Aydın Çubukçu
Türkiye’de, bir “gecekondu kültürü’nden,
“köylü”, “lumpen” kültürlerinden söz edildiği kadar yaygınlık ve kolaylıkla
“işçi sınıfı kültürü’nden söz edilemeyişinin pek çok nedeni sayılabilir; ama şu
değişmez: Bir sosyal olgunun varlığının ya da yokluğunun “nedeni” üzerine
konuşmak, daima onun etkileriyle ilgili beklentilerimize bir cevap arayışıdır.
Özellikle farklı politik erekler söz
konusu olduğunda, problem nesnesinin tanımı da, onun varlık ya da var ediliş
koşullarına ilişkin teori kurma çabaları da, kendilerinden yola çıkılan
tarihsel öncüllerin farklılığından çok, farklı etki alanlarının çözümlenmesine
yönelmek bakımından ayrışacaktır.
Bu açıdan, “işçi sınıfı kültürü”
kavramının içerdiği tarihsellik ve “alt-kültür” kavramının sınıflandırıp
tanımladığı olgular, yalnızca nitelikçe farklı olduklarından değil, aynı
zamanda, bütün bunları politik erekler açısından mı, yoksa bir sosyoloji nesnesinin
“somut varlığını” anlamak için mi ele aldığımıza bağlı olarak da farklı
kategorilerle ifade edileceklerdir.
Egemen toplumsal örgütlenme biçiminin
eteklerinde, dil, işaret sistemleri, inançlar ve gelenekler üzerinde, özel
çevre ve özel ilişkiler dolayısıyla farklı bir biçim geliştirebilen grupların
sisteme göre konumlarını gösterebilmek için öne sürülen “alt-kültür” kavramı,
özellikle “sistem içi” bir oluş ve hareket tarzını yansıttığı için, yalnızca
politik bir fonksiyon olarak tanımlanabilecek olan “sınıf kültürü” kavramını
kapsayamayacaktır.
Göçmen işçilerin, farklı din, ulus, etnisite
özelliklerini kapalı çevre koşullarında sürdürmeye itilen işçi gruplarının, ya
da farklı ve özgül işkolları içinde oluşmuş ilişkileri, genel yaşam biçimlerini
de kapsayacak kadar geniş ve genel kılabilen işçi gruplarının bir alt-kültür
oluşturduklarından söz edilebilir; ama bu, hiçbir zaman sınıfın tümüne özgü
düşünce ve davranış ve yaşayış biçimlerini kapsama gücünü gösteremeyecektir.
Meslek, işkolu, din, milliyet, etnisite gibi
öğeleri aşan, bunlarsız da tanımlanabilen, fakat bunların aşılmış olduğunu
bildiren bir kültürün, bugünkü sosyoloji ya da kültürel antropoloji
kavramlarıyla tanımlanamayacağı açıktır. Hemen bu noktada, “işçi sınıfı
kültürü” kavramının, bir güncel varoluş halinden çok, ereklerle, topluma ve
insan soyuna ilişkin gelecek tasarımlarıyla ve bunlara ulaşmanın güçleriyle ve
araçlarıyla ilgili bir içerikte kurulduğu görülür. Bir başka deyişle, “işçi
sınıfı kültürü” kavramı, bir sosyoloji nesnesinden çok, bunu da içermek üzere,
politik eylemin programı ile belirlenmiştir. Öyleyse, bu kavram, “alt-kültür”
kavramından farklı olarak, nesnesini mevcut toplumda olgun haliyle bulabilmeyi,
var olan bir şey üzerine konuşmayı ummaz. İşçi sınıfı kültürünün, ancak
sosyalist bir toplumda gerçekleşebileceği önermesi de, doğrudan doğruya kültür
ve egemen sınıf kavramları arasındaki ilişkiye dayanır ve bir toplumsal yaşam
biçiminin, genelleşmiş, kapsayıcı ve etkin bir duygu, düşünce, davranış
bütünlüğünün, herhangi bir sınıfla tanımlı olabilmesi için, söz konusu sınıfın
“egemen sınıf olarak örgütlenebilmiş” olması koşulunu öne sürer.
