Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

22 Eylül 2025 Pazartesi

İnsan Nasıl İnsan Oldu?

M. İlin ve E. Segal

1.0 Giriş: İnsanlık Tarihinin Motoru Olarak Emek ve Toplum

M. İlin ve E. Segal'in "İnsan Nasıl İnsan Oldu" adlı eseri, insanlık tarihine materyalist bir mercekten bakan kapsamlı bir analiz sunar. Kitap, tarihin akışını bireysel dehaların, kralların veya ilahi müdahalelerin bir sonucu olarak değil; kolektif emeğin, toplumsal örgütlenmenin ve insanın doğa ile girdiği bitmek bilmeyen mücadelenin bir ürünü olarak konumlandırır. Bu yaklaşımın temelinde, eserin ana fikrini oluşturan "insanı insanın emeği yarattı" tezi yatar. Yazarlar, bu tezi insanlığın en ilkel dönemlerinden modern çağın başlangıcına dek takip ederek, alet yapımından dilin gelişimine, toplumsal yapıların evriminden felsefi çatışmalara kadar her tarihsel ilerlemeyi, maddi koşullar ve üretim ilişkileri içerisinde açıklar.

Kitabın anlatı yapısı, ilkel komünal topluluklardan antik medeniyetlere, Orta Çağ feodalizminden coğrafi keşifler çağına uzanan kronolojik bir izleği takip eder. Ancak bu kronolojik yapı, salt bir olaylar dizisi sunmaktan ziyade, her dönemde temel materyalist ve diyalektik ilkeleri aydınlatmak için bir çerçeve işlevi görür. Eser, her tarihsel evrede insanın doğayı dönüştürme çabasının, aynı zamanda insanı ve toplumu nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne serer. İnsanın kendi elleriyle yarattığı "ikinci doğa"nın, yani kültürün, medeniyetin ve bilimin doğuşu, bu diyalektik sürecin en somut kanıtı olarak sunulur.

Bu analizin bir sonraki bölümünde, kitabın en temel başlangıç noktası olan insanın hayvandan insana dönüşüm süreci ve bu sürecin temel dinamikleri olan alet, emek ve dilin yaratıcı gücü derinlemesine incelenecektir.

2.0 İnsanın Doğuşu: Alet, Emek ve Dilin Yaratıcı Gücü

2.1. Bu bölüm, kitabın teorik temelinin atıldığı stratejik bir öneme sahiptir. İlin ve Segal, insanı diğer canlılardan ayıran akıl, dil ve kültür gibi temel özelliklerin doğuştan gelen ayrıcalıklar olmadığını, aksine kolektif emek süreci içinde sonradan kazanıldığını savunur. İnsanlaşma, biyolojik bir sıçramadan çok, insanın doğayla kurduğu maddi ilişkiyi aletler aracılığıyla değiştirmesiyle başlayan uzun ve sancılı bir toplumsal-tarihsel süreçtir. Bu süreç, yalnızca çevreyi değil, insanın kendi biyolojik ve zihinsel yapısını da kökten şekillendirmiştir.

2.2. Kolektif Emeğin Rolü

Yazarlar, bireysel deha mitini yıkmak için Daniel Defoe'nun "Robinson Crusoe" anlatısını eleştirel bir süzgeçten geçirir. Issız bir adada tek başına kalan gerçek denizcinin medeni yeteneklerini korumak yerine yabanileştiğini belirterek, insanın bireysel varoluş içinde insanlaşamayacağını vurgularlar. Kitaba göre, insan eğer tek başına olsaydı "hayvan olarak kalırdı". İnsanı insan yapan ve kültürü yaratan güç, bireysel akıl değil, "milyonların emeğine dayanan insan toplumu"dur. Bu tezin en somut örneği, dev bir mamutun avlanmasıdır. Tek bir insanın altından kalkamayacağı bu görev, ancak planlı, iş birliğine dayalı ve organize bir kolektif emekle mümkündür. Bu zorunluluk hem aletlerin gelişimini hem de insanlar arası iletişimi tetikleyen temel motor olmuştur.

