27 Kasım 2024 Çarşamba

Emeklilik Hakkı

Mahmut Boyuneğmez

1999 yılında yapılan değişiklikle birlikte kadınlarda emeklilik yaşı 58, erkeklerde 60 oldu. 2008 yılında ise ilk kez sigortalı olarak işe başlayacaklar için emeklilik yaşı 65’e yükseltildi. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, neoliberal bir saldırı kapsamında hak kaybıydı. Emekçiler bu düzenlemeyi “mezarda emeklilik” olarak nitelemekte haklılardı. Çünkü Türkiye'de 2020-2025 dönemi için doğuşta beklenen yaşam süresi; erkekler için 75,6 yıl, kadınlar için 81,2 yıl olarak tahmin ediliyor. Yani kadınlar yaklaşık 16 yıl, erkekler yaklaşık 10 yıllık bir süre boyunca emeklilik aylığı alabilir duruma getirildi. 18 yaşında çalışmaya başlamış bir insanın ülkemizde, 47 yıl çalıştıktan sonra emekli olabildiği görülüyor. Bu durumda sormak gerekiyor: Yaşamak için mi çalışıyoruz, yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz?..

Üstelik kapitalizm koşulları altında çalışma çoğu durumda insanların yaratıcılığını gösterdiği, güçlerini ve yeteneklerini açığa çıkaran, keyifli bir uğraşı olmak yerine, hayatta kalma ve geçimini sağlamanın yolu, katlanılması gereken, rutinleşmiş, sıkıcı ve bıktırıcı bir iş durumunda. Günümüzde mevcut teknolojik düzeyin elverdiği 6 saatlik çalışma ve 3 günlük hafta sonu tatili olanaklıyken, 8 saatin de üzerinde çıkan, ağır ve yorucu işlerde çalışma ise olabildiğince yaygın. Oysa işsizliğin, özellikle gençlerde işsizliğin boyutları iyi biliniyor. Türkiye’de işçi sınıfı içerisinde işsizlik oranı yaklaşık yüzde 30 düzeyinde bulunuyor. Tam istihdamın sağlandığı koşullarda, çalışma saatleri 6 saate indirilebilir, hafta sonu tatili 3 güne rahatlıkla çıkarılabilir.

Emeklilik konusuna daha yakından bakalım. Bugün Türkiye’de sigortalı olarak aktif çalışanların, emeklilere-malullere-ölüm aylığı alanlara oranını belirten aktif/pasif oranı 1,63 düzeyinde bulunuyor. Türkiye’de mevcut emeklilerin aylıklarının tümünü, sigortalılardan toplanan primler karşılıyor, hatta biraz da artanı var. Bunun nedeni, emeklilerin aylıklarının reel olarak çok erimiş olması. Emeklilerin aylıkları, toplanan prim gelirlerinden rahatlıkla ödenebiliyor.

Tahmin edilen sigortasız çalışan sayısı 2,5 milyon civarında. TUİK tarafından işsizlerin sayısı Temmuz-Eylül 2024’te 3 milyon 106 bin olarak bildirilmiş bulunuyor (aslında “geniş tanımlı” işsizlik çok daha fazla). Türkiye'de toplam 25,2 milyon aktif sigortalıya (çalışana) karşılık 16,2 milyon pasif sigortalı (emekli aylığı, ölüm aylığı, malullük aylığı alanlar vd.) var. Sigortasız çalışanları ve işsizleri topladığımızda kabaca 6 milyon kişinin, tam istihdam sağlandığında ve sigortalı olduklarında, aktif sigortalı/pasif sigortalı oranını 1,93 düzeyine çıkaracağı görülüyor. Bu da sistemin kendini daha rahat çevirmesine yetecek bir düzey. Türkiye’nin kapitalist toplumsal ilişkileri tam istihdamı sağlamaya ve işçileri sigortasız çalıştırmayı önlemeye elvermediğinden, pasif sigortalıların/emeklilerin sayısı azaltılmaya çalışılıyor, yani emeklilerin daha uzun bir süre çalışma hayatında kalmaları ve geç yaşlarda emekli olmaları sağlanıp, ölmelerine kadar geçen daha kısa sürelerde aylık geliri elde etmelerine izin veriliyor. Üstelik bireysel emeklilik sistemine devlet yüzde 30 oranında katkı koyup, sigorta şirketlerinin kasasında büyük bir fon oluşmasına ön ayak olurken, mevcut emeklilik sistemine bütçeden para transferi yoluna gidilmiyor. Emeklilerin sağlık giderlerinin karşılanmasına giden devletin ayırdığı bir para bulunuyorken, bu konuda da sorumluluk tam olarak yerine getirilmeyip, tüm emekçilerden sağlıkta katkı payı eczaneler üzerinden alınıyor.

Çalışma hayatı boyunca topluma hizmet etmiş emekçilerin, geç yaşlarda emekli olup, yaşam kaliteleri düştükten sonra emeklilik hayatı yaşamalarının sorgulanması gerekiyor. 2008’den itibaren Türkiye’deki emekçilerin emekli olana kadar 47-50 yıl boyunca çalışması gerekiyor. Üstelik birçok emekli geçim derdi nedeniyle ve emekli maaşları yetmediğinden emeklilikten sonra çalışmaya devam ediyor. İyi bir yaşam için insanın güç ve yeteneklerinin pratiğe döküldüğü/gerçekleştiği sağlıklı bir çalışma hayatı elzemse de kapitalizm, insanlara “çalışmak için yaşayacaksınız” dışında bir alternatif bırakmıyor. Çünkü bu çalışma, kapitalistlerin alın terinin sömürüsü üzerinden kar etmesiyle sonuçlanıyor.

24 Kasım 2024 Pazar

Emperyalizm

Mahmut Boyuneğmez


Emperyalizm ilk döneminde (kabaca 1900-1960’lar) sömürgecilikle birlikte var olmuşsa da artık sömürgecilik klasik biçimiyle bulunmadığından, emperyalizm, gelişkin kapitalist ülkelerin sömürgeci dış politikaları olarak görülemez. Emperyalizm, günümüze ulaşan bir tür “geç kapitalizm”dir.