Şu hâlde, Türkiye’de bir işçi sınıfı
kültürü bulunup bulunmadığı tartışılırken, ancak “alt-kültür” kavramı
kapsamında ifade edilebilecek ilişkilerin ve öğelerin eksen alınması, her
şeyden önce bir yöntem hatası oluşturacaktır. Öte yandan, XIX. yüzyılın ikinci
yarısıyla, XX. yüzyılın ilk otuz-kırk yılını içeren bir yüz yıl Avrupa’sı bu
tartışmada argüman olarak gösterildiğinde, bu kez de, “sınıf kültürü”nün
öğeleri, “alt-kültür” arayışının tanım öğeleri halinde düşünülmüş olacaktır.
Çünkü, söz konusu dönem boyunca bir işçi
hayatını karakterize eden öğeler, ilişkiler ve ürünler toplamı, gerçekten “işçi
sınıfı kültürü” kavramının ileri sürülebilmesine, işlerlik ve geçerlik
kazanmasına olanak veren etkilere, her şeyden önce de, “kendisi için sınıf” kavramının
taşıdığı “evrensellik” boyutunun görülüp teorileştirilmesine temel olan
etkilere sahipti. Henüz bir egemen sınıf olmamakla birlikte, sosyal, politik ve
entelektüel alanlarda hegemonyasını gerçekleştirebilme gücünü ve yeteneğini,
yeni bir devrim çağı başlattığı izlenimini vererek gösteren Avrupa işçi sınıfı,
egemen üretim ve mülkiyet ilişkileri sistemine karşı duruşu ile kültür kavramını
kendisine göre bir içerikle tanımlayabilmemizi de mümkün kıldı.
Sınıfın ortak kültürel nitelikler
etrafında birleşme koşulunu, makinelerle ve fabrika düzeni içinde çalışmakta,
aynı ortamda, birbirine benzer mahallelerde yalıtılmış ve içe dönük bir hayatı
sürdürmekte oluşunda, yoksulluk ve aşağılanmışlıkla belirlenmiş ortak bir “ruh
hali” taşımasında görmek, ama söz konusu Avrupa yüzyılının, sınıf açısından
kültür kavramının ortaya konulabilmesinde belirleyici olan ihtilalci
hareketliliğini ihmal etmek, sosyal-ekonomik determinizmin yorum tarzına
uygundur. Böylece, her işçi bireyini bağlayan özel bir değerler sisteminin,
“maddi temeller üzerinde”, “doğal olarak” ve sınıfın varoluşunun ayrılmaz bir
belirlenimi halinde, başlangıçtan itibaren bulunacağına inanmak da kaçınılmaz
olacaktır. Kuşkusuz bu bakış tarzında, Türkiye’de eğer işçi sınıfı kültüründen
söz edilemiyorsa, anılan dönem Avrupa’sının koşullarından türetilen
kategorilerin de, ya henüz gelişmedikleri ya da artık geçersiz oldukları
sonucuna ulaşılacaktır.
Yalnızca “işçi sınıfı kültürü” hakkında
değil, sınıfın tarihsel rolü, sosyal konumu, öncü sınıf olarak anlamı gibi
konularda da, “refah ve tüketim toplumu”, “yarı-feodal yapı” gibi kavramlara,
nedenler ve sonuçlar arasındaki zorunlu ve değiştirilemez bağıntıyı belirleyen
bir “maddi temel” değeri yükleyerek tez geliştiren determinizmlerin tümü, ancak
bir olanaklar toplamı olarak anlam ve değer taşıyan bütün nesneleri ve
ilişkileri, “maddi nedenler” olarak gören aynı teorik öncüllerden yola
çıkarlar.
