Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

26 Ekim 2025 Pazar

Türkiye Burjuva Devrimi: Tanzimat’tan Tek Parti Rejimine

MAR

Mayıs 1920. Mustafa Kemal, Ethem Bey ve savaşçılarını Ankara garında karşılarken.

1. Giriş

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş-Önsöz’de, toplumsal devrimin, bir toplumun üretim ilişkilerindeki (altyapı) dönüşümlerin, devlet ve ideoloji gibi üstyapı unsurlarını yeniden şekillendirmesiyle gerçekleştiğini belirtir. Marx’a göre, üretim ilişkilerindeki değişimler, eski düzenin çözülmesiyle yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıkmasını sağlar; bu süreç, sınıfsal mücadeleler ve siyasal devrimlerle şekillenir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemi, Marx’ın bu çerçevesiyle analiz edildiğinde, feodal-haraççı hibrit yapıdan kapitalist üretim ilişkilerine geçişin sancılı bir toplumsal devrim süreci olarak görülebilir.

Osmanlı’nın çokuluslu yapısı, farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplumsal bileşenlerden oluşuyordu ve bu, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, çok sayıda devletin Osmanlı’dan doğmasını sağladı (Tezler, 118). Bu yapı, Osmanlı’nın yalnızca bir Türk devleti olmadığını ve tek bir kavramla tanımlanamayacağını gösterir. Osmanlı, kapitalizm öncesi bir coğrafyada yerel oluşumları dönüştürmeden bir arada tutan bir üst örgütlenmeydi (Tezler, 119). Osmanlı’nın merkeziyetçi “yönetmenlik devletçiliği” ve tımar sistemi, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini uzun süre engellemiş, ancak 17. yüzyıldan itibaren tımar sisteminin çözülmesi, ayanların (yerel liderler veya taşra elitleri) ticari tarımı ve gayrimüslim tüccarların uluslararası ticaret ağları, kapitalist ilişkilerin filizlenmesini sağlamıştır. 19. yüzyılda, özellikle Tanzimat reformları ve 1838 Ticaret Anlaşması ile bu ilişkilerin gelişimi hızlanmış, bürokrasi ve ordu öncülüğünde modern bir kapitalist devlet yapısı oluşmuştur.

Makalede sıkça kullanılan “devşirme rejimi” (gayrimüslim çocuklardan seçilip eğitilerek devlet hizmetine alınan kişilerce yönetim sistemi) ve “devlet sınıfı” kavramları, Osmanlı’nın özgün yapısını açıklamak için Yalçın Küçük tarafından geliştirilmiştir. Marksist sınıflandırmada, sınıflar üretim araçlarına sahip olma temelinde tanımlanır; ancak Osmanlı’da üretim araçlarının kontrolü büyük ölçüde devletin elindeydi. Osmanlı’da başat mülkiyet türünün devlet mülkiyeti olması, tımar topraklarının %88’ini kapsayan merkezi denetim ve sipahilerin aristokrat bir sınıf olamaması, bu özgünlüğü yansıtır (Tezler, 126). Devşirme elitler (kapıkulu ve ulema) ve bürokrasi, üretim fazlasına el koyarak bir “devlet sınıfı” oluşturmuştur. Bu, Batı’daki feodal veya burjuva sınıflardan farklıdır, çünkü Osmanlı, feodal öncesi ve Asya tipi öğelerin etkisiyle şekillenmiş, ancak 17. yüzyılda ayanların Sened-i İttifak’la (1808) feodal eğilimleri güçlendirme çabası merkezi bürokrasi tarafından engellenmiştir (Tezler, 123). Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni’nde, bu yapıyı Asyatik üretim tarzı (ATÜT) ile ilişkilendirir ve devletin ekonomik kontrolünün, bağımsız bir burjuva sınıfının oluşmasını engellediğini savunur. Erik Jan Zürcher ise, Turkey: A Modern History’de, Osmanlı’nın sınıfsal yapısını daha esnek bir şekilde ele alır ve devletin ekonomik kontrolünün, ayanların ve gayrimüslim tüccarların kapitalist ilişkileri geliştirmesine olanak tanıdığını belirtir. Bu perspektifler, Küçük’ün “devlet sınıfı” kavramını tamamlar, ancak Osmanlı’nın sınıfsal dinamiklerini daha geniş bir bağlamda ele alır.

Bu çalışmada, Türkiye burjuva devrimi, toplumsal devrim (ekonomik altyapının dönüşümü) ile siyasal reformlar ve devrim (devlet yapısının modernleşmesi ve dönüşümü) süreçlerinin iç içe geçtiği, 1839-1940 arasında uzun bir zamana yayılan ve tedrici reformlarla ilerleyen bir tarihsel kesit olarak ele alınmaktadır. Osmanlı’nın çöküş döneminde, pamuk ihracatı ve erken sanayi atölyeleriyle filizlenen kapitalist üretim ilişkileri, burjuva sınıfının oluşumunu hızlandıran 1908 Jön Türk Devrimi ve 1919-1923 Kurtuluş Savaşı gibi siyasal sıçramalarla, bürokrasi ve ordu öncülüğünde güçlenmiştir.

Osmanlı, uluslararası ticaret yollarının Atlantik’e kaymasıyla (16. yüzyıl sonları) dünya kapitalist pazarına hammadde sağlayıcısı olarak bağlanmış, bu da çöküş sürecini hızlandırmıştır (Tezler, 130-131). Emperyalizm, sömürgecilikten farklı olarak, kapitalizmin ileri bir evresidir ve Osmanlı’nın yarı-sömürge konumu bu bağlamda şekillenmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’nın emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmesi, bağımsız devlet işlevlerini kısmen kaybetmesi ve sermaye birikiminin Selanik, Ege, Akdeniz gibi bölgelerde hızlanması, kapitalist ilişkilerin mayalanmasını sağlamıştır (Tezler, 137, 133). Kurtuluş Savaşı, anti-kapitalist bir mücadele olmadığından doğrudan sosyalist bir anti-emperyalizm olarak tanımlanamaz, ancak İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı anti-kolonyalist ve Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı anti-emperyalist bir mücadele olarak görülebilir. Ekim Devrimi’nin etkisiyle emperyalistlerin Türkiye’yi bölme planlarından vazgeçmesi, Türk burjuva devriminin başarısında kritik bir rol oynamıştır (Tezler, 144, 150). 1908 Devrimi, bürokrasi ve ordunun öncülüğünde anayasal düzeni getirerek siyasal devrimin bir aşamasını oluştururken, Kurtuluş Savaşı, halkın katılımıyla anti-kolonyalist bir mücadele olarak burjuva devrimini ulus-devlet inşasıyla tamamlamıştır. Bu süreçte, 1839’dan 1940’a kadar olan reformlar (Tanzimat, II. Meşrutiyet, Kemalist reformlar), kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesini ve modern bir burjuva devletinin oluşumunu sağlamıştır. 1908 ve 1919-1923 siyasal devrimleri, bu uzun toplumsal devrim sürecinin sıçrama noktaları olarak yorumlanabilir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, halkın, özellikle köylü sınıfının Kurtuluş Savaşı’ndaki katılımıyla güçlenmiş, ancak Kemalistlerin elitist reformlarının halktan kopukluğu ve kapitalizm öncesi sınıflarla uzlaşması, devrimin otoriter bir tek parti rejimiyle sonuçlanmasına yol açmıştır. Bu perspektif, Türkiye burjuva devrimini, altyapı ve üstyapının karşılıklı etkileşim içinde dönüştüğü, uzun erimli ve karmaşık bir süreç olarak tanımlar.

