Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

24 Eylül 2025 Çarşamba

Dil Teorisine Doğru

MAR

1.0 Giriş: Dilin Kökeni Arayışının Yeniden Doğuşu

Dilin evrimi, temelsiz spekülasyonlara o kadar açık bir konu olarak görülmüştür ki, Paris Dilbilimleri Topluluğu 1886 yılında bu konuda daha fazla makale kabul etmeyeceğini ilan etmiştir. Bu tarihsel karar, konunun karmaşıklığını ve ampirik kanıtlarla desteklenmesinin zorluğunu gözler önüne serer. Yüz yılı aşkın bir sessizliğin ardından, 1990 yılında Steven Pinker ve Paul Bloom'un "Doğal Dil ve Doğal Seçilim" başlıklı makalesiyle konu yeniden bilimsel tartışmaların merkezine oturmuş ve adeta "cin şişeden çıkmıştır". O günden bu yana dilin kökeni, modern evrimsel biyoloji ve bilişsel psikolojinin verileriyle zenginleşerek, hararetli ve üretken bir araştırma alanı haline gelmiştir.

Bu incelemenin temel amacı, dilin kökeni ve gelişimini tek bir disiplinin dar merceğinden değil, felsefe, psikoloji, biyoloji, antropoloji ve sinirbilim gibi çeşitli alanların perspektiflerini sentezleyerek bütüncül bir çerçevede sunmaktır. Dilin doğası gereği biyolojik, kültürel ve psikolojik faktörlerle iç içe geçmiş yapısı, böyle çok disiplinli bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Bu doğrultuda, filozofların dil ve düşünce üzerine tarihsel sorgulamalarından yola çıkarak 20. yüzyılın merkezi teorik çatışmalarına, oradan da günümüzün modern evrimsel çerçevelerine ve bu çerçeveleri destekleyen biyolojik kanıtlara uzanan bir yolculuk sunulacaktır.

Bu kapsamlı analiz, dilin evrimini anlamanın anahtarının, onun en temel ortağı olan bilişsel süreçlerle olan girift ilişkisini çözmekten geçtiğini ortaya koyacaktır. Şimdi, bu temel ilişkiyi daha yakından inceleyerek dilin evrimsel kökenlerini anlamak için bir başlangıç noktası oluşturalım.

2.0 Temel İlişki: Dil ve Biliş

Dilin evrimsel serüvenini, onun zihinsel süreçlerle olan simbiyotik ilişkisinden bağımsız düşünmek neredeyse imkansızdır. Dil, bilişten ayrı bir modül değil, aksine bilişsel kapasitemizi hem mümkün kılan hem de onun tarafından şekillendirilen bir olgudur. Bu ikili, birbirini sürekli olarak etkileyen ve dönüştüren bir yapıdadır ve bu girift bağ, dilin kökenlerine dair tüm teorik tartışmaların başlangıç noktasını oluşturur. Dil ve biliş arasındaki bu temel ilişkiyi birkaç kilit noktada analiz edebiliriz:

• Düşünce ve Soyutlama: Platon'un düşünceyi "insanın kendi kendisiyle diyaloğu" olarak tanımlaması, bu ilişkinin felsefi köklerinin ne kadar derin olduğunu gösterir. Modern bilişsel bilimde de bu bağ güçlüdür; dilin sembolleri kullanma becerisi, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli bilişsel özelliklerden biri olan soyutlama yeteneğimizin temelini oluşturur. Bloom ve Keil'in de belirttiği gibi, dil ve soyutlama o kadar iç içe geçmiştir ki, bu iki kavramı birbirinden ayırmak oldukça güçtür.

• Bellek ve Şemalar: Bilişsel psikolog Sir Frederic Bartlett'in öncü araştırmaları, dilin ve kültürel şemaların belleği nasıl yapılandırdığını somut bir şekilde ortaya koymuştur. Bartlett, katılımcıların bir hikâyeyi hatırlama süreçlerini incelediğinde, onların hikâyeyi ait oldukları kültürün ve kullandıkları dilin oluşturduğu "şemalar" aracılığıyla yeniden yapılandırdıklarını gözlemlemiştir. Bu bulgu, dilin sadece bilgiyi kodlamakla kalmayıp, aynı zamanda hatırlama ve hatta yanlış hatırlama performansımızı aktif olarak etkilediğini göstermektedir.