Sorun, sosyal-ekonomik koşullardan
zorunlulukla doğan bir ideolojik-kültürel biçimleniş ilişkisi olarak değil de,
bir politik program içeriği olarak ele alındığında ise, “işçi sınıfı kültürü”
kavramının ifade ettiği ilişkilerle, sınıfın her düzeydeki bütünsel eylemi
arasındaki bağıntı önem kazanacaktır. İşçi sınıfının sosyal varoluşu ile,
tarihsel bir özne olabilmesinin belirlenimlerinin bir ve aynı olmadığından yola
çıkarak, diyebiliriz ki, tarihsel özne niteliği, ancak politik etkinlik içinde,
onun sürekli, bağıntılı ve bütünsel kıldığı, ortaya çıkardığı ve geliştirdiği
özellikler üzerinde gerçekleşebilir. Öyleyse, işçi sınıfının maddi hayat
koşulları ile sosyo-kültürel etkinliği arasında, doğrudan değil, politik
eylemle dolaylanma koşuluyla doğabilecek bir bağıntı vardır. Bu saptama,
ekonomist-determinist açıklama tarzından farklı olarak, işçi sınıfının her
türden örgüt ve mücadele biçiminin bütünlenmesi, genel bir sınıf tavrının
somutlanması, bu anlamda da bir işçi sınıfı kültürünün doğuş ve gelişme olanaklarının
bulunması için, sınıfın politik örgütünün belirleyici rolünü açığa çıkarır.
Böylece, işçi sınıfının ve onun dolaysız
varlık koşullarının gelişme özelliklerini ve düzeyini hiç göz ardı etmeksizin,
ama bunlara uygun ve geçerli politik ifadeler kazandırarak genel ve sürekli
kılma etkinliğini temel alan bir kültür kavramı ekseninde, Türkiye’de olup
bitenlere bakabiliriz.
Moda oldukları dönemde bile etkileri
hayli sınırlı kalmış kimi “tarih teorileri” bir yana, Türkiye’de işçi sınıfının
ve sınıf mücadelesinin varlığı herkesçe görülebiliyor. İlk elde bu kadarı bile,
egemen kültürün içinde, fakat ona karşıt bir işçi sınıfı kültürünün
olanaklarının bulunması demektir. Ne var ki, hiçbir sınıf, toplum içine
doğuşuyla hemen birlikte, kendisiyle belirlenmiş bir kültürü de beraberinde
getiremiyor. Her sınıf, ancak kendine özgü koşulların gelişmesiyle kendi
tanımlayıcı karakteristiklerini adım adım oluşturuyor. Daha açıklayıcı olması
bakımından eklenmelidir ki, bu “tamamlanış”, daima başka bir sınıfa karşı açık
mücadele koşuluna bağlıdır.
Bir grev sırasında halay çeken otel ve
eğlence yeri çalışanlarının, işçi sınıfının kendi (pre-kapitalist) geçmişinden
devralmış olduğu ifade biçimlerini yeni koşullara uyarlamasındaki bütün
başarısına karşın, bu uyarlama sürecinden hareketle ve bunun sonucu olarak, bir
“işçi sınıfı kültürü” adlandırmasına layık kalıcılık ve evrensellikte bir
kültür yaratamamasının nedenleri, bu sınıfın kapitalist üretim tarzı içerisinde
oynadığı ikircikli rolle yakından ilişkilidir. Aydın Çubukçu, bir söyleşisinde
bu rolün çelişkili niteliğini ve bu çelişkinin politika ile ilişkisini şöyle
ifade ediyor: “Politik eylem iki farklı dünya ortaya çıkarır. Şu anda zaten iç içe
geçmiş gibi görünen değil zaten iç içe bulunan dünyaları farklılaştırır.
Dünyayı proletaryanın dünyası, burjuvazinin dünyası diye ayıran, bölen şey
politik eylemdir. Barikattır. Bu olmaksızın, hayatı bu şekilde bölücü bir eylem
söz konusu olmaksızın proletaryayı kendi içinde bütünleştirmek mümkün değildir.
Barikatın arkasındaki hayat bütünleştirir proletaryayı. Olağan ilişkiler içinde
zaten bütünleşemez. O noktaya gelindiği anda proletaryanın bütünlüğünden,
bütünselliğinden ve bütünselleştirici bir eylem içinde olduğundan söz
edilebilir. Onun arkasında, gerisinde kaldığımız her an, iç içe geçmiş
dünyaların yaşantısıdır ve bir proleter bir burjuva gibi yaşar. Onu bölen
politik eylemdir.”
