MAR
1.0
Giriş: Dilin Kökeni Arayışının Yeniden Doğuşu
Dilin
evrimi, temelsiz spekülasyonlara o kadar açık bir konu olarak görülmüştür ki,
Paris Dilbilimleri Topluluğu 1886 yılında bu konuda daha fazla makale kabul
etmeyeceğini ilan etmiştir. Bu tarihsel karar, konunun karmaşıklığını ve
ampirik kanıtlarla desteklenmesinin zorluğunu gözler önüne serer. Yüz yılı
aşkın bir sessizliğin ardından, 1990 yılında Steven Pinker ve Paul Bloom'un
"Doğal Dil ve Doğal Seçilim" başlıklı makalesiyle konu yeniden
bilimsel tartışmaların merkezine oturmuş ve adeta "cin şişeden çıkmıştır".
O günden bu yana dilin kökeni, modern evrimsel biyoloji ve bilişsel
psikolojinin verileriyle zenginleşerek, hararetli ve üretken bir araştırma
alanı haline gelmiştir.
Bu
incelemenin temel amacı, dilin kökeni ve gelişimini tek bir disiplinin dar
merceğinden değil, felsefe, psikoloji, biyoloji, antropoloji ve sinirbilim gibi
çeşitli alanların perspektiflerini sentezleyerek bütüncül bir çerçevede
sunmaktır. Dilin doğası gereği biyolojik, kültürel ve psikolojik faktörlerle iç
içe geçmiş yapısı, böyle çok disiplinli bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Bu
doğrultuda, filozofların dil ve düşünce üzerine tarihsel sorgulamalarından yola
çıkarak 20. yüzyılın merkezi teorik çatışmalarına, oradan da günümüzün modern
evrimsel çerçevelerine ve bu çerçeveleri destekleyen biyolojik kanıtlara uzanan
bir yolculuk sunulacaktır.
Bu
kapsamlı analiz, dilin evrimini anlamanın anahtarının, onun en temel ortağı
olan bilişsel süreçlerle olan girift ilişkisini çözmekten geçtiğini ortaya
koyacaktır. Şimdi, bu temel ilişkiyi daha yakından inceleyerek dilin evrimsel
kökenlerini anlamak için bir başlangıç noktası oluşturalım.
2.0
Temel İlişki: Dil ve Biliş
Dilin
evrimsel serüvenini, onun zihinsel süreçlerle olan simbiyotik ilişkisinden
bağımsız düşünmek neredeyse imkansızdır. Dil, bilişten ayrı bir modül değil,
aksine bilişsel kapasitemizi hem mümkün kılan hem de onun tarafından
şekillendirilen bir olgudur. Bu ikili, birbirini sürekli olarak etkileyen ve
dönüştüren bir yapıdadır ve bu girift bağ, dilin kökenlerine dair tüm teorik
tartışmaların başlangıç noktasını oluşturur. Dil ve biliş arasındaki bu temel
ilişkiyi birkaç kilit noktada analiz edebiliriz:
• Düşünce
ve Soyutlama: Platon'un düşünceyi "insanın kendi kendisiyle
diyaloğu" olarak tanımlaması, bu ilişkinin felsefi köklerinin ne kadar
derin olduğunu gösterir. Modern bilişsel bilimde de bu bağ güçlüdür; dilin
sembolleri kullanma becerisi, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli
bilişsel özelliklerden biri olan soyutlama yeteneğimizin temelini oluşturur.
Bloom ve Keil'in de belirttiği gibi, dil ve soyutlama o kadar iç içe geçmiştir
ki, bu iki kavramı birbirinden ayırmak oldukça güçtür.
• Bellek
ve Şemalar: Bilişsel psikolog Sir Frederic Bartlett'in öncü
araştırmaları, dilin ve kültürel şemaların belleği nasıl yapılandırdığını somut
bir şekilde ortaya koymuştur. Bartlett, katılımcıların bir hikâyeyi hatırlama
süreçlerini incelediğinde, onların hikâyeyi ait oldukları kültürün ve
kullandıkları dilin oluşturduğu "şemalar" aracılığıyla yeniden
yapılandırdıklarını gözlemlemiştir. Bu bulgu, dilin sadece bilgiyi kodlamakla
kalmayıp, aynı zamanda hatırlama ve hatta yanlış hatırlama performansımızı
aktif olarak etkilediğini göstermektedir.
