16 Nisan 2025 Çarşamba

Sovyet Yolculuğu


Bu kanalda sizlere Sovyetler ve dünya sosyalist hareketiyle ilişkili tarih, politika, bilim, felsefe, kültür, ekonomi, toplum, hukuk, kişi vb. gibi pek çok konuda hazırladığımız içerikler ve Sovyetleri konu alan film, belgesel, dizilerin Türkçe sürümlerini sunmaktayım.

Sovyet tarihinin tüm dünya tarihini etkilemesi ve kapsamının geniş olması sebebiyle tarihi olaylar, politik konular, kavramlar, kültürel temalar, sanatsal faaliyetler, kuruluşlar gibi yüzlerce konu başlığı kanalımızın içerik konusu olabilir.

Belgesel içeriklerimizde kullanılan kaynaklar videoların açıklama kısımlarındadır.

Bağlantılar

TikTok

tiktok.com/@sovyetyolculugu

 

X

x.com/sovyetyolculugu

 

Instagram

instagram.com/sovyetyolculugu

 

Spotify

open.spotify.com/show/1sbsd65S3hfvQBBWhVIVn7


14 Nisan 2025 Pazartesi

Boyun eğme, itaat ve mücadele

Mahmut Boyuneğmez

İtaat, saygı ve sevgi, güven, minnettarlık duyulmasıyla, bilgisi, düşünceleri, davranışları ve kılavuzluğu/yol göstericiliğiyle etki oluşturmasıyla bir otoritenin dediklerini yapma, emirlerini yerine getirme; sorunlarla boğuşmaktan ve aşırı çalışmaktan başını kaldıramama; keyif veren ve meşgale oluşturan davranışlarda bulunma ve bu tür etkinliklere katılma gibi durumlarla ortaya çıkan uyumlu olma, biat etme, kabul ve bağlılıktır.

İtaat, otoritenin veya iktidarın insanlar arası ilişkilerde ve pratiklerdeki bir görünümüdür. İktidarı, otoriteden ayıran özellik (diferentia spesifica) “itaat” yanı sıra “boyun eğme” içermesidir.

Boyun eğ(dir)mek, korkutma, baskı uygulama, baskı/şiddet ve cezalandırılma iması ya da tehdidi sonucu geri basma, yıldırmadır. Boyun eğdirme sayesinde almaşık davranış ve eylemlere yeltenilmez, yasaklara uyulur ve alternatif örgütlenmeler/siyasal pratikler ve ilişkiler geliştirilmez, direnç gösterilmez, direnişte bulunulmaz. Boyun eğmek, itiraz etmemek, tepki vermemek, eleştirmemek/sorgulamamak, rahatsızlıkları dışa vurmamaktır. Boyun eğmek/ram olmak, koşullara ve hükümlere karşı koymamak, teslim olmaktır. Bunların “boyun eğme” olması için baskı, zorlama, cezalandırma, yıpratma, yıldırma gibi süreçlerin yaşanması ya da potansiyel bir tehdit halinde bulunması gerekir.

Kapitalist sistemde sermaye sınıfının toplumsal iktidarı itaat + boyun eğdirme mekanizmaları ve pratikleriyle sağlanır. Bunlara toplumsal iktidarın hegemonya mekanizmaları ve pratikleri denir.

Devrimci durumda iktisadi ve siyasal/yönetim krizinin yanı sıra var olan hegemonya krizinde, sermaye sınıfının toplumsal iktidarını oluşturan ve sürekliliğini sağlayan hegemonya mekanizmalarında ve pratiklerinde etkisizleşme söz konusudur. Bu mekanizmaların ve pratiklerin içerisinde gerçekleştiği toplumsal iktidarın hegemonya yapıları/organizasyonlarında işlev yitimleri ve aksamalar gelişmiştir. Toplumun harekete geçen aktif bölmelerinde (emekçiler ve ara tabakalar arasında çeşitli toplum kesimleri) itaatsizlik ve boyun eğmeme durumu ortaya çıkmıştır. Ayrıca bir hegemonya krizi, eş deyişle devrimci durum varlığında karşı-hegemonya organizasyonları (sosyalist medya, kültür kurumları, öncü sosyalist parti ve örgütlenmeler, devrimci/kızıl sendikalar, dernekler, meslek birlikleri ve diğer mücadele örgütleri, konsey/meclis/şura türünden alternatif iktidar nüveleri vd.) oluşmuş ve faal durumdadır.

Devrimci durumlarda toplumsal hareketlenmelerde itaatsizlik + boyun eğmeme (direnç ve direniş) + aktif örgütlü mücadele birlikteliğinde devrimci güçlerin ve süreçlerin, statükocu, karşı-devrimci ve düzeni koruyan güçlere ve süreçlere galebe çalması olanaklıdır. Bu olanağın adı sosyalist devrimdir. Ancak devrimci durum devrime ulaşmadığında, karşı-devrimin yaşanması (örneğin 1979 İran karşı-devrimi), gerici güçlerin “devrimi çalması” (örneğin öncü örgütlenmelerin zayıf olduğu 2010 yılındaki Arap Baharı), askeri darbe (örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbesi) ya da paramiliter faşist örgütlenmelerin uyguladıkları terör eylemleriyle devrimci vektörlerin oyalanması, yıpratılması, iktidar hedefinden saptırılması ile birlikte sosyal demokratik liberalizmin sistemin emniyet supabı işlevini yerine getirmesi de (örneğin 1970’lerin Türkiye’si) mümkündür.

Mücadele, aktif karşıtlık içermesi bakımından pasif ve savunmacı özellikteki direnişten ve direnç göstermekten farklıdır. Mücadele boyun eğmemeyi/direnişi içermesine ek olarak rakip ve düşmanlara karşı girişilen savaşımı, taarruzu, saldırı ve hamleleri barındırır. Sosyalizm mücadelesi kolektif/örgütlü eylemleri ve süreçleri, toplumsal ölçekte itaatsizlik örneklerini, boyun eğmeyen direnişleri, işçi sınıfının organik aydınlarının bireysel ve organize çalışma ve etkinliklerini, siyasal/ideolojik/kültürel mücadeleleri ve karşı-hegemonya oluşturma faaliyetlerini kapsar.

Öyleyse slogan şu olmalıdır: “Boyun eğme, mücadele et!”

13 Nisan 2025 Pazar

Devrimci durum ve hegemonya krizi

Mahmut Boyuneğmez

Lenin “devrimci durumu” şu şekilde tanımlamaktadır:

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir tarihsel kesit ve bunlara eşlik eden iktisadi bir bunalım var olduğunda devrimci durumdan bahsedilir.

Bu tanımda iktisadi kriz + siyasi kriz + “hegemonya” krizi bir arada bulunmaktadır. Yönetenler eskisi gibi yönetemediğinde bir “yönetim krizi” ya da siyasi iktidarın krizinden bahsedilir. Bu durum gerçekleştiğinde, kitlelerin ideolojik angajmanı liberalizm şemsiyesi altındaki çeşitli görüşlere olan düzen/sistem partileri tarafından yönlendirilmesi, etkilenmesi, heyecanlandırılması, bu partilerin kitlelerce otorite sayılması belirgin olarak azalır ya da kaybolur. Yönetilen sınıfın ve ara tabakaların eskisi gibi yönetilmek istemediği bir dönem dendiğinde, kitleler arasında egemen ideolojinin bileşenlerinin uzlaşı sağlayıcı etkisinin kaybolduğu, belirli ölçülerde hareketlenmiş kitlelerde siyasi iktidarı onaylayıcı ve sermaye sınıfının egemen olduğu kapitalist sisteme/düzene katlanma/rıza gösterme kapasitesinin zayıfladığı ya da sıfırlandığı anlaşılır. Bu durum, toplumun aktif olarak harekete geçmiş kesimlerinde hegemonyanın parçalanması/dağılması ile karakterize bir “hegemonya” krizidir. Devrimci durum tarihsel kesitinde siyasal krizin ve “hegemonya” krizinin zemininde ise iktisadi kriz bulunur. Emekçiler ve ara tabakalarda dayanılamayacak bir yoksullaşma, hayatlarını günlük olarak yeniden üretememe hali, hayırseverlik pratiklerine muhtaç duruma gelme, “de klase” olmanın/lümpenleşmenin/çürümenin belirtilerinin yaygınlık kazandığı gözlenir.

İktisadi kriz koşullarında sınıf savaşımı/mücadelesi otomatik olarak keskinleşmez. Kapitalist sistem, emekçilerde ve ara tabakalarda iktisadi kriz süreçlerinde oluşan tepkileri soğurabilecek mekanizmalara ve yapılara/öğelere/organizasyonlara sahiptir. Başka bir deyişle, her iktisadi kriz, devrimci durum doğurmaz. Nesnel veya öznel faktörlerin bileşik etkisiyle iktisadi kriz zemininde oluşacak bir siyasal/yönetim krizinin var olması, devrimci durumun oluşabilmesi için gereklidir. Bu da yetmez, bahsedilen gerek koşullara ya da olmazsa olmaz koşullara bir üçüncü koşul olan “hegemonya” krizi de eklenmelidir.

Devrimci durumun, iki olanaklı sonucu vardır. Kapitalist sistemi koruyan/muhafaza eden vektörler/süreçler ile dönüşüme zorlayan vektörler/süreçler arasındaki dinamik denge devrimci durumda bozulur. Devrimci durumun, devrimle ya da karşı-devrimle sonlanması, eski dinamik dengeye dönüş ya da sosyalist sistemin kurulmaya başlamasıyla, toplumsal devrimi ilerletici süreçlerin başat olduğu, fakat sistemin kazanımlarını koruyan statükoyu güçlendirici süreçlerin de var olduğu bir tarihsel kesite geçiş anlamına gelir.

Devrimci durumun sosyalist bir devrime ilerlemesi için sosyalist/komünist partinin devrimci durum öncesi süreçlerde belirli bir ön hazırlığının olması, işçiler arasında öncü işçileri az çok örgütleyebilmiş olması, işyerlerinde ve mahallelerde azımsanmayacak bir güç oluşturmuş olması gerekir. Devrimci duruma örgütsel açıdan ve teorik olarak gelişkin, toplum içerisinde mevziler oluşturmuş veya bunların oluşumuna katılmış (=karşı-hegemonya organizasyonları, alternatif iktidar nüveleri) bir öncü partiyle girilmesi, sosyalist devrimin oluşması için yeter koşuldur.

Bu yeter koşulun olmaması durumunda tarih göstermiştir ki, Fransa’da sermaye sınıfının pasif onayıyla Bonapartizm’in (Gramsci’ye göre “gerici bir Sezarizm” türü), Almanya ve İtalya’da sermaye sınıfının aktif desteği ve ara tabakalar ile işçilerin terörize edilip demagojik söylemlere inanmasıyla faşist partilerin güçlenmesi sonucunda faşist diktatörlüklerin/faşizmin kurulması ve “hegemonya” krizinin kapitalist sınıf lehine aşılması mümkündür. Ekim sosyalist devrimine giden süreçler toplamına bakıldığındaysa, RSDİP’in komünist öncü parti işlevini yerine getirmede başarılı olduğu ve toplumsal sistemin iktisadi, siyasal ve “hegemonya” krizinin (=eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istememe) proletarya lehine aşıldığı görülmektedir.

