27 Şubat 2025 Perşembe

Yeni Dünya: Açlık nasıl yok edilebilir?

Mahmut Boyuneğmez

Besleyici gıdaların bulunabilirliği ve karşılanabilirliği gibi gıda güvenliğiyle; temiz su, sağlık, eğitim ve sosyal koruma gibi hizmetlerle ilgili birden fazla faktör ile gıda ve beslenme, bakım ve sağlıkla ilişkili pratikler, bireylerin sağlıklı diyetlere ve sağlıklı olma haline ulaşma yeteneklerini ve mekanizmalarını etkiler. Dünyadaki açlığın ve yetersiz beslenmenin temel nedenleri yüksek ve sürekli eşitsizlikler, savaş ve çatışmalar, iklim değişkenliği ve aşırılıkları, besleyici gıdalara erişim eksikliği ile bunların karşılanamaması ve sağlıksız gıda ortamlarıdır. Bu faktörler büyük oranda dünya kapitalist-emperyalist sisteminin yapısal niteliği olan sınıflar arası ve ülkeler arası sömürü ve eşitsizliğe ya da bu niteliğin sonuçlarına işaret etmektedir. Bu konudaki en temel ve kök neden sömürü ve eşitsizliktir.

2023'te küresel yetersiz beslenme yaygınlığı yüzde 9,1 düzeyindedir. Nüfus açısından bakıldığında, 2023 yılında 713 ila 757 milyon kişinin (sırasıyla küresel nüfusun yüzde 8,9 ve 9,4'ü) yetersiz beslendiği tahmin edilmektedir. 2023 yılında 2019 yılına kıyasla yaklaşık 152 milyon daha fazla insan aç durumdadır.

Afrika, açlıkla karşı karşıya olan nüfusun yüzde 20,4 ile en yüksek olduğu bölgedir. Bu oran Asya'da yüzde 8,1, Latin Amerika ve Karayipler'de yüzde 6,2 ve Okyanusya'da yüzde 7,3'tür. Asya 384,5 milyon açla, dünyada açlıkla karşı karşıya olanların yarısından fazlasına sahiptir. Latin Amerika ve Karayipler'de 41 milyon ve Okyanusya'da 3,3 milyon kişi açlık çekerken, Afrika'da 298,4 milyon kişi 2023 yılında açlıkla karşı karşıyadır.

2023 yılında, küresel nüfusun tahmini yüzde 28,9'u (2,33 milyar insan) orta veya ciddi derecede gıda güvensizliğine sahiptir, yani yeterli gıdaya düzenli olarak erişememektedir. Dünya nüfusunun yüzde 10,7'si (864 milyondan fazla insan) ciddi şekilde gıda güvensizliği içerisindedir. Bunun anlamı bu insanların yıl içinde zaman zaman yiyeceklerinin bittiği ve en kötü ihtimalle bir gün veya daha fazla bir şey yemeden geçirdikleri bir durumda bulunmalarıdır. Afrika'daki orta veya ciddi gıda güvensizliğinin yaygınlığı (yüzde 58) küresel ortalamanın neredeyse iki katı iken, Latin Amerika ve Karayipler, Asya ve Okyanusya'da sırasıyla yüzde 28,2, yüzde 24,8 ve yüzde 26,8 düzeyindedir.

Dünyadaki insanların tahmini yüzde 35,4'ü (2,83 milyar insan) 2022'de sağlıklı bir diyeti karşılayamamıştır, 2021'de ise bu oran yüzde 36,4'tür (2,88 milyar insan). Düşük gelirli ülkelerde sağlıklı bir diyet 2022'de 503,2 milyon kişi için ulaşılamaz durumda bulunmaktadır.

Yenidoğanlar arasında düşük doğum ağırlığı yaygınlık oranı 2012'de yüzde 15 ve 2020'de yüzde 14,7 olmuştur. 2030'da yenidoğanların yüzde 14,2'sinin düşük doğum ağırlığına sahip olacağı tahmin edilmektedir.

Beş yaş altı çocuklarda, küresel bodurluk yaygınlığı 2012'de yüzde 26,3 iken 2022'de yüzde 22,3 düzeyindedir. Beş yaş altı tüm çocukların yüzde 19,5'inin 2030'da bodur olacağı öngörülmektedir. Küresel olarak zayıflığın yaygınlığı 2012'de yüzde 7,5, 2022'de ise yüzde 6,8'tür. 2030'da beş yaş altı çocukların yüzde 6,2'sinin zayıf olacağı düşünülmektedir.

En az düzeyde gelişmiş ve emperyalist-kapitalist sistem içerisinde sömürülen bağımlı ülkelerde, beş yaş altı çocuklarda çok daha yüksek bodurluk seviyeleri ile 15-49 yaş arası kadınlarda anemi durumu, ayrıca yetişkin obezitesinde de endişe verici artış bulunmaktadır.

Dünya gıda üretiminin ve tüketiminin durumu

  • Birincil bitkisel metaların küresel üretimi 2021 yılında 9,5 milyar tona ulaşarak 2000 yılından bu yana yüzde 54, 2020 yılından bu yana ise yüzde 2 artış göstermiştir.
  • Küresel tahıl üretimi, mısır üretimindeki yüzde 4,1'lik artışın etkisiyle 2020 ve 2021 yılları arasında 64 milyon ton (yüzde 2,1) artmıştır. Mısır, buğday ve pirinç 2021 yılında toplam tahıl üretiminin yüzde 90'ını oluşturmuştur.
  • Dünya şeker bitkileri üretimi 2020 ve 2021 yılları arasında marjinal bir artış göstermiştir. Şeker kamışı 2021 yılında 1,9 milyar ton ile ana şeker mahsulü olurken, şeker pancarı için bu sayı 2021 yılında 270 milyon tondur.
  • Kök ve yumru bitkilerin küresel üretimi, çoğunlukla manyok ve patates üretimindeki artış nedeniyle 2020 ve 2021 yılları arasında yüzde 1,9 oranında artmıştır.
  • 2021 yılında dünya meyve ve sebze üretimi sırasıyla 910 milyon tona (2020'ye göre yüzde 1,1 artış) ve 1,2 milyar tona (yüzde 1,4 artış) ulaşmıştır.
  • Bitkisel yağlara katkıda bulunan ana yağ bitkileri olan palmiye yağı, soya fasulyesi ve kolza tohumu üretimi 2021 yılında 2020 yılına göre yüzde 2 artarak 859 milyon tonluk bir hacme ulaşmıştır.
  • Tavuk, domuz ve sığır, 2021 yılında 316 milyon ton ile dünya çapında üretilen başlıca etler olmuştur.

Dünya gıda tüketimine ilişkin veriler ise aşağıdaki resimde bulunmaktadır.

Dünya gıda tüketimi (milyon metrik ton)

İnsanlığı gelecekte ne bekliyor olacak?

Günümüzde kapitalist dünyada tarım için dünyadaki bitki örtüsüne sahip arazilerin neredeyse yarısı kullanılmaktaysa da yüz milyonlarca insan aç kalmakta, üstelik tarım ve ilişkili arazilerin kullanımındaki değişiklikler yıllık sera gazı emisyonlarının dörtte birini oluşturmaktadır. 2010'da 7 milyar olan küresel nüfusun 2050'de 9,8 milyara ulaşacağı tahmin edilmekte, toplam gıda talebinin yüzde 50'den fazla, hayvansal gıdalara olan talebin ise yaklaşık yüzde 70 oranında artması beklenmektedir.

Dünya Kaynak Enstitüsü (DKE)’nin 2019 tarihli raporu, “iklimi dengelemeye, ekonomik kalkınmayı teşvik etmeye ve yoksulluğu azaltmaya yardımcı olacak şekilde”, dünyanın, artan gıda taleplerini karşılayarak, ormansızlaşmayı önleyerek, terk edilmiş ve verimsiz arazileri yeniden ormanlaştırarak veya restore ederek sürdürülebilir bir gıda geleceğine ulaşmasını sağlayabilecek bir seçenekler menüsü önermektedir. Bu hedeflere ulaşmak için 2050 yılına kadar üç büyük "açığın" kapatılması gerektiği belirtilmiştir:

▪ Gıda açığı: 2010 yılında üretilen gıda miktarı ile 2050 yılında muhtemel talebi karşılamak için gereken miktar arasındaki farktır. Bu açığın 2010 yılında üretilenden yüzde 56 daha fazla ürün kalorisi olduğu tahmin edilmiştir.

▪ Arazi açığı: 2010 yılındaki küresel tarım arazisi alanı ile 2050 yılında ihtiyaç duyulacak alan arasındaki farktır (ürün/mahsul ve mera verimleri geçmişte elde edilen oranlarda artmaya devam etse bile). Bu açığın 593 milyon hektar, yani Hindistan'ın neredeyse iki katı büyüklüğünde bir alan olduğu tahmin edilmiştir.

▪ Sera gazı azaltma açığı: 2050'de tarımdan ve arazi kullanımındaki değişiklikten kaynaklanan yıllık sera gazı emisyonlarının seviyesinin 15 gigaton (Gt) olacağı tahmin edilerek, küresel ısınmayı sanayi öncesi sıcaklıkların 2°C üzerinde tutmaya yönelik tarımın orantılı katkısını temsil eden 4 Gt'luk hedefle arasındaki fark (11 Gt/yıl), sera gazı azaltma açığı olarak bulunmuştur. Küresel ısınmayı 1,5°C'lik artışın altında tutmak ise, bu 4 Gt'luk hedefe ulaşmayı ve ayrıca yüz milyonlarca hektarın yeniden ormanlaştırılmasını gerektirecektir.

DKE’nin 2050 yılına kadar sürdürülebilir bir gıda geleceği yaratma hedefi

Aşağıdaki resimde DKE’nin tarımsal emisyonları yüzde 70’ten fazla bir oranda azaltacağını belirttiği politikalar ve önlemler görülmektedir.

2050 yılında tarımsal emisyonları yüzde 70’ten fazla oranda azaltacak çözümler

Şimdi DKE’nin önerilerini dikkate alıp, yorumlarımızı ekleyerek, 2050 yılına gelindiğinde yaklaşık 10 milyarlık dünya nüfusu, sürdürülebilir şekilde nasıl beslenebilir sorusuna yanıt arayalım.

Komünist dünya toplumunda 10 milyar insanı beslemek

A) Gıda ve diğer tarım ürünlerine olan talepteki artış azaltılmalıdır.

Talep artışını yavaşlatmak için gıda kaybını ve israfını azaltmak, biyoyakıt üretimini sınırlandırmak ve doğurganlık seviyelerindeki gönüllü düşüşleri hızlandırmak politika önerileri olarak gündeme alınabilir görünmektedir.

1. Günümüzde dünyada insan tüketimi için üretilen gıdanın yaklaşık dörtte biri tüketilmemektedir. 2050 yılına kadar gıda kaybını ve israfını yüzde 25 oranında azaltmak, gıda açığını yüzde 12, arazi açığını yüzde 27 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 15 oranında kapatacaktır. Alınacak önlemler arasında gıda israfını ölçmek, azaltma hedefleri belirlemek, günümüzde “gelişmekte olan” olarak adlandırılan fakat gelecekte komünist dünya toplumunun bileşeni olacak ülkelerde gıda depolamasını iyileştirmek ve son kullanma tarihi etiketlerini basitleştirmek yer alabilir. Bunlara ek olarak komünist dünya toplumunda gıda üretimi, depolaması, işlenmesi, dağıtımı ve tüketimi sırasında meydana gelen kayıp ve israfları önlemek için üretim, depolama, işleme ve dağıtım tekniklerinin iyileştirilmesi, üreticiler ile tüketicilerin bilgi ve bilinçlilik düzeylerinin artırılması, israfların azaltılması yönünde kampanyalar düzenlenmesi de gündeme gelebilir. Taze gıdaları daha uzun süre koruyan organik spreyler ve bitki bazlı sığır eti ikameleri de çözümde kullanılabilecek unsurlardır.

Gıda tedarik zincirinde kayıp ve israf

2. Geviş getiren hayvan eti (sığır, kuzu ve keçi eti) tüketiminin 2010 ile 2050 arasında yüzde 88 oranında artması beklenmektedir. En çok tüketilen geviş getiren hayvan eti olan sığır eti, üretimi kaynak yoğun bir et olup fasulye, bezelye ve mercimek gibi yaygın bitkisel proteinlere kıyasla 20 kat daha fazla arazi gerektirir ve gram başına 20 kat daha fazla sera gazı yayar. 2050 yılına kadar dünya nüfusunun yüksek oranda geviş getiren hayvan eti tüketicisi olacak yüzde 20'sinin 2010 yılındaki tüketimlerine göre ortalama tüketimlerini yüzde 40 azaltmasının, gelecekte tarımsal arazilerin ihtiyaçları karşılamaya yeterli olması ve sera gazı azaltımının istenen düzeyde olabilmesi için gerekli olduğu belirtilmektedir. Geviş getiren hayvan eti tüketiminin 2050 yılına kadar kişi başına günde 52 kaloriye (haftada yaklaşık 1,5 hamburger köftesi) sınırlamanın sera gazı azaltma açığını yarı yarıya azaltacağı ve arazi açığını neredeyse kapatacağı düşünülmektedir. Kuzey Amerika'da bunun için mevcut sığır ve kuzu eti tüketiminin neredeyse yarı yarıya azaltılması gerekmektedir. Komünist dünya toplumunda atılacak diğer adımlar arasında bitki bazlı gıdaların dolaşımının iyileştirilmesi, et ikamelerinin iyileştirilmesi ve bitki bazlı gıdaların tüketimini destekleyen politikaların uygulanması yer alabilir.

