Oysa korkacak hiçbir şey yoktu her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin ölüyorduk güneşe karşı
Turgut Uyar
Yıkılan tüm binaların metrik koordinatlarını köylere kadar tespit edebilecek yüksek çözünürlüklü uydu fotoğrafları ve dronelar....
Enkaz altından cep telefonuyla gelen tüm yardım çağrılarını anında toplayıp yer ve durumlarına göre tasnif edip ilgili arama kurtarma birimlerine iletebilecek dijital platform teknolojileri...
Enkaz altında kalanları arama-bulma için termal kameralar, gece görüş dürbünleri, 20 metre göçük altındakilerin soluk alış verişlerini dahi diğer her türlü sesten ayrıştırıp tespit edebilecek yüksek frekanslı cihazlar, eğitimli köpekler...
Arama kurtarma ekiplerini ülke çapından deprem bölgesine taşıyacak uçaklar, deprem bölgesinde gerekli her noktaya hızla taşıyıp dağıtacak helikopterler.
Arama kurtarma çalışmalarında kullanılacak vinçler, iş araçları, jeneratörler, projektörler, ve her türlü araç gereç...
Deprem bölgesi çapında en çok bir gün içinde kurulacak en az 10 sahra hastanesi ve çok sayıda geçici çadır kent için; gerekli tıbbi ilaç, malzeme ve teçhizat için; gıda ve diğer temel ve yaşamsal ihtiyaçları dağıtacak yüzlerce dağıtım merkezi oluşturmak için; bunları ülke çapında bölgeye ve bölge içinde gerekli noktalara taşımak için; her türlü lojistik araç, teçhizat, araç gereç, malzeme...
Ve hepsinden önemlisi tüm bu araçları nasıl kullanacağını bilen, dijital teknolojiler, lojistik, arama kurtarma, sağlık, bakım, organizasyon ve deprem bölgesinde ihtiyaç duyulan her konuda gerekli olanları yapabilecek vasıflı ve her türden insan gücü, emekçiler de var.
Onlarcası, yüzlercesi bir araya gelip, internete düşen tüm enkaz altı çağrılarını otomatik olarak toplayıp ilgili kurumlara yönlendiren dijital teknoloji platformlarını 1 gün içinde kuran yazılım/bilişim işçileri...Göçük, istihkam, arama kurtarmada uzman olan maden işçileri. İtfaiye işçileri. İnşaat işçileri. Vinç ve diğer iş makinesi operatörü işçiler. Lojistik işçileri. Dağıtım merkezi işçileri. Hekim ve hemşireler. Bakım işçileri...
Bölge çapında, ülke çapında, hatta uluslararası planda depremzedelerle dayanışmak için varını yoğunu ortaya koyan emekçiler. Arama kurtarma ve diğer faaliyetler için gönüllü kuyruğuna girenler, tedarik ve sevkiyat organizasyonu yapanlar, üç kuruşunu/lokmasını paylaşanlar, evini açanlar....
Peki olmayan ne?
Olmayan en başta merkezi organizasyon ve koordinasyon.
Tüm bu olanaklara, potansiyellere karşın, depremin 3. gününde yıkılan binaların yaklaşık yarısına halen ulaşılamamış durumda. Ulaşılan yerlerin önemli bölümünde ise belirgin bir organizasyon yoksunluğu, bazılarında kargaşa yaşanıyor. Depremzedelerin kendi olanaklarıyla iş makinesi bulup buluşturdukları yerde kurtarma ekipleri yok, kurtarma ekiplerinin olduğu yerde iş araçları olmayabiliyor, gönüllü kurtarma ekipleri içinde istihkam yapmayı bilenler olmayabiliyor, enkaz altından yaralı çıkarılanlar ambulans bulamayabiliyor, ya da ağır yaralı olarak hastaneye götürülebilenler tıbbi teçhizat ve ilaç yokluğu nedeniyle yaşamını yitirebiliyor. Benzer karışıklıklar gıda vd temel ihtiyaçların tedarik ve dağıtımında yaşanabiliyor, vd.