Türkiye’de 1970-80’lerdeki tarihsel kesit ise, gelişen bir devrimci durumun, askeri bir darbe ve görece kısa süreli bir askeri diktatörlük sonrası kapitalist devletin yeniden yapılandırılması ve tahkim edilmesi, siyasal partilerin neo-liberal stratejiyi/programı benimseme ve uygulama kararlılığında aralarındaki farkların silinerek benzeşmeleri, toplumdaki ideolojik ve kültürel yapılar ile mekanizmaların dinsel/milliyetçi/liberal değerleri yeniden üretecek şekilde düzenlenişi gibi yollarla kapitalist demokrasiye evrilmesini anlatmaktadır. 12 Eylül askeri darbesi toplumsal devrimci güç ve eğilimlere bir sıfat olarak faşist/totaliter karakterde bir müdahale olsa da “faşizm” adındaki bir siyasal rejimi belirtmez.

Gramsci’ye göre “hegemonya” krizi, savaşlarda oluşabilecek bir durumken, devrimci durumda ise vardır. Bu yaklaşım Lenin’in devrimci durum kavrayışıyla uyumludur.

Kanımızca “hegemonya krizi”, siyasi/yönetim krizinin varlığı yanı sıra sermaye sınıfının toplumsal iktidarının oluşumunu sağlayan hegemonya aygıtlarının, hegemonya mekanizmaları ve pratiklerinin işlevlerini yeterince yerine getirmediği, böylelikle yönetilenlerin kapitalist sisteme/siyasal rejime/düzene dönük rıza gösterme/onay verme/kabullenme kapasitelerinin aşındığı/erozyona uğradığı ve iyiden iyiye azaldığı tarihsel kesit olan devrimci durumun karakteristik niteliğidir. Hegemonya salt rıza/onay/kabul üretimiyle ilişkili olmadığından, şiddet, baskı, zor, yıldırma, cezalandırma, konsensus, oyalama, meşgale oluşturma, hayatı anlamlandırma, keyif alma, kayıtsızlık ve pasifizasyon, cahil bırakma, sorunlarla boğuşmaktan ve aşırı çalışmaktan başını kaldıramama, kontrol/denetimle ve bunların çeşitli oranlarda bileşiminin bulunduğu mekanizmalarla, pratiklerle ve insanlar arası ilişkilerle oluştuğundan, “hegemonya krizi” denildiğinde Leninist devrimci durumun oluştuğu, bahsedilen bu pratiklerin ve mekanizmaların etkilerini yitirdiği söylenmektedir.

Yazdıklarımızın ışığında bir eleştiriyle bitirebiliriz:

“Uzun bir süredir hegemonyasını verimli biçimde işletemeyen iktidar, artık hegemonik olmaya çalışmaktan vazgeçmiş görünmektedir. Mecbur olduğu geçişi, yani iktidarda kalabilmek için yeni bir rejim ve devlet biçimine geçişi toparlayıcı bir hegemonik liderlikle değil hukuku askıya alan, muhalefeti kuralsızca ezen, sokağı şiddet ile disipline eden bir zor kullanımıyla sağlamaya yönelmiştir. Seçimi kazanamayacağını görünce seçimi anlamsızlaştırmış, hukukla ilerleyemeyeceğini anlayınca hukuku askıya almış, nihayetinde siyaset alanına hâkim olamayacağını fark edince siyaseti bir kenara bırakıp sadece yönetmekle yetinmiştir. En kaba tabiriyle zor ile rızanın özgül bileşiminden oluşan hegemonya yerine, baştan sonra zora dayanan bir darbe mekanizmasını devreye sokmuştur (…)

Esasında Türkiye’de iktidarın bir hegemonya krizi içerisinde olduğu uzun zamandır söyleniyor. Bu krizin en kolay ulaşılabilen göstergesi seçim sonuçları ve geri döndürülemeyen seçmen desteği (…)” (Can Soyer, “An Gelir, Abluka Dağılır”, 11.04.2025, https://www.ayrim.org/guncel/an-gelir-abluka-dagilir/)

Türkiye’de 18-19 Mart tarihinden bugüne uzanan süreçlere dair yazılan bu cümleler, siyaset bilimi terminolojisinde “darbe”nin kullanımıyla uyumsuzluk sergilemekte, faşizme geçiş yaşanmakta olduğunu belirtmekle içerisinde bulunduğumuz otoriter neoliberal kapitalist demokrasinin, biçimsel demokratik yanlarla birlikte faşizan özellikler (baskının dozunda artış, kontrol ve denetim mekanizmalarının güçlenmesi gibi) de taşıdığı gerçeğine karşın kültür, sanat, spor, eğlence, aile hayatı, günlük yaşamsal etkinliklerin çeşitli yanları, siyaset, sendika, okul/eğitim vd.’nın, ezcümle toplumsal dokunun, pratiklerin, ilişkilerin ve yapıların (toplumsal organizasyonların), siyasi iktidarın ve devlet ideolojisinin (resmî ideoloji) belirlenimine ve kontrolüne girmesini anlatan, faşizmin temel niteliği olan totalitarizmi barındırmadığından “faşizm” olmadığını görememektedir. “Hegemonya krizi” tanımlamaya çalıştığımız geniş anlamıyla, yani devrimci durumda kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını yeniden üretemediği, hegemonya pratiklerinin ve mekanizmalarının etkisizleştiği tarihsel kesitlerde ortaya çıkan bir olgu olarak dikkate alındığında, bu konuda yazarın yazdıklarının hakikati temsil etmediği anlaşılır olmaktadır.

Bu konuda şu iki yazının okunması yararlı olacaktır:

i) https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2025/03/iktidar.html

ii)https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2025/04/toplumsal-iktidar-ve-hegemonya.html

12 Nisan 2025 Cumartesi

Toplumsal iktidar ve hegemonya

Mahmut Boyuneğmez


İktidar, insanlar arasındaki ilişkilerde ve pratiklerde var olur. İktidar sınıflar arasında, erkek-kadın cinsiyetler arasında, patron ile işçi arasında, hiyerarşik askeri/polisiye organizasyon içerisinde bürokratlar ile kamu emekçileri arasında, kamu kurumlarında yöneticiler ile emekçiler arasında vardır. İktidar ilişkilerinin varlığı için gerek koşul ya da olmazsa olmaz koşul (conditio sine quanon, “ancak ve ancak” koşulu, varlık-yokluk koşulu), insanlar arası eşitsizliklerdir. Eşitsizlikler olmadığında, iktidar oluşmaz. Eş deyişle ancak ve ancak eşitsizliklerin varlığında insanlar arası iktidar ilişkileri var olur. İktidarın oluşumu için yeter koşul ise, şiddet/baskı/ceza uygulama tehdidinin ya da imasının bulunmasıdır. İnsanlar arasında eşitsizliklerin varlığında ve bir şekilde şiddet/zorlama/baskı/caydırma/cezalandırma/yıldırma eşlik ettiğinde, fiilen var olmasa bile şiddet/ceza/baskı uygulanacağı tehdidi ya da imasının söz konusu olduğu süreçlerde ve durumlarda, iktidar bir ilişki olarak vardır.

Siyaset teorisinin inceleme konusu olan iktidar, siyasi ve toplumsal iktidardır. Siyasi iktidar/devlet, toplumsal iktidarın bir bileşeni ya da öğesidir. Toplumsal ilişkileri, siyasi alan/devlet ile “sivil toplum” şeklinde ayırmak yanlışa götürmektedir. Devlet, siyasi, iktisadi, ideolojik, kültürel ve hukuksal boyutları bulunan bir toplumsal ilişkiler sistemidir. Kapitalist devlet salt siyasi iktidar organizasyonu olmayıp, sermaye sınıfının toplumsal iktidarının oluşumunda bu boyutlarıyla yer alan bir örgütlenmedir. Toplumsal iktidar, devletsel/siyasal, hukuksal, iktisadi, ideolojik, kültürel boyutlar barındıran çeşitli pratikler, insanlar arası ilişkiler ve organizasyonlar/yapılarla üretilmektedir ve her gün yeniden üretilerek bir sürekliliğe sahiptir.

Kapitalist devlet, toplumun üzerinde değil içerisinde yer alan bir toplumsal ilişkiler kümesi, salt baskı/zor/cezalandırma/yıldırma/tahakküm “aygıtı” değil, bunlarla birlikte rıza/onay/konsensüs oluşturma, insanlarda kültürel ve ideolojik formasyon geliştirme, bazı hakikatleri saklama/gizleme/gözlerden uzak tutma ve birçok bilimsel bilgi ve perspektife dair cahil bırakma, insanları yönlendirme, şartlandırma, koşullama, insanlar arasında tutulan çeşitli keyif verici, eğlenceli ya da heyecan oluşturan pratiklerle bağımlılığa zemin hazırlama, hayırseverlik etkinlikleriyle bağlılık üretme, dinsel inançların yeniden üretiminde doğrudan rol alma gibi işlevlere sahip bir hegemonya yapısı/organizasyonudur.

İktidar, sınıfsaldır. Kapitalist sistemde sermaye sınıfının iktidarı toplum ölçeğinde oluşur. Kapitalist devlet yapısı, sermaye sınıfının toplumsal iktidarının sadece bir bileşenidir. Kapitalist sistemde toplumsal iktidarın oluşumu çeşitli pratikler ve ilişkiler barındıran hegemonya yapıları üzerinden/dolayımıyla gerçekleşir. Toplumsal iktidarın hegemonya yapıları, devlet organizasyonunu, devletin baskı, eğitim, medya, kültür gibi alt örgütlenmelerini, adalet/hukuk organizasyonunu, sendikalar, siyasal partiler, STK’lar gibi örgütlenmeleri, kültür endüstrisinin bileşenlerini, özel/devlet üniversitelerini, spor kulüplerini, sermayenin kültürel organizasyonlarını vd. içermektedir.

Hegemonya, sadece rıza/kabul/onay üretimiyle ilişkili değildir. Hegemonya, şiddet, baskı, zor, yıldırma, cezalandırma, rıza, onay, konsensus, oyalama, meşgale oluşturma, hayatı anlamlandırma, keyif alma, kayıtsızlık ve pasifizasyon, cahil bırakma, sorunlarla boğuşmaktan ve aşırı çalışmaktan başını kaldıramama, kontrol/denetimle ve bunların çeşitli oranlarda bileşiminin bulunduğu pratiklerle ve insanlar arası ilişkilerle oluşur.

Kapitalist sınıfın işçi sınıfı ve ara tabakalar üzerindeki, siyasal iktidarı da içeren ve ancak ülke ölçeğinde kurulan toplumsal iktidarı, insanlar üzerinde ve arasında hegemonya sağlandığında sürekliliğini koruyabilir. İnsanlar arasında hegemonyanın oluşumunda toplumsal iktidarın hegemonya yapıları devrededir.

Buraya kadar yazılanlar siyasal rejim olarak kapitalist demokrasiyi ve devlet biçimi olarak olağan kapitalist devleti barındıran kapitalist toplumsal sisteme ilişkindir. Olağan dönemlerde kapitalist toplumsal sistemde iktidar, bir benzetme yapacak olursak, farklı dokulardan meydana gelen organlar gibi, farklı hegemonya yapıları ile çalışır/işler.