 

Geviş getiren hayvan etinin üretimi bitkisel proteinlere kıyasla çok daha fazla arazi gerektirir ve çok daha fazla sera gazı salınımı yapar

3. 2000 yılındaki verilerle Dünya'da hasat edilen tüm biyokütleyi kullanmanın (mahsuller, mahsul artıkları, hayvanlar tarafından yenen otlar ve odun dahil) 2050'de küresel enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 20'sini karşılayacağı öngörülmektedir. Tarım arazilerinde mevcut biyoyakıt üretimi aşamalı olarak durdurulursa, gelecekteki gıda açığı yüzde 56'dan yüzde 49'a düşecektir. Komünist bir dünyada biyoyakıt üretimini sınırlamak gerekmektedir.

4. Gelecekteki öngörülen gıda açığı çoğunlukla nüfus artışından kaynaklanmaktadır ve nüfus artışının yarısının Afrika'da, üçte birinin ise Asya'da gerçekleşmesi beklenmektedir.

Sahra-altı Afrika’da doğurganlık hızı, kadınların eğitim düzeyi ve çocuk ölüm hızı

Komünist dünya toplumda atılacak adımlar arasında, doğurganlık oranlarının gönüllü olarak düşürülmesine yol açan üç tür toplumsal ilerlemenin başarılması yer alır: kız çocuklarına eğitim olanağı sağlamak, üreme sağlığı hizmetlerini herkese ulaştırmak ve ebeveynlerin istedikleri sayıda çocuk sahibi olmak için çok sayıda çocuk sahibi olmalarına gerek kalmayacak şekilde bebek ve çocuk ölüm oranlarını azaltmak.

B) Tarım alanını genişletmeden gıda üretimi artırılmalıdır.

Doğal kaynak kullanımında verimliliğin artırılması hem gıda üretimi hem de çevresel hedeflere ulaşma yolunda atılacak en önemli adım olarak görülmektedir. Bu, mera hektarı başına, hayvan başına (özellikle sığır başına) ve bir kilogram gübre başına mahsul ile süt ve et üretiminin, tarihsel oranların üzerinde önemli ölçüde artırılması gerektiği anlamına gelmektedir. Bugünkü üretim verimliliği seviyelerinin 2050 yılına kadar sabit kalması durumunda, gezegeni beslemek için Dünya’nın kalan ormanlarının çoğunun yok edilmesi, binlerce canlı türünün soyunun bitirilmesi ve Paris Anlaşması'nda yer alan 1,5°C ve 2°C sıcaklık artışı hedeflerini aşmaya yetecek kadar sera gazı emisyonu salınması gerekecektir (diğer tüm insan faaliyetlerinden kaynaklanan emisyonlar tamamen ortadan kaldırılsa bile).

1. Hayvancılık ve mera verimliliğini artırmak gerekmektedir. Hektar başına hayvan yetiştiriciliği ülkeden ülkeye önemli ölçüde değişmektedir ve tropik bölgelerde en düşük seviyededir. Hayvansal gıdalara olan talebin 2050 yılına kadar yüzde 70 oranında artması ve meraların tarımsal arazi kullanımının üçte ikisini oluşturması göz önüne alındığında, mera verimliliğini artırmak önemli bir çözümdür. 2010 ile 2050 yılları arasında hektar başına et ve süt üretiminde yüzde 25 daha hızlı bir artış, arazi açığını yüzde 20 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 11 oranında kapatabilir. Kapitalist dünya sisteminin tam olarak yapamadığı fakat komünizmde gerçekleştirilebilir olan meraların gübrelenmesi, yem kalitesinin ve veteriner bakımının geliştirilmesi, gelişmiş hayvan cinsleri yetiştirilmesi, dönüşümlü otlatmanın uygulamasının yanı sıra bölgeler için verimlilik hedeflerinin belirlenmesi ve üreticilere teknik yardımda bulunulması yapılacaklar arasında yer almaktadır.

2. Gelecekteki verim artışı talebi karşılamak için olmazsa olmazdır. Geleneksel yetiştirme, eş deyişle genetik özelliklere dayalı en iyi performans gösteren mahsullerin seçimi, tarihsel mahsul verimi kazanımlarının yaklaşık yarısını oluşturmuştur. Moleküler biyolojideki/biyoteknolojideki gelişmeler, bitkilerin genetik kodlarını haritalamayı, istenen DNA özelliklerini test etmeyi, mahsul türlerini saflaştırmayı ve genleri açıp kapatmayı daha hızlı hale getirerek ek verim kazanımları için büyük bir olanak sunmuştur. Komünizmde bu olanaklar değerlendirilecektir. Ayrıca darı ve patates gibi mahsuller için kamusal yatırımların önemli ölçüde artırılması yararlı olacaktır.

Hasat edilen alanda bir artışın önlenmesi için gelecekte ihtiyaç duyulan yıllık mahsul verim artışları

3. Toprak ve su yönetiminde iyileştirmeler yapılmalıdır. Özellikle Afrika'dakiler olmak üzere kurak alanlardaki bozulmuş topraklar, dünyanın ekilebilir arazilerinin dörtte birini oluşturabilir. Çiftçiler, toprak ve su yönetimi uygulamalarını iyileştirerek bozulmuş topraklarda (özellikle kurak alanlar ve düşük karbonlu alanlar) ürün verimini artırabilir. Örneğin, tarım ormancılığı veya çiftliklere ve meralara ağaç dikmek bozulmuş arazilerin yenilenmesine ve verimin artırılmasına yardımcı olabilir. 2010 ile 2050 yılları arasında ürün veriminde yüzde 20 daha hızlı bir artış (ürün yetiştirme, toprak ve su yönetimindeki iyileştirmeler sonucunda) arazi açığını yüzde 16 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 7 oranında kapatabilir. Komünist toplumda atılacak adımlar arasında yağmur suyu hasadı, tarım ormancılığı ve kamudaki ziraat mühendislerinden kamusal çiftliklerdeki çiftçilere eğitim desteğinin artırılması yer alır. Çiftçilerin toprak sağlığını yeniden inşa etmelerine yardımcı olan programlar da kamu eliyle uygulanmalıdır.

4. Mevcut ekili arazileri daha sık ekip biçerek, nadasa bırakılan arazileri azaltarak ya da "çift ekim"i (aynı yıl bir tarlaya iki ürün ekimi) artırarak, yeni araziye ihtiyaç duymadan gıda üretimi artırılabilir. Yıllık ekim yoğunluğunu 2050 baz alınarak belirlenen yüzde 87'nin yüzde 5 üzerine çıkarmak, arazi açığını yüzde 14 ve sera gazı azaltma açığını yüzde 6 oranında daraltacağı belirtilmiştir. Komünizmde kamudaki bilim insanları ve araştırmacılar, ekim yoğunluğu artışlarının en uygun olduğu yerleri belirlemek için su, emisyonlar ve diğer çevresel kısıtlamaları hesaba katarak mekânsal analizler yapmalıdır.

5. 2014 Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli raporu, uyum sağlanmazsa küresel ürün verimlerinin 2050'ye kadar en az yüzde 5, 2100'e kadar ise daha büyük düşüşler yaşayacağını öngörmüştür. Örneğin, Sahra-altı Afrika'nın büyük bölümünde yetiştirme sezonlarının 2100'e kadar yüzde 20'den fazla kısalacağı öngörülmektedir. Ürün verimlerinde yüzde 10'luk bir düşüş, arazi açığını yüzde 45 oranında artıracaktır. Komünist toplumda daha yüksek sıcaklıklarla başa çıkabilecek ürünler yetiştirilmesi, su koruma sistemlerinin kurulması ve büyük iklim değişikliklerinin belirli ürünlerin yetiştirilmesini imkânsız hale getireceği yerlerde üretim sistemlerinin değiştirilmesi gerekebilecektir.

C) Doğal ekosistemleri koruyup onarmalı ve tarımsal arazilerdeki genişleme sınırlanmalıdır.

Dünya ölçeğinde kaynak yoğun tarım ürünlerine yönelik talepte öngörülen büyümenin azaltılması, mahsul ve hayvancılık veriminin artırılabilmesi koşuluyla, sıcaklık artışını 1,5°C’nin altında tutmak için gerekli ölçekte (yani yüz milyonlarca hektar) yeniden ağaçlandırma potansiyel olarak başarılabilirdir.

1. Tarımsal arazi alanlarını genişletmeden ve bir bölgeden diğerine (örneğin ılıman bölgelerden tropik bölgelere) ve bölgeler içinde değiştirmeden, böylelikle sera gazı emisyonlarını ve biyolojik çeşitlilik kaybını artırmadan gıda üretiminin genişleme değil verim artışı (yoğunlaştırma) yoluyla yükseltilmesi sağlanmalıdır. Ormanların, savanaların ve turbalık alanların tarımsal arazilere dönüştürülmesi önlenmelidir. Örneğin Güney Amerika'daki ormansızlaşma büyük ölçüde tarımsal metalar tarafından yönlendirilmektedir. Bu duruma son verilmelidir.

2. Kaçınılmaz ekilebilir arazi genişlemeleri çevresel etkileri en düşük olacak arazilerle sınırlanmalıdır. Buna, sınırlı biyolojik çeşitliliğe veya karbon depolama potansiyeline sahip ancak yüksek gıda üretim potansiyeline sahip araziler dahildir. Komünizmde kamunun tarımsal verimi, biyolojik çeşitlilik ve iklim değişikliği üzerindeki etkileri tahmin etmek için araçlara/algoritmalara ve modellere ihtiyacı vardır ve bunları arazi kullanımlarını planlamak, düzenlemek ve yönetmek için kullanmalıdır.

3. Tarımsal verimi artırma potansiyeli düşük tarım arazileri yeniden ormanlaştırılmalıdır. Bazı durumlarda, arazinin en verimli kullanımı terk edilmiş veya verimsiz tarım arazilerini ormanlara veya diğer doğal yaşam alanlarına geri döndürmek olabilir. Bu, tarımın diğer alanlara kaçınılmaz genişlemesini telafi etmeye yardımcı olabilir.  Brezilya'nın Atlantik Ormanı'ndaki dik eğimli meraları gibi sınırlı iyileştirme potansiyeline sahip düşük verimli tarım arazilerinde bu politika uygulanmalıdır.

4. Turbalıklar korunmalı ve restore edilmelidir. Turbalıkların tarıma dönüştürülmesi, atmosfere büyük miktarda karbon salan drenaj gerektirir. Dünyanın 26 milyon hektarlık drenajlı turbalıkları, yıllık sera gazı emisyonlarının yüzde 2'sini oluşturur. Bunları sulak alanlara geri döndürmek yüksek bir öncelik olmalıdır ki bu sera gazı azaltma açığını yüzde 7'ye kadar kapatacaktır. Küresel tarım arazilerinin sadece yüzde 0,3'ünü kaplayan, hafif tarım yapılan, kurutulmuş turbalık alanların yeniden sulandırılması, bazı marjinal ve iyileştirilmesi zor otlak alanların yeniden ağaçlandırılması iklim değişikliğinin azaltılması için gereklidir. Atılacak adımlar arasında turbalık restorasyonu için kamusal fon ayırmak, turbalık haritalamasını iyileştirmek ve turbalıkların kurutulmasını önlemek yer almaktadır.

D)    Balık arzı artırılmalıdır.

1.     Doğal balıkçılık azaltılmalıdır. 2015 yılında deniz stoklarının üçte biri aşırı avlanırken, diğer yüzde 60'ı maksimum sürdürülebilir seviyelerde avlanmıştır. Doğal balıkçılığın 2010'daki balık avı seviyesini 2050'de koruyabilecek kadar toparlanmasına izin vermek için avlanmanın azaltılması gerekmektedir. Bu, balığa eşdeğer miktarda ürün sağlamak için 5 milyon hektarlık araziyi dönüştürme ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.

Doğal balık stokları giderek artan şekilde aşırı avlanmaktadır

2.     Su ürünleri yetiştiriciliğinin verimliliği artırılmalı, çevresel etkileri iyileştirilmelidir. Doğal balık avlama azaldıkça, su ürünleri yetiştiriciliği üretiminin 2010 ile 2050 yılları arasında balık tüketiminde öngörülen yüzde 58'lik artışı karşılamak için iki katından fazla artması gerekmektedir. Bu iki katlık artış, su ürünleri yetiştiriciliği verimliliğinin artırılmasını ve sulak alanların dönüştürülmesi, yemlerde doğal yolla yakalanmış balıkların kullanımı, yüksek tatlı su talebi ve su kirliliği gibi balık çiftliklerinin mevcut çevresel zorluklarının ele alınmasını gerektirmektedir. Atılacak adımlar arasında balıkların büyüme hızlarını iyileştirmek için seçici üremeye başvurulması, yemlerin ve hastalık kontrolünün iyileştirilmesi, su sirkülasyonunun ve diğer kirlilik kontrollerinin benimsenmesi, yeni çiftlikler için daha iyi mekânsal planlama ve deniz tabanlı balık çiftliklerinin artırılması yer almaktadır.

