Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm tarihin çözülen bilmecesidir.

21 Haziran 2025 Cumartesi

İsrail-İran Savaşına Emperyalizm Teorisi Ne Diyor ?

Kızıl algoritma Lenin'nin emperyalizm teorisi çerçevesinde İsrail İran savaşını inceliyor.

19 Haziran 2025 Perşembe

Vatan savunması

MAR


Devrimci İşçi Partisi (DİP) 18.07.2025 tarihinde ABD-İsrail ile İran devleti arasındaki savaşa ilişkin “Siyonist terör cebren yenilmeli! İsrail’e karşı İran’ın yanındayız” başlıklı bir bildiri yayınlamış bulunuyor. Bu bildiride yanlış olduğuna inandığımız ifadeler şunlardır:

“Şartların oluştuğu durumlarda, bu savaşın başarılı bir savunmanın ötesine taşınması ve Siyonist terör devletinin zor yoluyla ortadan kaldırılması da emekçi halkımızın çıkarınadır. Bu savaşa emekçi halkın tarafından bakan Devrimci İşçi Partisi, tam da bu bilinçle, haklı savaşında İran’ın yanındadır. İran bu savaştan muzaffer çıkmalı, haydut İsrail devleti ezilmeli ve onun arkasındaki büyük güç olan ABD emperyalizmi de İsrail’le birlikte yenilgiye uğratılmalıdır.”

İran devleti, İsrail devletini savaşarak yensin, İsrail devletini ezsin, İsrail adlı ülkedeki kapitalist iktidarı “zor yoluyla ortadan kaldırsın” deniyor. Daha durun, bu yetmiyor, İran devleti, “ABD emperyalizmini de yenilgiye uğratmalı” deniyor. ABD’nin askeri gücünün büyüklüğünün farkında olmayan bildiri yazar(ları), İran’da da İsrail’de de orta doğuda da İsrail ve ABD saldırganlığını durduracak tek gücün örgütlü emekçi ve ezilen halkların hareketi olacağını unutmuşa benziyor. İran devletinden İsrail devletini ezmesini beklemek, bundan medet ummak, pek devrimci bir tavır olsa gerek(!).

Bildiri yazar(lar)ı şunları da yazıyor: “Biz ise bu savaşta tereddütsüz biçimde İran’ın zaferini istiyoruz.” “İran’ın haklı vatan savunması”, “İran devletinin meşru vatan savunmasının…” Bu yazar(lar) İran devletinin kendi iktidarını korumak için savunma yaptığını ve sonra İsrail’e karşılık verdiğini göremiyorlar mı?.. Ne “vatan”ı, ne “vatan savunması”?.. İran molla rejiminin “vatan”dan anladığı emekçiler ve ezilen halklar üzerinde kurdukları iktidarlarıdır. Onlar için “vatan”, İran halkları üzerindeki egemenlikleri ve kasalarındaki emekçilerin alın terinin ve iliğine kadar sömürünün ürünü paracıklardır. Biz emekçiler için “vatan”ın anlamıysa başkadır. İran’lı bir askere, işçiye, çiftçiye göre “vatan” üzerinde ortaklaşa yaşadıkları topraktır, birlikte ürettiği yurttaşıdır; bunlar kendilerini ve yoğuruldukları toprağı ve kültürü savunur. Bir molla “vatanımızı savunalım” diyip emekçileri ikna edebilir, çünkü bu demagojik söyleminin muhatabı emekçinin başına da İsrail devletinin attığı bombalar düşmektedir.

“İran’ın kendini savunma hakkı vardır” denirken, İran devletinin bir “hakkından” bahsedilmektedir. Sosyalistler ve emekçiler, bir kapitalist devletin “kendini/kendi iktidarını savunmaya ya da başka bir devlete/halka saldırmaya hakkı var mıdır?” sorusunu sormazlar ve cevaplamazlar. Bu bir bakış açısından “hak” olarak görülebiliyorsa da biz emekçilere göre bir hak değildir. Savaşlarda savunma ile saldırı birer hak olarak değerlendirilemez. İran devletinin kendi iktidarını savunma “hakkı” bizi ilgilendirmez. İran devletinin İsrail devletinin saldırganlığına karşı İsrail yerleşimlerindeki halklar üzerine füzeler atması da bir hak değildir.

Öte yandan, İran devletini savunmakla değil, İran ve ayrıca İsrail halklarıyla ilgileniriz. Dünya emekçileri ve sosyalistleri, mevcut savaş durumunda ölen halkların yanında yer alır, barış ister, bunun için eylemler yaparlar. İran’lı ve İsrail’li işçilerin ve ezilen halkların kendi iktidarları için verecekleri mücadeleleri desteklerler.

Peki savaştan doğrudan etkilenen İran’lı ve İsrail’li emekçiler ne yapsın? Birbirleriyle savaşmasınlar mı?.. Evet, savaş politikalarını oluşturan ve savaşan taraflar devletlerdir, fakat emekçi halklar da bu politikalara ikna edilip savaştırılmaktadır. Bu savaş İran ya da İsrail halklarının katılım göstermesi gereken ve ülkeleri için “kurtuluş savaşı” olan bir savaş değildir. Öyle olsaydı durum farklı olurdu. Üzerlerine füze yağan halkların bu iki kapitalist devlet arasındaki savaşa karşı bu devletlerden bağımsız bir üçüncü yol oluşturması ve barış talebiyle mücadele etmesi gerekmektedir. Her iki ülkedeki sosyalistler savaşa karşı aktif mücadele etmeli, iki ülkedeki emekçileri dayanışmaya ve egemenlikleri altında bulundukları kapitalist devletlerin savaş politikalarını protesto etmeye çağırmalıdır.

İran topraklarına doğrudan emperyalist bir işgal gerçekleşirse, o zaman, dünyanın her yerinden gönüllü gelecek olan dayanışmacıların da katılımıyla İran’lı emekçiler ve ezilen halklar kendilerini savunmak üzere harekete geçer. İran devletini savunmadan fakat onunla birlikte emperyalist işgale karşı direniş gösterir.

Alıntılar için kaynak: https://gercekgazetesi1.net/dip-bildirileri/siyonist-teror-cebren-yenilmeli-israile-karsi-iranin-yanindayiz

18 Haziran 2025 Çarşamba

İran devletinden değil, İran halkından yana olunmalıdır!

MAR


Bir: ABD ve İsrail devleti birkaçgün önce değil, Kasımi’nin öldürülmesi tarihinden itibaren İran devletine savaş açmıştır. Sanılanın aksine ABD-İsrail ile İran devletleri arasındaki savaş çok daha önce başlamıştır.

İki: Emekçiler, bu savaş karşısında iki devletin tarafında yer almazlar. Saldırıyı başlatanın emperyalist devletler olduğunu topluma hatırlatır, İran devletinin yanında olmadıklarını da belirtirler.

Üç: Biz Türkiye’li emekçiler olarak, İsrail ve İran’daki işçilerin ve emekçi halkların durumunu gözetir ve çıkarlarını savunuruz. İsrail devleti ile İran devleti arasındaki savaşın, her iki ülkedeki emekçilere kan ve gözyaşı getirdiği için karşısında yer alırız. Bu sırada iki sermaye devletine de taraf olmayız. Birinin sözüm ona “çağdaş” Yahudi din devleti, diğerinin sözüm ona şeriat devleti olmasını öncelikli olarak dikkate alıp, buna göre değerlendirme yapmayız.

Dört: ABD ve İsrail emperyalist devletlerinin İran devletine saldırısını kınamanın, bu devletlere barış çağrıları yapmanın, sosyalist bireylerin ya da komünist partilerin sorumluluğu ya da görevi olarak görülmesi, “politisizm” adlı sapmanın bir örneğidir. Hiçbir etkiye sahip olamayacak ve emekçi halklar arasında hiçbir alıgılamaya konu olmayan bu diplomatik söylemler bizden uzak durmalıdır. Bugün işçi iktidarına sahip güçlü bir sosyalist devlet olsaydı, o zaman, bu kınama yapılmakla kalınmaz, aynı zamanda fiili olarak emperyalist saldırganlığı durduracak adımlar da atılırdı. Fakat sosyalist bireyler veya partilerin İran emekçi halkının yanında olduğunu eylemli şekilde göstermeden, kınamayla yetinmesi bir anomalidir.

Beş: Emperyalist devletlerin saldırganlığı karşısında İran devletinin yanında olmak, bunu üstü kapalı bir şekilde bu topraklardaki emekçilere benimsetmeye çalışmak oportünist bir tutumdur. İran’lı emekçilere sesinizin ulaşması mümkün değilse de yine de “direngen bir İran yaratmak için çalışmak” demek, İran’lı emekçilere İran sermaye sınıfının devleti olan İran devletinin bu savaşta yanında olun demektir. Hiç kimseyi etkileyemeyecek bu çağrıyı yapmak, zamanında 2. Enternasyonel’deki oportunistlerin ülkelerindeki işçilere I. paylaşım savaşına “kendi” (aslında kendilerinin değil elbette) devletlerini savunmak için katılmaları yönündeki çağrıya benzerdir. 2. Enternasyonal’in 1914 Savaşındaki sosyal şovenizmi, bir oportünizm örneğidir. Almanya’da sosyalistler, Almanya’nın savaşa girmesi lehinde tutum almış, işçi sınıfının uluslararası dayanışması ve her ülkenin işçi sınıfının kendi egemen sınıfını devirmesi yerine, farklı ülkelerdeki işçilerin ulusal üniformalarla savaş meydanlarında birbirini boğazlamasını savunmuştur. Rosa Luxemburg ve Lenin ise savaşa karşı çıkmış, savaşa katılan her ülkedeki işçilerin, egemenlik altında bulundukları devletin yenilgisini savunması gerektiğini belirtmiştir.

Altı: Sosyalistlerin ülkelerini ve emekçi halkını sevmesi anlamına gelen ve emperyalizme karşıt bir tutum olan yurtseverlik, milliyetçilik değildir. İran’lı yurtsever ve bilinçli işçiler ve ezilen halklar, emperyalist saldırganlığa karşı çıkarken, şeriat biçimini almış kapitalist İran devletine arka çıkmamalı, onu savunmamalıdır. İşçi sınıfının İran’da siyasal rejimi dönüştürmek için mücadele eden kesimleri milliyetçi değil, yurtsever bir tutum göstermelidir.

Yedi: İki alıntı yapalım. 1) “ABD emperyalizmine ve siyonist İsrail’e direnmeyen, emperyalizmin saldırısı altındaki ülkesini canı pahasına savunmak yerine iç savaş çağrısı yaparak emperyalizme yardım eden fırsat düşkünleri komünist değil, işbirlikçi birer ahlaksızdır!” 2) “Sonu işgal edilmiş bir ülke ve işbirlikçi bir hükümetin çanak yalayıcılığı ile sonlanacak bu alçakça çağrıları, kendi ülkelerinde yıllardır en büyük acıları çeken komünistler elinin tersiyle itmişler; İran'ın iki komünist partisi TUDEH ve Hekmatist (Resmi Hat) tüm dünyadaki işçileri, savaş karşıtı örgüt ve kurumları savaşa, İsrail'e ve destekçilerine karşı protesto eylemlerine çağırmıştır.” Bunları yazanlar haklı mıdır?..

“Fırsat düşkünleri”, “işbirlikçi ahlaksızlar”, “çanak yalayıcılığı”, “alçakça çağrılar”… Ne “etkili” laflar/küfürler ama… Oysa bir komünist partisi emekçi kitleleri, öğrencileri ve ezilen kesimleri emperyalist devletlerin saldırganlığına karşı olduğu kadar aynı anda sermayenin mevcut siyasi iktidarına karşı da sokağa çağırabilir, değil mi? Böylesi bir çağrı, milliyetçi olmayan komünist bir partinin “işi”dir. Yoksa “iktidara talip olmak da neyin nesi” mi deniyor?.. Emekçi halkın İran devletinin politikaları arkasında yer almasına yardımcı olunmadan, emperyalist saldırganlığa ve siyasal rejime aynı anda karşı çıkmak, halkın siyasi kulvarını oluşturmak üzere bir “üçüncü cephe açmak” neden tercih edilmesin?.. Yani size “ne fırsatı, ne düşkünlüğü, ne alçaklığı, ne çanağı” derler; sosyalistler için “milliyetçisiniz” demek kadar kötü bir küfür var mıdır?..

İsrail’li ve İran’lı emekçiler, bu savaşa karşı çıkmalıdır. Emekçi halklar bu savaşta kurban edilmektedir. Bu savaş iki “ulusun” savaşı değil, iki sermaye iktidarının savaşıdır.

Savaşlarda ölenler emekçi çocuklarıdır. Kapitalist devletlerin arasındaki savaşlar, sermaye sınıfının işine yarar, emekçilerin çıkarına karşıttır.

İran devleti için “haklı savaş” yürütüyor, “savunma savaşı yapıyor” denmemelidir. Olan İsrail emekçi halkına olduğu kadar İran emekçi halkına olmaktadır. Ölenler, yaralananlar onlardır. Savaş sürerken iki ülkedeki sermaye sınıfının siyasi iktidarları ise kendi halkları üzerindeki hegemonyalarını sağlamlaştırmaya, alternatif sesleri boğmaya çalışmaktadır.

Emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı çıkarken ve bunları protesto ederken, İran’lı ve İsrail’li işçilerin ülkelerindeki siyasi iktidarlara karşı eylemler yapması beklenir. “Savaşa hayır” sesleri her iki ülkedeki emekçiler tarafından yükseltilmeli, egemenlikleri altında yaşadıkları sermayenin siyasi iktidarının savaş politikaları karşı devletin savaş politikasıyla birlikte protesto edilmelidir.

İran’lı emekçiler soyut bir savaş karşıtı söylemi benimsemek ya da “vatan-devlet savunması yapılmalıdır” naraları atmak yerine, sermaye sınıfının şeriatçı bir biçimi olan siyasi iktidara karşı mücadeleyi güçlendirecek, bu savaşın “kendilerinin savaşı” olmadığını söyleyecek ve aynı zamanda emperyalizme karşı örgütlenmeyi başarabilecek akla ve yeteneğe sahiptir. Ülkelerine doğrudan bir işgal harekatı olursa, iktidarı altında yaşadıkları devletlerini değil yurtlarını/vatanlarını savunmalıdırlar.

Evet, ABD-İsrail emperyalist devletlerinin İran devletine ve halkına saldırısını dünya emekçileri kınamalıdır. İsrail’li ve İran’lı emekçiler de öyle. Fakat İran’lı emekçiler için bu kınama, “İsrail’li emekçilere düşman değiliz”, orta doğuyu şekillendirmeye çalışan emperyalist devletlere ve onların saldırgan politikalarına karşıyız mesajı işlenerek, İran devletinin ise “İsrail’deki halkın yerleşim yerlerini füzelerle bombalaması kabul edilemez”, “bu savaştan her iki halk zarar görmektedir” anlayışıyla protesto edilmesi gerekmektedir. "Halklar savaş istemiyor, barış istiyor" denmelidir.

Dünyanın hiçbir ülkesindeki emekçiler ABD-İsrail ve İran devleti için “yesinler birbirlerini” demiyor, demez de. ABD-İsrail ve İran devleti arasındaki bu savaş ilgili ülkelerdeki halklar için yıkımdır. Fakat İran’lı emekçiler, orta doğudaki ülkelere dağılmış diğer emekçiler ya da bölgeye çok uzak konumlanışta bir yerlerde bulunan işçiler, “İran devletinin yanındayız” dememelidir. İran’lı emekçilerin ve ezilen halkların bölgedeki ve dünyadaki diğer emekçilerle dayanışma içerisinde molla rejimini dönüştürmek ve bir işçi iktidarını oluşturmak için mevcut örgütlülüklerini geliştirmeye, ülke içerisinde emperyalizm ve rejim karşıtı protestolar organize etmeye hakkı vardır. Emperyalist saldırganlığa karşı İran şeriatçı kapitalist devletini ve molla rejimini savunmak ya da onun yanında yer almak akla dahi getirilmemesi gereken bir oportünizm örneğidir. Çünkü bu tavır, emekçilerin çıkarına ve mücadeleyle kazanacakları özgür yarınlara aykırı bir tutumdur.

15 Haziran 2025 Pazar

[Marksizm El Kitabı]

Bu çalışma, yılların birikiminin getirdiği “olgunlaşma”yla, fakat büyük bölümü itibarıyle son 2-3 yıllık süre zarfında yazılmıştır. Bu kitapta Marksist Araştırmalar (MAR) blogumuzda yayınlanan makale ve kısa yazılarımı derleyip, bir araya getirmiş bulunuyorum. Okura farklı konularda Marksist bir perspektif oluşturması veya bu perspektifleri geliştirmesi sırasında yararlanabileceği ipuçları vermeyi amaçladım. Emeğimin, bilgi merakı ve hakikat tutkusu olan genç kuşaklar tarafından hakkıyla değerlendirileceğinden kuşku duymuyorum.

Bu eseri, sevgili anne ve babama, yetişmemde emeği olan kardeşlerime, hayat arkadaşım olan eşime ve muhteşem “beyinler” olan oğullarıma ithaf ediyorum.


E-kitap bağlantı adresi:

https://drive.google.com/file/d/1CFRFCG9aDxGMJ-gYCifsZztNR4yQ-luz/view?usp=sharing

1 Haziran 2025 Pazar

Alman Köylüler Savaşı'nın 500. Yıldönümü

"HAYDİ, HAYDİ, ATEŞ HALÂ SICAKKEN!"

Holger Teschke

Çeviri: Doğan Ağrı

MAR notu: Almanca günlük sosyalist gazete "Junge Welt"te, 15. 05. 2025 günü yayınlanmıştır.

Solda: Thomas Müntzer, sağda: Martin Luther

Thüringen'deki isyancı köylülerin vaizi ve önderi Thomas Müntzer, Eylül 1524'te Martin Luther'e gönderdiği "Sebebi Çok Bir Savunma" başlıklı bir mektubunda, "Asillerin bizzat kendileri, yoksul adamı kendilerine düşman haline getirdiler", diye yazmış, "Soylular, isyanın sebeplerini ortadan kaldırmak istemiyorlar. Bu gerçeği, daha ne kadar görmezden gelecekler? Bunu sorduğumda, bir asi sayılıyorum, öyle mi? O halde, ben bir asiyim!", diye devam etmişti. Thomas Müntzer'in, "Wittenberg Şatosu'nun ruhsuzlaşmış, semirdikçe eti de yumuşamış sahte hekimi" diye alay ettiği Martin Luther ile ortaklıkları, işte bu mektuptan sonra tam anlamıyla kopacaktı. (Müntzer burada, soylu sınıflarla uzlaşıp Wittenberg şehrinde bir dükün korumasına sığındıktan sonra, Luther'in gerçekten çok aşırı kilo almasıyla alay ediyor -çn).

Martin Luther’in buna tepkisi ise, çok gecikmeyecekti. Luther'in daha Ocak 1522'de yazdığı "isyan ve ayaklanmadan sakınmaları için tüm Hristiyan müminlere 'Naçizane Bir Uyarı'"sından sonra, bu sefer Mayıs 1525'te Saksonya ve Thüringen'de baş gösteren köylü ayaklanmalarına yönelik kaleme aldığı "soyguncu ve katil köylü sürülerine karşı" başlıklı çağrısında, başka şeylerin yanında, "Şimdi, şu anda, hemen derhal, alenen veya gizli, öldürün, boğun, doğrayın! (…) Siz ki soylu beylersiniz, can alın, kelle vurun, nefes kesin! Eğer bu yolda siz de ölürseniz, ne mutlu size! Çünkü, bundan daha mübarek bir ölüm asla yoktur!", demişti. Bu sözleriyle Luther, aslında, soylu ordularının ve onların paralı askerlerinin az ileride işleyeceği katliamları, bir çırpıda tanrısal bir haklılık seviyesine çıkarmış ve "Mühlhausen'li Büyük Şeytan" dediği Müntzer'i, hedef tahtasının tam ortasına çakmış oluyordu. İyi ama, başlarda müttefik olan bu iki kişi arasındaki yol ayrımı, nasıl oluşmuş ve bu ayrışmanın öncesinde neler yaşanmıştı?

- Bir Çobanın Rüyası

Aslında, bütün bunlardan çok önce, 1476 yılının baharında, daha sonra "Niklashausen'in Kavalcısı" diye bilinecek olan Hans Böhm adındaki 18 yaşında genç bir çoban, Würzburg Piskoposluğunda ilk büyük halk hareketini başlatmıştı. (Çoban Hans, gittiği her köyde -çn), tanrının annesi Meryem'in, birgün kendisine göründüğünü ve Kutsal Anne'nin ona, bütün insanların tanrı katında eşit olduğunu söylediğini vaaz ediyordu. Bu vaazlara göre, artık ne papanın ne imparatorun ne de soylu aristokrasinin egemenliği meşru değildi ve onlara yapılan zorunlu vergilerin ve mecburi hizmetlerin ortadan kalkması gerekiyordu. Rüyasının kutsi vizyonuyla Hans Böhm, küçük bir kasaba olan Niklashausen'deki mütevazi Maria Kilisesi'ne (Meryem Ana Kilisesi -çn) bu inançla hac ziyaretine gelecek herkesin, tüm günahlarının bağışlanacağına dair yemin ediyordu. Bu çağrıyı, sadece üç ay içinde, Bavyera, Şvabya, Türingiya ve Saksonya'dan 70 bini aşkın kişinin takip ettiği belirtilmektedir.

İşte, bu hiç beklenmedik köylü halk hareketi, Würzburg Piskoposluğu arşidük Prensi Rudolf von Scherenberg'i, bir anda derin kaygılara gark eder. Bunun üzerine prens, 12 Temmuz 1476'da henüz yeni yeni filiz vermekte olan bu halk hareketinin arkasındaki beyin takımını ele geçirmek için, genç çobanı şatosuna kaçırtıp işkence ettirir. Fakat, genç Hans Böhm'ün ağzından, sadece Meryem Ana'nın dediklerine göre davrandığını söyleyen sözlerden başka bir kelime çıkmaz. Hans Böhm'ün, karizmatik ama zararsız biri olduğuna kanaat getiren Piskoposluk prensi Rudolf, onun takipçilerini korkutmak ve pişman etmek amacıyla, bu sefer bir karalama kampanyasına başvurur. Genç vaiz çobanı, (kilise aristokrasisinin fetvaları yoluyla -çn) kafir ve sapkın olarak damgalatır ve onun işkence edildiği şatonun önünde ona dua ederek bekleşen hacıların üzerine atlı süvarilerini salar. Bununla kalmayıp, Hans Böhm'den hiçbir iz ve hatıra kalmaması uğruna, hac için gelinen Meryem Ana Kilisesi'ni bile yakıp yıktırır.

Kendince, Hristiyanlığın ilk doğuş zamanlarının ulvi mesajlarını vaaz eden genç çobanın söylediklerini kafirlik ve sapkınlık olarak tüm şeytanlaştırma çabalarına rağmen, onun hatırası, daha uzun yıllar boyu canlı kalır. (2. dünya savaşı sonrası Batı Almanya sinemasının ünlü yönetmenlerinden -çn) Rainer Werner Fassbinder, Hans Böhm anısına 1970 yılında çektiği ve Michael König ile Hanna Schygulla'nın başrollerinde oynadıkları "Niklashauser Fart" adlı bir filminde sorduğu, bu halk hareketinin neden ortaya çıktığına ve neden başarısız olduğuna ilişkin sorularla, aslında günümüz Federal Almanya Cumhuriyeti'ni anla(t)maya çalışmıştı. Aynı şekilde, heykeltıraş Heinrich Schreiber'ın, vaiz Hans Böhm'ün 19 Temmuz 1476'da diri diri yakıldığı Würzburg'daki Schottenanger Meydanı için 2001'de yaptığı anıt, günümüzde de onun hatırasını vadetmektedir.

Hans Böhm'ün katledilmesinden 40 yıl sonra bile, zamanın ruhani ve dünyevi muktedirleri, dini, kilise vaazlarından ve ritüellerinden ibaret görmeyen çoban Hans'ın ardıllarına karşı, aynı nefret ve şiddetle halâ yakıp yıkmaya ve öldürmeye devam edeceklerdi. Hans Böhm'ün ölümünden sonra, hem köylüleri etrafına toplayarak 1501-1517 arasında isyana kalkan, ama her defasında Speyer Piskoposluğu'nun ölüm fermanlı takibatlarını atlatan Joß Fritz'in "Bundschuh" adıyla bilinen isyanı (Joß Fritz, 1470-1525, zamanın bir köylü isyanı önderi -çn), hem de 1514'te Württemberg Dükalığı'nda başgösteren "Yoksul Conrad" isyanı, acımasızca ezildi. Kendi zamanının bu ölümlü ve kanlı takibatlarını bilmesine rağmen, Mayıs 1520'de Thomas Müntzer, İsa'nın "Bergpredigt"inden ("Dağdaki Vaaz". Matta İncili'ne göre, İsa'nın, bir tepenin üstünde yaptığı bir vaaz. Ayrımsız bütün insanlara "sevgiyle" konuştuğu söylenen İsa'nın bu vaazıyla, monoteizm -burada Yahudilik-, yerel ve kavmi niteliğinden sıyrılır, evrensel ve külli içerikler almaya başlar -çn) esinle, o sırada ortaklık ettiği Martin Luther'in tavsiyesi üzerine gittiği Zwickau şehrinde, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik müjdelemeye başlamıştı.

Şehre gelişinden bir yıl sonra, Zwickau Şehir Meclisi, Müntzer'i Zwickau'dan sürme kararı alınca, bunun üzerine Müntzer, bir gezgin rahip gibi, Prag ve Halle şehirleri üzerinden yaptığı bir yolculuğun ardından, 1523 Paskalyasında Saksonya'nın Allstedt şehrine geldi ve burada, yine bir tavsiye üzerine, Johannis Kilisesi'nin papazlığını üstlendi. Buradaki papazlığı altında Müntzer, ayin ve vaazların Latince yapılmasına son verdi, bütün din ve kilise işlerini Almanca yapmaya başladı. Bununla kalmayıp, geleneksel bir sürü Katolik bayram ve yortu günlerini kaldırdı. Ona göre müminler, (araya hiçbir aracının girmesine gerek olmadan -çn) tanrının sözlerini ve İncil'in gerçek mesajını anlayabilir, (tanrı ile onların arasına girmiş -çn) ruhani ve dünyevi muktedirlerin keyfi idaresi altındaki hayatlarının, bu kutsal mesajlardan ne kadar uzak ve günahkâr hale geldiğini, ancak böyle kavrayabilirlerdi.