• Çalışma
Belleği: Dil ve bilişsel kapasite arasındaki en somut sınırlardan biri
çalışma belleğidir. Cümlelerimizin karmaşıklığı ve uzunluğu, doğrudan doğruya
çalışma belleğimizin kısıtlı kapasitesi tarafından belirlenir. İletişim
sırasında bir cümlenin içerdiği tüm bilgiyi zihnimizde tutma ve işleme
yeteneğimiz, ne kadar karmaşık mesajlar gönderebileceğimizi ve alıcının bu
mesajın ne kadarını bir bütün olarak anlayabileceğini sınırlar.
• İmitasyon
ve Kategori Algısı: İmitasyon, yani taklit etme becerisi, özellikle
bebeklik döneminde dili edinmenin temelini oluşturan önemli bir bilişsel
işlevdir. Benzer şekilde, kategori algısı da dilin temel yapı taşlarından
biridir. Lieberman ve Mattingly gibi araştırmacılar, atalarımız olan
hominidlerin sesli ve sessiz sesleri kategorize etme becerisine sahip
olduklarını öne sürer. Bu yetenek, dilin evrimi için gerekli olan temel bir
bilişsel öncül olarak kabul edilir.
Dil
ve biliş arasındaki bu sıkı bağ, dilin sadece bir iletişim aracı olmadığını,
aynı zamanda düşünceyi, belleği ve algıyı şekillendiren temel bir zihinsel yapı
olduğunu kanıtlar. Bu nedenle, dilin evrimsel gelişimini inceleyen tüm
teoriler, bu merkezi ilişkiyi açıklamak ve hesaba katmak zorundadır.
3.0
Felsefi Kökenler: Dil ve Zihin Üzerine Tarihsel Düşünceler
Dilin
evrimine dair modern bilimsel tartışmalar, köklerini filozofların yüzyıllar
önce dil, düşünce ve insan doğası hakkında ortaya attığı temel sorulardan alır.
Bu felsefi miras, günümüz teorilerinin üzerine inşa edildiği entelektüel zemini
oluşturur. Platon'dan Descartes'a uzanan bu düşünce geleneği, dilin doğuştan mı
geldiği yoksa öğrenildiği mi gibi temel bilimsel çatışmaların tohumlarını
ekmiştir.
• Platon
ve Aristo Platon, düşünceyi bir "iç konuşma" olarak
tanımlayarak dil ile zihin arasındaki ayrılmaz bağı ilk sezen düşünürlerden
biri olmuştur. Ona göre dil, düşüncenin bir yansımasıdır; ancak Platon aynı
zamanda dilin gerçeğin tam bir kopyası olmayabileceği, hatta onu
saptırabileceği konusunda da önemli bir uyarıda bulunur. Öğrencisi Aristo, bu
görüşü daha da genişleterek dilin sadece düşünmeyi değil, arzu ve öfke gibi
duyguları da etkilediğini belirtmiştir. Aristo ayrıca, zihnin öznel doğasına işaret
ederek "iç konuşma" ile anlam belirsizliğine daha açık olan "dış
konuşma" arasında bir ayrım yapmıştır.
• Augustine Orta
Çağ düşünürü Augustine, dilin işlevini "şeyler" ve onları temsil eden
"işaretler" (dil) arasındaki bir ilişki olarak formüle etmiştir. Onun
en dikkat çekici gözlemlerinden biri, dilin düşüncenin hızına yetişemediği ve
bu nedenle düşünceyi saptırabileceği yönündeki fikridir. Bu görüş, modern
nöropsikolojideki önemli bir kavrayışın erken bir habercisidir: Dil
bozulmaları, aslında bilişsel süreçlerdeki daha derin bozulmaların bir
yansıması olabilir.
• Descartes Yeni
Çağ'da Descartes, dile merkezi bir önem atfederek onu "içimizdeki
düşüncenin varlığının tek kesin işareti" olarak tanımlamıştır. Bu görüş,
dili, insanı hayvandan ve "makineden" ayıran temel yetenek olarak
konumlandırır. Descartes'a göre, en "şaşkaloz" insanlar bile
konuşabilirken, en mükemmel hayvan dahi bunu yapamaz; çünkü dil, evrimin değil,
insana özgü bir ruhun ürünüdür. Descartes'ın dilin anlam boyutuna yaptığı
vurguyla şekillenen "zihinci" görüşü, yüz yıllar sonra Noam
Chomsky'nin devrim niteliğindeki teorilerini doğrudan etkilemiştir. Özellikle
sınırlı sayıda kelimeden sonsuz sayıda cümle üretilebileceği fikri, Chomsky ve
takipçileri tarafından "özyineleme" (recursion) olarak adlandırılacak
modern hesaplamalı dilbilim kavramının felsefi öncüsü olarak kabul edilebilir.
