8 Mart 2025 Cumartesi

İktidar

Mahmut Boyuneğmez


Kapitalist toplum, insanlar arası bir pratikler ve ilişkiler sistemidir. Kapitalist sistemde toplumsal ilişkilerin iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal boyutları vardır. Bu toplumsal ilişkiler kapitalist sınıf ile proletarya ve ara tabakalar arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri içerir. Kapitalist sınıf, işçi sınıfı ile ara tabakalar üzerinde toplumsal ölçekte oluşan bir iktidara sahiptir. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, diğer sınıf ve tabakalarla olan ilişkileriyle kurulur. İktidar, farklı habituslara/sınıfsal konumlanışlara sahip insanların birbirleriyle olan ilişkileriyle var olur. Dolayısıyla sermayenin toplumsal iktidarının, iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal boyutları bulunur.

Kapitalist devlet, iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal pratikler ve ilişkilerdeki uzanımlarıyla, bu boyutlardaki etkileşimleri ve pratikleriyle kapitalist sınıfın toplumun diğer kesimleri üzerindeki iktidarının oluşumuna katılan bir organizasyon ya da örgütlenmedir. Salt siyasal bir örgütlenme değil, toplumsal ilişkilerin ve pratiklerin diğer boyutlarındaki etkileşimleri ve varlığıyla sermayenin toplumsal ölçekte oluşan iktidarının bir bileşenidir.

İktidar, günlük hayatın pratikleri ve ilişkileri içerisinde hegemonya tesisi yoluyla türemektedir. Sadece baskı, zorlama, cezadan kaçışla değil, ikna olma, onay verme, rıza gösterme, kayıtsızlık ve pasifizasyon, cahil bırakma, sorunlarla boğuşmaktan ve aşırı çalışmaktan başını kaldıramama, meşgale oluşturma, oyalayıcı ve keyif verici etkinliklerin cazibesi gibi yollarla kitleler, kapitalist sistemin işleyişine, onun barındırdığı olumsuzluklara ve karşıtlıklara dair düşünme, duygulanım geliştirme ve eyleme geçme şeklinde itirazda bulunmaktan menedilir. Kapitalist toplumsal formasyonlarda sermayenin toplumsal iktidarı kendini, kitlelerin itaati ve yaşadıkları sorunlara itirazının olmayışı şeklinde gösterir.

Kapitalist sistemde sermayenin toplumsal iktidarı, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki sömürü ilişkisinin sürdürülmesi ve daimi var oluşunu sağlar. Başka bir deyişle, bu iktidarın oluşumu, kapitalist sistemin varlığının devamlılığı için gereklidir. Bu nedenle, kapitalist devlet yanısıra iktisadi, siyasal, ideolojik ve kültürel pratiklerin toplandığı çeşitli hegemonya araçları/yapıları (sendikalar, dermekler, vakıflar, odalar, STK’lar, düzen partileri, spor kulüpleri, sermayenin kültürel organizasyonları vd.) ile hukuksal pratikler ve yapılar, sistemin öğeleri/bileşenleri olarak hep birlikte ve etkileşim içerisinde işlerler. Kapitalist üretim ilişkileri olan işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki sömürü ilişkilerinin sürdürülmesi için sistemin öğelerinin hepsinin birlikte ve etkileşim içerisinde çalışması gerekir.

Bu kavrayış, toplumu bir sistem/bütünlük olarak gören ve bileşenleri arasındaki etkileşim ve ilişkileri gözeten bir yaklaşıma sahiptir. Burada, sömürü ilişkileri sistemin pivotunu/eksenini oluşturur. Bu ilişkiler salt iktisadi olmayıp, patronlarla işçiler arasındaki süreçlere ve pratiklere eşlik eden ahlaki, ideolojik/düşünsel, hukuki ve devletsel boyutlara da sahiptir. Örneğin yasalar ve devlet, her zaman ve yerde sömürü ilişkilerini düzenler ve bu ilişkilerle etkileşim içerisindedir. İşçilerle patronlar arasındaki sözleşmelerin hukuki bir boyutu çoğu durumda mevcuttur. Bu ilişkiler tarafların düşünceleri, duygulanımları ve değer yargılarının, pratikleri içerisinde önemli bir yeri olduğu ilişkilerdir.

Bunlardan şu sonuç çıkar: İşçi sınıfının iktidarı için verilmekte olan mücadelenin hedefi salt siyasal iktidarı ele geçirmek olarak görülemez. Sermaye sınıfının toplumsal iktidarının yeniden üretilemeyecek hale gelmesi için toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarında karşı-hegemonya oluşturan etkinliklere ve pratiklere, organizasyonlara ihtiyaç bulunmaktadır. Sermaye sınıfının toplumsal iktidarının içine gireceği bir hegemonya krizinde, toplumda oluşmuş bulunan alternatif iktidar nüveleri bir öncü parti önderliğinde işçi sınıfı iktidarında gelişip serpilmek için hazır olmalıdır. Bu kriz kesitinde sermayenin toplumsal iktidarı çatlar ve parçalanırken, yeni bir iktidar birçok bileşen organizasyonuyla birlikte eskisinin yerini alır. Böylelikle iktidar sermaye sınıfından, işçi sınıfına el/yer değiştirmiş olur.

Sosyalist devrimde, kapitalist sistemin ekseni olan (temel/altyapı) sömürü ilişkilerinin tasfiyesi gerçekleştirilirken, bununla uyumlu olarak tüm üstyapılar ve toplumsal etkinliklerin ideal boyutu olan ideolojiler âlemi de yeniden yapılanır. Var olan eski yapıların işleyişi ve düzenlenişi parçalanır/yıkılır ve bu yapılar dönüştürülür. Toplumsal ilişkilerin organizasyon biçimleri olan yapılar, yeniden örgütlenir ve işlevlerinde başkalaşımlar olur. Buna devlet organizasyonunun da dâhil olduğunu belirmeye gerek yoktur.

Otorite, iktidar, kontrol [1]

Otorite, isteyerek emirlere uymayı ve lider sayılan aktörün peşinden gitmeyi, liderliğin kabiliyetleri ve toplumsal konumuna kişiler ya da grup tarafından onay vermeyi, fiziksel şiddet uygulaması ya da uygulanacağı iması gerektirmeksizin itaati anlatır. Ebeveyn otoritesi, mesleki otorite (örneğin hastanede hastalara ilişkin hekim otoritesi), ahlaki otoriteler, siyasal lider otoritesi örnektir. Otorite, sevgi, güven, saygı, değer verme gibi duygu ve tutumlarla, menfaatle, bazı durumlarda ise ideolojik bağlılık ve bağlanmayla gerçekleşir.

İktidar ise, insanlar arasındaki egemenlik-bağımlılık ilişkisidir. İktidar, insanlar arasındaki eşitsizlikten doğar. Otoriteden farkı, şiddet uygulama tehdidinin ya da imasının daima var olmasıdır. Toplumsal organizasyonlarda iktidar ilişkileri olabileceği gibi, iktisadi iktidar, askeri kudret/iktidar da vardır ve iktidarların oluşumu ideolojik ve enformatik boyutlarla desteklenebilmektedir. İktidar sadece siyasal iktidara indirgenemez. Fakat kapitalist toplumda sermaye sınıfının toplumsal iktidarının oluşumu ve yeniden üretiminde yer alan toplumsal iktidarın hegemonya yapıları ile çeşitli pratik düzenekler, en önemli ve bu toplum için belirleyici iktidar ilişkilerini anlatır. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, emekçiler üzerindeki baskı uygulama, zorlama, rıza üretme, meşgale oluşturma, oyalama, ideolojik bağlanma, cemaat şeklinde çıkar örgütlerine katılma gibi yollarla sağlanan hegemonyayla oluşturulur. Bir hegemonya krizinin oluşabilmesi için karşı-hegemonya üreten mücadele örgütlerinin emekçiler arasında belli ölçülerde kök salmış olması, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını çatlatarak filizlenmeye başlaması gerekir.

Kontrol, buradaki anlamıyla üretim araçları, silahlar, bilgiler ve toplumsal organizasyonlar üzerinde uygulanan, bunlara erişimi denetleme ve kısıtlama yeteneğidir. Bu kısıtlama ve denetim sayesinde insanlar maniple edilebilir.

[1] Bu bölümdeki üç kavram için yararlanılan kaynak: Şefler Nasıl İktidara Geldiler, Timothy Earle, Versus Kitap, 2013

Not: İktidar ve sosyalist devrim konusunda ileri okuma için önerimiz:

https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2024/09/sosyalist-devrim-tezleri.html

4 Mart 2025 Salı

Ateizm mi, materyalizm mi?

Mahmut Boyuneğmez

Resim: İdeolojiler, öğretiler olarak değil de günlük hayatta insanların yaşamsal etkinliklerinin ideal boyutu (pratikler/tavırlar/davranışlar vd.) olarak kavranırsa; materyalist tutum, davranış ve düşünme kalıplarına sahip olan bir birey, aynı zamanda metafizik inançlara da sahip olabilir. Örneğin her insan, kırmızı ışıkta yolun karşısına geçerse, bir kazaya kurban gideceğini bilir ve bu konudaki tutumu materyalisttir, yine de burçlara, fala, telepati gibi metafizik inanışlara sahip çok sayıda insan vardır. Materyalist felsefi ideoloji, bilimsel düşüncelerle uyumlu bütünlüklü bir “inanç” olduğundan bir materyalist kendini ateist olarak dar bir çerçevede tanımlamayabilir. Bir ateist, materyalist ve hümanist ve aynı zamanda seküler olarak kendini tanımlayabileceği gibi, militan bir ateist olarak sadece dine karşı savaşım verdiğini iddia edebilir. Bir seküler birey, bir deist olarak materyalist/ateist ya da ayrıca hümanist olmayabilir. Tersine seküler bir insan bunların hepsine sahip çıkabilir. Resimdeki inanç/tutum/düşünce ve davranış kalıplarını anlatan ideolojiler arasındaki kesişmeler ve birliktelikler ile farklılıklar bu şekilde kavranmalıdır.