2. Toplumsal Devrimin Kökenleri: Osmanlı’nın Eski Düzeninin Çöküşü

Türkiye’de kapitalist “toplumsal devrim” (toplumun feodal-haraççı hibrit yapıdan kapitalist bir düzene geçiş süreci), Osmanlı İmparatorluğu’nun eski düzeninin iç ve dış sorunlar nedeniyle çökmeye başladığı 17. ve 18. yüzyıllarda başladı. Osmanlı, çokuluslu bir imparatorluk olarak, farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplulukları bir arada tutan bir üst örgütlenmeydi ve tek bir üretim biçimiyle tanımlanamaz (Tezler, 118-119). Osmanlı Devleti, üretimi kendisi organize etmek yerine, üretimi düzenleyen ve denetleyen bir sistemle yönetiliyordu. Bu sisteme “yönetmenlik devletçiliği” denir, yani devlet, ekonomiyi kontrol eder ama doğrudan üretim yapmazdı. Devletin üstün mülkiyeti, tımar topraklarının %88’ini kapsıyordu; reaya (üretici köylüler) sadece kullanma ve miras bırakma hakkına sahipti, ancak artı-ürüne devlet el koyuyordu (Tezler, 126). Üretilen malların fazlası (artı-ürün), vergiden muaf olan üç grup arasında paylaşılıyordu: ümera (askeri-idari yöneticiler), ulema (din ve hukuk işlerini yürüten alimler) ve kapıkulu (padişaha bağlı özel askerler ve memurlar). Bu yapı, Batı’daki gibi güçlü bir feodal sınıfın (toprak ağaları) oluşmasını engelledi veya bağımsız bir burjuva sınıfının (ticaretle zenginleşen tüccarlar) oluşmasını frenledi; tüm güç merkezde, yani padişahta toplandı. Osmanlı, Bizans’ın merkeziyetçi mirasını devralmış, feodal eğilimleri engellemiş, ancak 17. yüzyılda ayanların bölgesel güç biriktirmesiyle feodal unsurlar belirmiştir (Tezler, 123). Bu merkeziyetçi sistem, kapitalist üretim ilişkilerinin (ticaret ve sanayiye dayalı ekonomi) gelişmesini geciktirdi. Ancak, 17. yüzyılda tımar sisteminin çözülmesiyle ayanlar (yerel liderler veya taşra elitleri) taşrada ekonomik güç kazandı ve tarımsal üretimi yerel pazarlara yönlendirdi; pamuk ihracatı toplam ihracatın %20’sini oluşturuyordu ve ayanların kontrol ettiği yerel pazarlar %15 büyüdü (Pamuk). Ayanların 1808’de Sened-i İttifak ile hükümdara karşı özerklik kazanma çabası, II. Mahmud’un merkezi bürokrasiyi güçlendiren politikalarıyla bastırılmıştır. 18. yüzyılda, gayrimüslim tüccarlar (Rum, Ermeni, Yahudi) Avrupa’yla ticaret ağları kurarak Osmanlı ekonomisini dünya pazarlarına entegre etti; dış ticaretteki payları %50’yi aştı ve toplam ihracat %30 arttı (Pamuk).

Uluslararası ticaret yollarının Atlantik’e kayması, fetihlerin ekonomik maliyetinin artması ve Osmanlı’nın dünya kapitalist sistemine hammadde sağlayıcısı olarak eklemlenmesi, ticaret tekelini kırarak çöküş sürecini hızlandırmıştır. Osmanlı düzeninin çözülüşü, tımar sisteminin zayıflaması ve Celali İsyanları’yla hızlandı; ayanların ticari tarımı (örneğin, Ege’de pamuk üretimi) ve gayrimüslim tüccarların uluslararası ticaret ağları, kapitalist toplumsal ilişkilerin filizlenmesini sağladı (İnalcık).

3. Devşirme Rejimi ve Devlet Sınıfı

Osmanlı’nın “devşirme rejimi”, üretim araçlarının devlet kontrolünde olduğu bir sistemde, devşirme elitlerin (kapıkulu ve ulema) üretim fazlasına el koymasıyla bir “devlet sınıfı” oluşturduğunu gösterir. Tımar sisteminde sipahiler, devletin atadığı kişiler olarak rant elde ediyor, ancak merkezi denetim nedeniyle aristokrat bir sınıf olamıyordu (Tezler, 126). Bu, Marksist sınıflandırmada feodal veya burjuva sınıflardan farklıdır, çünkü bu elitler, üretim araçlarına doğrudan sahip olmaktan ziyade, devletin merkeziyetçi yapısı aracılığıyla ekonomik güç elde etmiştir. Osmanlı, feodal öncesi ve Asya tipi öğelerin etkisiyle şekillenmiş, ancak Rumeli, Mısır ve Ege adaları gibi bölgelerde özel mülkiyet biçimleri de (arpalıklar, malikane-divani) gelişmiştir (Tezler, 127). Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni’nde, bu yapıyı Asyatik üretim tarzıyla (ATÜT) ilişkilendirerek, devletin ekonomik kontrolünün, bağımsız bir burjuva sınıfının oluşmasını engellediğini savunur. Timur’a göre, ATÜT, devletin üretim araçları üzerindeki üstün mülkiyetine dayalı bir haraççı sistem olarak, feodalizmden farklı bir sınıfsal dinamik yaratmış; bu, Osmanlı’nın “devlet sınıfı”nın, üretim fazlasını kontrol eden bir elit olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır (Timur, 1994). Yalçın Küçük’ün “devşirme rejimi” ve “devlet sınıfı” kavramları, bu ATÜT çerçevesini tamamlar; devşirme elitler, padişahın otoritesi altında üretim fazlasına el koyarak, Batı’daki feodal aristokrasi veya burjuvaziden farklı bir konuma yerleşmiştir. Erik Jan Zürcher ise, Osmanlı’nın sınıfsal yapısını daha esnek bir şekilde ele alır ve devletin ekonomik kontrolünün, yerel elitlerin (ayanlar) ve gayrimüslim tüccarların kapitalist ilişkileri geliştirmesine olanak tanıdığını belirtir (Zürcher, 2004). Ancak, Timur’un ATÜT analizi, Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısının, burjuva sınıfının oluşumunu geciktirdiğini ve devletin ekonomik kontrolünün, sınıfsal dinamikleri “devlet sınıfı” etrafında şekillendirdiğini daha net bir şekilde açıklar. Bu yapı, 17. yüzyılda tımar sisteminin çözülmesi ve ayanların ticari tarımla güç kazanmasıyla dönüşmeye başlamış, ancak bağımsız bir burjuva sınıfının oluşumu, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumu ve devletin merkeziyetçi mirası nedeniyle sınırlı kalmıştır (Timur, 1994).

4. Tanzimat Reformları: Modernleşme ve Bürokratik Dönüşüm

Tanzimat dönemi (1839-1876), Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal-haraççı hibrit yapısından kapitalist üretim ilişkilerine geçiş sürecinde, bürokrasi öncülüğünde gerçekleştirilen modernleşme ve reform hareketlerinin başlangıcıdır. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, özel mülkiyeti koruma ve hukuksal eşitlik vaadiyle, kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesini hızlandıran temel bir belge olmuştur (Tezler, 134). Tanzimat, Batı’ya karşı direnmek ve rekabet etmek için bürokrasi tarafından tasarlanan idari, hukuki ve ekonomik değişikliklerle şekillenmiş, ancak İngiltere’nin ekonomik ve siyasi baskısının yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleştiği için hem bir zorunluluk hem de yarı-sömürge koşullara bağımlı bir süreçtir.

Tanzimat’ın Hedefleri ve Reformları

Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin modernleşme sürecini hızlandırmayı ve merkezi otoriteyi güçlendirmeyi amaçlayan bir dizi hedef etrafında şekillenmiştir:

  • Merkezi İktidarı Güçlendirmek: Ayanlar ve eşrafın bölgesel gücünü kırarak devlet iktidarını sağlamlaştırmak.
  • Modern Bir Devlet Kurmak: Orduyu ve idari yapıyı modernleştirmek, vergileri düzenlemek ve bürokrasiyi rasyonelleştirmek.
  • Hukuksal Eşitlik Sağlamak: Gayrimüslim topluluklara eşit haklar tanıyarak bağımsızlık hareketlerini önlemek ve Avrupa’nın müdahale bahanelerini ortadan kaldırmak.

Bu hedefler doğrultusunda, Tanzimat reformları, Osmanlı hukuk düzeninde dini hukuk egemenliğini sürdürürken dünyevi yasalarla (kanun) bir ikilik oluşturmuştur, bu da modernleşmenin paradoksal karakterini yansıtır (Tezler, 136). Reformlar, devlet ile ayanların ve gayrimüslimlerin özerklik talepleri arasındaki çatışmayı çözmeyi hedeflemiş, ancak genellikle bürokrasinin çıkarlarına hizmet etmiştir. 1858 Arazi Kanunnamesi, özel mülkiyeti teşvik ederek tarımsal üretimin ticarileşmesini sağlamış; 1840-1870 arasında pamuk ihracatı %40 artarken, İstanbul ve İzmir’de 1860’larda 50’den fazla tekstil atölyesi kurulmuştur, bu da erken sanayi kapitalizmine işaret etmektedir (Quataert; Pamuk). Ancak, köylülerden alınan vergi devlet gelirinin %60’ını oluşturuyordu, bu da köylülüğün sömürüsünün devam ettiğini ve altyapının feodal-haraççı hibrit karakterini koruduğunu gösterir (Pamuk).

