1.0
Giriş: İnsanlık Tarihinin Motoru Olarak Emek ve Toplum
M.
İlin ve E. Segal'in "İnsan Nasıl İnsan Oldu" adlı eseri, insanlık
tarihine materyalist bir mercekten bakan kapsamlı bir analiz sunar. Kitap,
tarihin akışını bireysel dehaların, kralların veya ilahi müdahalelerin bir
sonucu olarak değil; kolektif emeğin, toplumsal örgütlenmenin ve insanın doğa
ile girdiği bitmek bilmeyen mücadelenin bir ürünü olarak konumlandırır. Bu
yaklaşımın temelinde, eserin ana fikrini oluşturan "insanı insanın emeği
yarattı" tezi yatar. Yazarlar, bu tezi insanlığın en ilkel dönemlerinden
modern çağın başlangıcına dek takip ederek, alet yapımından dilin gelişimine,
toplumsal yapıların evriminden felsefi çatışmalara kadar her tarihsel ilerlemeyi,
maddi koşullar ve üretim ilişkileri içerisinde açıklar.
Kitabın
anlatı yapısı, ilkel komünal topluluklardan antik medeniyetlere, Orta Çağ
feodalizminden coğrafi keşifler çağına uzanan kronolojik bir izleği takip eder.
Ancak bu kronolojik yapı, salt bir olaylar dizisi sunmaktan ziyade, her dönemde
temel materyalist ve diyalektik ilkeleri aydınlatmak için bir çerçeve işlevi
görür. Eser, her tarihsel evrede insanın doğayı dönüştürme çabasının, aynı
zamanda insanı ve toplumu nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne serer. İnsanın
kendi elleriyle yarattığı "ikinci doğa"nın, yani kültürün,
medeniyetin ve bilimin doğuşu, bu diyalektik sürecin en somut kanıtı olarak
sunulur.
Bu
analizin bir sonraki bölümünde, kitabın en temel başlangıç noktası olan insanın
hayvandan insana dönüşüm süreci ve bu sürecin temel dinamikleri olan alet, emek
ve dilin yaratıcı gücü derinlemesine incelenecektir.
2.0
İnsanın Doğuşu: Alet, Emek ve Dilin Yaratıcı Gücü
2.1.
Bu bölüm, kitabın teorik temelinin atıldığı stratejik bir öneme sahiptir. İlin
ve Segal, insanı diğer canlılardan ayıran akıl, dil ve kültür gibi temel
özelliklerin doğuştan gelen ayrıcalıklar olmadığını, aksine kolektif emek
süreci içinde sonradan kazanıldığını savunur. İnsanlaşma, biyolojik bir
sıçramadan çok, insanın doğayla kurduğu maddi ilişkiyi aletler aracılığıyla
değiştirmesiyle başlayan uzun ve sancılı bir toplumsal-tarihsel süreçtir. Bu
süreç, yalnızca çevreyi değil, insanın kendi biyolojik ve zihinsel yapısını da
kökten şekillendirmiştir.
2.2. Kolektif
Emeğin Rolü
Yazarlar,
bireysel deha mitini yıkmak için Daniel Defoe'nun "Robinson Crusoe"
anlatısını eleştirel bir süzgeçten geçirir. Issız bir adada tek başına kalan
gerçek denizcinin medeni yeteneklerini korumak yerine yabanileştiğini
belirterek, insanın bireysel varoluş içinde insanlaşamayacağını vurgularlar.
Kitaba göre, insan eğer tek başına olsaydı "hayvan olarak kalırdı".
İnsanı insan yapan ve kültürü yaratan güç, bireysel akıl değil,
"milyonların emeğine dayanan insan toplumu"dur. Bu tezin en somut
örneği, dev bir mamutun avlanmasıdır. Tek bir insanın altından kalkamayacağı bu
görev, ancak planlı, iş birliğine dayalı ve organize bir kolektif emekle
mümkündür. Bu zorunluluk hem aletlerin gelişimini hem de insanlar arası
iletişimi tetikleyen temel motor olmuştur.
2.3. Düşünce
ve Dilin Evrimi
Kitap,
dilin ortaya çıkışını da doğrudan kolektif emeğin ihtiyaçlarına bağlar.