Ateizmin birçok çeşidi olsa da bu çeşitlerin hepsinde gözlenen genel nitelik dine/tanrı inancına referansla kendilerini tanımlamalarıdır. Ateizm dine ve metafizik düşüncelere reddiye, tanrının varlığına dair bir yadsımadır.

Materyalizm, evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç duyulmadan içerdiği olayların, süreçlerin, ilişki ve etkileşimlerin gözlemler ve deneyler yapılarak bilimsel açıdan incelenip kavranabileceğini benimser. Gerçeklik bilinebilirdir ve bilindiği ölçüde üzerinde denetim ve kontrol kurulabilir.

Materyalizmin almış olduğu tarihsel-diyalektik materyalizm formunda, tanrı inancının, metafizik fikirlerin ve dinlerin, toplumsal ilişkiler ve pratikler tarafından nasıl üretildiğine dair, bilimsel araştırmaların sunduğu bilgilerle oluşturulan bir perspektif bulunur. Dolayısıyla materyalizm, kendini din-karşıtlığı, tanrı inancını reddetmeyle sınırlamaz. Materyalizm, ateist bir tavra indirgenemez. Materyalizm, bunun ötesindedir ve bilimle uyumlu bir felsefi anlayış/ideolojidir.

“Tanrı”nın ya da diğer metafizik kavramların nesnel gerçeklikte var olup olmadığına dair bilimsel bir sorgulama/araştırma yürütmek mümkün değildir. Fakat bu inançların toplumlarda/tarihte insanların pratikleri içerisinde ve zihinlerinde nasıl doğup, geliştiklerine, ayrıca yaşamsal etkinlikleri nasıl yönlendirdiklerine dair bilimsel ve materyalist felsefi bir kavrayış bulunmaktadır.

İnsanların yaşam etkinliklerinin ideolojik/ideal boyutunda yer alan dinlerin, her gün yeniden üretimi, temelde insanların doğadaki ve toplumdaki süreçleri şeffaflıkla ve doğrulukla kavrayamamalarına ve yaşamlarını etkileyen bu süreçleri kontrol edememelerine bağlıdır. Yaşamsal etkinliklerin, realist ve bilimsel düşünceleri de doğurduğu görülmelidir. Yani insanlar günlük etkinliklerinde metafizik fikirlerin yanı sıra materyalist/realist fikirler de üretirler ve bilimsel de düşünürler. Elbette gerici bir sınıf olan sermaye sınıfının toplumsal iktidarının korunması ve yeniden üretilmesinde dinlerin ve metafizik ideolojilerin çeşitli yollarla ve yapılar aracılığıyla öğretilmesi, aktarılması, propagandası da gerçekleşmektedir.

Doğadaki ve toplumdaki olguların/süreçlerin, bütün insanlar tarafından, sağduyu düzeyinde bile realist/bilimsel/materyalist bir şekilde kavranışı, tarihin komünizm döneminde gerçekleşecektir. Bu ancak, toplumu bütün üyeleriyle kucaklayacak kolektif bir örgütlenmeyle, devletin toplumsal örgütlenmeyle eşitlenmesiyle ve planlı toplum mühendisliği etkinlikleriyle, toplumsal düzenleniş ve işleyiş (=yapılar) üzerinde kolektif bir denetim ve egemenlik sağlandığında mümkündür.

Komünizme geçiş toplumu olan sosyalizmde, ateizmin ne propagandası yapılır ne de ateizm yaygınlaştırılır. Toplumsal aydınlanma seferberliği dâhilinde bilimsel düşüncelerin ve materyalizmin farklı alanlarda benimsenmesi ve yaygınlaşması doğrultusunda politikalar izlenirken, bireylerin inançlarına tam bir özgürlük ortamı sağlanır. Dinin siyasal ve iktisadi örgütlenmelere referans olmasıysa önlenir.

Tarihteki idealizm ile materyalizm, başka bir görünüm altında dinler ile bilim arasındaki karşıtlık ve mücadele gerçek bir olgudur. Toplumsal etkinliklerde üretilen bu ideolojik/ideal boyutların arasındaki karşıtlığın aşılacağı tarihsel dönemin adı sosyalizmdir. Komünist dünya toplumunda ise, idealizmin ve dinlerin yerini ateizm almayacak, bilimsel düşünceleri, materyalizmi, hümanizmi ve günlük hayatın içindeki bin bir sağduyu öğesini kapsayan realizm, ideolojiler dünyasına hâkim olacaktır. Çünkü metafizik ideolojiler, nesnel/toplumsal dünyanın bir bileşeni ve yaşamsal etkinliklerin ideal boyutu olarak, insanların doğal olmayan/yabancılaşmış ilişkilerinin ve pratiklerinin ürünüdür. Doğadaki ve toplumdaki süreçler büyük oranda denetlendiğinde veya kontrol altına alındığında, toplumun işleyişi kolektif olarak belirlenebildiğinde ve bilimsel kriterlerle düzenlendiğinde, idealizmi, dinleri, mistik inançları ve irrasyonalizmi kapsayan metafizik ideolojiler yeniden üretilemez duruma gelmiş olacaktır.

Not: Bu konuda ileri bir okuma önerimiz şu makaledir:

https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/06/ideolojilerin-realist-teorisi.html

27 Şubat 2025 Perşembe

Yeni Dünya: Açlık nasıl yok edilebilir?

Mahmut Boyuneğmez

Besleyici gıdaların bulunabilirliği ve karşılanabilirliği gibi gıda güvenliğiyle; temiz su, sağlık, eğitim ve sosyal koruma gibi hizmetlerle ilgili birden fazla faktör ile gıda ve beslenme, bakım ve sağlıkla ilişkili pratikler, bireylerin sağlıklı diyetlere ve sağlıklı olma haline ulaşma yeteneklerini ve mekanizmalarını etkiler. Dünyadaki açlığın ve yetersiz beslenmenin temel nedenleri yüksek ve sürekli eşitsizlikler, savaş ve çatışmalar, iklim değişkenliği ve aşırılıkları, besleyici gıdalara erişim eksikliği ile bunların karşılanamaması ve sağlıksız gıda ortamlarıdır. Bu faktörler büyük oranda dünya kapitalist-emperyalist sisteminin yapısal niteliği olan sınıflar arası ve ülkeler arası sömürü ve eşitsizliğe ya da bu niteliğin sonuçlarına işaret etmektedir. Bu konudaki en temel ve kök neden sömürü ve eşitsizliktir.

2023'te küresel yetersiz beslenme yaygınlığı yüzde 9,1 düzeyindedir. Nüfus açısından bakıldığında, 2023 yılında 713 ila 757 milyon kişinin (sırasıyla küresel nüfusun yüzde 8,9 ve 9,4'ü) yetersiz beslendiği tahmin edilmektedir. 2023 yılında 2019 yılına kıyasla yaklaşık 152 milyon daha fazla insan aç durumdadır.

Afrika, açlıkla karşı karşıya olan nüfusun yüzde 20,4 ile en yüksek olduğu bölgedir. Bu oran Asya'da yüzde 8,1, Latin Amerika ve Karayipler'de yüzde 6,2 ve Okyanusya'da yüzde 7,3'tür. Asya 384,5 milyon açla, dünyada açlıkla karşı karşıya olanların yarısından fazlasına sahiptir. Latin Amerika ve Karayipler'de 41 milyon ve Okyanusya'da 3,3 milyon kişi açlık çekerken, Afrika'da 298,4 milyon kişi 2023 yılında açlıkla karşı karşıyadır.

2023 yılında, küresel nüfusun tahmini yüzde 28,9'u (2,33 milyar insan) orta veya ciddi derecede gıda güvensizliğine sahiptir, yani yeterli gıdaya düzenli olarak erişememektedir. Dünya nüfusunun yüzde 10,7'si (864 milyondan fazla insan) ciddi şekilde gıda güvensizliği içerisindedir. Bunun anlamı bu insanların yıl içinde zaman zaman yiyeceklerinin bittiği ve en kötü ihtimalle bir gün veya daha fazla bir şey yemeden geçirdikleri bir durumda bulunmalarıdır. Afrika'daki orta veya ciddi gıda güvensizliğinin yaygınlığı (yüzde 58) küresel ortalamanın neredeyse iki katı iken, Latin Amerika ve Karayipler, Asya ve Okyanusya'da sırasıyla yüzde 28,2, yüzde 24,8 ve yüzde 26,8 düzeyindedir.

Dünyadaki insanların tahmini yüzde 35,4'ü (2,83 milyar insan) 2022'de sağlıklı bir diyeti karşılayamamıştır, 2021'de ise bu oran yüzde 36,4'tür (2,88 milyar insan). Düşük gelirli ülkelerde sağlıklı bir diyet 2022'de 503,2 milyon kişi için ulaşılamaz durumda bulunmaktadır.

Yenidoğanlar arasında düşük doğum ağırlığı yaygınlık oranı 2012'de yüzde 15 ve 2020'de yüzde 14,7 olmuştur. 2030'da yenidoğanların yüzde 14,2'sinin düşük doğum ağırlığına sahip olacağı tahmin edilmektedir.

Beş yaş altı çocuklarda, küresel bodurluk yaygınlığı 2012'de yüzde 26,3 iken 2022'de yüzde 22,3 düzeyindedir. Beş yaş altı tüm çocukların yüzde 19,5'inin 2030'da bodur olacağı öngörülmektedir. Küresel olarak zayıflığın yaygınlığı 2012'de yüzde 7,5, 2022'de ise yüzde 6,8'tür. 2030'da beş yaş altı çocukların yüzde 6,2'sinin zayıf olacağı düşünülmektedir.

En az düzeyde gelişmiş ve emperyalist-kapitalist sistem içerisinde sömürülen bağımlı ülkelerde, beş yaş altı çocuklarda çok daha yüksek bodurluk seviyeleri ile 15-49 yaş arası kadınlarda anemi durumu, ayrıca yetişkin obezitesinde de endişe verici artış bulunmaktadır.