2.3. Düşünce ve Dilin Evrimi

Kitap, dilin ortaya çıkışını da doğrudan kolektif emeğin ihtiyaçlarına bağlar. Birlikte çalışan insanların birbirlerini anlaması zorunluydu ve bu ihtiyaç, Neandertal insanının çene yapısı sesli konuşmaya tam elverişli değilken bile "dilsiz dil" olarak adlandırılan jest dilini doğurmuştur. Başlangıçta iletişim, tüm vücudun, özellikle de ellerin kullanıldığı hareketlere dayanıyordu. Bu ilkel dil, soyut kavramlardan yoksundu ancak somut olayları tasvir etmede oldukça zengindi; av sahneleri, hareketlerle çizilen "canlı birer tablo" gibi canlandırılırdı. Ancak jest dilinin karanlıkta kullanılamaması ve "görme" gibi soyut bir kavramı ifade etmedeki zorluğu gibi ciddi kısıtlılıkları vardı.

İletişim ihtiyacı arttıkça, jestlere eşlik eden sesler giderek daha karmaşık bir yapıya büründü. İlk sözcükler, jestler gibi, somut olayları taklit eden "sesle ifade edilen birer resim" niteliğindeydi. Örneğin, Afrika'daki Eve kabilesinin dilinde "yürümek" fiili için tek bir kelime yoktur; bunun yerine yürüyüşün niteliğini betimleyen "emin adımlarla yürümek" (zu dze dze) veya "küçük adımlarla yürümek" (zo pia pia) gibi çok sayıda varyasyon bulunur. Sesli dilin ortaya çıkışı, iletişimi zamandan ve mekândan bağımsız kılmış ve en önemlisi soyut düşüncenin gelişiminin önünü açmıştır.

Bu bölümde analiz edilen emek, alet ve dil üçgeni, ilkel komünal toplumun temelini oluşturmuştur. Bir sonraki bölümde, bu eşitlikçi yapının nasıl çözüldüğü ve yerini sınıflı medeniyetlere bıraktığı incelenecektir.

3.0 Toplumsal Yapıların Evrimi: Klan Toplumundan Sınıflı Medeniyetlere

İlin ve Segal, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini, yani eşitlikçi ve mülkiyetsiz klan toplumundan, özel mülkiyet, sınıflar ve devlet gibi kurumların doğduğu yeni toplumsal düzene geçişi materyalist bir temelde analiz eder. Bu dönüşüm, ahlaki bir yozlaşmanın veya soyut bir fikrin değil, üretim araçlarındaki gelişmelerin ve yeni iş bölümü biçimlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya konur. Bu geçiş, üretim tarzının (tarım ve hayvancılıkta erkeğin rolünün artması) toplumsal üstyapıyı (matriyarkadan patriyarkaya ve sınıflı topluma geçiş) nasıl belirlediğinin bir örneğidir.

3.1. İlkel Eşitlikçi Toplum: "Eski Dünya" ve Klan Düzeni

Kitap, Avrupalıların Amerika'yı keşfettiklerinde karşılaştıkları Amerika yerlisi toplumlarını, "Avrupalıların çoktan unutmuş oldukları geçmişleri" olarak tanımlar. Bu toplumlar, sınıflı medeniyet öncesi klan düzeninin canlı birer örneğidir. Temel özellikleri şunlardır: toprağın, av sahalarının ve "uzun evler" gibi konutların bireylerin değil, tüm kabilenin ortak malı olduğu ortak mülkiyet; efendi-köle, zengin-yoksul gibi ayrımların olmadığı bir eşitlik anlayışı; tarımı yönetmesi nedeniyle kadının soy ve topluluk içinde (örneğin Net No Kua) büyük saygınlığa sahip olduğu matriyarka (anasoylu düzen).