Birlikte çalışan insanların birbirlerini anlaması zorunluydu ve bu ihtiyaç,
Neandertal insanının çene yapısı sesli konuşmaya tam elverişli değilken bile
"dilsiz dil" olarak adlandırılan jest dilini doğurmuştur. Başlangıçta
iletişim, tüm vücudun, özellikle de ellerin kullanıldığı hareketlere
dayanıyordu. Bu ilkel dil, soyut kavramlardan yoksundu ancak somut olayları
tasvir etmede oldukça zengindi; av sahneleri, hareketlerle çizilen "canlı
birer tablo" gibi canlandırılırdı. Ancak jest dilinin karanlıkta
kullanılamaması ve "görme" gibi soyut bir kavramı ifade etmedeki
zorluğu gibi ciddi kısıtlılıkları vardı.
İletişim
ihtiyacı arttıkça, jestlere eşlik eden sesler giderek daha karmaşık bir yapıya
büründü. İlk sözcükler, jestler gibi, somut olayları taklit eden "sesle
ifade edilen birer resim" niteliğindeydi. Örneğin, Afrika'daki Eve
kabilesinin dilinde "yürümek" fiili için tek bir kelime yoktur; bunun
yerine yürüyüşün niteliğini betimleyen "emin adımlarla yürümek" (zu
dze dze) veya "küçük adımlarla yürümek" (zo pia pia) gibi
çok sayıda varyasyon bulunur. Sesli dilin ortaya çıkışı, iletişimi zamandan ve mekândan
bağımsız kılmış ve en önemlisi soyut düşüncenin gelişiminin önünü açmıştır.
Bu
bölümde analiz edilen emek, alet ve dil üçgeni, ilkel komünal toplumun temelini
oluşturmuştur. Bir sonraki bölümde, bu eşitlikçi yapının nasıl çözüldüğü ve
yerini sınıflı medeniyetlere bıraktığı incelenecektir.
3.0
Toplumsal Yapıların Evrimi: Klan Toplumundan Sınıflı Medeniyetlere
İlin
ve Segal, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini, yani
eşitlikçi ve mülkiyetsiz klan toplumundan, özel mülkiyet, sınıflar ve devlet
gibi kurumların doğduğu yeni toplumsal düzene geçişi materyalist bir temelde
analiz eder. Bu dönüşüm, ahlaki bir yozlaşmanın veya soyut bir fikrin değil,
üretim araçlarındaki gelişmelerin ve yeni iş bölümü biçimlerinin kaçınılmaz bir
sonucu olarak ortaya konur. Bu geçiş, üretim tarzının (tarım ve hayvancılıkta
erkeğin rolünün artması) toplumsal üstyapıyı (matriyarkadan patriyarkaya ve
sınıflı topluma geçiş) nasıl belirlediğinin bir örneğidir.
3.1. İlkel
Eşitlikçi Toplum: "Eski Dünya" ve Klan Düzeni
Kitap,
Avrupalıların Amerika'yı keşfettiklerinde karşılaştıkları Amerika yerlisi
toplumlarını, "Avrupalıların çoktan unutmuş oldukları geçmişleri"
olarak tanımlar. Bu toplumlar, sınıflı medeniyet öncesi klan düzeninin canlı
birer örneğidir. Temel özellikleri şunlardır: toprağın, av sahalarının ve
"uzun evler" gibi konutların bireylerin değil, tüm kabilenin ortak
malı olduğu ortak mülkiyet; efendi-köle, zengin-yoksul gibi ayrımların olmadığı
bir eşitlik anlayışı; tarımı yönetmesi nedeniyle kadının soy ve topluluk içinde
(örneğin Net No Kua) büyük saygınlığa sahip olduğu matriyarka (anasoylu düzen).
3.2. Yıkılışın
Maddi Temelleri: Mülkiyet, İş Bölümü ve Kölelik
Klan
düzeninin yıkılışı, kitabın materyalist açıklamasına göre şu adımlarla
gerçekleşmiştir: Hayvanların evcilleştirilmesi ve sabanın icadıyla tarımda
erkek gücünün öne çıkması, ekonomik dengeyi erkek lehine değiştirmiştir. Sürü
sahibi olmak, biriktirilebilen bir zenginlik (artı-ürün) yaratarak aileler
arasında ilk ekonomik eşitsizlikleri doğurmuştur. Kabileler arasında (çiftçiler
ve çobanlar) başlayan iş bölümü ve değiş tokuş, özel mülkiyet fikrini
yaygınlaştırmıştır. Son olarak, bir insanın emeği hem kendisini hem de sahibini
geçindirecek kadar verimli hale gelince, savaş esirleri artık öldürülmek yerine
çalıştırılmaya başlanmıştır. "Bir insanın başka birini kendine canlı alet
yapması" olarak tanımlanan kölelik, ilk büyük toplumsal bölünmeyi ve
sömürüyü ortaya çıkarmıştır.