Faşizm ise bir olağanüstü devlet tipi olmasına ek olarak tüm toplumsal dokunun, pratiklerin, ilişkilerin ve yapıların (toplumsal organizasyonların), siyasi iktidarın ve devlet ideolojisinin (resmî ideoloji) belirlenimine ve kontrolüne girmesini, eş deyişle totalitarizmi anlatır. Olağan dönemlerde kapitalist demokrasilerde bulunan toplumsal iktidarın dağınık ışıkları, faşizmde odaklanarak bir noktada yoğunlaşır. Kapitalist demokrasideki toplumsal iktidarın hegemonya yapıları, faşizmde yönetim/yürütme gücü tekilliğinin, “kara deliği”nin çekim alanında bulunur. Kültür, sanat, spor, eğlence, aile hayatı, günlük yaşamsal etkinliklerin çeşitli yanları, siyaset, sendika, okul/eğitim vd. faşizmin rengi olan kahverengi ışığın aydınlatması altına girer. Toplumsal iktidarın çeşitli hegemonya yapıları, siyasi iktidarın mengenesinde sıkışarak dar ve tek bir kalıp alır. Özetle faşizm, sermayenin toplumsal iktidarının homojenleştiği ve tekilleştiği, toplumsal ilişkiler üzerinde maksimum kontrolün olduğu olağanüstü bir siyasal rejim ve kapitalist devlet tipidir.

11 Nisan 2025 Cuma

Solun üzerine düşen nedir?

Mahmut Boyuneğmez

“Siyasi parti ve örgütler olarak; ekmek, barış, özgürlük diyen tüm ilerici güçleri gittikçe gericileşen ve otoriterleşen tek adam yönetimine karşı gerçek bir demokrasi, barış ve demokratik bir Türkiye inşa etmek için birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi
Emekçi Hareket Partisi
Emek Partisi
Halkevleri
Sosyalist Meclisler Federasyonu
Sol Parti
Toplumsal Özgürlük Partisi
Türkiye İşçi Partisi

20 Şubat 2025

İşte böyleydi sosyalist örgütlerin ve yasal Kürt hareketinin bir-iki ay önceki çağrısı. İnanılmaz değil mi?.. Yakın zamanda “birlikte mücadele” için güç birliği yapıyorsunuz, kısa zaman sonra 19 Mart günü geldiğinde sokaklara taşan toplumsal öfke ve itirazları örgütlemek, oluşan toplumsal harekete bir yön vermek, eylemlilik takvimi açıklayıp, çeşitli etkinliklerle desteklemek, mevcut iktisadi krizden ve siyasi iktidardan kurtulmanın yolu olarak somut önerilerle, yapılacaklar listesiyle halkın umudunu ve direnişini sırtlayıp geleceğe taşımak için kılınızı kıpırdatmıyorsunuz. Varsa yoksa CHP, “o ne derse o olur” şeklinde bir anlayışla bu partinin kuyruğuna takılıp, “faşizme karşı cephe/direniş hattı” oluşturmaya koyuluyorsunuz. Bu bir akıl tutulması, bir öncü olamama durumu, teorik olarak yaşananları okuyamama ve yakın geleceği öngörememe hali, değilse nedir?..

Türkiye sosyalist solunun hal-i pür melali budur.

Bianet.org sitesinde 9 Nisan 2025 tarihli “Sol, üzerine düşeni yapacak mı?” adlı yazısında Onur Hamzaoğlu bakın ne yazıyor:

“İçinde bulunduğumuz dönem, 21. yüzyıl faşizmi “birlikte mücadeleyi” hatta cephe mücadelesini gerekli kılıyor. Mücadeleye solun, sosyalistlerin “rengini verebilmesi” ve nihayetinin Türkiye halkları, işçi sınıfı, kadınları, gençleri için bir kazanım olabilmesi için birlikte mücadelenin-cephenin içinde ayrı ayrı değil, ortaklaşabilmiş bir yapı olarak yer almaları gerekiyor. Ana muhalefet partisiyle tek tek ilişkilenmek, ayrı sokaklarda, ayrı meydanlarda olmak yerine “birlikte” olabilmeleri gerekiyor.”

“Ana muhalefet partisiyle” tek tek ilişki kurulmasın, “birlikte” olunsun deniyor. CHP’nin yer aldığı, yer almakla kalmayıp bileşenleri üzerinde hegemonyasını/liderliğini kurduğu ve onaylattığı bir birliktelikten, sosyalist sol parti ve örgütlerin birlikteliğinden bahsediyor.

19 Mart’tan sonra gelişen sokak hareketliliği, CHP’yi sokağın nabzını tutacak söylemler kullanmaya ve Saraçhane önünde barutu çabuk bitecek eylemler için çağrıda bulunmaya götürmüştü. Bu günlerde sokağa inen kitlelerin arasında bulunup, onlara sosyalist solun sloganlarını ve söylemlerini taşımak, fiilen eylemcilerin yanında bulunup duygu ortaklığını düşünsel ortaklaşmaya doğru evriltmeye çalışmak gerekliydi. Fakat gelinen noktada, sosyalist solun kendi bağımsız çizgisini, politik söylemlerini ve sloganlarını, iktisadi krizin yoksullaştırdığı ve mevcut iktidara itirazı olan emekçilere ulaştırması, aralarında bir güç birliği de olduğuna göre geniş toplumsal kesimlere seslenecek ve onları toparlayacak politik hamleler yapması beklenmektedir. Sosyalistlerin diğer parti ve örgütleri kapsamaya doğru genişleyen fakat CHP dışarıda bırakılarak oluşturacağı bir mücadele birlikteliği yerindedir.

Bu yapılmadığı takdirde, toplumumuzda biriken itirazlar, öfke ve rahatsızlıklar CHP’nin oy oranlarını artırmaya ve bu partinin CB adayının toplumsal onayının güçlenmesine yarar. Sosyalistlerin CHP’nin kuyruğuna takılmadan, bağımsız siyasal hattını emekçilerle buluşturacak kampanyalara, projelere, etkinlik ve eylemlere ivedilikle gereksinimi olduğu görülmektedir. Bu konuda inisiyatifsizliğin, toplumsal duyarlılıkları kapsayamamanın sonucu güçlenme olanağı varken yerinde saymak olacaktır.

Alıntı için kaynak:

https://bianet.org/yazi/sol-uzerine-duseni-yapacak-mi-306278

10 Nisan 2025 Perşembe

İnsan Doğası Sosyalizme Engel mi? | John Molyneux

John Molyneux

"Is Human Nature a Barier to Socialism?" adlı makalenin çevirmeni: Bernar Kutluğ


1. Anti-sosyalist Argüman

Sosyalizme karşı yöneltilen itirazlar arasında en yaygın ve en etkili olanı 'sosyalizm iyi bir fikir, ama hayata geçirilmesi mümkün değil. İnsanın doğasını değiştiremezsiniz!' şeklinde ifade edebileceğimiz argümandır. Fabrikalarda, işyeri kantinlerinde ya da kahvehanelerde karşılaşılan ilk itiraz budur. Pek çok siyasetçi ve entelektüel de zora düştüğünde hemen bu itiraza sarılır. Daha iyi bir toplumun kuruluşunu görmeyi içtenlikle arzulamakla birlikte bunun olabilirliğine tam olarak inanamayan çok sayıda insan sözünü ettiğimiz bu itirazı kabullenir. Pek çok sosyal demokrasi taraftarı gibi kendilerini sosyalist olarak gören bazı insanlar da bu inancı paylaşırlar. Sosyalizmin anlamını sulandıran bu argüman, sosyalizme, bugünkü sistemi köklü biçimde değiştirme çabası yerine yalnızca mevcut sistemin aksayan yönlerinin onarılması gibi yüzeysel bir anlam atfeder. Sosyalizme karşı olanlar, insan doğasını kendisine esas alan bu itirazdan oldukça etkili bir biçimde yararlanma şansına sahipler. Gerçekten, kısa, keskin, doğrudan hedefe yönelen bu argüman, üzerinde fazla düşünmeye gerek olmayan, net bir yanıt gibi görünüyor. Bu, 'bazı insanların daha yukarılarda olmaları her zaman için bir zorunluluktur', 'insanlar esas olarak bencil varlıklardır', 'bazı insanlar her zaman diğerlerinden daha fazla şeye sahip olmak ister', 'devrimler her zaman yoldan çıkar ve baskıcı yönetimlere yol açarlar' gibi toplumda yaygın olarak paylaşılan diğer bazı fikirlerle de kesişir.

Sözünü ettiğimiz bu argüman, yasağa uymayıp Tanrı’yı kızdırarak Cennet Bahçesi'nden kovulan Âdem ile Havva'dan bu yana tüm insanların daha doğuştan günahkâr olduklarını vaaz eden eski Hristiyan inanışından beslenir. İnsanın doğasında insanlar arasında gerçek eşitliği ve iş birliğini olanaksız kılan temel bir kusur bulunduğu inancı -ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi- dünyadaki pek çok kötülüğe hazır bir açıklama getirir gibi görünür. Nitekim, (…) sosyalizmin Doğu Avrupa ve Çin'de açıkça başarısızlığa uğraması gibi belli bazı siyasi olayların insan doğasına bağlanarak açıklandıklarını görüyoruz.

Bu tür fikirler, 'yaşamında terfi edebilmek için diğerleriyle amansızca rekabet eden, ya da bir arkadaşı tarafından yanıltılıp derin bir düş kırıklığına itilmiş veya insanların duygusuzluk ve bencilliği yüzünden boşluğa düşmüş kişilere rastlamamış tek bir kişi var mıdır?' sorusunda olduğu gibi, insanların kişisel deneyimleriyle ilişkilendirilirler. Bu tür deneyimler, kendisine insan doğasını esas alan argümanın 'sağduyu' haline getirilmesine yardımcı olmuşlardır. Aşağıdaki bölümlerde bunun neden bütünüyle yanlış ve yanıltıcı olduğunu göreceğiz. 

2. İnsanın Doğası Koşullara Bağlı Olarak Değişir

Neden insan doğasının her zaman için sosyalizmi olanaksız kılacağı ileri sürülüyor? Esas olarak tüm insanlarca müşterek olarak paylaşılan bir dizi karakteristiğin, davranış modelinin ve temel tavrın var olduğu, bunların kollektif mülkiyet ve kontrole dayalı sınıfsız bir toplumun başarılması düşüncesiyle karşıtlık içinde oldukları söyleniyor.

Özellikle, pek çok insanın doğası gereği açgözlü ve haris olduğu, dolayısıyla bu tür insanların paylarına düşenle yetinmeyip daha çoğunu isteyecekleri ve diğerleri üzerinde hakimiyet kurmayı arzulayacakları savı sık sık öne sürülüyor.

Oysa, içinde yaşadığımız toplumda insanların nasıl davrandıkları incelendiğinde bunun yanlış bir sav olduğu ortaya çıkıyor. Toplumda sayısız çoklukta açgözlülük ve harislik örneği yaşandığı kuşkusuz doğru -sağ partilerin milletvekilleri ya da Amerikan Başkanlık seçimlerini kazanan türden politikacılar bu örneklerden yalnızca birkaçı. Bununla birlikte, pek çok özveri, cesaret ve duyarlılık örneğine de rastlıyoruz.