Platon’un
düşünceyi iç konuşma olarak görmesi, Augustine'in dilin yanıltıcılığına dikkat
çekmesi ve özellikle Descartes’ın doğuştan gelen fikirler ile dilin sonsuz
üretkenliğine yaptığı vurgu, dilin doğasına ilişkin temel gerilimleri ortaya
koymuştur. Bu felsefi sorgulamalar, ortaya attıkları soruların kaçınılmaz bir
şekilde bilimsel yöntemlerle test edilmesini gerektirerek, 20. yüzyılda
psikoloji ve dilbilimi derinden sarsacak olan davranışçılık ve doğuştancılık
arasındaki merkezi çatışmanın zeminini hazırlamıştır.
4.0
20. Yüzyılın Merkezi Çatışması: Doğuştancılık ve Öğrenme
Dilin
evrimi hakkındaki modern teorileri anlamak için, 20. yüzyılda dilbilim ve
psikoloji alanlarını şekillendiren temel teorik çatışmayı kavramak kritik öneme
sahiptir. Bu dönem, dilin biyolojik bir içgüdü mü, yoksa çevresel etkenlerle
öğrenilen kültürel bir icat mı olduğu yönündeki temel ayrımı ortaya koymuştur.
Bu tartışma, sonraki tüm evrimsel modellerin temelini oluşturmuştur.
4.1
Davranışçı Yaklaşım ve Eleştirisi
20. yüzyılın
ortalarına kadar hâkim olan davranışçı yaklaşıma göre dil, diğer tüm insan
davranışları gibi öğrenilen bir olguydu. Bu görüşün en önemli savunucusu B. F.
Skinner, Sözel Davranış adlı eserinde, çocukların dili taklit,
pekiştirme ve edimsel koşullama yoluyla edindiğini savunmuştur. Bu modele göre
dil, temelde kültürel bir olgudur ve zihin, doğuştan "her şekilde
biçimlendirilebilir" bir yapıdadır.
Ancak
bu görüş, 1957'de Noam Chomsky'nin ortaya çıkışıyla radikal eleştirilere maruz
kaldı. Chomsky, davranışçı modelin dilin karmaşıklığını ve edinilme hızını
açıklamakta yetersiz kaldığını öne sürdü. Bu eleştirilerin en güçlüleri
şunlardır:
1. Gramerin
Gelişimi: Çocukların, çevrelerinde hiç duymadıkları halde
"geldim-di" (İngilizce: "comed") gibi kurallı ama yanlış
gramer yapıları üretmesi, basit taklit ve pekiştirmenin ötesinde, altta yatan
bir kural çıkarma mekanizmasının varlığına işaret eder.
2. Spesifik
Dil Bozuklukları: Williams Sendromu gibi bazı genetik hastalıklarda,
hastaların IQ seviyeleri çok düşük olmasına rağmen son derece gelişmiş ve
karmaşık dil becerilerine sahip olmaları, dilin genel zekadan bağımsız,
özelleşmiş bir yetenek olabileceğini düşündürür.
3. Maruz
Kalınan Girdinin Yetersizliği (Poverty of the Stimulus): Çocuklar,
çevrelerinden duydukları sınırlı, kesintili ve çoğu zaman hatalı dil girdisine
rağmen, karmaşık ve doğru gramer kurallarını kusursuz bir şekilde öğrenirler.
Bu durum, doğuştan gelen bir dilsel şemanın varlığını ima eder.
4. Dilde
Yerlileşme (Creolization): Farklı dillerden gelen insanların bir araya
geldiği topluluklarda ortaya çıkan ve gramer yapısı olmayan "pidgin"
dillerine maruz kalan çocuklar, bu dilden tam teşekküllü ve kurallı yeni bir
dil olan "creole" yaratırlar. Bu, çocukların dilbilgisi kurallarını
çevrelerinden almadan, kendiliğinden üretebildiklerinin en güçlü kanıtlarından
biridir.
5. Doğal
Edinim Sırası: Çocukların, belirli gramer yapılarının (örneğin
İngilizcedeki çoğul eki "-s"in üçüncü tekil şahıs ekinden önce
öğrenilmesi gibi) maruz kalma sıklığından bağımsız olarak, evrensel ve belirli
bir sırayla öğrenildiği gözlemlenmiştir.