Sömürgecilik döneminde siyasi ve askeri baskı ve zorlama yoluyla çevre ülkelerden merkez/emperyalist ülkelere değer transferleri yapılmaktaydı. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu ülkelerle kapitalizm-dışı bir dünya/ezilen uluslar arasında sömürü ilişkileri bulunmaktaydı ve kapitalist üretim uluslararasılaşmamıştı. 1960-1980 arasında ise bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere değer transferi, kapitalizmin dünya çapındaki işleyiş düzeneklerinin bir sonucudur. 1960’lardan neoliberal döneme kadar emperyalist ülkeler ile bağımlı ülkeler arasındaki ilişki, eşitsiz meta ve hizmet mübadelesiyle gerçekleşen bir emperyalist-kapitalist sömürü ilişkisidir. Bu dönemde askeri ve siyasi zor devre dışı olmayıp, ekonomik ilişkileri destekleyecek şekilde uygulanmaktadır.

Bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere akan hammaddeler ve tarımsal ürünler, ileri kapitalist merkezlerde işçilerin toplumsal refahının artmasına, emek güçlerini yeniden üretimlerinde kullandıkları tüketim maddelerinin ucuz olmasına yaramaktadır. Emperyalist hiyerarşinin üst kesimlerinde bulunan ülkelerde bağımlı ülkelerden aktarılan artık-değer transferleriyle “işçi aristokrasisi” oluşmuş, bu ülkelerde işçi sınıfı üzerindeki sermaye sınıfının toplumsal iktidarı pekişmiştir. Ancak 1980’lerle başlayan neoliberal dönemde ve reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında, azalan kar oranlarını dengelemek için uygulamaya konulan politikalar, işçi sınıfının kazanımlarının gelişkin kapitalist ülkelerde de geriletilmesini getirmiştir. Bu merkezlerde sınıf mücadelelerinin yeniden yükselişi potansiyel bir olanaktır. Kapitalist devletin emperyalist ülkelerde otoriter neoliberal devlete dönüşümü, işçi sınıfı hareketlerinin gerilemesini ve güçsüzleşmesini yansıttığı kadar, son yıllarda karşıt yöndeki yeniden gelişme potansiyeli de aşırı sağ partiler tarafından soğurulma tehlikesini barındırmaktadır.

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminde günümüzde üretim dünya çapında toplumsallaşmış, meta dolaşımı ve sermaye uluslararasılaşmıştır. Emperyalist kapitalizmde üretim süreçleri bağımlı ülkelere doğru kaydırılmıştır ve bu ülkelerdeki ucuz işgüçleri aşırı sömürülmektedir. Bağımlı ülkelerde işçiler emek güçlerinin değerinin altındaki ücretlerle çalıştırılmakta, işçi ailelerde hane halkının birden fazla üyesi bu ücretlerle çalışıp hanenin gelirini artırma yoluna gitmektedir. Bu ülkelerde sigortasız çalışma ve çocuk işçiliği yaygın durumdadır. Bir yandan da emperyalist ülkelerde göçmen olan vasıflı işçilerin (doktorlar, mühendisler vd.) istihdam edilmesi söz konusudur ve bağımlı ülkelerden emperyalist merkezlere “beyin göçü” yaşanmaktadır.

Emperyalizm, hiyerarşik dünya kapitalist sisteminin adıdır. Emperyalizm, gelişkin kapitalist ülkelerin dış politikalarını biçimlendiren ve askeri boyutu öne çıkan bir yönteme indirgenemez. Emperyalizmi, gelişkin kapitalist ülkelerin devletlerinin uluslar arası güç siyaseti olarak yorumlamak, indirgemeciliktir.

Emperyalizm, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması (sermaye birikim sürecinin uluslararasılaşması), dünya pazarının ve hammadde kaynaklarının paylaşılmış olması ve yeniden paylaşıma açık oluşu, ülkeler arası ekonomik gelişim açısından eşitsizlik ve birbirleri arasında egemenlik-bağımlılık ilişkileri, üretimin uluslararası tekellerde yoğunlaşmış olması, “bileşik sermaye”nin varlığı ve sermaye ihracıyla karakterizedir.

Finans sermayesi, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesinden, sentezinden oluşur (=mali sermaye). Ekonominin ticaret, sanayi, bankacılık gibi her alanına nüfuz etmiş Koç ve Sabancı holdingleri, finans kapitalin Türkiye’deki iki örneğidir. Günümüzde ticaretten lojistiğe, tarımdan hizmet sektörüne, bilişimden kültür ve eğlence sektörüne, turizmden spora kadar her sektör ve alanda sermaye tekelleşmiş ve büyük oranda kaynaşmıştır. Artık finans kapital/mali sermaye, sadece bankacılık ve sanayi alanlarında değil, birçok sektör ve alanda faal olan kaynaşmış tekelleri anlatmaktadır. Günümüz emperyalizminde başat sermaye biçimi, “holding sermayesi” ya da “bileşik sermaye”dir. Emperyalist-kapitalist dünya sisteminde, üretim süreçleri uluslararası ölçekte gerçekleşmekte, dünya ölçeğinde toplumsallaşmış durumda bulunmaktadır.

Sermaye ihracı, gelişkin kapitalist ülkeler arasında ve bu ülkelerle az gelişmiş kapitalist ülkeler arasında doğrudan sermaye yatırımlarını ve bu yolla daha yüksek kâr oranlarından yararlanmayı, ulus ötesinde oluşmuş artık-değerin bir bölümünün transferiyle emperyalist sömürüyü anlatır. Sermaye ihracı bunun yanı sıra, başka ülkelerin kapitalistlerine ve devletlerine borç verme üzerinden faiz geliri elde etmekle, başka ülkelerde oluşan artık-değerden pay almayı da içerir.

Emperyalizm, dünya ekonomik sistemine entegre olan/eklemlenen kapitalist ülkelerin oluşturduğu hiyerarşik bir bütünlüktür. Bu entegrasyon temelde sermaye ihracı, üretimin uluslararasılaşması ve sermayenin küreselleşmesi ile sağlanır. Bu nedenle sermaye birikim süreçlerindeki tıkanıklık ve krizler, tüm dünyaya yayılmaktadır.

Emperyalizm, kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik, siyasal, askeri, ideolojik ve kültürel egemenlik-bağımlılık ilişkilerini anlatır. Bu egemenlik ilişkileri bağımlı kapitalist ülkelerin iç toplumsal ilişkilerinin düzenlenmesine katılır ve onları etkiler.