E) Tarımsal üretimden kaynaklanan sera gazı emisyonları azaltılmalıdır.

Tarımsal üretimden kaynaklanan sera gazı emisyonları hayvancılık, azotlu gübre uygulaması, pirinç yetiştiriciliği ve enerji kullanımından kaynaklanır. Bunların 2050 yılına kadar yılda 7-9 gigaton veya daha fazlasına çıkması öngörülmektedir. Arazi kullanım değişikliğinden kaynaklanan yılda 6 gigaton veya daha fazlası da buna eklenmelidir. Tarımsal üretim kaynaklarından, özellikle de geviş getiren hayvanların enterik fermantasyonundan, gübre, azotlu gübre ve enerji kullanımından kaynaklanan sera gazı emisyonlarını önemli ölçüde azaltacak tedbirler mevcuttur.

1. Yeni teknolojilerle enterik fermantasyon azaltılmalıdır. Geviş getiren çiftlik hayvanları (sığır, koyun ve keçi) küresel tarım arazilerinin üçte ikisini kullanmakta olup, 2010 yılı için tüm tarımsal üretim emisyonlarının yaklaşık yarısından sorumludur. Bu emisyonların en büyük kaynağı "enterik metan" veya inek geğirmesidir. Geviş getiren hayvanların üretkenliğini artırmak, esas olarak kilogram yem başına daha fazla süt ve et üretildiği için metan emisyonlarını da azaltır. Ayrıca, yeni teknolojiler enterik fermantasyonu azaltabilir. Örneğin, mikrobiyal metanı engelleyen bir kimyasal katkı maddesi olan 3-nitrooksipropan (3-NOP), Yeni Zelanda'da test edilmiş olup, metan emisyonlarını yüzde 30 oranında azaltmıştır. Bu tür bileşiklere yönelik kamu araştırmaları genişletilmeli ve işlevsel olanları benimsenerek uygulamaya konulmalıdır.

Daha verimli süt üretimi sera gazı emisyonlarını önemli ölçüde azaltır

2. Geliştirilmiş gübre yönetimiyle emisyonlar azaltılmalıdır. Sınırlı ortamlarda yetiştirilen hayvanlardan gelen gübreden kaynaklanan emisyonlar, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yaklaşık yüzde 9'unu oluşturmuştur. Sıvıları katılardan daha iyi ayırarak, metanı yakalayarak ve diğer stratejilerle gübre yönetimini iyileştirmek emisyonları büyük ölçüde azaltabilir. Kamunun alabileceği önlemler arasında çiftlikleri düzenlemek ve teknolojiyi geliştirmek yer alır.

3. Merada bırakılan gübreden kaynaklanan emisyonlar azaltılmalıdır. Tarlalara bırakılan hayvan dışkıları ve idrarları, güçlü bir sera gazı olan azot oksite dönüşür. Bu yönetilmeyen gübre, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yüzde 12'sini oluşturmuştur. Emisyon azaltımı için azotun azot oksite dönüşmesini önleyen kimyasallar uygulanabilir ve bu süreci doğal olarak önleyen otların yetiştirilmesi gerçekleştirilebilir. Kamu, bu tür kimyasal ve biyolojik nitrifikasyon inhibitörlerine yönelik araştırmaları desteklemeli ve çiftçiler tarafından kullanılmasını sağlamalıdır.

4. Azot kullanım verimliliğini artırarak gübrelerden kaynaklanan emisyonlar azaltılmalıdır. Gübrelerden kaynaklanan emisyonlar, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yaklaşık yüzde 19'unu oluşturmuştur. Küresel olarak, mahsuller gübre olarak uygulanan azotun yarısından azını emmektedir, geri kalanı atmosfere salınmakta veya akıntı olarak kaybolmaktadır. Uygulanan azotun mahsuller tarafından emilen yüzdesini, eş deyişle azot kullanım verimliliğini artırmak, gübreleri ve bunların yönetimini geliştirerek veya gübrelerin bileşimini iyileştirerek azot alım oranını artırmayı ve böylece ihtiyaç duyulan gübre miktarını azaltmayı içerir. Kamu, gübreleri geliştirmeli ve azot kullanım verimliliğini artıran projeler oluşturmalıdır.

5. Emisyon azaltıcı pirinç yönetimi uygulanmalı ve emisyon azaltıcı pirinç çeşitleri yetiştirilmelidir. Pirinç tarlaları, 2010 yılında esas olarak metan formunda olmak üzere tarımsal üretim emisyonlarının en az yüzde 10'una katkıda bulunmuştur. Ancak daha az emisyon ve kaynak yoğun pirinç üretim yöntemleri de vardır. Örneğin, tarla taşkınlarının süresini kısaltmak, metan üreten bakterilerin büyümesini azaltmak için su seviyelerini düşürebilir. Bu uygulama, bazı çiftliklerde su tasarrufu yaparken ve pirinç verimini artırırken emisyonları yüzde 90'a kadar azaltabilir. Bazı pirinç çeşitleri ayrıca daha az metan üretir. Atılacak adımlar arasında, su seviyelerini düşürmek için olanakları belirlemek amacıyla mühendislik analizleri yürütmek, suyu verimli kullanan çiftçiliği yaygınlaştırmak, daha düşük metan üreten pirinç çeşitlerine geçiş yapan yetiştirme programları uygulamak ve pirinç verimini artırmak yer almaktadır.

6. Tarımsal enerji verimliliği artırılmalı ve fosil olmayan enerji kaynaklarına geçilmelidir. Tarımda fosil enerji kullanımından kaynaklanan emisyonlar, 2010 yılında tarımsal üretim emisyonlarının yüzde 24'ünü oluşturmuştur. Tarımda enerji verimliliğini artırmak, güneş ve rüzgâr enerjisine geçmek gerekmektedir. Kullanılan enerji birimi başına emisyonları yüzde 75 oranında azaltmak, sera gazı azaltma açığını yüzde 8 oranında azaltacaktır. Atılacak adımlar arasında düşük karbonlu enerji kaynaklarını ve verimlilik programlarını tarım programlarına entegre etmek ve azotlu gübre üretiminde yenilenebilir enerji kullanmak yer almaktadır.

7. Topraklardaki karbonu hapsetmek için gerçekçi seçenekler uygulanmalıdır. Bu konuda önemli stratejiler arasında ormanların dönüşümünü durdurarak topraklardan daha fazla karbon kaybını önlemek, otlakların ve ekili alanların verimliliğini artırarak toprak karbonunu korumak veya artırmak, tarımsal ormancılığı artırmak ve toprak verimliliğinin gıda güvenliği için kritik olduğu yerlerde karbon oluşturmak için yenilikçi stratejiler geliştirmek yer almaktadır.

F) Moleküler biyolojinin/biyoteknolojinin, ürün ıslahında ve verimi artırmada kullanılması gereklidir.

Tarımsal biyoteknoloji, genetik mühendisliği, moleküler belirteçler, moleküler teşhis, aşılar ve doku kültürü gibi bilimsel araç ve tekniklerin canlı organizmaları (bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar) değiştirmek için kullanılmasını içeren bir tarım bilimi alanıdır. İstenilen özelliklerin belirli bir bitki türünden tamamen farklı bir türe aktarıldığı transgen bitkiler, lezzet, çiçek rengi, büyüme hızı, hasat edilen ürünlerin boyutu ve hastalıklara ve zararlılara karşı direnç açısından istenen özelliklere sahiptir.

Tarımsal biyoteknoloji, çeşitli ürünlerin besin içeriğini iyileştirmek, zararlılara karşı bitkisel direnci artırmak, daha yüksek verim elde etmek, herbisit toleransı geliştirmek, bitkisel hastalıklara dayanıklılık oluşturmak, sıcak ve soğuk koşullara dayanıklılık ile su kullanım verimliliği, azot kullanım verimliliği elde etmek ve tuz toleransı geliştirilmek, toksinleri ve alerjenleri ortadan kaldırmak için kullanılmıştır/kullanılabilirdir. Günümüzde kapitalist tekellerin elinde sermaye birikimi sağlamada ve birçok ülkede çiftçileri bağımlılık altında tutmada işlevli bu teknoloji, komünist dünya toplumunda bu özellikleri nedeniyle yaygın biçimde insanlık yararına kullanılacaktır.

Sonuç

Dünya Kaynak Enstitüsü (DKE)’nin, BM ve Dünya Bankası ile birlikte yürüttüğü çalışmada, çiftçilerin artan Dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için 2050 yılına kadar 2010 yılına kıyasla yüzde 56 daha fazla gıda kalorisi (7.400 trilyon kalori) üretmesi gerekeceği tahmin edilmiştir. Yine 2010 yılındaki küresel tarımsal arazi alanı ile mahsul ve mera verimi geçmişteki oranlarda artmaya devam etse bile 2050 yılında gerekli olan tarım alanının, 593 milyon hektar (Hindistan'ın neredeyse iki katı büyüklüğünde bir alan) daha fazla olacağı öngörülmüştür. 2050 yılında tarım ve arazi kullanımı değişikliğinden kaynaklanması muhtemel yıllık sera gazı emisyonları miktarı 15 gigaton karbondioksit eşdeğeri (Gt CO2e) olarak tahmin edilmiş, küresel ısınmayı 1,5°C'lik artışın altında tutmak için bu emisyonda 4 Gt hedefine ulaşılması ve yüz milyonlarca hektarlık terk edilmiş tarım alanının yeniden ağaçlandırılması gerektiği belirtilmiştir.

Peki bu gereklilikler ve ihtiyaçlar karşılanabilir, aşılması geren engeller üstesinden gelinebilir midir?.. DKE, sorunun çözümü için kapitalist dünya koşullarında reformist politikalar önermektedir. Bize göre bu çözüm önerileri ancak ve ancak komünist dünya toplumunda hızlıca uygulanacak politikalardır. Kapitalist dünya sisteminde insanların ihtiyaçlarının karşılanması yan-üründür ve bilim/teknolojideki gelişmeler, sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldığından gelişim alanları ve hızları sınırlanmakta, insanlık yararına uygulanmaları ve yaygınlaştırılmaları gecikmektedir.

Bilimsel buluşların önemli bir güdüleyicisi insanların merak ve tutkularıdır. Bu tüm tarihte ve gelecekte de yok edilemez temel ve özsel insan niteliğidir. Kapitalist sistemde bilimsel araştırma ve buluşlar için başka bir güdüleyici, sermayenin emek üretkenliğini artırma, teknolojik gelişimi paraya çevirme ve kârını realize etme çabasıdır. Kapitalizmde teknolojik yenilenme ve gelişme işte tüm bu koşullayıcılar yüzünden yaşanmaktadır. Paraya ve kâra çevrilemeyen potansiyel durumdaki ilerlemeler ilgi alanına girmemekte ya da geç girmekte, yaygın şekilde uygulamaya geçişi ise aksamaktadır. Bu sırada çevre tahribatı, iklim değişikliği, açlık, eşitsizlikler, insanların kitlesel katliamı, sermayenin gereksinimleri için kaçınılması gereken olgular olmaktan uzaktır.

Bilim ve teknoloji tüm tarih boyunca insanlığın kolektif olarak yarattığı ortak bir mirastır. Bu ortak mirasın sermayenin hizmetinde olması, günümüzdeki üretiminin sermaye tarafından kontrol edilmesi ve insanlığın çıkarları için kullanımının olanaklı olanın gerisinde bir düzeyde oluşu kabul edilemez. Teknolojinin insanlar tarafından kullanımında eşitsizliklerin oluşu ve toplumun hizmetine olması gerekene göre gecikmeli girişi, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sonucudur.

Tüm insanlar için sürdürülebilir gıda gereksinimlerini karşılamak, açlığı ve yetersiz beslenmeyi gidermek, dünya gıda üretiminin verimliliği artırıp, ihtiyaçları ölçüsünde insanlara dağıtmak ve tarımla ilişkili iklim değişikliğini önlemek amacıyla bugünden geliştirilen bilimsel çözüm önerilerinin ve politikaların uygulanabilirliği, toplumsal ilişkilerin ve toplumla doğa arasındaki ilişkilerin rasyonel şekilde planlanarak düzenlendiği bir toplumda vardır. Kapitalist toplumsal ilişkiler insanlar için ve onların gereksinimlerinin karşılanması açısından, ayrıca insanların doğayla olan uyumunda rasyonel değildir. Bilimsel politikaların dünya çapında planlar dahilinde oluşturulup uygulanması için insanlar arasında eşitliğin olduğu, insanların doğayla ve toplumsal süreçlerle olan ilişkilerinde denetimlerinin maksimum düzeylere çıktığı, eş deyişle yabancılaşmayı yenerek özgürleştiği ve toplumun doğayla olan uyumunun korunduğu yeni bir dünyaya geçiş gereklidir. Bu yeni dünyanın adı komünizmdir.

