Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

28 Eylül 2025 Pazar

İşçi Sınıfı Kültürü ve Türkiye

Aydın Çubukçu

Türkiye’de, bir “gecekondu kültürü’nden, “köylü”, “lumpen” kültürlerinden söz edildiği kadar yaygınlık ve kolaylıkla “işçi sınıfı kültürü’nden söz edilemeyişinin pek çok nedeni sayılabilir; ama şu değişmez: Bir sosyal olgunun varlığının ya da yokluğunun “nedeni” üzerine konuşmak, daima onun etkileriyle ilgili beklentilerimize bir cevap arayışıdır.

Özellikle farklı politik erekler söz konusu olduğunda, problem nesnesinin tanımı da, onun varlık ya da var ediliş koşullarına ilişkin teori kurma çabaları da, kendilerinden yola çıkılan tarihsel öncüllerin farklılığından çok, farklı etki alanlarının çözümlenmesine yönelmek bakımından ayrışacaktır.

Bu açıdan, “işçi sınıfı kültürü” kavramının içerdiği tarihsellik ve “alt-kültür” kavramının sınıflandırıp tanımladığı olgular, yalnızca nitelikçe farklı olduklarından değil, aynı zamanda, bütün bunları politik erekler açısından mı, yoksa bir sosyoloji nesnesinin “somut varlığını” anlamak için mi ele aldığımıza bağlı olarak da farklı kategorilerle ifade edileceklerdir.

Egemen toplumsal örgütlenme biçiminin eteklerinde, dil, işaret sistemleri, inançlar ve gelenekler üzerinde, özel çevre ve özel ilişkiler dolayısıyla farklı bir biçim geliştirebilen grupların sisteme göre konumlarını gösterebilmek için öne sürülen “alt-kültür” kavramı, özellikle “sistem içi” bir oluş ve hareket tarzını yansıttığı için, yalnızca politik bir fonksiyon olarak tanımlanabilecek olan “sınıf kültürü” kavramını kapsayamayacaktır.

Göçmen işçilerin, farklı din, ulus, etnisite özelliklerini kapalı çevre koşullarında sürdürmeye itilen işçi gruplarının, ya da farklı ve özgül işkolları içinde oluşmuş ilişkileri, genel yaşam biçimlerini de kapsayacak kadar geniş ve genel kılabilen işçi gruplarının bir alt-kültür oluşturduklarından söz edilebilir; ama bu, hiçbir zaman sınıfın tümüne özgü düşünce ve davranış ve yaşayış biçimlerini kapsama gücünü gösteremeyecektir.

Meslek, işkolu, din, milliyet, etnisite gibi öğeleri aşan, bunlarsız da tanımlanabilen, fakat bunların aşılmış olduğunu bildiren bir kültürün, bugünkü sosyoloji ya da kültürel antropoloji kavramlarıyla tanımlanamayacağı açıktır. Hemen bu noktada, “işçi sınıfı kültürü” kavramının, bir güncel varoluş halinden çok, ereklerle, topluma ve insan soyuna ilişkin gelecek tasarımlarıyla ve bunlara ulaşmanın güçleriyle ve araçlarıyla ilgili bir içerikte kurulduğu görülür. Bir başka deyişle, “işçi sınıfı kültürü” kavramı, bir sosyoloji nesnesinden çok, bunu da içermek üzere, politik eylemin programı ile belirlenmiştir. Öyleyse, bu kavram, “alt-kültür” kavramından farklı olarak, nesnesini mevcut toplumda olgun haliyle bulabilmeyi, var olan bir şey üzerine konuşmayı ummaz. İşçi sınıfı kültürünün, ancak sosyalist bir toplumda gerçekleşebileceği önermesi de, doğrudan doğruya kültür ve egemen sınıf kavramları arasındaki ilişkiye dayanır ve bir toplumsal yaşam biçiminin, genelleşmiş, kapsayıcı ve etkin bir duygu, düşünce, davranış bütünlüğünün, herhangi bir sınıfla tanımlı olabilmesi için, söz konusu sınıfın “egemen sınıf olarak örgütlenebilmiş” olması koşulunu öne sürer.