Emperyalizm sadece ekonomik yönden bağımlılık ilişkilerini değil, geriden gelen kapitalist ülkelerin siyasal iktidar mekanizmalarına AB, DB, IMF gibi organizasyonlar üzerinden müdahil olunarak, ülkeler arası bir egemenlik-bağımlılık hiyerarşisini içerir.

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminde kaynakların ve pazarların paylaşımı ve yeniden paylaşımı için savaşlar, işgal ve ilhak girişimleri görülür. Fakat emperyalizm tek başına gelişkin kapitalist ülkelerin askeri dış politika manevraları olarak görülmemelidir.

Günümüzde emperyalist dünya sisteminin hegemonik gücü ABD’dir. ABD, diğer gelişkin kapitalist ülkeler arasında açık bir askeri üstünlüğe sahiptir. Fakat ABD’nin diğer gelişkin kapitalist ülkeler üzerinde kurduğu hegemonyanın, ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel boyutları da bulunmaktadır. Son yıllarda ABD’nin hegemonyasını Çin, Rusya ve BRİCS ülkeleri aşındırmaktadır.

17 Kasım 2024 Pazar

Beş minik canı kim öldürdü?

Mahmut Boyuneğmez

TEPAV’ın yayınladığı bir çalışmaya göre 2022 verilerine bakıldığında, 0-17 yaş grubunda 7,03 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor. Yoksul çocuklar, tüm çocukların yüzde 31,3’ünü oluşturuyor. Kişi başına gelir dikkate alındığında, medyan gelirin yüzde 60’ının altında yaşayan çocukların yoksulluk oranı ise yüzde 42,2 olarak hesaplanıyor. Bu hesaplamayla yoksul çocuk sayısı 9 milyon 590 bin kişiye ulaşıyor. Bunlardan 2 milyon çocuğun “derin yoksulluk” içerisinde olduğu belirtiliyor.

Geçtiğimiz günlerde İzmir Selçuk’ta 5 yoksul çocuğun ölmesi, çocuk yoksulluğunun boyutlarını bir kez daha gündeme getirmiş bulunuyor. Annelerinin kapıyı üzerlerine kilitledikten sonra hurda toplamaya gittiği evde kalan ve yaşları 1 ile 5 arasında değişen 5 çocuk, sobadan çıkan yangında hayatını kaybetti. Çocukların babaları cezaevindeydi… Olayın ardından Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yetkililerinin eve defalarca (18 kez) denetime gittiği ortaya çıktı. Bakanlık, ailenin rızası olmadığı gerekçesiyle çocukların korumaya alınmadığını bildiriyor. Oysa mevcut yasalara göre bile bakanlığın çocukları korumaya alma yetkisi bulunuyordu…

Çocukların ölümünden annelerini sorumlu tutmak kolaycılık olduğu kadar gerçeklere kör olmaktır. Çocukları koruma yükümlülüğü devlettedir. Ebeveynlere çalışacakları iş olanağı sunma ve ölen çocukların oturduğu barakanın yerine onlara yaşanabilir ve sağlıklı bir konut yapılması yükümlülüğü de…

Peki Türkiye’nin mevcut düzeni değişmiş ve sosyalizme geçilmiş olsaydı neler olurdu?.. Ebeveynlerin çocuklarını bırakabileceği kamusal kreşleri, sosyalizm sağlardı. Barınma, ısınma, su, elektrik ve doğalgaz, internet, eğitim ve sağlık gibi temel kamusal hizmetler sosyalizmde topluma ücretsiz ya da cüzi bir ücretle sunulurdu. Ailelere çalışacakları iş imkânı sağlamak devletin görevi olurdu. “Yoksulluk ile mücadeleyi”, nakit yardımından, gıda ve temizlik kolisi dağıtmaktan, seçim dönemi faaliyetlerinden ibaret gören gerici-liberal ya da sosyal demokratik liberal anlayışlar tarihin çöp sepetindeki yerini alır, yoksulluk kaynağında yok edilirdi. Nitelikli ve sağlıklı bir hayat sürmek için yeterli ücretlerle çalışmak, insanların bir hakkı olurdu.

Türkiye’nin mevcut düzenindeyse, toplumumuzdaki yoksullara sadaka benzeri yardımlar verilmekte, yoksullaştırılanlar dilenci yerine konulmakta, kısacası yoksulluk idare edilmektedir. Bu düzende önemli olan sermaye sınıfının kasasının dolması, yoksullaştırılan emekçilerin alın terinin sömürüsü üzerinden paraya para katılmasıdır. Kapitalizmde insan hayatının kâr getirmeyecekse bir ehemmiyeti yoktur.

Sosyalizm, çocukların da yaşam hakkını savunan ve koruyan bir düzendir. Kapitalizm öldürür, sosyalizm yaşatır.

7 Kasım 2024 Perşembe

Eğitim verilerine bakış

Mahmut Boyuneğmez


Eğitim izleme raporu 2024’ün sunduğu verilere bakıp, bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz.

2023-24 eğitim-öğretim yılında, zorunlu eğitim çağında olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çocukların yüzde 3,9’u, yani yaklaşık 612 bin 814 çocuk eğitim dışında bulunuyor. Bu sayı bir önceki eğitim öğretim yılına göre yüzde 38,4 oranında artmış durumda. Geçici koruma altındaki Suriyeli ve yabancı çocuklar da eklendiğinde bu sayının 855 bin 174’ü bulduğu belirtiliyor. Bu çocuklar ne mi yapıyor?.. Eğitim dışında olan yüzbinlerce çocuk, ücretsiz aile işçisi ya da doğrudan çocuk işçi durumunda bulunuyor. Çocuklar 17 yaşına geldiğinde, bu çocuklar arasında eğitimine devam etmeyenlerin oranı yüzde 14,1 düzeyine ulaşıyor. Aile gelirine ya da ailenin işlerine katkı sağlamak amacıyla bu çocuklar, okumaları gerekirken, eğitimden mahrum kalıp, çalışmak zorunda kalıyor.