4.2
Doğuştancı Devrim: Chomsky ve Evrensel Gramer
Chomsky,
davranışçılığın yetersizliklerine karşı, dilin doğuştan gelen biyolojik bir
yeti ("innate biological endowment") olduğu yönündeki devrimci
argümanı ortaya attı. Ona göre dil, öğrenilmiş bir davranış değil, tıpkı bir
içgüdü ya da biyolojik bir organ gibi doğal olarak gelişen, insana özgü bir
bilişsel yetidir. Chomsky'nin teorisi birkaç temel kavram üzerine kuruludur:
• Yeterlik
(Competence) ve Performans (Performance): Chomsky, bir konuşmacının
dil hakkındaki bilinçaltı, idealize edilmiş bilgisi (yeterlik) ile bu bilgiyi
yorgunluk, dikkat dağınıklığı gibi etkenler altında fiili olarak kullanması
(performans) arasında net bir ayrım yapar. Dilbilimin asıl amacı, bu altta
yatan yeterliği, yani zihindeki dil sistemini anlamaktır.
• Evrensel
Gramer (Universal Grammar): Bu kavrama göre, tüm insan dillerinin
yüzeydeki farklılıklarının altında, doğuştan gelen ve ortak olan bir dizi ilke
ve parametre yatar. Bu "dil işletim sistemi", insanların neden
herhangi bir dili zahmetsizce öğrenebildiğini açıklar.
• İlkeler
ve Parametreler (Principles and Parameters): Evrensel Gramer'in
yapısını oluşturan bu iki unsur, dillerdeki benzerlik ve farklılıkları açıklar.
Bu yapıyı bir araba analojisiyle anlamak mümkündür: "İlkeler," tüm
arabalarda bulunan evrensel "şasi" gibidir (hepsinde tekerlek, motor,
direksiyon bulunur). "Parametreler" ise fabrikadaki
"seçenekler" gibidir (manuel vs. otomatik vites, iki kapı vs. dört
kapı). Bu seçenekler, çocuğun maruz kaldığı yerel çevreye, yani konuştuğu dile
göre ayarlanır. Örneğin, tüm dillerin hiyerarşik öbek yapısına sahip olması bir
ilkeyken, Türkçenin izin verdiği ancak İngilizcenin izin vermediği
"boş-özne" kullanımı bir parametre ayarıdır.
• Dil
Öğrenme Aygıtı (LAD): Chomsky, çocukların çevrelerindeki dil verisini
çözümleyip içselleştirmelerini sağlayan, doğuştan gelen bu varsayımsal zihinsel
mekanizmayı "Dil Öğrenme Aygıtı" olarak adlandırmıştır.
4.3
Karşı Denge: Kültür ve Dilsel Görelilik
Doğuştancılığın
biyolojik vurgusuna karşı, kültürün ve çevrenin rolünü merkeze alan bir başka
güçlü görüş daha vardı. Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf tarafından
geliştirilen Sapir-Whorf hipotezi, dilin düşünceyi ve dünyayı
algılama biçimimizi şekillendirdiğini öne sürer. Bu görüşe göre, dil sadece
düşünceleri ifade eden nötr bir araç değil, aynı zamanda düşüncenin kalıbını
oluşturan aktif bir güçtür.
Bu
hipotezin en bilinen ampirik testlerinden biri, Roger Brown ve Eric
Lenneberg'in renk algısı üzerine yaptığı çalışmadır. Araştırmacılar, farklı
kültürlerin renk spektrumunu farklı şekillerde isimlendirmesinin, o kültürdeki
bireylerin renkleri hatırlama performansını doğrudan etkilediğini göstermiştir.
Katılımcıların, kendi dillerinde özel bir ismi olan renkleri, ismi olmayan
renklere göre daha kolay hatırladığı bulunmuştur. Bu bulgu, dilin tamamen
biyolojik bir içgüdü olduğu fikrine karşı, kültürün ve dilin algı üzerindeki
güçlü etkisini gösteren önemli bir kanıt sunmuştur.
Chomsky'nin
dilin ne olduğuna (doğuştan gelen, hesaplamalı bir biyolojik
sistem) dair güçlü bir çerçeve sunmasıyla birlikte, bilimsel sohbetin bir
sonraki mantıksal adımı, bu sistemin evrimsel açıdan nasıl ve neden ortaya
çıktığını sorgulamak oldu. Bu durum, Chomsky'nin evrim teorisi için ortaya
attığı meydan okumayı çözmeye çalışan modern evrimsel çerçevelerin doğuşuna
zemin hazırladı.
5.0
Modern Evrimsel Çerçeveler ve Ana Tartışmalar
20. yüzyıldaki
doğuştancılık ve öğrenme arasındaki teorik zemin üzerine, bilim insanları
dilin nasıl ve neden evrildiğine dair daha
spesifik ve test edilebilir hipotezler geliştirmeye başlamışlardır. Bu bölüm,
alandaki güncel ve birbiriyle rekabet eden ana evrimsel teorileri, Evrensel
Gramer'in varlığını kabul edip etmemelerine göre iki ana başlık altında incelemektedir.