3.2. Yıkılışın Maddi Temelleri: Mülkiyet, İş Bölümü ve Kölelik

Klan düzeninin yıkılışı, kitabın materyalist açıklamasına göre şu adımlarla gerçekleşmiştir: Hayvanların evcilleştirilmesi ve sabanın icadıyla tarımda erkek gücünün öne çıkması, ekonomik dengeyi erkek lehine değiştirmiştir. Sürü sahibi olmak, biriktirilebilen bir zenginlik (artı-ürün) yaratarak aileler arasında ilk ekonomik eşitsizlikleri doğurmuştur. Kabileler arasında (çiftçiler ve çobanlar) başlayan iş bölümü ve değiş tokuş, özel mülkiyet fikrini yaygınlaştırmıştır. Son olarak, bir insanın emeği hem kendisini hem de sahibini geçindirecek kadar verimli hale gelince, savaş esirleri artık öldürülmek yerine çalıştırılmaya başlanmıştır. "Bir insanın başka birini kendine canlı alet yapması" olarak tanımlanan kölelik, ilk büyük toplumsal bölünmeyi ve sömürüyü ortaya çıkarmıştır.

Bu yeni toplumsal formasyonun doğuşu, üretimi artırırken aynı zamanda insanlığı efendiler ve köleler olarak bölmüştür. Bir sonraki bölümde, bu yeni yapının düşünce dünyasında ve bilimde yarattığı büyük çatışmalar, Antik Yunan örneğinde ele alınacaktır.

4.0 Antik Yunan Düşüncesi: Materyalizm ve İdealizm Çatışması

Antik Yunan'da felsefenin doğuşu, kitaba göre salt entelektüel bir aydınlanma anı değil, aynı zamanda değişen toplumsal yapıların, gelişen ticaretin ve sınıflar arası mücadelenin bir yansımasıdır. Bu bölüm, eserin en temel teorik argümanlarından biri olan materyalizm ve idealizm arasındaki "büyük savaş"ı merkezine alır. Bu savaş, yalnızca soyut fikirler arasında değil, aynı zamanda ilerici ve gerici toplumsal güçler arasında da yaşanmıştır.

4.1. Bilimin Doğuşu: Maddi İhtiyaçlar ve Mitolojiden Kopuş

Bilimin kökenleri, Mısır ve Babil'den alınan pratik bilgilere dayanır; geometri arazi ölçümü ihtiyacından, astronomi ise tarım takvimini ve denizciliği düzenleme zorunluluğundan doğmuştur. Ancak Yunan düşüncesinin devrimci adımı ve gerçekleştirdiği epistemolojik kopuş, bu pratik bilgiyi mitolojik açıklamaların dışına çıkarmasıdır. Miletoslu Thales gibi ilk filozoflar, şu temel soruyu sorarak bilimi dinden ayırmışlardır: "Dünya kimden doğdu?" (mitolojik soru) yerine "Dünya neyden doğdu?" (materyalist soru). Thales'in her şeyin kökenini "su" gibi maddi bir unsura dayandırması, evreni tanrıların keyfi iradesinden çıkarıp doğa yasalarıyla açıklanabilir bir olguya dönüştürme yolundaki ilk büyük adımdır.

4.2. Felsefedeki Büyük Savaş

Kitap, Antik Yunan felsefesini iki karşıt kamp arasındaki bir mücadele olarak sunar. Thales ve Anaksimandros gibi öncülerle başlayan materyalist çizgi, Demokritos ve Herakleitos tarafından bir sisteme dönüştürülürken, karşı kamp idealizmi savunmuştur.

Felsefi Akım

Temsilciler

Temel Argümanlar

Toplumsal Yankısı

Materyalizm

Demokritos, Herakleitos

Her şeyin temelinde madde (atomlar) vardır. Evren sonsuzdur, sürekli bir değişim ve hareket halindedir ("aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz"). Olaylar doğa yasalarıyla açıklanır, tanrılara yer yoktur.

İlerici, ticari sınıfların ve demokrasinin dinamik dünya görüşünü yansıtır. Geleneksel inançlara ve aristokratik düzene meydan okur.

İdealizm

Pythagoras, Platon

Gerçek dünya, maddi dünya değil; sayılar veya idealar gibi değişmez, soyut formlardır. Maddi dünya, bu ideal dünyanın yalnızca bir gölgesidir. Ruh ölümsüzdür ve maddi bedenden üstündür.

Muhafazakâr, aristokrasinin ve eski düzenin sarsılmaz, hiyerarşik ve değişmez yapısını savunur. Demokrasiye ve değişime karşıdır.

