5 Kasım 2024 Salı

Toplumun bir kamburu: Özel hastaneler

Mahmut Boyuneğmez

1980’li yıllardan günümüze sağlık ve sosyal güvenlik sisteminde bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm çerçevesinde sağlık hizmetinin sunumu ile finansmanı birbirinden ayrılmış durumda bulunuyor. Sağlık hizmetinin sunumu ve finansmanının tek elden, tek bir devlet kuruluşu üzerinden gerçekleştirilmesi yerine, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nun sağlık hizmetini devlet hastanelerinden ve özel hastanelerden satın alması söz konusu. Sağlık hizmeti sunumundan kâr elde edebilmek için özel hastane işletmeleri yıllar içerisinde çoğaltılmışken, kamunun/toplumun primlerle oluşan bir kaynağı, bu işletmelere yönlendiriliyor. Üstelik özel hastane işletmelerinin çıkardığı faturaların bedelinin sadece bir kısmı SGK tarafından karşılandığından, müşteri yerine konulan hastaların elini ceplerine atması da gerekiyor. Bir yandan SGK’nın karşılamadığı hizmet bedelleri için tamamlayıcı sağlık sigortalarının yaygınlaştırılması murat edilerek, sigorta şirketlerinin fonlarında değerlendirecekleri meblağların oluşmasına çalışılıyor, diğer yandan kesilen SGK primleri yetmezmiş gibi, tüm emekçilerden eczaneler üzerinden tahsil edilerek gözlerden gizlenen sağlık katkı payları alınıyor.

DİSK-AR’ın 05.11.2024 tarihinde yayınladığı bir rapordaki veriler, özel hastanelerin toplumun sırtında nasıl bir kamburu oluşturduğunu gösteriyor. Bu raporun verilerine ve ne anlama geldiklerine bakalım:

  • 2012 yılında özel hastanelere SGK kapsamında 87,9 milyon hasta başvurmuşken, 2023 yılına gelindiğinde bu sayı 68,5 milyona gerilemiş bulunuyor. Özel hastanelere başvuran hastaların sayısı yıllar içerisinde azalmış durumda. Özel hastanelere başvuran hastaların tüm hastanelere başvuranlar arasındaki oranı 2012 yılında %22,7’yken, bu oran 2023 yılında %11’e düşmüştür. Peki neden?.. Özel hastanelere başvuran hastaların sayısında ve tüm hastanelere başvuran hastalar içerisindeki oranında gerilemenin nedeni, bu hastanelerin faturaları şişirmesi, bu hastanelerde tıbben ihtiyaç olmadığı halde gereksiz tetkik ve tahlillerin yapılması ve fahiş fiyatlarla sağlık hizmet sunumunda bulunmaları yüzünden, hastaların bu hastanelerden zorunlu olmadıkça uzak durmaya çalışmaları yönündeki eğilimdir. Sağlığı alınır satılır bir meta olarak sunan özel hastane işletmelerinde hastalar için işlemler yapılırken kârı artırma amacı, tıbbi gerekliliklerin önüne geçmektedir. Oysa sağlıklı olmak ve sağlık hizmeti almak bir haktır ve parayla satılmamalı, devlet tarafından topluma ücretsiz sunulmalıdır.
  • 2012 yılından bugüne SGK’nın hasta başına devlet hastanelerine yaptığı ödeme 4,7 kat artmışken, hasta başına özel hastanelere yaptığı ödeme 9,4 kat artmıştır. Özel hastanelerin aç gözlülüğü, kaynakların israfı anlamına gelmektedir. Emekçilerden kesilen primler devlet (SGK) aracılığıyla, özel hastane adı verilen işletmelerin daha çok kazanması için bu işletmelere yönlendirilmektedir.
  • 2012 yılında SGK’nın özel hastanelere başvuranlar için hasta başına yaptığı ödeme, Türkiye geneli ortalama hasta başına ödemenin %5 fazlasıyken, 2024 yılının ilk 6 ayında %53 fazlasına ulaşmıştır. Başka bir ifadeyle, özel hastane adı altında çalıştırılan bu kâr amaçlı işletmelerin kasasındaki para miktarları artarken, kamunun/toplumun kaynakları bu işletmeleri daha varsıl kılma uğrunda harcanmaktadır.