Şu hâlde, Türkiye’de bir işçi sınıfı kültürü bulunup bulunmadığı tartışılırken, ancak “alt-kültür” kavramı kapsamında ifade edilebilecek ilişkilerin ve öğelerin eksen alınması, her şeyden önce bir yöntem hatası oluşturacaktır. Öte yandan, XIX. yüzyılın ikinci yarısıyla, XX. yüzyılın ilk otuz-kırk yılını içeren bir yüz yıl Avrupa’sı bu tartışmada argüman olarak gösterildiğinde, bu kez de, “sınıf kültürü”nün öğeleri, “alt-kültür” arayışının tanım öğeleri halinde düşünülmüş olacaktır.

Çünkü, söz konusu dönem boyunca bir işçi hayatını karakterize eden öğeler, ilişkiler ve ürünler toplamı, gerçekten “işçi sınıfı kültürü” kavramının ileri sürülebilmesine, işlerlik ve geçerlik kazanmasına olanak veren etkilere, her şeyden önce de, “kendisi için sınıf” kavramının taşıdığı “evrensellik” boyutunun görülüp teorileştirilmesine temel olan etkilere sahipti. Henüz bir egemen sınıf olmamakla birlikte, sosyal, politik ve entelektüel alanlarda hegemonyasını gerçekleştirebilme gücünü ve yeteneğini, yeni bir devrim çağı başlattığı izlenimini vererek gösteren Avrupa işçi sınıfı, egemen üretim ve mülkiyet ilişkileri sistemine karşı duruşu ile kültür kavramını kendisine göre bir içerikle tanımlayabilmemizi de mümkün kıldı.

Sınıfın ortak kültürel nitelikler etrafında birleşme koşulunu, makinelerle ve fabrika düzeni içinde çalışmakta, aynı ortamda, birbirine benzer mahallelerde yalıtılmış ve içe dönük bir hayatı sürdürmekte oluşunda, yoksulluk ve aşağılanmışlıkla belirlenmiş ortak bir “ruh hali” taşımasında görmek, ama söz konusu Avrupa yüzyılının, sınıf açısından kültür kavramının ortaya konulabilmesinde belirleyici olan ihtilalci hareketliliğini ihmal etmek, sosyal-ekonomik determinizmin yorum tarzına uygundur. Böylece, her işçi bireyini bağlayan özel bir değerler sisteminin, “maddi temeller üzerinde”, “doğal olarak” ve sınıfın varoluşunun ayrılmaz bir belirlenimi halinde, başlangıçtan itibaren bulunacağına inanmak da kaçınılmaz olacaktır. Kuşkusuz bu bakış tarzında, Türkiye’de eğer işçi sınıfı kültüründen söz edilemiyorsa, anılan dönem Avrupa’sının koşullarından türetilen kategorilerin de, ya henüz gelişmedikleri ya da artık geçersiz oldukları sonucuna ulaşılacaktır.

Yalnızca “işçi sınıfı kültürü” hakkında değil, sınıfın tarihsel rolü, sosyal konumu, öncü sınıf olarak anlamı gibi konularda da, “refah ve tüketim toplumu”, “yarı-feodal yapı” gibi kavramlara, nedenler ve sonuçlar arasındaki zorunlu ve değiştirilemez bağıntıyı belirleyen bir “maddi temel” değeri yükleyerek tez geliştiren determinizmlerin tümü, ancak bir olanaklar toplamı olarak anlam ve değer taşıyan bütün nesneleri ve ilişkileri, “maddi nedenler” olarak gören aynı teorik öncüllerden yola çıkarlar.