Not: Makalede “kamu” kavramını, toplum ve devlet olmak üzere her iki anlamıyla kullanmaktayız. Bunun nedeni kısaca şu şekilde açıklanabilir: Toplumsal ilişkilerin sınıfsal belirlenimi komünizmde ortadan kalkacağından, tarihin bu döneminde insanlar arasında gözlenen siyasal egemenlik ve yönetim ilişkileri ortadan kalkar. Bu, siyasal egemenlik, tahakküm ve baskı aracı olarak devletin ortadan kalkması anlamına gelir. Sosyalizm döneminde devlet, bu eski işlevini giderek terk edecektir. Siyasal organizasyon olarak devlet, ancak tüm toplumsal yaşamın örgütlenme biçimi olduğunda sönümlenir ve toplum içerisinde erir. Devlet/devletler, giderek tüm dünya üzerinde yaşayan insanların kolektif bir biçimde, örgütlenerek denetimlerine aldıkları nesnel toplumsal işleri yapar duruma gelecektir. Planlamaların yapılması, üretim süreçlerinin gerçekleşmesi, gereksinimlerin giderilmesi, genç kuşakların eğitimi, yaşlıların ve engellilerin bakımı, çevrenin kendini yenilemesine destek olunması gibi toplum mühendisliği kapsamındaki işler, herkesi kapsayan bir örgütlenmeyle yerine getirilecektir. Kısacası tahakküm örgütlenmesi ve siyasal iktidar yapısı olan devlet/devletler söner ve toplum içerisinde erirken, giderek tüm insanlığı kapsayan bir örgütsel yapılanma yaratılacaktır. Devlet/devletler birliği, tüm insanlığı kapsayan toplum örgütlenmesi olacaktır. Devlet, örgütlü toplumla özdeşleşecektir. Komünizmde devlet, toplumsallaşacaktır, eş deyişle kamusallaşacaktır. Devletin tarihsel olarak aşılması, ancak dönüşümü ve gelişimiyle olanaklıdır. Komünizm “devletsiz” ya da devletin yok edildiği bir toplum değil, devletin aşıldığı bir toplumsal sistemdir.

Yararlanılan kaynaklar:

1. https://research.wri.org/sites/default/files/2019-07/WRR_Food_Full_Report_0.pdf

2. https://openknowledge.fao.org/server/api/core/bitstreams/39dbc6d1-58eb-4aac-bd8a-47a8a2c07c67/content/state-food-security-and-nutrition-2024/executive-summary.html#gsc.tab=0

3. https://research.wri.org/wrr-food/executive-summary-synthesis

4.https://www.wri.org/insights/how-sustainably-feed-10-billion-people-2050-21-charts#:~:text=Thereyüzde 20isyüzde 20ayüzde 20bigyüzde 20shortfall,thanyüzde 20thereyüzde 20wereyüzde 20inyüzde 202010.

5. https://www.statista.com/forecasts/1298375/volume-food-consumption-worldwide

6. https://en.wikipedia.org/wiki/Agricultural_biotechnology

21 Şubat 2025 Cuma

Marksizm nedir?

Mahmut Boyuneğmez

Bilimsel sosyalizm ile Marksizm aynı anlamlara gelir. Fakat Marksist teorik sistemin bilimselliği, bir felsefe olan tarihsel ve diyalektik materyalizmi (=felsefe, bilim değil) içermesi yüzünden, bu felsefi paradigmanın, toplumsal tarihin, üretim biçimlerinin, toplumsal formasyonların, ideolojilerin vd. bilimsel incelemesi sırasında zemin olarak alınmaya, kalkış noktası yapılmaya, referans olmaya uygun olmasından kaynaklanır. Tarihsel-diyalektik materyalizm, somut bilimsel araştırmaların sonucunda soyutlanmış genel felsefi bir paradigmik çerçevedir. Yeni bilimsel incelemelere de kılavuzluk edecek niteliktedir. Bu felsefi paradigma, bilimsel incelemenin kendisi değildir.

Kapitalist üretim tarzının incelenmesi ve buradan kalkarak geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapılması, bilimsel üretimin, devrimcileşmesini getirmiştir. Bu inceleme, bu üretim tarzının aşılması sürecinde devrimci ve pratik bir eleştiriye yol açmıştır.

Siyasetin, mutlak “doğru”ları yoktur. Başka bir deyişle siyaset, bilimsel/teorik bir referansa sahiptir, fakat hangi siyasetin devrimci hangisinin devrimci olmadığı gibi konuların, belirli bir yere kadar bilimsel/teorik çerçeveyle değerlendirilmesi mümkündür. Kanımca Marksist teorik sistem içerisinde siyaset bilimi ya da teorisi olarak nitelenebilecek bir soyutlama alanı vardır, ancak siyasetin belirlenimleri ve etkileşimleri çok yönlü ve dinamik olduğundan, siyasette hangi tarzın/yolun sağlıklı olduğu konusunda nihai karar verici tarihsel süreçlerdir.

Marksizm, sosyalist ideoloji ve siyasetin referans çerçevesidir, bunların alabilecekleri biçimleri sınırlar; fakat Marksizm’le sosyalist siyaset ve ideolojinin somut içerikleri doğrudan belirlenmez.

Marksizm, kapitalizmden komünizme geçişteki dünya görüşüdür. Dolayısıyla devrimci bir dünya görüşü… Marksizmin bir dünya görüşü olmasında materyalizmin ve komünist devrimci perspektifin birbirini bütünleyen ve uyumlu birlikteliği önem taşımaktadır. Ancak Marksizm, bugün için proletaryanın sınıfsal ideolojisi ya da dünya görüşü değildir. Bizim için proletarya, bu dönüşümü gerçekleştirecek tek devrimci sınıf olsa da, gelişkin bir felsefe ve bilimsel teorilerle buluşması ancak geleceğin toplumunun kuruluşu sürecinde toplumsal devrimler döneminde mümkün olacaktır.

Marksizm, “insan toplumunun bilimi” olarak görülemez. Bir kere doktrin, öğreti, bilim gibi nitelemeleri yetersiz kılacak biçimde Marksizmin kapsamında felsefi, bilimsel, siyasal boyutlar uyumlu ve birbirini tümleyecek şekilde bulunur. Bu nedenle Çulhaoğlu Marksizm için “teorik sistem” demeyi önermiştir. Bunu biz de benimsemiş durumdayız. Örneğin, toplumsal tarihin, sanat tarihinin, spesifik bir ideolojinin vb. Marksist teorik sistemin referans çerçevesiyle araştırılıp incelenmesi mümkündür, fakat bu incelemelerin somut bulguları değil, bu incelemelerden süzülen bazı üst soyutlamalar, bu teorik sistemi zenginleştirebilecektir. Başka bir deyişle Marksist antropoloji, Marksist sanat tarihi, Marksist sosyoloji gibi bilimsel çalışma alanları elbette vardır, fakat bunlar antropolojidir, sanat tarihidir, sosyolojidir, Marksizm değil… Öte yandan, Marksizm kapitalizmden komünizme geçiş döneminin salt bilimi değil, bilimsel dünya görüşüdür. Bu devrimci dönemin üzerinde yükseldiğinden, bu bilimsel dünya görüşü devrimcidir. Eğer “ideoloji” terimini dar ve pejoratif anlamıyla kullanmıyorsak, Marksizmin bilim, felsefe ve siyaset teorisi boyutları olan bir ideoloji/dünya görüşü olduğunu görmek gerekir.

Amprik somutlardan soyutlamalara ulaşma ve ulaşılan soyutlamalardan gerçeklikteki etkileşim ve değişim örüntüleri yakalanarak (gerçekliğin diyalektik “mantığı” yakalanarak) düşüncede somut bütünlüğü yeniden oluşturma, toplum bilimleri alanında kullanılan bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntemi Marx örneğin Kapital adlı eserini oluştururken kullanır. Bu yönteme biz diyalektik yöntem denmemesini, bir bilim yöntemi olarak görülmesini öneriyoruz. Bize göre, diyalektik gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektik materyalizm topluma ve tarihe uygulanarak tarihsel materyalizm elde edilmemiştir ve bugün de böyle yaparak materyalist tarih anlayışına katkı sunulamaz. Diyalektik-tarihsel materyalizm, gerçekliğin toplum/tarih ve doğa gibi farklı katmanlarının olduğunu benimser, fakat gerçekliğin materyalist ve diyalektik yorumu, "tarihsel" ve "diyalektik" denilerek, aralarında bağ olmadığı yanılsamasını doğuracak şekilde kompartmanlara ayrılmamalıdır. Materyalist felsefenin geliştirilmesi, doğa ve toplum alanlarında çeşitli bilim dallarının getirdiği yeni bulguların, anlayışların ışığında yapılacak soyutlamalarla olanaklıdır.

Paradigmalar ve Marksizm

Özel ve genel görelilik teorisi, Newtoncu klasik fiziği geçersiz kılmamış, onu kapsayıp aşmıştır. Kuantum mekaniği ise, mikrokozmoz ölçeğinde geçerli yeni bir paradigma oluşturduğu için, klasik fiziğin pabucunu dama atmamıştır.

Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre, bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir. Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla eski bilimsel teoriler yenileri tarafından kapsanarak aşılabilir ve gerçekliğin içerdiği yeni/farklı ilişkilerin kavranmasıyla, eski teoriler göreli olarak geçerliliklerini korumaya devam ederken, yeni teorilerin getirdiği bilgiler bunlara eklenir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut teoriyle/paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin yanlışlanabilirliği, aslında geliştirilebilirlik olarak okunmalıdır.

Doğa bilimleri alanında, paradigmaların kuruluşu öncesindeki “bunalım” dönemini ilk tasvir eden Kuhn’dur. Kuhn, bilimsel ilerlemenin doğası konusunda kısmen sağlıklı değerlendirmeler yapar. Ona göre, bilimsel ilerleme birikimci bir tarzda gerçekleşmez. Bilim tek tek keşif ve icatların birikmesiyle değil, “bilimsel devrim”, “olağan bilimsel faaliyet”, “bunalım” ve “yeni bir paradigmanın kuruluşuyla birlikte gerçekleşen yeni bir bilimsel devrim”[1], dönemlerinin birbiri ardına gelmesiyle ilerler.

“Bilimsel gelişmedeki büyük dönüm noktaları” olan bilimsel devrimlere örnek olarak Copernicus, Newton, Lavoisier, Maxwell, Einstein gibi isimlerin çağrıştırdığı bilimsel başarılar verilir. Örneğin, Copernicus ve Kepler’in, yeni bir paradigma kurarak astronomi biliminin temellerini atmasından önce, astrolojinin ideolojik söylemleri, Tycho Brahe’nin sayısız ölçüm ve gözlemleri bulunur. Bilimsel devrim öncesinde rakip paradigmalar birbirleriyle yarışır. Her biri, inceleme konusu olan fenomenleri kısmen açıklayabilir ve her biri için kendi yapısıyla uyuşmayan gözlemler vardır. İçlerinden biri, temel bir ya da birkaç yasanın ortaya koyulmasıyla, bu fenomenlerin ve aykırı gözlemlerin açıklamasını yapar. Bu paradigma, kendisinden çıkarılan öngörülerin deneyle gösterilmesiyle bilim adamlarını bir süre sonra ikna eder. Çoğu kez bu ikna süreci, eski paradigmayı savunmakta direnen bilim adamlarının dışlanması ya da ölmesiyle ve yeni kuşak bilim adamlarının, yeni paradigmayı benimseyip, bu çerçevede olağan bilimsel faaliyetlerini gerçekleştirmeleriyle tamamlanır.

Yeni paradigmalar, bakılan sürecin, olayın farklı algılanmasını temsil eder. Kuhn bu durumu, bir görsel kalıptan (Gestalt’tan) diğerine atlama örneklerine (genç-yaşlı kadın, ördek-tavşan figürü) benzetir. Yeni paradigma, eskiden kullanılan kavramlar, terimler arasındaki ilişkileri, kavramlar setini ya da ağını, deneylerin düzenlenme biçimini vb. değiştirir. Çoğunlukla, yeni paradigmanın ortaya konması, bunalım belirtilerinin üzerinden birkaç yıldan daha uzun bir süre geçmeden olur. Bir/birkaç keşif, yasa ya da teorinin ortaya konmasıyla beliren yeni paradigmayı, çoğu kez eski paradigmalardan biriyle kendini sınırlamamış, çok dar bir uzmanlık alanı içine girmemiş, genç yaştaki insanlar geliştirir.[2]

Kuhn’un kusuru, saptamalarını toplumsal yapı içerisine oturtmayışı ya da toplumsal ilişkilerle bağlantılı bir şekilde soyutlamalarını yapamayışıdır. Kuhn, bilimsel başarıları, tarihsel dönemlerin genel dünya görüşü çerçevesi içerisinde dikkate almaz. Bilimsel ilerlemenin doğası üzerine geliştirdiği tezlerin, bilimi, sanat ve felsefe gibi alanlarda kaydedilen başarılardan ayırt eden özelliklere işaret ettiğini düşünür.[3] Kuhn, “bunalım dönemleri”nin “bilimsel devrim”le aşılması sürecinde, bir paradigmanın rakip paradigmalara üstün gelmesinden bahsederken, rakip bilimsel yaklaşımları/anlayışları da “paradigma” kelimesiyle adlandırır. Kuhn, “siyasi devrim” ile “bilimsel devrim” arasında biçimsel bir benzerlik, koşutluk bile kurmuştur.[4] Ancak, bilimsel ilerlemeyi, bilim adamları topluluğuyla sınırlı bir “toplumsal” boyutta ele almanın ötesine gidemez. Bize göre, “paradigma”nın anlamını, Khun’un düşündüğünden daha geniş bir kapsama sahip olarak düşünmek gerekir. Ayrıca, bilimsel düşünceleri, diğer alanları (felsefe, siyaset, sanat) da içeren, daha genel bir “dünya görüşü” düzeyinde değerlendirmek de mümkün olabilir.