Merkezi tedarik, sevkiyat, organizasyon ve koordinasyonun merkezi devlet iktidarı tarafından yapılması bekleniyor. O yapmıyor ve yapamıyor, hatta yapmaya çalışanların da önemli bir bölümüne engel oluyor.
Neden?
Birincisi, devlet sermayenin baskı, savaş ve yeniden üretim aracı; neoliberal kapitalizm koşullarında kendisi de daha dolaysız olarak sermayeleşmiş, şirketleşmiş, kar ve piyasa kurallarına göre işliyor hale gelmiş. Kapitalist devletin, baskı, savaş, kar, rant, asalaklık, yiyicilik dışında bir işlevi; toplumsal ihtiyaçlar için bir tanımı zaten yok. Eğer bir dönem az buçuk ve biçimsel olarak var idiyse, o da o dönemin sınıf mücadelelerinin ve sosyalizmin basıncının bir sonucuydu. Bugün yok. Olmadığını Pandemi döneminde gördük, sel felaketlerinde gördük, büyük ve yaygın orman yangınları döneminde gördük, deprem döneminde de görüyoruz. Bunların hepsinde bırakalım merkezi iktidarı, “ilgili” kurumlarının (Sağlık Bakanlığı/Sağlık Sistemi, Çevre Bakanlığı/Su İşleri, Tarım-Orman Bakanlığı/Orman Genel Müdürlüğü, İç İşleri Bakanlığı/AFAD vd) skandallarını, rezalet ve sefaletlerini gördük: Yeterli bütçeleri, teçhizatları, malzemeleri, personelleri yok, maliyetlerin minimize edilmesi kurumların işlevsizleşeceği bir noktaya kadar dayanmış, bütçeler sermayeleştirilmiş veya sermayeye peşkeş çekilmiş, hepsi yiyicilik kurumlarına dönüşmüş.
İkincisi, kapitalist devlet özel mülkiyet üzerinde yükselmekle kalmıyor, tümüyle sermayeyle kaynaşmış; sermayenin yasası kar, devletin de yasasıdır. Bölge ve ülke çapında sayısız inşaat ve maden şirketinde arama kurtarma faaliyetlerinde kullanılabilecek sayısız iş aracı var, arama kurtarma faaliyetlerinde profesyonel olarak çalışabilecek binlerce maden ve inşaat işçisi var. Ama kapitalist devlet iş makinelerine geçici olarak el koyup deprem bölgesinde gerekli noktaya sevketmeyi aklından bile geçiremiyor, deprem bölgesinde gönüllü olarak çalışmak için başvuran sayısız maden, inşaat, makine operatörü, sağlık işçisinin de, çalıştıkları kapitalist işyerleri/patronların karları aksamasın diye, çoğunun bölgeye gitmesine engel oluyor.
Üçüncüsü, bürokrasinin hantallığı, küflü koridorları ve ultra formalist dolambaçları ve yetkeciliği, halka tamamen yabancılaşmış ve düşmanlaşmış olması. Her şehirde binlerce gönüllü bölgeye gidebilmek için işyeri patronlarından izin, onu aşabilirlerse AFAD’dan izin, AFAD başka bir kurumdan o daha yukarıdan izin bekliyor. Bu asalak bürokrasi aman koltuğumdan ve rantlarımdan olmayayım diye sorumluluk almaktan kaçıyor, yukarıdan talimat gelmeden tuvalete bile gidemiyor, ve zaten rutin, küflü, en ufak bir üretkenliği ve (kendi yiyiciliği dışında) inisiyatifi olmayan “işler”inin biraz dışına çıkan, hele ki bu çapta acil bir durum ve ihtiyaçla karşı karşıya kalınca, apışıp kalıyor. Buna bürokrasinin küflü labirentleri içinde, farklı rant/statü çeteleri arasında çekişmeler, fırsatçılar, birbirini çelmeler vbyi ekleyelim.