• Çalışma Belleği: Dil ve bilişsel kapasite arasındaki en somut sınırlardan biri çalışma belleğidir. Cümlelerimizin karmaşıklığı ve uzunluğu, doğrudan doğruya çalışma belleğimizin kısıtlı kapasitesi tarafından belirlenir. İletişim sırasında bir cümlenin içerdiği tüm bilgiyi zihnimizde tutma ve işleme yeteneğimiz, ne kadar karmaşık mesajlar gönderebileceğimizi ve alıcının bu mesajın ne kadarını bir bütün olarak anlayabileceğini sınırlar.

• İmitasyon ve Kategori Algısı: İmitasyon, yani taklit etme becerisi, özellikle bebeklik döneminde dili edinmenin temelini oluşturan önemli bir bilişsel işlevdir. Benzer şekilde, kategori algısı da dilin temel yapı taşlarından biridir. Lieberman ve Mattingly gibi araştırmacılar, atalarımız olan hominidlerin sesli ve sessiz sesleri kategorize etme becerisine sahip olduklarını öne sürer. Bu yetenek, dilin evrimi için gerekli olan temel bir bilişsel öncül olarak kabul edilir.

Dil ve biliş arasındaki bu sıkı bağ, dilin sadece bir iletişim aracı olmadığını, aynı zamanda düşünceyi, belleği ve algıyı şekillendiren temel bir zihinsel yapı olduğunu kanıtlar. Bu nedenle, dilin evrimsel gelişimini inceleyen tüm teoriler, bu merkezi ilişkiyi açıklamak ve hesaba katmak zorundadır.

3.0 Felsefi Kökenler: Dil ve Zihin Üzerine Tarihsel Düşünceler

Dilin evrimine dair modern bilimsel tartışmalar, köklerini filozofların yüzyıllar önce dil, düşünce ve insan doğası hakkında ortaya attığı temel sorulardan alır. Bu felsefi miras, günümüz teorilerinin üzerine inşa edildiği entelektüel zemini oluşturur. Platon'dan Descartes'a uzanan bu düşünce geleneği, dilin doğuştan mı geldiği yoksa öğrenildiği mi gibi temel bilimsel çatışmaların tohumlarını ekmiştir.

• Platon ve Aristo Platon, düşünceyi bir "iç konuşma" olarak tanımlayarak dil ile zihin arasındaki ayrılmaz bağı ilk sezen düşünürlerden biri olmuştur. Ona göre dil, düşüncenin bir yansımasıdır; ancak Platon aynı zamanda dilin gerçeğin tam bir kopyası olmayabileceği, hatta onu saptırabileceği konusunda da önemli bir uyarıda bulunur. Öğrencisi Aristo, bu görüşü daha da genişleterek dilin sadece düşünmeyi değil, arzu ve öfke gibi duyguları da etkilediğini belirtmiştir. Aristo ayrıca, zihnin öznel doğasına işaret ederek "iç konuşma" ile anlam belirsizliğine daha açık olan "dış konuşma" arasında bir ayrım yapmıştır.

• Augustine Orta Çağ düşünürü Augustine, dilin işlevini "şeyler" ve onları temsil eden "işaretler" (dil) arasındaki bir ilişki olarak formüle etmiştir. Onun en dikkat çekici gözlemlerinden biri, dilin düşüncenin hızına yetişemediği ve bu nedenle düşünceyi saptırabileceği yönündeki fikridir. Bu görüş, modern nöropsikolojideki önemli bir kavrayışın erken bir habercisidir: Dil bozulmaları, aslında bilişsel süreçlerdeki daha derin bozulmaların bir yansıması olabilir.

• Descartes Yeni Çağ'da Descartes, dile merkezi bir önem atfederek onu "içimizdeki düşüncenin varlığının tek kesin işareti" olarak tanımlamıştır. Bu görüş, dili, insanı hayvandan ve "makineden" ayıran temel yetenek olarak konumlandırır. Descartes'a göre, en "şaşkaloz" insanlar bile konuşabilirken, en mükemmel hayvan dahi bunu yapamaz; çünkü dil, evrimin değil, insana özgü bir ruhun ürünüdür. Descartes'ın dilin anlam boyutuna yaptığı vurguyla şekillenen "zihinci" görüşü, yüz yıllar sonra Noam Chomsky'nin devrim niteliğindeki teorilerini doğrudan etkilemiştir. Özellikle sınırlı sayıda kelimeden sonsuz sayıda cümle üretilebileceği fikri, Chomsky ve takipçileri tarafından "özyineleme" (recursion) olarak adlandırılacak modern hesaplamalı dilbilim kavramının felsefi öncüsü olarak kabul edilebilir.