Bu
yeni toplumsal formasyonun doğuşu, üretimi artırırken aynı zamanda insanlığı
efendiler ve köleler olarak bölmüştür. Bir sonraki bölümde, bu yeni yapının
düşünce dünyasında ve bilimde yarattığı büyük çatışmalar, Antik Yunan örneğinde
ele alınacaktır.
4.0
Antik Yunan Düşüncesi: Materyalizm ve İdealizm Çatışması
Antik
Yunan'da felsefenin doğuşu, kitaba göre salt entelektüel bir aydınlanma anı
değil, aynı zamanda değişen toplumsal yapıların, gelişen ticaretin ve sınıflar
arası mücadelenin bir yansımasıdır. Bu bölüm, eserin en temel teorik
argümanlarından biri olan materyalizm ve idealizm arasındaki "büyük
savaş"ı merkezine alır. Bu savaş, yalnızca soyut fikirler arasında değil,
aynı zamanda ilerici ve gerici toplumsal güçler arasında da yaşanmıştır.
4.1. Bilimin
Doğuşu: Maddi İhtiyaçlar ve Mitolojiden Kopuş
Bilimin
kökenleri, Mısır ve Babil'den alınan pratik bilgilere dayanır; geometri arazi
ölçümü ihtiyacından, astronomi ise tarım takvimini ve denizciliği düzenleme
zorunluluğundan doğmuştur. Ancak Yunan düşüncesinin devrimci adımı ve
gerçekleştirdiği epistemolojik kopuş, bu pratik bilgiyi mitolojik açıklamaların
dışına çıkarmasıdır. Miletoslu Thales gibi ilk filozoflar, şu temel soruyu
sorarak bilimi dinden ayırmışlardır: "Dünya kimden doğdu?" (mitolojik
soru) yerine "Dünya neyden doğdu?" (materyalist soru). Thales'in her
şeyin kökenini "su" gibi maddi bir unsura dayandırması, evreni
tanrıların keyfi iradesinden çıkarıp doğa yasalarıyla açıklanabilir bir olguya
dönüştürme yolundaki ilk büyük adımdır.
4.2. Felsefedeki
Büyük Savaş
Kitap,
Antik Yunan felsefesini iki karşıt kamp arasındaki bir mücadele olarak sunar.
Thales ve Anaksimandros gibi öncülerle başlayan materyalist çizgi, Demokritos
ve Herakleitos tarafından bir sisteme dönüştürülürken, karşı kamp idealizmi
savunmuştur.
Felsefi
Akım |
Temsilciler |
Temel
Argümanlar |
Toplumsal
Yankısı |
Materyalizm |
Demokritos, Herakleitos |
Her şeyin temelinde madde (atomlar)
vardır. Evren sonsuzdur, sürekli bir değişim ve hareket halindedir
("aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz"). Olaylar doğa yasalarıyla
açıklanır, tanrılara yer yoktur. |
İlerici, ticari sınıfların ve
demokrasinin dinamik dünya görüşünü yansıtır. Geleneksel inançlara ve
aristokratik düzene meydan okur. |
İdealizm |
Pythagoras, Platon |
Gerçek dünya, maddi dünya değil;
sayılar veya idealar gibi değişmez, soyut formlardır. Maddi dünya, bu ideal
dünyanın yalnızca bir gölgesidir. Ruh ölümsüzdür ve maddi bedenden üstündür. |
Muhafazakâr, aristokrasinin ve eski
düzenin sarsılmaz, hiyerarşik ve değişmez yapısını savunur. Demokrasiye ve
değişime karşıdır. |
Bu
felsefi mücadele, gökyüzünde soyut bir fikir savaşı değil, klan toplumunun
yıkılışıyla ortaya çıkan efendi-köle, zengin-yoksul ayrımının düşünsel alandaki
doğrudan bir yansımasıydı. Bu bağlamda Sokrates'in trajedisi, kitabın
perspektifinden ilerlemeden ziyade geçmişe dönük bir arayış olarak yorumlanır.