Khun’un yaklaşımının bizde uyandırdığı çağrışımlara bakalım…

Marx ve Engels’in siyasal iktisat ve tarih alanlarında, ayrıca Fransız devrimi ve 18. yüzyıl materyalizmi üzerine okumaları, görüşlerinin oluşumunda önemlidir. Okudukları eserlerdeki tarih, toplum ve iktisat üzerine olan bilgileri yorumlarlar. Toplumsal ilerlemeyi ve toplumsal fenomenleri değerlendiren bu eserler, birçok realist ideolojik yorumla, yetersiz ve parçalı bilimsel saptama içerir. Kapitalist toplumdaki değişim, toplumsal ilişkilerdeki gelişim bu eserlere yansır. Bu görüşler, toplumsal ilişkilerdeki değişimin, toplumsal bilinç biçimlerinde yansımasını ifade eder. Tümüyle organize edilmemiş, bir sistem dâhilinde bütünleştirilmemiş yığınla bilgi ve ideolojik fikir türetilmiştir.

18. yüzyıldan 1848 devrimine kadarki dönemde Avrupa’da, toplumsal hareketlilikler, devrimci alt-üst oluşlar ve bunlara karşılık gelen düşünsel arayışlar belirgindir. Alman filozoflarının görüşleri, İngiliz ve Fransız iktisatçılarının incelemeleri ve Fransız aydınlarının, politikacılarının, filozoflarının, tarihçilerinin toplumsal, siyasal, felsefi anlayışları, tarih/toplum alanında rakip yaklaşımları oluşturur. Biriken deneyimleri, gözlemleri, toplumsal ilişkilerdeki alt-üst oluşu ve zenginliği, bahsedilen bu yaklaşımlar tümüyle ve tam olarak açıklayamaz. Toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerin nedenleri üzerinde ya yeterince durulmaz ya da bu nedenleri değerlendiren yorumlar eksikli ve yüzeyseldir. Siyaset teorisi-toplum bilim-felsefe alanlarında birçok düşüncenin varlığıyla gözlenen parçalanmışlığı ortadan kaldıran bir “teorik devrimin” ya da yeni bir paradigmanın oluşması için gereken koşullar, tarihsel dönemde mevcuttur.

Avrupa’da orta çağ boyunca, feodal toplumsal üretici güçler-üretim ilişkilerinin gelişimindeki göreli durgunluk, sınıflar arası karşıtlıkların toplumsal ilişkileri ilerleten yönündeki güdüklük, felsefi, siyasal, sanatsal, bilimsel alanlardaki göreli durgunluğa ve karşıtlıkların korunmasına, statükoya yarayan dinsel metafizik ideolojik kalıpların derinleşmesine, yayılmasına yol açar. Toplumsal yaşamda sınıflar arasındaki karşıtlıkların çelişkilere dönüştüğü, eski feodal üretim tarzının çözülüşü ve yeni toplumsal ilişkilerdeki karşıtlıkların, kapitalist üretim tarzı çerçevesinde kuruluşunun gerçekleştiği dönemde, büyük çaplı, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişimle uyumlu ve ilerici siyasal arayışlar, bilimsel, sanatsal, felsefi üretimler oluşur. Bu dönemde bu dört büyük alanda gerçekleşen üretimlerin, geniş bir ideolojik ve bilgi spektrumu gösterdiği doğruysa da ağırlıklı olarak, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişim eğilimine uygun, “realist” temel eğilimler, açıklamalar/yaklaşımlar içermeleri, toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ilerletici yönünü temsil etmeleri yüzündendir. Bu dönemde bunlarla, metafizik, mistik, gerici ideolojik kalıplar ve arayışlar, açıklamalar arasındaki savaşım belirgindir. Örnek olarak, kabaca Büyük Fransız Devrimi’ne kadarki dönemde Avrupa’da, bu dört alanda gerçekleşen büyük atılımlar verilebilir. 16. yüzyıldan Aydınlanma dönemine kadarki tarihsel süreçte Avrupa’da, İngiliz ve Fransız materyalist felsefesini, doğa bilimlerindeki büyük ilerlemeleri, siyasal düşüncelerdeki gelişmeleri ve edebiyat, müzik gibi alt-alanlarıyla beraber sanattaki atılımları düşünmek, bunu görmeye yeter. Bu atılımlar, çeşitli alanlarda ve alt-alanlarda az çok ortak olan özellikleri ve yönleriyle, genel hatlarıyla ilerici bir dünya görüşünün kuruluşunu gösterir. Avukatlardan, hekimlerden, politikacılardan, bilim adamlarından, filozoflardan, aydınlardan oluşan “burjuvazi”nin, bütün bu ilerici üretimleri, onların “eski düzen” (ancien régime)’le oluşturduğu karşıtlıkta, ilerletici kutbu temsil etmeleriyle ilişkilidir. Bu alanlardaki atılımlar ya da “devrimler”, bilimsel aktivitelerdeki devrimlerin yanı başında, “toplumsal devrim”in sanat, siyaset ve felsefe alanlarındaki üst-yapısal bileşenleri olur.

Doğanın birçok temel gücü ve olgusuna egemen olmayı getirecek, doğa bilimlerindeki büyük atılım dönemi Avrupa’da, kabaca “yeni çağ”la birlikte başlar. Toplumların geleceği ve tarihsel akış üzerinde, insani olgular ve süreçler üzerindeyse, bu çağda “bilinçli” bir egemenlik kurulması mümkün değildir. Toplumsal ilişkilerin, ideolojilerin, insani olguların oluşum ve gelişim mekanizmalarını realist bir biçimde açıklamak, ancak bu oluşum ve gelişim üzerinde bir denetim kurma potansiyeli oluştuğunda mümkün olabilir. Komünizm ve tarihsel materyalizm, bu potansiyelin oluşmasıyla birlikte 19. yüzyılda doğar.

Özetle kapitalist üretim ilişkilerinin filizlendiği ve geliştiği bir çağın dünya görüşüne “liberalizm” denirse, bu çağın sanat, siyaset teorisi, felsefe ve bilim alanındaki gelişmeleri, “liberal dünya görüşünü” oluşturmuştur ve bu bir “paradigma”dır… Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin bir evresinde içerdiği karşıtlıklar ise, komünist dünya görüşünün kapsamında Marksist teorik sistemi, toplum bilimlerini, sanatsal ve kültürel üretimleri var etmeye başlamıştır. İşte bu da antagonist “paradigma”dır.

‘Papağan’ ile ‘bulaşık’ Marksizm’in ötesinde…

Marksizm’in oluşumu (genezis), geçmiş tarihsel görüş ve bilgi birikiminin yeni bir dünya görüşü bütünlüğü içerisinde sentezlenerek, yeniden anlamlandırılması sürecini barındırır. Marksizm kendisine devrolan tarihsel görüş ve bilgi mirasını içerip aşmıştır (aufheben’in anlamı budur). Sentezlenme kavramıyla, miras alınan görüş, bilgi ve kavramların eleştirilmesi, ayıklanması, yeniden anlamlandırılması, derinleştirilmesi gibi işlemleri kastediyoruz. Oluşan yeni teorik sistem bir bütünlüktür ve devraldığı kavramları, anlayış ve görüşleri bu bütünlük içerisinde anlamsal olarak dönüştürür.

Marksizm’in Hegel’den, Feuerbach’tan, siyasal iktisatçılardan ve ütopik sosyalistlerin anlayışlarından ayrı bir kulvarda yeni bir dünya görüşü olarak doğuşu ve gelişimini koşullayan temel etken, 19. yüzyıl Avrupa’sının içerisinde bulunduğu tarihsel koşullar ile sınıf mücadeleleridir. Marx ve Engels’in teorik üretimleri, siyasallaşma süreçlerinin, siyaset yapma yollarının içerisinde yer alır. Siyaset dar bir pratikçilik değil, perspektif ve vizyonla, teorik bakış açısıyla yapılan genel bir hayat uğraşısıdır. Marksizm’in oluşumunda, Büyük Fransız Devrimi, 1848 Avrupa burjuva devrimleri ile 1871 Paris Komünü’nün siyaset teorisi kapsamında analizinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzının bilimsel ve dolayısıyla eleştirel incelenişinin, doğa bilimleri alanındaki gelişmelerin felsefi açıdan soyutlanmasının da bir yeri vardır.

Leninizm ise, Marksizm’e siyaset teorisi, öncülük/örgüt teorisi, devrim teorisinde ve emperyalizm çözümlemesiyle katkılar sunup, geliştirmiştir.

“Batı Marksizmi”, 20. yüzyılda Batı Avrupalı aydınların, siyasetten koparak teorisizim hastalığına yakalanmaları olgusunu anlatır. Bu aydınların üretimini sahiplenirken, mutlaka ama mutlaka eleştirel süzgeçlerden geçirmek gerekir. Öte yandan gündeme getirdikleri tüm kavramlaştırmaların sağlıksız olduğu söylenemez.

Günümüze değin Marksizm, faşizm çözümlemeleriyle, kapitalist devletin teorik irdelemeleriyle, sosyalist devletin güçlenirken toplumsal örgütlenmelerle kaynaşması üzerine deneyimlerden yapılan soyutlamalarla, ideolojiler üzerine incelemelerle, diyalektik teoriye yapılan katkılarla, sosyalist toplumda değer yasasının sınırlanması üzerine geliştirilen anlayışla, kültür endüstrisinin incelenmesiyle vd. zenginleşmiştir ve bundan sonra da zenginleşecektir.

“Derin tefekkürle Marksizm’i geliştirelim, ona yeni katkılar yapalım” şeklinde bir amaç, hiçbir sosyalistte bulunmaz. Tarihsel gelişmelerin getirdikleri üzerine düşünme ve bunları anlayıp, politik ve felsefi doğrultu belirleme, yapılacak katkıların güdüleyicisidir. Mevcut Marksist birikim, tarihsel bir ürün olduğundan, toplumsal ilişkilerde özsel değişimler yaşanmadığı sürece, teorik zeminimiz hiç de iğreti değildir. Fakat tam da bu nedenle, toplumsal ilişkilerde ve bilgi birikimlerinde yaşanan gelişmelerin, yeni fenomenlerin değerlendirilip, teorik kavrayış oluşturulması gerekmektedir. Özcesi yaşanan, Marksizm’in içerik olarak zenginleşmesidir.

Tarihsel ve bilgisel gelişmelerin üzerinden yapılması gereken soyutlama görevinde iki uç konumlanış bulunur. Bunlardan biri, “papağan Marksizm’i”dir. Marx, Engels ve Lenin ne yazmışsa, bunları alıntılayıp durmakla meşgul bu konumlanışta, gelişmelerin hakkıyla analizinin yapılamaması, bu analizlerden soyutlanacak kavramlar, ilkeler ve perspektiflere ulaşılamaması söz konusudur. Diğer uçtaysa, sağlam teorik zemin terk edilerek, çoğu durumda sağlıksız kavram ve soyutlamalarla, bir derinlik yakalandığı sanısı vardır. Buna “bulaşık Marksizm” denebilir. Örneğin post-Marksist, post-yapısalcı düşünürlerden yararlanan “sol liberalizm”in “teorik” faaliyeti böyledir… Bu uç konumlardan uzak durulmalı ve sadece Marksist olunmalıdır. Ya da ne “papağan” ne de “bulaşık” olunmadan da Marksist olunabilir.



[1] Bu dizilim, “olumsuzlamanın olumsuzlaması” örüntüsünü anımsatıyor.

[2] Bkz; Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Alan yayıncılık, Üçüncü Baskı, 1991

[3] Thomas S. Kuhn, a. g. e., s. 152-160, 185

[4] a.g. e., s. 105-106

10 Şubat 2025 Pazartesi

Enerji ve iklim sorunu

Mahmut Boyuneğmez

Biz komünist dünya toplumunda “enerji yoksulluğu”nu gideren, artan nüfus ve gelişen teknolojinin ihtiyaçlarını karşılayan bir iktisadi büyümeye yetecek enerji üretiminin gerçekleştirileceğini, kapitalist dünyanın silah, sigorta, reklam ve moda gibi ekonomik dallarındaki yatırımlarının tasfiye edilerek, enerji kullanımında tasarrufa gidileceğini düşünüyoruz. Bize göre rüzgâr, güneş, hidrolik enerji, biyogaz ve diğer yenilenebilir enerji türlerinin yanı sıra nükleer enerji, kapitalist dünyanın tükenmekte olan fosil yakıtlarının yerini alacaktır. Ayrıca sanayi öncesi döneme göre 1,5/2⁰C’nin altında küresel atmosferik sıcaklık artışı hedefini tutturmak için de fosil yakıtların enerji üretimindeki kullanımının hızla azaltılması ve yerine bahsi geçen enerjilerin kullanımı gereklidir. Biz nükleer enerjiyi iklim krizinin çözümünde kullanılması gereken alternatif enerji türlerinden biri olarak görüyoruz. Onu güzellemiyoruz, fakat ekoloji hareketinin ve sosyalistlerin önemli bir bölümünün nükleer enerjiyi karaladığını gözlüyoruz. Öyleyse sorunu analiz etmemiz ve hakikate ulaşmamız gerekiyor.