Müntzer, hem kendi yazdığı "Alman Evanjelik Ayini" (Katolik kilisesine karşı protestan kilisesi olarak oluşan yeni Hristiyan mezhep, Almanya'da kendisi için "Protestan" sözcüğünden ziyade, "evanjelik" sözcüğünü kullanır. "Evanjelizm" ise, İncil'in ilk yazılıp kitaplaştırıldığı dillerden biri olan Yunanca kökenlidir ve "Tanrı Müjdesi" anlamına gelen "evangelion" sözcüğünden gelir. Bu sözcükle, Hristiyanlığın "ilk ve bakir" dönemlerine atıf yapılarak, tanrıya imanın, sonradan oluşmuş kurumsal kilise hiyerarşisine değil, doğrudan İsa'ya ve onun müjdelerini "kutsal kitaba" dökmüş ilk havarilere dayanması gerektiği kastedilmiştir. Böylece Katolik kilisesinin ve ona bağlı Katolik kralların feodal hegemonyası reddedilerek, şimdiye kadarki sosyal ve siyasal egemenlik ilişkilerinin yıkılması amaçlanmıştır -çn) adlı kitabını, hem de Luther'in (az ileride Wittenberg prensine sığındıktan sonra -çn) geri çekip yazdığını inkâr edeceği "Alman Kilise Düzeni" adlı kitabını, Allstedt şehrinde bir matbaada bastırarak bir Protestan liturjisinin oluşmasının başlangıcını yapmış oldu. (Liturji: Hıristiyanlıkta, ayin ritüellerinden, dinsel kurallara, hutbe ve kilise müziklerinden, müminlerin günlük jest ve davranışlarına kadar, iman etme ve onu göstermeyle ilgili ne varsa, uhreviyet hakkında oluşmuş bütün dinsel literatür -çn). Bu korkusuz papaz, daha sonra Allstedt şehrinde, bulunduğu manastırdan kaçarak buraya sığınmış rahibe Ottilie von Gersen ile evlendi ve bir yıl sonra çiftin bir oğlan çocukları oldu.

Solda: "Köylü Savaşları'nın 500. Yılı" başlıklı bir seminer ve film etkinliğinin duyuru afişi, sağda: Orta çağda toprak serflerini ve toprak beylerini gösteren bir illüstrasyon

- "Yoksa, Tanrı Sizi Kendi Elleriyle Kırbaçlayacaktır!"

Müntzer, Allstedt şehrine sığındıktan sonra da kilise ve soylular tarafından makam ve gücün kötüye kullanılmasına karşı vaazlar vermeye, dur durak ve yorgunluk bilmeden devam etti. Fakat, 13 Temmuz 1524'te, Saksonya Dükü Johann'ın şatosunda, dükün veliaht oğlu Johann Frederick ve Dükalık Şansölyesi Dr. Brück'ün önünde verdiği "Prense Vaaz" adlı konuşmasının etki ve sonuçları, çok daha farklı boyutlara varacaktı. "Siz efendilerimiz" diye değil, "sen" diye hitap ettiği soylu dinleyicilerine Müntzer, "Her birinize sesleniyorum, Saksonya'nın değerli babaları, Evangelium (burada, "tanrının müjdesi" anlamında -çn) yolunda daha fazla cesaret gösterin. Aksi halde Tanrı, sizleri kendi elleriyle kırbaçlayacaktır!'" diyordu, şatonun şapelinde toplanmış soylu aristokratlara. (Thomas Müntzer, sadece toprak kölesi sıradan köylülere yönelik değil, Katolik Papalıktan ve onun inayeti altındaki Katolik Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'ndan bağımsızlaşmak isteyen daha alt kademedeki soylu kesime yönelik de vaazlar veriyordu -çn).

(Şapel: Latince "capella". Capella, aslında Latince bir tür "pelerin" anlamına gelen "cappa" isim kelimesinin Latince sıfat halidir. Daha antik Roma zamanında, imparatorun bodyguardlarının zırhları üstüne geçirerek giydiği hayvan derisinden yapılmış bir koruyucu giysinin de adı olan "cappa", Avrupa Hristiyanlığındaki dinsel anlamını, 4. yüzyılda kıta Avrupa'sının ilk manastırını kuran "Aziz Martin"den (d. 316-ö. 397) sonra bulmuştur. Hıristiyanlığa geçmeden önce kendisi de pagan bir imparator bodyguardı olan "Saint Martinius"un din değiştirdikten sonra da giymeye devam ettiği, kukuletalı, ip kemerli ve torba gibi kafadan vücuda geçirilen geniş ve bol, ama gösterişsiz, sade "cappa"sına bir tür tanrısal koruyuculuk atfedilerek, buradan, müminleri esirgeyen ve koruyan tanrının evi "şapel" türetilmiştir. Aziz Martin'den sonra, onun gibi dünya nimetlerinden el çekmiş halde asketik yaşayan ve kendilerine esirgeyici bir görünüm veren "cappa"ları içinde, gittikleri yerlerde toprak kölesi köylülerden kilise ve manastır cemaatleri oluşturarak Hristiyanlığın öğretilerini yayan pek çok misyoner gezgin kilise papazı, "cappa" giymeyi, aziz bir dinsel adet ve imana adanmışlığın alameti farikası haline getirdiler. Hıristiyanlıktaki pek çok "aziz" ve ermişin aksine, eceliyle ölen Avrupa Hristiyanlığının ilk kilise babası Aziz Martin'in taşıdığı "cappa" ise, antik Roma'yı yıkan Germen kavimlerinin Frank soyundan Merovin hanedanlarınca, Antik Roma'nın yıkılışından yüzyıllar sonra 8. Yüzyıl'da Avrupa'da güç bela yarım yamalak kurulan ilk imparatorluğun başlıca uhrevi nişanesi olarak kabul görüp kutsanmış, böylece bu kavimler, nihayet Roma Katolik Kilisesi'nin hiyerarşisine tabi olmuştur. Almanca'ya da "Kapelle" şeklinde geçen "capella", İslam’da mescite denk düşen küçük veya burada, şato ve köy gibi, sadece o yerin müminleri için küçük kilise -çn).

Müntzer, alt kademe soylularına, "Unutmayın, sizler toprağı kılıçla değil, Tanrı'nın gücü ve inayetiyle elde ettiniz. (…) Bizler gibi İsa Mesih'e inandığını söyleyen siz prensler, şimdi dürüst ve tutarlı biçimde buna uygun davranmalısınız. Şayet bunu yapmazsanız, kılıçlarınız elinizden alınacaktır. Çünkü böyleleri, lafta tanrıya inanır görünürler, ama gerçekte onu inkâr edenlerdir." diyordu. Oysa, soylu ve ruhani sınıfların, iktidarlarının, ancak tanrının inayetine göre davranırlarsa meşru olduğunu ve yaptıkları ikiyüzlülüklerle bunu bozduklarını duymaya, en ufak bir tahammülleri, o zamanda da yoktu.

Burada yaptığı vaazını, Kurfürst'ün ("Kurfürst", Türkçe "Arşidük". Almanca'da, kendi aralarından birisini kral veya imparator olarak seçecek oy yetkili dük, herzog, prens veya krallardan oluşan bir tür asiller meclisinin üyesi üst kademe soylular -çn) izni olmadan Müntzer'in bastırıp yaymaya cüret etmesi, Saksonya'lı soyluların gözünde, bardağı taşıran son damlaydı. Bunun üzerine, şimdi de Allstedt'ten sürülen Thomas Müntzer, Ağustos 1524'te sığındığı Thüringen Dükalığı'ndaki Mühlhausen şehrine sığınmak zorunda kaldı. Çok geçmeden burada da Protestan vaiz Heinrich Pfeiffer ile birlikte "On bir Mühlhausen İlkesi"ni yazdıktan ve ayrımsız herkes için eşit haklar talep ederek, şehir valisinin devrilmesini istediği "Tanrı'yla Ebedi Birlik" örgütünü kurduktan sonra, Eylül 1524'te oradan da kovuldu.

Bu son sürgünün ardından Müntzer, Luther'e karşı "Sebebi Çok Bir Savunma" başlıklı mektubunu yazdığı Nürnberg şehri üzerinden, Renanya bölgesindeki Waldshut civarında ayaklanmalar olduğuna dair haberlerin geldiği güneye doğru devam etmesine rağmen, bir köyüne bıraktığı karısı ve oğlu için Mühlhausen'e Şubat 1525'te geri döndü. (Bunun sebebi, büyük olasılıkla, onun gibi takibata uğrayan -çn) vaiz arkadaşı Heinrich Pfeiffer'in, bir süredir silahlanmış taraftarlarıyla, Mühlhausen şehir valisini, bir süre önce iptal edilen papazlık ehliyetini Aralık 1524'te ona geri vermek zorunda bırakması ve Müntzer'in de bunu öğrenmiş olması olmalıdır. Mühlhausen'a döndüğünde, buradaki Meryem Ana Kilisesi'nin cemaati, onu kendi papazları olarak seçti. Bunun üzerine Müntzer, yarenliği Pfeiffer ve onun takipçileriyle birlikte, Mühlhausen halkını, kilise aristokrasisinin idaresindeki manastırları dağıtmaya ve bu manastırların mülkiyetindeki toprakları ve serveti, şehir cemaatinin mülki kullanımı altına alacak bir "Ebedi Konsey" seçmeye çağırdı.

Nisan 1525'te, şimdi de Almanya'nın güney bölgeleri Franken ve Württemberg bölgelerinde baş gösteren köylü ayaklanmalarına dair haberlerin kuzeydoğudaki Thüringen'e kadar ulaşması üzerine, Mühlhausen'daki köylüler de dirgen, orak, tırpan, ellerine ne geçtiyse kapıp, soylu şatolarına doğru topluca yürümeye başladılar. "Belki de bu yoksul ve sefil insanlara isyan etmeleri için sebebi biz kendimiz verdik" demişti "Bilge" lakaplı Saksonya Dük'ü Friedrich. Saksonya'yı birlikte yönettiği kardeşi Prens Johann’a Nisan ayında yazdığı bu mektubunda Arşidük, şu sözlerle devam etmişti: "Tanrı'nın istediği şayet buysa, bırakalım o zaman işler öyle bir hal alsın ki, bu toprakları sıradan halk yönetsin." Fakat, birkaç hafta sonra, zamanının anlayış dolu bu tek ve biricik sesi, "Bilge" Friedrich'in ölümüyle çabuk sustu. "Bilge" Friedrich'in ölümünden sonra yerine geçen halefinin ve onun müttefiklerinin ise, vaiz papazlar ve köylülerce iktidardan ve ayrıcalıklardan edilmeye hiç niyetleri yoktu.

Bu sırada Müntzer, 26 Nisan 1525’te Allstedt halkına bir mektup yazarak onları silahlı isyana başlamış Mühlhausen'li köylülere katılmaya çağırdı. "Haydi, haydi, ateş halâ sıcakken!" diye seslenmişti köylülere. Çağrısını Müntzer. "(Örste dövmekte olduğunuz -çn) kılıçları soğutmayın! Onları, Nemrud’un demir örslerinde (Tevrat'a göre, Nuh'un soyundan gelen ve tarihte, kral veya imparator olmayı haketmiş ilk kişi. Demir çağına girilmesiyle yükselen bir Asur imparatoru -çn) 'pinke panke' (Türkçe yaklaşık "güm güm" diye çevrilebilir. Almanca'da, demircilerin sırayla, kızgın demir cevherini çekiçle döverek alet yapmasından esinlenilmiş bir çocuk oyununa eşlik eden moral verici bir tekerleme -çn) haykırışlarıyla dövüp keskinleştirin, sakın ola ki gevşemeyin! Yerle bir edin şatoları! Haydi, haydi saflara, gün sizin gününüz. Kavganın en önünde bizzat Tanrı, onu izleyin, onu izleyin!" diyerek bitirmişti.

Ernst Bloch (d. 1885- ö. 1977, Alman filozof. Karl Marx'ın yazılarını veya teorilerini, "tarihselci" denebilecek bir bakışla yeniden yorumlayan "yeni-Marksçılık" akımının temsilcilerinden -çn), 1918'de kaleme aldığı "Ütopya'nın Ruhu" adlı eserinde, Müntzer'in bu çağrısını, "gelmiş geçmiş tüm zamanların en acılı ve en çılgın devrim manifestosu" olarak nitelemiştir. Gerçekten de Müntzer’in tüm vaazları, dünyanın sonunun bugün değilse yarın geleceğine, bu dünyadan öte dünyaya ahiretin her an kopacağına dair inançtan beslenen kıyametvari bir ruhla doluydu.