Deprem, yangın vb. felaketler sırasında bazı insanların diğerlerine yardımcı olabilmek için yaşamlarını riske atabildiklerini görüyoruz; Nelson Mandela inandığı insanca değerler uğruna yaşamının 27 yılını cezaevinde geçirebiliyor; 1989 yılında Tiananmen Meydanı’ndaki gösteriler sırasında Çinli öğrenciler ve işçiler üzerlerine gelen tanklara karşı bedenlerini siper etme yürekliliğini gösterebildiler. Benzeri örneklere olağan gündelik yaşantımız sırasında da rastlıyoruz: Bütün yaşamlarını fiziksel ya da zihinsel engelli çocuklarının bakımına adayan pek çok anne baba var; bazı işçiler, bir fabrikada çalışıp daha çok para kazanma olanağı dururken, çok daha düşük bir ücret karşılığı toplumsal yararı daha ağır basan işleri tercih edebiliyorlar; doğayı koruma, yoksul ülkelerde açlık içinde kıvranan çocuklara yardımcı olma vb. amaçlarla kurulmuş birtakım örgütlerin yardım çağrılarına duyarsız kalmayıp cömert bağışlarda bulunan çok sayıda insan var.

Devlet sağlık hizmetlerinin ayakta tutulması, evsizlere, yaşlı insanlara, yoksullara yardım gibi konular söz konusu olduğunda kamuoyu esas olarak oldukça duyarlı bir tavır sergiliyor. Margaret Thatcher'ın İngiltere'nin dört bir yanında bireycilik ve bencillik rüzgarları estirdiği 1980'li yıllar boyunca, sağlık hizmetlerine ayrılan bütçenin ya da emekli aylıklarının düşürülmemesi gibi kolektif çıkarları dile getiren çağrılara toplumun büyük çoğunluğunun sürekli destek verdiğini gördük. Hatta, hükümetlerin en ahlaksız, en vahşi emperyalist savaşlara girişme planları yaparlarken, kamuoyunun desteğini kazanabilmek için bu savaşları 'insanal amaçlı askeri müdahaleler' gibi göstermek zorunda kaldıkları biliniyor. Örneğin, dönemin İngiliz hükümeti ülkeyi Birinci Dünya Savaşı'na katışını meşru kılabilmek için 'zavallı Belçika'nın yardımına koşma' yalanına başvurmak zorunda kalmıştı. Benzer şekilde, petrol için girişilen Körfez Savaşı'nı meşru göstermek için 'zavallı Kuveyt'i kurtarma' gerekçesi kullanıldı. Bu örneklerin insan doğasının bencil olmadığının kanıtları olduğu iddiasında değiliz. Ne var ki, bunlar insanların yaratılıştan açgözlü oldukları savının saçmalığını gösteren örnekler. Bu durum, her fırsatta insanları açgözlü ve rekabetçi olmaya, 'insan insanın kurdudur' düşüncesine göre davranmaya teşvik eden kapitalist toplum düşünüldüğünde daha da geçerlilik kazanıyor.

İşin aslında, bir birey doğuştan iyi ya da kötü değil, kimi zaman bencil ama kimi zaman cömert, bazen korkak ama bazen cesur, kimi zaman atılgan ama kimi zaman temkinlidir. Ailesi için her türlü özveriye katlanmaya hazır olduğu halde komşusu için kılını bile kıpırdatmayacak insanlar vardır. Bazıları bir hayır kurumuna oldukça cömert maddi katkılarda bulunurlarken çocuklarına karşı cimri bir tutum takınırlar.

Kimileri hayvanlara karşı sınırsız bir acıma ve sevgi İçinde oldukları halde insanlara karşı çok az duyarlılık gösterirler vb.

Bütün bunlar içinde bulunulan koşullara bağlı olarak biçimlenir. Davranış ve tutumlar, insanın kendisini güvencesiz ve tehdit altında veya güven içinde ve güçlü hissetmesine, nasıl ve ne tür düşünüş tarzlarına göre yetiştirilmiş olduğuna, yaşamı sırasında ne tür deneyimlerden geçtiğine vb. bağlı olarak değişiklik gösterirler.

Bu söylediklerimiz bireyler için doğru ise, tarihin de gösterdiği gibi, toplumlar ve toplumsal sınıflar için çok daha doğrudur. Örneğin, nihai sonucunun insan doğasının değişmezliğini gösterdiği ileri sürülen Rus devrimini ele alalım ve aslında durumun bunun tam tersi olduğunu göstermeye çalışalım.

Rus halkı yüzyıllar boyunca çarlık rejimi altında çile çekti, baskı altında yaşadı. Rusya, cahilliğin ve batıl inançların olağanüstü boyutlarda yaygın olduğu, kadınlara karşı son derece geri ve bağnaz tutumların sergilendiği, Yahudi düşmanlığının vahşilik boyutlarında yaşandığı bir ülke idi. Öyle ki, durum, yüzeysel bir bakış açısına sahip olanlara, sanki Rus insanlarının doğasında onları bütün bunları kabullenmeye iten bir şeyler varmış gibi görünüyordu (tıpkı bu tür insanlara İngilizlerin 'doğası gereği özgürlüğüne düşkün' bir halk olarak görünmesi gibi!). Ama, aynı Rus halkı ilkin 1905'te, ardından çok daha güçlü bir şekilde 1917'de çarlık rejimine karşı ayaklandı. Aynı insanlar grevler ve gösteriler yaptılar, çeşitli kereler ayaklanma girişiminde bulundular ve nihayet savaşarak dünya tarihindeki en büyük devrimi gerçekleştirdiler.

Bu devrim her şeyi altüst etti: Fabrikalara el koydu, toprağı köylülere dağıttı, Rusya'yı emperyalist savaştan geri çekti. Ulusal azınlıklara Rusya'dan ayrılma hakkı tanıdı, kadınlara toplumsal haklarını kazandıran yasalar çıkararak onların yasal eşitliğini gerçekleştirdi; bir Yahudi olan Leon Troçki'yi devrimin başını çeken işçi Sovyet’ine başkan seçti ve devrim ordularının komutanlığını onun ellerine teslim etti. Durum, bizim çokbilmiş yüzeysel gözlemcilerimize, her şeyi altüst eden devrimci ateşliliğin Rus halkının 'doğasında olan' bir özellik gibi göründü (tıpkı İngilizlerin bunlara 'doğası gereği ılımlı' bir halk olarak görünmesi gibi!).

(…)

Gerçekte ise, Rus halkının 'doğası' -Rusya'daki toplumsal sınıfların birinden diğerine farklılıklar göstermiş olan kolektif tavır, toplumsal psikoloji, davranış tarzları- birbirinden farklı maddi koşullara bağlı olarak büyük değişiklikler göstermişti.

Uzun bir zaman dilimini kapsayan çarlık rejimi ve buna eşlik eden itaatkârlık psikolojisi, esas olarak Rus ekonomisinin aşırı geri kalmışlığının bir sonucuydu. Çarlığın çökmesi ve devrimci coşkunun hızla kabarması ise, kaynağını kapitalizmin -köylü kitlelerini kendi arkasında harekete geçirme yeteneğine sahip güçlü bir işçi sınıfıyla yüz yüze bulunan zayıf bir kapitalist sınıfa sahip- Rusya'daki özgül gelişiminden almıştı.

(…) Değişen koşullar beraberinde değişen bir 'doğa' getiriyordu.

Bir bütün olarak dünya tarihi, Rus tarihinin bu 20 yıllık kesitine yakından bakıldığında görülenleri çok daha açık ve çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer. Belli toplumlar için doğal ve ebedi oldukları düşünülen bazı toplumsal davranış tarzlarının, bir başka zaman diliminde, aynı toplumlar tarafından doğal olmayan davranış tarzları olarak tümden reddedildikleri görülür.

Siyah derili insanların köleleştirilmesi, on yedinci yüzyıldaki İngiliz halkının ezici çoğunluğuna bütünüyle normal bir uygulama olarak görünürdü. Bu durumun siyahların yaratılıştan aşağı bir doğaya sahip olmalarından ileri geldiği öne sürülüyordu. Oysa, on dokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru, İngilizler kölecilik kurumunu insan doğasına karşı bir tecavüz olarak göreceklerdi. Bugünkü Amerika Birleşik Devletleri'nde siyahların doğasına ve haklarına ilişkin bu iki karşıt bakış açısı varlıklarını sürdürmektedir; birisi kuzeyde, diğeri güneyde hâkim durumdadır.

Amerika'daki Kızılderililer için toprağın özel mülkiyeti 'doğal olmayan' bir şeydi. On sekizinci yüzyılın toprak sahibi ise bunu en temel insan hakkı olarak görüyordu. Antikçağdaki Yunanlılar eşcinselliği sevginin alabileceği en yüksek form olarak görüyorlardı. Oysa, Viktorya dönemi İngilizleri için eşcinsellik aşağılık bir şeydi. Görücü usulü evlilik, geleneksel Hintliler için yüzyıllardır geçerli bir biçim olarak varlığını sürdüre gelmiştir. Bugün, Batı'daki pek çok insan bunu 'doğal olmayan' bir şey olarak görüyor. Dolayısıyla, toplumsal koşulları değiştirdiğimiz anda 'insan doğası'nı da değiştirmiş oluyoruz.

Sayısız çoklukta benzerini ekleyebileceğimiz bu örneklerin hepsi, insanların tavırlarının, davranışlarının, ahlaki değer yargılarının çok büyük ölçülerde değişebildiğini açıkça gösteriyor. Yine bu örnekler, -insanlarda genetik olarak var olmayıp toplumsal olarak öğrenilen kültürün insan yaşamının biçimlenişinde ne denli önemli bir rol oynadığına işaret ediyor. Ayrıca, değişen maddi koşullara uygun olarak, kültürel evrimin ne kadar geniş boyutlara erişebildiğini ortaya koyuyor.

3. İnsan Doğası Nedir?

İnsanlar koşulların değişmesiyle birlikte değişirler. Peki ama bu aslında insan doğası diye bir şeyin olmadığı anlamına mı geliyor? Sosyalistler, anti-sosyalist argümanla baş etmenin kestirme bir yolu olarak kimi zaman insan doğası diye bir şeyin gerçekte var olmadığını öne sürme eğilimi göstermişlerdir. Oysa, insan doğasının varlığını yadsımak ciddi sorunları beraberinde getirir.

İlk olarak, böyle bir iddia insanların mutlak olarak aldatılabilir varlıklar oldukları düşüncesine yol açabilir. Bu durumda, örneğin medyayı (kitle iletişim araçlarını) ve çocuk yetiştirimini bütünüyle kendi kontrolü altında tutan totaliter bir rejimin insanları istediği biçimde yönlendirerek bir ayaklanma olasılığını tamamen ortadan kaldırabileceğini söylemek mümkün hale gelir. Oysa durumun böyle olmadığına tanıklık eden pek çok kanıt var. Tarihte görülen en totaliter rejim olan Hitler Almanya’sında (…) bile, egemenler toplumdaki tüm direnişi ya da tüm düşünceleri baskı altına alarak ortadan kaldırmayı başaramamışlardı. Hatta Hitler'in toplama kamplarında bazı insanlar son ana kadar mücadele etmişlerdi. Devletin insanların beynini yıkama gücü hiçbir zaman sınırsız değildir ve -diğer şeylerin yanı sıra- devlet baskısı insanların doğal ve en temel gereksinmeleriyle çatışmaya düştüğü zaman bu gücün son sınırına erişilir.