Platon’un düşünceyi iç konuşma olarak görmesi, Augustine'in dilin yanıltıcılığına dikkat çekmesi ve özellikle Descartes’ın doğuştan gelen fikirler ile dilin sonsuz üretkenliğine yaptığı vurgu, dilin doğasına ilişkin temel gerilimleri ortaya koymuştur. Bu felsefi sorgulamalar, ortaya attıkları soruların kaçınılmaz bir şekilde bilimsel yöntemlerle test edilmesini gerektirerek, 20. yüzyılda psikoloji ve dilbilimi derinden sarsacak olan davranışçılık ve doğuştancılık arasındaki merkezi çatışmanın zeminini hazırlamıştır.

4.0 20. Yüzyılın Merkezi Çatışması: Doğuştancılık ve Öğrenme

Dilin evrimi hakkındaki modern teorileri anlamak için, 20. yüzyılda dilbilim ve psikoloji alanlarını şekillendiren temel teorik çatışmayı kavramak kritik öneme sahiptir. Bu dönem, dilin biyolojik bir içgüdü mü, yoksa çevresel etkenlerle öğrenilen kültürel bir icat mı olduğu yönündeki temel ayrımı ortaya koymuştur. Bu tartışma, sonraki tüm evrimsel modellerin temelini oluşturmuştur.

4.1 Davranışçı Yaklaşım ve Eleştirisi

20. yüzyılın ortalarına kadar hâkim olan davranışçı yaklaşıma göre dil, diğer tüm insan davranışları gibi öğrenilen bir olguydu. Bu görüşün en önemli savunucusu B. F. Skinner, Sözel Davranış adlı eserinde, çocukların dili taklit, pekiştirme ve edimsel koşullama yoluyla edindiğini savunmuştur. Bu modele göre dil, temelde kültürel bir olgudur ve zihin, doğuştan "her şekilde biçimlendirilebilir" bir yapıdadır.

Ancak bu görüş, 1957'de Noam Chomsky'nin ortaya çıkışıyla radikal eleştirilere maruz kaldı. Chomsky, davranışçı modelin dilin karmaşıklığını ve edinilme hızını açıklamakta yetersiz kaldığını öne sürdü. Bu eleştirilerin en güçlüleri şunlardır:

1. Gramerin Gelişimi: Çocukların, çevrelerinde hiç duymadıkları halde "geldim-di" (İngilizce: "comed") gibi kurallı ama yanlış gramer yapıları üretmesi, basit taklit ve pekiştirmenin ötesinde, altta yatan bir kural çıkarma mekanizmasının varlığına işaret eder.

2. Spesifik Dil Bozuklukları: Williams Sendromu gibi bazı genetik hastalıklarda, hastaların IQ seviyeleri çok düşük olmasına rağmen son derece gelişmiş ve karmaşık dil becerilerine sahip olmaları, dilin genel zekadan bağımsız, özelleşmiş bir yetenek olabileceğini düşündürür.

3. Maruz Kalınan Girdinin Yetersizliği (Poverty of the Stimulus): Çocuklar, çevrelerinden duydukları sınırlı, kesintili ve çoğu zaman hatalı dil girdisine rağmen, karmaşık ve doğru gramer kurallarını kusursuz bir şekilde öğrenirler. Bu durum, doğuştan gelen bir dilsel şemanın varlığını ima eder.

4. Dilde Yerlileşme (Creolization): Farklı dillerden gelen insanların bir araya geldiği topluluklarda ortaya çıkan ve gramer yapısı olmayan "pidgin" dillerine maruz kalan çocuklar, bu dilden tam teşekküllü ve kurallı yeni bir dil olan "creole" yaratırlar. Bu, çocukların dilbilgisi kurallarını çevrelerinden almadan, kendiliğinden üretebildiklerinin en güçlü kanıtlarından biridir.

5. Doğal Edinim Sırası: Çocukların, belirli gramer yapılarının (örneğin İngilizcedeki çoğul eki "-s"in üçüncü tekil şahıs ekinden önce öğrenilmesi gibi) maruz kalma sıklığından bağımsız olarak, evrensel ve belirli bir sırayla öğrenildiği gözlemlenmiştir.