5.1
Evrensel Grameri Kabul Eden Adaptasyoncu Teoriler
Bu
yaklaşımların ortak noktası, Noam Chomsky'nin öne sürdüğü gibi doğuştan gelen
biyolojik bir dil yetisinin (Evrensel Gramer) varlığını kabul etmeleri ve bu
yetinin doğal seçilim yoluyla kademeli olarak evrilen bir adaptasyon olduğunu
savunmalarıdır.
• Pinker
ve Bloom: 1990 yılındaki ufuk açıcı makaleleriyle konuyu yeniden
canlandıran bu ikili, dilin göz gibi karmaşık bir biyolojik adaptasyon olduğunu
öne sürmüştür. Temel argümanları, dilin, grup içi iletişimi daha verimli hale
getirerek önemli bir sağkalım avantajı sağladığıdır. Bu tezin en çarpıcı
kanıtlarından biri, insanda gırtlağın (larinks) aşağıya inmesidir. Bu anatomik
değişiklik, çok daha geniş bir ses yelpazesi üretmemizi sağlarken, aynı zamanda
yemeklerin nefes borusuna kaçarak boğulma riskini ciddi şekilde artırmıştır.
Pinker ve Bloom'a göre, böylesine tehlikeli bir özelliğin evrilmesi, ancak
dilin sağladığı adaptif avantajın bu riske ağır basmasıyla açıklanabilir.
• Hauser,
Chomsky ve Fitch (HCF): 2002 yılında, Chomsky'nin kendisinin de
aralarında bulunduğu bu üçlü, dil yetisini evrimsel bir çerçeveye oturtmak
amacıyla çığır açıcı bir ayrım önermiştir. Bu ayrım, neyin insana özgü olduğunu
ve neyin diğer türlerle paylaşıldığını netleştirmeyi amaçlar:
◦ Geniş
Anlamda Dil Yetisi (Faculty of Language - Broad Sense, FLB): Bellek,
kavramlaştırma, taklit ve duyusal-motor sistemler gibi, dil için gerekli olan
ancak diğer türlerle de paylaştığımız genel bilişsel mekanizmaları içerir.
◦ Dar
Anlamda Dil Yetisi (Faculty of Language - Narrow Sense, FLN): Yalnızca
insana özgü olan ve dilin temel çekirdeğini oluşturan hesaplamalı
(computational) sistemi ifade eder. HCF'ye göre, bu sistemin tek ve en temel
bileşeni özyinelemedir (recursion). Özyineleme, bir yapının kendi
içinde tekrar yer alabilmesi yeteneğidir; bu, öbekleri başka öbeklerin içine
yerleştirerek cümleler kurmamızı sağlayan hesaplamalı mekanizmadır. Örneğin,
"Ali'nin [Ayşe'nin gördüğü] adamı tanıması" cümlesinde bir tamlama başka
bir tamlamanın içine gömülmüştür. Bu mekanizma, sınırlı sayıda kelime ve kural
kullanarak potansiyel olarak sonsuz sayıda karmaşık ve anlamlı cümle üretmemizi
sağlayan motorun ta kendisidir. HCF modelinin zarafeti, evrimsel olarak
açıklanması gereken hedefi (tüm gramer yerine sadece özyinelemeyi) en aza
indirmesinde yatmaktadır, bu da onu Pinker ve Bloom'un daha geniş adaptasyon
görüşüne kıyasla evrimsel olarak daha makul bir hedef haline getirir.
• Bickerton
ve Jackendoff: Bu iki dilbilimci, dilin aşamalı evrimine dair modeller
sunmuş, ancak bu sürecin hızı konusunda farklılaşmışlardır. Bu, adaptasyoncu
kamp içindeki temel bir tartışmayı yansıtır: dil büyük bir sıçrayışla mı, yoksa
küçük özelliklerin yavaş birikimiyle mi ortaya çıktı? Derek Bickerton,
"sıçramalı" (saltational) bir modelle dilin iki ana aşamada
evrildiğini savunur: önce sadece sembollerden oluşan, gramersiz bir
"ön-dil" (proto-language) ortaya çıkmış, daha sonra tek bir büyük
adımla tam teşekküllü, sözdizimine sahip modern dil gelişmiştir. Buna karşın
Ray Jackendoff, "tedrici" (gradual) bir yaklaşımla, dilin evriminin
dokuz aşamalı, daha yavaş bir süreç olduğunu öne sürmüştür. Bu model, tekil
sembollerin kullanımından başlayarak, öbek yapıları ve karmaşık sözdizimine
doğru yavaş bir ilerlemeyi tasvir eder.