Sorun, sosyal-ekonomik koşullardan zorunlulukla doğan bir ideolojik-kültürel biçimleniş ilişkisi olarak değil de, bir politik program içeriği olarak ele alındığında ise, “işçi sınıfı kültürü” kavramının ifade ettiği ilişkilerle, sınıfın her düzeydeki bütünsel eylemi arasındaki bağıntı önem kazanacaktır. İşçi sınıfının sosyal varoluşu ile, tarihsel bir özne olabilmesinin belirlenimlerinin bir ve aynı olmadığından yola çıkarak, diyebiliriz ki, tarihsel özne niteliği, ancak politik etkinlik içinde, onun sürekli, bağıntılı ve bütünsel kıldığı, ortaya çıkardığı ve geliştirdiği özellikler üzerinde gerçekleşebilir. Öyleyse, işçi sınıfının maddi hayat koşulları ile sosyo-kültürel etkinliği arasında, doğrudan değil, politik eylemle dolaylanma koşuluyla doğabilecek bir bağıntı vardır. Bu saptama, ekonomist-determinist açıklama tarzından farklı olarak, işçi sınıfının her türden örgüt ve mücadele biçiminin bütünlenmesi, genel bir sınıf tavrının somutlanması, bu anlamda da bir işçi sınıfı kültürünün doğuş ve gelişme olanaklarının bulunması için, sınıfın politik örgütünün belirleyici rolünü açığa çıkarır.

Böylece, işçi sınıfının ve onun dolaysız varlık koşullarının gelişme özelliklerini ve düzeyini hiç göz ardı etmeksizin, ama bunlara uygun ve geçerli politik ifadeler kazandırarak genel ve sürekli kılma etkinliğini temel alan bir kültür kavramı ekseninde, Türkiye’de olup bitenlere bakabiliriz.

Moda oldukları dönemde bile etkileri hayli sınırlı kalmış kimi “tarih teorileri” bir yana, Türkiye’de işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin varlığı herkesçe görülebiliyor. İlk elde bu kadarı bile, egemen kültürün içinde, fakat ona karşıt bir işçi sınıfı kültürünün olanaklarının bulunması demektir. Ne var ki, hiçbir sınıf, toplum içine doğuşuyla hemen birlikte, kendisiyle belirlenmiş bir kültürü de beraberinde getiremiyor. Her sınıf, ancak kendine özgü koşulların gelişmesiyle kendi tanımlayıcı karakteristiklerini adım adım oluşturuyor. Daha açıklayıcı olması bakımından eklenmelidir ki, bu “tamamlanış”, daima başka bir sınıfa karşı açık mücadele koşuluna bağlıdır.

Bir grev sırasında halay çeken otel ve eğlence yeri çalışanlarının, işçi sınıfının kendi (pre-kapitalist) geçmişinden devralmış olduğu ifade biçimlerini yeni koşullara uyarlamasındaki bütün başarısına karşın, bu uyarlama sürecinden hareketle ve bunun sonucu olarak, bir “işçi sınıfı kültürü” adlandırmasına layık kalıcılık ve evrensellikte bir kültür yaratamamasının nedenleri, bu sınıfın kapitalist üretim tarzı içerisinde oynadığı ikircikli rolle yakından ilişkilidir. Aydın Çubukçu, bir söyleşisinde bu rolün çelişkili niteliğini ve bu çelişkinin politika ile ilişkisini şöyle ifade ediyor: “Politik eylem iki farklı dünya ortaya çıkarır. Şu anda zaten iç içe geçmiş gibi görünen değil zaten iç içe bulunan dünyaları farklılaştırır. Dünyayı proletaryanın dünyası, burjuvazinin dünyası diye ayıran, bölen şey politik eylemdir. Barikattır. Bu olmaksızın, hayatı bu şekilde bölücü bir eylem söz konusu olmaksızın proletaryayı kendi içinde bütünleştirmek mümkün değildir. Barikatın arkasındaki hayat bütünleştirir proletaryayı. Olağan ilişkiler içinde zaten bütünleşemez. O noktaya gelindiği anda proletaryanın bütünlüğünden, bütünselliğinden ve bütünselleştirici bir eylem içinde olduğundan söz edilebilir. Onun arkasında, gerisinde kaldığımız her an, iç içe geçmiş dünyaların yaşantısıdır ve bir proleter bir burjuva gibi yaşar. Onu bölen politik eylemdir.”