"Sokrates Yanılıyordu" başlığı altında, onun doğa bilimini
küçümsemesi, gerçeği sadece insan ruhunda araması ve demokrasiye kuşkuyla
yaklaşarak genç aristokratları etkilemesi, materyalist ilerlemeye karşı idealist
bir tepki olarak konumlandırılır.
Antik
dünyanın entelektüel mirası, bu büyük çatışmalarla birlikte, en büyük köleci
imparatorluk olan Roma tarafından devralınacak ve dönüştürülecektir. Bu konu
bir sonraki bölümde incelenecektir.
5.0
Roma ve Mirası: İmparatorluk, Çöküş ve Yeni Bir Dinin Doğuşu
Roma
İmparatorluğu, bir yandan mühendislik harikaları ve hukuk sistemiyle
medeniyetin sınırlarını genişletirken, diğer yandan köleci düzenin en acımasız
çelişkilerini ve ahlaki çöküşünü bünyesinde barındırıyordu. Bu bölüm, kitabın
Roma'yı nasıl hem bir zirve hem de bir çöküş anı olarak ele aldığını inceler.
İmparatorluğun iç çelişkileriyle zayıflaması, Hristiyanlığın bu umutsuzluk
koşullarında ezilen kitleler için nasıl kitlesel bir güç haline geldiğini
ortaya koyar.
5.1. Bir
İmparatorluğun Çelişkileri
Roma'nın
gücü ve zenginliği, fetihler ve eyaletlerin acımasızca sömürülmesi üzerine
kuruluydu. Servet küçük bir azınlığın elinde toplanırken, toprağını kaybeden
özgür yurttaşların dahi önemli bir kısmı yoksullaşmış, devlet bu kitleleri
kontrol altında tutabilmek için "parasız ekmek" dağıtmak ve sirk
oyunları organize etmek zorunda kalmıştır. Gladyatör dövüşleri toplumun ahlaki
iflasının bir simgesi olurken, Spartacus liderliğindeki büyük köle isyanları bu
sömürü düzeninin kırılganlığını göstermiştir. Bu derin kriz karşısında Seneca
gibi Stoacı filozoflar bile entelektüel bir acizlik içindeydi. Bir yandan
gladyatör dövüşlerindeki vahşeti, "kötülük işleyenlerin başına kötülük
geleceğini düşünmüyor musunuz, Romalılar?" diyerek tiksintiyle
eleştirirken, diğer yandan toplumsal bir çözüm önermek yerine bireysel olarak
"kadere katlanmak" dışında bir çıkış yolu bulamamıştır.
5.2. Yeni
İnancın Yükselişi
Hristiyanlık,
bu umutsuzluk ve çöküş atmosferinde doğup yayılmıştır. Kitabın analizine göre
yükselişinin temel nedenleri şunlardır: Başlangıçta "kölelerin,
yoksulların ve mazlumların" dini olarak ortaya çıkmış ve bu dünyadaki
adaletsizlikten umudunu kesmiş kitlelere, acılarının karşılığını alacakları bir
"öbür dünyada ödül" vaat etmiştir. Bu vaat, mevcut düzende hiçbir
çıkarı kalmamış milyonlar için güçlü bir çekim merkezi olmuştur. Roma'nın
çöküşü ve "barbar" istilalarıyla birlikte antik bilim ve kültür mirası
büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu miras, Cassiodorus gibi
ileri görüşlü kişilerin kurduğu manastırlar aracılığıyla, dini bir filtreyle de
olsa kısmen korunarak karanlık çağlardan sonraki nesillere aktarılabilmiştir.
Roma'nın
yıkılışı bir son değil, dünyanın farklı bölgelerinde yeni güç merkezlerinin ve
kültürlerin yükseldiği bir başlangıçtı. Bir sonraki bölüm bu yeni merkezleri
ele alacaktır.