Ekonomik ve Sosyal Etkiler

Tanzimat’tan bir yıl önce, 16 Ağustos 1838’de İngiltere ile yapılan Ticaret Anlaşması, Osmanlı’yı dünya kapitalist pazarına entegre ederek özel mülkiyeti koruma altına almış ve gayrimüslim tüccarların (Rum ve Ermeni) ekonomik gücünü artırmıştır. Anlaşma, gümrük vergilerini düşürerek serbest ticareti getirirken, Batı mallarının rekabeti nedeniyle yerel tekstil üretimi %30 düşmüş, buna karşın pamuk ihracatı %40 artmıştır (Pamuk). Gayrimüslim tüccarların dış ticaretteki payı %60’ı aşmış, bu da Müslüman burjuvazinin gelişimini frenlemiş ve etnik gerilimleri tetiklemiştir (Pamuk). Yalçın Küçük, bu anlaşmayı, Osmanlı’nın “kapitülasyonlar rejimi”nin bir uzantısı olarak görür ve gayrimüslim tüccarların “komprador” haline geldiğini savunur. Feroz Ahmad, anlaşmanın Osmanlı ekonomisini Batı’ya bağımlı hale getirdiğini ve gayrimüslim tüccarların ekonomik hegemonyasını güçlendirdiğini belirtir (Ahmad, 1995). Taner Timur, anlaşmanın Osmanlı’yı dünya kapitalizmine bağımlı bir hammadde sağlayıcısı haline getirdiğini ve yerel sanayinin çöküşünü hızlandırdığını vurgular (Timur, 1994). Erik Jan Zürcher ise, gayrimüslim tüccarların ekonomik gücünün Müslüman burjuvazinin zayıflığını pekiştirdiğini ve etnik gerilimleri artırdığını belirtir (Zürcher, 2004). Bu süreç, Osmanlı’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelerek bağımsız devlet işlevlerini kısmen kaybetmesine yol açmıştır (Tezler, 137).

Tanzimat’ın idari reformları da önemli dönüşümler yaratmıştır. Meclis-i Vala gibi yapılar kurulmuş, sadrazamlık bir memuriyet haline getirilerek “hükümet” kavramı oluşturulmuş, 1843’te sadrazamın özel gelirleri yasaklanmış ve 1850’de Dahiliye Vekaleti (İçişleri Bakanlığı) kurulmuştur. Askerlik süresi beş yılla sınırlandırılmış, Harbiye gibi modern askeri okullar açılmıştır. Bu reformlar, bürokratik burjuvaziyi güçlendirirken, Osmanlı’nın modernleşmesini hızlandırmıştır. Ancak, reformlar için alınan dış borçlar, Osmanlı’yı Batı’ya bağımlı hale getirmiş; 1854-1874 arasında dış borç 200 milyon sterline ulaşmış ve 1875’te devlet iflas etmiştir. Küçük, 1875 iflasını, Osmanlı’nın yarı-sömürge statüsünün bir sonucu olarak görür ve 1881’de kurulan Düyun-u Umumiye’nin devletin mali egemenliğini kaybetmesine yol açtığını değerlendirir. Ahmad, dış borçların Osmanlı’yı mali olarak Batı’ya bağımlı hale getirdiğini, Timur ise iflasın dünya kapitalizmine bağımlılığın bir sonucu olduğunu ve bürokrasinin reformlarının bu bağımlılığı çözemediğini savunur (Ahmad, 1995; Timur, 1994).

Tanzimat’ın Çelişkileri ve Sınırlılıkları

Tanzimat reformları, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini hızlandırırken, Osmanlı’nın yarı-sömürge koşullarında gerçekleşmesi nedeniyle sınırlı kalmıştır. Küçük, Tanzimat’ı, bürokrasinin halktan kopuk bir şekilde Batı’yla uzlaşma arayışı olarak değerlendirir ve yarı-sömürge konumun bir aşaması olarak görür. Ahmad, Tanzimat’ın, bürokrasinin Batı modelini taklit ederek devleti modernleştirme çabası olduğunu, ancak ekonomik bağımlılığı artırdığını ve halktan kopuk kaldığını vurgular (Ahmad, 1995). Zürcher, reformların bürokrasinin modernleşme çabalarını hızlandırdığını, ancak gayrimüslim toplulukların ekonomik gücünün artmasıyla etnik gerilimleri tetiklediğini belirtir (Zürcher, 2004). Timur, Tanzimat’ın, devletin haraççı yapısının mirasının reformların halk tabanından yoksun olmasına yol açtığını savunur (Timur, 1994). Örneğin, II. Mahmud’un vergi reformu, Kürt aşiret beylerinin gücünü artırırken, Ermeni köylülerini hem devlete hem de Kürt beylerine haraç ödemek zorunda bırakmış; bu, 1893-1896 Ermeni ayaklanmalarının ve “Ermeni sorunu”nun temel nedenlerinden biri olmuştur (Tezler, 125). Tanzimat, toplumsal devrim döneminin siyasal reformlarının bir parçası olarak, kapitalist üretim ilişkilerini teşvik etmiş, ancak bürokrasinin elitist yaklaşımı ve yarı-sömürge koşullar, reformların demokratik bir tabana oturmasını engellemiştir.

5. Genç Osmanlılar ve Meşrutiyet Arayışı: İlk Anayasal Deneyim

Tanzimat, burjuva siyasal bilince sahip aydın ve orta düzey bürokrat kesimi yarattı. Bu kesim, reformların daha ileri gitmesini talep ederek siyasete katıldı ve “Genç Osmanlılar” olarak anıldı. İslamcılıktan Batıcılığa kadar farklı görüşleri olan bu aydınlar, 1865’te gizli bir örgüt (İttifak-ı Hakimiyet) kurdu, ama başarısız bir darbe girişiminden sonra Avrupa’ya kaçarak Genç Osmanlılar Cemiyeti’ni oluşturdu. Ortak talepleri, anayasal bir düzen ve meşrutiyetti (padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı bir yönetim). Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi isimler, Osmanlıcılık ideolojisiyle, Batı tipi anayasal düzeni ve İslam’la uyumlu modernleşmeyi savundular. Osmanlıcılık, imparatorluğu bir arada tutmayı amaçlasa da halk tabanı eksik olduğu için sınırlı kaldı. Ahmad, Jön Türkler’de, Genç Osmanlılar’ın, Batı’daki liberal fikirlerden (örneğin, 1848 devrimleri) etkilendiğini, ancak Osmanlı’nın sınıfsal yapısı nedeniyle reformlarının yüzeysel kaldığını belirtir. Zürcher, Genç Osmanlılar’ın Osmanlıcılık ideolojisinin, çokuluslu imparatorluğu bir arada tutma çabasını yansıttığını, ancak etnik milliyetçiliklerin yükselişiyle başarısız olduğunu vurgular. Timur, Genç Osmanlılar’ın, bürokrasinin modernleşme çabalarını ilerletmeye çalıştığını, ancak sınıfsal taban eksikliği nedeniyle etkilerinin sınırlı kaldığını savunur.

Genç Osmanlılar’ın baskısı ve bürokratik elitlerin (özellikle Mithat Paşa’nın) öncülüğüyle, 1876’da Kanun-ı Esasi (ilk anayasa) ilan edildi ve Meclis-i Mebusan (parlamento) açıldı. Ancak, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması üzerine Sultan II. Abdülhamid meclisi kapattı. Bu yenilgi, Osmanlı’nın zayıflığını ve askeri modernleşmenin yetersizliğini gösterdi. Abdülhamid’in meclisi kapatması, merkezi iktidarı koruma çabasıydı, ama burjuva devriminin anayasal aşamasını geciktirdi. Küçük, Abdülhamid’in istibdadını, devşirme rejiminin son direnişi olarak görür. Abdülhamid modernleşmeyi sürdürdü, ama mutlakiyetçi bir şekilde yönetti. Ahmad, Abdülhamid’in modernleşme çabalarını sürdürdüğünü, ancak bunları mutlakiyetçi bir şekilde kontrol ettiğini belirtir. Timur, Abdülhamid’in modernleşme çabalarının, bürokrasinin gücünü koruma amacı taşıdığını ve halk tabanından yoksun olduğunu savunur. Abdülhamid’in istibdadı, üstyapının mutlakiyetçi karakterini koruma çabasıydı, ancak eski altyapıdaki ekonomik çözülmeyi engelleyemedi.

6. 1908 Jön Türk Devrimi ve II. Meşrutiyet

Abdülhamid’in baskıcı rejimine karşı muhalefet, burjuva siyasal bilince sahip kadrolar, özellikle ordu ve aydınlar arasında gizli örgütlerle devam etti. Bu muhalefetin merkezi, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) oldu. İTC, özellikle “mektepli subaylar” arasında güçlendi; 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, İTC ile birleşerek büyük bir hareket oluşturdu. Niyazi Bey ve Enver Bey’in Makedonya’daki isyanı büyüyünce, Abdülhamid 23 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koydu. 1908 Devrimi, Osmanlı’nın burjuva devrimciliğinin bir denemesiydi ve İTC’nin burjuva bilinciyle hareket ettiğini gösterir (Tezler, 140). Devrim, Abdülhamid’in baskıcı rejiminin yarattığı sınıfsal çatışmaların (bürokrasi ile taşra eşrafı arasındaki gerilim) bir sonucuydu. İTC, Osmanlıcılık ve Türkçülüğü barındıran farklı ideolojilere sahipti, ancak Batı’ya karşı modernleşme arayışı, hareketi burjuva devriminin bir sonraki aşamasına taşıdı.