Muş, Siirt, Bitlis ve Ağrı’da 17 yaşındaki her üç kız çocuktan birinin okula gitmediği, dolayısıyla ücretsiz aile işçisi olduğu ya da ev içi işlerde çalıştığı görülüyor. Türkiye’nin kapitalist düzeni için, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da kız çocuklarının önemli bir bölümünün okula devam etmeyişi, ilgilenilmesi ve çözülmesi gereken bir sorunu oluşturmuyor. Oysa sosyalist bir cumhuriyette kızların okula gönderilmemesinin, böylelikle çocukluk döneminde evlenmeye zorlanmasının önüne geçilir, kızlarını okula göndermeyen ailelerin maddi yaşam tarzları ve ayrıca kültürel değerleri ile bilinçleri dönüştürülürdü. Yine, çocuk yaşta evliliklere ve okula devamsızlıklara karşı ağır yasal yaptırımlar da uygulanırdı.

2023’te 15-17 yaş grubundaki kız çocukların işgücüne katılım oranı yüzde 11,5’ken, oğlanlarda aynı yaş grubundaki oran yüzde 32,2’dir. Sadece eğitim almaları gerekirken, Türkiye’de 15-17 yaş arasındaki erkek çocukların 1/3’ü çocuk işçilik yapıyor. Öte yandan, bu yaşlardaki kız çocukların “ev içi görünmeyen emek” denilen bulaşık yıkamak, ev temizlemek, yemek pişirmek, çocuklara bakmak ve çamaşır yıkamak gibi ev içinde gerçekleşen işlerle meşgul oldukları anlaşılıyor.

3-5 yaş arası erken çocukluk eğitimi, zorunlu ve parasız olmalıdır. Erken çocukluk eğitimi, her çocuğun hakkıdır ve devletin ücretsiz bir şekilde ilkokul öncesinde her çocuğa bu eğitimi sunması gerekir. Türkiye’nin kapitalist düzeninde, bu yaştaki çocuklar için özel sektörün açtığı kreşlerde ne nitelikli bir eğitim verilmektedir ne de aileler zorunlu kalmadıklarında bu işletmelere para kaptırmaya gönüllüdür. Ekim 2023’te yapılan değişiklikle, devlete ait okulöncesi eğitim kurumlarında katkı payı alınmasına izin verilmiştir. Bununla bağlantılı olarak, 2023-24’te okulöncesi eğitimdeki öğrenci sayısı 2 milyon 55 bin 350’den 1 milyon 954 bin 202’e düşmüştür. Bu eğitim-öğretim yılında 3-5 yaşındaki çocukların okullaşma oranı yüzde 51,9 oranındayken, 4-5 yaşındakilerin okullaşma oranı yüzde 64’tür. 5 yaşından önce Türkiye’de çocukların neredeyse yarısı bedensel ve zihinsel gelişimleri için gerekli olan erken çocukluk eğitiminden mahrum kalmaktadır. Oysa kamu eliyle parasız şekilde verilmesi toplumumuzun yararına olacak bu eğitim, temel eğitim gibi zorunlu olmalıdır.

Lise son sınıftaki öğrencilerden YKS ile bir üniversiteye yerleşenlerin oranı, 3’te 1’dir. Başka bir deyişle, YKS 2023’te bir üniversiteye yerleştirilmeyen öğrenciler, sınava giren öğrencilerin yüzde 67,7’sini oluşturuyor. Bu kişiler, işsiz ordusunun genç neferlerini oluşturmaktadır. Meslek liseleri ve teknik liselerden üniversiteye yerleşenlerin oranı ise sadece yüzde 21,3’tür. Başka deyişle, bu öğrencilerin 5’inden 4’ünün kapitalist endüstrinin “ara eleman” ihtiyacını karşılamak üzere iş hayatına atıldıkları ya da işsiz kaldıkları görülmektedir.

Türkiye’de 18-24 yaş arasında “ne eğitimde ne istihdamda” (NEET) olan kadınların oranı yüzde 58,7’dir. Kadınların NEET oranlarının yüksekliği, aslında kadınlar arasında bu yaşlarda bir tür gizlenmiş işsizlik durumunun olduğunu anlatmaktadır. 2023 yılında nüfusun 18-24 yaş arasında olan kadın ve erkek tüm bireylerinden yüzde 37,8 oranındaki bir kesimi, eğitim ve istihdamın dışında, gizlenmiş işsiz konumundadır. Bu kişilerden bir kısmı çalışacak iş ararken, bir kısmı ebeveynlerinin himayesinde yaşamaktadır.

Eğitim harcamalarının tümü devlet tarafından üstlenilmesi gerekirken, Türkiye’de hane halkı eğitim harcamalarının tüm eğitim harcamalarına oranı yüzde 15 düzeyindedir. Ailelerin görece varsıl olanları, özellikle özel okullara giden bu harcamaları yapmaktadır. Gelirleri açısından en altta yer alan ailelerin, eş deyişle vasıfsız işçilerin ve yoksul köylülerin, bu harcamaların ancak yüzde 1,5’unu yaptıkları, patronların ise yüzde 63,1’ini oluşturduğunu söylemek mümkündür.

Türkiye’de eğitim seviyesinin kuşaklar arası aktarımı yüksektir. Bu ne mi demek?.. Bir çocuğun annesi yüksek öğretim mezunuysa kendisi de yüksek bir oranla üniversite mezunu olmakta, tersine bir çocuğun annesi ortaöğretim altı mezuniyet derecesine sahipse, kendisi de çoğunlukla bu mezuniyet derecesine sahip olmaktadır. Başka bir deyişle, yoksul köylülerin ve vasıfsız işçilerin çocukları çoğunlukla “işçisin sen işçi kal” sözüne uymakta, vasıflı emekçilerin çocukları vasıflı olma geleneğini sürdürmeye devam etmektedir. Birçok durumda kolejlere ve özel/vakıf üniversitelerine çocuklarını gönderme yoluyla da olsa…

2002-2015 yılları arasında üniversite mezunlarının ortalama maaşı asgari ücretin iki buçuk katıyla üç buçuk katı arasındaydı. 2016 yılıyla birlikte bu maaşlarda düşüşler yaşanmaya başlandı ve 2022’de üniversite mezunlarının ortalama geliri asgari ücretin bir buçuk katına kadar gerilemiş durumda. Üniversite eğitiminin önemli bir bölümünün vakıf üniversiteleri eliyle paralı oluşunun, mezuniyet sonrası işsizlik oranlarının az olmamasının ve görece düşük ücretlerin, üniversite eğitiminden ayrılan öğrenci sayılarını artırdığı düşünülmektedir.