5.2
Evrensel Grameri Reddeden Kullanım Temelli Teoriler
Bu
yaklaşımlar, dilin özelleşmiş bir genetik donanım (Evrensel Gramer) yerine,
genel bilişsel yetenekler, sosyal etkileşim ihtiyaçları ve nesilden nesile
aktarılan kültürel süreçler yoluyla ortaya çıktığını savunur. Temel
felsefeleri, dilin özel bir "organ" olmadığı, bunun yerine zaten var
olan yetenekler üzerine inşa edildiğidir.
• Michael
Corballis ve İşaret Dili Kökeni: Corballis, dilin vokalizasyondan önce
el ve yüz hareketlerine dayalı bir işaret dili olarak başladığını öne süren
tezin en önemli savunucularındandır. Bu tez, dilin evrimini önceden var olan
motor sistemlere dayandırır. Kanıtlar arasında maymunların jest kullanımındaki
yetkinliği, insan beynindeki konuşma üretiminden sorumlu Broca alanının aynı
zamanda karmaşık el hareketleriyle de ilişkili olması ve başkalarının
hareketlerini anlamada rol oynayan ayna nöronların varlığı bulunur. Bu modele
göre, dilin sese geçişi daha sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni, gece iletişim
kurma ihtiyacı ve alet kullanımı gibi faaliyetler için ellerin serbest kalması
gibi pratik avantajlardır.
• Michael
Tomasello ve Sosyal Biliş: Gelişim psikoloğu Michael Tomasello, dilin
evrimini sosyal zekaya dayandırır. Ona göre dilin temel itici gücü biyolojik
bir modül değil, sosyal-bilişsel ihtiyaçlardır. "Kullanım temelli"
(usage-based) modeline göre dil, türdeşlerimizin dikkatini yönlendirme,
niyetlerini anlama ve davranışlarını etkileme gibi sosyal hedeflere ulaşmak
için geliştirilmiş bir araçtır. Bu görüşe göre dil, özelleşmiş bir içgüdü
değil, insanın gelişmiş sosyal zekasının bir ürünüdür. Gramer yapıları,
doğuştan gelen kurallar olmak yerine, insanların iletişim sırasında
karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümlerin zamanla kalıplaşması ve
kültürel olarak aktarılmasıyla ortaya çıkar.
Her
iki teori de özelleşmiş, doğuştan gelen bir "dil organı" fikrini
reddederek, dilin evrimini önceden var olan yeteneklere (Corballis için motor
sistemler, Tomasello için sosyal zekâ) dayandırır. Bu, onları Chomskyci kamptan
temel felsefi bir noktada ayırır. Bu farklı teorik yaklaşımlar, dilin evrimini
açıklamak için gereken biyolojik ve nörolojik kanıtlara farklı açılardan
bakmamızı gerektirir.
6.0
Dilin Biyolojik ve Nörolojik Temelleri
Önceki
bölümlerde tartışılan soyut teoriler ve felsefi argümanlar, somut biyolojik
kanıtlarla temellendirildiğinde anlam kazanır. Dilin evrimi, insan anatomisinde
ve beyninde meydana gelen fiziksel değişimlerden bağımsız düşünülemez. Bu
bölüm, dilin "fiziksel donanımını" oluşturan anatomik adaptasyonları
ve "zihinsel yazılımını" barındıran nörolojik evrimi inceleyerek,
teorileri kanıtlarla buluşturmayı amaçlamaktadır.
Anatomik Evrim (Fiziksel Donanım) |
Nörolojik Evrim (Zihinsel Yazılım) |
İki Ayaklılık (Bipedalizm): Atalarımızın
iki ayak üzerinde yürümeye başlaması, sadece elleri serbest bırakmakla
kalmadı, aynı zamanda kafa ve boyun yapısının konuşmaya daha uygun bir
pozisyon almasını sağlayarak ses yolunun yeniden şekillenmesi için ilk adımı
attı. Larinks ve Farinksin Evrimi: İnsan
konuşma yeteneğinin en kritik adaptasyonu, larinksin (gırtlak) boğazda
daha aşağı bir konuma inmesidir. Bu değişiklik, farinks (yutak) boşluğunu
genişleterek çok daha zengin bir ses çeşitliliği üretmemizi sağladı. Ancak bu
durum, boğulma riskini de beraberinde getirerek dilin sağkalım için ne kadar
büyük bir avantaj sunduğunun güçlü bir kanıtı oldu. Neandertal Ses Kapasitesi: Philip
Lieberman ve Edmund Crelin'in Neandertal fosillerinden yola çıkarak
yaptıkları ses yolu rekonstrüksiyonları, onların modern insanın sahip olduğu
tüm sesli harfleri üretemediğini göstermiştir. Bu, konuşma kapasitelerinin
olduğunu ancak modern insanın seviyesine ulaşamadığını düşündürmektedir. |
Beyin Hacmi ve Korteksin Gelişimi: İnsan
evrimi boyunca, Australopithecine türünün yaklaşık 400-525 cc olan beyin
kapasitesi, modern Homo Sapiens'te çok daha yukarılara çıkmıştır. Bu büyüme,
özellikle üst düzey bilişsel işlevlerden sorumlu olan korteksin gelişimini
yansıtır ve dil gibi karmaşık bir sistem için bir ön hazırlık niteliğindedir. Dile Özelleşmiş Beyin Bölgeleri: 19.