İTC’nin “Milli İktisat” politikaları, Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürmeyi hedefledi; 1908-1914 arasında sanayi üretimi %15 arttı ve Müslüman tüccarların dış ticaretteki payı %10’u geçti (Pamuk). Türkçülüğe kayış, Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürme hedefini yansıtıyordu; modernleşme ve milliyetçilik, burjuva devrimini güçlendirdi. Ancak, Türkçülüğün yükselişi, gayrimüslim toplulukların (özellikle Rum ve Ermeni) dışlanmasına yol açtı ve etnik çatışmaları artırdı. Türkçülüğün, Ermeni tehciri gibi olaylarla gayrimüslim burjuvaziyi dışlaması, II. Mahmud’un vergi reformunun Ermeni köylülerini Kürt beylerine haraç ödemek zorunda bırakmasıyla başlayan “Ermeni sorunu”nun bir uzantısı olarak, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik bir düzleme taşıdı (Tezler, 125, 147). Küçük, 1908 Devrimi’ni, devşirme rejiminin sonu ve burjuva devriminin başlangıcı olarak görür, ancak devrimin halktan kopuk olduğunu belirtir. Ahmad, 1908 Devrimi’ni, bürokrasi ve ordunun öncülük ettiği bir modernleşme hareketi olarak değerlendirir, ancak halk tabanından yoksun olduğunu vurgular. Zürcher, devrimin, bürokrasinin modernleşme hedeflerini gerçekleştirdiğini, ancak etnik ve dini gerilimleri artırdığını belirtir. Timur, 1908 Devrimi’nin, kapitalist ilişkilerin gelişimini hızlandırdığını, ancak feodal unsurlarla uzlaşmasının devrimin demokratik potansiyelini sınırladığını savunur. Marksist açıdan, 1908 Devrimi, siyasal devrimin bir zaferiydi, ancak Batı’daki burjuva devrimlerinden farklı olarak, bürokrasi ve ordu öncülüğünde gerçekleşti. Bürokrasi ve ordu içerisindeki öncü kadroların siyasal bilinci burjuvaydı.

II. Meşrutiyet, basın özgürlüğü ve siyasi örgütlenme serbestisi getirdi, ancak aynı zamanda çalkantılara yol açtı:

  • Toprak Kayıpları: Devrimin yarattığı iktidar boşluğunda Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak etti, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti ve Girit Yunanistan’a katıldı. Bu, Osmanlı’nın zayıf konumunu ve burjuva devriminin yarı-sömürge koşullarda gerçekleştiğini gösterdi. Küçük, bu kayıpları, Osmanlı’nın yarı-sömürge statüsünün bir sonucu olarak görür ve Osmanlıcılığın çöktüğünü belirtir. Ahmad, bu kayıpların, İTC’nin Osmanlıcılık politikasının başarısızlığını ve milliyetçiliklerin yükselişini gösterdiğini belirtir. Timur, bu kayıpların, Osmanlı’nın dünya kapitalizmine bağımlılığının ve çokuluslu yapısının çözülüşünün bir sonucu olduğunu savunur.
  • 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909): İstanbul’da şeriat yanlıları, İTC’ye karşı ayaklandı. Ayaklanma, Mustafa Kemal’in kurmay başkanı olduğu Hareket Ordusu tarafından bastırıldı. Bu, Abdülhamid’in tahttan indirilmesine ve İTC’nin gücünün artmasına yol açtı. 31 Mart, eski düzenin (ulema ve yeniçeri kalıntıları) yeni burjuva düzenine direnişini temsil ediyordu. Küçük, 31 Mart’ı, devşirme düzeninin son direnişi olarak görür ve Hareket Ordusu’nun başarısını, modern bürokrasinin zaferi olarak değerlendirir. Ahmad, 31 Mart’ı, geleneksel dini güçlerin modernleşme karşısındaki direnci olarak görür ve İTC’nin bu olayı iktidarını pekiştirmek için kullandığını belirtir. Zürcher, 31 Mart’ı, dini ve geleneksel güçlerin modernleşme karşısındaki son direnişi olarak değerlendirir, ancak İTC’nin otoriter yöntemlerinin devrimin demokratik potansiyelini zayıflattığını belirtir.

31 Mart’tan sonra İTC, militarist bir yapıya büründü. Enver, Talat ve Cemal Paşalar’dan oluşan bir üçlü yönetim kuruldu. İTC, Osmanlıcılıktan Türkçülüğe kayarak Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürmeyi hedefledi. Türkçülüğün, Kürtlerin inkârı temelinde gelişmesi, burjuva devriminin etnik çelişkilerini derinleştirdi (Tezler, 161). Küçük, Türkçülüğün, gayrimüslim tüccarları dışlayarak Müslüman eşrafı güçlendirdiğini, ama bu sürecin etnik çatışmaları (örneğin, Ermeni tehciri) artırdığını belirtir. Ahmad, Türkçülüğün, imparatorluğun çokuluslu yapısını çözerek ulus-devlet inşasını hızlandırdığını, ancak bu sürecin otoriter bir karaktere büründüğünü belirtir. Zürcher, Türkçülüğün, gayrimüslim toplulukların ekonomik ve siyasi dışlanmasına yol açtığını ve 1915 Ermeni tehcirinin, İTC’nin “milli ekonomi” politikalarının bir sonucu olduğunu vurgular. Timur, tehcirin, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik bir düzleme taşıdığını ve devrimin demokratik potansiyelini zayıflattığını savunur.

İTC, Almanya ile ittifak kurdu. Bağdat Demiryolu projesi, Osmanlı ordusunu Alman modeli üzerine düzenledi ve İTC’yi I. Dünya Savaşı’na sürükledi. Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda büyük toprak kayıpları yaşayan Osmanlı, I. Dünya Savaşı’yla dağıldı. Küçük, bu ittifakı, Osmanlı’nın yarı-sömürge bağımlılığının bir örneği olarak görür ve Pantürkizm’in Alman stratejisine hizmet ettiğini belirtir. Ahmad, Almanya ittifakının, Osmanlı’nın Batı’ya bağımlılığını derinleştirdiğini ve İTC’nin militarist politikalarının çöküşü hızlandırdığını belirtir. Zürcher, Almanya ittifakının, Osmanlı’nın ekonomik ve askeri zayıflığını daha da ortaya çıkardığını ve İTC’nin Pantürkist hayallerinin gerçekçi olmadığını savunur. Almanya ile ittifak, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumunu pekiştirdi.

7. Etnik Çatışmalar ve Burjuva Devriminin Sınırları

Türkiye burjuva devriminin sınıfsal hedefleri, Osmanlı’nın çokuluslu yapısı ve Türkçülüğün yükselişiyle etnik bir düzleme kayarak ciddi çatışmalara yol açmıştır. Ermeni tehciri ve Kürt isyanları, bu sürecin en önemli yansımalarıdır.

Ermeni tehciri, II. Mahmud’un vergi reformunun Ermeni köylülerini Kürt beylerine haraç ödemek zorunda bırakmasıyla başlayan “Ermeni sorunu”nun bir uzantısı olarak ortaya çıktı (Tezler, 125). 19. yüzyılda, Tanzimat’ın eşitlik vaadi, gayrimüslim toplulukların ekonomik gücünü artırırken, Müslüman halk arasında gerilim yarattı. 1893-1896 Ermeni ayaklanmaları, bu gerilimlerin bir sonucu olarak, Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısına ve Kürt aşiret beylerinin sömürüsüne karşı bir tepkiydi. İttihat ve Terakki’nin (İTC) “milli ekonomi” politikaları, Türkçülüğün yükselişiyle birleşince, gayrimüslim burjuvazinin (özellikle Rum ve Ermeni tüccarların) dışlanmasına yol açtı. 1915 Ermeni tehciri, bu politikaların en dramatik sonucu oldu. İTC, Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürmeyi hedeflerken, Ermeni toplumu ekonomik ve siyasi olarak hedef alındı; tehcir, Anadolu’daki Ermeni nüfusun büyük ölçüde ortadan kalkmasına ve Müslüman burjuvazinin ekonomik alanda güç kazanmasına yol açtı (Tezler, 147). Zürcher, Turkey: A Modern History’de, tehcirin, İTC’nin Osmanlıcılıktan Türkçülüğe kayışının ve “milli ekonomi” politikalarının bir sonucu olduğunu belirtir. Timur, tehcirin, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik bir düzleme taşıdığını ve devrimin demokratik potansiyelini zayıflattığını savunur (Timur, 1994). Ahmad, tehcirin, Osmanlı’nın çokuluslu yapısının çözülüşünü hızlandırdığını ve Türkçülüğün etnik çatışmaları körüklediğini vurgular (Ahmad, 1995).