Peki ya öğretmenler?.. MEB’in açıklamasına göre 2024’te norm fazlası öğretmen sayısının 104 binden fazla, öğretmen açığının ise 60 bin olduğu belirtiliyor. Öğretmen açığını gidermenin temel yolu olarak ücretli öğretmenlik mekanizması kullanılıyor. 2023-24’te 71 ilde toplam 66 bin 780 ücretli öğretmen olduğu belirtiliyor. Bunun anlamı şudur: Bazı okullarda bazı branşlarda öğretmen fazlası varken, aynı zamanda bazı branşlarda öğretmen açığı olabiliyor. Özcesi, öğretmenlerin dağılımında problem bulunuyor. Aslında öğretmen istihdamı rasyonel biçimde planlanırsa, bu durum bir sorun olmaktan kolaylıkla çıkar. Fakat Türkiye’nin kapitalist düzeninde bu planlama yapılamamaktadır… Ücretli öğretmenler için uygulanan girilen ders başına ücretlendirmenin, emekçilerin hakları açısından bir gerileme olduğuysa ortada.

Yararlanılan kaynak: Kesbiç, K., Korlu, Ö., Gencer, E. G., Terzi, G. N. ve Arık, B. M. (2024). Eğitim izleme raporu 2024. Eğitim Reformu Girişimi. 

https://www.egitimreformugirisimi.org/egitim-izleme-raporu-2024

5 Kasım 2024 Salı

Toplumun bir kamburu: Özel hastaneler

Mahmut Boyuneğmez

1980’li yıllardan günümüze sağlık ve sosyal güvenlik sisteminde bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm çerçevesinde sağlık hizmetinin sunumu ile finansmanı birbirinden ayrılmış durumda bulunuyor. Sağlık hizmetinin sunumu ve finansmanının tek elden, tek bir devlet kuruluşu üzerinden gerçekleştirilmesi yerine, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nun sağlık hizmetini devlet hastanelerinden ve özel hastanelerden satın alması söz konusu. Sağlık hizmeti sunumundan kâr elde edebilmek için özel hastane işletmeleri yıllar içerisinde çoğaltılmışken, kamunun/toplumun primlerle oluşan bir kaynağı, bu işletmelere yönlendiriliyor. Üstelik özel hastane işletmelerinin çıkardığı faturaların bedelinin sadece bir kısmı SGK tarafından karşılandığından, müşteri yerine konulan hastaların elini ceplerine atması da gerekiyor. Bir yandan SGK’nın karşılamadığı hizmet bedelleri için tamamlayıcı sağlık sigortalarının yaygınlaştırılması murat edilerek, sigorta şirketlerinin fonlarında değerlendirecekleri meblağların oluşmasına çalışılıyor, diğer yandan kesilen SGK primleri yetmezmiş gibi, tüm emekçilerden eczaneler üzerinden tahsil edilerek gözlerden gizlenen sağlık katkı payları alınıyor.

DİSK-AR’ın 05.11.2024 tarihinde yayınladığı bir rapordaki veriler, özel hastanelerin toplumun sırtında nasıl bir kamburu oluşturduğunu gösteriyor. Bu raporun verilerine ve ne anlama geldiklerine bakalım:

  • 2012 yılında özel hastanelere SGK kapsamında 87,9 milyon hasta başvurmuşken, 2023 yılına gelindiğinde bu sayı 68,5 milyona gerilemiş bulunuyor. Özel hastanelere başvuran hastaların sayısı yıllar içerisinde azalmış durumda. Özel hastanelere başvuran hastaların tüm hastanelere başvuranlar arasındaki oranı 2012 yılında %22,7’yken, bu oran 2023 yılında %11’e düşmüştür. Peki neden?.. Özel hastanelere başvuran hastaların sayısında ve tüm hastanelere başvuran hastalar içerisindeki oranında gerilemenin nedeni, bu hastanelerin faturaları şişirmesi, bu hastanelerde tıbben ihtiyaç olmadığı halde gereksiz tetkik ve tahlillerin yapılması ve fahiş fiyatlarla sağlık hizmet sunumunda bulunmaları yüzünden, hastaların bu hastanelerden zorunlu olmadıkça uzak durmaya çalışmaları yönündeki eğilimdir. Sağlığı alınır satılır bir meta olarak sunan özel hastane işletmelerinde hastalar için işlemler yapılırken kârı artırma amacı, tıbbi gerekliliklerin önüne geçmektedir. Oysa sağlıklı olmak ve sağlık hizmeti almak bir haktır ve parayla satılmamalı, devlet tarafından topluma ücretsiz sunulmalıdır.
  • 2012 yılından bugüne SGK’nın hasta başına devlet hastanelerine yaptığı ödeme 4,7 kat artmışken, hasta başına özel hastanelere yaptığı ödeme 9,4 kat artmıştır. Özel hastanelerin aç gözlülüğü, kaynakların israfı anlamına gelmektedir. Emekçilerden kesilen primler devlet (SGK) aracılığıyla, özel hastane adı verilen işletmelerin daha çok kazanması için bu işletmelere yönlendirilmektedir.
  • 2012 yılında SGK’nın özel hastanelere başvuranlar için hasta başına yaptığı ödeme, Türkiye geneli ortalama hasta başına ödemenin %5 fazlasıyken, 2024 yılının ilk 6 ayında %53 fazlasına ulaşmıştır. Başka bir ifadeyle, özel hastane adı altında çalıştırılan bu kâr amaçlı işletmelerin kasasındaki para miktarları artarken, kamunun/toplumun kaynakları bu işletmeleri daha varsıl kılma uğrunda harcanmaktadır.

Grafik: SGK Tarafından Devlet İkinci Basamak Hastaneleri ile Özel Hastanelere Hasta Başına Yapılan Ödemenin Ortalama Ödemeye Oranı (Yüzde) (2010-2024)

  • SGK, 2024 yılında devlet ikinci basamak hastanelerine hasta başına 282 TL öderken özel hastanelere 801 TL ödemiştir. Başka bir ifadeyle, 2024 yılının ilk 6 ayında SGK’nın özel hastanelere hasta başına ödediği tutar, devlet ikinci basamak hastanelere hasta başına ödenen tutarın yaklaşık 3 katıdır. Özcesi, toplumsal zenginliğin, kamusal kaynakların bir bölümü, sırf kar etsinler diye özel hastane işletmelerine aktarılmaktadır.
  • 2012-2024 yılları arasında SGK’nın devlet/üniversite hastanelerine hasta başına ödemelerinde ortalama %545 artış olurken, özel hastanelere hasta başına ödemede %940 artış yaşanmıştır. Azalan hasta sayıları ve aralarındaki rekabet yüzünden kârlarındaki azalma eğilimini dengelemek için bu işletmeler, tıbben gereksiz olan işlemlerle faturaları şişirmektedir.