Dünya enerji üretimi ve tüketiminin durumu

2023 yılında küresel kömür üretimi şimdiye kadarki en yüksek seviye olan 179 EJ (exajoule)’e ulaşmıştır. 196 EJ'ye karşılık gelen kömür tüketimi, yüzde 32'lik oranla enerji tüketim sıralamasında başı çekmektedir. Kömür kapitalist dünyanın önemli bir enerji kaynağı durumundadır. Küresel kömür tüketimi artmaya devam etmektedir. 2023 yılında kömür tüketiminde 2022’ye göre yüzde 1,6’lik bir artış yaşanmış olup, bu artış on yıllık ortalama artış oranına göre yedi kat daha yüksek düzeyde gerçekleşmiştir. Çin dünya kömür tüketiminin yüzde 56’sını gerçekleştirmektedir. Hindistan ise Avrupa ve Kuzey Amerika’nın toplam kömür tüketiminden daha fazla kömür tüketir duruma gelmiştir. Avrupa ve Kuzey Amerika'da kömür tüketimi 10 EJ'ün altına düşmüştür ve son 10 yılda sürekli düşüş göstermektedir.

2023 yılında sıvılaştırılmış doğal gaz arzı yaklaşık yüzde 2 (10 milyar metreküp) artarak 549 milyar metreküpe ulaşmıştır. Doğal gazda ABD en büyük üretici olmaya devam etmekte ve dünya arzının yaklaşık dörtte birini sağlamaktadır. Küresel doğal gaz talebi 2023'te 1 milyar metreküp artmıştır. Doğal gazın küresel fosil yakıt tüketimindeki payı yüzde 29 civarındadır. Doğal gaz 164 EJ ile dünya enerji tüketiminin yüzde 26'lık kısmını oluşturmaktadır.

Küresel petrol üretimi 2,1 milyon varil/gün artarak 2023'te 96 milyon varil/gün ile rekor seviyeye ulaşmıştır. En büyük üretici olan ABD, 2023 yılında petrol üretiminde yüzde 8'in üzerinde artış kaydetmiştir. Toplamda OPEC+ dışı ülkelerin petrol üretimi küresel artan talep büyümesini yüzde 20 oranında aşmıştır. 2022 yılında petrol ve biyoyakıt ürünlerinin tüketimi ilk kez günlük 100 milyon varili aşmıştır. 2023 yılında ise, tek başına petrol ürünleri tüketimi bu seviyeyi aşmıştır. 144 EJ ile toplam enerji tüketiminin yüzde 23'ünü oluşturan petrol, özellikle ulaşım sektöründe kritik bir enerji kaynağıdır.

2023 yılında dünyada fosil yakıt tüketiminin toplam enerji tüketimi içindeki payı yüzde 81,5’tir. 40 EJ düzeyinde olan ve tüketilen enerjinin yüzde 6'sını sağlayan hidroelektrik enerji, yenilenebilir enerjinin hayati bir bileşenidir. Hidrolik enerji dışında kalan güneş, rüzgâr ve biyoenerji de dahil olmak üzere diğer yenilenebilir kaynaklar toplamda yüzde 8'lik bir tüketim payına sahip olup, bu pay 51 EJ'lük bir düzeydedir. 2023 yılında hidroelektrik dahil yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam birincil enerji tüketimindeki payı bir önceki yıla göre yüzde 0,4'lük bir artışla yüzde 14,6'ya ulaşmıştır. Nükleer ile birlikte toplam enerji tüketiminin yüzde 18'inden fazlasını temsil etmektedirler. 25 EJ ile dünya enerji tüketiminde yüzde 4'lük bir paya sahip olan nükleer enerji, istikrarlı ve düşük karbonlu enerji arzı sağlamaktadır.

Küresel elektrik üretimi 2023 yılında yüzde 2,5 artarak 29.925 TWh (terawatt-saat)'e ulaşmıştır. Dünya elektrik üretiminde yüzde 35’lik payla kömür baskın yakıttır. Doğal gazın payı ise yüzde 23’tür. Petrolün dünya elektrik üretimdeki yeri yüzde 2’nin biraz üzerindedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam elektrik üretimindeki payı yüzde 29’dan yüzde 30’a yükselmiştir. Nükleerin payı ise yüzde 9 civarında sabit kalmıştır. Nükleer santrallerin sayısı Çin'de yeni inşa edilen reaktörler, Fransa’da nükleer bazı santrallerin hizmete geri dönüşü, Japonya ve Almanya'nın santralleri kapatılmasıyla dengelenmiş durumdadır.

Güneş ve rüzgâr enerjisi kapasitesi 2023 yılında hızla artmaya devam ederek bir önceki yılın 276 GW (gigawatt)'lık rekorunu yaklaşık 186 GW aşmıştır ki bu yüzde 67'lik bir artış anlamına gelmektedir. Bu artışın dörtte biri kapasitesini yüzde 75 artıran Çin’den gelmiştir. Avrupa’daki güneş enerjisi kapasitesinde yüzde 16 artış yaşanmıştır. Rüzgâr enerjisinde kapasite artışlarının yaklaşık yüzde 66'sı Çin'den gelmiştir. Çin’in rüzgâr enerjisinde toplam kurulu kapasitesi şu anda Kuzey Amerika ve Avrupa'nın toplamına eşittir.

Küresel biyoyakıt üretimi 2023'te yüzde 8'in üzerinde artmıştır. ABD, Brezilya ve Avrupa yaklaşık olarak küresel biyoyakıt tüketiminin dörtte üçünü gerçekleştirmektedir.

Dünya enerji üretimi (Exajoule (EJ), bir kentilyon (1018) joule)

Bolluk içinde yoksulluk

Kapitalist dünyada enerji üretimi ve tüketimi artıyor olsa da günümüzde en az 1,18 milyar insanın elektriğe erişimi yoktur. Resmi verilere göre ise bu sayı 733 milyon civarındadır. Yine Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre, her yıl 3,2 milyon insan, elektriksizlikten kaynaklanan kötü koşulların yarattığı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirmektedir. Yani insanlığın önemli bir bölümü ileri teknolojilere rağmen temel ihtiyaçlardan biri olan elektrikten yoksun yaşamaktadır. Bu durum "enerji yoksulluğu" olarak adlandırılmakta ve üretici güçlerin içerisinde bulunduğu çelişkili toplumsal ilişkileri yansıtmaktadır. Enerji üretimi kapitalist dünyada sermayenin ihtiyaçları/kâr elde etme mekanizmaları için yapıldığından, kaynakların insanlığın ihtiyaçları için kullanılması durumunda enerji üretiminde tasarruf olacağı açıktır. Biyogaz, rüzgâr ve güneş enerjisi, hidrolik ile nükleer enerji vd… Enerji üretiminde aslında kaynaklar çeşitli, üstelik insanların ihtiyaçları liberallerin iddiasının aksine sınırlıdır.

Fosil yakıtlar tükenirken

Fosil yakıt kaynaklarının oluşumu milyonlarca yıl sürmektedir ve bu kaynaklar bitimlidir. Fosil yakıtların küresel tüketimi tarihin en yüksek noktasındadır ve belirttiğimiz gibi dünyadaki birincil enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 80'ini oluşturmaktadır. ABD Enerji Bilgi İdaresi, küresel enerji talebinin kapitalizm koşullarında 2050 yılına kadar yüzde 57'ye varan oranda artacağını belirtmektedir. Çin ve Hindistan gibi ülkeler enerji tüketiminde büyük ölçüde kömüre dayanmaktadır.

Çin’in toplam enerji kaynakları

Kanıtlanmış petrol rezervleri küresel olarak yaklaşık 1,65 trilyon varildir ve mevcut tüketim oranlarına göre yaklaşık 40 ila 50 yıl yetebilecektir. Kömürün bilinen rezervleri yaklaşık 130 yıla kadar yetebilirken, doğal gaz rezervleri mevcut talep senaryoları altında arzı yaklaşık 50 ila 60 yıl uzatabilecektir.

Dünya fosil yakıt rezervlerinin ömrü

İklim krizi ve küresel atmosfer sıcaklığının 1,5/2⁰C’yi geçmesi sonucu oluşacak felaketler, kapitalist devletlerin/politikacıların ve bizzat tekellerin görme alanına girmemektedir. Fosil yakıtların mevcut tüketim düzeyi sabit kaldığında bile 50-130 yılda tükenecek oluşu sermaye birikimini sekteye uğratacağından, üstelik bugünden yenilenebilir enerji üretimi sermaye birikiminin ve artık-değer üretiminin gerçekleştiği bir alan olduğundan, kapitalistler ve politikacılar fosil enerji kaynaklarının tükenecek olması sorununu çözmeye çalışmaktadır. Başka bir deyişle kapitalist dünyada yenilenebilir enerjideki artış doğayla uyum sağlama amacını taşımamaktadır. Yenilenebilir enerjilerden elektrik üretiminin payının yüzde 30’a ulaşmış olmasının ve elektrikli otomobillerin tüm otomobil satışlarının yüzde 20-25’ini oluşturur duruma gelmiş bulunmasının nedeni çevreci duyarlılıklar değil, kâr arayışıdır.

Küresel ısınmanın nedeni olarak sera gazları

Sera gazı emisyonları iklim değişikliğinin nedenidir. Sera gazları şunlardır:

  • Karbondioksit (CO2)
  • Metan (CH4)
  • Azot oksit (N2O)
  • Hidroflorokarbonlar (HFC'ler)
  • Perflorokarbonlar (PFC'ler)
  • Sülfür hekzaflorür (SF6)

İklim değişikliği üzerinde en etkili sera gazı karbondioksittir (CO2). Atmosferde CO2 fazla oluşu dünyanın ısınmasına neden olmaktadır. Fosil yakıtların kullanımı CO2 üretmektedir. Bir kısaltma olan “ppm” (parts per million) “milyon başına parçacık” demek olup havanın bir milyon parçacığında kaç CO2 molekülünün olduğunu belirtir. Örneğin Ekim 2023’te atmosferde 422,17 ppm CO2 bulunmaktaydı. Bilim insanları atmosferik CO2 düzeyinin 350 ppm'in altında olmasının sağlıklı olacağını belirtmektedir. Bu nedenle fosil yakıt kullanımında azalmaya gitmek gerekmektedir.

Atmosferdeki ppm CO2

Karada ve okyanusta karbonu atmosferden uzaklaştıran süreçlerin 2011-2020 on yılında her yıl salınan CO2’nin yaklaşık yarısını emdiği tahmin edilmektedir. Atmosfere doğal süreçlerin toplayabileceğinden daha fazla CO2 salındığı için, atmosferdeki toplam CO2 miktarı her yıl artmaktadır. 1960'larda atmosferik CO2’nin küresel artış hızı yılda yaklaşık 0,8± 0,1 ppm’di. Sonraki yarım yüzyıl boyunca, yıllık artış hızı üç katına çıkarak 2010'larda yılda 2,4 ppm'e ulaştı. Atmosferik CO2’nin son 60 yıldaki yıllık artış hızı, 11.000-17.000 yıl önceki son buzul çağının sonunda meydana gelene benzer önceki doğal artışlardan yaklaşık 100 kat daha hızlıdır.

Atmosferdeki CO2 miktarı (mavi çizgi), Sanayi Devrimi'nin başladığı 1750 yılından bu yana insan emisyonları (gri çizgi) ile birlikte artmıştır. Emisyonlar 20. yüzyılın ortalarında yılda yaklaşık 5 gigatona (bir gigaton bir milyar metrik tondur) kadar yavaşça yükselmiş, yüzyılın sonunda ise yılda 35 milyar tonun üzerine fırlamıştır.

Oksijen veya nitrojenin (atmosferimizin çoğunu oluşturur) aksine, sera gazları Dünya yüzeyinden yayılan ısıyı emer ve Dünya yüzeyine geri dönmek de dahil olmak üzere her yöne doğru yeniden yayar. CO2 olmasaydı, Dünya'nın doğal sera etkisi ortalama küresel yüzey sıcaklığını donma noktasının üzerinde tutamayacak kadar zayıf olurdu. İnsanlar atmosfere daha fazla CO2 ekleyerek doğal sera etkisini güçlendirmekte ve küresel sıcaklığın yükselmesine neden olmaktadır. 2021 yılında CO2 tek başına, insan üretimi tüm sera gazlarının toplam ısıtma etkisinin yaklaşık üçte ikisinden sorumluydu.

CO2’in Dünya için önemli olmasının bir başka nedeni okyanusta çözünmesidir. Su molekülleriyle tepkimeye girerek karbonik asit üretir ve okyanusun pH'ını düşürür (asitliğini yükseltir). Sanayi Devrimi'nin başlangıcından bu yana okyanus yüzey sularının pH değeri 8,21'den 8,10'a düşmüştür. pH'daki bu düşüşe okyanus asitlenmesi denir.

Enerji kaynaklı sera gazı emisyonları 2023 yılında ilk kez 40 Gt CO2 (gigaton CO2, giga=milyar) seviyesini aşmıştır. CO2 salınımında başı çeken sektörler elektrik üretimi, ulaşım ve endüstridir.

CO2 salınımının iktisadi sektörlere dağılımı

Atmosfere CO2 salınımı nasıl azaltılabilir?