Kürt isyanları ise, Cumhuriyetin Türk milliyetçiliği politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtler, Kuvayı Milliye’ye destek vermişti, ancak savaş sonrası Türkçülüğün Kürtleri inkâr politikası, kardeşlik ilişkilerine zarar verdi. 1924-1938 arasında 16 Kürt isyanı, özellikle Şeyh Sait İsyanı (1925), kanla bastırıldı (Tezler, 160-161). Bu isyanlar, aşiret yapılarının ulus-devlet projesine direnişini ve Kürt kimliğinin inkârına karşı bir tepkiyi yansıtır. Küçük, Şeyh Sait İsyanı’nı, aşiret yapılarının modern ulus-devlete karşı direnişi olarak değerlendirirken, Kemalistlerin bu isyanları muhalefeti bastırmak için bir fırsat olarak kullandığını belirtir. Ahmad, isyanların, Kemalistlerin merkeziyetçi politikalarının bir sonucu olduğunu ve Kürtlerin ulusal kimlik taleplerinin bastırıldığını vurgular (Ahmad, 1995). Zürcher, isyanların, Türk milliyetçiliğinin etnik homojenleşme politikalarının bir sonucu olduğunu ve Cumhuriyetin Kürtlerle ilişkisini zedelediğini belirtir (Zürcher, 2004). Bu etnik çatışmalar, Türkiye burjuva devriminin sınıfsal hedeflerinin etnik bir düzleme kayarak demokratik potansiyelini sınırladığını ve otoriter bir rejime yol açtığını gösterir. Ermeni tehciri ve Kürt isyanları, devrimin hem Osmanlı’nın çokuluslu mirasından kopuşunu hem de ulus-devlet inşasının sancılı doğasını yansıtır.

8. Tek Parti Diktatörlüğüne Giden Yol

1908 Devrimi ve II. Meşrutiyet sonrası İTC’nin militaristleşmesi ve Türkçülüğe kayışı, burjuva devriminin otoriter bir çizgiye evrilmesine zemin hazırladı. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilgisi, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’ndaki toprak kayıplarıyla birleşince, İTC’nin politikaları çöktü ve Osmanlı dağıldı. Bu süreç, ulus-devlet inşası için yeni bir dönemi başlattı. Küçük, İTC’nin militarist politikalarını, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumunun bir sonucu olarak görür ve Türkçülüğün etnik çatışmaları körüklediğini belirtir. Ahmad, İTC’nin otoriter yöntemlerinin, burjuva devriminin demokratik potansiyelini zayıflattığını ve Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdığını vurgular. Zürcher, İTC’nin Türkçülüğünün, gayrimüslim toplulukların dışlanmasına ve imparatorluğun çokuluslu yapısının çözülmesine yol açtığını belirtir. Timur, İTC’nin politikalarının, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik bir düzleme taşıdığını ve devrimin demokratik potansiyelini sınırladığını savunur.

9. Kurtuluş Savaşı: Ulusal Bağımsızlık ve “Anadolu İhtilali”

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı, Mondros Mütarekesi’ni imzaladı ve İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. Bu, Anadolu’da anti-kolonyalist bir direnişi ve siyasi çekişmeleri başlattı. İşgal, Osmanlı düzeninin çöküşüyle birleşince, ulusal bir burjuvaziye dayalı yeni bir devlet kurma imkânı doğdu. Savaş sırasında yerel pazarlar %20 büyüdü, bu da kapitalist üretim ilişkilerinin yayılmasını destekledi (Pamuk). Küçük, Kurtuluş Savaşı’nı “Anadolu İhtilali” olarak adlandırır ve Kemalist kadroların, İTC mirasını ulus-devlet projesine dönüştürdüğünü belirtir. Ahmad, Kurtuluş Savaşı’nı, anti-emperyalist bir mücadele olmasının yanı sıra, Kemalist kadroların ulus-devlet inşası projesi olarak görür. Zürcher, Kurtuluş Savaşı’nın, İTC’nin milliyetçi kadrolarının devamı olduğunu, ancak halkın katılımıyla daha geniş bir tabana yayıldığını belirtir. Timur, savaşın, köylü tabanının devrimci enerjisini harekete geçirdiğini, ancak Kemalistlerin bu enerjiyi burjuva hedeflerine yönlendirdiğini savunur. Kurtuluş Savaşı, İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı siyasal bağımsızlık hedefiyle yürütüldü ve Ekim Devrimi’nin etkisiyle emperyalistlerin bölüşme planlarını değiştirmesi, devrimin başarısını kolaylaştırdı (Tezler, 144, 150-151). Marksist açıdan, bu süreç, yarı-sömürge bir toplumun anti-kolonyalist bir burjuva devrimine evrilmesini temsil etti ve Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı direnişiyle anti-emperyalist bir boyut kazandı.

Kurtuluş Savaşı’nda halkın, özellikle köylü sınıfının katılımı, devrimin başarısında kritik bir rol oynadı. Kuvayı Milliye, köylülerden, zanaatkârlardan ve yerel eşraftan oluşan geniş bir cepheydi; mücadele, siyasal bir eksen üzerinden birleştirildi (Tezler, 153-155). Kuvayı Milliye hareketi, Anadolu’nun köy ve kasabalarında örgütlenen köylü tabanına dayanıyordu. Zürcher, bu hareketin, köylülerin işgale karşı yerel direnişinin bir yansıması olduğunu ve savaşın ilk aşamalarında düzenli ordudan daha etkili olduğunu belirtir. Köylüler, yiyecek, barınak ve lojistik destek sağlayarak direnişi güçlendirdi; örneğin, Ege’de Yunan işgaline karşı köylü milisler, Aydın ve Denizli gibi bölgelerde gerilla taktikleriyle önemli başarılar elde etti. Özellikle Aydın’da 1919’da başlayan direniş, köylülerin Çete Ayşe gibi yerel liderler etrafında örgütlenerek Yunan kuvvetlerine karşı etkili gerilla savaşları yürütmesiyle dikkat çekti (İnalcık, 1997). Karadeniz’de ise Pontus Rumlarına karşı köylü milisler, Topal Osman liderliğinde aktif rol oynadı, ancak bu eylemler etnik çatışmaları da derinleştirdi. Ancak, savaş sonrası dönemde köylülerin toprak reformu talepleri büyük ölçüde karşılanmadı. Kemalistler, köylülerin devrimci enerjisini mobilize etti, ancak kapitalizm öncesi sınıflarla (örneğin, yerel eşraf ve büyük toprak sahipleriyle) uzlaşarak toprak sorununu çözmedi (Tezler, 142-143). Timur, Kemalistlerin köylü tabanını mobilize ettiğini, ancak savaş sonrası toprak dağıtımı gibi radikal reformlardan kaçındığını belirtir. Örneğin, 1920’lerde Ege ve Marmara bölgelerindeki köylülerin toprak talepleri, yerel eşrafın çıkarlarını koruma kaygısıyla reddedildi, bu da köylülerin devrimci potansiyelinin burjuva hedeflerle sınırlandırıldığını gösterir (Timur, 1994). İşçi sınıfının rolü ise sınırlıydı; İstanbul’daki küçük proletarya çekirdeği, maddi ve sınıfsal zayıflığı nedeniyle ulusal mücadelede etkili olamadı (Tezler, 152). İzmir ve İstanbul’daki erken işçi hareketleri (örneğin, 1920’lerdeki grevler), Kemalistler tarafından bastırıldı.

10. İşgal, Direniş ve Ankara Hükümeti

İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar tarafından işgaliyle, Anadolu’da Kuvayı Milliye kuruldu. İTC’nin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa, bu direnişin örgütlenmesinde rol oynadı. Ahmad, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, İTC’nin milliyetçi kadrolarını direnişe taşıdığını, ancak Kemalistlerin bu yapıyı ulus-devlet projesine entegre ettiğini belirtir. Zürcher, Teşkilat-ı Mahsusa’nın yerel direniş ağlarını örgütlemede etkili olduğunu, ancak Kemalistlerin merkezi iktidarı kurmak için bu yapıyı tasfiye ettiğini vurgular. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkması, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile direnişi merkezileştirdi. Mücadelenin önderliği, burjuva bilinciyle hareket eden Mustafa Kemal’in pragmatik ittifaklarıyla (Kürtler, İslamcılar, Bolşevik yandaşları) örüldü (Tezler, 155). 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM) açıldı ve İstanbul’daki padişah hükümetine alternatif yeni bir iktidar doğdu. BMM, Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri ile devrimci bir karakter sergiledi. BMM’nin kurulması, siyasal devrimin temelini attı. Marksist açıdan, bu, eski üstyapının (padişahlık) tasfiyesiydi.