4.2 Doğuştancı Devrim: Chomsky ve Evrensel Gramer

Chomsky, davranışçılığın yetersizliklerine karşı, dilin doğuştan gelen biyolojik bir yeti ("innate biological endowment") olduğu yönündeki devrimci argümanı ortaya attı. Ona göre dil, öğrenilmiş bir davranış değil, tıpkı bir içgüdü ya da biyolojik bir organ gibi doğal olarak gelişen, insana özgü bir bilişsel yetidir. Chomsky'nin teorisi birkaç temel kavram üzerine kuruludur:

• Yeterlik (Competence) ve Performans (Performance): Chomsky, bir konuşmacının dil hakkındaki bilinçaltı, idealize edilmiş bilgisi (yeterlik) ile bu bilgiyi yorgunluk, dikkat dağınıklığı gibi etkenler altında fiili olarak kullanması (performans) arasında net bir ayrım yapar. Dilbilimin asıl amacı, bu altta yatan yeterliği, yani zihindeki dil sistemini anlamaktır.

• Evrensel Gramer (Universal Grammar): Bu kavrama göre, tüm insan dillerinin yüzeydeki farklılıklarının altında, doğuştan gelen ve ortak olan bir dizi ilke ve parametre yatar. Bu "dil işletim sistemi", insanların neden herhangi bir dili zahmetsizce öğrenebildiğini açıklar.

• İlkeler ve Parametreler (Principles and Parameters): Evrensel Gramer'in yapısını oluşturan bu iki unsur, dillerdeki benzerlik ve farklılıkları açıklar. Bu yapıyı bir araba analojisiyle anlamak mümkündür: "İlkeler," tüm arabalarda bulunan evrensel "şasi" gibidir (hepsinde tekerlek, motor, direksiyon bulunur). "Parametreler" ise fabrikadaki "seçenekler" gibidir (manuel vs. otomatik vites, iki kapı vs. dört kapı). Bu seçenekler, çocuğun maruz kaldığı yerel çevreye, yani konuştuğu dile göre ayarlanır. Örneğin, tüm dillerin hiyerarşik öbek yapısına sahip olması bir ilkeyken, Türkçenin izin verdiği ancak İngilizcenin izin vermediği "boş-özne" kullanımı bir parametre ayarıdır.

• Dil Öğrenme Aygıtı (LAD): Chomsky, çocukların çevrelerindeki dil verisini çözümleyip içselleştirmelerini sağlayan, doğuştan gelen bu varsayımsal zihinsel mekanizmayı "Dil Öğrenme Aygıtı" olarak adlandırmıştır.

4.3 Karşı Denge: Kültür ve Dilsel Görelilik

Doğuştancılığın biyolojik vurgusuna karşı, kültürün ve çevrenin rolünü merkeze alan bir başka güçlü görüş daha vardı. Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf tarafından geliştirilen Sapir-Whorf hipotezi, dilin düşünceyi ve dünyayı algılama biçimimizi şekillendirdiğini öne sürer. Bu görüşe göre, dil sadece düşünceleri ifade eden nötr bir araç değil, aynı zamanda düşüncenin kalıbını oluşturan aktif bir güçtür.

Bu hipotezin en bilinen ampirik testlerinden biri, Roger Brown ve Eric Lenneberg'in renk algısı üzerine yaptığı çalışmadır. Araştırmacılar, farklı kültürlerin renk spektrumunu farklı şekillerde isimlendirmesinin, o kültürdeki bireylerin renkleri hatırlama performansını doğrudan etkilediğini göstermiştir. Katılımcıların, kendi dillerinde özel bir ismi olan renkleri, ismi olmayan renklere göre daha kolay hatırladığı bulunmuştur. Bu bulgu, dilin tamamen biyolojik bir içgüdü olduğu fikrine karşı, kültürün ve dilin algı üzerindeki güçlü etkisini gösteren önemli bir kanıt sunmuştur.

Chomsky'nin dilin ne olduğuna (doğuştan gelen, hesaplamalı bir biyolojik sistem) dair güçlü bir çerçeve sunmasıyla birlikte, bilimsel sohbetin bir sonraki mantıksal adımı, bu sistemin evrimsel açıdan nasıl ve neden ortaya çıktığını sorgulamak oldu. Bu durum, Chomsky'nin evrim teorisi için ortaya attığı meydan okumayı çözmeye çalışan modern evrimsel çerçevelerin doğuşuna zemin hazırladı.

5.0 Modern Evrimsel Çerçeveler ve Ana Tartışmalar

20. yüzyıldaki doğuştancılık ve öğrenme arasındaki teorik zemin üzerine, bilim insanları dilin nasıl ve neden evrildiğine dair daha spesifik ve test edilebilir hipotezler geliştirmeye başlamışlardır. Bu bölüm, alandaki güncel ve birbiriyle rekabet eden ana evrimsel teorileri, Evrensel Gramer'in varlığını kabul edip etmemelerine göre iki ana başlık altında incelemektedir.