Dünya gıda üretiminin ve tüketiminin durumu

  • Birincil bitkisel metaların küresel üretimi 2021 yılında 9,5 milyar tona ulaşarak 2000 yılından bu yana yüzde 54, 2020 yılından bu yana ise yüzde 2 artış göstermiştir.
  • Küresel tahıl üretimi, mısır üretimindeki yüzde 4,1'lik artışın etkisiyle 2020 ve 2021 yılları arasında 64 milyon ton (yüzde 2,1) artmıştır. Mısır, buğday ve pirinç 2021 yılında toplam tahıl üretiminin yüzde 90'ını oluşturmuştur.
  • Dünya şeker bitkileri üretimi 2020 ve 2021 yılları arasında marjinal bir artış göstermiştir. Şeker kamışı 2021 yılında 1,9 milyar ton ile ana şeker mahsulü olurken, şeker pancarı için bu sayı 2021 yılında 270 milyon tondur.
  • Kök ve yumru bitkilerin küresel üretimi, çoğunlukla manyok ve patates üretimindeki artış nedeniyle 2020 ve 2021 yılları arasında yüzde 1,9 oranında artmıştır.
  • 2021 yılında dünya meyve ve sebze üretimi sırasıyla 910 milyon tona (2020'ye göre yüzde 1,1 artış) ve 1,2 milyar tona (yüzde 1,4 artış) ulaşmıştır.
  • Bitkisel yağlara katkıda bulunan ana yağ bitkileri olan palmiye yağı, soya fasulyesi ve kolza tohumu üretimi 2021 yılında 2020 yılına göre yüzde 2 artarak 859 milyon tonluk bir hacme ulaşmıştır.
  • Tavuk, domuz ve sığır, 2021 yılında 316 milyon ton ile dünya çapında üretilen başlıca etler olmuştur.

Dünya gıda tüketimine ilişkin veriler ise aşağıdaki resimde bulunmaktadır.

Dünya gıda tüketimi (milyon metrik ton)

İnsanlığı gelecekte ne bekliyor olacak?

Günümüzde kapitalist dünyada tarım için dünyadaki bitki örtüsüne sahip arazilerin neredeyse yarısı kullanılmaktaysa da yüz milyonlarca insan aç kalmakta, üstelik tarım ve ilişkili arazilerin kullanımındaki değişiklikler yıllık sera gazı emisyonlarının dörtte birini oluşturmaktadır. 2010'da 7 milyar olan küresel nüfusun 2050'de 9,8 milyara ulaşacağı tahmin edilmekte, toplam gıda talebinin yüzde 50'den fazla, hayvansal gıdalara olan talebin ise yaklaşık yüzde 70 oranında artması beklenmektedir.

Dünya Kaynak Enstitüsü (DKE)’nin 2019 tarihli raporu, “iklimi dengelemeye, ekonomik kalkınmayı teşvik etmeye ve yoksulluğu azaltmaya yardımcı olacak şekilde”, dünyanın, artan gıda taleplerini karşılayarak, ormansızlaşmayı önleyerek, terk edilmiş ve verimsiz arazileri yeniden ormanlaştırarak veya restore ederek sürdürülebilir bir gıda geleceğine ulaşmasını sağlayabilecek bir seçenekler menüsü önermektedir. Bu hedeflere ulaşmak için 2050 yılına kadar üç büyük "açığın" kapatılması gerektiği belirtilmiştir:

▪ Gıda açığı: 2010 yılında üretilen gıda miktarı ile 2050 yılında muhtemel talebi karşılamak için gereken miktar arasındaki farktır. Bu açığın 2010 yılında üretilenden yüzde 56 daha fazla ürün kalorisi olduğu tahmin edilmiştir.

▪ Arazi açığı: 2010 yılındaki küresel tarım arazisi alanı ile 2050 yılında ihtiyaç duyulacak alan arasındaki farktır (ürün/mahsul ve mera verimleri geçmişte elde edilen oranlarda artmaya devam etse bile). Bu açığın 593 milyon hektar, yani Hindistan'ın neredeyse iki katı büyüklüğünde bir alan olduğu tahmin edilmiştir.

▪ Sera gazı azaltma açığı: 2050'de tarımdan ve arazi kullanımındaki değişiklikten kaynaklanan yıllık sera gazı emisyonlarının seviyesinin 15 gigaton (Gt) olacağı tahmin edilerek, küresel ısınmayı sanayi öncesi sıcaklıkların 2°C üzerinde tutmaya yönelik tarımın orantılı katkısını temsil eden 4 Gt'luk hedefle arasındaki fark (11 Gt/yıl), sera gazı azaltma açığı olarak bulunmuştur. Küresel ısınmayı 1,5°C'lik artışın altında tutmak ise, bu 4 Gt'luk hedefe ulaşmayı ve ayrıca yüz milyonlarca hektarın yeniden ormanlaştırılmasını gerektirecektir.

DKE’nin 2050 yılına kadar sürdürülebilir bir gıda geleceği yaratma hedefi

Aşağıdaki resimde DKE’nin tarımsal emisyonları yüzde 70’ten fazla bir oranda azaltacağını belirttiği politikalar ve önlemler görülmektedir.

2050 yılında tarımsal emisyonları yüzde 70’ten fazla oranda azaltacak çözümler

Şimdi DKE’nin önerilerini dikkate alıp, yorumlarımızı ekleyerek, 2050 yılına gelindiğinde yaklaşık 10 milyarlık dünya nüfusu, sürdürülebilir şekilde nasıl beslenebilir sorusuna yanıt arayalım.

Komünist dünya toplumunda 10 milyar insanı beslemek

A) Gıda ve diğer tarım ürünlerine olan talepteki artış azaltılmalıdır.

Talep artışını yavaşlatmak için gıda kaybını ve israfını azaltmak, biyoyakıt üretimini sınırlandırmak ve doğurganlık seviyelerindeki gönüllü düşüşleri hızlandırmak politika önerileri olarak gündeme alınabilir görünmektedir.

1. Günümüzde dünyada insan tüketimi için üretilen gıdanın yaklaşık dörtte biri tüketilmemektedir. 2050 yılına kadar gıda kaybını ve israfını yüzde 25 oranında azaltmak, gıda açığını yüzde 12, arazi açığını yüzde 27 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 15 oranında kapatacaktır. Alınacak önlemler arasında gıda israfını ölçmek, azaltma hedefleri belirlemek, günümüzde “gelişmekte olan” olarak adlandırılan fakat gelecekte komünist dünya toplumunun bileşeni olacak ülkelerde gıda depolamasını iyileştirmek ve son kullanma tarihi etiketlerini basitleştirmek yer alabilir. Bunlara ek olarak komünist dünya toplumunda gıda üretimi, depolaması, işlenmesi, dağıtımı ve tüketimi sırasında meydana gelen kayıp ve israfları önlemek için üretim, depolama, işleme ve dağıtım tekniklerinin iyileştirilmesi, üreticiler ile tüketicilerin bilgi ve bilinçlilik düzeylerinin artırılması, israfların azaltılması yönünde kampanyalar düzenlenmesi de gündeme gelebilir. Taze gıdaları daha uzun süre koruyan organik spreyler ve bitki bazlı sığır eti ikameleri de çözümde kullanılabilecek unsurlardır.

Gıda tedarik zincirinde kayıp ve israf

2. Geviş getiren hayvan eti (sığır, kuzu ve keçi eti) tüketiminin 2010 ile 2050 arasında yüzde 88 oranında artması beklenmektedir. En çok tüketilen geviş getiren hayvan eti olan sığır eti, üretimi kaynak yoğun bir et olup fasulye, bezelye ve mercimek gibi yaygın bitkisel proteinlere kıyasla 20 kat daha fazla arazi gerektirir ve gram başına 20 kat daha fazla sera gazı yayar. 2050 yılına kadar dünya nüfusunun yüksek oranda geviş getiren hayvan eti tüketicisi olacak yüzde 20'sinin 2010 yılındaki tüketimlerine göre ortalama tüketimlerini yüzde 40 azaltmasının, gelecekte tarımsal arazilerin ihtiyaçları karşılamaya yeterli olması ve sera gazı azaltımının istenen düzeyde olabilmesi için gerekli olduğu belirtilmektedir. Geviş getiren hayvan eti tüketiminin 2050 yılına kadar kişi başına günde 52 kaloriye (haftada yaklaşık 1,5 hamburger köftesi) sınırlamanın sera gazı azaltma açığını yarı yarıya azaltacağı ve arazi açığını neredeyse kapatacağı düşünülmektedir. Kuzey Amerika'da bunun için mevcut sığır ve kuzu eti tüketiminin neredeyse yarı yarıya azaltılması gerekmektedir. Komünist dünya toplumunda atılacak diğer adımlar arasında bitki bazlı gıdaların dolaşımının iyileştirilmesi, et ikamelerinin iyileştirilmesi ve bitki bazlı gıdaların tüketimini destekleyen politikaların uygulanması yer alabilir.

 

Geviş getiren hayvan etinin üretimi bitkisel proteinlere kıyasla çok daha fazla arazi gerektirir ve çok daha fazla sera gazı salınımı yapar

3. 2000 yılındaki verilerle Dünya'da hasat edilen tüm biyokütleyi kullanmanın (mahsuller, mahsul artıkları, hayvanlar tarafından yenen otlar ve odun dahil) 2050'de küresel enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 20'sini karşılayacağı öngörülmektedir. Tarım arazilerinde mevcut biyoyakıt üretimi aşamalı olarak durdurulursa, gelecekteki gıda açığı yüzde 56'dan yüzde 49'a düşecektir. Komünist bir dünyada biyoyakıt üretimini sınırlamak gerekmektedir.

4. Gelecekteki öngörülen gıda açığı çoğunlukla nüfus artışından kaynaklanmaktadır ve nüfus artışının yarısının Afrika'da, üçte birinin ise Asya'da gerçekleşmesi beklenmektedir.