- Başlar Kesile, Kazıklara Geçirile!

Mühlhausen'i korumasız bırakıp ilerlemek istemeyen Pfeiffer ile yaşadığı anlaşmazlığın ardından Müntzer, 10 Mayıs 1525'te, gökkuşağı renkli bir bayrak (Gökkuşağı gibi kavisli şeritlere dizilmiş bu çok renkli bayrak, ortaçağ Almanya'sındaki köylü isyanlarının başlıca simgelerinden biri olmuştur -çn) altında topladığı sadece 300 adamıyla, Bonaventura Kürschner'in (Müntzer'in sıkı takipçilerinden ve yarenlerinden biri -çn) komutanlığında Thüringen köylülerinin toplandığı Frankenhausen'e doğru ilerledi. Bununla eşzamanlı olarak Müntzer, 13 Mayıs'ta Erfurt halkına yazdığı bir mektupta şu sözlerle, bu şehrin halkından takviye kuvvet istedi: "Yulaf lapasına talim etmeye devam etmek isteyen Lutherciler'in boktan merhametine tav olmadıysanız, diz kırıp evlerinizde oturmayın. Elinize geçirdiğiniz silah namına ne olursa, kaç adamınız varsa, bize yardıma gelin."

Tarih bilimcileri, bu çağrının ardından, 6.000 ila 8.000 köylünün Frankenhausen'de toplandığını ve birbirine zincirlenmiş kağnı arabalarından oluşturdukları bir barikatın ardında mevzilendiklerini tahmin etmektedir. Karşılarına sadece iki gün sonra 15 Mayıs'ta, Hessen topraklarının Dükü Philip, Braunschweig Dükü Henry ve Saksonya Dükü George'un savaş tecrübesine sahip 4.000 paralı askerden ve 2.000 süvariden oluşturdukları birleşik bir profesyonel ordu çıkmıştı bile. Savaş alanına gelir gelmez, Arşidük prensler, Müntzer'in teslim edilmesini ve isyana katılmış köylü serflerin, beylerinin affına veya insafına sığınmasını istediler.

Köylüler henüz bu küstahça koşulları tartışadurmuşken, o anda güneşin etrafında bir ışık halesi belirmiş, Müntzer de bunu, isyanın zaferine dair Tanrı'dan gelen bir kutlu işaret saymıştı. Bu arada arşidük prensler, görüşmeler için bağıtlanan geçici ateşkesi bozarak, acımasız bir top atışı başlattılar. Görüşüp karar vermek için bir daire halinde toplanmış olan isyankâr köylüler daha silahlarına davranamadan, bir anda, paralı askerler ve atlı süvariler, köylülerin ahşap kağnılarla berkittikleri barikatlara saldırdılar. Frankenhausen yönüne doğru kaçışan birçok isyancı, onları takip eden profesyonel ordu güçlerince daha yoldayken canhıraş katledildiler. İsyancıların geri çekilirken takip ettikleri "Schlachtberg"den (Türkçe, "Kıyım veya Katliam Tepesi" -çn) şehre uzanan vadiyi izleyen yola, bu yüzden bugün bile hâlâ "Kan Deresi" denmektedir.

Thomas Müntzer ise kendini, köy çayırlığındaki bir evin çatı katına atmayı son anda başarmıştı ama, şövalye komutan Otto von Eppen, güçlerini tam oraya konuşlandırmış ve çok geçmeden adamlarından biri ona, hasta numarası yapan bir kaçağın ele geçtiğini bildirmişti. Az sonra, onun gerçek kimliğini ele veren bir yazı ve mektup çantası bulundu ve Müntzer, aynı gün 15 Mayıs akşamı, bulunduğu yere yakın Heldrungen'de mevzilenmiş baş düşmanı Dük Ernst von Mansfeld'in hendekli şatosuna götürüldü. Şatoda sorguya çekildi, işkence gördü ve en sonunda 27 Mayıs 1525'te, papaz yoldaşı Heinrich Pfeiffer'le birlikte, Mühlhausen şehrinin giriş kapısında kesilen başı kazığa geçirildi.

Ancak arşidük prensler, bununla yetinmediler. Müntzer’in yalnızca canını değil, mücadele mirasını da yok etmek istediler. Bu amaçla, güya Müntzer'in nedamet getirdiğini, yaptıklarından pişman olduğunu, isyanın yenilgisini Tanrı'nın adil bir cezası olarak gördüğünü ve tekrar Katolik mezhebine geri döndüğünü iddia eden bir "İtirafname" yazıp her yana yaydılar. Oysa, galipler, hamile karısı ve küçük oğluna ilişilmemesi şeklindeki Müntzer'in son isteğini bile yerine getirmemişlerdi. Müntzer'in karısı Ottilie von Gersen'in varı yoğu elinden alındı, şehirden sürüldü ve izi kaybolana kadar Nordhausen ile Erfurt arasında, oradan oraya bir süre sersefil dolaşıp dururken, tarihte izi öylece yitip gitti.

(Yüzyıllar sonra komünist kadın ressam -çn) Käthe Kollwitz, 1899-1908 yılları arasında çizdiği "Köylüler Savaşı Üzerine Yapraklar" adlı albüm eserinde, isyana katılan köylü kadınları, erkeklerinin yanında saf tutmuş cesur savaşçılar olarak resmetmiştir. Albümdeki yapraklardan biri olan "İsyan" adlı resimde, çıplak bir kadın melek, isyancı köylülerin son çarpışmada taşıdıkları bayrağın etrafında uçarken resmedilmiştir. "Hücum" adlı resimde ise, dünyevi bir kahraman olarak "Kara Anna" (kaynağını, cadılığın veya şeytanlığın atfedildiği orta çağdaki kadın düşmanlığından alan bir ifade -çn), isyancıları hücuma geçmeleri için ateşlerken gösterilmiştir.

Arşidük prensler ve diğer soylular, isyanın başını çeken Mühlhausen şehir halkından da intikam almayı unutmayacaklardı. Obermarkt Mahallesi'nden şehrin altı yurttaşını ve şehre yakın Höngeda Köyü'nden yirmi köylüyü oracıkta idam ettirdiler. (Müntzer'in takipçisi olmakla -çn) ve gizlice protestan ayinleri düzenlemekle suçladıkları Katharina Kreuter'i ise, (kadınlara yasak edilmiş olan papazlık ve vaizlik yaptığı için -çn), iki yanağından kızgın demirlerle dağlayarak şehirden sürdüler. (Müntzer'in sağlam yarenlerinden biri olan Katharina Kreuter'in kocası, daha isyan sürerken idam edilmişti. Yapılan tarih araştırmalarına göre, bütün bu bastırma ve yıldırma harekatlarında -çn), 15 Mayıs 1525'te ve hemen sonrasında, 6.000'den fazla köylünün ve şehir yurttaşının katledildiği tahmin edilmektedir.


Üstte solda: "Köylüler Savaşı"ndan temsili bir sahne. Üstte solda: Üzerinde hem Almanca hem de Latince, "Bu Bayrak, Tanrı'nın Ebedi Birliği'nin İşaretidir" yazan, köylülerin savaşırken taşıdığı "Regenbogen" ("Gökkuşağı") bayrağı. Altta solda: Friedrich Engels'in Türkçe'de Sol Yayınları'ndan çıkan "Köylüler Savaşı" kitabının kapağı. Altta sağda: Albrecht Dürer'in köylüler savaşının yenilgisinin hüznünü ikonlaştıran, ama aynı zamanda soylu sınıflarla alay eden "Bauernsäule" (Köylüler Sütunu") adlı resmi

- Albrecht Dürer'in "Köylüler Sütunu"

Toprak serfi köylü tebaaları, onların muktedirliklerini sorgulamaya cesaret ettikleri anda, kendileri de Hristiyan mümin olan saray ve kilise soyluları için (Yunanca "On Bilgi" anlamına gelen "Dekalog" sözcüğü ile Hristiyan literatürüne de geçen Musa'nın Tevrat'ta, tanrı "Yahve" ile yaptığını iddia ettiği "On Emir"den "öldürmeyeceksin!" şeklindeki -çn) Beşinci Emir"in, o zaman da hiçbir kıymeti yoktu. Zira, (bu "kutsal emri" çiğneyenlere karşı -çn) çıkışların ve eleştirilerin de sonu hiç gelmeyecekti.

(Köylüler Savaşı'nın çağdaş tanığı ve Alman rönesansının hümanist ressamı -çn) Albrecht Dürer, (ressamlık dersleri verdiği öğrencileri için 1525'te yazdığı -çn) "Ölçü Talimatları" (adlı ders kitabında -çn), "isyankâr köylülere karşı elde ettiği yengilerini ebedi kılmak adına, ona bir Zafer Anıtı siparişi veren bir asilzade için", aslında kinayelerle dolu bir "Köylüler Anıtı" çizmişti. (Büyük bir sütün ebatlarında düşünülmüş bu resimde Dürer -çn) bir inek, bir domuz ve birkaç koyun figürüyle oluşturulmuş bir kaidenin üzerinde yükselen tahıl demetleri, süt bakraçları, yulaf sandıkları ve tereyağı yayıklarından oluşan bir sütunun tepesine, "sırtına saplı bir kılıçla olduğu yere çömelmiş ve hüzün dolu bakışlarla dört bir yanına yığılmış ölülere tuttuğu derin yasın içinde kaybolmuş bir köylüyü" çizmişti.

(Dürer'in "Köylü Sütunu" adlı bu eseri -çn), resim sanatının "oranlar teorisi" üzerine yazılmış bir eğitim kitabına bile, sosyal eleştirinin nasıl gizlenebileceğinin ve galiplerin (kendilerini yüceltmek için düşündükleri bir- çn) zafer anıtının, bir utanç anıtına nasıl dönüştürülebileceğinin en iyi erken örneklerinden biri olarak günümüze dek etkisini sürdürmüştür. (Dürer'in kinayelerle dolu bu resminden esinlenilerek yapılan -çn) bronzdan yapılmış 7 metre yüksekliğindeki gerçek bir anıt sütun, bir ay kadar kısa bir süre önce Nisan 2025'te, (ayaklanmaların başladığı -çn) Mühlhausen'deki Kornmarkt Kilisesi'nin önüne, köylü isyanının 500. Yıl anısına dikildi.

Erken modern dönemde, Albrecht Dürer'in yanı sıra, soylu feodallerin zembereğinden boşalttıkları paralı askerlerin vahşi öfkesini, "pasionist" (İsa'nın çarmıha gerilmesine gönderme yaparak tanrıya veya gerçeğe, acı çekerek ulaşma -çn) resimleriyle betimleyen (köylü ayaklanmalarının Güney Almanya'daki önderi ve -çn) ressam Jörg Ratgeb'i de (d. 1480-ö. 1526) unutmamak gerekir. Stuttgart'taki isyancı köylüler tarafından kendilerinin savaş konseyine seçilen Ratgeb, Pforzheim yakınlarında yaşanan yenilginin ardından, ihanet ve kafirlik suçlamasıyla yakalandı ve gövdesi dört parçaya ayrılarak öldürüldü.

Frankonist (Almanya'da, Bavyera eyaletinin kuzey yarısına düşen yerleşim yerlerine ve oralarda yaşayan halka, "Franklar" denir -çn) kilise sunaklarına yapılmış kabartmalara, köylüleri ve yurttaşları işleyen (Normalde boş ve sade olması gereken kilise sunaklarına işlenen bu oyma kabartmalar, özellikle insan veya köylü figürleri içerdikleri için, o sıralar, günahtan öte, kafirlik ve aristokrasinin uhreviyetine ihanet sayılıyordu -çn) Würzburg'lu ahşap heykeltıraşçısı Tilman Riemenschneider'e de, şehrin Piskopos-prensi Konrad von Thüngen'in paralı askerleri tarafından ele geçirildikten sonra götürüldüğü Marienfeste'de acımasızca işkence edildi, tüm mesleklerden men cezası verildi, varına yoğuna el konularak açlık ve sefaletle baş başa bırakıldı. Bu tür acı dolu öykülerin hatıratları, Heinrich Schütz'ün kilise koroları için bestelediği ve Paul Gerhardt'ın yazdığı ilahilerle, bugün bile halâ dillerde ve kulaklarda yankılanmaktadır.

Bütün bu olanlara rağmen 19. yüzyıla kadar soylu sınıflar ve kilise egemenleri, tebaalarını, 19. Yüzyıl'a kadar yüzlerce yıl, Müntzer'in ve onun takipçilerinin, eşkıya, allahsız ve kafir olduklarına inandırmayı başardılar. Fakat, Stuttgartlı teolog ve tarihçi Wilhelm Zimmermann'ın, (geç-ortaçağ -çn) köylülerinin gerçek özgürlüğü ve eşitliği amaçlayan mücadelesini, Vormärz Dönemi'nin ("Vormärz Dönemi" deyimiyle, İngiltere, Hollanda ve Fransa'ya kıyasla Almanya'da geç başlayan, ama özellikle Kant ve Hegel ile entelektüel doruğuna çıkmış düşünsel ve siyasal aydınlanmayı takip eden 1848 "Mart Devrimi"nden hemen önceki genel toplumsal dönüşüm süreci kastedilir -çn) siyasal özgürlük ve eşitlik isteyen mücadeleleri ışığında yeniden ele aldığı üç ciltlik "Büyük Köylü Savaşı'nın Genel Tarihi" adlı kitabı 1841-1843 yılları arasında yayınlandığında, her şey bu defa gerçekten alt üst olacaktı.