6.0
Parçalanmış Dünyada Yeni Merkezler: Bizans, İslam Dünyası ve Rusya
Batı
Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, medeniyetin sonu anlamına gelmiyordu. Aksine,
dünyanın farklı coğrafyalarında, antik bilginin korunduğu ve geliştirildiği
yeni ve dinamik merkezler yükseliyordu. Bu bölümde kitap, antik mirasın
özellikle İslam dünyasında nasıl yeniden canlandırıldığını ve Rusya gibi yeni
halkların tarih sahnesine nasıl çıktığını inceler. Bu süreç, tarihin tek bir
merkezden değil, çoklu ve etkileşimli bir akışla ilerlediğini gösterir.
6.1. Doğu'da
Yaşayan Miras
Antik
Yunan felsefesinin ve biliminin meşalesi, Batı'da sönmeye yüz tutarken Doğu'da
yeniden parlamıştır. Bağdat ve Cordoba gibi şehirler kısa sürede dünyanın en
önemli bilim ve kültür merkezleri haline gelmiştir. İbni Rüşt (Averroes),
El-Biruni ve İbni Sina (Avicenna) gibi Arap bilginleri, Aristoteles başta olmak
üzere Yunan filozoflarının eserlerini sistematik olarak Arapçaya çevirmiş,
şerhler yazmış ve bu düşünceleri kendi gözlemleriyle zenginleştirmişlerdir. Bu
zengin birikim, daha sonra İspanya ve Sicilya'daki Musevi tercümanlar
aracılığıyla Latinceye çevrilerek Batı Avrupa'ya geri dönmüştür. İslam'ın ilk
dönemlerinde bilime verilen değer, "bilginlerin mürekkepleri şehitlerin
kanlarından ağır geldi" hadisinde somutlaşır. Bu yaklaşım, materyalist
düşüncenin Doğu'daki gelişimine zemin hazırlamıştır.
6.2. Tarih
Sahnesine Çıkan Yeni Halklar
Aynı
dönemde, Avrupa'nın doğusunda yeni güçler şekilleniyordu. Kiev Rusyası, Bizans
İmparatorluğu ile hem savaş hem de ticaret üzerinden karmaşık bir ilişki kurmuş
ve bu etkileşimle Hristiyanlığı ve Bizans kültürünü benimsemiştir. Cengiz Han
liderliğindeki Moğol istilası ise Rusya ve Doğu Avrupa üzerinde yıkıcı bir etki
yaratmıştır. Ancak kitap, Rus beyliklerinin bu istilayı göğüsleyerek Batı
Avrupa için bir "set" görevi gördüğünü belirtir. Bu zorlu sürecin
ardından Moskova'nın liderliğinde yeniden birleşen Rusya, dünya sahnesine güçlü
bir aktör olarak geri dönmüştür.
Tüm
bu küresel etkileşimler; Doğu'dan gelen bilimsel miras, yeni ticaret yolları ve
yeni halkların yükselişi, Batı Avrupa'yı "karanlık çağlardan"
çıkararak yeni bir dönemin, yani keşifler ve bilimsel devrim çağının eşiğine
getirmiştir. Bu dönüşüm, bir sonraki bölümde ele alınacaktır.
7.0
Yeni Bir Çağın Şafağı: Keşifler, Çatışmalar ve Bilimsel Devrim
Orta
Çağ'ın sonlarından itibaren Avrupa'da ticaretin canlanması, yeni teknolojilerin
ortaya çıkması ve coğrafi keşifler, dünyayı geri dönülmez bir şekilde
değiştirerek küresel bir bütün haline getirmiştir. Bu yeni çağın şafağı, aynı
zamanda eski dogmatik dünya görüşü ile tecrübeye ve akla dayalı yeni bilimsel
dünya görüşü arasındaki son büyük savaşın da sahnesi olmuştur. Bu dönem,
insanın hem coğrafi hem de zihinsel sınırlarını zorladığı bir devrimler
çağıdır.