Dördüncüsü, kendini ülkenin, toplumun her şeyin biricik sahibi ve hakimi olarak gören; kendi kontrolü altında olmayan hemen her şeyi ve herkesi rakip ve tehdit olarak gören, tekçiliktir. Vitrinlik kadarını, oya ve ranta tahvil edilebilecek kadarını ben yaparım, benim yapmadığımı ve yapamadığımı da kimseye yar etmem mantığıdır. Bölgede koca koca kolordular varken, arama kurtarma vd işler için ilk 30 saatte yalnızca 3500 askerin sevkedilebilmesi, “darbe” korkusundan değil, deprem çalışmalarında birincisi ordunun öne çıkması ve itibar kazanması korkusu, ikincisi ve daha önemlisi ise, erlerin halkla kaynaşması korkusundandır. Keza maden işçilerinin, sağlık işçilerinin, işçi sınıfı ve halktan sayısız gönüllünün özverisi ve aktif dayanışma çabasının, tüm toplumsal ihtiyaçlar için sınıf dayanışması ve mücadelesini geliştirme dinamiklerinden duyulan korkudur.
Beşincisi, yeraltındaki fay hatları yerüstündeki toplumsal (sınıfsal, ezilen ulus, ezilen mezhep, ezilen cins) fay hatlarını da tetikler. Bu çapta bir toplumsal felaket ve kıtlığın doğal olmadığını görmeye, yerleşim alanlarından konut yapımına, kimlerin en büyük yıkıma uğradığından sonrasında kimin ne yapıp yapmadığına kadar, derin ve travmatik bir toplumsal bilinç sarsıntısına ve öfkesine yol açar. Ekonominin, üretim araçlarının, üretimin, dağıtımın, devletin, toplumun mevcut organizasyon biçiminin sınıfsal ve siyasal karakterini, kimler için ve nasıl işlediğini kendi travmatik kolektif öz deneyimleriyle daha fazla görmesine yol açar. İşte bu yüzden ve bu koşullarda bile kapitalist devlet iktidarının öncelikli işlevi, baskı, sansür, yasak, engelleme, bilinç bulandırma, manipulasyon, kitle kontrolü ve tahakkümü olmaya devam eder. Çünkü “güvenlik” her zaman sermayenin, özel mülkiyetin ve iktidar aygıtının güvenliğidir. Korku da her zaman bu bilinç sarsıntısı ve öfkenin, sermaye diktatörlüğüne karşı sınıf bilinç, dayanışma, örgütlenme, mücadele ve isyanına yol açması korkusudur. Evet onlar halkın kendi acılarını sarmak için dayanışma seferberliğinde bile bir Gezi hayaleti, bir başkaldırı hayaleti görüyorlar...
Ama tüm bunlar, kapitalist üretim tarzının, özel mülkiyetin ve kapitalist devletin, giderek sıklaşan ve büyüyen toplumsal yıkım ve felaketlerin gerçek müsebbibleri olduğunu, dahası en yakıcı en yaşamsal toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının gerçek engelleri olduğunu göstermekle kalmaz. Çok daha derin bir şeyi de açığa çıkarır: Bunların tarihsel olarak tümüyle gereksizleştiklerini.
Çoğu emekçi devleti “toplumun ortak ihtiyaçlarını karşıladığı ve organize ettiği, can ve mal güvenliğini koruduğunu, dara düşenleri kolladığı, gerekli durumlarda elbirliğini organize ettiği”ni düşündüğü için zorunlu bir ihtiyaç gibi baştacı eder. Kriz koşullarında bu ihtiyaçlar yakıcılaştığı ve onları devletten başka karşılayabilecek ve organize edebilecek bir kurum görülemediği için emekçilerin bir kesiminde (tıpkı aile fetişizmi gibi) devlet fetişizmi de artabilir. Ama bir Pandemi sürecinde bile tedarik ve organizasyon yapamayan/yapmayan; orman yargınlarında iki tane yangın söndürme uçağı kaldıramayan; 10 ili kapsayan bir deprem yıkımı sürecinde gerekli tedarik, sevkiyat, organizasyonu yapmayan/yapamayan böyle bir devleti hangi emekçi ne yapsın ki?