Bu eser, daha o dönemde bir anda 30 baskıya ulaşarak 300.000'i aşkın bir okur kitlesine ulaşmıştı. Friedrich Engels, Wilhelm Zimmermann'ın bu kitabını, kendisinin daha sonra yazacağı "Köylüler Savaşı" adlı çalışması için esaslı bir başvuru kaynağı olarak sık sık yad etmiş ve Zimmermann'ın, kanıtlara ve kaynaklara gösterdiği olağanüstü titizliğini ve ayrıntılara gösterdiği etkileyici araştırmacılığını, oldukça takdir etmiştir. Engels ise, kendi makale-kitabında Müntzer'i, bir erken dönem "komünisti" olarak niteleyecek ve daha ileride Doğu Almanya'da kurulan sosyalist Demokratik Almanya Cumhuriyeti ise, tam da buna dayanarak, Müntzer'in bir portresini, beş marklık banknotların üzerine basacaktır.

- "Alman Sefilliği"

Müntzer ve onun köylüler savaşındaki yarenlerinin 3 asır önceki haykırışlarının yankısı, bunlarla eşzamanlı biçimde, 19. Yüzyıl'ın ortasında, Georg Herwegh'in (d. 1817- ö. 1875, yazdığı siyasi mücadele şiirleriyle Almanya'da 19. Yüzyıl boyunca süren devrim mücadelelerinin ve işçi hareketinin, Heinrich Heine, Ferdinand Freiligrath ve Georg Weehrt ile birlikte, başlıca edebi seslerinden biri olmuştur -çn) 1841'de yazdığı "Çağrı" adlı şiirde yeniden duyuldu: "Sökün haçları topraktan! / Kılıç yapın hepsini! / İşte ancak o zaman, / Affeder tanrı bizi." Heinrich Heine'nin (d. 1797-ö. 1856, Marx'ın da çok hayran olduğu devrimci bir şair -çn) "Almanya: Bir Kış Masalı" adlı şiirinde de Georg Büchner'in (d. 1813-ö. 1837. Sadece 24 yıl yaşamış olsa da tıp, doğa bilimleri, edebiyat ve siyaset alanında ürettiği eserlerle, dönemin Almanya'sında çok güçlü etkileri olmuştur -çn) "Hessen Kırlarının Müjdecisi" adlı şiirinde de orta çağın isyancı köylülerinin devrimci mücadelesinin yankılarını duymak mümkündür.

Hatta, Alexander von Humboldt (d. 1769-ö. 1859, kendi döneminde "çağımızın Aristo'su" diye nitelenmiş ve sayısız bilim dalında araştırmalar yaparak bunları yayınlamış önemli bir bilim insanı. Envai sayıda kitaplara geçirdiği araştırmaları, tüm geçmiş tarihin her açıdan en köklü devrimlerinin gerçekleştiği 19. Yüzyıl'da, sadece çeşitli bilimlerdeki düşünce ve teorilerin değil, aynı zamanda bu en devrimci yüzyılda ortaya çıkan siyasi ve felsefi teorilerin de başvurduğu temel bir kaynak olmuştur -çn) 1843'te köylüler savaşı hakkında şöyle demişti: "Alman tarihinin en büyük hatası, Köylüler Savaşı'nın yenilmiş olmasıdır." Humboldt bunu tespit ederken, ileride Bertolt Brecht'in "Alman Sefilliği" olarak adlandıracağı (Almanya tarihine özgü -çn) bir trajediye gönderme yapıyordu aslında.

Çünkü, ilk defa Almanya'da baş gösteren bu türden köylü ayaklanmalarının ezilmesiyle, soylu muktedirlerin ve kilise aristokrasisinin egemenliği, 1918'in ("Kasım Devrimi"ne dek 4 yüzyıl daha ayakta kalacak kadar çok uzun bir süre daha -çn) perçinlenmiş de oluyordu. Oysa, İngiltere ve Fransa'da gerçekleşen başarılı burjuva devrimleriyle birlikte, parlamentolar ve kendine güveni büyüyen burjuva sınıflar, çoktan iktidara gelmişlerdi. Bertolt Brecht, "Mutter Courage und İhre Kinder" ("Yiğit Analar ve Çocukları" -çn) adlı tiyatro eserini yazarken aldığı notların birinde, şunları söylüyordu: "Toplumsal sorunlar açısından bakıldığında, Alman tarihinin en büyük talihsizliği, (dinsel ve feodal aristokrasiyi ezmesi gereken -çn) Reformasyonun dişlerinin, Köylüler Savaşı'nda sökülmüş olmasıdır. (Dişleri olmayan bir Reformasyondan -çn) geriye kala kala, sadece, bol akçeli işler ve kopkoyu karamsar bir alaycılık kaldı." (Brecht'in bu sözlerine bugün dahi hak vermemek elde değil, zira -çn), 1525’ten bugüne, temelde hiçbir şeyin değişmediğini söyleyebiliriz.

Brecht'in bu düşüncesi, onun yakın dostlarından biri olan Hanns Eisler'i, (eleştirel bir perspektiften, Goethe'nin epik eseri-çn) "Johann Faust"un operaya uyarlanmış librettosunu (operanın sözleri -çn) yazmaya teşvik etmiştir. Goethe'yi bir Luther taraftarı olarak gösterdiği (aynı adlı bu opera versiyonunda -çn) Eisler, ayaklanmış köylülere karşı Luther'in yaptığı ihanetleri anlatıyordu. Oysa SED (sosyalist Doğu Almanya'yı yöneten "Sosyalist Birlik Partisi" için -çn), Goethe ve Schiller, "klasik miras"tı. (Bu yüzden, Parti'ye göre-çn) Eisler’in bu "sol-sekter tarih anlayışı", yazdığı opera metninin 1952’de yayımlanmasından sonra kahredici eleştirilere uğradı. Buna karşılık, Parti yetkililerinin bu bakışla Thomas Müntzer’in (feodal aristokrasiyle iş birliği yapan Luther'e karşı -çn) tavrına ihanet etmiş olmaları ve üstüne bir de Eisler'in operasının müziklerinin hazırlanmasını engellemeleri, aynı eleştirmenleri hiç ırgalamamıştı bile.

Benzer sebeplerle, 1961'de Heiner Müller'in yazdığı "Die Umsiedlerin" ("Göçmen") ve Peter Hack'in yazdığı "Moritz Tassow" adlı iki büyük teatral komedinin sahnelenmesi ve oyun metinlerinin yayınlanması da yasaklanmıştı. Oysa bu komediler, 1945'ten sonra kurulan sosyalist toplumda, hep hayal ettikleri gibi nihayet baskı ve sömürüden kurtulmuş olan toprak serflerinin hayallerini gerçekleştirme uğraşları sırasında ortaya çıkan çatışmaları konu alıyordu. Heiner Müller (d. 1929-ö. 1995, sosyalist Doğu Almanyalı bir tiyatro yönetmeni, dramaturg ve gazete röportajcısı. Ayrıca, bir süre Doğu Almanya'da Sanat Akademisi yöneticiliği yapmıştır -çn), 1986'da Wolfgang Heise ile (d. 1925-ö. 1987, Doğu Almanyalı bir filozof. Doğu Berlin'deki Humboldt Üniversitesi'nde profesörlük yapmıştır -çn) yaptığı bir röportajda, "Ölmüşlerle konuşmaktan, bu ölenlerle birlikte toprağa gömülen geleceğin nasıl bir şey olduğunu onlar bize söyleyinceye kadar vazgeçilmemelidir" demişti. Batı Almanya Federal Cumhuriyeti'nde ise, ilk defa 1970'te Dieter Forte, bu düşünceyle "Martin Luther & Thomas Müntzer oder Die Einführung der Buchhaltung" ("Martin Luther ve Thomas Müntzer veya Bir Hesaplaşmaya Giriş") adlı bir tiyatro oyunu kaleme almıştır.

- Bir Umut Kıvılcımı

Sosyalist Birlik Partisi SED, Köylüler Savaşı'nın 450. yıldönümünde Thomas Müntzer hatırasına 1975 yılını bir anma yılı ilan etmeyi planlamış, böylece onun bıraktığı mirası, kesin biçimde Doğu Almanya'ya atfetmek istemişti. Partinin Politbürosunun kararından sonra Kültür Bakanlığı, 1525 olaylarının final sahnesinin geçtiği Frankenhausen şehrindeki Schlachtberg'te sergilenmek üzere, Sovyet anıtsal dioramalarına (Diorama, bir drama sahnesinin veya gerçek bir olayın, büyük veya minyatür boylarda üç boyutlu modellerle rekonstrüksiyonudur. Bunlar bazen bir müzede cam bir vitrinin içinde sergilenir -çn) benzer, panoramik bir resim siparişi verdi. Uzun görüşmeler sonunda bu proje için seçilen Leipzig'li ressam Werner Tübke, belgesel tarzda bir resim yapmayacağı ve çalışmasının konu bağlamını oluşturmada ve tasarımında özgür bırakılması şartıyla bu işi üstleneceğini iletti. Daha önce başka ünlü ressamların bu teklifi reddetmesi ve sürenin daralması nedeniyle, onun ileri sürdüğü her iki şart da parti tarafından kabul edildi.

Bunun üzerine Tübke, 1979'dan 1989'a kadar, üzerinde üç binden fazla figürün yer aldığı, 14 metre yüksekliğinde ve 123 metre uzunluğundaki panorama üzerinde durmadan çalıştı ve sonunda isyanın dioramal modeli, 1989'un, Müntzer'in dünyaya geldiği sanılan 14 Eylül günü, onun 500. doğum yılı hatırına halka sunuldu. Oysa bundan tam iki ay önce, Saksonya ve Thüringen sokaklarında başka türden bir halk hareketi başlamıştı. (Öncekiyle aralarındaki en bariz fark -çn), bu seferkinde hiç kan dökülmemesiydi. Yine de Werner Tübke'nin üç boyutlu tablosu, onu gören pek çok izleyicinin yüzünde, kendilerini her gücün üstünde ve ebedi sanan imparatorlukların sonuna ilişkin alegorik bir istihza bırakmıştı. Zira, Leipzig'li ressam, ona siparişi verenlerin istediği ve düşündüğü gibi, "Almanya'daki Erken Burjuva Devrimi"ni değil, sonuçları 1525'ten 1918'e veya 1933'ten 1989'a kadar uzanan Almanya'daki ilk "Proleter Devrimi"nin kıyametane gerçekliğini resmetmişti. Onun bu büyüleyici gerçekçiliği, bu yüzden hâlâ, bir yandan şimdiki zamana aitmiş gibi, öte yandan ise, tüm zamanların ötesindeymiş gibi bir etkilenim bırakabilmektedir.

Bu durum, filozof Walter Benjamin'in, (daha bunlar olmadan çok önce -çn) 1940'ta yazdığı "Tarih Kavramı Üzerine" adlı kitabındaki tezlerinde dile getirdiği önemli bir uyarıyı anımsatır: "Tarihsel materyalizm açısından söz konusu olan şey, tarihin kritik anlarında kendini birdenbire tarihsel öznenin ellerine bırakan geçmişin bir resmini yakalamaktır. Aslında tarihte böylesi kritik anlar hem onu reddeden halihazırdakinin hem de bu kritik anı kabul edip ona 'sefa geldin' çekenlerin varlığını bir arada tehdit eder. Zira, her ikisi için de tarihte kritik anların sonucu, aynı yere çıkabilir. Bu ise, kendini egemen sınıfın bir aracı olarak bulmak olasılığıdır. (…) Şu söyleyeceğim gerçekten başarıyla çıkabilen umut kıvılcımını, geçmişin içinde tutuşturma yeteneğine, sadece şu gerçeği bilen tarih yazıcıları sahiptir: Şayet yenilmişlerse, ölüler bile düşmanlarından güvende olmazlar. Ve bu türden düşmanlar, halâ yenmekten bıkmamıştır."

26 Mayıs 2025 Pazartesi

Kitap II: Mantık

MB: Materyalist Diyalektik Teori adlı makalemi kuantum fiziğiyle ilgili bölüm ekleyerek, Mao Zedong'un diyalektik mantığa özgün katkısını anarak, doğadan ve toplumdan yeni örnekler vererek ve daha fazlasını yaparak zenginleştirmiş bulunuyorum.

Klasik Mantığa Giriş (Notlar)'la birlikte bir e-kitap formatında okura sunuyorum. Bu "kitap II".

Planım şudur:

Kitap I: Marksizm (Marksizm nedir?, FÜTA, TMDD, MM)

Kitap II: Mantık (MDT, KMG, Ekler)

Kitap III: Toplumbilim (TRK, Yabancılaşma, HT, KKD, İRT)

Kitap IV: Sosyalizm (SDT, Demokrasi Mücadelesi mi, Sosyalizm mücadelesi mi?, vd.)