Bu felsefi mücadele, gökyüzünde soyut bir fikir savaşı değil, klan toplumunun yıkılışıyla ortaya çıkan efendi-köle, zengin-yoksul ayrımının düşünsel alandaki doğrudan bir yansımasıydı. Bu bağlamda Sokrates'in trajedisi, kitabın perspektifinden ilerlemeden ziyade geçmişe dönük bir arayış olarak yorumlanır. "Sokrates Yanılıyordu" başlığı altında, onun doğa bilimini küçümsemesi, gerçeği sadece insan ruhunda araması ve demokrasiye kuşkuyla yaklaşarak genç aristokratları etkilemesi, materyalist ilerlemeye karşı idealist bir tepki olarak konumlandırılır.

Antik dünyanın entelektüel mirası, bu büyük çatışmalarla birlikte, en büyük köleci imparatorluk olan Roma tarafından devralınacak ve dönüştürülecektir. Bu konu bir sonraki bölümde incelenecektir.

5.0 Roma ve Mirası: İmparatorluk, Çöküş ve Yeni Bir Dinin Doğuşu

Roma İmparatorluğu, bir yandan mühendislik harikaları ve hukuk sistemiyle medeniyetin sınırlarını genişletirken, diğer yandan köleci düzenin en acımasız çelişkilerini ve ahlaki çöküşünü bünyesinde barındırıyordu. Bu bölüm, kitabın Roma'yı nasıl hem bir zirve hem de bir çöküş anı olarak ele aldığını inceler. İmparatorluğun iç çelişkileriyle zayıflaması, Hristiyanlığın bu umutsuzluk koşullarında ezilen kitleler için nasıl kitlesel bir güç haline geldiğini ortaya koyar.

5.1. Bir İmparatorluğun Çelişkileri

Roma'nın gücü ve zenginliği, fetihler ve eyaletlerin acımasızca sömürülmesi üzerine kuruluydu. Servet küçük bir azınlığın elinde toplanırken, toprağını kaybeden özgür yurttaşların dahi önemli bir kısmı yoksullaşmış, devlet bu kitleleri kontrol altında tutabilmek için "parasız ekmek" dağıtmak ve sirk oyunları organize etmek zorunda kalmıştır. Gladyatör dövüşleri toplumun ahlaki iflasının bir simgesi olurken, Spartacus liderliğindeki büyük köle isyanları bu sömürü düzeninin kırılganlığını göstermiştir. Bu derin kriz karşısında Seneca gibi Stoacı filozoflar bile entelektüel bir acizlik içindeydi. Bir yandan gladyatör dövüşlerindeki vahşeti, "kötülük işleyenlerin başına kötülük geleceğini düşünmüyor musunuz, Romalılar?" diyerek tiksintiyle eleştirirken, diğer yandan toplumsal bir çözüm önermek yerine bireysel olarak "kadere katlanmak" dışında bir çıkış yolu bulamamıştır.

5.2. Yeni İnancın Yükselişi

Hristiyanlık, bu umutsuzluk ve çöküş atmosferinde doğup yayılmıştır. Kitabın analizine göre yükselişinin temel nedenleri şunlardır: Başlangıçta "kölelerin, yoksulların ve mazlumların" dini olarak ortaya çıkmış ve bu dünyadaki adaletsizlikten umudunu kesmiş kitlelere, acılarının karşılığını alacakları bir "öbür dünyada ödül" vaat etmiştir. Bu vaat, mevcut düzende hiçbir çıkarı kalmamış milyonlar için güçlü bir çekim merkezi olmuştur. Roma'nın çöküşü ve "barbar" istilalarıyla birlikte antik bilim ve kültür mirası büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu miras, Cassiodorus gibi ileri görüşlü kişilerin kurduğu manastırlar aracılığıyla, dini bir filtreyle de olsa kısmen korunarak karanlık çağlardan sonraki nesillere aktarılabilmiştir.

Roma'nın yıkılışı bir son değil, dünyanın farklı bölgelerinde yeni güç merkezlerinin ve kültürlerin yükseldiği bir başlangıçtı. Bir sonraki bölüm bu yeni merkezleri ele alacaktır.