Peki özel hastanelerde çalışan emekçilerin durumu nasıl?.. Çalıştırılan personele ücretlerinin zamanında verilmemesi, işten çıkarılacaklarsa hiç verilmemesi, aylık ücretlerin her seferinde banka faiz geliri elde etme amacıyla 2 ay sonrasında gecikmeli olarak ödenmesi, hasta ya da tetkik başına ücretlendirme, sınırlı bir zamanda nitelikli bir şekilde yapılamayacak kadar çok sayıda tetkikin/incelemenin yapılması gibi uygulamalar özel hastane işletmelerinde rutin durumdadır. Cumartesi çalışma ve akşam geç saatlere kadar işgününün devam etmesiyse bir kuraldır.

Umarım anlaşılmıştır. Geçtiğimiz günlerde SGK’dan daha fazla para alma, SGK’yı dolayısıyla halkımızı dolandırma amacıyla yenidoğanların öldürülmesinde açığa ne mi çıkmıştır?.. Özel hastanelerin işleyişindeki temel düstur, “paraya para katmak” ve “kârı artırmak”tır. Ve aslında bu buzdağının görünen ve açığa çıkan kısmıdır.

Özel hastane kamburundan kurtulmanın yolu ise açıktır. Sağlık hizmeti sunumunun sadece devlet eliyle gerçekleştirilmesi, finansmanının yine devlet tarafından prim/vergi yoluyla sağlanması. Nitelikli, ulaşılabilir, parasız… Kamusal sosyalist bir sağlık sistemi, dertlerimize derman olacaktır.

2 Kasım 2024 Cumartesi

Paranın Gücü

Karl Marx, 1844 Elyazmaları

İnsanın duyguları, tutkuları, vb. yalnızca dar anlamda antropolojik tanımlamalar olarak kalmayıp da aynı zamanda insan yaradılışının gerçekten varlık bilimsel (ontolojik) olumlamalarıysa ve yalnızca nesneyi duyularıyla algıladıkları için olumlanıyorlarsa:

(1) Olumlama tarzları hiçbir zaman aynı ve eşit olamaz; tersine, olumlamanın farklı tarzı varoluşlarının, hayatlarının ayrı özelliğini meydana getirir; nesnenin onlar için var olduğu tarz, doyumlarının karakteristik tarzıdır.

(2) Duyusal olumlama, bağımsız şekliyle nesnenin (yeme, içme, bir nesne üzerine çalışma, vb.) dolaysız olarak yok edilmesi olduğunda, bu, nesnenin olumlanmasıdır.

(3) İnsan ve duyguları, vb. insani olduğu sürece, nesnenin başkası tarafından olumlanması da aynı şekilde onun kendi doyumudur.

(4) Endüstri gelişinceye kadar, yani özel mülkiyet ortaya çıkıncaya kadar, insan tutkularının varlık bilimsel özelliği ne insanlığını ne de bütünlüğünü gerçekleştirebilir; böylece insanın bilimi de insanın pratik etkinliğiyle kendini kurmasının ürünüdür.

(5) Yabancılaşmadan bağımsız olarak özel mülkiyet duygusu gerek tat alınacak nesne gerekse etkinliğin nesnesi olarak, insan için özsel nesnelerin varoluşudur.

Dolayısıyla para, her şeyi satın alabilme özelliğine, bütün nesneleri kendine mal edinme özelliğine sahip oluşuyla, en yüksek mülklenme nesnesidir. Özelliğinin evrenselliği, varlığının her şeye kadir olmasıdır; dolayısıyla her şeyden güçlü bir varlık olarak görünür. Para, gereksemeyle nesne, insanın hayatıyla besini arasındaki aracıdır. Ama benim hayatımın bana sağladıklarını, başka insanların varoluşları da sağlar bana. Benim için öteki insandır.

“Vay canına! Eller de, ayaklar da, gerçekten

Baş da ayrıca, eril güçler de, hepsi senin.

Ama yeni yeni almaya başladığım zevkler,

Daha mı az benim oluyor bu yüzden?”

“Diyelim ki altı yörük at var ahırımda,

Benim olmuyor mu güçleri bu atların?

Gidiyorum dörtnala, en eksiksizi insanların,

Sanki yirmi dört bacağım varmışçasına.”

Goethe: Faust (Mephistopheles). (1)

Shakespeare Atinalı Timon’da şöyle yazıyor:

“Altın! Sapsarı, pırıl pırıl, halis altın! Hayır tanrılar, açgözlü biri değilim ben…

Karayı aka; eğriyi doğruya,

kötüyü iyiye; soysuzu soyluya; kocamışı gence; yüreksizi yiğide.

İşte, bu… Ah tanrılar, neden? Nedir bu?

Rahiplerinizi, kölelerinizi çeker alır elinizden;

Koca adamların yastıklarını alır başlarının altından;

Bu sarı köle

Bağlar, çözer dinleri; günahkârı kutsar;

Cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,

Unvan verir, nişan verir, şan verir,

Oturtur senatörle yan yana: budur

Kocamış dulu yeniden gelin eden;

Kapanmaz yarasıyla en umutsuz hastayı

Allar pullar da bu, ilk yazına kavuşturur.

Git, kör olası maden parçası,

İnsanlığın orta malı, sen,

Ulusları birbirine düşüren.” (2)

Ve daha ilerde:

“Ey sen sevimli kral katili ve ayıran piçinden babayı!

Sen kirlettin parlaklığınla

Hymen’in tertemiz yatağını! Sen Cesur Mars!

Sen her dem taze, sevimli, zarif zampara,

Yanağının pembeliğiyle eritirsin sen

Dia’nın kucağındaki kutsal karıları!

Olmayacakları birbirine yaklaştırıp

Öpüştüren onları! Her dilde konuşup

Her anlamda laf eden, sen göze görünür tanrı!