11. Savaşın Sol Kanadı ve Sovyet Etkisi

Kurtuluş Savaşı, devrimci bir potansiyel taşıyordu. Ekim Devrimi’nin etkisi, Anadolu’da Bolşevikleşme korkusu yaratarak emperyalistlerin Kemalistlerle uzlaşmasını sağladı (Tezler, 150, 157). Rusya’daki Bolşevik Devrimi (1917), Anadolu’da heyecan yaratmıştı. Ahmad, Sovyet desteğinin, Kemalistlerin askeri başarısında kritik olduğunu, ancak sosyalist hareketlerin tasfiye edilerek burjuva devriminin sınırlandırıldığını belirtir. Zürcher, Sovyet desteğinin, Kemalistlerin pragmatik bir ittifak kurduğunu, ancak sosyalist hareketlere karşı mesafeli olduklarını gösterdiğini belirtir. Sovyet etkisiyle şu hareketler ortaya çıktı:

  • Yeşil Ordu: İslami ve sosyalist fikirleri birleştiren bir hareketti, ama zayıf kaldı. Küçük, Yeşil Ordu’yu, köylülüğün devrimci potansiyelinin bir yansıması olarak görür, ama Kemalistlerin burjuva çizgisiyle çeliştiğini belirtir. Ahmad, Yeşil Ordu’nun, köylü tabanın devrimci enerjisini temsil ettiğini, ancak Kemalistlerin merkezi iktidar kaygısıyla bunu bastırdığını belirtir. Timur, Yeşil Ordu’nun, köylülerin toprak taleplerini dile getirdiğini, ancak Kemalistlerin bu talepleri reddettiğini savunur. Yeşil Ordu, Yunanlılara karşı savaşta etkiliydi, ancak Kemalistler tarafından 6 Ocak 1921’de dağıtıldı (Tezler, 159).
  • Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası (THİF): Komünist fikirleri savunan bir partiydi, ama Kemalistler tarafından etkisizleştirildi. THİF, TBMM’de güçlü bir grup oluşturmuş, İçişleri Bakanı seçtirecek kadar etkiliydi, ancak 28 Ocak 1921’de üyeleri tutuklandı (Tezler, 159).
  • Kuvayı Seyyare: Çerkes Ethem’in gerilla birlikleri, savaşın başında başarılıydı, ama düzenli orduya katılmayı reddedince tasfiye edildi. Küçük, Ethem’in tasfiyesini, Kemalistlerin merkezi otoriteyi kurma çabası olarak görür. Ahmad, Çerkes Ethem’in tasfiyesinin, Kemalistlerin düzenli ordu ve merkezi iktidar kurma stratejisinin bir parçası olduğunu belirtir. Zürcher, Ethem’in tasfiyesinin, Kemalistlerin köylü tabanlı gerilla hareketlerini kontrol altına alma çabasını yansıttığını vurgular.
  • Türkiye Komünist Partisi (TKP): Mustafa Suphi liderliğinde 1920’de kuruldu, ama sosyalist devrim şansı Kemalistler tarafından engellendi. TKP, Komintern’in desteğiyle güçlenmişti, ancak 28 Ocak 1921’de Suphi ve 14 yoldaşının Karadeniz’de öldürülmesiyle tasfiye edildi (Tezler, 159).

Kemalistler, düzenli ordu kurarak ve iktidarı merkezileştirerek sol hareketleri tasfiye etti. Mustafa Kemal sınıfsal nedenlerle Bolşevizme karşıydı ve onun anti-komünist tutumu ile 1921’de sol hareketlerin hızlı tasfiyesi, burjuva devriminin sınırlarını netleştirdi (Tezler, 157-159). Bu durum, Kemalistlerin burjuva devrimini sosyalist bir yoldan saptırma kararlılığını gösterdi. Küçük, Suphi’nin öldürülmesini, burjuva devriminin sınıfsal sınırlarının netleşmesi olarak değerlendirir. Ahmad, Suphi’nin öldürülmesinin, Kemalistlerin Batı’yla uyumlu bir burjuva düzeni kurma hedefini yansıttığını belirtir. Timur, bu tasfiyenin, devrimin köylü ve işçi sınıflarının devrimci potansiyelini bastırdığını ve burjuva karakterini pekiştirdiğini savunur. Solun tasfiyesi, siyasal devrimin burjuva çizgiye hapsedildiğini gösterdi.

12. Cumhuriyet’in Kuruluşu ve Tek Parti Diktatörlüğü

Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bitmesiyle Saltanat kaldırıldı ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Bu, ulus-devletin inşası ve Tek Parti rejiminin başlangıcıydı. Türkiye Cumhuriyeti, yarı-sömürge Osmanlı’nın yerine siyasal olarak bağımsız bir burjuva ulus-devletti; hilafetin kaldırılması, laiklik, Medeni Kanun ve eğitimin sekülerleşmesi, bu dönüşümün kopuş niteliğini gösterir (Tezler, 147).

13. Kemalist Reformlar ve Sınıfsal Yapı

Yeni burjuva rejim, Osmanlı’nın dini ve kültürel mirasıyla bağları koparmak için radikal reformlar yaptı: Hilafetin kaldırılması, Medeni Kanun, Harf Devrimi ve Dil Devrimi. Laiklik, eğitimin birliği ve kadınlara hukuksal eşitlik, burjuva devriminin ileri adımlarıydı, ancak Diyanet İşleri’nin kurulmasıyla din devlet denetimine alınmaya çalışıldı. Bu reformlar, Batı’yla uyumlu bir ulusal kimlik yaratmayı amaçladı, ama elitistti ve halkın katılımı olmadan uygulandı. Küçük, bu reformları, yönetici elitlerin ulus-devlet projesi olarak görür, ama halktan kopuk olduğunu belirtir. Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu’nda, Kemalist reformların, Osmanlı’nın teokratik yapısını yıkarak modern bir ulus-devlet oluşturduğunu, ancak halk kitlelerini dışladığını belirtir. Zürcher, reformların, modern bir ulusal kimlik yaratmada başarılı olduğunu, ancak köylü ve işçi sınıflarının dışlanmasıyla otoriter bir rejime yol açtığını vurgular. Reformlar, elitist karakteri nedeniyle halk tabanından yoksundu. Örneğin, Harf Devrimi, okuryazarlığı artırmayı hedeflese de 1930’larda okuryazarlık oranı %20’yi geçmedi.

Savaş sırasında gayrimüslim burjuvazinin terk ettiği mülklere el konularak, bürokrat burjuvazi ve tahsılatlı burjuvazi doğdu. Devletçilik, yoksul halkın (işçi ve köylülerin) sömürüsüne dayalı bir sermaye birikimi sağladı ve zayıf burjuvaziyi güçlendirdi (Tezler, 166-167). 1930’larda devletçi politikalar, sanayi üretimini %20 artırdı, ancak köylülerden alınan vergi %50’ye yakındı (Pamuk). 1932-1939 devletçiliği, kapitalist içerikli bir “milli sanayileşme” atılımıydı ve sosyalizm ilkesine dayanmıyordu (Tezler, 167-168). Küçük, devletçiliği, Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürme aracı olarak görür, ama bu sürecin halkı dışladığını vurgular. Ahmad, devletçiliğin, zayıf bir burjuvaziyi güçlendirmek için zorunlu olduğunu, ancak otoriter bir rejimle uygulandığını belirtir. Timur, devletçiliğin, köylülerin ve işçilerin ekonomik taleplerini karşılamadığını ve burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet ettiğini savunur.

14. Muhalefetin Bastırılması

Kurtuluş Savaşı’ndaki çoğulculuk, Cumhuriyet’le sona erdi. Mustafa Kemal, Kürtler, İslamcılar ve Bolşevik yandaşlarıyla ittifakları tasfiye ederek iktidarı konsolide etti (Tezler, 156). Mustafa Kemal’in liderliğindeki hareket, Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) dönüştü.

  • Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF): Kazım Karabekir ve diğer komutanlar tarafından kurulan ilk muhalefet partisi, 1925’teki Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek kapatıldı. Küçük, isyanı, aşiret yapılarının ulus-devlete direnişi olarak görür. Ahmad, Şeyh Sait İsyanı’nı, Kemalistlerin merkezi iktidarı pekiştirme fırsatına çevirdiğini belirtir. Zürcher, isyanın, dini ve etnik unsurların ulus-devlet projesine direncini yansıttığını ve Kemalistlerin bunu muhalefeti bastırmak için kullandığını vurgular. 1924-1938 arasında 16 Kürt isyanının kanla bastırılması, Türk milliyetçiliğinin Kürtleri inkâr politikalarının bir sonucu olarak, Cumhuriyetin Kürtlerle kardeşlik ilişkisine zarar verdi (Tezler, 160).
  • Takrir-i Sükûn Rejimi: 1925’te çıkarılan bu kanun, muhalefeti bastırmak için hükümete büyük yetkiler verdi.
  • İzmir Suikastı Davaları (1926): Mustafa Kemal’e yönelik suikast girişimi, eski İTC üyeleri ve TCF’lilerin tasfiyesi için kullanıldı. Küçük, bu davaları, siyasal elitlerin hegemonyasını pekiştirme hamlesi olarak görür. Ahmad, bu davaların, Kemalistlerin muhalefeti tamamen ortadan kaldırmak için bir araç olarak kullanıldığını belirtir. Timur, davaların, burjuva devriminin otoriter karakterini konsolide ettiğini savunur.
  • Serbest Fırka (1930): 1929 Ekonomik Bunalımı’nın hoşnutsuzluğunu kontrol için kurulan bu parti, halkın desteğiyle tehdit oluşturunca kapatıldı. Küçük, bunu, rejimin demokrasiyi tolere edememesinin kanıtı olarak görür. Ahmad, Serbest Fırka’nın kapatılmasının, Kemalist rejimin otoriter karakterini pekiştirdiğini belirtir. Zürcher, Serbest Fırka’nın, halkın ekonomik ve sosyal taleplerini dile getirdiğini, ancak Kemalistlerin merkezi iktidarı koruma kaygısıyla bunu bastırdığını vurgular.