Sahra-altı Afrika’da doğurganlık hızı, kadınların eğitim düzeyi ve çocuk ölüm hızı

Komünist dünya toplumda atılacak adımlar arasında, doğurganlık oranlarının gönüllü olarak düşürülmesine yol açan üç tür toplumsal ilerlemenin başarılması yer alır: kız çocuklarına eğitim olanağı sağlamak, üreme sağlığı hizmetlerini herkese ulaştırmak ve ebeveynlerin istedikleri sayıda çocuk sahibi olmak için çok sayıda çocuk sahibi olmalarına gerek kalmayacak şekilde bebek ve çocuk ölüm oranlarını azaltmak.

B) Tarım alanını genişletmeden gıda üretimi artırılmalıdır.

Doğal kaynak kullanımında verimliliğin artırılması hem gıda üretimi hem de çevresel hedeflere ulaşma yolunda atılacak en önemli adım olarak görülmektedir. Bu, mera hektarı başına, hayvan başına (özellikle sığır başına) ve bir kilogram gübre başına mahsul ile süt ve et üretiminin, tarihsel oranların üzerinde önemli ölçüde artırılması gerektiği anlamına gelmektedir. Bugünkü üretim verimliliği seviyelerinin 2050 yılına kadar sabit kalması durumunda, gezegeni beslemek için Dünya’nın kalan ormanlarının çoğunun yok edilmesi, binlerce canlı türünün soyunun bitirilmesi ve Paris Anlaşması'nda yer alan 1,5°C ve 2°C sıcaklık artışı hedeflerini aşmaya yetecek kadar sera gazı emisyonu salınması gerekecektir (diğer tüm insan faaliyetlerinden kaynaklanan emisyonlar tamamen ortadan kaldırılsa bile).

1. Hayvancılık ve mera verimliliğini artırmak gerekmektedir. Hektar başına hayvan yetiştiriciliği ülkeden ülkeye önemli ölçüde değişmektedir ve tropik bölgelerde en düşük seviyededir. Hayvansal gıdalara olan talebin 2050 yılına kadar yüzde 70 oranında artması ve meraların tarımsal arazi kullanımının üçte ikisini oluşturması göz önüne alındığında, mera verimliliğini artırmak önemli bir çözümdür. 2010 ile 2050 yılları arasında hektar başına et ve süt üretiminde yüzde 25 daha hızlı bir artış, arazi açığını yüzde 20 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 11 oranında kapatabilir. Kapitalist dünya sisteminin tam olarak yapamadığı fakat komünizmde gerçekleştirilebilir olan meraların gübrelenmesi, yem kalitesinin ve veteriner bakımının geliştirilmesi, gelişmiş hayvan cinsleri yetiştirilmesi, dönüşümlü otlatmanın uygulamasının yanı sıra bölgeler için verimlilik hedeflerinin belirlenmesi ve üreticilere teknik yardımda bulunulması yapılacaklar arasında yer almaktadır.

2. Gelecekteki verim artışı talebi karşılamak için olmazsa olmazdır. Geleneksel yetiştirme, eş deyişle genetik özelliklere dayalı en iyi performans gösteren mahsullerin seçimi, tarihsel mahsul verimi kazanımlarının yaklaşık yarısını oluşturmuştur. Moleküler biyolojideki/biyoteknolojideki gelişmeler, bitkilerin genetik kodlarını haritalamayı, istenen DNA özelliklerini test etmeyi, mahsul türlerini saflaştırmayı ve genleri açıp kapatmayı daha hızlı hale getirerek ek verim kazanımları için büyük bir olanak sunmuştur. Komünizmde bu olanaklar değerlendirilecektir. Ayrıca darı ve patates gibi mahsuller için kamusal yatırımların önemli ölçüde artırılması yararlı olacaktır.

Hasat edilen alanda bir artışın önlenmesi için gelecekte ihtiyaç duyulan yıllık mahsul verim artışları

3. Toprak ve su yönetiminde iyileştirmeler yapılmalıdır. Özellikle Afrika'dakiler olmak üzere kurak alanlardaki bozulmuş topraklar, dünyanın ekilebilir arazilerinin dörtte birini oluşturabilir. Çiftçiler, toprak ve su yönetimi uygulamalarını iyileştirerek bozulmuş topraklarda (özellikle kurak alanlar ve düşük karbonlu alanlar) ürün verimini artırabilir. Örneğin, tarım ormancılığı veya çiftliklere ve meralara ağaç dikmek bozulmuş arazilerin yenilenmesine ve verimin artırılmasına yardımcı olabilir. 2010 ile 2050 yılları arasında ürün veriminde yüzde 20 daha hızlı bir artış (ürün yetiştirme, toprak ve su yönetimindeki iyileştirmeler sonucunda) arazi açığını yüzde 16 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 7 oranında kapatabilir. Komünist toplumda atılacak adımlar arasında yağmur suyu hasadı, tarım ormancılığı ve kamudaki ziraat mühendislerinden kamusal çiftliklerdeki çiftçilere eğitim desteğinin artırılması yer alır. Çiftçilerin toprak sağlığını yeniden inşa etmelerine yardımcı olan programlar da kamu eliyle uygulanmalıdır.

4. Mevcut ekili arazileri daha sık ekip biçerek, nadasa bırakılan arazileri azaltarak ya da "çift ekim"i (aynı yıl bir tarlaya iki ürün ekimi) artırarak, yeni araziye ihtiyaç duymadan gıda üretimi artırılabilir. Yıllık ekim yoğunluğunu 2050 baz alınarak belirlenen yüzde 87'nin yüzde 5 üzerine çıkarmak, arazi açığını yüzde 14 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 6 oranında daraltacağı belirtilmiştir. Komünizmde kamudaki bilim insanları ve araştırmacılar, ekim yoğunluğu artışlarının en uygun olduğu yerleri belirlemek için su, emisyonlar ve diğer çevresel kısıtlamaları hesaba katarak mekânsal analizler yapmalıdır.

5. 2014 Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli raporu, uyum sağlanmazsa küresel ürün verimlerinin 2050'ye kadar en az yüzde 5, 2100'e kadar ise daha büyük düşüşler yaşayacağını öngörmüştür. Örneğin, Sahra-altı Afrika'nın büyük bölümünde yetiştirme sezonlarının 2100'e kadar yüzde 20'den fazla kısalacağı öngörülmektedir. Ürün verimlerinde yüzde 10'luk bir düşüş, arazi açığını yüzde 45 oranında artıracaktır. Komünist toplumda daha yüksek sıcaklıklarla başa çıkabilecek ürünler yetiştirilmesi, su koruma sistemlerinin kurulması ve büyük iklim değişikliklerinin belirli ürünlerin yetiştirilmesini imkânsız hale getireceği yerlerde üretim sistemlerinin değiştirilmesi gerekebilecektir.

C) Doğal ekosistemleri koruyup onarmalı ve tarımsal arazilerdeki genişleme sınırlanmalıdır.

Dünya ölçeğinde kaynak yoğun tarım ürünlerine yönelik talepte öngörülen büyümenin azaltılması, mahsul ve hayvancılık veriminin artırılabilmesi koşuluyla, sıcaklık artışını 1,5°C’nin altında tutmak için gerekli ölçekte (yani yüz milyonlarca hektar) yeniden ağaçlandırma potansiyel olarak başarılabilirdir.

1. Tarımsal arazi alanlarını genişletmeden ve bir bölgeden diğerine (örneğin ılıman bölgelerden tropik bölgelere) ve bölgeler içinde değiştirmeden, böylelikle sera gazı emisyonlarını ve biyolojik çeşitlilik kaybını artırmadan gıda üretiminin genişleme değil verim artışı (yoğunlaştırma) yoluyla yükseltilmesi sağlanmalıdır. Ormanların, savanaların ve turbalık alanların tarımsal arazilere dönüştürülmesi önlenmelidir. Örneğin Güney Amerika'daki ormansızlaşma büyük ölçüde tarımsal metalar tarafından yönlendirilmektedir. Bu duruma son verilmelidir.

2. Kaçınılmaz ekilebilir arazi genişlemeleri çevresel etkileri en düşük olacak arazilerle sınırlanmalıdır. Buna, sınırlı biyolojik çeşitliliğe veya karbon depolama potansiyeline sahip ancak yüksek gıda üretim potansiyeline sahip araziler dahildir. Komünizmde kamunun tarımsal verimi, biyolojik çeşitlilik ve iklim değişikliği üzerindeki etkileri tahmin etmek için araçlara/algoritmalara ve modellere ihtiyacı vardır ve bunları arazi kullanımlarını planlamak, düzenlemek ve yönetmek için kullanmalıdır.

3. Tarımsal verimi artırma potansiyeli düşük tarım arazileri yeniden ormanlaştırılmalıdır. Bazı durumlarda, arazinin en verimli kullanımı terk edilmiş veya verimsiz tarım arazilerini ormanlara veya diğer doğal yaşam alanlarına geri döndürmek olabilir. Bu, tarımın diğer alanlara kaçınılmaz genişlemesini telafi etmeye yardımcı olabilir.  Brezilya'nın Atlantik Ormanı'ndaki dik eğimli meraları gibi sınırlı iyileştirme potansiyeline sahip düşük verimli tarım arazilerinde bu politika uygulanmalıdır.

4. Turbalıklar korunmalı ve restore edilmelidir. Turbalıkların tarıma dönüştürülmesi, atmosfere büyük miktarda karbon salan drenaj gerektirir. Dünyanın 26 milyon hektarlık drenajlı turbalıkları, yıllık sera gazı emisyonlarının yüzde 2'sini oluşturur. Bunları sulak alanlara geri döndürmek yüksek bir öncelik olmalıdır ki bu sera gazı azaltma açığını yüzde 7'ye kadar kapatacaktır. Küresel tarım arazilerinin sadece yüzde 0,3'ünü kaplayan, hafif tarım yapılan, kurutulmuş turbalık alanların yeniden sulandırılması, bazı marjinal ve iyileştirilmesi zor otlak alanların yeniden ağaçlandırılması iklim değişikliğinin azaltılması için gereklidir. Atılacak adımlar arasında turbalık restorasyonu için kamusal fon ayırmak, turbalık haritalamasını iyileştirmek ve turbalıkların kurutulmasını önlemek yer almaktadır.

D)    Balık arzı artırılmalıdır.