6.0 Parçalanmış Dünyada Yeni Merkezler: Bizans, İslam Dünyası ve Rusya

Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, medeniyetin sonu anlamına gelmiyordu. Aksine, dünyanın farklı coğrafyalarında, antik bilginin korunduğu ve geliştirildiği yeni ve dinamik merkezler yükseliyordu. Bu bölümde kitap, antik mirasın özellikle İslam dünyasında nasıl yeniden canlandırıldığını ve Rusya gibi yeni halkların tarih sahnesine nasıl çıktığını inceler. Bu süreç, tarihin tek bir merkezden değil, çoklu ve etkileşimli bir akışla ilerlediğini gösterir.

6.1. Doğu'da Yaşayan Miras

Antik Yunan felsefesinin ve biliminin meşalesi, Batı'da sönmeye yüz tutarken Doğu'da yeniden parlamıştır. Bağdat ve Cordoba gibi şehirler kısa sürede dünyanın en önemli bilim ve kültür merkezleri haline gelmiştir. İbni Rüşt (Averroes), El-Biruni ve İbni Sina (Avicenna) gibi Arap bilginleri, Aristoteles başta olmak üzere Yunan filozoflarının eserlerini sistematik olarak Arapçaya çevirmiş, şerhler yazmış ve bu düşünceleri kendi gözlemleriyle zenginleştirmişlerdir. Bu zengin birikim, daha sonra İspanya ve Sicilya'daki Musevi tercümanlar aracılığıyla Latinceye çevrilerek Batı Avrupa'ya geri dönmüştür. İslam'ın ilk dönemlerinde bilime verilen değer, "bilginlerin mürekkepleri şehitlerin kanlarından ağır geldi" hadisinde somutlaşır. Bu yaklaşım, materyalist düşüncenin Doğu'daki gelişimine zemin hazırlamıştır.

6.2. Tarih Sahnesine Çıkan Yeni Halklar

Aynı dönemde, Avrupa'nın doğusunda yeni güçler şekilleniyordu. Kiev Rusyası, Bizans İmparatorluğu ile hem savaş hem de ticaret üzerinden karmaşık bir ilişki kurmuş ve bu etkileşimle Hristiyanlığı ve Bizans kültürünü benimsemiştir. Cengiz Han liderliğindeki Moğol istilası ise Rusya ve Doğu Avrupa üzerinde yıkıcı bir etki yaratmıştır. Ancak kitap, Rus beyliklerinin bu istilayı göğüsleyerek Batı Avrupa için bir "set" görevi gördüğünü belirtir. Bu zorlu sürecin ardından Moskova'nın liderliğinde yeniden birleşen Rusya, dünya sahnesine güçlü bir aktör olarak geri dönmüştür.

Tüm bu küresel etkileşimler; Doğu'dan gelen bilimsel miras, yeni ticaret yolları ve yeni halkların yükselişi, Batı Avrupa'yı "karanlık çağlardan" çıkararak yeni bir dönemin, yani keşifler ve bilimsel devrim çağının eşiğine getirmiştir. Bu dönüşüm, bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

7.0 Yeni Bir Çağın Şafağı: Keşifler, Çatışmalar ve Bilimsel Devrim

Orta Çağ'ın sonlarından itibaren Avrupa'da ticaretin canlanması, yeni teknolojilerin ortaya çıkması ve coğrafi keşifler, dünyayı geri dönülmez bir şekilde değiştirerek küresel bir bütün haline getirmiştir. Bu yeni çağın şafağı, aynı zamanda eski dogmatik dünya görüşü ile tecrübeye ve akla dayalı yeni bilimsel dünya görüşü arasındaki son büyük savaşın da sahnesi olmuştur. Bu dönem, insanın hem coğrafi hem de zihinsel sınırlarını zorladığı bir devrimler çağıdır.