Türkiye, CHF’nin liderliğinde Tek Parti Diktatörlüğü’ne geçti. Türkiye Cumhuriyeti, burjuva devleti olarak kuruldu; devlet, zayıf burjuvaziyi güçlendirmek için sermaye birikiminin aktörü oldu (Tezler, 164-165). Bu rejim, ulusal bir burjuvazi yaratmayı ve modern, kapitalist bir ulus-devlet oluşturmayı başardı, ama otoriter yöntemlerle ve halkı dışlayarak. Küçük, burjuva devriminin halk tabanından yoksun olduğunu belirtir. Ahmad, Tek Parti rejiminin, Kemalist elitlerin modernleşme projesini otoriter bir şekilde konsolide ettiğini belirtir. Timur, Tek Parti rejiminin, burjuva devriminin sınıfsal sınırlarını pekiştirdiğini ve köylü ile işçi sınıflarının devrimci potansiyelini bastırdığını savunur. Türkiye’nin burjuva devrimi, tek parti diktatörlüğünün otoriter rejimi şeklinde tamamlandı.

15. Kemalizm Nedir?

Kemalizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sürecinde, Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde ortaya çıkan ve 1923-1940 arasında şekillenen ideolojik ve siyasal bir programdır. Marksist bir perspektiften bakıldığında, Kemalizm, feodal-haraççı hibrit bir yapıdan kapitalist üretim ilişkilerine geçişi tamamlayan Türkiye burjuva devriminin üstyapısal bir ifadesi olarak tanımlanabilir. Osmanlı’nın merkeziyetçi “yönetmenlik devletçiliği” ve yarı-sömürge konumundan doğan tarihsel koşullarda, Kemalizm, bürokrasi ve ordu öncülüğünde modern bir ulus-devlet inşa etmeyi hedeflemiş, ancak elitist ve otoriter karakteriyle halk tabanından uzak bir modernleşme modeli sunmuştur (Tezler, 147).

Kemalizm’in temel ilkeleri, 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) programında sistemleştirilen altı ok (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılâpçılık) etrafında şekillenmiştir. Cumhuriyetçilik, monarşinin yerine ulus egemenliğine dayalı bir yönetim kurmayı; milliyetçilik, Türk kimliği temelinde homojen bir ulusal kimlik oluşturmayı; halkçılık, sınıfsal ayrımları reddederek organik bir toplum modeli sunmayı; devletçilik, zayıf burjuva sınıfını güçlendirmek için devletin ekonomide aktif rol oynamasını; laiklik, dinin devlet ve toplum üzerindeki etkisini sınırlamayı; inkılâpçılık ise sürekli modernleşmeyi hedeflemiştir. Ancak, bu ilkeler, Osmanlı’nın çokuluslu ve haraççı yapısından miras kalan çelişkilerle şekillenmiş ve uygulamada otoriter bir rejime yol açmıştır. Örneğin, milliyetçilik, Türkçülüğe dayalı etnik homojenleşme politikalarıyla, gayrimüslim toplulukların dışlanmasına ve Kürt kimliğinin inkârına zemin hazırlamış; bu, Ermeni tehciri ve 1924-1938 Kürt isyanları gibi etnik çatışmaları derinleştirmiştir (Tezler, 125, 160-161).

Kemalizm, Marksist açıdan, burjuva devriminin “yukarıdan” karakterini yansıtır. Osmanlı’da bağımsız bir burjuva sınıfının zayıflığı nedeniyle, devlet, sermaye birikiminin ve modernleşmenin ana aktörü olmuş; 1930’larda devletçi politikalar, sanayi üretimini %20 artırmış, ancak köylülerden alınan vergiler devlet gelirinin %50’sine yaklaşarak halkın sömürüsüne dayalı bir birikim modeli oluşturmuştur (Pamuk). Küçük, Kemalizm’i, bürokratik elitlerin Osmanlı’nın devşirme rejimi mirasını modern bir ulus-devlet projesine dönüştürme çabası olarak görür, ancak halktan kopukluğu nedeniyle devrimin demokratik potansiyelini sınırladığını belirtir (Küçük, 1986). Ahmad, Kemalist reformların, Osmanlı’nın teokratik yapısını yıkarak modern bir ulus-devlet kurduğunu, ancak elitist karakteri nedeniyle kitleleri dışladığını savunur (Ahmad, 1995). Zürcher, Kemalizm’in, Batı’yla uyumlu bir ulusal kimlik yaratmada başarılı olduğunu, ancak köylü ve işçi sınıflarının devrimci enerjisini bastırarak otoriter bir rejime yol açtığını vurgular (Zürcher, 2004). Timur, Kemalizm’in, Asyatik üretim tarzının (ATÜT) mirası olan devlet merkezli yapıyı sürdürdüğünü ve burjuva devrimini halk tabanından yoksun bir şekilde konsolide ettiğini belirtir (Timur, 1994).

Kemalizm, Kurtuluş Savaşı’nın anti-kolonyalist ve yarı-sömürge Osmanlı’ya karşı anti-emperyalist karakterini ulus-devlet inşasına taşımış, ancak sosyalist hareketlerin (Yeşil Ordu, TKP) tasfiyesiyle devrimin burjuva çerçevesini netleştirmiştir (Tezler, 157-159). Laiklik ve Medeni Kanun gibi reformlar, kapitalist üretim ilişkilerini destekleyen modern bir hukuki ve toplumsal çerçeve oluştururken, Harf Devrimi ve Dil Devrimi, ulusal kimliği güçlendirmeyi amaçlamıştır. Ancak, 1930’larda okuryazarlık oranının %20’yi geçmemesi, reformların halk tabanına ulaşmadığını gösterir. Kemalizm, Osmanlı’nın çokuluslu mirasından koparak modern bir ulus-devlet kurmayı başarmış, ancak Türkçülüğün etnik vurgusu ve bürokrasinin otoriter yaklaşımı, devrimin demokratik bir rejime evrilmesini engellemiştir. Bu nedenle, Kemalizm, Türkiye burjuva devriminin hem modernleşme atılımını hem de sınıfsal ve etnik sınırlılıklarını temsil eder.

16. Sonuç

Türkiye burjuva devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal-haraççı hibrit yapısından kapitalist üretim ilişkilerine geçişin uzun erimli ve karmaşık bir süreci olarak, 1839-1940 arasında şekillenmiştir. Marx’ın altyapı-üstyapı diyalektiğine dayanan bu süreç, Osmanlı’nın merkeziyetçi “yönetmenlik devletçiliği”nin çözülmesiyle başlamış, tımar sisteminin çöküşü, ayanların ticari tarımı ve gayrimüslim tüccarların dünya pazarlarıyla entegrasyonuyla hızlanmıştır. Uluslararası ticaret yollarının değişmesi, fetihlerin ekonomik maliyetinin artması ve Osmanlı’nın dünya kapitalist sistemine hammadde sağlayıcısı olarak eklemlenmesi, çöküş sürecini hızlandırmıştır (Tezler, 130-131, 137). Osmanlı’nın çokuluslu yapısı ve feodal öncesi-Asya tipi öğelerin ağırlığı, devletin üretim araçlarını kontrol etmesine ve bağımsız bir burjuva sınıfının oluşmasını engellemesine yol açmıştır (Tezler, 118-123). 1838 Ticaret Anlaşması ve Tanzimat reformları, kapitalist üretim ilişkilerini teşvik ederken, Osmanlı’yı yarı-sömürge bir konuma itmiş; dış borçlar ve Düyun-u Umumiye, mali bağımlılığı pekiştirmiştir. 1908 Jön Türk Devrimi, bürokrasi ve ordu öncülüğünde anayasal düzeni getirerek bir siyasal devrim sıçramasını oluşturmuş, ancak halk tabanından yoksunluğu nedeniyle sınırlı kalmıştır. 1919-1923 Kurtuluş Savaşı, İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı anti-kolonyalist bir mücadele olarak, halkın, özellikle köylülerin katılımıyla burjuva devrimini ulus-devlet inşasıyla tamamlamıştır. Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı direnişi, savaşın anti-emperyalist bir boyut kazanmasını sağlamış, Ekim Devrimi’nin etkisiyle emperyalistlerin bölüşme planlarını değiştirmesi ve Kemalistlerin uzlaşmacı tutumu, kapitalist Batı kampında kalmayı garantilemiştir (Tezler, 144, 150-151). Kemalist reformların elitist ve otoriter karakteri, devrimin demokratik potansiyelini sınırlandırmış ve tek parti diktatörlüğüne yol açmıştır.