Grafik: SGK Tarafından Devlet İkinci Basamak Hastaneleri ile Özel Hastanelere Hasta Başına Yapılan Ödemenin Ortalama Ödemeye Oranı (Yüzde) (2010-2024)

  • SGK, 2024 yılında devlet ikinci basamak hastanelerine hasta başına 282 TL öderken özel hastanelere 801 TL ödemiştir. Başka bir ifadeyle, 2024 yılının ilk 6 ayında SGK’nın özel hastanelere hasta başına ödediği tutar, devlet ikinci basamak hastanelere hasta başına ödenen tutarın yaklaşık 3 katıdır. Özcesi, toplumsal zenginliğin, kamusal kaynakların bir bölümü, sırf kar etsinler diye özel hastane işletmelerine aktarılmaktadır.
  • 2012-2024 yılları arasında SGK’nın devlet/üniversite hastanelerine hasta başına ödemelerinde ortalama %545 artış olurken, özel hastanelere hasta başına ödemede %940 artış yaşanmıştır. Azalan hasta sayıları ve aralarındaki rekabet yüzünden kârlarındaki azalma eğilimini dengelemek için bu işletmeler, tıbben gereksiz olan işlemlerle faturaları şişirmektedir.

Peki özel hastanelerde çalışan emekçilerin durumu nasıl?.. Çalıştırılan personele ücretlerinin zamanında verilmemesi, işten çıkarılacaklarsa hiç verilmemesi, aylık ücretlerin her seferinde banka faiz geliri elde etme amacıyla 2 ay sonrasında gecikmeli olarak ödenmesi, hasta ya da tetkik başına ücretlendirme, sınırlı bir zamanda nitelikli bir şekilde yapılamayacak kadar çok sayıda tetkikin/incelemenin yapılması gibi uygulamalar özel hastane işletmelerinde rutin durumdadır. Cumartesi çalışma ve akşam geç saatlere kadar işgününün devam etmesiyse bir kuraldır.

Umarım anlaşılmıştır. Geçtiğimiz günlerde SGK’dan daha fazla para alma, SGK’yı dolayısıyla halkımızı dolandırma amacıyla yenidoğanların öldürülmesinde açığa ne mi çıkmıştır?.. Özel hastanelerin işleyişindeki temel düstur, “paraya para katmak” ve “kârı artırmak”tır. Ve aslında bu buzdağının görünen ve açığa çıkan kısmıdır.

Özel hastane kamburundan kurtulmanın yolu ise açıktır. Sağlık hizmeti sunumunun sadece devlet eliyle gerçekleştirilmesi, finansmanının yine devlet tarafından prim/vergi yoluyla sağlanması. Nitelikli, ulaşılabilir, parasız… Kamusal sosyalist bir sağlık sistemi, dertlerimize derman olacaktır.

2 Kasım 2024 Cumartesi

Paranın Gücü

Karl Marx, 1844 Elyazmaları

İnsanın duyguları, tutkuları, vb. yalnızca dar anlamda antropolojik tanımlamalar olarak kalmayıp da aynı zamanda insan yaradılışının gerçekten varlık bilimsel (ontolojik) olumlamalarıysa ve yalnızca nesneyi duyularıyla algıladıkları için olumlanıyorlarsa:

(1) Olumlama tarzları hiçbir zaman aynı ve eşit olamaz; tersine, olumlamanın farklı tarzı varoluşlarının, hayatlarının ayrı özelliğini meydana getirir; nesnenin onlar için var olduğu tarz, doyumlarının karakteristik tarzıdır.

(2) Duyusal olumlama, bağımsız şekliyle nesnenin (yeme, içme, bir nesne üzerine çalışma, vb.) dolaysız olarak yok edilmesi olduğunda, bu, nesnenin olumlanmasıdır.