5.1 Evrensel Grameri Kabul Eden Adaptasyoncu Teoriler

Bu yaklaşımların ortak noktası, Noam Chomsky'nin öne sürdüğü gibi doğuştan gelen biyolojik bir dil yetisinin (Evrensel Gramer) varlığını kabul etmeleri ve bu yetinin doğal seçilim yoluyla kademeli olarak evrilen bir adaptasyon olduğunu savunmalarıdır.

• Pinker ve Bloom: 1990 yılındaki ufuk açıcı makaleleriyle konuyu yeniden canlandıran bu ikili, dilin göz gibi karmaşık bir biyolojik adaptasyon olduğunu öne sürmüştür. Temel argümanları, dilin, grup içi iletişimi daha verimli hale getirerek önemli bir sağkalım avantajı sağladığıdır. Bu tezin en çarpıcı kanıtlarından biri, insanda gırtlağın (larinks) aşağıya inmesidir. Bu anatomik değişiklik, çok daha geniş bir ses yelpazesi üretmemizi sağlarken, aynı zamanda yemeklerin nefes borusuna kaçarak boğulma riskini ciddi şekilde artırmıştır. Pinker ve Bloom'a göre, böylesine tehlikeli bir özelliğin evrilmesi, ancak dilin sağladığı adaptif avantajın bu riske ağır basmasıyla açıklanabilir.

• Hauser, Chomsky ve Fitch (HCF): 2002 yılında, Chomsky'nin kendisinin de aralarında bulunduğu bu üçlü, dil yetisini evrimsel bir çerçeveye oturtmak amacıyla çığır açıcı bir ayrım önermiştir. Bu ayrım, neyin insana özgü olduğunu ve neyin diğer türlerle paylaşıldığını netleştirmeyi amaçlar:

    ◦ Geniş Anlamda Dil Yetisi (Faculty of Language - Broad Sense, FLB): Bellek, kavramlaştırma, taklit ve duyusal-motor sistemler gibi, dil için gerekli olan ancak diğer türlerle de paylaştığımız genel bilişsel mekanizmaları içerir.

    ◦ Dar Anlamda Dil Yetisi (Faculty of Language - Narrow Sense, FLN): Yalnızca insana özgü olan ve dilin temel çekirdeğini oluşturan hesaplamalı (computational) sistemi ifade eder. HCF'ye göre, bu sistemin tek ve en temel bileşeni özyinelemedir (recursion). Özyineleme, bir yapının kendi içinde tekrar yer alabilmesi yeteneğidir; bu, öbekleri başka öbeklerin içine yerleştirerek cümleler kurmamızı sağlayan hesaplamalı mekanizmadır. Örneğin, "Ali'nin [Ayşe'nin gördüğü] adamı tanıması" cümlesinde bir tamlama başka bir tamlamanın içine gömülmüştür. Bu mekanizma, sınırlı sayıda kelime ve kural kullanarak potansiyel olarak sonsuz sayıda karmaşık ve anlamlı cümle üretmemizi sağlayan motorun ta kendisidir. HCF modelinin zarafeti, evrimsel olarak açıklanması gereken hedefi (tüm gramer yerine sadece özyinelemeyi) en aza indirmesinde yatmaktadır, bu da onu Pinker ve Bloom'un daha geniş adaptasyon görüşüne kıyasla evrimsel olarak daha makul bir hedef haline getirir.

• Bickerton ve Jackendoff: Bu iki dilbilimci, dilin aşamalı evrimine dair modeller sunmuş, ancak bu sürecin hızı konusunda farklılaşmışlardır. Bu, adaptasyoncu kamp içindeki temel bir tartışmayı yansıtır: dil büyük bir sıçrayışla mı, yoksa küçük özelliklerin yavaş birikimiyle mi ortaya çıktı? Derek Bickerton, "sıçramalı" (saltational) bir modelle dilin iki ana aşamada evrildiğini savunur: önce sadece sembollerden oluşan, gramersiz bir "ön-dil" (proto-language) ortaya çıkmış, daha sonra tek bir büyük adımla tam teşekküllü, sözdizimine sahip modern dil gelişmiştir. Buna karşın Ray Jackendoff, "tedrici" (gradual) bir yaklaşımla, dilin evriminin dokuz aşamalı, daha yavaş bir süreç olduğunu öne sürmüştür. Bu model, tekil sembollerin kullanımından başlayarak, öbek yapıları ve karmaşık sözdizimine doğru yavaş bir ilerlemeyi tasvir eder.