yüzyıldaki öncü çalışmalar, beynin sol yarım küresinde dile özgü alanların
varlığını ortaya koymuştur: Broca Alanı: Sol frontal
lobda yer alır ve konuşma üretimi ile gramer işlenmesinden sorumludur. Wernicke Alanı: Sol temporal
bölgededir ve konuşulan dili anlama işlevini üstlenir. Primat Atalarımızdaki Karşılıklar (Homologlar): Modern
beyin görüntüleme çalışmaları, makak maymunlarının türe özgü sesler çıkardığı
sırada, insanlardaki Broca ve Wernicke alanlarına karşılık gelen perisilviyan
bölgelerinde aktivasyon olduğunu göstermiştir. Bu, dilin temelini oluşturan
nöral devrelerin evrimsel olarak çok daha eski olabileceğini göstermektedir. |
Görüldüğü
üzere, anatomik donanımdaki evrim (gırtlağın alçalması gibi) ile zihinsel
yazılımdaki evrim (Broca ve Wernicke alanlarının özelleşmesi gibi) birbirinden
ayrılamaz süreçlerdir. Biri, potansiyeli yaratırken diğeri bu potansiyeli
kullanacak kontrol mekanizmasını sağlamıştır.
Dilin
beyinde belirli alanlara "lokalize" olduğu fikrine
karşın, Hughlings Jackson gibi araştırmacılar, dilin birçok beyin bölgesinin
ortaklaşa çalıştığı "holistik" bir süreç olduğunu
savunmuştur. Bu tartışma, modern teorik ayrımları da yansıtmaktadır: Dilin
beyinde özel bir "modüle" sahip olduğunu savunan doğuştancı görüşler
lokalizasyon fikrine daha yakın dururken, dilin genel bilişsel yeteneklerden
doğduğunu öne süren kullanım temelli modeller holistik görüşle daha uyumludur.
Bu biyolojik ve nörolojik kanıtlar, mevcut teorileri desteklerken aynı zamanda
onlara meydan okumakta ve alandaki geleneksel ikilikleri aşan yeni sentezleyici
yaklaşımlara kapı aralamaktadır.
7.0
Yeni Bir Sentez: Beyne Uyum Sağlayan Dil
Dilin
evrimi tartışmalarında uzun süredir hâkim olan soru "Beyin dile nasıl
adapte oldu?" şeklindeydi. Ancak son yıllarda ortaya çıkan ve alanı
yeniden çerçeveleyen alternatif bir paradigma, bu soruyu tersine çeviriyor:
"Dil beyne nasıl adapte oldu?". Simon Kirby ve Morten Christiansen
gibi araştırmacılar tarafından geliştirilen bu model, doğuştancılık ve öğrenme
arasındaki geleneksel ikiliği aşarak, dilin evrimine kültürel bir perspektif
getiriyor. Kirby ve Christiansen'in önerdiği bu paradigma kayması, alandaki on
yıllardır süren 'doğa mı, çevre mi?' çıkmazına yaratıcı bir çözüm sunmaktadır.
Bu
modelin temel mantığı şu şekilde özetlenebilir:
• Dil
Statik Değil, Kültürel Bir Sistemdir: Bu yaklaşıma göre dil,
Chomsky'nin önerdiği gibi doğuştan gelen, genetik olarak kodlanmış statik bir
biyolojik yapı (Evrensel Gramer) değildir. Aksine, bir canlı organizma gibi
nesilden nesile aktarılan, dinamik ve sürekli değişen kültürel bir
sistemdir.