(3) İnsan ve duyguları, vb. insani olduğu sürece, nesnenin başkası tarafından olumlanması da aynı şekilde onun kendi doyumudur.

(4) Endüstri gelişinceye kadar, yani özel mülkiyet ortaya çıkıncaya kadar, insan tutkularının varlık bilimsel özelliği ne insanlığını ne de bütünlüğünü gerçekleştirebilir; böylece insanın bilimi de insanın pratik etkinliğiyle kendini kurmasının ürünüdür.

(5) Yabancılaşmadan bağımsız olarak özel mülkiyet duygusu gerek tat alınacak nesne gerekse etkinliğin nesnesi olarak, insan için özsel nesnelerin varoluşudur.

Dolayısıyla para, her şeyi satın alabilme özelliğine, bütün nesneleri kendine mal edinme özelliğine sahip oluşuyla, en yüksek mülklenme nesnesidir. Özelliğinin evrenselliği, varlığının her şeye kadir olmasıdır; dolayısıyla her şeyden güçlü bir varlık olarak görünür. Para, gereksemeyle nesne, insanın hayatıyla besini arasındaki aracıdır. Ama benim hayatımın bana sağladıklarını, başka insanların varoluşları da sağlar bana. Benim için öteki insandır.

“Vay canına! Eller de, ayaklar da, gerçekten

Baş da ayrıca, eril güçler de, hepsi senin.

Ama yeni yeni almaya başladığım zevkler,

Daha mı az benim oluyor bu yüzden?”

“Diyelim ki altı yörük at var ahırımda,

Benim olmuyor mu güçleri bu atların?

Gidiyorum dörtnala, en eksiksizi insanların,

Sanki yirmi dört bacağım varmışçasına.”

Goethe: Faust (Mephistopheles). (1)

Shakespeare Atinalı Timon’da şöyle yazıyor:

“Altın! Sapsarı, pırıl pırıl, halis altın! Hayır tanrılar, açgözlü biri değilim ben…

Karayı aka; eğriyi doğruya,

kötüyü iyiye; soysuzu soyluya; kocamışı gence; yüreksizi yiğide.

İşte, bu… Ah tanrılar, neden? Nedir bu?

Rahiplerinizi, kölelerinizi çeker alır elinizden;

Koca adamların yastıklarını alır başlarının altından;

Bu sarı köle

Bağlar, çözer dinleri; günahkârı kutsar;

Cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,

Unvan verir, nişan verir, şan verir,

Oturtur senatörle yan yana: budur

Kocamış dulu yeniden gelin eden;

Kapanmaz yarasıyla en umutsuz hastayı

Allar pullar da bu, ilk yazına kavuşturur.

Git, kör olası maden parçası,

İnsanlığın orta malı, sen,

Ulusları birbirine düşüren.” (2)

Ve daha ilerde:

“Ey sen sevimli kral katili ve ayıran piçinden babayı!

Sen kirlettin parlaklığınla

Hymen’in tertemiz yatağını! Sen Cesur Mars!

Sen her dem taze, sevimli, zarif zampara,

Yanağının pembeliğiyle eritirsin sen

Dia’nın kucağındaki kutsal karıları!

Olmayacakları birbirine yaklaştırıp

Öpüştüren onları! Her dilde konuşup

Her anlamda laf eden, sen göze görünür tanrı!

Sen, yürek yakan, düşün,

Kölen insan başkaldırıyor; kullan gücünü,

Birbirine ver onları, öyle ki hayvanlar

Yeryüzünde imparatorluk kursun.” (3)

Ne güzel anlatıyor Shakespeare paranın özünü. Bunu anlamak için, Goethe’den alınan bölümü çözümleyerek işe başlamalıyız.