Tarihsel Çıkarımlar:

  • Türkiye burjuva devrimi, Batı’daki devrimlerden farklı olarak, bağımsız bir burjuva sınıfı yerine bürokrasi ve ordu tarafından yönlendirilmiştir. Bu, Osmanlı’nın devşirme rejimi ve merkeziyetçi yapısının bir sonucudur. Devlet mülkiyetinin başatlığı ve tımar sisteminin feodal eğilimleri engellemesi, burjuva sınıfının zayıf kalmasına neden olmuştur (Tezler, 123, 126).
  • Osmanlı’nın yarı-sömürge konumu, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini Batı’ya bağımlı hale getirmiş; 1838 Ticaret Anlaşması ve dış borçlar, bu bağımlılığı derinleştirmiştir. Osmanlı, 19. yüzyılın ikinci yarısında emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmiştir (Tezler, 137).
  • Kurtuluş Savaşı, halkın, özellikle köylülerin katılımıyla anti-kolonyalist bir karakter kazanmış, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı direnişiyle anti-emperyalist bir boyut edinmiş, ancak sosyalist hareketlerin (Yeşil Ordu, TKP) tasfiyesi, devrimin burjuva çerçevesine hapsolmasına neden olmuştur. Kuvayı Milliye’nin köylü tabanı, mücadelede kritik bir rol oynamış, ancak toprak reformu taleplerinin karşılanmaması, devrimin sınıfsal sınırlarını göstermiştir (Tezler, 153, 142-143).
  • Kemalist reformlar, modern bir ulus-devlet inşa etmeyi başarmış, ancak halktan kopukluğu ve otoriter yöntemler, devrimin demokratik bir rejime evrilmesini engellemiştir. Türkçülüğün gayrimüslim toplulukları dışlaması, Ermeni tehciri ve Kürt isyanlarının bastırılması, devrimin etnik karşıtlıklarını derinleştirmiştir (Tezler, 125, 160-161).

Teorik Çıkarımlar:

  • Marx’ın altyapı-üstyapı diyalektiği, Türkiye burjuva devrimini açıklamak için güçlü bir çerçeve sunar, ancak Osmanlı’nın özgün feodal-haraççı yapısı, Marksist sınıflandırmayı zorlaştırır. Yalçın Küçük’ün “devşirme rejimi” ve “devlet sınıfı” kavramları, Osmanlı’nın Asyatik üretim tarzı (ATÜT) özelliklerini taşıyan yapısını açıklamak için kritik bir araçtır. Taner Timur’un Osmanlı Toplumsal Düzeni’nde belirttiği gibi, ATÜT, devletin üretim araçları üzerindeki üstün mülkiyetine dayalı bir haraççı sistem olarak, feodalizmden farklı bir sınıfsal dinamik yaratmıştır. Bu sistemde, devşirme elitler (kapıkulu ve ulema), üretim fazlasına el koyarak bir “devlet sınıfı” oluşturmuştur; bu, Batı’daki feodal aristokrasi veya burjuvaziden farklı bir konuma işaret eder (Timur, 1994). Osmanlı’nın haraççı/Asyatik üretim tarzı, devletin ekonomik kontrolüyle bağımsız bir burjuva sınıfının oluşmasını engellemiş; tımar sisteminin çözülmesi ve ayanların ticari tarımı, kapitalist ilişkilerin filizlenmesini sağlamış, ancak bu süreç yarı-sömürge koşullarda ve devlet denetiminde gerçekleşmiştir (Tezler, 123, 126). Küçük’ün “devlet sınıfı” kavramı, Timur’un ATÜT analiziyle birleştiğinde, Osmanlı’nın sınıfsal yapısının özgünlüğünü ve burjuva devriminin bürokrasi-ordu öncülüğünde gerçekleşmesinin nedenlerini açıklar
  • Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Türkiye’nin geç kapitalistleşen toplumsal yapısında eşitsiz ve bileşik gelişim örüntüsü şu şekilde soyutlanabilir: 1) Farklı tarihsel aşamaların bir arada bulunması, ileri ve geri üretim ilişkilerinin (feodal-haraççı ve kapitalist üretim ilişkileri) eşitsiz bir gelişimle iç içe geçmesi. 2) Siyasal ve ideolojik bilincin, iktisadi ilişkilerin gelişim hızını aşarak ileri bir düzeyi yakalayabilmesi (eşitsiz gelişmesi), böylece kapitalist üretim ilişkileri tam olgunlaşmadan burjuva siyasal devrimleriyle sıçramalı bir modernleşmenin mümkün olması. Türkiye burjuva devrimi, bu iki boyut üzerinden, Osmanlı’nın özgün yapısı ve yarı-sömürge konumuyla, ayrıca Anadolu’nun işgaline karşı mücadeleyle şekillenmiş bir süreçler toplamıdır.
  • Kurtuluş Savaşı’nın anti-kolonyalist olarak tanımlanması, anti-kapitalist bir temele dayanmamasına bağlıdır; ancak yarı-sömürge konumuna karşı direnişi, anti-emperyalist bir boyut kazandırır. Ekim Devrimi’nin etkisi, emperyalistlerin Kemalistlerle uzlaşmasını sağlayarak devrimin başarısını kolaylaştırmıştır (Tezler, 150-151). Zürcher’in vurguladığı gibi, savaşın anti-emperyalist boyutu, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumundan kurtuluş olarak görülebilir (Zürcher, 2004).
  • Türkiye’nin kapitalist “toplumsal devrim”i, altyapıdaki (ekonomik) dönüşümlerin üstyapıyı (devlet ve ideoloji) şekillendirdiğini ve üstyapıdaki reformların bu ekonomik dönüşümleri pekiştirerek hızlandırdığını gösterir. Ancak, ATÜT’ün mirası, devletin ekonomik kontrolünün devam etmesi ve burjuva sınıfının zayıf kalması, devrimin “yukarıdan” karakterini pekiştirmiştir (Timur, 1994).
  • 1919-1923 Devrimi’nin, Kurtuluş Savaşı’na halkın katılımı hariç tutulduğunda, “yukarıdan” karakteri, kapitalizm öncesi sınıflarla uzlaşması ve toprak sorununu çözememesi, sınırlı bir burjuva devrimi olduğunu gösterir (Tezler, 142-143). Kemalist elitist reformların halk tabanından yoksunluğu, devrimin otoriter bir rejimle sonuçlanmasına yol açmıştır. Zürcher’in belirttiği gibi, devrimin bürokrasi ve ordu öncülüğünde gerçekleşmesi, halkın devrimci potansiyelini sınırlamış ve otoriter bir modernleşme modeline yol açmıştır (Zürcher, 2004).

Sonuç olarak, Türkiye burjuva devrimi, Osmanlı’nın feodal-haraççı yapısından kapitalist bir ulus-devlete geçişin sancılı bir süreci olarak, 1839-1940 arasında, bürokrasi ve ordu öncülüğünde, halkın sınırlı katılımıyla ve yarı-sömürge koşullarında gerçekleşmiştir. 1908 ve 1919-1923 siyasal devrimleri, bu sürecin sıçrama noktaları olmuş, ancak elitist ve otoriter yöntemler, devrimin demokratik potansiyelini sınırlandırmıştır. Devrimin “yukarıdan” karakteri ve kapitalizm öncesi sınıflarla uzlaşması, tarihsel olarak geç kalmış ve emperyalizm çağında şekillenmiş bir burjuva devrimi olduğunu gösterir (Tezler, 142-143, 147). Bu tarihsel kesit, Marx’ın toplumsal devrim teorisini doğrularken, Osmanlı’nın özgün yapısı ve yarı-sömürge konumu nedeniyle kendine özgü bir karakter sergilemiştir.

Kaynaklar

  1. Küçük, Yalçın. Türkiye Üzerine Tezler. İstanbul: Tekin Yayınevi, 1986.
  2. Ahmad, Feroz. Modern Türkiye’nin Oluşumu. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995.
  3. Ahmad, Feroz. Jön Türkler. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995.
  4. Pamuk, Şevket. Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi. Ankara: Yurt Yayınları, 1984.
  5. İnalcık, Halil. An Economic and Social History of the Ottoman Empire. Cambridge: Cambridge University Press, 1997.
  6. Quataert, Donald. Ottoman Empire, 1700-1922. Cambridge: Cambridge University Press, 2000.
  7. Zürcher, Erik Jan. Turkey: A Modern History. London: I.B. Tauris, 2004.
  8. Timur, Taner. Osmanlı Toplumsal Düzeni. İstanbul: İmge Kitabevi, 1994.
  9. Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler, 1 Haziran 2008.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]