• Beynin
Kısıtlamalarına Uyum Sağlama: Dil, aktarılırken insan beyninin genel
öğrenme, işleme ve bellek mekanizmalarının getirdiği kısıtlamalara uyum
sağlayarak evrilir. Tıpkı bir canlının çevresine adapte olması gibi, dilsel
yapılar da beynin yapısına adapte olur. İnsan beyni tarafından daha kolay
öğrenilen, işlenen ve hatırlanan yapılar seçilime uğrayarak hayatta kalır;
öğrenilmesi ve işlenmesi zor olan karmaşık yapılar ise zamanla elenir veya
basitleşir.
• Evrensel
Eğilimler Olarak Evrensel Gramer: Bu model, diller arasındaki evrensel
benzerlikleri reddetmez, ancak bu benzerliklerin kaynağını farklı bir şekilde
açıklar. "Evrensel Gramer" olarak görülen özellikler, aslında
doğuştan gelen özel dil kuralları değil, beynin sıralı öğrenme, hiyerarşik
yapılandırma gibi genel bilişsel kısıtlamalarının bir sonucu olarak ortaya
çıkan evrensel eğilimlerdir. Diller, bu ortak bilişsel
darboğazlardan geçmek zorunda oldukları için birbirlerine benzer yapılar
geliştirirler.
• Üç
Adaptif Sistemin Entegrasyonu: Bu yeni bakış açısı, dilin evrimini tek
bir süreçle değil, birbiriyle etkileşim halindeki üç adaptif sistemin bir ürünü
olarak görür:
1. Bireysel
Öğrenme: Her bireyin kendi yaşamı boyunca dili öğrenmesi.
2. Kültürel
Aktarım: Dilin nesiller arasında aktarılması ve bu süreçte değişmesi.
3. Biyolojik
Evrim: Dilin dayandığı genel bilişsel mekanizmaların biyolojik olarak
evrilmesi.
Bu
sentezleyici yaklaşım, dilin sadece genler veya sadece kültür tarafından değil,
bu iki gücün dinamik etkileşimiyle şekillendiğini öne sürer. Böylece,
"doğuştancılık mı, öğrenme mi?" şeklindeki kısır tartışmayı aşarak,
dilin evrimini anlamada yeni ve verimli bir yol sunar.
8.0
Sonuç: Disiplinler arası Yaklaşımın Kaçınılmazlığı
Bu
inceleme, dilin kökeni arayışının ne denli karmaşık ve çok katmanlı bir
yolculuk olduğunu gözler önüne sermektedir. Felsefenin derinliklerinde dil ve
düşünce arasındaki bağa dair atılan ilk tohumlardan yola çıktık; 20. yüzyıl
psikolojisinin doğuştancılık ve davranışçılık arasındaki temel çatışmalarından
geçtik ve nihayetinde evrimsel biyoloji, antropoloji ve sinirbilimin sunduğu
somut verilerle bu soyut tartışmaları temellendirdik. Bu yolculuk, tek bir
gerçeği net bir şekilde ortaya koymaktadır: İnsanın bu en temel yetisini
anlamak, tek bir disiplinin sınırları içinde mümkün değildir.
Dil,
bir yandan biyolojik evrimin bir ürünü olarak beyinde ve anatomide kök salmış,
diğer yandan kültürel aktarımla nesilden nesile aktarılan dinamik bir
sistemdir. Onun evrimini açıklamak hem genetik kodlarımızı hem de sosyal
yapılarımızı, hem bilişsel mekanizmalarımızı hem de iletişimsel ihtiyaçlarımızı
aynı anda hesaba katmayı gerektirir. Bu nedenle, dilin evrimi sorunu, doğası
gereği disiplinler arası bir çaba gerektiren nihai bilimsel bulmacalardan
biridir.
Gelecekteki
araştırmaların başarısı, bilişsel bilimler, genetik, paleoantropoloji,
sinirbilim ve Kirby ile Christiansen'in öncülük ettiği gibi sayısal
modellemelerin daha derin bir entegrasyonuna bağlı olacaktır. Fosil
kayıtlarından genetik analizlere, beyin görüntüleme çalışmalarından bilgisayar
simülasyonlarına kadar uzanan geniş bir yelpazedeki araçları bir araya
getirerek, bu büyük gizemi aydınlatmaya bir adım daha yaklaşabiliriz. İnsan
doğasının bu en temel parçasını anlama çabası, devam eden ve her yeni bulguyla
daha da heyecan verici hale gelen büyük bir bilimsel maceradır.
Yararlanılan
Kaynaklar:
i) Fatma
Ebru Köse, Dil Biliş İlişkileri ve Dilin Evrimi Üzerine, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry 2023; 15(2):333-347
ii) İsa
Kerem Bayırlı, Dinin Evrimi, Cogito Dergisi, 2009 Kış Darwin Özel Sayısı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.