Depremin en acil ve yaşamsal müdahale gerektiren ilk günlerinde, ne yapılabildiyse, büyük çoğunluğunu, yine cansiperane biçimde işçiler, emekçiler yaptılar. Az sayıda sol sendika ve örgüt, sayısız gönüllü inisiyatifi, hem de büyük yoksunluklar içinde büyük bir yaratıcılıkla, inisiyatifle, özveriyle.
Hatta işçi emekçi gönüllü ekip ve inisiyatiflerinin ilk 2-3 günde tüm yıkım alanlarına ulaşması, aç açıkta tek kişi bırakmaması da mümkün olabilirdi, eğer:
Sermaye, özel mülkiyet ve kapitalist devlet engelleri ve engellemeleri olmasaydı;
Ve işçi sınıfı ve emekçilerin, bağımsız merkezi bir seferberlik, tedarik, sevkiyat, elbirliği organizasyon ve koordinasyonu olsaydı...
Hele ki bugünün teknolojisiyle, nerede ne kadar uzman, operatör, şu veya bu yetiye sahip emekçi, nerede ne kadar iş aracı, diğer araç gereç, tıbbi malzeme, gıda vd stoğu, sağlam boş barınma alanı vd var; deprem bölgesinde nerede ne kadar neye ve kime ihtiyaç var... Şu şu noktalardaki insanların ve araçların bu bu noktalara götürülmesi için neye ihtiyaç var ve en kısa zamanda nasıl gerçekleştirilebilir... Şu şu noktalardaki enkaz altından çağrılar için hemen nasıl yeni ekipler ve ekipmanlar oluşturulabilir ve şu şu ekiplerin sonraki hareket noktaları ne olacak... Günümüzde dijital algoritmik platform teknolojileri, nasıl yüzbinlerce tedarikçi, yüzlerce dağıtım merkezi, lojistik hatları ve dağıtım ağları ve tüm alanlardaki yüzbinlerce emekçi ile çağrıları birlikte, dakik ve dinamik olarak organize edebiliyorsa öyle...
Tüm bunlar kapitalizmde yapılamayacak ve kapitalist devletin de yapamayacağı bir şeyi gerektirir: Merkezi planlama.
Her türlü merkeziyetçilik ve planlamayı “otoriterizm, totalitarizm” diye yaftalayıp, bu kadar yakıcı ve yaşamsal hale geldiği bir dönemde solda bile hatırlanmamasında rol oynayan liberallerin, anarşistlerin, “yeni” ve post-modern solun, bugün deprem sürecinde “devlet nerede” ya da “merkezi koordinasyon yok her şey karadüzen gidiyor” diye ağlaması ironiktir.
Oysa böylesi bir deprem olasılığı karşısında kapsamlı önlemler (güvenli kent ve yapı stoğu yerleşim planlamaları, bina-yapı tasarımları vd), deprem durumu için çeşitli simülasyonlar ve senaryolar çerçevesinde gerekli her türlü insan, araç ve malzemenin nereden nasıl harekete geçirilip organize edileceğine dair (yedekler dahil) önceden hazırlanmış program ve projeler, deprem gerçekleştiğinde hızla somut durumu analiz edip gerekli seferberlik organizasyonunu yürütecek ve düzenleyecek birimler, merkezi planlama ve organizasyon olmadan mümkün değildir.
Çünkü kapitalizmde diğer her türlü engeli bir yana bıraksak bile, emeğin, üretim araçlarının ve ürünlerin dağılımını ve birbiriyle ilişkisini belirleyen değer yasası ve kar oranlarıdır. Ve bu deprem koşullarında bile işlemeye devam eder. Açlık ve susuzluk koşullarında zaten aşırı pahalılandırılmış suyun ve ekmeğin fiyatının ikiye katlanması gibi.
Merkezi planlama, günümüz teknolojik gelişmeleriyle (yapay zeka, nesnelerin interneti, dijital platformlar vd) çok daha gelişkin olanaklara sahip olmakla birlikte, kuşkusuz yalnızca ve basitçe teknik bir sorun değil, sınıfsal, toplumsal, siyasal bir sorundur. Neyin, ne kadar, kimler tarafından kimler için nasıl üretileceği sorunudur. Üretim, yönetim, toplumsal koşul ve ilişkilerinin kimlerin (hangi sınıfın) elinde ve kontrolünde nasıl biçimlendirildiği sorunudur. Bir devrim sorunudur. Sosyalizm ve toplumsal ihtiyaçlar için, yaşamı korumak ve geliştirmek için planlama ve organizasyon sorunudur.