5.2 Evrensel Grameri Reddeden Kullanım Temelli Teoriler

Bu yaklaşımlar, dilin özelleşmiş bir genetik donanım (Evrensel Gramer) yerine, genel bilişsel yetenekler, sosyal etkileşim ihtiyaçları ve nesilden nesile aktarılan kültürel süreçler yoluyla ortaya çıktığını savunur. Temel felsefeleri, dilin özel bir "organ" olmadığı, bunun yerine zaten var olan yetenekler üzerine inşa edildiğidir.

• Michael Corballis ve İşaret Dili Kökeni: Corballis, dilin vokalizasyondan önce el ve yüz hareketlerine dayalı bir işaret dili olarak başladığını öne süren tezin en önemli savunucularındandır. Bu tez, dilin evrimini önceden var olan motor sistemlere dayandırır. Kanıtlar arasında maymunların jest kullanımındaki yetkinliği, insan beynindeki konuşma üretiminden sorumlu Broca alanının aynı zamanda karmaşık el hareketleriyle de ilişkili olması ve başkalarının hareketlerini anlamada rol oynayan ayna nöronların varlığı bulunur. Bu modele göre, dilin sese geçişi daha sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni, gece iletişim kurma ihtiyacı ve alet kullanımı gibi faaliyetler için ellerin serbest kalması gibi pratik avantajlardır.

• Michael Tomasello ve Sosyal Biliş: Gelişim psikoloğu Michael Tomasello, dilin evrimini sosyal zekaya dayandırır. Ona göre dilin temel itici gücü biyolojik bir modül değil, sosyal-bilişsel ihtiyaçlardır. "Kullanım temelli" (usage-based) modeline göre dil, türdeşlerimizin dikkatini yönlendirme, niyetlerini anlama ve davranışlarını etkileme gibi sosyal hedeflere ulaşmak için geliştirilmiş bir araçtır. Bu görüşe göre dil, özelleşmiş bir içgüdü değil, insanın gelişmiş sosyal zekasının bir ürünüdür. Gramer yapıları, doğuştan gelen kurallar olmak yerine, insanların iletişim sırasında karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümlerin zamanla kalıplaşması ve kültürel olarak aktarılmasıyla ortaya çıkar.

Her iki teori de özelleşmiş, doğuştan gelen bir "dil organı" fikrini reddederek, dilin evrimini önceden var olan yeteneklere (Corballis için motor sistemler, Tomasello için sosyal zekâ) dayandırır. Bu, onları Chomskyci kamptan temel felsefi bir noktada ayırır. Bu farklı teorik yaklaşımlar, dilin evrimini açıklamak için gereken biyolojik ve nörolojik kanıtlara farklı açılardan bakmamızı gerektirir.

6.0 Dilin Biyolojik ve Nörolojik Temelleri

Önceki bölümlerde tartışılan soyut teoriler ve felsefi argümanlar, somut biyolojik kanıtlarla temellendirildiğinde anlam kazanır. Dilin evrimi, insan anatomisinde ve beyninde meydana gelen fiziksel değişimlerden bağımsız düşünülemez. Bu bölüm, dilin "fiziksel donanımını" oluşturan anatomik adaptasyonları ve "zihinsel yazılımını" barındıran nörolojik evrimi inceleyerek, teorileri kanıtlarla buluşturmayı amaçlamaktadır.

Anatomik Evrim (Fiziksel Donanım)

Nörolojik Evrim (Zihinsel Yazılım)

İki Ayaklılık (Bipedalizm): Atalarımızın iki ayak üzerinde yürümeye başlaması, sadece elleri serbest bırakmakla kalmadı, aynı zamanda kafa ve boyun yapısının konuşmaya daha uygun bir pozisyon almasını sağlayarak ses yolunun yeniden şekillenmesi için ilk adımı attı.

Larinks ve Farinksin Evrimi: İnsan konuşma yeteneğinin en kritik adaptasyonu, larinksin (gırtlak) boğazda daha aşağı bir konuma inmesidir. Bu değişiklik, farinks (yutak) boşluğunu genişleterek çok daha zengin bir ses çeşitliliği üretmemizi sağladı. Ancak bu durum, boğulma riskini de beraberinde getirerek dilin sağkalım için ne kadar büyük bir avantaj sunduğunun güçlü bir kanıtı oldu.