Para yoluyla elde edebileceğim şey, satın alabildiğim, yani paranın bana satın alabildiği şey, paranın sahibi olarak, ben kendimim. Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim, bu durumda, benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş olmuyor. Çirkinim ben, ama dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, iticiliği, para karşısında yok oluyor. Ben-bireysel yaradılışıma göre -topalım: ama para bana yirmi dört bacak veriyor; öyleyse topal değilim. Ben kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek, kafasız bir adamım, ama saygı gösterilir paraya-dolayısıyla sahibine de. En iyi şey paradır, dolayısıyla sahibi de iyidir: para benim dürüstlükten uzaklaşma zahmetine girmemi önlüyor, onun için dürüst sayılıyorum. Kafasızın biriyim ben, ama madem para her şeyin gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi? Ben ki, para sayesinde, insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine sahip değil miyim? Bu durumda para benim bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?

Beni insan hayatına bağlayan, beni topluma, doğaya, insana bağlayan şey para olduğuna göre, bütün bağların bağı değil mi para? Böylelikle aynı zamanda ayrılmanın da evrensel aracı değil mi? Bir araya getirmenin gerçek aracı olduğu kadar, asıl ayrılma akımı da odur, toplumun kimyasal gücüdür.

Shakespeare paranın iki özelliğini öncelikle vurguluyor:

(1) Bütün insani ve doğal nitelikleri karşıtına çevirebilen göze görünür tanrı, nesnelerin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisidir; “olmayacakları birbirine yaklaştırır.”

(2) İnsanlığın orta malı, insanların ve ulusların ortak aracısıdır.

Bütün insani ve doğal nitelikleri dönüştürmek ve değiştirmek, olanaksızlıkları birleştirmek-paranın tanrısal gücü, insan türünün yabancılaşmış, yalıtılmış (tecrit edilmiş), dışlaştırılmış özelliği oluşunda yatar. Para, insanlığın yabancılaştırma yeteneğidir.

Bir insan olarak yapamadığımı, yani, bütün bireysel yetilerimin başaramadığı şeyi, para sayesinde yapabilirim. Onun için para bu yetilerimin her birini aslında olmadığı bir şey yapar, yani onu karşıtına dönüştürür.

Acıkmış, yemek istiyorsam ya da yürümeye gücüm yetmediği için arabaya binmek istiyorsam, para yemeği de sağlar bana arabayı da yani, isteklerimi hayal gücü dünyasından gerçeğe dönüştürür, onları düşünülmüş, imgelenmiş, istenmiş varoluşlarından gerçek duyusal varoluşlarına çevirir, imgelemden hayata, imgelenen varlık durumundan gerçek varlık durumuna aktarır. Bunun gerçekleştirilmesinde para gerçek yaratıcı güçtür.

Parası olmayanlarda da vardır istek, ama onların isteği benim, bir üçüncü kişinin üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir imgelem ürünüdür; bu isteğin varoluşu yoktur, bu yüzden gerçekdışı, hedefsizdir benim için. Paraya dayanan etkili istekle benim gereksemelerime, tutkularıma, dileklerime dayanan etkisiz istek arasındaki ayrım, varlık ile düşünmenin, yalnız benim içimde var olan düşüncelerle, benim dışımda benim için var olan gerçek nesne biçimindeki düşüncelerin arasındaki ayrımdır.

Eğer geziye çıkacak param yoksa geziye çıkmaya da ihtiyacım yoktur. Bilimsel çalışmaya yatkın bir yeteneğim varsa, ama yeterli param yoksa, o zaman hiç çalışma yeteneğim, yani gerçek ve etkili bir yeteneğim yok demektir. Öte yandan, gerçekten hiç bilimsel çalışma yeteneğim yoksa, ama gerekli istek ve param varsa, demek ki benim yeteneğim etkilidir. İnsan olarak insandan ve insan toplumu olarak toplumdan doğmayan, evrensel bir dışsal araç ve yeti olarak para; imgelemi gerçekliğe, gerçekliği de boş bir imgelem ürününe çevirebilme gücüne sahiptir. Aynı şekilde, gerçek kusurları ve fantezileri, yani yalnızca bireyin hayalinde var olan gerçekten güçsüz yetileri, gerçek yeti ve yeteneklere dönüştürebildiği gibi, gerçek insani ve doğal yetileri de katıksızca soyut fikirlere, dolayısıyla kusurlara, acı veren fantezilere dönüştürebilir.

