istiyorsa kendi ailesinin işlettiği fabrikaları
bankaları, zincir marketleri, artı değer üreten, sermayeyi büyüten işçilerin
yönetimine devretsin. Ya da Robert Owen gibi ütopik sosyalist bir tarzda
kooperatifçiliği örgütlesin. Ali Koç ve onun gibilerin böyle bir dertleri
yoktur. Tek dertleri kapitalist sistemin ilelebet sorunsuz sürmesidir.
Lenin’in
Materyalizm ve Ampiryokritisizm
kitabını yazdığı çağda ise serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm
dönemi almış, burjuvazi ve proletarya arasında çatışma belirginleşmiş,
proletaryanın partileri oluşmuş, teori daha iyi özümsenmiş, siyasal pratik
geliştirilmiş, bilimsel ve teknik gelişmeler daha bir üst boyuta taşınmış,
bilgi birikimi nesnel temelde olgunlaşmaya başlamıştır. Artık eskisi gibi
insanlar yönetilememektedir. Sistemi yönetenler, kapitalist sistemin sürekli
ayakta kalmasını isteyenler artık deneyüstü fikirlerle insanları
etkileyememektedirler. Onlar için artık önemli olan deneydir. Duyumları ön
plana çıkarırlar, tek maddi gerçeklik duyumlarımızdır, o anki koşullar, mevcut
durum tek gerçekliktir, onun ötesi deneyüstüdür, bilinemez. Bu yüzden Kant’a
deneyüstünü, kendinde şeyi kabul ettiği için savaş açmış gibi görünürler.
Marksistler de kendiliğinden şeyi kabul ederler. Bu Kant’a göre us’tu, her
şeyin temelinde us vardı. Marksistlerdeki bu kendiliğinden şey, maddi
unsurlardır. Biz şu anki bilgimizle maddi unsurları tam manasıyla bilemiyoruz,
ama zamanla bileceğiz.
Günümüzde
de duyumlarla hareket eden, Marksizmi eleştirdiğini sanan, Marksizmi idealist
Kant’la aynı kefeye koyan, Marksizmin determinist olduğunu iddia eden,
bilinemezcilikle suçlayan, Marksizmin yenilenmesi gerektiğini söyleyen,
günümüzün şarlatan ideologlarıyla hesaplaşmadan doğru bir hat çizilemez. Bugün,
Bauer, Duhring, Bogdanav gibi şarlatanların yerini Althusser, Sartre, Walter
Benjamin, Wallerstein, Zizek vb., Marksizmi eleştirdiğini ve yeni yorumlar
getirdiğini zanneden Marksistmiş gibi görünen şarlatanlar almıştır.Yenilginin
getirdiği psikolojiyle, Marksist geçinen birçok örgütte, bu şarlatanların öne
sürdüğü en pespaye teoriler ön plandadır. Örgütlü
gözüken örgütsüzlük zirve noktasındadır. Bırakın bizim ülkemizi, dünyada da
gerçek bir proletarya partisi mevcut değildir. Örgütsüz olmamız, sosyalizmin
yenilgisi teorisinin hâkim olması sebebiyle, Marksist teorinin yerine gerici
teoriler, gerçek sosyalist bir örgütlenme ve siyaset pratiği yerine “örgütsüz partiler” revaçtadır.
Anti-
Duhring-Friedrich Engels-Sol yayınları
Materyalizm
ve Ampiryokritisizm-Lenin-Çağrı yayınları
Materyalizm
ve Ampiryokritisizm-Lenin-Eriş Yayınları
Pratik
Usun Eleştirisi-Kant-Say yayınları
Alman
ideolojisi-Marx-Engels-Sol yayınları
Kutsal
Aile-Marx-Engels-Sol yayınları
Seçme
Eserler 4- Lenin-İnter yayınları
*A
priori; idealist felsefede deneyden önce elde edilen bilgiyi, başlangıçtan beri
zihinde var olan bilgiyi nitelendirmek için kullanılır, deneyüstüdür. A
Posteriori; genellikle sonradan gelen bilgi anlamında kullanılır ve deneyimle,
algılarla edinilen bilgiyi ifade eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.