Enerjiyle ilgili CO2 emisyonlarının yüzde 40'ından fazlası elektrik üretimi için fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanmaktadır. Tüm elektrik üretim teknolojileri, yaşam döngülerinin bir noktasında atmosfere sera gazı yayar. Nükleer santrallerde gerçekleşen nükleer fisyon CO2 üretmez. Hem nükleer hem de yenilenebilir enerji üretimi için emisyonlar, örneğin tesisin inşası sırasında dolaylı olarak üretilmektedir. Yaşam döngüsü boyunca nükleer santraller, elektrik birimi başına rüzgarla yaklaşık aynı miktarda CO2 eşdeğeri, güneş enerjisinin ise yaklaşık üçte biri kadar CO2 eşdeğeri emisyon üretir.

Farklı elektrik jeneratörleri için ortalama yaşam döngüsü boyunca üretilen karbondioksit eşdeğeri emisyonlar

Resimde görüldüğü gibi kömür, kömürle birlikte ortak yakılan biyokütle, doğal gaz ve biyokütlenin elektrik enerjisi üretiminde kullanılması hızla azaltılır ve yerine yenilenebilir enerji kaynakları ile nükleer enerji kullanılırsa, atmosfere salınan CO2 eşdeğeri emisyonlarda çok büyük bir azalma gerçekleşecektir. Fakat kapitalist dünya fosil yakıtlara göbekten bağlı olup, artık-değer üretimine bağımlıdır. Bu “göbek bağının” kendiliğinden kesilmesi olanaklı değildir.

Ulaşım, küresel CO2 emisyonlarının yaklaşık beşte birini oluşturmaktadır; sadece enerjiden kaynaklanan CO2 emisyonları dikkate alınırsa bu oran yüzde 24'tür. Karayolu seyahati, ulaşım emisyonlarının dörtte üçünü oluşturmaktadır. Bunun yüzde 45,1'i yolcu araçlarından (otomobiller ve otobüsler) kaynaklanmaktadır. Diğer yüzde 29,4'lük kısım ise yük taşıyan kamyonlardan kaynaklanmaktadır. Tüm ulaştırma sektörü toplam emisyonların yüzde 21'ini oluşturduğuna ve karayolu taşımacılığı ulaştırma emisyonlarının dörtte üçünü oluşturduğuna göre, karayolu taşımacılığı toplam CO2 emisyonlarının yüzde 15'ini oluşturmaktadır. Havacılık ulaştırma emisyonlarının yüzde 11,6'sını oluşturmaktadır. Her yıl bir milyar tondan biraz daha az CO2 yaymaktadır ki bu toplam küresel emisyonların yaklaşık yüzde 2,5'idir. Uluslararası deniz taşımacılığı da yüzde 10,6 ile benzer bir katkıda bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle küresel emisyonların yaklaşık yüzde 5’i hava ve deniz taşımacılığından kaynaklanmaktadır. Demiryolu seyahati ve yük taşımacılığı ise ulaşım emisyonlarının sadece yüzde 1'ini oluşturmakta, çok az emisyon yaymaktadır. Diğer taşımacılık (esas olarak su, petrol ve gaz gibi maddelerin boru hatlarıyla taşınması) yüzde 2,2'den sorumludur.

Küresel ulaşım kaynaklı CO2 emisyonları

Görüldüğü üzere tüm CO2 emisyonlarının yüzde 15’ini, ulaşım kaynaklı CO2 emisyonlarının yaklaşık yüzde 75’ini sağlayan karayolu ulaşımı hızlıca azaltılıp, yerine demiryolu ulaşımında artışa gidilmesi ulaşım kaynaklı CO2 emisyonlarının azaltılması için gereklidir.

Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), Enerji Teknolojisi Perspektifleri raporunda, 2070 yılına kadar kapitalist dünyada küresel taşımacılığın (yolcu kilometresi olarak ölçülen) iki katına çıkmasını, otomobil sahipliği oranlarının yüzde 60 artmasını, yolcu ve yük havacılığına olan talebin üç katına çıkmasını beklemektedir. Bunun anlamı kapitalist dünyada taşımacılık emisyonlarında büyük bir artışın yaşanacağıdır. Bu tarihe kadar dünya komünist toplumu kurulmuş olursa bu savurganlığa son verilip, demiryolu ulaşımının atılım yapması sağlanacak, özel otomobillerin kullanımı çok büyük oranda azalacak, hidrojen ile elektrikli bataryalarla çalışan sayısı sınırlı binek otomobiller dışında fosil yakıt kullanan araba kalmayacak, toplu taşıma başat ulaşım tarzı haline gelecek, uçak ve gemi yoluyla ulaşım çok yönlü turizm ve zorunlu yük taşımacılığı için seferlerle sınırlandırılacak, helikopterler yalnızca hava ambulansları ve yangın söndürme araçları olarak kullanılacaktır. Havacılık ve deniz taşımacılığı, ayrıca büyük oranda azaltılmış uzun mesafeli karayolu taşımacılığı (büyük kamyonlar) kaynaklı CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması zor görünmektedir. Çünkü yakıt olarak hidrojen veya bataryaların uçakları, gemileri ve büyük kamyonları çalıştırma potansiyeli, gereken menzil ve güçle sınırlıdır; bataryaların veya hidrojen yakıt tanklarının boyutu ve ağırlığı, mevcut yanmalı motorlardan çok daha büyük ve ağır olacaktır.

Endüstriyel emisyonlara geldi sıra. Aşağıdaki resim kapitalist dünyada sektörlere göre CO2 emisyonunu yansıtmaktadır.

Sektörlere göre CO2 emisyonlarının dağılımı

Endüstriyel yanma kaynaklı CO2 emisyonları tüm CO2 emisyonlarının yüzde 16,42’sini oluşturmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde endüstriyel filoların, süreçlerin ve alanların elektrifikasyonuna gidilmesi yönünde bir eğilim bulunmaktadır. Bunun nedeni verimlilik ve kâr artışı sağlamaktır. Gıda işleme, kâğıt hamuru ve kâğıt yapımı ile kimyasal, çelik ve çimento üretimi gibi faaliyetlerde elektrifikasyon potansiyeli çok büyüktür. Mevcut teknolojiler bugün işlemlerin yüzde 60'ını elektrikli hale getirebilirken, 2035 yılına kadar teknolojideki gelişmelerle bu potansiyelin yüzde 90'a çıkması umut edilmektedir. Kapitalist üretim ilişkileri sanayide elektrifikasyonun artışını getiriyor olsa da bunun tüm dünyaya yayılması eşitsizlikler gösterecek ve eşzamanlı olmayacaktır. Oysa bugün komünist dünya toplumunda yaşanıyor olsaydı, endüstride elektrifikasyon süratle ve tüm iktisadi dallarda dünya üzerine yayılmış bir ölçekte gerçekleştirilebilirdi. Bu elektrifikasyonun gerektirdiği elektrik enerjisi üretimi ise yenilenebilir enerji kaynakları yanı sıra nükleer santrallerden sağlanırdı. Böylelikle atmosfere salınan CO2 miktarında bu yolla da bir azalma oluşturulurdu.

Rüzgâr ve güneş enerjisi iklim krizini çözebilir mi ve yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle dünyanın enerji ihtiyacı karşılanabilir mi?

2023 yılında dünya enerji tüketimi 183,23 terawatt-saat düzeyinde bulunmaktadır. Bunun güneş, rüzgâr ve diğer yenilenebilir kaynaklardan oluşan kısmı yüzde 8,2 düzeyindedir. Hidroelektrik enerjisi de eklendiğinde tüm yenilenebilir enerjilerin enerji tüketiminde 14,6’lık bir payı oluşturduğu görülmektedir.

Dünya enerji tüketimi

2011 yılında hakemli bir dergi olan Energy Policy, Stanford Üniversitesi'nden Mark Z. Jacobson ve Mark A. Delucchi'nin enerji tedarik karışımını değiştirme ve "tüm küresel enerjiyi rüzgâr, su ve güneş enerjisiyle sağlama" hakkında iki makalesini yayınlamıştır. Makaleler, güvenli ve temiz seçenekler olan rüzgâr, su ve güneş ışığından (RSG) elektrik gücü, ulaşım ve ısıtma/soğutma için dünya çapında enerji sağlamanın uygulanabilirliğini analiz etmiştir. Yazarlar 3.800.000 adet 5 MW rüzgâr türbini, 5350 adet 100 MW jeotermal enerji santrali ve 270 adet yeni 1300 MW hidroelektrik enerji santraline ihtiyaç duyulacağını tahmin etmiştir. Güneş enerjisi açısından, ek olarak 49.000 adet 300 MW yoğunlaştırılmış güneş santrali, 40.000 adet 300 MW güneş fotovoltaik santrali ve 1,7 milyar adet 3 kW çatı fotovoltaik sistemine ihtiyaç duyulacağını belirtmişlerdir. Üstelik bu kadar kapsamlı bir RSG altyapısı, dünya güç talebini yüzde 30 oranında azaltabilir görünmektedir. Yazarlar, 2030 yılına kadar tüm yeni enerjiyi RSG ile üretmeyi ve mevcut enerji tedarik düzenlemelerini 2050 yılına kadar değiştirmeyi savunmuştur. Yenilenebilir enerji planını uygulamadaki engellerin temel olarak sosyal ve politik olduğunu, teknolojik veya ekonomik olmadığını savunmuşlardır. Böyle bir RSG sistemiyle enerji maliyetlerinin, günümüzün enerji maliyetlerine benzer olması gerektiğini belirtmişlerdir.

Öte yandan Haziran 2017'de yirmi bir araştırmacı, Jacobson'ın başka bir makalesini reddeden, onu modelleme hataları yapmakla ve geçersiz modelleme araçları kullanmakla suçlayan bir makale yayınlamıştır.

RSG’ten oluşan bir dünya enerji sistemine geçişin önünde fosil yakıtlardan kâr elde eden kapitalist tekellerin ve kapitalist devletlerin politik tercihlerinin olduğu açıktır. Fakat hidroelektrik enerjisinin düşük karbonlu bir kaynak olsa da bazı rezervuarlarda üretilen elektrik birimi başına sera gazı emisyonlarının yaşam döngüsü boyunca fosil tesislerden daha yüksek olabilmesi (rezervuar oluşturmak için bir alan sular altında kaldığında bitki örtüsünün ve diğer organik maddelerin çürümesinden metan ve CO2 açığa çıkmaktadır), kuraklıkların hidroelektrik santrallerinin elektrik üretim kapasitelerini azaltması, dünya akarsularının debisinin düzeyi ve elverişli sahaların hidroelektrik santraller için zaten kullanılmakta oluşu, küresel hidroelektrik santrali filosunun neredeyse %40'ının (476GW) en az 40 yaşında (ortalama yaş 33) olması nedeniyle performanslarını korumak veya geliştirmek, esnekliklerini artırmak için büyük modernizasyon ve yenileme çalışmalarını gerektirmeleri, güneş ve rüzgâr enerjisi için ise depolamada gerekli olan lityum ve kobalt gibi madenlerin dünya rezervlerinin sınırlı oluşu gibi nesnel/teknik engeller de bulunmaktadır. Örneğin Dünya Bankası'na göre 2°C'nin altındaki iklim senaryosu, 2050 yılına kadar 3 milyar ton metal ve mineral gerektirmektedir. Bunun anlamı, çinko, molibden, gümüş, nikel, bakır gibi maden kaynaklarının arzının yüzde 500'e kadar artırılmasıdır. 2018 tarihli bir çalışma, küresel enerji sisteminin 2060 yılına kadar rüzgâr ve güneş enerjisine geçişi için metal gereksinimlerini analiz etmiş, şu anda kullanılan pil teknolojileri ve bilinen rezervlerle geçiş için kobalt ve lityum rezervlerinin yetersiz olduğunu bulmuştur.

Yine aynı nedenlerle iklim krizinin tek başına RSG enerjisini artan oranlarda kullanmakla çözülemeyeceğini düşünmekteyiz. Fakat nükleer enerjinin artan oranda kullanımıyla desteklendiği takdirde, yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması ve enerji tüketimindeki payının artırılmasıyla sorun çözülebilir görünmektedir. Atmosfer sıcaklığının sanayi öncesi döneme göre 1,5/2°C’lik artışın altında kalması için izlenebilecek en makul ve bilimsel strateji, tüm yenilenebilir enerji kaynaklarının yanı sıra nükleer enerjinin de artan oranda kullanımıyla, fosil yakıtların kullanımında hızlı ve belirgin azalmaların sağlanmasıdır.

Elbette nükleer enerjinin yakıtı olan Dünya Uranyum rezervleri sınırlıdır. Fakat Uranyum, kayalarda ve deniz suyunda bulunan nispeten yaygın bir metaldir. Dünyadaki bilinen Uranyum kaynakları, son on yılda artan maden arama faaliyetleri nedeniyle en az dörtte bir oranında artmıştır. Dünya'nın şu an ölçülen uranyum kaynakları yaklaşık 6,1 milyon tondur. Buna Uranyumun ikincil kaynakları ve konvansiyonel olmayan kaynaklar da eklenmelidir. Dünyada 10,5 milyon ton keşfedilmemiş Uranyum rezervi olduğu düşünülmektedir. Günümüz tüketim hızıyla yaklaşık 230 yıllık bir tedariğin sağlanabileceği tahmin edilmektedir. Üstelik daha fazla keşifle ve çıkarma teknolojisindeki iyileştirmelerle bu süre daha da uzayabilir. Öte yandan günümüzde nükleer reaktörler için tedarik edilen tek yakıt Uranyum olsa da Toryum özel reaktörlerde yakıt olarak kullanılabilir ve Dünya Toryum rezervlerinin toplamda yaklaşık 6 milyon ton olduğu tahmin edilmektedir.