Böylece, bu karakteristiğiyle, genel olarak bireysellikleri dönüştüren, onları kendi karşıtları yapan, kendi özellikleri yerine çelişik özelliklerle donatan şey paradır.

Bu dönüştürücü güç olarak, bireye karşı, toplumsal bağlara ve öz olma iddiasında bulunan başka bağlara karşı gösterir kendini. Sadakati sadakatsizliğe, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, iyiliği kötülüğe, kötülüğü iyiliğe, köleyi efendiye, efendiyi köleye, aptallığı akla, aklı da aptallığa çevirir.

Etkin ve var olan değer kavramı olarak para her şeyi değiştirdiğine ve dönüştürdüğüne göre, her şeyin evrensel değiştiricisi ve dönüştürücüsü, dolayısıyla dönüştürülmüş dünya, bütün insani ve doğal niteliklerin dönüştürücüsü ve değiştiricisidir.

Cesareti satın alabilen kişi, korkak da olsa, cesurdur. Para, para sahibinin görüş açısından, belirli bir nitelik, belirli bir şey, ya da insani yetilerle değil de bütün insani ve doğal nesneler dünyası ile takas edildiğine göre, bazı özelliklerin yerine, aralarında çelişik özellikler ve nesneler de bulunan, başka özellikler koyar; olanaksızlıkların birleşmesini temsil eder, çelişik ögeleri kucaklaşmaya zorlar.

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle değiştirebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkaları üzerinde etkili olmak istiyorsanız, başkalarını gerçekten canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde kendini gösterişi olmalı, isteminizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız; yani sevgi olarak, sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak, dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız: O zaman sevginiz güçsüzdür. Bir talihsizlik!

NOTLAR

(1) Goethe, Faust, Bölüm 1.-Ed.

(2) Shakespeare, Atinalı Timon, Perde 4, Sahne 3. (Marx’ın alıntısı Schlegel-Tieck çevirisinden.)-Ed.

(3) Aynı yerde.

Marksizm’e Dair…

 Mahmut Boyuneğmez

Bilimsel sosyalizm ile Marksizm aynı anlamlara gelir. Fakat Marksist teorik sistemin bilimselliği, bir felsefe olan tarihsel ve diyalektik materyalizmi (=felsefe, bilim değil) içermesi yüzünden, bu felsefi paradigmanın, toplumsal tarihin, üretim biçimlerinin, toplumsal formasyonların, ideolojilerin vd. bilimsel incelemesi sırasında zemin olarak alınmaya, kalkış noktası yapılmaya, referans olmaya uygun olmasından kaynaklanır. Tarihsel-diyalektik materyalizm, somut bilimsel araştırmaların sonucunda soyutlanmış genel felsefi bir paradigmik çerçevedir. Yeni bilimsel incelemelere de kılavuzluk edecek niteliktedir. Bu felsefi paradigma, bilimsel incelemenin kendisi değildir.

Kapitalist üretim tarzının incelenmesi ve buradan kalkarak geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapılması, bilimsel üretimin, devrimcileşmesini getirmiştir. Bu inceleme, bu üretim tarzının aşılması sürecinde devrimci ve pratik bir eleştiriye yol açmıştır.

Siyasetin, mutlak “doğru”ları yoktur. Başka bir deyişle siyaset, bilimsel/teorik bir referansa sahiptir, fakat hangi siyasetin devrimci hangisinin devrimci olmadığı gibi konuların, belirli bir yere kadar bilimsel/teorik çerçeveyle değerlendirilmesi mümkündür. Kanımca Marksist teorik sistem içerisinde siyaset bilimi ya da teorisi olarak nitelenebilecek bir soyutlama alanı vardır, ancak siyasetin belirlenimleri ve etkileşimleri çok yönlü ve dinamik olduğundan, siyasette hangi tarzın/yolun sağlıklı olduğu konusunda nihai karar verici tarihsel süreçlerdir.