7.1. Dünyanın Sınırlarının Genişlemesi

Coğrafi keşiflerin arkasındaki temel itici güç, Vasco de Gama, Kristof Kolomb ve Macellan gibi kaşiflerin, Doğu'nun zenginliklerine (baharat, ipek) doğrudan ulaşma arzusuydu. Bu arayış, okyanuslar üzerinde yeni bir "Ekonomi Savaşı"nı başlatmış ve sömürgeciliğin ilk adımlarını atmıştır. Kristof Kolomb'un trajedisi, bu çağın zihinsel çelişkilerini yansıtan çarpıcı bir örnektir. Kolomb, "Yeni Dünya'ya eski görüşlerle" bakmış ve yeni bir kıta bulduğunu anlayamamıştır. Onun, dünyanın şeklinin "bir elmadan çok, armuda benzemesi" gerektiğini ve bu armudun sapının bulunduğu yerde yeryüzü cennetinin yer aldığına dair inancı, ampirik keşif ile kökleşmiş dogmatik dünya görüşü arasındaki çatışmayı güçlü bir şekilde örneklendirir.

7.2. Eski Dünya Düzenine Meydan Okuma

Coğrafi sınırların genişlemesi, düşünsel sınırların da zorlanmasını beraberinde getirmiştir. Leonardo da Vinci, sanatçı, mühendis ve bilim insanı kimliklerini birleştiren, doğayı dogmalarla değil "tecrübe" ile anlamaya çalışan yeni insan tipinin bir prototipi olarak sunulur. Bilimsel devrimin en kritik mücadelesi ise Kopernik ve Giordano Bruno'nun hikayeleri üzerinden anlatılır. Kopernik, Dünya'nın evrenin merkezi olmadığını öne süren heliyosentrik teorisini yayımlamaktaki tereddütleriyle Kilise baskısının yarattığı korkuyu simgeler. Giordano Bruno ise bu teoriyi cesurca savunmuş, evrenin sonsuz olduğunu söyleyerek dogmatik düşüncenin temellerini sarsmıştır. Engizisyon tarafından Roma'da diri diri yakılması, eski dogmatik dünya görüşüyle yeni materyalist evren anlayışı arasındaki uzlaşmaz çatışmanın zirvesini temsil eder.

Kitap, Giordano Bruno'nun 17 Şubat 1600'de yakılmasıyla sona erer. Ancak bu trajik son, bir bitiş değil, bilimin ve aklın zaferine giden yolda yeni bir başlangıcın habercisidir.

8.0 Sonuç: İnsanın Sonsuz Yürüyüşü

"İnsan Nasıl İnsan Oldu", Giordano Bruno'nun alevler içindeki ölümüyle son bulsa da bu bir yenilgi anlatısı değildir. Aksine kitap, "kahramanının" tek bir kişi veya bir ulus değil, Thales'ten Bruno'ya, isimsiz zanaatkârlardan cesur kâşiflere kadar uzanan ve kültürü kolektif olarak yaratan "insanlık" olduğunu vurgulayan bir manifestodur. Bruno'nun ölümü, tek bir insanın sonu olabilir, ancak insanın hakikat arayışının ve ilerleyişinin sonu değildir.

Kitabın tamamına yayılan analiz, insanlığın tarihsel yolculuğunun temel dinamiklerini son bir kez özetler: İnsanı hayvanlıktan ayıran ve medeniyeti kuran kolektif emek; tarihi ileriye taşıyan toplumsal mücadeleler; düşüncenin evrimindeki en büyük sıçrama olan mitolojiden bilime geçiş; ve felsefe tarihindeki en temel çatışma olan idealizm ve materyalizm savaşı. İlin ve Segal, tarihi sonu gelmiş, tamamlanmış bir anlatı olarak değil, insanın hem doğaya hem de kendi yarattığı toplumsal koşullara hâkim olma mücadelesinin devam eden, diyalektik bir süreci olarak sunar.

Son tahlilde, M. İlin ve E. Segal'in eseri, insanın kendi tarihini yapma gücüne olan sarsılmaz materyalist bir inancı temel alır. Kitap, yalnızca geçmişi açıklamakla kalmaz, aynı zamanda geleceğe dair bir umut ve sorumluluk da aşılar.

Bu nedenle, "İnsan Nasıl İnsan Oldu?" sorusuna verilen cevap, aynı zamanda "İnsan Nasıl Daha Fazla İnsan Olacak?" sorusuna açılan bir kapıdır. Bu, insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmek, eşit, özgür, adil ve akılcı bir dünya kurmak için başladığı yürüyüşün devam ettiğinin altını çizer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]