1.     Doğal balıkçılık azaltılmalıdır. 2015 yılında deniz stoklarının üçte biri aşırı avlanırken, diğer yüzde 60'ı maksimum sürdürülebilir seviyelerde avlanmıştır. Doğal balıkçılığın 2010'daki balık avı seviyesini 2050'de koruyabilecek kadar toparlanmasına izin vermek için avlanmanın azaltılması gerekmektedir. Bu, balığa eşdeğer miktarda ürün sağlamak için 5 milyon hektarlık araziyi dönüştürme ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.

Doğal balık stokları giderek artan şekilde aşırı avlanmaktadır

2.     Su ürünleri yetiştiriciliğinin verimliliği artırılmalı, çevresel etkileri iyileştirilmelidir. Doğal balık avlama azaldıkça, su ürünleri yetiştiriciliği üretiminin 2010 ile 2050 yılları arasında balık tüketiminde öngörülen yüzde 58'lik artışı karşılamak için iki katından fazla artması gerekmektedir. Bu iki katlık artış, su ürünleri yetiştiriciliği verimliliğinin artırılmasını ve sulak alanların dönüştürülmesi, yemlerde doğal yolla yakalanmış balıkların kullanımı, yüksek tatlı su talebi ve su kirliliği gibi balık çiftliklerinin mevcut çevresel zorluklarının ele alınmasını gerektirmektedir. Atılacak adımlar arasında balıkların büyüme hızlarını iyileştirmek için seçici üremeye başvurulması, yemlerin ve hastalık kontrolünün iyileştirilmesi, su sirkülasyonunun ve diğer kirlilik kontrollerinin benimsenmesi, yeni çiftlikler için daha iyi mekânsal planlama ve deniz tabanlı balık çiftliklerinin artırılması yer almaktadır.

E) Tarımsal üretimden kaynaklanan sera gazı emisyonları azaltılmalıdır.

Tarımsal üretimden kaynaklanan sera gazı emisyonları hayvancılık, azotlu gübre uygulaması, pirinç yetiştiriciliği ve enerji kullanımından kaynaklanır. Bunların 2050 yılına kadar yılda 7-9 gigaton veya daha fazlasına çıkması öngörülmektedir. Arazi kullanım değişikliğinden kaynaklanan yılda 6 gigaton veya daha fazlası da buna eklenmelidir. Tarımsal üretim kaynaklarından, özellikle de geviş getiren hayvanların enterik fermantasyonundan, gübre, azotlu gübre ve enerji kullanımından kaynaklanan sera gazı emisyonlarını önemli ölçüde azaltacak tedbirler mevcuttur.

1. Yeni teknolojilerle enterik fermantasyon azaltılmalıdır. Geviş getiren çiftlik hayvanları (sığır, koyun ve keçi) küresel tarım arazilerinin üçte ikisini kullanmakta olup, 2010 yılı için tüm tarımsal üretim emisyonlarının yaklaşık yarısından sorumludur. Bu emisyonların en büyük kaynağı "enterik metan" veya inek geğirmesidir. Geviş getiren hayvanların üretkenliğini artırmak, esas olarak kilogram yem başına daha fazla süt ve et üretildiği için metan emisyonlarını da azaltır. Ayrıca, yeni teknolojiler enterik fermantasyonu azaltabilir. Örneğin, mikrobiyal metanı engelleyen bir kimyasal katkı maddesi olan 3-nitrooksipropan (3-NOP), Yeni Zelanda'da test edilmiş olup, metan emisyonlarını yüzde 30 oranında azaltmıştır. Bu tür bileşiklere yönelik kamu araştırmaları genişletilmeli ve işlevsel olanları benimsenerek uygulamaya konulmalıdır.

Daha verimli süt üretimi sera gazı emisyonlarını önemli ölçüde azaltır

2. Geliştirilmiş gübre yönetimiyle emisyonlar azaltılmalıdır. Sınırlı ortamlarda yetiştirilen hayvanlardan gelen gübreden kaynaklanan emisyonlar, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yaklaşık yüzde 9'unu oluşturmuştur. Sıvıları katılardan daha iyi ayırarak, metanı yakalayarak ve diğer stratejilerle gübre yönetimini iyileştirmek emisyonları büyük ölçüde azaltabilir. Kamunun alabileceği önlemler arasında çiftlikleri düzenlemek ve teknolojiyi geliştirmek yer alır.

3. Merada bırakılan gübreden kaynaklanan emisyonlar azaltılmalıdır. Tarlalara bırakılan hayvan dışkıları ve idrarları, güçlü bir sera gazı olan azot oksite dönüşür. Bu yönetilmeyen gübre, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yüzde 12'sini oluşturmuştur. Emisyon azaltımı için azotun azot oksite dönüşmesini önleyen kimyasallar uygulanabilir ve bu süreci doğal olarak önleyen otların yetiştirilmesi gerçekleştirilebilir. Kamu, bu tür kimyasal ve biyolojik nitrifikasyon inhibitörlerine yönelik araştırmaları desteklemeli ve çiftçiler tarafından kullanılmasını sağlamalıdır.

4. Azot kullanım verimliliğini artırarak gübrelerden kaynaklanan emisyonlar azaltılmalıdır. Gübrelerden kaynaklanan emisyonlar, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yaklaşık yüzde 19'unu oluşturmuştur. Küresel olarak, mahsuller gübre olarak uygulanan azotun yarısından azını emmektedir, geri kalanı atmosfere salınmakta veya akıntı olarak kaybolmaktadır. Uygulanan azotun mahsuller tarafından emilen yüzdesini, eş deyişle azot kullanım verimliliğini artırmak, gübreleri ve bunların yönetimini geliştirerek veya gübrelerin bileşimini iyileştirerek azot alım oranını artırmayı ve böylece ihtiyaç duyulan gübre miktarını azaltmayı içerir. Kamu, gübreleri geliştirmeli ve azot kullanım verimliliğini artıran projeler oluşturmalıdır.

5. Emisyon azaltıcı pirinç yönetimi uygulanmalı ve emisyon azaltıcı pirinç çeşitleri yetiştirilmelidir. Pirinç tarlaları, 2010 yılında esas olarak metan formunda olmak üzere tarımsal üretim emisyonlarının en az yüzde 10'una katkıda bulunmuştur. Ancak daha az emisyon ve kaynak yoğun pirinç üretim yöntemleri de vardır. Örneğin, tarla taşkınlarının süresini kısaltmak, metan üreten bakterilerin büyümesini azaltmak için su seviyelerini düşürebilir. Bu uygulama, bazı çiftliklerde su tasarrufu yaparken ve pirinç verimini artırırken emisyonları yüzde 90'a kadar azaltabilir. Bazı pirinç çeşitleri ayrıca daha az metan üretir. Atılacak adımlar arasında, su seviyelerini düşürmek için olanakları belirlemek amacıyla mühendislik analizleri yürütmek, suyu verimli kullanan çiftçiliği yaygınlaştırmak, daha düşük metan üreten pirinç çeşitlerine geçiş yapan yetiştirme programları uygulamak ve pirinç verimini artırmak yer almaktadır.

6. Tarımsal enerji verimliliği artırılmalı ve fosil olmayan enerji kaynaklarına geçilmelidir. Tarımda fosil enerji kullanımından kaynaklanan emisyonlar, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yüzde 24'ünü oluşturmuştur. Tarımda enerji verimliliğini artırmak, güneş ve rüzgâr enerjisine geçmek gerekmektedir. Kullanılan enerji birimi başına emisyonları yüzde 75 oranında azaltmak, sera gazı azaltma açığını yüzde 8 oranında azaltacaktır. Atılacak adımlar arasında düşük karbonlu enerji kaynaklarını ve verimlilik programlarını tarım programlarına entegre etmek ve azotlu gübre üretiminde yenilenebilir enerji kullanmak yer almaktadır.

7. Topraklardaki karbonu hapsetmek için gerçekçi seçenekler uygulanmalıdır. Bu konuda önemli stratejiler arasında ormanların dönüşümünü durdurarak topraklardan daha fazla karbon kaybını önlemek, otlakların ve ekili alanların verimliliğini artırarak toprak karbonunu korumak veya artırmak, tarımsal ormancılığı artırmak ve toprak verimliliğinin gıda güvenliği için kritik olduğu yerlerde karbon oluşturmak için yenilikçi stratejiler geliştirmek yer almaktadır.

F) Moleküler biyolojinin/biyoteknolojinin, ürün ıslahında ve verimi artırmada kullanılması gereklidir.

Tarımsal biyoteknoloji, genetik mühendisliği, moleküler belirteçler, moleküler teşhis, aşılar ve doku kültürü gibi bilimsel araç ve tekniklerin canlı organizmaları (bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar) değiştirmek için kullanılmasını içeren bir tarım bilimi alanıdır. İstenilen özelliklerin belirli bir bitki türünden tamamen farklı bir türe aktarıldığı transgen bitkiler, lezzet, çiçek rengi, büyüme hızı, hasat edilen ürünlerin boyutu ve hastalıklara ve zararlılara karşı direnç açısından istenen özelliklere sahiptir.

Tarımsal biyoteknoloji, çeşitli ürünlerin besin içeriğini iyileştirmek, zararlılara karşı bitkisel direnci artırmak, daha yüksek verim elde etmek, herbisit toleransı geliştirmek, bitkisel hastalıklara dayanıklılık oluşturmak, sıcak ve soğuk koşullara dayanıklılık ile su kullanım verimliliği, azot kullanım verimliliği elde etmek ve tuz toleransı geliştirilmek, toksinleri ve alerjenleri ortadan kaldırmak için kullanılmıştır/kullanılabilirdir. Günümüzde kapitalist tekellerin elinde sermaye birikimi sağlamada ve birçok ülkede çiftçileri bağımlılık altında tutmada işlevli bu teknoloji, komünist dünya toplumunda bu özellikleri nedeniyle yaygın biçimde insanlık yararına kullanılacaktır.