Kitap II: Mantık'ı indirip, okumanız dileğiyle... Format/biçim eksikleri veya hatalarını, içerik eleştirilerinizi iletmeniz, beni sevindirir.

Bağlantı adresi:

https://drive.google.com/file/d/1pGO77UCKS6mBVbIoFlOst0jhG8auofUv/view?usp=sharing

23 Mayıs 2025 Cuma

İlk Eşitlikçi Topluluklar (İlkel Komünizm)

Mahmut Boyuneğmez

Giriş

İnsanlık tarihinin başlangıcındaki avcı-toplayıcı topluluklar, tarihsel materyalizm çerçevesinde genellikle “ilkel komünizm” ya da “ilkel komünal toplum” olarak adlandırılmıştır. Ancak bu toplulukların temel niteliği, sınıfsal eşitsizliklerin bulunmaması olduğundan, “ilk eşitlikçi topluluklar” terimi daha uygun bir tanımlama sunmaktadır. Bu toplulukların maddi yaşam koşullarını, toplumsal organizasyonlarını, mülkiyet ilişkilerini ve devlet olgusuyla ilişkilerini kısaca değerlendirmek, komünizmle olan benzerlikleri ve farklarını incelemek istiyoruz.

İlk Eşitlikçi Toplulukların Özellikleri

İlk eşitlikçi topluluklar, insanlık tarihinin Paleolitik ve erken Neolitik dönemlerinde ortaya çıkan avcı-toplayıcı topluluklardır. Bu topluluklar, oba ve klanlardan oluşan kabile birimleri şeklinde örgütlenmiştir. “İlk” nitelemesi, bu toplulukların insanlık tarihinin en erken dönemlerinde yer almasını ifade ederken, “ilkel” terimi, üretici güçlerin ve toplumsal organizasyonların görece basit ve gelişmemiş yapısına işaret eder. Ancak “toplum” terimi karmaşık sosyal, ekonomik ve politik yapıları anlattığından, bu topluluklar için “toplum” yerine “topluluk” terimini kullanmak daha uygundur.

Bu toplulukların maddi yaşamı, avcılık, balıkçılık ve yiyecek toplayıcılığına dayalıydı. Üretici güçlerin sınırlılığı, artık-ürün üretimini imkânsız kılmış ve bu durum, sınıfsal eşitsizliklerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Antropolojik çalışmalar, bu toplulukların çoğunda kaynakların paylaşımının eşitlikçi bir şekilde gerçekleştiğini gösterir. Örneğin, !Kung San topluluklarında, avlanan etin paylaşımı sıkı sosyal normlarla düzenlenir ve bireylerin birikim yapması engellenir [1]. Ancak, tüm topluluklar tam anlamıyla eşitlikçi değildi; bazı topluluklarda, özellikle kaynak bolluğunun olduğu bölgelerde, liderler veya yaşlılar gibi belirli bireylerin besin dağıtımı üzerinde sınırlı bir kontrolü olabiliyordu [2]. Yine de genel bir soyutlama olarak, bu topluluklar “eşitlikçi” olarak nitelendirilir, çünkü artık-ürün olmadığından sınıflaşma mümkün değildi.

“Komünal” Kavramındaki Sorun

“Komünal” terimi, ilkel topluluklarda ortaklaşa avlanma ve yiyecek toplama pratiklerini ifade eder. Ancak bu ortaklaşmacılık, geleceğin komünist toplumuyla yalnızca özsel düzeyde benzerlik taşır. İlkel topluluklardaki ortaklaşmacılık, bireylerin hayatta kalmak için birbirine bağımlı olmasından kaynaklanan bir zorunluluktur. Örneğin, bir avcı-toplayıcı toplulukta, bireylerin avcılık veya toplayıcılık faaliyetlerine katılmaması durumunda topluluğun hayatta kalma şansı azalırdı. Bu nedenle, ortaklaşmacılık, özgür bir tercih değil, maddi koşulların dayattığı bir zorunluluktu. Komünizmde ise iş birliği, bireylerin özgür iradesine dayalıdır. Komünizmde üretici güçler ileri düzeyde gelişmiş olsa bile, bireylerin birbirine toplumsal bağımlılığı devam eder (herkes birbiri için üretim yapar). Aralarındaki bu fark, “ilkel komünizm” kavramının kullanımını sorunlu hale getirir; çünkü bu terim, ilkel toplulukların zorunlu ortaklaşmacılığını, komünist toplumun özgür ve gönüllü iş birliğiyle karıştırma riski taşır.

İlkel Topluluklar ile Komünizm Arasındaki Farklar

Komünizm, üretici güçlerin kapitalizm altında ulaştığı düzeyin ötesine geçen muazzam bir gelişmişlik, zorunlu çalışmanın en aza inmesi, bireylerin çok yönlü gelişimi ve gönüllü iş birliği ile tanımlanır. İlkel topluluklar ise bu özelliklerden yoksundur. Komünizm ile ilk eşitlikçi topluluklar arasındaki farklar şunlardır:

  • Üretici Güçler ve İş bölümü: İlkel topluluklarda üretici güçler son derece sınırlıdır. Avcılık ve toplayıcılık, temel geçim kaynaklarıdır ve toplumsal iş bölümü henüz gelişmemiştir. Örneğin, cinsiyete dayalı bir iş bölümü gözlense de (erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapardı), bu iş bölümü toplumsal sınıflara yol açmaz [3]. Komünizmde ise iş bölümü tamamen aşılır. Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde, komünist toplumda bireylerin “sabah avcı, öğleden sonra balıkçı, akşam eleştirmen” olabileceğini, yani çok yönlü faaliyetlerde bulunabileceğini belirtir [4]. Bu, ilkel topluluklardaki sınırlı üretici güçlerle mümkün olmayan bir durumdur.
  • Bağımlılık ve İş birliği: İlkel topluluklarda bireyler, hayatta kalmak için birbirine muhtaçtır. Örneğin, antropolojik çalışmalarda, çalışamayacak durumda olan bireylerin (yaşlılar, engelliler) veya yetim çocukların ilkel topluluklarda hayatta kalma şansının düşük olduğu belirtilir [5]. Bunun nedeni, topluluğun üretim kapasitesinin yalnızca aktif bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olmasıdır. Komünizmde ise üretim kapasitesi, tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yüksektir ve iş birliği, zorunluluk değil, özgür irade temellidir. Bu, komünist toplumun bireylerin özgür gelişimini destekleyen bir yapıya sahip olduğunu gösterir.
  • Bireylerin Zenginliği ve Yaratıcı Potansiyel: İlkel topluluklarda bireylerin yaratıcı potansiyelleri, maddi koşulların sınırlılığı nedeniyle oldukça kısıtlıdır. Örneğin, bir avcı-toplayıcı, tüm enerjisini hayatta kalmaya harcar ve sanatsal, bilimsel veya kültürel üretim için çok az zamanı kalır. Komünizmde ise tarih boyunca biriken zenginlikler (bilim, sanat, teknoloji) toplumsallaştırılır ve bireyler, bu zenginliklerden yararlanarak çok yönlü bir gelişim gösterir. Marx, komünist toplumda bireyin “çok yönlü insan” olarak gelişeceğini vurgular [6].
  • Artık-Ürün ve Eşitsizlik: İlkel topluluklarda artık-ürün olmadığından sınıfsal eşitsizlikler ortaya çıkmaz. Ancak bu durum, üretici güçlerin yetersizliğinden kaynaklanır. Komünizmde ise artık-ürün, toplumsal ihtiyaçları karşılayacak şekilde toplumsallaştırılır ve bireylerin özgür gelişimi için kullanılır. Bu durum, ilkel topluluklardaki eşitlikçiliğin maddi temelleriyle komünist toplumun eşitlikçiliğinin temelleri arasında temel bir fark olduğunu gösterir.

·   Antropolojik çalışmalar, ilkel toplulukların eşitlikçi yapısının, yalnızca maddi koşullarla değil, aynı zamanda kültürel normlarla da şekillendiğini gösterir. Örneğin, Hadza topluluklarında, bireylerin birikim yapmasını engelleyen sosyal normlar, eşitlikçi paylaşımı destekler [7]. Ancak bu normlar, zorunlu bir ortaklaşmacılığa dayanır ve bireylerin özgür iradesinden çok, hayatta kalma gereklilikleriyle şekillenir. Komünizmde ise eşitlik, bireylerin özgürce katıldığı bir toplumsal düzenle sağlanır.

Mülkiyet İlişkileri

İlk eşitlikçi topluluklarda bireysel mülkiyet (örneğin, kişisel eşyalar, aletler) bulunabilir, ancak özel mülkiyet (toprak veya üretim araçları üzerindeki mülkiyet) mevcut değildir. Bu durum, üretici güçlerin artık-ürün oluşturacak kapasiteye sahip olmamasından kaynaklanır. Örneğin, !Kung San topluluklarında, avcılık aletleri bireysel olarak kullanılabilir, ancak bu aletler özel mülkiyet olarak birikime veya sömürüye yol açmaz [8]. Komünizmde ise özel mülkiyet, üretim araçlarının ve toprağın toplumsallaştırılmasıyla aşılır. Bireysel mülkiyet eşyaları (örneğin, giysiler, kişisel eşyalar) ise varlığını sürdürür. Bu yönüyle, ilkel topluluklar ve komünizm arasında mülkiyet ilişkileri açısından bir benzerlik bulunmaktadır; ancak bu benzerlik, farklı maddi koşullar altında ortaya çıkar. İlkel topluluklarda özel mülkiyetin olmayışı, üretici güçlerin yetersizliğinden kaynaklanırken; komünizmde özel mülkiyetin aşılması, üretici güçlerin yüksek düzeyde gelişmişliği ve toplumsal ilişkilerin dönüşümüyle mümkündür.

Devlet ve Toplumsal Örgütlenme

İlkel topluluklarda devlet bulunmaz, çünkü sınıfsal karşıtlıklar ve artık-ürün yoktur. Toplumsal ilişkiler, kabile birimleri, gelenekler ve karşılıklı bağımlılık aracılığıyla düzenlenir. Örneğin, Lewis Henry Morgan, Iroquois kabilelerinde karar alma süreçlerinin topluluk temelli ve eşitlikçi olduğunu belirtir [9]. Komünizmde ise devlet, toplumsal ilişkilerin organizasyonu olarak varlığını sürdürür, ancak toplumla özdeşleşerek sönümlenir. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, devletin sınıfsal çelişkilerin bir ürünü olduğunu ve komünist toplumda bu çelişkilerin ortadan kalkmasıyla devletin sönümleneceğini savunur [10]. Bu, ilkel topluluklardaki devletsizlikten farklı bir durumdur; ilkel topluluklarda devlet gelişmemişken, komünizmde devlet, toplumsal ilişkilerin dönüşümüyle “sönümlenir”.

Sonuç

İlk eşitlikçi topluluklar, insanlık tarihinin başlangıcındaki avcı-toplayıcı topluluklar olarak, sınıfsal eşitsizliklerin bulunmaması nedeniyle “eşitlikçi” olarak nitelendirilir. Ancak “ilkel komünizm” kavramı, bu toplulukların zorunluluk temelli ortaklaşmacılığını, komünist toplumun özgür ve gönüllü iş birliğiyle karıştırma riski taşır. İlkel topluluklar, üretici güçlerin sınırlılığı nedeniyle özel mülkiyete ve devlete sahip değildir; komünizmde ise bu unsurlar, tarihsel süreçte aşılır. İlkel topluluklarla komünizm arasındaki benzerlikler özsel düzeyde kalır ve maddi koşullar açısından derin farklılıklar içerir. Antropolojik bilgiler ve tarihsel materyalist perspektif, bu toplulukların eşitlikçi yapısını anlamada önemlidir. Ancak komünist toplumun, ilkel toplulukların maddi ve toplumsal sınırlılıklarını aşan bir vizyon sunduğu açıktır.

Kaynaklar

  • Engels, F. (1884). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. (Çev. K. Somer). Sol Yayınları.
  • Marx, K. & Engels, F. (1845-46). Alman İdeolojisi. (Çev. S. Belli). Sol Yayınları.
  • Morgan, L. H. (1877). Ancient Society. University of Arizona Press.
  • Lee, R. B. (1984). The Dobe !Kung. Holt, Rinehart and Winston.
  • Woodburn, J. (1982). “Egalitarian Societies.” Man, 17(3), 431-451.
  • Marlowe, F. W. (2010). The Hadza: Hunter-Gatherers of Tanzania. University of California Press.

Dipnotlar

  1. Lee (1984), !Kung San topluluklarında et paylaşımının eşitlikçi normlarla düzenlendiğini belirtir (s. 89-92).
  2. Woodburn (1982), bazı topluluklarda kaynak dağıtımında sınırlı ayrıcalıkların olduğunu tartışır (s. 435).
  3. Morgan (1877), ilkel topluluklarda cinsiyete dayalı iş bölümünün eşitlikçi yapıyı bozmadığını savunur (s. 120-125).
  4. Marx & Engels (1845-46), komünist toplumda iş bölümünün aşılacağını belirtir (s. 53).
  5. Lee (1984), çalışamayan bireylerin hayatta kalma zorluklarını vurgular (s. 95).
  6. Marx (1848), Komünist Manifesto’da bireylerin çok yönlü gelişimini tartışır (s. 27).
  7. Marlowe (2010), Hadza topluluklarında eşitlikçi normları detaylandırır (s. 145-150).
  8. Lee (1984), bireysel mülkiyetin özel mülkiyete dönüşmediğini belirtir (s. 90).
  9. Morgan (1877), Iroquois kabilelerinde topluluk temelli karar alma süreçlerini inceler (s. 130-135).
  10. Engels (1884), devletin sönümlenme sürecini açıklar (s. 167-170).