Türkiye’de kapitalizmin temelini, ihraç edilmiş emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi oluşturur. Bu gelişme tarzında, pre-kapitalist yapı ve sınıflarla devrimci tarzda bir burjuva hesaplaşmanın olmaması, modern sınıf ilişkileri ortamında, kendisini bir biçimde, ama mutlaka gösteren sonuçlar doğurmuştur. Konumuzla ilgisi bakımından çerçevelersek, burjuvazi de, işçi sınıfı da, yalnızca maddi ilişkiler zemininde değil, politik yapılar, gelenekler, töreler, alışkanlıklar bakımından da kırla kent arasında “kasabalı” bir içeriği taşıya gelmiştir. Bu, kültürün egemen sınıf politikalarıyla ulusal bir etkinlik düzeyine yükselen egemen yapısını olduğu kadar, “alt-kültürler”in de içerik ve biçimini belirleyen etkiler doğurmuştur. Ne var ki, bunun karşısında, bir işçi sınıfı kültürünün kendisini açık mücadele koşuluna bağlı olarak gösterebilen öğeleri de zaman zaman parlayıp sönebilmiştir.

Bir “işçi hayatı”na özgü değerlerin oluşma koşulları, sınıf mücadelesinin en sıradan biçimleri içinde, bir grev sırasında bile görülebilir. Grev kararıyla sonuçlanan bir oylama, birimdeki işçilerin hayatına bir kural koyar: Karşı oy verenler de dahil, bütün işçiler grevcidir! Karara uymayanlar, “grev kırıcı” olurlar. Orada yalnızca eylemin iç düzenine ilişkin bir kural konmuş olmaz; her işçi ilişkisinin “ruhunu” temsil eden, giderek etik ve politik biçimler içinde de geçerli olacak bir ilke konmuş olur.

“Grev kırıcılık”, “muhbirlik”, “patron adamlığı” gibi aşağılanmış ve işçi hayatına yabancılığı ilan edilmiş değerlerin tanımlanması, mücadelenin kendine özgü organlar ve örgütler yaratması ile iç içe ilerler. Ve bütün bunlar, karşıtlık ve çatışma üzerine kurulmuş bir dünyanın ürünü olarak doğarlar.

Daha gelişmiş kültür öğeleri ve bütünsel bir sınıf kültürü, daha yüksek mücadeleler içinde, politika alanında ve bu mücadele daha geniş ve birbirinden farklı alanları kapsadığı ölçüde gelişir. Kuşaktan kuşağa aktarılmaları, sınıfın genel değerleri haline gelmeleri de, bu öğelerin gene yalnızca politik kültür öğeleri düzeyine yükselmeleri ile mümkündür. Burada söz konusu olan, dar anlamda, yani yalnızca bağımsız bir politikanın geliştirilmesine, örgüt ve mücadele biçimlerinin çeşitlenmesine ilişkin bilgi, deney, gelenek birikimi anlamındaki politik kültür değildir.

Simgesel bir ifade ile, “barikatın arkasındaki hayat”, politik kültür kavramının bütün içeriğini, etkisi ve ereği ile birlikte anlatmaya elverişli görünüyor.

Olağan toplumsal-siyasal koşullarda, işçi hayatı, emek gücünün yeniden üretimi için, yerleşik toplumsal düzen tarafından seçeneksiz sunulmuş, nesneler, ilişkiler ve mekânlarla kuşatılmıştır. Ve emek gücü yalnızca kas gücünden, yeniden üretilmesi de yalnızca karın doyurmaktan ibaret olmadığına, işçinin kendisini yenileyebilmesi için gerekli her şeyi kapsadığına göre, işçi, bu nesnelerle, bu ilişkilere bu mekânlarda zorunludur. Dinlenmek, yeni bir şeyler öğrenmek, yiyip içmek için, burjuva sosyal ve kültürel yapının döküntüleriyle, ucuzlatılıp bayağılaştırılmış kopyalarıyla yetinecektir. Üstelik bunları, bir de kendi ortamında kırarak “temellük” de edecektir. Bir işçi sınıfı kültürü çevresi, dolaysız biçimde, ancak emek gücünün yeniden üretilmesinin ihtiyaçlarına karşılık olarak doğabilecekken, gerçekleşebilmesinin engeli de, gene aynı alanın hazır bulunuveren burjuva niteliği tarafından karşısına dikilir.