Neandertal Ses Kapasitesi: Philip Lieberman ve Edmund Crelin'in Neandertal fosillerinden yola çıkarak yaptıkları ses yolu rekonstrüksiyonları, onların modern insanın sahip olduğu tüm sesli harfleri üretemediğini göstermiştir. Bu, konuşma kapasitelerinin olduğunu ancak modern insanın seviyesine ulaşamadığını düşündürmektedir.

Beyin Hacmi ve Korteksin Gelişimi: İnsan evrimi boyunca, Australopithecine türünün yaklaşık 400-525 cc olan beyin kapasitesi, modern Homo Sapiens'te çok daha yukarılara çıkmıştır. Bu büyüme, özellikle üst düzey bilişsel işlevlerden sorumlu olan korteksin gelişimini yansıtır ve dil gibi karmaşık bir sistem için bir ön hazırlık niteliğindedir.

Dile Özelleşmiş Beyin Bölgeleri: 19. yüzyıldaki öncü çalışmalar, beynin sol yarım küresinde dile özgü alanların varlığını ortaya koymuştur:

Broca Alanı: Sol frontal lobda yer alır ve konuşma üretimi ile gramer işlenmesinden sorumludur.

Wernicke Alanı: Sol temporal bölgededir ve konuşulan dili anlama işlevini üstlenir.

Primat Atalarımızdaki Karşılıklar (Homologlar): Modern beyin görüntüleme çalışmaları, makak maymunlarının türe özgü sesler çıkardığı sırada, insanlardaki Broca ve Wernicke alanlarına karşılık gelen perisilviyan bölgelerinde aktivasyon olduğunu göstermiştir. Bu, dilin temelini oluşturan nöral devrelerin evrimsel olarak çok daha eski olabileceğini göstermektedir.

Görüldüğü üzere, anatomik donanımdaki evrim (gırtlağın alçalması gibi) ile zihinsel yazılımdaki evrim (Broca ve Wernicke alanlarının özelleşmesi gibi) birbirinden ayrılamaz süreçlerdir. Biri, potansiyeli yaratırken diğeri bu potansiyeli kullanacak kontrol mekanizmasını sağlamıştır.

Dilin beyinde belirli alanlara "lokalize" olduğu fikrine karşın, Hughlings Jackson gibi araştırmacılar, dilin birçok beyin bölgesinin ortaklaşa çalıştığı "holistik" bir süreç olduğunu savunmuştur. Bu tartışma, modern teorik ayrımları da yansıtmaktadır: Dilin beyinde özel bir "modüle" sahip olduğunu savunan doğuştancı görüşler lokalizasyon fikrine daha yakın dururken, dilin genel bilişsel yeteneklerden doğduğunu öne süren kullanım temelli modeller holistik görüşle daha uyumludur. Bu biyolojik ve nörolojik kanıtlar, mevcut teorileri desteklerken aynı zamanda onlara meydan okumakta ve alandaki geleneksel ikilikleri aşan yeni sentezleyici yaklaşımlara kapı aralamaktadır.

7.0 Yeni Bir Sentez: Beyne Uyum Sağlayan Dil

Dilin evrimi tartışmalarında uzun süredir hâkim olan soru "Beyin dile nasıl adapte oldu?" şeklindeydi. Ancak son yıllarda ortaya çıkan ve alanı yeniden çerçeveleyen alternatif bir paradigma, bu soruyu tersine çeviriyor: "Dil beyne nasıl adapte oldu?". Simon Kirby ve Morten Christiansen gibi araştırmacılar tarafından geliştirilen bu model, doğuştancılık ve öğrenme arasındaki geleneksel ikiliği aşarak, dilin evrimine kültürel bir perspektif getiriyor. Kirby ve Christiansen'in önerdiği bu paradigma kayması, alandaki on yıllardır süren 'doğa mı, çevre mi?' çıkmazına yaratıcı bir çözüm sunmaktadır.

Bu modelin temel mantığı şu şekilde özetlenebilir:

• Dil Statik Değil, Kültürel Bir Sistemdir: Bu yaklaşıma göre dil, Chomsky'nin önerdiği gibi doğuştan gelen, genetik olarak kodlanmış statik bir biyolojik yapı (Evrensel Gramer) değildir. Aksine, bir canlı organizma gibi nesilden nesile aktarılan, dinamik ve sürekli değişen kültürel bir sistemdir.