21 Mayıs 2025 Çarşamba

TARİHTE 'GREV'İN DOĞUŞU

Grev'e, Neden "Grev" (Burada İngilizcesi: "Strike" -çn) Diyoruz?

Dermot Feenan (Londra Üniversitesi, Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi)

İngilizce'den Almanca'ya: Johannes Liess

Almanca'dan Türkçe'ye: Doğan Ağrı

MAR notu: Bu yazı, "Jacobin" adlı hem İngilizce hem Almanca yayınlanan dergide, 1 Mayıs 2020'de yayımlanmıştır.

Üstte: Wollworth'ta çalışan kadın işçiler, haftalık 40 saatlik çalışma süresi için grev yapıyor. Alt-solda: 1899, Hamburg Limanı'nda (İngiltere'deki işçi taşeronlarına benzer -çn), "Gastwirtschaft & amp./ FrühstücksLocal L.W. Schultz" ("L. W. Schultz'un Hızlı Kahvaltı Salonu ve Misafirhanesi -çn) adlı liman bar ve restoranı, diğerleri gibi, bir tür iş bulma kurumu olarak işlev görüyordu. Alt-sağda: "Mengene"leriyle fıçıların üzerinde oturan liman işçileri. Onların etrafında, "limanın kara adamları" denen kömür hamalları. (Hamburg liman grevi, 1899).

Bu sorunun cevabı, ilk kez 250 yıl önce, Londra'da, kendi yarattığı yeni eylem türleriyle işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışında yatıyor. O zamana kadar "yelken indirme" anlamında kullanılan "strike" sözcüğü, bundan sonra, "topluca iş bırakma" anlamına gelmek üzere, İngilizce kelime haznesine girmeye başlamıştı. Londralı kömür hamallarının ve deniz işçilerinin, gemilerin oldukları yerde hareketsiz kalması için kullandıkları "yelken indirme" ("Striking") tekniğine, o günün işçileri tarafından bu sefer "grev" anlamına gelecek şekilde ilk kez başvurulmuştu. İşte, o günlerden beri "Strike" sözcüğü, 1768'in Londra limanlarından, şimdi 2018'de Batı Virginia'nın başkentindeki eylemlere kadar, bütün işçi mücadelelerinin anlam yüklü en sembol sözcüklerinden biri haline geldi.

Ama, bu eylem, işçilerin kollektif biçimde yaptığı ilk eylem değildi elbette. Gerçekten de, 1768 Londra grevlerinden çok daha önce, daha 17. yüzyılın ortalarından itibaren, kuzeydoğu İngiltere'de bulunan Tyne ve Wear prensliklerindeki "Kielciler"in (kömürü kıyıdan gemilere taşıyan omurgasız, yelkensiz teknelerde çalışan deniz işçileri -çn) başvurduğu toplu yelken indirme eylemleri o kadar etkiliydi ki, John Stevenson'ın da (yanlış tespit etmediysem, bir İngiliz sinema yapımcısı ve yönetmeni -çn) dikkat çektiği gibi, Kielciler, "işçi sendikası örgütleyen ilk meslek gruplarından biri" olarak tarih kayıtlarına geçeceklerdi. İngiltere'nin kuzeybatısındaki liman şehri Liverpool'lu denizciler de ücret artışı talebiyle, Aralık 1762'de, bir toplu iş bırakma eylemi yapmışlardı.

Yine, 1765 yılında, kadın ve erkek kömür madencileri de süreli bir iş bırakma eylemi tecrübe etmişlerdi. Son olarak, 1 Nisan 1768'de Sunderland'daki denizciler, gemi direklerini devirerek (böylece yelkenleri indirerek) gemilerin limandan ayrılmasını engellemiş, bu eylemin sonucunda, gemi sahipleri ve gemi kaptanları, denizcilerin ücret artışı taleplerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Aynı yılın Mayıs ayında, bu kez Themse Nehiri boyunca (şehir içi ticari taşımacılıkta -çn) çalışan gemi işçileri, aynı eylem biçimine başvuracaklardı. Ülkenin Kuzey Atlantik kıyısına bakan kuzeydoğusunda başlayan bu türde (yelkenleri indirerek -çn) iş bırakma eyleminin başarı haberi Londra'daki kömür madencilerine kadar ulaştı. İşte, tüm bu işçi eylemleri boyunca, (toplumsal tarihin içine -çn) yepyeni bir kavram doğmuş oldu.

- Kömür Hamalları

(Buharlı motorun endüstriyel üretimi başlatmasıyla birlikte -çn) Londra'nın 18. yüzyılda hızlanan büyümesi, İngiltere'nin kuzeydoğusundaki kömür madenlerinden, sayıları sürekli çoğalan buharlı gemilerle çok daha fazla kömürün de şehre taşınmasını gerektirmişti. Gemilerle önce denizden, sonra nehir üzerinden şehir içlerine taşınan kömür, Themse Nehri'nin kuzey kıyısında bulunan Wapping ve Shadwell'daki nehir limanlarında çalışan kömür hamalları tarafından boşaltılıyordu. Gemilerle yapılan mamul mal ve kömür taşımacılığı, kömür hamallarını işe alıp onlara parça başı ücret ödeyen (ör: sırt sepeti veya fıçı başına -çn) "undertaker" (aracı, komisyoncu, işçi taşeronu -çn) tarafından kontrol edilen, ağır, sıkıcı ve pis bir işti.

Bu aracı taşeronların çoğu, oradaki lokanta ve meyhanelerin de sahibiydi ve hamallara ücretlerini, (ısınmak için verilen kömür doldurulmuş -çn) bir "çuval" veya "fıçı" ile, kendilerine ait lokanta ve barlarda işçilerin içip yediklerini de hesaba katarak ödüyorlardı. (Uzun saatler boyunca -çn) durmadan kömür fıçılarını taşımak, susuzluk yaratan ağır bir işti ve o dönemde suyun nasıl sterilize edileceği bilinmediği için, işçiler genelde, (içindeki alkolün steril hale getirdiği -çn) bira içerlerdi. O zamanlar (12 ila 16 saate varan uzun çalışma süreleri ve işyerlerinin şehre uzaklığı nedeniyle -çn) yeme ve içmenin tek mümkün olduğu bu lokanta ve meyhanelerin de sahipleri olan aracı taşeronlar, kömür işçilerinin ve hamalların hayatlarını idame etmelerini her bakımdan kontrol edebiliyorlardı. Kömür hamallarının çoğunluğunu ise, etnik bakımdan İrlandalı'lar oluşturuyordu. Bunların da büyük bir kısmı, 1762-1763 yıllarında İrlanda'nın güneyinde yaşanan ilk toprak isyanlarından sonra buralara göç eden topraksız köylülerden meydana geliyordu.

Diğer bir kısmı ise, (önceleri soylu kontlardan ekip biçmek için toprak kiralayabilen -çn) köylülerin bu isyanları sırasında, onları savunmak amacıyla şiddete dayalı gizli örgütler kuran İrlandalı "Whiteboys"lardan (beyaz maske giydikleri için "Beyaz Delikanlılar"-çn) oluşuyordu. Bu açıdan, David Featherstone'un da (kendi sözleriyle, küresel jeopolitikalar ile yerel direnişler arasındaki ilişkiler üzerine temel çalışmaların yanında, alt sınıfların ekolojik ulusötesi dayanışma ağlarının oluşumuyla ilgili araştırmalar yapan Glasgow Üniversitesi'nde bir politik tarih profesörü -çn) tespit ettiği üzere, artık Londra'da kömür işçiliği ve hamallık yapan bazı İrlandalı göçmenlerin, daha önce "Whiteboys"ların başvurduğu örgütlenme ve mücadele yöntemlerini şimdi örnek aldıkları söylenebilir. Zira, örneğin, liman ve rıhtımlarda çalışan bu gemi işçileri ve kömür hamalları, tıpkı "Whiteboys"lar gibi, 16 kişilik gruplar halinde çalışıyorlardı. Yani, (tarihteki ilk grev eylemleri, hiç yoktan oluşmamış -çn), burada başlayan toplu işçi eylemlerinin "kolektif örgütü", bir bakıma, önceden mevcuttu.

1758 yılında, taşeronların, taşıma işleri için kullanılan omurgasız, yelkensiz kürekli tekneler üzerindeki tekelini kırmak için hamallar, Parlamento'ya başvurdular ve bunda başarılı da oldular. O güne kadar, bu kürekli teknelerin üretimini taşeron şirketler kontrol ediyor ve bunları, işçilere fahiş fiyatlarla kiralıyorlardı. Öte yandan, taşeron patronlar, 1758'de çıkarılmış olan ücret tarifnamesi yasasını da çok çabuk laçkalaştırmış, onu pratikte işlemez hale getirmişlerdi. Yasanın uygulanmasından sorumlu olan şehir meclisi idare başkanı William Beckford'un bizzat kendisi, (Afrika'dan getirilen -çn) kölelerin çalıştırıldığı Jamaika'da çok büyük şeker plantasyonlarının sahibiydi ve aslında, işçilerin çıkarları lehine (yasal devlet düzenlemeleri -çn) istemeyen yeni sınıf "laissez-faire" (fransızca'dan: bırakın yapsınlar -çn) kapitalistlerini temsil ediyordu.

Londra'nın Doğu Yakası'nda ticaretin ve hafif sanayinin hızlı gelişimi, benzer toplumsal çelişki ve çatışmaların her yerde su yüzüne çıkmasını beraberinde getirmişti. Tekstil ve dokuma sektörünün ekonomik bir kriz yaşadığı 1765'te başlayan "Spitalfields İsyanları" sırasında dokumacı kadın ve erkek işçiler, hayatta kalmaları için gerekli ücretin belirli bir asgarinin altında olmaması istemiyle örgütlenmeye başladılar. Böylece bu işçiler, aslında, işçi sınıfı mücadelesinin bu başlangıç dönemlerinde, yasadışı ve resmi olmayan yollarla tarihin ilk sendikasını örgütlemeye girişmişlerdi. 1765 yılında, (işgüçlerinin ucuzlamasının ve işlerini kaybetmelerinin nedenlerinden biri olan -çn) Fransız ipeğinin ülkeye ithal edilmesine karşı protesto eylemleri düzenlediler. Bu eylem ve isyanlar, 1767'ye kadar inişli çıkışlı devam etti.

1768'de yiyecek darlığının baş gösterdiği Londra genelinde, bu sefer açlık isyanları başladı. Aynı yılın Nisan ayında, gemilere çıkan kömür hamalları, bir dizi grev kırıcısını döverek cezalandırdılar. Kömür madeni işçileri ve hamallar, daha iyi ücret alabilmek için mücadelelerini hiç kesmeden sürdürdüler. Mayıs ayı başlarında, ücret artışına ilişkin yazılı bir yasal güvence alana kadar "işi askıya aldılar". Bütün bunları yaparken, kömürü, şehrin Doğu Yakası'ndan, zengin Batı Yakası'na taşıdıkları atlarını bile hep yanlarına alıyor, böylece, tüm endüstriyel tedarik zincirinin sürekli aksamasına dikkat ediyorlardı. Bu sırada, kömür hamallarının süreklileştirdiği eylemler, diğer gemi ve deniz işçilerini de içine alacak şekilde, daha da büyüdü.

- Gemi ve Deniz İşçileri

1763'te Yedi Yıl Savaşları'nın ("Yedi Yıl Savaşları", Viyana'daki Habsburg hanedanlığından Kutsal Roma Germen imparatoriçesi Maria Theresia'nın, Silezya'yı geri almak için, Rus Çarlığı ve Fransa Krallığı ile ittifak kurarak, Prusya imparatoru II. Friedrich'e karşı başlattığı bir savaş. Bu savaş, daha başlarken, özellikle Amerika ve Hind-Çini kıtasındaki koloniler uğruna İngiltere ile halihazırda savaşmakta olan Fransa ve İspanya başta olmak üzere, İsveç, Danimarka, Hollanda ve bazı Alman dukalıklarını da içine alarak, bir bakıma, 1756'dan 1763'e kadar süren bir proto-dünya savaşına dönüşmüştü -çn) sona ermesinden sonra, çoğu gemi ve deniz işçileri arasında işsizlik baş göstermişti. Var olan işlerde ise ücretler, gemi sahibinden gemi sahibine azalarak değişiyordu.