İkinci olarak, insanın bir doğası olmadığını iddia etmek, insanların kendilerini doğadaki diğer canlılardan ayırt eden ve herkesçe paylaşılan müşterek karakteristiklere sahip olmadıklarını ileri sürmek anlamına da gelir. Oysa gerçeğin böyle olmadığı çok açık. Eğer durum bu olsaydı, insan türlerinden ya da insanlık tarihinden söz etmemiz olanaksız hale gelirdi.

Şu hâlde insan doğası hakkında neler söylenebilir?

Soruyu yanıtlamaya biyoloji ile başlamalıyız. İnsanların son derece özgül bir genetik koda sahip, farklı biyolojik yapıda canlılar oldukları çok açık. Bu genetik kod insanoğlunun temel fiziksel yapısını belirliyor.

Kuşkusuz, bu biyolojik doğa bile nihai olarak sabit ve ebedi değil. Ancak, zamansal açıdan, biyolojik evrim son derece ağır ilerliyor ve tarihsel gelişimin zaman cetvelinden bütünüyle farklı bir düzene sahip. Biyolojik açıdan, bugünkü insanlarla 10.000 hatta 20.000 yıl önce yaşamış insanlar arasında esaslı bir fark bulunmuyor. Dolayısıyla, bizim burada ele aldığımız sosyalizmin uygulanabilirliği sorunu açısından, insanların fiziksel doğasının sabit ve sürekli kaldığı söylenebilir.

Bu fiziksel doğa, insanoğluna, insan doğasının temelini oluşturan belli bazı ortak gereksinmeler ve yetenekler kazandırıyor.

Hava, yiyecek, su, barınma, uygun iklimsel ortam bu gereksinmelerin en temel ve tartışılmaz olanlarından bazıları. Uyku, hayvan türlerinden farklı olarak insan yavrusunun kendi kendine yeter hale gelebilmesi için birkaç yıl geçmesi gerektiği düşünülürse anne babanın bakım ve himayesi, vb. bu temel gereksinmeler arasında.

Yetenekler beş duyuyu, büyükçe bir beyine sahip oluşu, dik durma ve yürüme becerisini, eli belli mekanik hareketleri yapabilir şekilde kullanma kapasitesini, karşılıklı iletişimi olanaklı kılan bir ses düzenini vs. içeriyor. Bazı insanların bu yeteneklerden bazılarına sahip olmadıkları hatırlatılarak bu söylediklerimize itiraz edilebilir -örneğin bazı insanlar doğuştan görme veya işitme yeteneğine sahip değiller; ancak bunlar yalnızca genel olanı bozmayan istisnalar. Yaklaşık son 20-30.000 yıldır tüm toplumlarda tüm insanlar tarafından ortaklaşa paylaşılan bu gereksinme ve yetenekler insan doğasının ilk yapı taşlarını oluşturuyorlar. Ne var ki, söz konusu yeteneklerin gereksinmeleri karşılarken kullanıldıkları özgül biçim insanları tüm diğer canlılardan ayırıyor. İnsanlar, yaşamlarını idame ettirmek için sistematik bir biçimde araçlar üretirlerken birlikte çalışıyorlar. 

Kuşkusuz -bir bakıma- hayvanlar da çalışıyorlar: Sincaplar fındık gibi kabuklu meyveleri toplayıp biriktiriyorlar, aslanlar ava çıkıyorlar, kunduzlar kendilerine yuva yapıyorlar, hatta bazı maymun türleri sopaları bir araç olarak kullanıyorlar vb. Ancak, insan emeği, zaman içinde nitelik açsından bundan daha ileri olan bir şeye doğru gelişim gösteriyor. Araçların -ki bunlar üretim araçları olarak anılıyorlar- sistematik ve bilinçli üretimi emeğin üretici gücünü muazzam ölçüde arttırıyor. 

Hayvan emeği esas olarak ilkel bir düzeyde kalır ve kuşaklar boyu kendisini aynı düzeyde yinelerken, -insan emeği bilginin bir kuşaktan diğerine aktarılmasıyla -ilkin yavaş, sonraları dev adımlarla- gelişim gösteriyor.

Emeğin toplumsal karakteri esaslı bir öneme sahip bulunuyor. Nitekim Yunan filozofu Aristo insanı 'toplumsal hayvan' olarak karakterize etmişti. Gerçekten, insanlar her çağda birbirinden ayrı bireyler olarak değil, gruplar halinde yaşamışlardır. Benzer şekilde, insanların emeği, en erken zamanlardan itibaren her zaman toplumsal, iş birliğine dayalı bir karaktere sahip olmuştur. Örneğin, erken Taş Çağı insanları iri bir hayvanı avlamaya çıktıklarında, tıpkı daha sonraki göçebe topluluklar gibi kolektif hareket ederlerdi.

Büyük olasılıkla, insanoğlunun daha sonra oluşan temel karakteristiklerinden olan dilin gelişimini yaratan şey onun bu işbirlikçi (collaborative) emeği idi. Bilinen her insan toplumu, dikkate değer karmaşıklıkta bir dil geliştirmiştir. Karşılık olarak, dil, insanın toplumsal bilincinin gelişiminde kesin bir öneme sahip olmuştur. Bu sayede kültür öğrenilebilir ve bir kuşaktan diğerine aktarılabilir hale gelmiştir. 

Bunları söyledikten sonra, 'insan doğası'nın temel özelliklerini bir cümleyle özetleyebiliriz. İnsanlar, dilin, toplumsal bilincin ve kültürün gelişimine yol açan iş birliğine dayalı toplumsal emek aracılığıyla karşılanan belli ortak gereksinmelere sahip olup farklı bir biyolojik yapı gösteren canlılardır.

İnsan doğasının bu tanımlamasında en önemli nokta, onun belli temel süreklilikleri yerleştiriyor olmanın yanı sıra, toplumsal emeğin biçiminde dinamik bir öğeyi de içermesidir. İnsanlar bulundukları maddi çevreyi dönüştürürlerken aynı zamanda kendilerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini de dönüşüme uğratırlar. Gereksinmelerini karşılamak üzere sahip olduktan yetenekleri kullanırlarken, bu yetenekleri artar ve gelişir -Marx'ın söylemiş olduğu gibi ‘yemek iştahı kamçılar.’ Belli temel gereksinmeler karşılandıkça, bu gereksinmeler genişler ve ortaya yeni gereksinmeler çıkar. Yiyeceğe duyulan gereksinme, belli kalitede yiyeceğe duyulan gereksinme halini alır. Örtünme gereksinimi kürk ve posta sarınma gereksiniminden başlayarak gelişir ve mağazalardan hazır giysi almak için para gereksinimine dönüşür.

Üretim biçimi değiştikçe toplumsal örgütleniş de değişir. Avcılık ve toplayıcılıktan el emeğine dayalı manüfaktür üretimine, oradan modem sanayi üretimine doğru geldikçe, bunun küçük göçebe topluluklarından yerleşik kasaba yaşamına ve nihayet modern ulus-devlet aşamasına gelen bir sürece karşılık geldiğini görürüz. Bu süreçte insan davranışları ve tavırları köklü değişiklikler gösterir. Marx'ın Komünist Manifesto'da açıklamış olduğu gibi: İnsanların düşünceleri, bakış açıları ve kavranılan, tek kelimeyle söylersek insanın bilinci, onun maddi yaşam koşulları, toplumsal ilişkileri ve toplumsal yaşamında ortaya çıkan her bir değişimle birlikte değişim gösterir. İnsan doğasının değiştirilemez oluşu şöyle dursun, değişme ve gelişme kapasitesi insan doğasının en temel yanıdır. Ve bu, insanoğlunu diğer hayvanlardan ayıran en önemli şeylerden biridir.

Son bir nokta: Eğer insan doğası yukarıda açıkladığımız gibiyse, bu insanı esas olarak 'iyi' ya da 'kötü' yapar mı? Hayır; insan doğası esas olarak ne 'iyi' ne de 'kötü'dür. 'İyi'nin temel anlamı, onun gereksinmelerini karşılayıp onun gelişimini daha da ileri götürerek insan doğasına hizmet eden şeydir. ‘Kötü'nün temel anlamı ise, onun gereksinmelerini karşılamada başarısız kalıp gelişimini sekteye uğratarak insan doğasına aykırı düşen şeydir.

İnsanların iyi ve kötü kabul ettikleri şeylerin farklı tarihsel dönemlerde farklılıklar gösteriyor olmasının nedeni de budur. Koşullar değişince insanların gereksinmeleri ve dolayısıyla sahip oldukları ahlaki değerler de değişir. Aynı şey farklı toplumsal sınıflar için de geçerlidir- bunların yaşam koşulları birbirinden farklıdır; birbirine karşıt çıkarlara sahiplerdir ve bu yüzden birbirinden farklı ahlaki değerler geliştirirler.

4. Kapitalizm ve İnsan Doğası

Her şey gibi kapitalizmin ekonomik sistemi de her zaman değişmektedir. Bugünkü kapitalizm Marx'ın ve Kraliçe Viktorya'nın zamanındaki kapitalizmden çok farklıdır.

Marx 1848’de Komünist Manifesto’yu yazdığında kapitalizm Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın yalnızca bazı bölgelerinde tam olarak kurulmuştu. Bugün ise tüm dünyaya hâkim. 1848'de, kapitalist üretimin başlıca birimleri tek tek bireylerin veya ailelerin mülkiyetinde olan küçük fabrikalardı. Günümüzde ise, kapitalizm Exxon, Ford ya da ICI gibi devasa büyüklükte çokuluslu şirketler tarafından kontrol altında tutuluyor. Frederick Engels 1844’te İngiliz İşçi Sınıfinın Durumu’nu kaleme aldığında, Manchester kentinde, aralarında çocukların da bulunduğu işçiler günde 12-14 saat karın tokluğuna çalışıyor ve mağaraları andıran karanlık, son derece izbe yerlerde yaşıyorlardı. Bugün Manchester kentinin işçileri durumlarını bir hayli iyileştirmiş durumdalar, fakat Kalküta, Kahire ve Rio de Jeneiro'da en az bunun kadar kötü koşullarda yaşayan işçiler var.

Fakat, bütün bunlara ve diğer değişikliklere karşın, ekonomik sistemin kendisini 'kapitalist' olarak tanımlamamıza yol açan belli başlı nitelikleri varlıklarını sürdürüyorlar. Bunlar arasında en önemlileri şunlar:

  1. Başlıca üretim araçları (fabrikalar, toprak, makineler, ulaşım vasıtaları vb.) toplumdaki küçük bir azınlığın -kapitalistlerin- mülkiyeti ya da sıkı kontrolü altında bulunuyor.
  2. Nüfusun ezici çoğunluğu üretim araçlarının mülkiyetinden ya da kontrolünden yoksunlaştırılıyor; dolayısıyla bu insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için emek gücü olarak bilinen çalışma kapasitelerini kapitalistlere satmak zorunda bırakılıyorlar. Dahası, bunlar, emek güçlerini kapitalistlere bir artık, ya da kâr getirecek koşullarda satmak zorundalar.
  3. Üretim araçları, birbiriyle rekabet içinde üretim yapan farklı kapitalistler (ya tek tek bireyler ya da gruplar veya kapitalist devletler) arasında bölüşülüyor. Kâr, bu rekabetin ölçüsünü oluşturuyor. Kâr için yapılan sürekli rekabet, kapitalist üretimin her birimini kontrol edenleri işçilerini mümkün olduğu ölçüde daha çok sömürmeye zorluyor. Kapitalizmin savunucuları her zaman bu durumun bir şekilde 'insan doğası'na uygun düştüğünü ileri sürerler.