Sonuç

Dünya Kaynak Enstitüsü (DKE)’nin, BM ve Dünya Bankası ile birlikte yürüttüğü çalışmada, çiftçilerin artan Dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için 2050 yılına kadar 2010 yılına kıyasla yüzde 56 daha fazla gıda kalorisi (7.400 trilyon kalori) üretmesi gerekeceği tahmin edilmiştir. Yine 2010 yılındaki küresel tarımsal arazi alanı ile mahsul ve mera verimi geçmişteki oranlarda artmaya devam etse bile 2050 yılında gerekli olan tarım alanının, 593 milyon hektar (Hindistan'ın neredeyse iki katı büyüklüğünde bir alan) daha fazla olacağı öngörülmüştür. 2050 yılında tarım ve arazi kullanımı değişikliğinden kaynaklanması muhtemel yıllık sera gazı emisyonları miktarı 15 gigaton karbondioksit eşdeğeri (Gt CO2e) olarak tahmin edilmiş, küresel ısınmayı 1,5°C'lik artışın altında tutmak için bu emisyonda 4 Gt hedefine ulaşılması ve yüz milyonlarca hektarlık terk edilmiş tarım alanının yeniden ağaçlandırılması gerektiği belirtilmiştir.

Peki bu gereklilikler ve ihtiyaçlar karşılanabilir, aşılması geren engeller üstesinden gelinebilir midir?.. DKE, sorunun çözümü için kapitalist dünya koşullarında reformist politikalar önermektedir. Bize göre bu çözüm önerileri ancak ve ancak komünist dünya toplumunda hızlıca uygulanacak politikalardır. Kapitalist dünya sisteminde insanların ihtiyaçlarının karşılanması yan-üründür ve bilim/teknolojideki gelişmeler, sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldığından gelişim alanları ve hızları sınırlanmakta, insanlık yararına uygulanmaları ve yaygınlaştırılmaları gecikmektedir.

Bilimsel buluşların önemli bir güdüleyicisi insanların merak ve tutkularıdır. Bu tüm tarihte ve gelecekte de yok edilemez temel ve özsel insan niteliğidir. Kapitalist sistemde bilimsel araştırma ve buluşlar için başka bir güdüleyici, sermayenin emek üretkenliğini artırma, teknolojik gelişimi paraya çevirme ve kârını realize etme çabasıdır. Kapitalizmde teknolojik yenilenme ve gelişme işte tüm bu koşullayıcılar yüzünden yaşanmaktadır. Paraya ve kâra çevrilemeyen potansiyel durumdaki ilerlemeler ilgi alanına girmemekte ya da geç girmekte, yaygın şekilde uygulamaya geçişi ise aksamaktadır. Bu sırada çevre tahribatı, iklim değişikliği, açlık, eşitsizlikler, insanların kitlesel katliamı, sermayenin gereksinimleri için kaçınılması gereken olgular olmaktan uzaktır.

Bilim ve teknoloji tüm tarih boyunca insanlığın kolektif olarak yarattığı ortak bir mirastır. Bu ortak mirasın sermayenin hizmetinde olması, günümüzdeki üretiminin sermaye tarafından kontrol edilmesi ve insanlığın çıkarları için kullanımının olanaklı olanın gerisinde bir düzeyde oluşu kabul edilemez. Teknolojinin insanlar tarafından kullanımında eşitsizliklerin oluşu ve toplumun hizmetine olması gerekene göre gecikmeli girişi, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sonucudur.

Tüm insanlar için sürdürülebilir gıda gereksinimlerini karşılamak, açlığı ve yetersiz beslenmeyi gidermek, dünya gıda üretiminin verimliliği artırıp, ihtiyaçları ölçüsünde insanlara dağıtmak ve tarımla ilişkili iklim değişikliğini önlemek amacıyla bugünden geliştirilen bilimsel çözüm önerilerinin ve politikaların uygulanabilirliği, toplumsal ilişkilerin ve toplumla doğa arasındaki ilişkilerin rasyonel şekilde planlanarak düzenlendiği bir toplumda vardır. Kapitalist toplumsal ilişkiler insanlar için ve onların gereksinimlerinin karşılanması açısından, ayrıca insanların doğayla olan uyumunda rasyonel değildir. Bilimsel politikaların dünya çapında planlar dahilinde oluşturulup uygulanması için insanlar arasında eşitliğin olduğu, insanların doğayla ve toplumsal süreçlerle olan ilişkilerinde denetimlerinin maksimum düzeylere çıktığı, eş deyişle yabancılaşmayı yenerek özgürleştiği ve toplumun doğayla olan uyumunun korunduğu yeni bir dünyaya geçiş gereklidir. Bu yeni dünyanın adı komünizmdir.

Not: Makalede “kamu” kavramını, toplum ve devlet olmak üzere her iki anlamıyla kullanmaktayız. Bunun nedeni kısaca şu şekilde açıklanabilir: Toplumsal ilişkilerin sınıfsal belirlenimi komünizmde ortadan kalkacağından, tarihin bu döneminde insanlar arasında gözlenen siyasal egemenlik ve yönetim ilişkileri ortadan kalkar. Bu, siyasal egemenlik, tahakküm ve baskı aracı olarak devletin ortadan kalkması anlamına gelir. Sosyalizm döneminde devlet, bu eski işlevini giderek terk edecektir. Siyasal organizasyon olarak devlet, ancak tüm toplumsal yaşamın örgütlenme biçimi olduğunda sönümlenir ve toplum içerisinde erir. Devlet/devletler, giderek tüm dünya üzerinde yaşayan insanların kolektif bir biçimde, örgütlenerek denetimlerine aldıkları nesnel toplumsal işleri yapar duruma gelecektir. Planlamaların yapılması, üretim süreçlerinin gerçekleşmesi, gereksinimlerin giderilmesi, genç kuşakların eğitimi, yaşlıların ve engellilerin bakımı, çevrenin kendini yenilemesine destek olunması gibi toplum mühendisliği kapsamındaki işler, herkesi kapsayan bir örgütlenmeyle yerine getirilecektir. Kısacası tahakküm örgütlenmesi ve siyasal iktidar yapısı olan devlet/devletler söner ve toplum içerisinde erirken, giderek tüm insanlığı kapsayan bir örgütsel yapılanma yaratılacaktır. Devlet/devletler birliği, tüm insanlığı kapsayan toplum örgütlenmesi olacaktır. Devlet, örgütlü toplumla özdeşleşecektir. Komünizmde devlet, toplumsallaşacaktır, eş deyişle kamusallaşacaktır. Devletin tarihsel olarak aşılması, ancak dönüşümü ve gelişimiyle olanaklıdır. Komünizm “devletsiz” ya da devletin yok edildiği bir toplum değil, devletin aşıldığı bir toplumsal sistemdir.

Yararlanılan kaynaklar:

1. https://research.wri.org/sites/default/files/2019-07/WRR_Food_Full_Report_0.pdf

2. https://openknowledge.fao.org/server/api/core/bitstreams/39dbc6d1-58eb-4aac-bd8a-47a8a2c07c67/content/state-food-security-and-nutrition-2024/executive-summary.html#gsc.tab=0

3. https://research.wri.org/wrr-food/executive-summary-synthesis

4.https://www.wri.org/insights/how-sustainably-feed-10-billion-people-2050-21-charts#:~:text=Thereyüzde 20isyüzde 20ayüzde 20bigyüzde 20shortfall,thanyüzde 20thereyüzde 20wereyüzde 20inyüzde 202010.

5. https://www.statista.com/forecasts/1298375/volume-food-consumption-worldwide

6. https://en.wikipedia.org/wiki/Agricultural_biotechnology

21 Şubat 2025 Cuma

Marksizm nedir?

Mahmut Boyuneğmez

Bilimsel sosyalizm ile Marksizm aynı anlamlara gelir. Fakat Marksist teorik sistemin bilimselliği, bir felsefe olan tarihsel ve diyalektik materyalizmi (=felsefe, bilim değil) içermesi yüzünden, bu felsefi paradigmanın, toplumsal tarihin, üretim biçimlerinin, toplumsal formasyonların, ideolojilerin vd. bilimsel incelemesi sırasında zemin olarak alınmaya, kalkış noktası yapılmaya, referans olmaya uygun olmasından kaynaklanır. Tarihsel-diyalektik materyalizm, somut bilimsel araştırmaların sonucunda soyutlanmış genel felsefi bir paradigmik çerçevedir. Yeni bilimsel incelemelere de kılavuzluk edecek niteliktedir. Bu felsefi paradigma, bilimsel incelemenin kendisi değildir.

Kapitalist üretim tarzının incelenmesi ve buradan kalkarak geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapılması, bilimsel üretimin, devrimcileşmesini getirmiştir. Bu inceleme, bu üretim tarzının aşılması sürecinde devrimci ve pratik bir eleştiriye yol açmıştır.

Siyasetin, mutlak “doğru”ları yoktur. Başka bir deyişle siyaset, bilimsel/teorik bir referansa sahiptir, fakat hangi siyasetin devrimci hangisinin devrimci olmadığı gibi konuların, belirli bir yere kadar bilimsel/teorik çerçeveyle değerlendirilmesi mümkündür. Kanımca Marksist teorik sistem içerisinde siyaset bilimi ya da teorisi olarak nitelenebilecek bir soyutlama alanı vardır, ancak siyasetin belirlenimleri ve etkileşimleri çok yönlü ve dinamik olduğundan, siyasette hangi tarzın/yolun sağlıklı olduğu konusunda nihai karar verici tarihsel süreçlerdir.

Marksizm, sosyalist ideoloji ve siyasetin referans çerçevesidir, bunların alabilecekleri biçimleri sınırlar; fakat Marksizm’le sosyalist siyaset ve ideolojinin somut içerikleri doğrudan belirlenmez.

Marksizm, kapitalizmden komünizme geçişteki dünya görüşüdür. Dolayısıyla devrimci bir dünya görüşü… Marksizmin bir dünya görüşü olmasında materyalizmin ve komünist devrimci perspektifin birbirini bütünleyen ve uyumlu birlikteliği önem taşımaktadır. Ancak Marksizm, bugün için proletaryanın sınıfsal ideolojisi ya da dünya görüşü değildir. Bizim için proletarya, bu dönüşümü gerçekleştirecek tek devrimci sınıf olsa da, gelişkin bir felsefe ve bilimsel teorilerle buluşması ancak geleceğin toplumunun kuruluşu sürecinde toplumsal devrimler döneminde mümkün olacaktır.