Buradan kopuş ve kendine özgü biçimler yaratabilme olanağı ise, bütün bu üretim ve yeniden üretim biçimine karşı politika düzeyine yükselebilmiş bir tavır ortamında doğabilir. Bu anlamda “barikat”, yalnızca bir sokağın kapatılması değildir: İki farklı hayat tarzının, farklı ilişkilerin ve farklı değerlerin, karşıtlığın apaçıklığı içinde bağımsızca gelişebilmelerinin olanaklarının da yaratılmasıdır. Çünkü, ayaklanma, hayatın yeniden üretilemeyişine karşı bir yeni yol arayışının sonucu olarak doğar ve bu arayış kategorik ifadesini bulduğu barikat ardında, sınıfa özgü biçimler kazanarak, yeni tarzda bir hayatin üretilebilmesinin başlangıcına ulaşır. Devrimler, yalnızca bir üretim biçiminden daha ileri bir üretim biçimine geçiş anlamında “tarihin lokomotif!” değillerdir, doğrudan doğruya kendi öznesi olan sınıfı da yeniden yarattıkları için öyledirler. Tıpkı emek sürecinin bir “doğal varlığı” insanlaştırmasında olduğu gibi, toplumsal dönüştürme eylemleri de, omuzlarında yükseldiği sınıfın belli başlı niteliklerinin gelişmesinin kaynağıdır.

Ama henüz bu ayrışma anına gelmeden, küçük küçük oluşumlarda, bütün bir hayatın yeniden ve yeni bir tarzda üretilebilmesinin ipuçları, tohumları olarak değerlendirilip geliştirilecek sosyal ve politik biçimler görülebilir. Bunlar aynı zamanda, sınıf kültürünün de derece derece cisimlenişini temsil eden, sınıfın her türden değişik örgütüdür. Yardımlaşma derneklerinden, spor kulüplerine sendikalardan, güzelleştirme derneklerine kadar, olağan koşullarda belli belirsiz bir sınıf içeriği taşıyan her türden örgüt ve bunların kapsadığı ilişki, ayaklanmalarda, “barikatın ardındaki hayatın” somutlanmasında rol oynayabilir. Çünkü her bir sınıf örgütü, değişik kültür öğelerinin biçim ve etki kazanmasıdır. Bazan bir geleneğin, alışkanlığın sürdürülmesi için, bazan yeni bir özellik geliştirmek ve bunu kalıcı kılmak için, ama her durumda, en geniş anlamıyla emek gücünün yeniden üretilmesinin bir öğesine dayanarak veya bir öğesini yaratmak için, kendine özgü bağıntıların bir düğümü olarak doğarlar. Sendikalardan başlamak üzere, sınıfın kendi farkını ortaya koyan her türden örgüt, sınıf kültürünün gelişme olanaklarının, sınıfın toplumsal varoluşunun boyutlarının bir göstergesidir. Sınıfı tanımlayan her öğe, onun bir niteliği olarak ancak bir örgüt biçimi kazandığında anlamlıdır. Bu bakımdan politik örgüt, bütün diğer örgütlerin kendisinde kapsandığı ve aşıldığı örgüt olarak, İşçi sınıfının “kendisi için sınıf” olmasının son ve en gelişmiş belirlenimini temsil eder.