Türkiye’de kapitalizmin temelini, ihraç
edilmiş emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi oluşturur. Bu
gelişme tarzında, pre-kapitalist yapı ve sınıflarla devrimci tarzda bir burjuva
hesaplaşmanın olmaması, modern sınıf ilişkileri ortamında, kendisini bir
biçimde, ama mutlaka gösteren sonuçlar doğurmuştur. Konumuzla ilgisi bakımından
çerçevelersek, burjuvazi de, işçi sınıfı da, yalnızca maddi ilişkiler zemininde
değil, politik yapılar, gelenekler, töreler, alışkanlıklar bakımından da kırla
kent arasında “kasabalı” bir içeriği taşıya gelmiştir. Bu, kültürün egemen
sınıf politikalarıyla ulusal bir etkinlik düzeyine yükselen egemen yapısını
olduğu kadar, “alt-kültürler”in de içerik ve biçimini belirleyen etkiler
doğurmuştur. Ne var ki, bunun karşısında, bir işçi sınıfı kültürünün kendisini
açık mücadele koşuluna bağlı olarak gösterebilen öğeleri de zaman zaman
parlayıp sönebilmiştir.
Bir “işçi hayatı”na özgü değerlerin
oluşma koşulları, sınıf mücadelesinin en sıradan biçimleri içinde, bir grev
sırasında bile görülebilir. Grev kararıyla sonuçlanan bir oylama, birimdeki işçilerin
hayatına bir kural koyar: Karşı oy verenler de dahil, bütün işçiler grevcidir!
Karara uymayanlar, “grev kırıcı” olurlar. Orada yalnızca eylemin iç düzenine
ilişkin bir kural konmuş olmaz; her işçi ilişkisinin “ruhunu” temsil eden,
giderek etik ve politik biçimler içinde de geçerli olacak bir ilke konmuş olur.
“Grev kırıcılık”, “muhbirlik”, “patron
adamlığı” gibi aşağılanmış ve işçi hayatına yabancılığı ilan edilmiş değerlerin
tanımlanması, mücadelenin kendine özgü organlar ve örgütler yaratması ile iç
içe ilerler. Ve bütün bunlar, karşıtlık ve çatışma üzerine kurulmuş bir
dünyanın ürünü olarak doğarlar.
Daha gelişmiş kültür öğeleri ve bütünsel
bir sınıf kültürü, daha yüksek mücadeleler içinde, politika alanında ve bu
mücadele daha geniş ve birbirinden farklı alanları kapsadığı ölçüde gelişir.
Kuşaktan kuşağa aktarılmaları, sınıfın genel değerleri haline gelmeleri de, bu
öğelerin gene yalnızca politik kültür öğeleri düzeyine yükselmeleri ile
mümkündür. Burada söz konusu olan, dar anlamda, yani yalnızca bağımsız bir
politikanın geliştirilmesine, örgüt ve mücadele biçimlerinin çeşitlenmesine
ilişkin bilgi, deney, gelenek birikimi anlamındaki politik kültür değildir.
Simgesel bir ifade ile, “barikatın
arkasındaki hayat”, politik kültür kavramının bütün içeriğini, etkisi ve ereği
ile birlikte anlatmaya elverişli görünüyor.
Olağan toplumsal-siyasal koşullarda,
işçi hayatı, emek gücünün yeniden üretimi için, yerleşik toplumsal düzen
tarafından seçeneksiz sunulmuş, nesneler, ilişkiler ve mekânlarla
kuşatılmıştır. Ve emek gücü yalnızca kas gücünden, yeniden üretilmesi de yalnızca
karın doyurmaktan ibaret olmadığına, işçinin kendisini yenileyebilmesi için
gerekli her şeyi kapsadığına göre, işçi, bu nesnelerle, bu ilişkilere bu
mekânlarda zorunludur. Dinlenmek, yeni bir şeyler öğrenmek, yiyip içmek için,
burjuva sosyal ve kültürel yapının döküntüleriyle, ucuzlatılıp
bayağılaştırılmış kopyalarıyla yetinecektir. Üstelik bunları, bir de kendi
ortamında kırarak “temellük” de edecektir. Bir işçi sınıfı kültürü çevresi,
dolaysız biçimde, ancak emek gücünün yeniden üretilmesinin ihtiyaçlarına
karşılık olarak doğabilecekken, gerçekleşebilmesinin engeli de, gene aynı
alanın hazır bulunuveren burjuva niteliği tarafından karşısına dikilir.