Depremin ilk 3 gününe bu eksenden baktığımızda:
1- Milyonlarca işçinin ve ezilenin yaşamda kalması ve yaşamlarının yeniden üretimi (karlarını azaltmadığı tam tersine artırdığı ölçüde) sermaye diktatörlüğünün umurunda değildir.
2- Sermaye diktatörlüğü bizzat kendi yol açtığı toplumsal yıkım koşullarında da, emekçilerin yaşamda kalabilmesinin ve yaşamlarının yeniden üretiminin en büyük engelidir.
3- Sermaye diktatörlüğü, emekçilerin yaşamda kalabilmesi ve toplumsal yaşamın yeniden üretimi açısından bile, tarihsel olarak tamamen gereksizleşmiştir.
4- Muazzam toplumsallaşmış işçi sınıfı, bağrında büyüyen yeni üretici güç ve yaratıcı yetilerle birlikte, bin kat daha iyi, daha hızlı, daha nitelikli, daha gelişkin, daha inisiyatifli, daha kolektif elbirliği seferberlik ve organizasyonlarını gerçekleştirme potansiyeline sahiptir.
5- Bu açıdan ihtiyaç duyulan, taban inisiyatifleri, gönüllü inisiyatifleriyle de hızla bütünleşen, bu inisiyatifleri engelleyip bastırma yerine geliştiren, birbiriyle buluşturan ve organize ve koordine eden, merkezi planlama ve organizasyondur.
6- Bugünkü koşullarda bunun ilk adımı depremzedelerin olabildiğince çok sayıda, işçi, emekçi, kadın, Kürt, Arap, vd komitelerini oluşturmak ve bunlar arasında adım adım bir merkezi koordinasyon oluşturmaya çalışmaktır. Çünkü onbinlerce gönüllünün büyük bölümü önünde sonunda geri dönmek durumunda kalacak, dışarıdan destek sürecek olsa da, yüzbinlerce, milyonlarca depremzedenin iş, ekmek, sağlık, eğitim, yaşam mücadelesi, bu sürecin her bir kademesinde ve bütününde (çadır kentler, konteynır kentler, göçülen yerler, kayıpların telafisi, istihdam, tedarik, devlet baskıları ve çetelere karşı özsavunma...) aylar ve yıllar boyunca devam edecektir. Bir diğer adım halkın katillerinin müteahhitlerden ve en tepedeki yetkililere kadar, belgeleriyle tam listelerinin çıkartılması (bu konuda şimdiden bazı önemli inisiyatifler var), teşhir edilmeleri ve depremzedelerin halk mahkemelerinde yargılanmalarıdır.
7- Bugün zaten işçi sınıfının, ezilenlerin büyük bir bölümü yaşamda kalma savaşı veriyor. Ama o da nasıl bir yaşam? Kendi yaşamlarımızı sömürmeleri için sermayeye pazarlayabildiğimiz ölçüde yaşamda kalabildiğimiz bir “yaşam”. Bir son noktaya doğru gelip dayanıyoruz: Bu sistem kapanında, bırakalım gelecek güvencesini, artık yaşamda kalabilme güvencesi de yok. Emek, yaşam, doğa sürekli bu sistemin tehdidi, yağması ve katliamı altında. Ve ölünce beş on bin, yirmi bin, yüz bin ölüyoruz artık seri iş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, savaşlarda, kanserde, kuraklıkta, açlıkta, pandemide, depremde.... Yaşamda kalabilmek için bile devrime zorlanan sınıf, diye tanımlamıştı Engels işçi sınıfını bir keresinde. Yaşamda kalabilmek için değil yalnızca, yaşamlarımızı toplumsal ve bireysel, doğayla kaynaşmış bir büyük yaşam olarak geliştirebilmek, özneleştirebilmek, özgürleştirebilmek içindir sosyalizm mücadelesi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.