Bir zamanlar bu iddianın doğru olan bir yanı vardı. Kapitalizm (yaklaşık 500 ile 200 yıl arasında değişen bir zaman öncesi) bir sistem olarak ilk kez ortaya çıkmaya başladığı zaman, insanın yiyecek, giyinme, barınma gibi en temel gereksinmelerinin karşılanması konusunda kendinden önce gelen feodal sisteme oranla daha büyük bir kapasiteye sahipti. Ancak, bunun dışında kalan tüm diğer özellikleri açısından bütünüyle berbat bir sistemdir. Her şeyden önce, kapitalist tarzda davranmanın insanlar için 'doğal' ya da içgüdüsel olduğunu ileri sürmek bir saçmalıktan ibarettir. İnsanın gelişiminin kapitalizme varmasından önce geçen zaman yaklaşık 2 milyon yıldır; ne genel olarak malların alınıp satılmasına, ne de emek gücünün alınıp satılmasına (kapitalizmin en temel özelliği) doğal dünyanın ya da insanlık tarihinin İlk dönemlerinin herhangi bir anında rastlanılır.

Aksine, tarih, insanların ancak kendileri için çalışıp yaşamlarını devam ettirme olanağından zorla yoksunlaştırılmış oldukları zamanlar emeklerini satarak bir başkası için çalışmaya razı geldiklerini gösteriyor. Bu durum, İngiltere'de, arazilerin etrafının çitle çevrilerek toprağın ortak kullanımına son verildiği on beşinci ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında yaşandı.

Sanayi yatırımında bulunabilecek ve geniş ölçekte emek gücü satın alabilecek zenginliğe sahip bir sınıfın ortaya çıkması, Marx'ın 'ilkel kapitalist birikim' adını verdiği son derece vahşi bir sürecin yaşanmasını gerektirdi. Bu süreç içinde, milyonlarca Afrikalı köle olarak yurtlarından alınıp başta Amerika olmak üzere Batı'ya getirildi; Orta ve Güney Amerika'da yaşayan yerli halkın büyük bölümü soykırımdan geçirildi; yağmaya uğrayan ve büyük bir yoksulluğa itilen Hindistan ve Uzak Doğu buna benzer sayısız barbarlığa sahne oldu.

Bunların yanı sıra, kapitalizm ve kapitalist sınıf, kendi egemenliğini kurabilmek için feodal aristokrasiye karşı şiddete dayalı bir dizi devrimci mücadeleye ve iç savaşa girişmek durumunda kaldı. Bu öylesi bir şiddetti ki, İngiltere ve Fransa'da kralların başı uçuruldu. Dolayısıyla, kapitalizmin gelişiminde 'doğal' sayılabilecek hiçbir şey yoktu.

Ayrıca, kapitalizmin bireysel çıkarı üretimin itici gücü durumuna getirdiği de doğru değildir. Kapitalist üretimin itici gücü kârdır; fakat kâr ancak toplumun sermayeyi elinde bulunduran küçük bir azınlığı tarafından elde edilebilir. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bireyler açısından, kapitalizm kendi çıkarının reddi esasına dayanır. Kapitalistlerin işçilere sürekli olarak haris olmamayı telkin etmelerinin nedeni de budur. Yine, bu, işçilerin kendi sendikaları aracılığıyla kendi çıkarlarını dayatma yeteneğini sınırlandırmak için her zaman sınırlayıcı yasalar çıkarmalarının nedenini de açıklar.

İnsan doğasının bir ifadesi olmak şöyle dursun, kapitalizm insan doğasının en önemli ve en ayırt edici özelliğini -emek kapasitesi- alarak onu kökünden çarpıtır.

Kapitalizm, emeğe satın alınabilir ve sömürülebilir bir meta gibi davranmak suretiyle işçiye kendi emeğini yabancılaştırır. Böylece, çalışma, insanların bireysel ve toplumsal gereksinmelerini karşılamak üzere doğayı bilinçli olarak dönüştürmenin bir aracı olmaktan çıkar ve salt toplumsal varoluş için kaçınılmaz bir gereklilik olan parayı elde edebilmenin bir aracı durumuna gelir.

İşçiler kendi çalışmaları üzerinde tüm kontrolü yitirirler ve çalışma anlamsız, insanın yaratıcılığını yıkan, bıktırıcı, ağır bir iş haline gelerek gerek fiziksel gerekse psikolojik açıdan işçiyi yıkıma uğratır. Sonuç, pek çok insanın yaşamının 40-50 yılını nefret ettiği ya da en iyi ihtimalle hiçbir haz duymadan katlandığı işlerde tüketmesi ve yaşamsal dinamizmini bu yorucu süreç içinde hemen tamamen yitirmesidir. Hatta kapitalizm, insanların emeğinden gerektiğince kâr edemez hale geldiği zamanlarda pek çok insanı çalışma olanağından mahrum eder; onları sadakadan başka bir şey olmayan işsizlik parasıyla yaşamlarını sürdürmeye zorlayarak sefaletin içine iter. Dolayısıyla, bugün milyonlarca insan insanoğlunun varoluşunun en temel öğelerinden biri olan yararlı toplumsal emek sarf etme olanağından yoksun durumdadır -oysa avcılık ve toplayıcılıkla geçinen 'ilkel' topluluklarda her birey bu şansa sahip bulunuyordu.

Emeğe yabancılaşma yalnızca işyerini ve çalışma koşullarını etkilemekle kalmaz, ayrıca tüm toplumsal ilişkileri de etkiler. İşçiyle işçi, anne baba ile çocuk, kadınla erkek, cinsellikle sevgi arasındaki ilişkiler çarpıtılır.

İnsanlar birbirlerine nesne ve çıkar için kullanılacak metalar gözüyle bakarlar ve bu şekilde davranırlar. Cinselliğin kendisi bir meta haline getirilir ve diğer metaların satışını kolaylaştıran bir araç olarak kullanılır. En çok ezilmiş, kendisine en çok yabancılaşmış bireyler, çoğu zaman ezilmişliklerinin ve yoksulluklarının acısını çalıştıkları işyerlerinde- ya da genel olarak toplumda- kendilerinden daha güçsüz ve savunmasız durumda olanları ezerek çıkarmaya çalışırlar. 

Bunlardan hiçbiri insan için doğal ya da insan doğasının ürünü olan bir şey değildir: Hepsi, insan doğasını bozan ve ona tecavüz eden bir sistemin ürünüdür.

Nihayet, kapitalizm insanların en temel, en doğal gereksinmelerini -su, beslenme, giyinme, barınma- karşılama konusunda da son derece yetersiz ve kötü bir sistemdir. Her yıl, yiyecek fiyatlarının düşmesini önlemek için tonlarca şarap denize dökülür; çürümeye terk edilmiş sığır eti kümeleri hızla yükselip adeta birer 'et dağı' görünümü kazanır. Ama, eşzamanlı olarak milyonlarca insan yetersiz beslenmenin sıkıntısını çekerken on milyonlarcası açlıktan yaşamını yitirir. Milyonlarca ve milyonlarca insan aslında tedavisi son derece kolay hastalıkların pençesinde kıvranır. İngiltere ve ABD gibi zengin ülkelerde kaynaklar lüks otellerin, büroların yapımı için harcanır. Öte yandan, gene bu ülkelerin caddelerinde pek çok evsiz insan geceleri binaların dış kapılarının önünde birbirlerine sokularak uyumaya çabalar.

Bu da doğal ya da insan doğasının ürünü olan bir şey değildir. Kalahari'nin 'ilkel' olarak nitelenen ve yakınlarındaki çölde avlanarak ve toplayıcılık yaparak geçinen Güney Afrikalı yerlilerinin beslenme düzeyi, dünyanın en büyük kentlerinde insanların neden oldukları kıtlık yüzünden açlıktan kıvranan veya kıt kanaat geçinen milyonlarca insanın beslenmesinden çok daha iyi durumda bulunuyor. Kuzey Kutbu'ndaki yerliler buz bloklarından yaptıkları barınaklar içinde Waterloo Köprüsü altında karton kutulara sarınarak ısınmaya çalışanlardan daha rahat uyuyorlar.

Bu barbarlıklar, kapitalizm temel gereksinmelerin karşılanmasını satın alma gücüne bağlı kıldığı ve aynı zamanda büyük yığınların satın alma gücünü iyice azalttığı için yaşanıyor. Sınırsız ve vahşi bir kâr güdüsüyle hareket eden kapitalizm soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu da kirletiyor; insana var olma ve varlığını sürdürme şansı veren doğayı yok olma tehlikesiyle yüz yüze bırakıyor.

5. Sosyalizm ve İnsan Doğası

Soruna insan doğası açısından bakıldığında, kapitalizmin kötü ve insan doğasına aykırı bir sistem olarak açıkça mahkûm edilebildiğini görüyoruz. Peki ama sosyalizm için neler söylenebilir?

İnsan doğasının varlığını en azından temelde kabul ediyorsak, insanın doğasının derinlerinde bir yerde, içinde hepimizin eşit ve özgür olacağı, kendi kendini yöneten sınıfsız bir toplumun başarılmasını önleyecek karakteristik bir öğenin bulunduğunu söyleyemez miyiz? Neden içimizde toplumun her zaman yöneten ve yönetilenler olarak ikiye ayrılmış şekilde kalmasına yol açacak bir iktidar hırsı veya diğerleri üzerinde üstünlük kurma gereksinmesi olabileceğini düşünmeyelim? Belki de bireyler arasında doğuştan gelen fiziksel eşitsizliklerin varlığı toplumsal eşitliğin önünde üstesinden gelinemez bir engel oluşturuyordur? Bu ve benzeri sorulara kaynağını somut gündelik yaşamdan alan basit bir karşılık verebiliriz: On binlerce yıl, hatta belki yüzbinlerce yıl, insanlar özel mülkiyetin, sınıf bölünmelerinin, yöneticilerin ya da devletin olmadığı topluluklar halinde yaşadılar.

Arkeolojik kayıtlar, elde yapılmış ilk aletlerin -çakmaktaşından yapılmış basit aletler- bundan 2,5 milyon yıl öncesine ait olduklarını gösteriyor. Bundan sonra, 10 bin yıl kadar önce tarım üretiminin ortaya çıkmasına kadar, insanlar ilkin toplayıcılar, ardından örgütlü avcılar ve toplayıcılar olarak ve çoğu zaman küçük göçebe topluluklar halinde yaşadılar.

Bu dönem boyunca ne ekim ne çanak çömlek ne de ulaşım araçları vardı. Gerek topluluk gerekse topluluk üyeleri açısından, gündelik olarak gereksinilenin dışında artık olarak bir şey üretmek mümkün değildi.