Türkiye’de işçi örgütleri denilince önce ve çoğu kez yalnızca sendikalar akla gelir. Kültür-sanat dernekleri, tüketim kooperatifleri, kütüphaneler gibi değişik türden örgütler, dernekler ise, yerel ve geçici olarak doğabilmişler, ortaya çıkışlarına zemin hazırlayan olağandışı koşullar ortadan kalktığında da “sönmüşlerdir.” Türkiye’de, sınıf mücadelesi içinde oluşan, mücadelenin kapsam ve düzeyine bağlı olarak gelişen ve mücadelenin süresi boyunca etkin rol oynamış örgütler hiç olmamış değildir. 15-16 Haziran 1970’in hemen öncesinde ve sonrasında fabrikalarda, oyuncusuyla, yazarıyla işçilerden kurulmuş tiyatrolar, her işçinin ligi gösterdiği kitaplıklar, düğün dernek komiteleri; 12 Eylül 1980 öncesi, Ümraniye 1 Mayıs Mahallesinde sert mücadele koşullarında ve bunun gereği olarak doğan, eğitim, sağlık, güvenlik, yardımlaşma komiteleri; Yeni Çeltek’te işçilerin üretimi ve denetimini üstlendikleri ocaklarda ve işletme çevresindeki köyleri de etkilerine alan yeni, açık, demokratik ilişkiler, kadın örgütleri, eğlenceleri, türkülerle, marşlarıyla kendi sanatları; Tariş’te, gene üretimin işçiler tarafından örgütlendiği “işgal” koşullarında oluşan ilişkiler ve değerler toplamı, hemen ilk akla gelen örneklerdir. Ne var ki, bunların hiçbiri, mücadelenin sonrasında da yaşayabilmiş değildir. Koşullara bağlı olarak ve sınıf ayrımının apaçık göründüğü çatışma ortamlarının bu ürünleri, yalnızca kesintisiz bir politik etkinliğin ekseninde işlenerek sınıfın belleğine işlenebilir, geliştirilebilir ve tekrarlanabilecek yaşantılar olarak saklanabilirdi. Öyleyse, Türkiye’de işçi sınıfının kültürsüzlüğünden söz eden herkes, ister istemez onun gelişmiş bir politik örgütünün yokluğundan söz ediyor demektir. Sınıfın tarihi içinde, bu saptama ne kadar geriye götürülürse, gösterdiği gerçek de o kadar katılaşıyor.

Türkiye işçi sınıfının tarihi, mücadelesiz bir tarih değildir; ama mücadeleler ve sonuçları kopuk kopuk, süreklilik kazanmak ve gelenekselleşmek gücünden yoksun ve rastlantısal görünüyorsa, bu, sınıfın “doğasının” yanlış, çarpık, prematüre vs. olmasından değil, kendisini bir bütünün yaratıcısı olarak toplumsal ve politik hayata sokmayı başarabilmiş bir partinin bulunmayışındandır.

Elbette, bütünleyici politik eylem tarafından birleştirilmiş bir mücadeleler sürekliliğinin ürünü olmadıkça, işçi sınıfı, kendi adına ama kendi tarihselliğinin kıyısında üretilip kendisine “sosyalist kültür” ürünleri olarak sunulan türküleri, şiirleri, marşları benimsememekte haklı kalacaktır. Kaynağını bu etkinlikte bulmayan “devrimci kültür” yaratma çabalarının, giderek kapalı bir dile dönüşen, yapay bir işaretler sistemi içinde ortaya çıkardığı ve keskin bir söylemle donatıldığında kabul edilebileceği sanılan, böylece de iyice ritüel nitelikler kazanan ürünlerin toplamı ise, en fazla bir “alt-kültür’ün öğeleri olmanın ötesine geçemeyecektir. Sorun, ürünün niteliğiyle, güzelliği ya da çirkinliği ile değil, üretiliş tarzı ile ilgilidir. Ve bu, tek tek hiçbir ürünün ya da ürünler birikiminin kendi başına aşamayacağı bir sorundur. Her sınıfın kültürünün, onun eylemliliğinin bir sonucu ve öğesi olması ve egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesi içinde üretilmesi bağlamında, denilebilir ki, politik örgütten yoksun sınıf, kültürel üretim olanağından da yoksun sınıftır. Bir başka deyişle, kendiliğinden eylemlilik ve “kendiliğinden sınıf” niteliğinin belirleyici olduğu koşullarda ortaya çıkmış kültür öğeleri, sanat-edebiyat ürünleri, rastlantısal ve geçici olmaktan kurtulamayacaktır..

İşçi sınıfı bakımından politik eylem, belli bir sınıfın eliyle belli bir biçimde bütünsel kılınmış hayatı parçalayıp dağıtarak, kendi elleriyle yeni ve daha yüksek bir bütünlüğün kurulması demektir. Orada, kültürün öğeleri de, sanat-edebiyat ürünleri de, şu ya da bu mücadele alanında kendine özgü biçimlerde ortaya çıkmış düşünce, davranış biçimleri de, ancak ve yalnızca, bütünsellik kavramının eylemli ifadesi olan politik etkinlik içinde, sınıf kültürü düzeyine yükselebilecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]