Sen, yürek yakan, düşün,

Kölen insan başkaldırıyor; kullan gücünü,

Birbirine ver onları, öyle ki hayvanlar

Yeryüzünde imparatorluk kursun.” (3)

Ne güzel anlatıyor Shakespeare paranın özünü. Bunu anlamak için, Goethe’den alınan bölümü çözümleyerek işe başlamalıyız.

Para yoluyla elde edebileceğim şey, satın alabildiğim, yani paranın bana satın alabildiği şey, paranın sahibi olarak, ben kendimim. Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim, bu durumda, benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş olmuyor. Çirkinim ben, ama dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, iticiliği, para karşısında yok oluyor. Ben-bireysel yaradılışıma göre -topalım: ama para bana yirmi dört bacak veriyor; öyleyse topal değilim. Ben kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek, kafasız bir adamım, ama saygı gösterilir paraya-dolayısıyla sahibine de. En iyi şey paradır, dolayısıyla sahibi de iyidir: para benim dürüstlükten uzaklaşma zahmetine girmemi önlüyor, onun için dürüst sayılıyorum. Kafasızın biriyim ben, ama madem para her şeyin gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi? Ben ki, para sayesinde, insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine sahip değil miyim? Bu durumda para benim bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?

Beni insan hayatına bağlayan, beni topluma, doğaya, insana bağlayan şey para olduğuna göre, bütün bağların bağı değil mi para? Böylelikle aynı zamanda ayrılmanın da evrensel aracı değil mi? Bir araya getirmenin gerçek aracı olduğu kadar, asıl ayrılma akımı da odur, toplumun kimyasal gücüdür.

Shakespeare paranın iki özelliğini öncelikle vurguluyor:

(1) Bütün insani ve doğal nitelikleri karşıtına çevirebilen göze görünür tanrı, nesnelerin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisidir; “olmayacakları birbirine yaklaştırır.”

(2) İnsanlığın orta malı, insanların ve ulusların ortak aracısıdır.

Bütün insani ve doğal nitelikleri dönüştürmek ve değiştirmek, olanaksızlıkları birleştirmek-paranın tanrısal gücü, insan türünün yabancılaşmış, yalıtılmış (tecrit edilmiş), dışlaştırılmış özelliği oluşunda yatar. Para, insanlığın yabancılaştırma yeteneğidir.

Bir insan olarak yapamadığımı, yani, bütün bireysel yetilerimin başaramadığı şeyi, para sayesinde yapabilirim. Onun için para bu yetilerimin her birini aslında olmadığı bir şey yapar, yani onu karşıtına dönüştürür.

Acıkmış, yemek istiyorsam ya da yürümeye gücüm yetmediği için arabaya binmek istiyorsam, para yemeği de sağlar bana arabayı da yani, isteklerimi hayal gücü dünyasından gerçeğe dönüştürür, onları düşünülmüş, imgelenmiş, istenmiş varoluşlarından gerçek duyusal varoluşlarına çevirir, imgelemden hayata, imgelenen varlık durumundan gerçek varlık durumuna aktarır. Bunun gerçekleştirilmesinde para gerçek yaratıcı güçtür.

Parası olmayanlarda da vardır istek, ama onların isteği benim, bir üçüncü kişinin üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir imgelem ürünüdür; bu isteğin varoluşu yoktur, bu yüzden gerçekdışı, hedefsizdir benim için. Paraya dayanan etkili istekle benim gereksemelerime, tutkularıma, dileklerime dayanan etkisiz istek arasındaki ayrım, varlık ile düşünmenin, yalnız benim içimde var olan düşüncelerle, benim dışımda benim için var olan gerçek nesne biçimindeki düşüncelerin arasındaki ayrımdır.

Eğer geziye çıkacak param yoksa geziye çıkmaya da ihtiyacım yoktur. Bilimsel çalışmaya yatkın bir yeteneğim varsa, ama yeterli param yoksa, o zaman hiç çalışma yeteneğim, yani gerçek ve etkili bir yeteneğim yok demektir. Öte yandan, gerçekten hiç bilimsel çalışma yeteneğim yoksa, ama gerekli istek ve param varsa, demek ki benim yeteneğim etkilidir. İnsan olarak insandan ve insan toplumu olarak toplumdan doğmayan, evrensel bir dışsal araç ve yeti olarak para; imgelemi gerçekliğe, gerçekliği de boş bir imgelem ürününe çevirebilme gücüne sahiptir. Aynı şekilde, gerçek kusurları ve fantezileri, yani yalnızca bireyin hayalinde var olan gerçekten güçsüz yetileri, gerçek yeti ve yeteneklere dönüştürebildiği gibi, gerçek insani ve doğal yetileri de katıksızca soyut fikirlere, dolayısıyla kusurlara, acı veren fantezilere dönüştürebilir.

Böylece, bu karakteristiğiyle, genel olarak bireysellikleri dönüştüren, onları kendi karşıtları yapan, kendi özellikleri yerine çelişik özelliklerle donatan şey paradır.

Bu dönüştürücü güç olarak, bireye karşı, toplumsal bağlara ve öz olma iddiasında bulunan başka bağlara karşı gösterir kendini. Sadakati sadakatsizliğe, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, iyiliği kötülüğe, kötülüğü iyiliğe, köleyi efendiye, efendiyi köleye, aptallığı akla, aklı da aptallığa çevirir.

Etkin ve var olan değer kavramı olarak para her şeyi değiştirdiğine ve dönüştürdüğüne göre, her şeyin evrensel değiştiricisi ve dönüştürücüsü, dolayısıyla dönüştürülmüş dünya, bütün insani ve doğal niteliklerin dönüştürücüsü ve değiştiricisidir.

Cesareti satın alabilen kişi, korkak da olsa, cesurdur. Para, para sahibinin görüş açısından, belirli bir nitelik, belirli bir şey, ya da insani yetilerle değil de bütün insani ve doğal nesneler dünyası ile takas edildiğine göre, bazı özelliklerin yerine, aralarında çelişik özellikler ve nesneler de bulunan, başka özellikler koyar; olanaksızlıkların birleşmesini temsil eder, çelişik ögeleri kucaklaşmaya zorlar.