Mayıs 1768'de deniz işçileri, çeşitli gemi şirketlerince ödenen değişik ücretleri bir araya getirerek, aralarındaki ücret farklarını birlikte tespit ettiler. Bununla kalmayıp, birkaç hafta önce Sunderland'da ücret artışları mücadelesinde başarılı olan meslektaşlarının, sadece "yelken indirme" değil, artık alamayacakları kadar pahalanmış geçim ihtiyaçlarını satan fırın ve kasap dükkanlarının önünde de gösteriler düzenlediğini hatırladılar. Şimdi, Londralı denizcilerin elinde, artık bir kolektif eylem örneği de vardı. Geriye, limandaki tüm gemilerin işgal edilmesi ve "yelkenlerin indirilmesi" kalmıştı. (Topluca gemileri işgal ve yelken indirme eylemiyle gemi işçileri -çn), ücret artışı yapılmadığı sürece, hiçbir geminin yükünün indirilmeyeceği ve gemilerin tekrar sefere çıkamayacağı tehdidinde bulunmuş oluyorlardı.

Bütün bunlarla birlikte gemi ve hamal işçileri, ücretlerinin arttırılması için Parlamento'ya ve belediye başkanlığına da yöneldiler. 11 Mayıs'ta 14.000 işçi, parlamentonun bulunduğu Westminster semtine doğru yürüyüşe geçti. Walter Shelton'ın (1894-1959. Sanayileşme, açlık vb. konularda araştırmalarıyla bilinen ABD'li bir sosyal tarihçi -çn) bildirdiğine göre, "feribotçular, mavnacılar, yük getiren, yük indiren, yük bindiren hamallar, kömürcüler dahil tüm gemi ve liman işçilerini, işlerini askıya almaya ve ücret konusu kararlaştırana kadar işe gitmemeye ikna ettiler." Mayıs ayının ikinci haftasına girildiğinde, bu kez, kömür hamallarını ve denizcileri taşıyan birkaç omurgalı yelkenli tekne, nehrin kenarında bulunan Parlamento binasının önünden geçerek, meclis binasının batısında demir attı ve eylemciler, rıhtımdaki diğer işçileri de oraya çağırdılar.

Bunun üzerine, birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından, diğer işçiler de onlara katılmış oldu ve Wapping'in kuzeyinde açık bir arazi olan Stepney Fields'a ulaştılar. Yol boyunca daha birçok kömür işçisi ve denizci, yürüyüş koluna katıldı. Feribot işçileri ve yük taşıtı sürücüleri gibi başka işkollarındaki işçiler de ya onlara katıldı ya da onlar da greve çıkmakla tehdit ettiler. Böylece, sadece birkaç hafta içinde, İmparatorluk için hayati önemdeki denizaşırı ticaretin ana arteri ve ülke içi tüm ticaretin de neredeyse üçte birlik bir hacmini oluşturan Themse Nehri üzerindeki tüm mal ve mamul akışı tamamen durmuş oldu.

- Tüccara ve Kral'a Karşı

Ancak taşeron firmalar, grevci işçiler karşısında (hemen "yelkenleri indirmediler"-çn). Kömür madencileri, hamallar ve diğer deniz ve liman işçileri arasında eylemle kurulan birliği bozmak amacıyla, Tyneside'dan Londra'ya, grev kırıcıları getirmeye devam ettiler. Tüccarlar ve taşeronlar, daha Mayıs ayı başında denizcilerin ücret artışı talebini reddetmişlerdi. Bu arada hükümet, gemi donanmasından grev yapılan limanlara, savaş gemileri gönderdi. Çatışma, bundan sonra çığırından çıkmaya başladı. Grev kırıcıların gemileri boşalttığı bir esnada çıkan şiddetli çatışmalarda, grev kırıcı bir gemi işçisi hayatını kaybetti. (Devletin buna karşılık-çn) cevabı, çok sert oldu.

Bir gemi işçisinin ölümüyle ilgili olarak dokuz kömür hamalı yargılandı. Bunlardan ikisi, geleneksel infaz yeri olan şehir ortasındaki Tyburn'de hemen asılarak idam edildi. Diğer altı işçi ise, kömür işçilerinin yaşadığı ve çalıştığı yerlerden çok da uzak olmayan Sun Tavern Fields'da asıldı. 50 bin kişinin izlemeye geldiği bu infaz gösterisi için, yüzlerce polis ve asker görevlendirilmişti. Asker ve polis birlikleri, Mayıs ayından Eylül ayına kadar, hiç kesmeden bölgede konuşlu kaldı. İdamlar, gemi ve kömür işçilerinin kararlılığını kırmıştı, ama tüccara ve krala karşı gösterdikleri mücadele ve direniş, hiç unutulmadı ve gelecekte sonraki mücadeleler için hep bir esin kaynağı olmaya devam etti.

- Etkisi Çok Derin Bir Miras

"Strike" (burada "grev" anlamında -çn) sözcüğünün ilk yazılı örneğine, Themse Nehri üzerindeki bütün gemilerin deniz işçilerince engellendiği bu eylemlerden sadece birkaç gün sonra, başka bir meslekten işçilerin (şapkacılar) ücret artışı için (bizzat o kelimeyi kullanarak -çn) "strike" yaptığına dair, o günkü basının yaptığı haberlerde karşılaşıyoruz ("St. James’s Chronicle" ve "The British Evening-Post" gazetelerinin, 7-10 Mayıs 1768 günkü baskılarında). Anlaşılan, aslında denizcilerin mesleki bir teknik terim olarak çoktandır kullandığı yelkenleri "striken" etme fiil sözcüğü, bu sırada Tyneside deniz işçilerinin ücretlerinde artış amacıyla başvurdukları ve sonucunda başarılı da oldukları bir eylemin ismine dönüşerek, grev yapılan kıyı limanlarından, o sırada pahalılaşan gıda fiyatlarından mustarip olan Londra'nın çalışan diğer insanları arasına doğru hızla yayılmıştı. Bu açıdan "strike" kelimesi, işçilerin kolektif olarak yaptığı iş bırakma eylemlerinin adı haline, ilk defa, 1768 baharından sonra gelmeye başladı, diyebiliriz.

Deniz işçilerinin başlattığı "strike"lar, çok geçmeden, Atlantik'in her iki yakasında da yaygınlaşacak ve başka işkolundaki işçilere de ilham kaynağı olacaktı. 1775 yılında, o dönem Büyük Britanya'nın en büyük tersanesi olan Portsmouth'daki gemi yapım işçileri strike yapmıştı, yani greve girmişti. ABD'de, Philadelphia'daki "Federal Society of Journeymen Cordwainers" (Federal Ayakkabı Kalfaları Derneği), ayakkabı işçilerinin ücret seviyelerini korumak amacıyla, istikrarlı ve uzun vadeli biçimde, "Turn Out"lar ("fabrika dışına toplu çıkma" anlamına gelen "dışarıya sürgün") (Türkçe: işi ortasında bırakıp, erken "toplu paydos" yapmak -çn) örgütledi. ABD'de "striken" (burada, yelken indirmek değil, işi durdurmak anlamında "grev yapmak") fiil kelimesinin, ilk kez, 19. yüzyıl başlarında, federasyon çapında örgütlenen bir gösteriyle kendi doruğuna çıkan, işte bu ayakkabıcı eylemleri sırasında kullanıldığı sanılıyor.

Bunlardan önce Londra'da düzenlenen ilk "strike"lar, kömür hamalları ile grev kırıcı gemi işçileri arasındaki ölümcül şiddete varan çatışmalara rağmen, tüm işkollarından işçiler arasında "benzeri görülmemiş düzeyde bir dayanışmanın" oluşabildiğini göstermişti. Grev, birbirinin iyiliğiyle dolmuş işçilerin mücadele potansiyelinin gelişmesinde önemli bir eşiğin geçildiğini ortaya koymuştu ama, gemi işçilerinin, yapılan ücret zammına razı olup iş başına dönmeleriyle bu potansiyel bir süreliğine geri çekildi. Zira, gemi ve diğer liman işçileri, onlardan sonra mücadeleye halâ devam eden kömür hamallarını yarı yolda bırakmışlardı.

Öte yandan, bu toplu işçi eylemleri ve açlık isyanları, Hannover İngiltere’si için ("Hannover İngiltere’si" ile, Stuart Hanedanlığını takiben evlilik yoluyla kurulan siyasi birlik içinde 1714-1901 yılları arasında sık sık Büyük Britanya krallık tacını giyen Alman Hannover Düklüğü kastediliyor -çn) hiç de yeni bir olgu değildi. Zira, bu tür eylem ve mücadeleler, nüfusun çoğunluğunun sorunlarını ve ihtiyaçlarını göz ardı eden eski aristokrasi, yeni toprak sahipleri ve yeni ortaya çıkan sınıf olan tüccar burjuvaların, temsilen Parlamento'ya tam egemen olduğu ve yürüttüğü idari politikalarla halka karşı giderek saldırganlaşan III. George döneminde bile (1760'tan 1820'de ölümüne kadar Büyük Britanya Kralı -çn) kitlesel bir yaygınlık kazanmaya başlamışlardı.

Egemen sınıfların bu toplu eylem ve ayaklanmalara tek yanıtı, sansasyonel idamlar, baskıcı yasalarla isyancıların acımasızca kovuşturulması ve özellikle, (durmadan Londra'ya göçmekte olan kırın -çn) yoksul sınıflarını, (henüz boy veren modern -çn) sanayinin itaatkâr işçilerine dönüştürmeyi amaçlayan yoğun bir askeri baskı oldu. Bu baskı ve şiddet yöntemleri, 1980'lerde İngiltere'de atlı polislerin, grevdeki maden işçilerine coplarla vahşice saldırdığı "Orgreave Hesaplaşması"nda görüleceği üzere, neredeyse günümüze kadar hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı (1979'da İngiltere başbakanı olan Margareth Theacher'ın, pek çok başka sektörde olduğu gibi, devlet mülkiyetinde olan kömür madenlerini kapatma ve özelleştirme politikalarına karşı başlayan uzun süreli maden ve demiryolu işçilerinin eylemleri kastediliyor -çn).

(Yukarıdan bakıldığında -çn), 1768'de ilk defa Londra'nın limanlarında başlayan işçi strike ve grevleri, pek çok açıdan, günümüzün iş ve işçi mücadeleleriyle benzerlikler gösterir. Yine de o zamanki grevleri ilk ve öncü yapan yönler de gözden kaçırılmamalıdır. Bunlara, özellikle gemi ve kömür hamallarının bu mücadelelerde oynadığı oldukça önemli rol ve belirleyici özgün katkıları da dahildir. Yoksulluğa sürüklenmiş İrlanda adasından göç etmiş bu hamal işçiler, (o güne kadar İngiltere anakarasında bilinmeyen -çn) kolektif mücadele ve örgüt biçimlerini, yine İrlandalı "Whiteboys"lardan ilham alarak, tüm İngiltere'nin hayat damarlarına akıttılar. İşte, tam da bu direniş ve örgütlenme biçimleri, daha büyük işçi kitleleriyle sentezleştiği anda, Saray'da köklü varoluşsal korkulara yol açacaktı.

Artık (bazı Avrupa devletlerinin -çn) dünya çapına yayılan ticari çıkarları, 19. yüzyılın ilk yarısında kıta Avrupası çapında yaşanan Jakoben toplumsal mücadeleler ve o sıralar halâ İngiliz kolonisi olan "Yeni Dünya" Amerika'da yükselen bağımsız cumhuriyetçi hareket, kömür hamalları ve liman işçilerinin mücadelelerini, zamanın tüm egemen sınıfları açısından daha da tehdit edici hale getirmişti. Tüm bu tarihsel gerçeklerin gözlerini kararttığı İngiltere'deki aristokratik saltanat, ülkede yeni yeni boy veren her türlü fikir ve akımları zorla bastırmaya ve sürekli hareket halinde kaldıkça her geçen gün daha çok büyüyen mücadelelerinde krala itaatkârlığını kaybeden işçileri, sadece şiddetle tekrar aristokrasinin disiplini altına almaya karar vermişti.

Zira, Londra liman işçilerinin yaptığı ilk grevin başarısı, yeni devrimci sınıf işçilere, özellikle de vasıfsız işçilere, ülke çapında örgütlenme ve kolektif eylem yapma konusunda bambaşka bir özgüven kazandırmıştı. Bu anlamda, yıllar sonra 1889'da yapılan bir diğer grevin (söz konusu yıl, Almanya'nın Hamburg limanında gerçekleşen uzun süreli büyük grev kastediliyor -çn), işçi hareketi açısından oynadığı belirleyici rolü, bizatihi belirtmek gerekir. Bu grevde de 1768'deki kömür hamalları ve gemi işçilerinin gerçekleştirdiği ilk grevin öncü örneği, çok önemli bir rol oynamıştı. Günümüzde "grev" kelimesi, henüz sendikaların mücadele haykırışı olmadan ve E. P. Thompson'ın söylediği üzere (Edward Palmer Thompson, 1924-1993, İngiliz Marksist tarihçi. Christopher Hill ve Eric Hobsbawm'la birlikte aşağıdan tarihin öncülerinden -çn), sınıf dayanışması, işçilerin karakteristik bir özelliğine dönüşmeden çok önce, 18. yüzyılın işte o ilk grevci işçileri, bugünkü işçilerin de mücadelelerine unutulmaz izlerini böyle bırakmış oldular.

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]