Böyle bir artık olmaksızın toplumun sınıflara -alttakilerin emeğiyle geçinen ve onların üstünde yer alan bir insan katmanı- bölünmesi söz konusu olamazdı. Ne de tam gün çalışan yöneticilere, silahları sayesinde iktidarlarını sürdürebilecek askerlerden oluşan özel silahlı kurumlara sahip bir devletin varlığı mümkün olabilirdi. Herkes yaşamı idame ettirmek için gerekli gereksinmelerin üretilmesiyle meşguldü. Böylece, yeryüzünde ilk ortaya çıktıkları andan bugüne kadar geçen zamanın %99'unu kapsayan çok büyük bir bölümünde insanlar sınıfsız topluluklar halinde yaşadılar. Sınıfsız toplumların varlığı, salt arkeolojik bulguların incelenmesi veya mantıksal akıl yürütmeler sonucu ileri sürülen bir varsayım değildir. Benzeri bir yaşam tarzı süren yeteri sayıda avcı-toplayıcı topluluklar kısa bir zaman öncesine kadar varlıklarını sürdüre geldiler ve modern antropologlar tarafından incelendiler. Güney Afrika'daki Kalahari Çölü'nde yaşayan ve Amerikalı Richard Lee başta gelmek üzere bir dizi antropolog tarafından incelenmiş olan Kung San adlı topluluk bu konuda verilebilecek en iyi örnektir.

Bu topluluk en az 10 bin yıldır Kalahari Çölü'nde varlığını sürdürmektedir. Her biri yaklaşık 30 kişiden oluşan küçük topluluklar halinde yaşarlar ve iki haftada bir yer değiştirerek yeni bir yerde kamp kurarlar. Maddi eşya birikimleri yok denecek kadar sınırlıdır, sahip oldukları yegâne şey bir yerden başka yere giderken beraberlerinde götürebilecekleri eşyalardır; fakat zengin bir sözlü kültüre sahiplerdir. İçinde yaşadıkları doğal çevre hakkında ayrıntılı bir bilgiye sahip olmaları, makul bir günlük yaşam standardına erişmelerine olanak tanır. Avlanma ya da toplayıcılık sayesinde elde edilen yiyecek topluluk üyeleri arasında kolektif olarak paylaşılır. Richard Lee toplulukla ilgili olarak şunları söylüyor: "Aile içinde ve aileler arasında, gönülden paylaşım Kung topluluğunun davranış ve değerlerinin tümünü belirliyor; tıpkı kâr ve akılcılığın kapitalist ahlakın (etik) merkezi öğesi olması gibi, paylaşım toplayıcı topluluklarda toplumsal yaşamın merkezi öğesini teşkil ediyor."

Kung topluluğu çok güçlü bir eşitlikçiliğe sahip. Zengin-yoksul şeklinde bir ayrım söz konusu olmadığı gibi, şeflere ya da liderlere de sahip değiller. Richard Lee topluluğa bir başkanlarının olup olmadığını sorduğu zaman şu yanıtı alıyor:

'Elbette başkanlarımız var; aslında hepimiz birer başkanız, çünkü her birimiz kendi kendisinin başkanı.'

Kung topluluğu üzerine yürüttüğü alan çalışmasının sonuçlarını diğer avcı-toplayıcı topluluklar hakkında sahip olduğu bilgilerle birleştiren Richard Lee, bize şunları söylüyor: "Son yıllarda Kung topluluğu içinde ve diğer onlarca toplayıcı topluluk arasında yürüttüğüm çalışmalar sırasında doğrudan gözlediğim yiyeceklerin komünal paylaşımı olgusu, öyle hafife alınabilecek türden bir bulgu değil. Paylaşımın toplayıcılar arasındaki evrenselliği, Marx ve Engels'e ait olan ve insanlık tarihinde devletin ortaya çıkışından ve toplumun sınıflara bölünmesinden önce bir ilkel komünizm aşamasının yaşanmış olduğunu öne süren teoriye güçlü bir destek sağlıyor."

Gerçek bir komünal yaşam düşüncesi, çoğu zaman, teorik olarak desteklenmesi gereken ama pratik olarak gerçekleştirilmesi mümkün olmayan ütopik bir ideal olarak reddedilir. Ancak, toplayıcı topluluklarda gözlenen bulgular bize bunun aksinin doğru olduğunu söylüyor. Paylaşıma dayalı yaşam tarzı yalnızca gerçekleştirilebilir bir şey değil, dünyanın pek çok bölgesinde ve çok uzun süreler boyunca fiilen var olmuş bir gerçekliktir.

Bütün bunları avcı-toplayıcı topluluklar arasında insanların bir 'doğal durum' içinde bulunduklarını, ya da insan doğasının 'esas olarak' sosyalist olduğunu ileri sürmek için anlatmıyoruz. Böyle bir iddia, anti-sosyalist argümanı tersyüz etmek ve dolayısıyla aynı temel hatayı yinelemek anlamına gelir. Gerçekte, avcı-toplayıcı yaşam tarzının bizzat kendisi uzun süreli bir kültürel evrimin ürünüdür ve paylaşım da dâhil olmak üzere onun en önemli niteliklerinin pek çoğunun toplumsal olarak öğrenilmesi ve kültürel olarak güçlendirilmesi gerekir. Richard Lee yerinde bir yorumla şunu söyler: "Her bebek hem paylaşım yeteneği hem de bencil olma yeteneği ile donatılmış olarak dünyaya gelir." Bununla birlikte, antropolojik bulgular insan doğası ile sosyalizmin hiçbir şekilde birbirine karşıt olmadığını kanıtlıyorlar.

Modern sosyalizm, insan doğası ile uygun olmanın da ötesinde şeyler vaat eder. Günümüzde, sosyalizmin anlamı ilkel komünizm koşullarına geri dönüş değil, binlerce yıllık zamanı kapsayan sınıflı toplumun teknolojik başarıları üzerine basarak muazzam bir ilerlemenin başarılmasıdır.

İlkel komünizm herhangi bir artık birikiminin yokluğu üzerinde şekillenmişti; modem sosyalizm ise, bugün üretim güçlerinin insanların yaşamlarını sonu gelmez bir didiniş içinde tüketmelerine gerek kalmadan herkesin tatminkâr bir yaşam sürmesine olanak tanıyacak bir artığı başarabilecek ölçüde gelişmiş olduğu gerçeğine dayanır.

Bugün sosyalizmin anlamı, çokuluslu şirketlerin, olağanüstü zengin kapitalistlerin ve onların devletlerinin tekelinde bulunan muazzam zenginliğin, üretim kapasitesinin, bilim ve teknolojinin bunlardan alınıp uluslararası ölçekli kolektif, demokratik bir kontrol mekanizmasına tabi kılınmasıdır. Sosyalizm, yeryüzünde yaşayan herkese yeterli yiyecek, giysi ve barınağın temin edilmesini, açlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasını güvence altına alacaktır. Zaman içinde, sömürüye, ulusal çelişkilere, savaşa, cinsel baskıya -bunları besleyen maddi koşulları ortadan kaldırmak suretiyle- bir son verecek ve tüm insanlığı tek bir toplumsal birim olarak birleştirecektir.

İnsanları kendi emeklerini ve emek ürünlerini kolektif olarak kontrol edebildikleri bir konuma yerleştirecektir. Böylece, yabancılaşmanın ve binlerce yıl süren kölecilik, serflik aşamalarından geçtikten sonra kapitalist ücretli emekle zirvesine çıkan insan doğasının tahribatının üstesinden gelinecektir.

Sosyalizm bireysel ve toplumsal ilişkileri dönüştürüp özgürleştirecek; insanların gereksinmeleriyle uyumlu, insanlığın gelişimini kolaylaştıran bir çevre yaratacak; insanın doğa üzerindeki etkinliğinin akılcılık temelinde planlanmasını olanaklı kılacak ve böylece doğal çevrenin insafsızca yıkıma uğratılmasına son verecektir.

İnsanoğlunun en temel özelliklerinden biri de sanatsal yaratıcılıktır. Tarihte görülmüş en eski oyma eser 300 bin yaşındadır. Her insan topluluğu kendisine özgü bir müzik ve dans yaratmıştır. Sanatsal etkinlik, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de çok küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın tekelindedir -çoğunluğun yaratıcılığı engellenir ve ezilir. Sosyalizm, serbest zamanı ve eğitimi genişletip herkese yaymak suretiyle bu yaratıcılığı özgürleştirecek ve sanatsal etkinliği yeniden sağlıklı bir yapıya kavuşturacaktır. Böylece büyük bir kültürel zenginliğin boy vermesi için gerekli ortam hazırlanmış olacaktır. Şu hâlde, sosyalizm tüm insanlarda müşterek olan temel maddi gereksinmeleri karşılamakla sınırlı kalmayıp bütüncül bir gelişme yaratacak, insan doğasını tüm yönleriyle zenginleştirecektir. Sosyalizm yalnızca gerçekleştirilmesi mümkün olan bir şey değil, ayrıca uğrunda savaşmaya değer bir zorunluluktur.

6 Nisan 2025 Pazar

Bir ihtimal daha var: Örgütlenmek!

Mahmut Boyuneğmez

Yüksek düzeyde eğitimli gençlerin önemli bir bölümü yurt dışına gidiyor. Yine gençler arasında intihar oranlarında yükseliş bulunuyor. Oysa bir ihtimal daha var; o da örgütlenmek!..

“Beyin göçü” sayıları tırmanışta

Türkiye’de son yıllarda “beyin göçü”nde artış yaşanmaktadır. Bu konudaki veriler şu şekilde özetlenebilir:

  • 2012’de lisans eğitimi, lisansüstü eğitim ve iş olanakları için yurt dışına gidenler toplamda 40.000-50.000 civarındayken, 2022’de bu sayı 55.000-70.000’e çıkmıştır.
  • 2012 ve 2022’de yurt dışına lisans eğitimi için gidenlerin sayısı yaklaşık 25.000-30.000 arasında değişmeden kalmıştır.
  • Lisansüstü eğitim için yurt dışına gidenlerin sayısı 2012’den 2022’ye 10.000-13.000’den 15.000-20.000’e yükselmiştir. Bu artışta akademik fırsat arayışı etkili olmuştur.
  • İş için yurt dışına göç eden yüksek öğretim mezunlarının sayısı 2012’de 5.000-7.000 iken, 2022’de 15.000-20.000’e çıkmıştır. Bu artışta ekonomik faktörler belirleyicidir.

2012’den 2022’ye gelindiğinde, yurt dışına giden yüksek öğretim mezunu sayısında belirgin bir artış olduğu görülmektedir. Bu durum, Türkiye’deki ekonomik zorluklar, işsizlik oranlarının yüksekliği (işçi sınıfı içerisinde gerçek işsizlik oranı %30 düzeyindedir) ve yurt dışındaki daha iyi kariyer fırsatlarının oluşturduğu cazibeyle ilişkilidir. 2012’den 2022’ye lisansüstü eğitim için gidenlerin sayısı yaklaşık iki katına çıkmış görünmektedir. Bu, Türkiye’de akademik fırsatların azalması ve yurt dışındaki eğitim kalitesine yönelimle açıklanabilir. İş amaçlı göç ise, 2022’ye gelindiğinde belirgin bir şekilde artmıştır. Ekonomik koşullar (TL’nin değer kaybı, yüksek işsizlik) ve yurt dışındaki iş fırsatları bu artışı tetiklemiştir. Eğitim ile iş için yurt dışına giden yüksek öğretim mezunu kategorilerinin her ikisinde de artış mevcuttur. Bu durum, Türkiye’deki yüksek öğretim mezunları arasında önemli ölçüde bir “beyin göçü” olgusunun varlığını göstermektedir.