7.1. Dünyanın
Sınırlarının Genişlemesi
Coğrafi
keşiflerin arkasındaki temel itici güç, Vasco de Gama, Kristof Kolomb ve
Macellan gibi kaşiflerin, Doğu'nun zenginliklerine (baharat, ipek) doğrudan
ulaşma arzusuydu. Bu arayış, okyanuslar üzerinde yeni bir "Ekonomi
Savaşı"nı başlatmış ve sömürgeciliğin ilk adımlarını atmıştır. Kristof
Kolomb'un trajedisi, bu çağın zihinsel çelişkilerini yansıtan çarpıcı bir
örnektir. Kolomb, "Yeni Dünya'ya eski görüşlerle" bakmış ve yeni bir
kıta bulduğunu anlayamamıştır. Onun, dünyanın şeklinin "bir elmadan çok, armuda
benzemesi" gerektiğini ve bu armudun sapının bulunduğu yerde yeryüzü
cennetinin yer aldığına dair inancı, ampirik keşif ile kökleşmiş dogmatik dünya
görüşü arasındaki çatışmayı güçlü bir şekilde örneklendirir.
7.2. Eski
Dünya Düzenine Meydan Okuma
Coğrafi
sınırların genişlemesi, düşünsel sınırların da zorlanmasını beraberinde
getirmiştir. Leonardo da Vinci, sanatçı, mühendis ve bilim insanı kimliklerini
birleştiren, doğayı dogmalarla değil "tecrübe" ile anlamaya çalışan
yeni insan tipinin bir prototipi olarak sunulur. Bilimsel devrimin en kritik
mücadelesi ise Kopernik ve Giordano Bruno'nun hikayeleri üzerinden anlatılır.
Kopernik, Dünya'nın evrenin merkezi olmadığını öne süren heliyosentrik
teorisini yayımlamaktaki tereddütleriyle Kilise baskısının yarattığı korkuyu
simgeler. Giordano Bruno ise bu teoriyi cesurca savunmuş, evrenin sonsuz
olduğunu söyleyerek dogmatik düşüncenin temellerini sarsmıştır. Engizisyon
tarafından Roma'da diri diri yakılması, eski dogmatik dünya görüşüyle yeni
materyalist evren anlayışı arasındaki uzlaşmaz çatışmanın zirvesini temsil
eder.
Kitap,
Giordano Bruno'nun 17 Şubat 1600'de yakılmasıyla sona erer. Ancak bu trajik
son, bir bitiş değil, bilimin ve aklın zaferine giden yolda yeni bir
başlangıcın habercisidir.
8.0
Sonuç: İnsanın Sonsuz Yürüyüşü
"İnsan
Nasıl İnsan Oldu", Giordano Bruno'nun alevler içindeki ölümüyle son bulsa da
bu bir yenilgi anlatısı değildir. Aksine kitap, "kahramanının" tek
bir kişi veya bir ulus değil, Thales'ten Bruno'ya, isimsiz zanaatkârlardan
cesur kâşiflere kadar uzanan ve kültürü kolektif olarak yaratan
"insanlık" olduğunu vurgulayan bir manifestodur. Bruno'nun ölümü, tek
bir insanın sonu olabilir, ancak insanın hakikat arayışının ve ilerleyişinin
sonu değildir.
Kitabın
tamamına yayılan analiz, insanlığın tarihsel yolculuğunun temel dinamiklerini
son bir kez özetler: İnsanı hayvanlıktan ayıran ve medeniyeti kuran kolektif
emek; tarihi ileriye taşıyan toplumsal mücadeleler; düşüncenin
evrimindeki en büyük sıçrama olan mitolojiden bilime geçiş; ve
felsefe tarihindeki en temel çatışma olan idealizm ve materyalizm
savaşı. İlin ve Segal, tarihi sonu gelmiş, tamamlanmış bir anlatı olarak
değil, insanın hem doğaya hem de kendi yarattığı toplumsal koşullara hâkim olma
mücadelesinin devam eden, diyalektik bir süreci olarak sunar.
Son
tahlilde, M. İlin ve E. Segal'in eseri, insanın kendi tarihini yapma gücüne
olan sarsılmaz materyalist bir inancı temel alır. Kitap, yalnızca geçmişi
açıklamakla kalmaz, aynı zamanda geleceğe dair bir umut ve sorumluluk da
aşılar.
Bu
nedenle, "İnsan Nasıl İnsan Oldu?" sorusuna verilen cevap, aynı
zamanda "İnsan Nasıl Daha Fazla İnsan Olacak?" sorusuna açılan bir
kapıdır. Bu, insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmek, eşit, özgür, adil ve akılcı
bir dünya kurmak için başladığı yürüyüşün devam ettiğinin altını çizer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.