Marksizm, sosyalist ideoloji ve siyasetin referans çerçevesidir, bunların alabilecekleri biçimleri sınırlar; fakat Marksizmle sosyalist siyaset ve ideolojinin somut içerikleri doğrudan belirlenmez.

Marksizm, kapitalizmden komünizme geçişteki dünya görüşüdür. Dolayısıyla devrimci bir dünya görüşü… Marksizmin bir dünya görüşü olmasında materyalizmin ve komünist devrimci perspektifin birbirini bütünleyen ve uyumlu birlikteliği önem taşımaktadır. Ancak Marksizm, bugün için proletaryanın sınıfsal ideolojisi ya da dünya görüşü değildir. Bizim için proletarya, bu dönüşümü gerçekleştirecek tek devrimci sınıf olsa da, gelişkin bir felsefe ve bilimsel teorilerle buluşması ancak geleceğin toplumunun kuruluşu sürecinde toplumsal devrimler döneminde mümkün olacaktır.

Marksizm, “insan toplumunun bilimi” olarak görülemez. Bir kere doktrin, öğreti, bilim gibi nitelemeleri yetersiz kılacak biçimde Marksizmin kapsamında felsefi, bilimsel, siyasal boyutlar uyumlu ve birbirini tümleyecek şekilde bulunur. Bu nedenle Çulhaoğlu Marksizm için “teorik sistem” demeyi önermiştir. Bunu biz de benimsemiş durumdayız. Örneğin, toplumsal tarihin, sanat tarihinin, spesifik bir ideolojinin vb. Marksist teorik sistemin referans çevçevesiyle araştırılıp incelenmesi mümkündür, fakat bu incelemelerin somut bulguları değil, bu incelemelerden süzülen bazı üst soyutlamalar, bu teorik sistemi zenginleştirebilecektir. Başka bir deyişle Marksist antropoloji, Marksist sanat tarihi, Marksist sosyoloji gibi bilimsel çalışma alanları elbette vardır, fakat bunlar antropolojidir, sanat tarihidir, sosyolojidir, Marksizm değil… Öte yandan, Marksizm kapitalizmden komünizme geçiş döneminin salt bilimi değil, bilimsel dünya görüşüdür. Bu devrimci dönemin üzerinde yükseldiğinden, bu bilimsel dünya görüşü devrimcidir. Eğer “ideoloji” terimini dar ve pejoratif anlamıyla kullanmıyorsak, Marksizmin bilim, felsefe ve siyaset teorisi boyutları olan bir ideoloji/dünya görüşü olduğunu görmek gerekir.

Amprik somutlardan soyutlamalara ulaşma ve ulaşılan soyutlamalardan gerçeklikteki etkileşim ve değişim örüntüleri yakalanarak (gerçekliğin diyalektik “mantığı” yakalanarak) düşüncede somut bütünlüğü yeniden oluşturma, toplum bilimleri alanında kullanılan bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntemi Marx örneğin Kapital adlı eserini oluştururken kullanır. Bu yönteme biz diyalektik yöntem denmemesini, bir bilim yöntemi olarak görülmesini öneriyoruz. Bize göre, diyalektik gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektik materyalizm topluma ve tarihe uygulanarak tarihsel materyalizm elde edilmemiştir ve bugün de böyle yaparak materyalist tarih anlayışına katkı sunulamaz. Diyalektik-tarihsel materyalizm, gerçekliğin toplum/tarih ve doğa gibi farklı katmanlarının olduğunu benimser, fakat gerçekliğin materyalist ve diyalektik yorumu, "tarihsel" ve "diyalektik" denilerek, aralarında bağ olmadığı yanılsamasını doğuracak şekilde kompartmanlara ayrılmamalıdır. Materyalist felsefenin geliştirilmesi, doğa ve toplum alanlarında çeşitli bilim dallarının getirdiği yeni bulguların, anlayışların ışığında yapılacak soyutlamalarla olanaklıdır.

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...

Son Haftada En Çok Görüntülenenler