Buradan kopuş ve kendine özgü biçimler
yaratabilme olanağı ise, bütün bu üretim ve yeniden üretim biçimine karşı
politika düzeyine yükselebilmiş bir tavır ortamında doğabilir. Bu anlamda
“barikat”, yalnızca bir sokağın kapatılması değildir: İki farklı hayat
tarzının, farklı ilişkilerin ve farklı değerlerin, karşıtlığın apaçıklığı
içinde bağımsızca gelişebilmelerinin olanaklarının da yaratılmasıdır. Çünkü,
ayaklanma, hayatın yeniden üretilemeyişine karşı bir yeni yol arayışının sonucu
olarak doğar ve bu arayış kategorik ifadesini bulduğu barikat ardında, sınıfa
özgü biçimler kazanarak, yeni tarzda bir hayatin üretilebilmesinin başlangıcına
ulaşır. Devrimler, yalnızca bir üretim biçiminden daha ileri bir üretim
biçimine geçiş anlamında “tarihin lokomotif!” değillerdir, doğrudan doğruya
kendi öznesi olan sınıfı da yeniden yarattıkları için öyledirler. Tıpkı emek
sürecinin bir “doğal varlığı” insanlaştırmasında olduğu gibi, toplumsal
dönüştürme eylemleri de, omuzlarında yükseldiği sınıfın belli başlı niteliklerinin
gelişmesinin kaynağıdır.
Ama henüz bu ayrışma anına gelmeden,
küçük küçük oluşumlarda, bütün bir hayatın yeniden ve yeni bir tarzda
üretilebilmesinin ipuçları, tohumları olarak değerlendirilip geliştirilecek
sosyal ve politik biçimler görülebilir. Bunlar aynı zamanda, sınıf kültürünün
de derece derece cisimlenişini temsil eden, sınıfın her türden değişik
örgütüdür. Yardımlaşma derneklerinden, spor kulüplerine sendikalardan,
güzelleştirme derneklerine kadar, olağan koşullarda belli belirsiz bir sınıf
içeriği taşıyan her türden örgüt ve bunların kapsadığı ilişki, ayaklanmalarda,
“barikatın ardındaki hayatın” somutlanmasında rol oynayabilir. Çünkü her bir
sınıf örgütü, değişik kültür öğelerinin biçim ve etki kazanmasıdır. Bazan bir geleneğin,
alışkanlığın sürdürülmesi için, bazan yeni bir özellik geliştirmek ve bunu
kalıcı kılmak için, ama her durumda, en geniş anlamıyla emek gücünün yeniden
üretilmesinin bir öğesine dayanarak veya bir öğesini yaratmak için, kendine
özgü bağıntıların bir düğümü olarak doğarlar. Sendikalardan başlamak üzere,
sınıfın kendi farkını ortaya koyan her türden örgüt, sınıf kültürünün gelişme
olanaklarının, sınıfın toplumsal varoluşunun boyutlarının bir göstergesidir.
Sınıfı tanımlayan her öğe, onun bir niteliği olarak ancak bir örgüt biçimi
kazandığında anlamlıdır. Bu bakımdan politik örgüt, bütün diğer örgütlerin
kendisinde kapsandığı ve aşıldığı örgüt olarak, İşçi sınıfının “kendisi için
sınıf” olmasının son ve en gelişmiş belirlenimini temsil eder.
Türkiye’de işçi örgütleri denilince önce
ve çoğu kez yalnızca sendikalar akla gelir. Kültür-sanat dernekleri, tüketim
kooperatifleri, kütüphaneler gibi değişik türden örgütler, dernekler ise, yerel
ve geçici olarak doğabilmişler, ortaya çıkışlarına zemin hazırlayan olağandışı
koşullar ortadan kalktığında da “sönmüşlerdir.” Türkiye’de, sınıf mücadelesi
içinde oluşan, mücadelenin kapsam ve düzeyine bağlı olarak gelişen ve
mücadelenin süresi boyunca etkin rol oynamış örgütler hiç olmamış değildir.