• Beynin Kısıtlamalarına Uyum Sağlama: Dil, aktarılırken insan beyninin genel öğrenme, işleme ve bellek mekanizmalarının getirdiği kısıtlamalara uyum sağlayarak evrilir. Tıpkı bir canlının çevresine adapte olması gibi, dilsel yapılar da beynin yapısına adapte olur. İnsan beyni tarafından daha kolay öğrenilen, işlenen ve hatırlanan yapılar seçilime uğrayarak hayatta kalır; öğrenilmesi ve işlenmesi zor olan karmaşık yapılar ise zamanla elenir veya basitleşir.

• Evrensel Eğilimler Olarak Evrensel Gramer: Bu model, diller arasındaki evrensel benzerlikleri reddetmez, ancak bu benzerliklerin kaynağını farklı bir şekilde açıklar. "Evrensel Gramer" olarak görülen özellikler, aslında doğuştan gelen özel dil kuralları değil, beynin sıralı öğrenme, hiyerarşik yapılandırma gibi genel bilişsel kısıtlamalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan evrensel eğilimlerdir. Diller, bu ortak bilişsel darboğazlardan geçmek zorunda oldukları için birbirlerine benzer yapılar geliştirirler.

• Üç Adaptif Sistemin Entegrasyonu: Bu yeni bakış açısı, dilin evrimini tek bir süreçle değil, birbiriyle etkileşim halindeki üç adaptif sistemin bir ürünü olarak görür:

    1. Bireysel Öğrenme: Her bireyin kendi yaşamı boyunca dili öğrenmesi.

    2. Kültürel Aktarım: Dilin nesiller arasında aktarılması ve bu süreçte değişmesi.

    3. Biyolojik Evrim: Dilin dayandığı genel bilişsel mekanizmaların biyolojik olarak evrilmesi.

Bu sentezleyici yaklaşım, dilin sadece genler veya sadece kültür tarafından değil, bu iki gücün dinamik etkileşimiyle şekillendiğini öne sürer. Böylece, "doğuştancılık mı, öğrenme mi?" şeklindeki kısır tartışmayı aşarak, dilin evrimini anlamada yeni ve verimli bir yol sunar.

8.0 Sonuç: Disiplinler arası Yaklaşımın Kaçınılmazlığı

Bu inceleme, dilin kökeni arayışının ne denli karmaşık ve çok katmanlı bir yolculuk olduğunu gözler önüne sermektedir. Felsefenin derinliklerinde dil ve düşünce arasındaki bağa dair atılan ilk tohumlardan yola çıktık; 20. yüzyıl psikolojisinin doğuştancılık ve davranışçılık arasındaki temel çatışmalarından geçtik ve nihayetinde evrimsel biyoloji, antropoloji ve sinirbilimin sunduğu somut verilerle bu soyut tartışmaları temellendirdik. Bu yolculuk, tek bir gerçeği net bir şekilde ortaya koymaktadır: İnsanın bu en temel yetisini anlamak, tek bir disiplinin sınırları içinde mümkün değildir.

Dil, bir yandan biyolojik evrimin bir ürünü olarak beyinde ve anatomide kök salmış, diğer yandan kültürel aktarımla nesilden nesile aktarılan dinamik bir sistemdir. Onun evrimini açıklamak hem genetik kodlarımızı hem de sosyal yapılarımızı, hem bilişsel mekanizmalarımızı hem de iletişimsel ihtiyaçlarımızı aynı anda hesaba katmayı gerektirir. Bu nedenle, dilin evrimi sorunu, doğası gereği disiplinler arası bir çaba gerektiren nihai bilimsel bulmacalardan biridir.

Gelecekteki araştırmaların başarısı, bilişsel bilimler, genetik, paleoantropoloji, sinirbilim ve Kirby ile Christiansen'in öncülük ettiği gibi sayısal modellemelerin daha derin bir entegrasyonuna bağlı olacaktır. Fosil kayıtlarından genetik analizlere, beyin görüntüleme çalışmalarından bilgisayar simülasyonlarına kadar uzanan geniş bir yelpazedeki araçları bir araya getirerek, bu büyük gizemi aydınlatmaya bir adım daha yaklaşabiliriz. İnsan doğasının bu en temel parçasını anlama çabası, devam eden ve her yeni bulguyla daha da heyecan verici hale gelen büyük bir bilimsel maceradır.

Yararlanılan Kaynaklar:

i) Fatma Ebru Köse, Dil Biliş İlişkileri ve Dilin Evrimi Üzerine, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry 2023; 15(2):333-347

ii) İsa Kerem Bayırlı, Dinin Evrimi, Cogito Dergisi, 2009 Kış Darwin Özel Sayısı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]