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle değiştirebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkaları üzerinde etkili olmak istiyorsanız, başkalarını gerçekten canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde kendini gösterişi olmalı, isteminizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız; yani sevgi olarak, sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak, dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız: O zaman sevginiz güçsüzdür. Bir talihsizlik!

NOTLAR

(1) Goethe, Faust, Bölüm 1.-Ed.

(2) Shakespeare, Atinalı Timon, Perde 4, Sahne 3. (Marx’ın alıntısı Schlegel-Tieck çevirisinden.)-Ed.

(3) Aynı yerde.

Marksizm’e Dair…

 Mahmut Boyuneğmez

Bilimsel sosyalizm ile Marksizm aynı anlamlara gelir. Fakat Marksist teorik sistemin bilimselliği, bir felsefe olan tarihsel ve diyalektik materyalizmi (=felsefe, bilim değil) içermesi yüzünden, bu felsefi paradigmanın, toplumsal tarihin, üretim biçimlerinin, toplumsal formasyonların, ideolojilerin vd. bilimsel incelemesi sırasında zemin olarak alınmaya, kalkış noktası yapılmaya, referans olmaya uygun olmasından kaynaklanır. Tarihsel-diyalektik materyalizm, somut bilimsel araştırmaların sonucunda soyutlanmış genel felsefi bir paradigmik çerçevedir. Yeni bilimsel incelemelere de kılavuzluk edecek niteliktedir. Bu felsefi paradigma, bilimsel incelemenin kendisi değildir.

Kapitalist üretim tarzının incelenmesi ve buradan kalkarak geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapılması, bilimsel üretimin, devrimcileşmesini getirmiştir. Bu inceleme, bu üretim tarzının aşılması sürecinde devrimci ve pratik bir eleştiriye yol açmıştır.

Siyasetin, mutlak “doğru”ları yoktur. Başka bir deyişle siyaset, bilimsel/teorik bir referansa sahiptir, fakat hangi siyasetin devrimci hangisinin devrimci olmadığı gibi konuların, belirli bir yere kadar bilimsel/teorik çerçeveyle değerlendirilmesi mümkündür. Kanımca Marksist teorik sistem içerisinde siyaset bilimi ya da teorisi olarak nitelenebilecek bir soyutlama alanı vardır, ancak siyasetin belirlenimleri ve etkileşimleri çok yönlü ve dinamik olduğundan, siyasette hangi tarzın/yolun sağlıklı olduğu konusunda nihai karar verici tarihsel süreçlerdir.

Marksizm, sosyalist ideoloji ve siyasetin referans çerçevesidir, bunların alabilecekleri biçimleri sınırlar; fakat Marksizmle sosyalist siyaset ve ideolojinin somut içerikleri doğrudan belirlenmez.

Marksizm, kapitalizmden komünizme geçişteki dünya görüşüdür. Dolayısıyla devrimci bir dünya görüşü… Marksizmin bir dünya görüşü olmasında materyalizmin ve komünist devrimci perspektifin birbirini bütünleyen ve uyumlu birlikteliği önem taşımaktadır. Ancak Marksizm, bugün için proletaryanın sınıfsal ideolojisi ya da dünya görüşü değildir. Bizim için proletarya, bu dönüşümü gerçekleştirecek tek devrimci sınıf olsa da, gelişkin bir felsefe ve bilimsel teorilerle buluşması ancak geleceğin toplumunun kuruluşu sürecinde toplumsal devrimler döneminde mümkün olacaktır.

Marksizm, “insan toplumunun bilimi” olarak görülemez. Bir kere doktrin, öğreti, bilim gibi nitelemeleri yetersiz kılacak biçimde Marksizmin kapsamında felsefi, bilimsel, siyasal boyutlar uyumlu ve birbirini tümleyecek şekilde bulunur. Bu nedenle Çulhaoğlu Marksizm için “teorik sistem” demeyi önermiştir. Bunu biz de benimsemiş durumdayız. Örneğin, toplumsal tarihin, sanat tarihinin, spesifik bir ideolojinin vb. Marksist teorik sistemin referans çevçevesiyle araştırılıp incelenmesi mümkündür, fakat bu incelemelerin somut bulguları değil, bu incelemelerden süzülen bazı üst soyutlamalar, bu teorik sistemi zenginleştirebilecektir. Başka bir deyişle Marksist antropoloji, Marksist sanat tarihi, Marksist sosyoloji gibi bilimsel çalışma alanları elbette vardır, fakat bunlar antropolojidir, sanat tarihidir, sosyolojidir, Marksizm değil… Öte yandan, Marksizm kapitalizmden komünizme geçiş döneminin salt bilimi değil, bilimsel dünya görüşüdür. Bu devrimci dönemin üzerinde yükseldiğinden, bu bilimsel dünya görüşü devrimcidir. Eğer “ideoloji” terimini dar ve pejoratif anlamıyla kullanmıyorsak, Marksizmin bilim, felsefe ve siyaset teorisi boyutları olan bir ideoloji/dünya görüşü olduğunu görmek gerekir.

Amprik somutlardan soyutlamalara ulaşma ve ulaşılan soyutlamalardan gerçeklikteki etkileşim ve değişim örüntüleri yakalanarak (gerçekliğin diyalektik “mantığı” yakalanarak) düşüncede somut bütünlüğü yeniden oluşturma, toplum bilimleri alanında kullanılan bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntemi Marx örneğin Kapital adlı eserini oluştururken kullanır. Bu yönteme biz diyalektik yöntem denmemesini, bir bilim yöntemi olarak görülmesini öneriyoruz. Bize göre, diyalektik gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektik materyalizm topluma ve tarihe uygulanarak tarihsel materyalizm elde edilmemiştir ve bugün de böyle yaparak materyalist tarih anlayışına katkı sunulamaz. Diyalektik-tarihsel materyalizm, gerçekliğin toplum/tarih ve doğa gibi farklı katmanlarının olduğunu benimser, fakat gerçekliğin materyalist ve diyalektik yorumu, "tarihsel" ve "diyalektik" denilerek, aralarında bağ olmadığı yanılsamasını doğuracak şekilde kompartmanlara ayrılmamalıdır. Materyalist felsefenin geliştirilmesi, doğa ve toplum alanlarında çeşitli bilim dallarının getirdiği yeni bulguların, anlayışların ışığında yapılacak soyutlamalarla olanaklıdır.

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...