15-16 Haziran 1970’in hemen öncesinde ve sonrasında fabrikalarda, oyuncusuyla,
yazarıyla işçilerden kurulmuş tiyatrolar, her işçinin ligi gösterdiği kitaplıklar,
düğün dernek komiteleri; 12 Eylül 1980 öncesi, Ümraniye 1 Mayıs Mahallesinde
sert mücadele koşullarında ve bunun gereği olarak doğan, eğitim, sağlık,
güvenlik, yardımlaşma komiteleri; Yeni Çeltek’te işçilerin üretimi ve denetimini
üstlendikleri ocaklarda ve işletme çevresindeki köyleri de etkilerine alan
yeni, açık, demokratik ilişkiler, kadın örgütleri, eğlenceleri, türkülerle,
marşlarıyla kendi sanatları; Tariş’te, gene üretimin işçiler tarafından
örgütlendiği “işgal” koşullarında oluşan ilişkiler ve değerler toplamı, hemen
ilk akla gelen örneklerdir. Ne var ki, bunların hiçbiri, mücadelenin sonrasında
da yaşayabilmiş değildir. Koşullara bağlı olarak ve sınıf ayrımının apaçık
göründüğü çatışma ortamlarının bu ürünleri, yalnızca kesintisiz bir politik
etkinliğin ekseninde işlenerek sınıfın belleğine işlenebilir, geliştirilebilir
ve tekrarlanabilecek yaşantılar olarak saklanabilirdi. Öyleyse, Türkiye’de işçi
sınıfının kültürsüzlüğünden söz eden herkes, ister istemez onun gelişmiş bir
politik örgütünün yokluğundan söz ediyor demektir. Sınıfın tarihi içinde, bu
saptama ne kadar geriye götürülürse, gösterdiği gerçek de o kadar katılaşıyor.
Türkiye işçi sınıfının tarihi,
mücadelesiz bir tarih değildir; ama mücadeleler ve sonuçları kopuk kopuk,
süreklilik kazanmak ve gelenekselleşmek gücünden yoksun ve rastlantısal
görünüyorsa, bu, sınıfın “doğasının” yanlış, çarpık, prematüre vs. olmasından
değil, kendisini bir bütünün yaratıcısı olarak toplumsal ve politik hayata
sokmayı başarabilmiş bir partinin bulunmayışındandır.
Elbette, bütünleyici politik eylem
tarafından birleştirilmiş bir mücadeleler sürekliliğinin ürünü olmadıkça, işçi sınıfı,
kendi adına ama kendi tarihselliğinin kıyısında üretilip kendisine “sosyalist
kültür” ürünleri olarak sunulan türküleri, şiirleri, marşları benimsememekte
haklı kalacaktır. Kaynağını bu etkinlikte bulmayan “devrimci kültür” yaratma
çabalarının, giderek kapalı bir dile dönüşen, yapay bir işaretler sistemi
içinde ortaya çıkardığı ve keskin bir söylemle donatıldığında kabul
edilebileceği sanılan, böylece de iyice ritüel nitelikler kazanan ürünlerin
toplamı ise, en fazla bir “alt-kültür’ün öğeleri olmanın ötesine
geçemeyecektir. Sorun, ürünün niteliğiyle, güzelliği ya da çirkinliği ile
değil, üretiliş tarzı ile ilgilidir. Ve bu, tek tek hiçbir ürünün ya da ürünler
birikiminin kendi başına aşamayacağı bir sorundur. Her sınıfın kültürünün, onun
eylemliliğinin bir sonucu ve öğesi olması ve egemen sınıf olarak örgütlenme
mücadelesi içinde üretilmesi bağlamında, denilebilir ki, politik örgütten yoksun
sınıf, kültürel üretim olanağından da yoksun sınıftır. Bir başka deyişle,
kendiliğinden eylemlilik ve “kendiliğinden sınıf” niteliğinin belirleyici
olduğu koşullarda ortaya çıkmış kültür öğeleri, sanat-edebiyat ürünleri,
rastlantısal ve geçici olmaktan kurtulamayacaktır..
İşçi sınıfı bakımından politik eylem, belli bir sınıfın eliyle belli bir biçimde bütünsel kılınmış hayatı parçalayıp dağıtarak, kendi elleriyle yeni ve daha yüksek bir bütünlüğün kurulması demektir. Orada, kültürün öğeleri de, sanat-edebiyat ürünleri de, şu ya da bu mücadele alanında kendine özgü biçimlerde ortaya çıkmış düşünce, davranış biçimleri de, ancak ve yalnızca, bütünsellik kavramının eylemli ifadesi olan politik etkinlik içinde, sınıf kültürü düzeyine yükselebilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.