Marksizm, “insan toplumunun bilimi” olarak görülemez. Bir kere doktrin, öğreti, bilim gibi nitelemeleri yetersiz kılacak biçimde Marksizmin kapsamında felsefi, bilimsel, siyasal boyutlar uyumlu ve birbirini tümleyecek şekilde bulunur. Bu nedenle Çulhaoğlu Marksizm için “teorik sistem” demeyi önermiştir. Bunu biz de benimsemiş durumdayız. Örneğin, toplumsal tarihin, sanat tarihinin, spesifik bir ideolojinin vb. Marksist teorik sistemin referans çerçevesiyle araştırılıp incelenmesi mümkündür, fakat bu incelemelerin somut bulguları değil, bu incelemelerden süzülen bazı üst soyutlamalar, bu teorik sistemi zenginleştirebilecektir. Başka bir deyişle Marksist antropoloji, Marksist sanat tarihi, Marksist sosyoloji gibi bilimsel çalışma alanları elbette vardır, fakat bunlar antropolojidir, sanat tarihidir, sosyolojidir, Marksizm değil… Öte yandan, Marksizm kapitalizmden komünizme geçiş döneminin salt bilimi değil, bilimsel dünya görüşüdür. Bu devrimci dönemin üzerinde yükseldiğinden, bu bilimsel dünya görüşü devrimcidir. Eğer “ideoloji” terimini dar ve pejoratif anlamıyla kullanmıyorsak, Marksizmin bilim, felsefe ve siyaset teorisi boyutları olan bir ideoloji/dünya görüşü olduğunu görmek gerekir.

Amprik somutlardan soyutlamalara ulaşma ve ulaşılan soyutlamalardan gerçeklikteki etkileşim ve değişim örüntüleri yakalanarak (gerçekliğin diyalektik “mantığı” yakalanarak) düşüncede somut bütünlüğü yeniden oluşturma, toplum bilimleri alanında kullanılan bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntemi Marx örneğin Kapital adlı eserini oluştururken kullanır. Bu yönteme biz diyalektik yöntem denmemesini, bir bilim yöntemi olarak görülmesini öneriyoruz. Bize göre, diyalektik gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektik materyalizm topluma ve tarihe uygulanarak tarihsel materyalizm elde edilmemiştir ve bugün de böyle yaparak materyalist tarih anlayışına katkı sunulamaz. Diyalektik-tarihsel materyalizm, gerçekliğin toplum/tarih ve doğa gibi farklı katmanlarının olduğunu benimser, fakat gerçekliğin materyalist ve diyalektik yorumu, "tarihsel" ve "diyalektik" denilerek, aralarında bağ olmadığı yanılsamasını doğuracak şekilde kompartmanlara ayrılmamalıdır. Materyalist felsefenin geliştirilmesi, doğa ve toplum alanlarında çeşitli bilim dallarının getirdiği yeni bulguların, anlayışların ışığında yapılacak soyutlamalarla olanaklıdır.

Paradigmalar ve Marksizm

Özel ve genel görelilik teorisi, Newtoncu klasik fiziği geçersiz kılmamış, onu kapsayıp aşmıştır. Kuantum mekaniği ise, mikrokozmoz ölçeğinde geçerli yeni bir paradigma oluşturduğu için, klasik fiziğin pabucunu dama atmamıştır.

Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre, bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir. Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla eski bilimsel teoriler yenileri tarafından kapsanarak aşılabilir ve gerçekliğin içerdiği yeni/farklı ilişkilerin kavranmasıyla, eski teoriler göreli olarak geçerliliklerini korumaya devam ederken, yeni teorilerin getirdiği bilgiler bunlara eklenir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut teoriyle/paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin yanlışlanabilirliği, aslında geliştirilebilirlik olarak okunmalıdır.

Doğa bilimleri alanında, paradigmaların kuruluşu öncesindeki “bunalım” dönemini ilk tasvir eden Kuhn’dur. Kuhn, bilimsel ilerlemenin doğası konusunda kısmen sağlıklı değerlendirmeler yapar. Ona göre, bilimsel ilerleme birikimci bir tarzda gerçekleşmez. Bilim tek tek keşif ve icatların birikmesiyle değil, “bilimsel devrim”, “olağan bilimsel faaliyet”, “bunalım” ve “yeni bir paradigmanın kuruluşuyla birlikte gerçekleşen yeni bir bilimsel devrim”[1], dönemlerinin birbiri ardına gelmesiyle ilerler.

“Bilimsel gelişmedeki büyük dönüm noktaları” olan bilimsel devrimlere örnek olarak Copernicus, Newton, Lavoisier, Maxwell, Einstein gibi isimlerin çağrıştırdığı bilimsel başarılar verilir. Örneğin, Copernicus ve Kepler’in, yeni bir paradigma kurarak astronomi biliminin temellerini atmasından önce, astrolojinin ideolojik söylemleri, Tycho Brahe’nin sayısız ölçüm ve gözlemleri bulunur. Bilimsel devrim öncesinde rakip paradigmalar birbirleriyle yarışır. Her biri, inceleme konusu olan fenomenleri kısmen açıklayabilir ve her biri için kendi yapısıyla uyuşmayan gözlemler vardır. İçlerinden biri, temel bir ya da birkaç yasanın ortaya koyulmasıyla, bu fenomenlerin ve aykırı gözlemlerin açıklamasını yapar. Bu paradigma, kendisinden çıkarılan öngörülerin deneyle gösterilmesiyle bilim adamlarını bir süre sonra ikna eder. Çoğu kez bu ikna süreci, eski paradigmayı savunmakta direnen bilim adamlarının dışlanması ya da ölmesiyle ve yeni kuşak bilim adamlarının, yeni paradigmayı benimseyip, bu çerçevede olağan bilimsel faaliyetlerini gerçekleştirmeleriyle tamamlanır.

Yeni paradigmalar, bakılan sürecin, olayın farklı algılanmasını temsil eder. Kuhn bu durumu, bir görsel kalıptan (Gestalt’tan) diğerine atlama örneklerine (genç-yaşlı kadın, ördek-tavşan figürü) benzetir. Yeni paradigma, eskiden kullanılan kavramlar, terimler arasındaki ilişkileri, kavramlar setini ya da ağını, deneylerin düzenlenme biçimini vb. değiştirir. Çoğunlukla, yeni paradigmanın ortaya konması, bunalım belirtilerinin üzerinden birkaç yıldan daha uzun bir süre geçmeden olur. Bir/birkaç keşif, yasa ya da teorinin ortaya konmasıyla beliren yeni paradigmayı, çoğu kez eski paradigmalardan biriyle kendini sınırlamamış, çok dar bir uzmanlık alanı içine girmemiş, genç yaştaki insanlar geliştirir.[2]

Kuhn’un kusuru, saptamalarını toplumsal yapı içerisine oturtmayışı ya da toplumsal ilişkilerle bağlantılı bir şekilde soyutlamalarını yapamayışıdır. Kuhn, bilimsel başarıları, tarihsel dönemlerin genel dünya görüşü çerçevesi içerisinde dikkate almaz. Bilimsel ilerlemenin doğası üzerine geliştirdiği tezlerin, bilimi, sanat ve felsefe gibi alanlarda kaydedilen başarılardan ayırt eden özelliklere işaret ettiğini düşünür.[3] Kuhn, “bunalım dönemleri”nin “bilimsel devrim”le aşılması sürecinde, bir paradigmanın rakip paradigmalara üstün gelmesinden bahsederken, rakip bilimsel yaklaşımları/anlayışları da “paradigma” kelimesiyle adlandırır. Kuhn, “siyasi devrim” ile “bilimsel devrim” arasında biçimsel bir benzerlik, koşutluk bile kurmuştur.[4] Ancak, bilimsel ilerlemeyi, bilim adamları topluluğuyla sınırlı bir “toplumsal” boyutta ele almanın ötesine gidemez. Bize göre, “paradigma”nın anlamını, Khun’un düşündüğünden daha geniş bir kapsama sahip olarak düşünmek gerekir. Ayrıca, bilimsel düşünceleri, diğer alanları (felsefe, siyaset, sanat) da içeren, daha genel bir “dünya görüşü” düzeyinde değerlendirmek de mümkün olabilir.

Khun’un yaklaşımının bizde uyandırdığı çağrışımlara bakalım…

Marx ve Engels’in siyasal iktisat ve tarih alanlarında, ayrıca Fransız devrimi ve 18. yüzyıl materyalizmi üzerine okumaları, görüşlerinin oluşumunda önemlidir. Okudukları eserlerdeki tarih, toplum ve iktisat üzerine olan bilgileri yorumlarlar. Toplumsal ilerlemeyi ve toplumsal fenomenleri değerlendiren bu eserler, birçok realist ideolojik yorumla, yetersiz ve parçalı bilimsel saptama içerir. Kapitalist toplumdaki değişim, toplumsal ilişkilerdeki gelişim bu eserlere yansır. Bu görüşler, toplumsal ilişkilerdeki değişimin, toplumsal bilinç biçimlerinde yansımasını ifade eder. Tümüyle organize edilmemiş, bir sistem dâhilinde bütünleştirilmemiş yığınla bilgi ve ideolojik fikir türetilmiştir.

18. yüzyıldan 1848 devrimine kadarki dönemde Avrupa’da, toplumsal hareketlilikler, devrimci alt-üst oluşlar ve bunlara karşılık gelen düşünsel arayışlar belirgindir. Alman filozoflarının görüşleri, İngiliz ve Fransız iktisatçılarının incelemeleri ve Fransız aydınlarının, politikacılarının, filozoflarının, tarihçilerinin toplumsal, siyasal, felsefi anlayışları, tarih/toplum alanında rakip yaklaşımları oluşturur. Biriken deneyimleri, gözlemleri, toplumsal ilişkilerdeki alt-üst oluşu ve zenginliği, bahsedilen bu yaklaşımlar tümüyle ve tam olarak açıklayamaz. Toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerin nedenleri üzerinde ya yeterince durulmaz ya da bu nedenleri değerlendiren yorumlar eksikli ve yüzeyseldir. Siyaset teorisi-toplum bilim-felsefe alanlarında birçok düşüncenin varlığıyla gözlenen parçalanmışlığı ortadan kaldıran bir “teorik devrimin” ya da yeni bir paradigmanın oluşması için gereken koşullar, tarihsel dönemde mevcuttur.