2012 ve 2022’de lisans için yurt dışına gidenlerin sayısı aynı düzeydedir (~25.000-30.000). Burada iktisadi koşulların üniversite eğitimi için yurt dışına gitme eğilimini nasıl sınırladığı görülmektedir. Evlatlarının yurt dışında lisans eğitimi için finansman sağlayabilecek ailelerin vasıflı ve yüksek gelirli de olsa emekçi aileler olmadığı anlaşılmaktadır.

Lisans üstü eğitim için yurt dışına gidişte 2012’den 2022’ye %50 civarı artış (10.000-13.000’den 15.000-20.000’e) yaşanmıştır. Akademik kariyer ve yurt dışı fırsat arayışı ile yurda dönüldüğünde tatminkâr işler bulma olasılığının artırılması çabası bu gidişleri açıklamaktadır.

Yurt dışına iş için göçen yüksek öğretim mezunları 2012’de 5.000-7.000 iken 2022’de 15.000-20.000’e yükselmiş bulunmaktadır. Ekonomik kriz ve TL’nin değer kaybı, yüksek öğretim mezunlarını iş olanakları için yurt dışına yöneltmektedir.

CHP’nin 2021 tarihli “AKP’nin Tetiklediği Büyük Beyin Göçü” raporuna göre, 20-35 yaş arası gençlerin yurt dışına gitme oranı 2016-2019 arasında %70 artmıştır. Bunlar arasında yüksek öğretim mezunları önemli bir yer tutmaktadır.

Gençlerde intihar oranı artıyor

2012-2022 arasında hem lise hem de yüksek öğretim mezunu sayısı önemli ölçüde artmıştır. On yıllık zaman kesitinde yüksek öğretim mezunlarının sayısında %71,6’lık artışın yaşanmasının temel nedeni, mekânsal, öğretim üyesi ve kampüs olanakları açısından yetersiz birçok üniversitenin açılması ve bu üniversitelerin sağladığı kontenjanlardır. Yüksek öğretim mezunlarının sayısındaki %71,6’lık artışın diğer nedenleri arasında lise mezunu sayısındaki artış (aday havuzunun büyümesi), iş olanaklarını artırmak için üniversite diplomasına olan talepteki artış, açık öğretim ve uzaktan eğitim olanakları, kadınların eğitime katılımındaki yükseliş sayılabilir.

Lise ve yüksek öğretim mezunları arasında intihar sayıları artarken, yüksek öğretim mezunlarında artış oranı (%44,8) lise mezunlarından (%29,5) daha yüksektir. Peki lise ve yüksek öğretim mezunları arasındaki intihar oranlarında belirgin artışın nedeni/nedenleri nelerdir?.. Bu artışın en büyük nedeninin geleceksizlik kaygısı/geleceğe dönük umutsuzluk ve işsizlik olduğu düşünülebilir. Bu nedenler intihar riskini artırmaktadır.

Gençlerin açığa çıkan öfkesi

24-25-26 Mart 2025 tarihlerinde 19:00-23:00 saatleri arasında Ankara’nın Kızılay meydanında toplanan ve 19 Mart 2025’te Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla tetiklenen sokak protestolarına katılan 208 eylemciyle, eylemler sırasında, yüz yüze görüşmelerin sonucunda bir rapor oluşturulmuştur. Yağmur Uzunırmak’ın Toplumsal Çalışmalar Enstitüsü adına yaptığı bu araştırma “Kim bu gençler?” (Ankara örneği) adıyla yayınlanmıştır.

Bu rapora göre, eylemcilerin içerisinde 18-24 yaş aralığında olanların oranı %70,2’dir. Buna 25-34 yaş aralığında olanların oranı %24 de eklendiğinde %94,2 oranında genç-genç yetişkinlerden oluşmuş bir toplam elde edilmektedir. Eylemlere katılım oranıyla ve dinamizmiyle gençler damgasını vurmuştur. Eylemlere katılanların %76,5’ini üniversite öğrencileri ve üniversiteden mezun olanlar oluşturmaktadır. Eylemciler büyük oranda öğrencilerden oluşmaktadır.

Eylemlere Kürt emekçilerden katılım olmuşsa da bu oldukça sınırlı kalmış, DEM Parti’nin bu konuda bir çağrısı olmamıştır.

Eylemciler ekonomik durumlarını genel olarak tatmin edici bulmamaktadır. “Türkiye’nin mevcut iktidarla yakın gelecekte ekonomik olarak nasıl bir gelişme göstereceğini düşünüyorsunuz” diye sorulduğunda eyleme katılanların %63,5’i “çok daha kötü olacak” yanıtını vermiştir.

Protestolarda yer alan kitle, “Türkiye’nin yönetimi bu şekilde devam ettiği sürece ben ne yaparsam yapayım bu ülkede iyi bir geleceğim olmayacak” ifadesine tamamen ya da kısmen katılmaktadır.

Eylemcilerin 2023 seçimlerinde oy verdikleri ve gelecek seçimlerde oy verecekleri partilerin dağılımı şöyledir:

  • CHP’ye oy verdiğini ya da vereceğini belirtenlerin toplamı %52,9 oranındadır.
  • Zafer Parti’sine oy verenler ya da verecek olanlar %23,8’lük bir kesimi oluşturmaktadır.
  • İYİP %5,3 oranında desteklenmektedir.
  • TİP eylemciler arasında %4,4 oranında bir hegemonyaya sahiptir.

Bu oranlar eylemlere katılan ve yoksul, ekonomik durumu kötü olan gençlerin faşist söylemlerin cazibesine kapıldığını ve kapılabileceğini, fakat sosyalist solun yaygın ve yoğun politik faaliyetleriyle bu gençleri etkileyebileceğini, üzerlerinde bir aidiyet hissi-sevgi-saygı oluşturabileceğini göstermektedir. Farklı partilere yakınlık duyan eylemci gençler-genç yetişkinler, toplumsal konum, ekonomik tatmin seviyesi ve mevcut iktidarla gelecek beklentisi açısından çok önemli bir farklılaşma göstermemektedir.

Türkiye’nin çözülmesi gereken en önemli sorunu olarak; %54,3’ünün adaleti, %13,9’unun ekonomik durumu işaret etmesi, son günlerdeki belediyelere ve politik figürlere dönük baskıların, gözaltı ve tutuklamaların oluşturduğu tepkiyle birlikte okunduğunda anlaşılır olmaktadır. Türkiye’deki siyasal rejimin otoriter karakteri ve iktisadi krizle gelen yoksullaşma birlikte, protestoların temel itici nedeni olarak değerlendirilebilir.

Protestocuları eylemlere katılmaya motive eden en önemli iki unsur sorulduğunda ‘’gelecek kaygısı’’ %60,6 ile en çok tercih edilen seçenektir. Bunu %52,9 ile ‘’hükümetin anti-demokratik uygulamaları’’ seçeneği takip etmiştir. %31,7 ile “mevcut siyasi sistemin taleplerime cevap vermemesi” en çok tercih edilen üçüncü seçenek olmuştur. ‘’Ekrem İmamoğlu’nun şahsında muhalefete yönelik tutum’’ seçeneği katılımcıların yalnızca %11,1’i tarafından işaretlenmiş, eylemciler için İmamoğlu’nun tutuklanması belirgin bir sokağa çıkış nedeni olmamıştır.

“Sizce Türkiye gelecekte daha iyi bir ülke olacak mı?” diye sorulduğunda eyleme katılanların %58,9’u ‘’halk olarak bizim tutumumuza bağlı’’ demiştir. Bu oran, gençlerde mutlak bir umutsuzluğun ya da çıkışsız olma hissinin egemen olmadığını gösterir, fakat örgütsüz bireyler olarak kaldıkları sürece bireysel kurtuluş yolunda çabalara giriştikleri yönündeki eğilimle birlikte değerlendirmeye alınmalıdır.

Eyleme katılanların %55,6’sı kendisini Atatürkçü olarak tanımlamakta, bunu sırasıyla milliyetçi (%16,9), sosyalist (%10,1) ve sosyal demokrat (%9,7) seçenekleri takip etmektedir. Bu oranların gösterdiği, bir ortak değer olarak Atatürk sevgisinin eylemci gençlerde-genç erişkinlerde yaygın olarak bulunduğu, fakat sokaktaki kitlelerin büyük bölümünün bir ideolojik bağlanmaya/angajmana sahip olmadan sokakta politize olduklarıdır.

Protestocuların %40’ı imkânı olsa dahi yurt dışına yerleşme fikrini reddetmekteyse de yurt dışına yerleşirim diyenlerin oranı da yüksek olup %37’dir. Bu son veri, daha önce sunduğumuz istatistiksel bulgularla uyumludur.

Örgütlülük içerisinde dayanışma bir ihtiyaç

Türkiye’de son yıllarda gençler ve genç yetişkinler arasında ekonomik zorluklar, “geleceksizlik” gerçeği ve hissiyatı yüzünden yurt dışına göçme (“beyin göçü”) ya da bireysel çıkış bulamamanın sonucu olarak intihar etme giderek artmaktadır. Oysa bir ihtimal daha var: Memlekete ve hayata sahip çıkıp, örgütlenmek. Örgütlülük içerisinde dayanışmak.

Bireysel “yırtma” olanaklarının iyice daraldığı bir tarihsel kesitte, ömre anlam, derinlik, sahicilik ve güzellik katan, hayatı robot ya da zombi gibi geçirmekten kurtaran bilimsel düşüncelere, insanlığın ortak mirası ilerici değer ve ilkelere bağlanmak, bunlara tutulmak. Cemaatlerdeki gibi bireylerin çıkarını kollamak üzere bir araya gelişi değil, sosyalist fikriyatta ve duygularda, yani bilimsel sosyalist dünya görüşünde ortaklaşıp, bir kolektivite oluşturmak. Kendiliğinden gelişip sokağa çıkan toplumsal öfke ve tepkiler, bir süre sonra sönümleneceğinden, yaşanan süreçlerden geriye kalan örgütlenmede kazanımlar olacak. Bilinmektedir ki örgütsüz güç, tam olarak etkin bir güç değildir.

Sosyalistler azami bilinç, enerji ve örgütlülükle sokağa çıkan bu insanlara ulaşmalıdır. Yoksa açığa çıkan enerji, toplumsal hareketlenme yatıştığında büyük oranda CHP ve Zafer Partisi’ne kanalize olacak. Kitleler sosyalistleri kendilerini örgütlemeye çağırıyor. Toplumsal hareketlenmenin örgütlülük içerisinde dayanışmaya ihtiyacı bulunuyor.

Not: Bu yazıda kullanılan tablolar yapay zekâ (YZ) tarafından oluşturulmuştur.

Yararlanılan kaynaklar:

  1. https://www.toplum.org.tr/wp-content/uploads/2025/03/Imamoglu-Protestolari-Katilimci-Analizi-Ankara-Ornegi-28-Mart-2025.pdf
  2. TUİK istatistikleri
  3. YZ “GROK”

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...