Avrupa’da orta çağ boyunca, feodal toplumsal üretici güçler-üretim ilişkilerinin gelişimindeki göreli durgunluk, sınıflar arası karşıtlıkların toplumsal ilişkileri ilerleten yönündeki güdüklük, felsefi, siyasal, sanatsal, bilimsel alanlardaki göreli durgunluğa ve karşıtlıkların korunmasına, statükoya yarayan dinsel metafizik ideolojik kalıpların derinleşmesine, yayılmasına yol açar. Toplumsal yaşamda sınıflar arasındaki karşıtlıkların çelişkilere dönüştüğü, eski feodal üretim tarzının çözülüşü ve yeni toplumsal ilişkilerdeki karşıtlıkların, kapitalist üretim tarzı çerçevesinde kuruluşunun gerçekleştiği dönemde, büyük çaplı, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişimle uyumlu ve ilerici siyasal arayışlar, bilimsel, sanatsal, felsefi üretimler oluşur. Bu dönemde bu dört büyük alanda gerçekleşen üretimlerin, geniş bir ideolojik ve bilgi spektrumu gösterdiği doğruysa da ağırlıklı olarak, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişim eğilimine uygun, “realist” temel eğilimler, açıklamalar/yaklaşımlar içermeleri, toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ilerletici yönünü temsil etmeleri yüzündendir. Bu dönemde bunlarla, metafizik, mistik, gerici ideolojik kalıplar ve arayışlar, açıklamalar arasındaki savaşım belirgindir. Örnek olarak, kabaca Büyük Fransız Devrimi’ne kadarki dönemde Avrupa’da, bu dört alanda gerçekleşen büyük atılımlar verilebilir. 16. yüzyıldan Aydınlanma dönemine kadarki tarihsel süreçte Avrupa’da, İngiliz ve Fransız materyalist felsefesini, doğa bilimlerindeki büyük ilerlemeleri, siyasal düşüncelerdeki gelişmeleri ve edebiyat, müzik gibi alt-alanlarıyla beraber sanattaki atılımları düşünmek, bunu görmeye yeter. Bu atılımlar, çeşitli alanlarda ve alt-alanlarda az çok ortak olan özellikleri ve yönleriyle, genel hatlarıyla ilerici bir dünya görüşünün kuruluşunu gösterir. Avukatlardan, hekimlerden, politikacılardan, bilim adamlarından, filozoflardan, aydınlardan oluşan “burjuvazi”nin, bütün bu ilerici üretimleri, onların “eski düzen” (ancien régime)’le oluşturduğu karşıtlıkta, ilerletici kutbu temsil etmeleriyle ilişkilidir. Bu alanlardaki atılımlar ya da “devrimler”, bilimsel aktivitelerdeki devrimlerin yanı başında, “toplumsal devrim”in sanat, siyaset ve felsefe alanlarındaki üst-yapısal bileşenleri olur.

Doğanın birçok temel gücü ve olgusuna egemen olmayı getirecek, doğa bilimlerindeki büyük atılım dönemi Avrupa’da, kabaca “yeni çağ”la birlikte başlar. Toplumların geleceği ve tarihsel akış üzerinde, insani olgular ve süreçler üzerindeyse, bu çağda “bilinçli” bir egemenlik kurulması mümkün değildir. Toplumsal ilişkilerin, ideolojilerin, insani olguların oluşum ve gelişim mekanizmalarını realist bir biçimde açıklamak, ancak bu oluşum ve gelişim üzerinde bir denetim kurma potansiyeli oluştuğunda mümkün olabilir. Komünizm ve tarihsel materyalizm, bu potansiyelin oluşmasıyla birlikte 19. yüzyılda doğar.

Özetle kapitalist üretim ilişkilerinin filizlendiği ve geliştiği bir çağın dünya görüşüne “liberalizm” denirse, bu çağın sanat, siyaset teorisi, felsefe ve bilim alanındaki gelişmeleri, “liberal dünya görüşünü” oluşturmuştur ve bu bir “paradigma”dır… Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin bir evresinde içerdiği karşıtlıklar ise, komünist dünya görüşünün kapsamında Marksist teorik sistemi, toplum bilimlerini, sanatsal ve kültürel üretimleri var etmeye başlamıştır. İşte bu da antagonist “paradigma”dır.

‘Papağan’ ile ‘bulaşık’ Marksizm’in ötesinde…

Marksizm’in oluşumu (genezis), geçmiş tarihsel görüş ve bilgi birikiminin yeni bir dünya görüşü bütünlüğü içerisinde sentezlenerek, yeniden anlamlandırılması sürecini barındırır. Marksizm kendisine devrolan tarihsel görüş ve bilgi mirasını içerip aşmıştır (aufheben’in anlamı budur). Sentezlenme kavramıyla, miras alınan görüş, bilgi ve kavramların eleştirilmesi, ayıklanması, yeniden anlamlandırılması, derinleştirilmesi gibi işlemleri kastediyoruz. Oluşan yeni teorik sistem bir bütünlüktür ve devraldığı kavramları, anlayış ve görüşleri bu bütünlük içerisinde anlamsal olarak dönüştürür.

Marksizm’in Hegel’den, Feuerbach’tan, siyasal iktisatçılardan ve ütopik sosyalistlerin anlayışlarından ayrı bir kulvarda yeni bir dünya görüşü olarak doğuşu ve gelişimini koşullayan temel etken, 19. yüzyıl Avrupa’sının içerisinde bulunduğu tarihsel koşullar ile sınıf mücadeleleridir. Marx ve Engels’in teorik üretimleri, siyasallaşma süreçlerinin, siyaset yapma yollarının içerisinde yer alır. Siyaset dar bir pratikçilik değil, perspektif ve vizyonla, teorik bakış açısıyla yapılan genel bir hayat uğraşısıdır. Marksizm’in oluşumunda, Büyük Fransız Devrimi, 1848 Avrupa burjuva devrimleri ile 1871 Paris Komünü’nün siyaset teorisi kapsamında analizinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzının bilimsel ve dolayısıyla eleştirel incelenişinin, doğa bilimleri alanındaki gelişmelerin felsefi açıdan soyutlanmasının da bir yeri vardır.

Leninizm ise, Marksizm’e siyaset teorisi, öncülük/örgüt teorisi, devrim teorisinde ve emperyalizm çözümlemesiyle katkılar sunup, geliştirmiştir.

“Batı Marksizmi”, 20. yüzyılda Batı Avrupalı aydınların, siyasetten koparak teorisizim hastalığına yakalanmaları olgusunu anlatır. Bu aydınların üretimini sahiplenirken, mutlaka ama mutlaka eleştirel süzgeçlerden geçirmek gerekir. Öte yandan gündeme getirdikleri tüm kavramlaştırmaların sağlıksız olduğu söylenemez.

Günümüze değin Marksizm, faşizm çözümlemeleriyle, kapitalist devletin teorik irdelemeleriyle, sosyalist devletin güçlenirken toplumsal örgütlenmelerle kaynaşması üzerine deneyimlerden yapılan soyutlamalarla, ideolojiler üzerine incelemelerle, diyalektik teoriye yapılan katkılarla, sosyalist toplumda değer yasasının sınırlanması üzerine geliştirilen anlayışla, kültür endüstrisinin incelenmesiyle vd. zenginleşmiştir ve bundan sonra da zenginleşecektir.

“Derin tefekkürle Marksizm’i geliştirelim, ona yeni katkılar yapalım” şeklinde bir amaç, hiçbir sosyalistte bulunmaz. Tarihsel gelişmelerin getirdikleri üzerine düşünme ve bunları anlayıp, politik ve felsefi doğrultu belirleme, yapılacak katkıların güdüleyicisidir. Mevcut Marksist birikim, tarihsel bir ürün olduğundan, toplumsal ilişkilerde özsel değişimler yaşanmadığı sürece, teorik zeminimiz hiç de iğreti değildir. Fakat tam da bu nedenle, toplumsal ilişkilerde ve bilgi birikimlerinde yaşanan gelişmelerin, yeni fenomenlerin değerlendirilip, teorik kavrayış oluşturulması gerekmektedir. Özcesi yaşanan, Marksizm’in içerik olarak zenginleşmesidir.

Tarihsel ve bilgisel gelişmelerin üzerinden yapılması gereken soyutlama görevinde iki uç konumlanış bulunur. Bunlardan biri, “papağan Marksizm’i”dir. Marx, Engels ve Lenin ne yazmışsa, bunları alıntılayıp durmakla meşgul bu konumlanışta, gelişmelerin hakkıyla analizinin yapılamaması, bu analizlerden soyutlanacak kavramlar, ilkeler ve perspektiflere ulaşılamaması söz konusudur. Diğer uçtaysa, sağlam teorik zemin terk edilerek, çoğu durumda sağlıksız kavram ve soyutlamalarla, bir derinlik yakalandığı sanısı vardır. Buna “bulaşık Marksizm” denebilir. Örneğin post-Marksist, post-yapısalcı düşünürlerden yararlanan “sol liberalizm”in “teorik” faaliyeti böyledir… Bu uç konumlardan uzak durulmalı ve sadece Marksist olunmalıdır. Ya da ne “papağan” ne de “bulaşık” olunmadan da Marksist olunabilir.



[1] Bu dizilim, “olumsuzlamanın olumsuzlaması” örüntüsünü anımsatıyor.

[2] Bkz; Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Alan yayıncılık, Üçüncü Baskı, 1991

[3] Thomas S. Kuhn, a. g. e., s. 152-160, 185

[4] a.g. e., s. 105-106

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...