Nükleer enerjinin kullanımına karşı öne sürülen tezlerin çürütülmesi

İklim değişikliğini çözmenin bir yolu olarak dünyadaki fosil yakıtlı enerji santrallerinin yüzde 100'ünün nükleer reaktörlerle değiştirilmesini öneren az sayıda bilim insanı olsa da birçok bilim insanı nükleer enerjinin sadece elektrik değil dünyanın tüm enerji ihtiyacının yüzde 20'sini karşılayacak şekilde büyümesini önermektedir.

i. Bir nükleer enerji santralinin inşası ortalama 6-8 yıl sürmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, her yıl yaklaşık 7,1 milyon insan hava kirliliğinden ölmektedir ve bu ölümlerin yüzde 90'ından fazlası enerjiyle ilgili yakıt yanmalarından kaynaklanmaktadır. Yenilenebilir enerjilerin kullanımına ek olarak nükleer enerjinin artan oranda kullanımı için bugünden çalışmalar başlatılsa, çok değil birkaç yıl sonra hava kirliliğinden ölenlerin sayısında belirgin bir düşüş oluşturulabilir. Rüzgâr ve güneş enerjisi çiftlikleri, planlama aşamasından işletmeye geçene kadar ortalama olarak 2-5 yıllık sürelerde inşa edilmektedir. Çatı üstü güneş enerjisi projeleri ise sadece 6 aylık bir zamanda uygulanabilirdir. Dolayısıyla hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine karşı gelmek için bu yenilenebilir enerji türleri de kullanılmalıdır.

Kapitalist dünyada bir nükleer reaktörün planlanması ve işletilmesi arasındaki gecikme, bir sahanın belirlenmesi, saha izninin alınması, arazinin satın alınması veya kiralanması, inşaat izninin alınması, inşaat için finansman ve sigorta sağlanması, iletimin kurulması, bir güç satın alma anlaşmasının müzakere edilmesi, izinlerin alınması, santralin inşa edilmesi, iletime bağlanması ve nihai işletme lisansının alınmasının uzun sürmesi nedeniyle oluşmaktadır. Böylelikle nükleer santrallerin faaliyete geçmesi için gereken süre en az 10 yılı bulmaktadır. Kapitalist dünyada yapımı şirketlere bırakılan ve bürokratik mekanizmalarla faaliyete geçmesi bir hayli uzayan nükleer enerji santralleri, sosyalist bir toplumda kamu eliyle en fazla 10 yılı bulacak bir sürede rahatlıkla faaliyete geçirilebilir. Ancak günümüzde bile nükleer santrallerin faaliyete geçmesi uzun zaman alıyor diye, nükleer enerjiye karşı çıkmanın hiçbir inandırıcılığı yoktur.

ii. Nükleer santrallere karşı çıkanlar maliyetli olduğunu da öne sürüyorlar. Gerçekten nükleer enerji, rüzgâr ve güneş enerjisine göre kabaca 4 kat yüksek bir maliyete sahiptir. Sosyalistlerin ve ekoloji hareketinin nükleer enerjinin maliyetinin yüksek olmasını dert edinmeleri tuhaftır, çünkü bu durum işletme patronlarının bir sorunudur. Pratikteki duruma bakacak olursak, Almanya'da elektriğin KDV dahil fiyatı 0,30€/kWh iken, Fransa'da elektriğin KDV dahil fiyatı 0,17€/kWh’tir. Eş deyişle Almanya’ya göre elektriğinin yüzde 70’ten fazlasını nükleer enerjiden sağlayan Fransa’da elektik tüketimde yüzde 56,7 oranında daha ucuzdur. Fransız kapitalistler Avrupa ortalamasından yüzde 25 daha düşük fiyata elektrik satmaktadır.

iii. Reaktörü olmayan bir kapitalist ülkede enerji için bir nükleer reaktör inşa edilmesi, ülkenin nükleer enerji tesisinde kullanılmak üzere Uranyum ithal etmesine ya da elindekileri kullanılmasına olanak tanır. Eğer bu ülke isterse Uranyumu gizlice zenginleştirerek silah kalitesinde Uranyum elde edebilir ve nükleer silahlarda kullanmak üzere Uranyum yakıt çubuklarından Plütonyum oluşturabilir. Böyle bir risk var diye günümüzde nükleer enerjiye karşı çıkılmalı mıdır?..  Üstelik Küçük Modüler Reaktörlerin (SMR) inşa edilmesi ve yaygınlaştırılması bu riski daha da arttırabilir. Burada sorun teknolojinin kapitalist toplumsal ilişkiler/kapitalistler/kapitalist devletler tarafından insanlığın zararına olacak şekilde kullanmasındadır. Nükleer enerji teknolojisine, kapitalist devletlerin bu teknolojiyi insanlığın hilafına da kullanması nedeniyle karşı çıkmak rasyonel ve gerçekçi değildir. Pekâlâ kapitalist devletlere karşı farklı ülkelerdeki emekçiler, “nükleer silahlara hayır, nükleer enerjiye evet” diyebilir.

iv. Bugüne kadar inşa edilen tüm nükleer enerji santrallerinin yüzde 1,5'i bir dereceye kadar erimiştir. Erimeler ya felaketle sonuçlanmış (1986'da Çernobil, Ukrayna; 2011'de Fukushima Dai-ichi, Japonya'daki üç reaktör) ya da zarar verici olmuştur (1979'da Üç Mil adası; 1980'de Saint-Laurent Fransa). Bu kazalardan sonra daha güvenli yeni reaktör tasarımları geliştirilmiştir. Yeniden bir felaketin oluşmayacağı konusunda garantinin olmaması, nükleer enerjiden vazgeçiş için bir neden olmamalıdır. Burada durum, uçak seferlerinin çok düşük kaza olma olasılığı nedeniyle tümüyle yapılmamasına karar verildiğindeki duruma benzerdir. Bu düşük olasılık yüzünden nükleer enerjiye karşı çıkmak rasyonel değildir.

v. Uranyum madenciliği çok sayıda madencide akciğer kanserine neden olmaktadır, çünkü Uranyum madenleri, bazı bozunma ürünleri kanserojen olan doğal Radon gazı içermektedir. 1950 ve 2000 yılları arasında 4.000 Uranyum madencisi üzerinde yapılan bir çalışmada 405'inin (yüzde 10) akciğer kanserinden öldüğü tespit edilmiştir ki bu oran sadece sigara içme oranlarına göre beklenen oranın altı katıdır. Diğer 61 kişi ise madencilikle ilgili akciğer hastalıklarından ölmüştür. Temiz, yenilenebilir enerji bu riske sahip değildir çünkü herhangi bir malzemenin sürekli olarak çıkarılmasını gerektirmez, sadece enerji jeneratörlerini üretmek için tek seferlik madencilik gerektirir ve burada madencilik, Uranyum madenciliği ile aynı akciğer kanseri riskini taşımaz. Peki örneğin kömür madenciliğinin yol açtığı akciğer hastalıklarıyla karşılaştırma yapılırsa, durum nedir?.. Yayınlanan literatürde, sadece Çin ve Hindistan'da 20 milyondan fazla işçinin işyerinde kömür tozuna maruz kaldığı bildirilmektedir. 2019 yılında dünyada, kömür işçisi pnömokonyozu (siyah akciğer hastalığı) vaka sayısı yüz binde 7153’tür ve en yüksek vaka sayısı Çin’de (4974/ yüz bin) görülmüştür. Doğu Asya'daki vaka sayısı yüz binde 5224 olup, bu sayı küresel vakaların yüzde 73,03'ünü oluşturmaktadır. Öte yandan kapitalist tekellerin takla atan köpek robotları ve insan biçimli robotları yerine madencilikte çalıştırılacak makineler ve robotların kullanılmasına çoktan geçilmesi gerekirdi. Fakat teknolojik gelişmelerin kapitalist dünyada insan odaklı olmadığı bilinmektedir. Komünist dünya toplumunda ağır ve tehlikeli işlerin makinelere ve robotlara yaptırılacağı ise açıktır. Özetle Uranyum madenciliğinde mesleki hastalık riski var diye, nükleer enerjiye karşı çıkmak akıl kârı değildir. Bu ve diğer madencilik türlerindeki meslek hastalığı riski alınacak önlemlerle ve teknolojinin insan yararına kullanımıyla önlenebilir durumdadır.

vi. Nükleer santrallerde tüketilen yakıt çubukları radyoaktif atık oluşturur. Yakıt çubuklarının çoğu, onları tüketen reaktörle aynı yerde depolanmaktadır. Bu durum, birçok kapitalist ülkede, yüzyıllar boyunca bakımı ve finansmanı yapılması gereken yüzlerce radyoaktif atık sahasının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu radyoaktif atıklardan su kaynaklarına, ekinlere, hayvanlara ve insanlara zarar verebilecek radyoaktif sızıntı oluşması riski sanılanın aksine yoktur.

Tipik bir büyük reaktör (1 GWe) yılda yaklaşık 25-30 ton kullanılmış yakıt üretmektedir. Dünya çapında reaktörlerden yaklaşık 400.000 ton kullanılmış yakıt boşaltılmıştır ve bunların yaklaşık üçte biri yeniden işlenmiştir. 2016 yılı itibariyle dünya genelinde, çoğunluğu reaktör sahalarında olmak üzere, geçici depolamada yaklaşık 260.000 ton kullanılmış nükleer yakıt olduğu tahmin edilmektedir. Dünyadaki kullanılmış yakıtın yaklaşık yüzde 70'i depolama havuzlarında, geri kalanı ise kuru kasa adı verilen beton ve çelik konteynerlerde bulunmaktadır.

Finlandiya’nın gösterdiği bir radyoaktif atık bertaraf etme yolu geleceğe ışık tutmaktadır. Finlandiya’da, yeraltında 450 metre derinde bulunan Onkalo adındaki özel olarak tasarlanmış depolarda, yüz binlerce yıl boyunca sağlanan jeolojik bertarafın kullanılmış nükleer yakıtlara dönük en uygulanabilir yaklaşım olduğu yönünde bilimsel fikir birliği bulunmaktadır. Nükleer atıkların etrafında üçlü bariyer oluşturmak için, önce atıkların demir ve bakır katmanları olan kutulara konulması, ardından kutuların bentonite (su emici bir kil) sarılması ve son olarak yeraltındaki kayanın derinliklerindeki tünellere gömülmesi bu mühendislik çözümünün kapsamında yer almaktadır. 2022'de İsveç’te de bir jeolojik bertaraf tesisi inşasına başlanması kararı alınmıştır. Radyoaktif atıkların uzun vadeli güvenli yönetimi için önerilen tek fikir bu değildir. Örneğin Norveç’te, atıkların teneke kutular içinde, ince sondajlarla 3.500 m derine indirileceği derin sondaj kuyusu bertarafı düşünülmektedir.

Nükleer enerjinin olumlu yanları ve bazı gerçekler

Nükleer enerjinin olumlu yanlarını özet olarak sıralamak istiyoruz:

  • Nükleer enerji, dünya genelinde her yıl 400 milyon otomobilin üretimine eşdeğer olan 2 milyar ton CO2 salınımını engellemektedir.
  • Nükleer enerji, elektrik talebindeki değişimlere uyum sağlayabilen kontrol edilebilir bir sisteme sahiptir. Böylece elektrik sağlaması istikrarlıdır ve süreklilik gösterir.
  • Nükleer santrallerin işletilmesi sırasında nükleer enerji, elektrik enerjisi üretiminin en ucuz kaynaklarından biridir.
  • Güneş ve rüzgâr enerjileri doğası gereği kesintili olduğundan ve ayrıca dünya nüfusunun mevcut ve gelecekteki enerji ihtiyacını tek başlarına karşılayamayacağından, hidroelektrik ve nükleer enerjiyle birlikte kullanılmalıdır. Üstelik kapitalist dünyada yaklaşık 1 milyar insanın elektrikten mahrum olduğu hesaba katıldığında, komünizmin bu insanlara elektrik götürme hedefinin karşılanması için de tüm CO2 salınımı az enerji türlerinin kullanımında belirgin artışın olması gerekmektedir.
  • Nükleer santrallerde kullanılmış yakıtın yüzde 96'sının geri dönüştürülebilmesi mümkündür.
  • 100 gram Uranyum, bir ton petrole eşdeğer enerji üretmektedir.
  • Fosil yakıtların aksine nükleer enerji, atmosfere hiçbir kirletici parçacık, nitrojen dioksit, kükürt dioksit, nitrat veya fosfat yaymaz. Nükleer santrallerin soğutma kulelerinden yalnızca su buharı çıkar. Radyoaktif bir madde de bu kulelerden salınmaz.

Teknolojiye mi karşı olunmalı yoksa onun kapitalist kullanım biçimine mi?

Marksistler 1960-1970’lerdeki hippilerin nükleer karşıtlığını benimsemeye teşne olmadan, bilimsel analizler sonucu ulaşılan sağlam ilkelere göre gelecek projeksiyonlarına ve bugünden dillendirilen enerji politikalarına sahip olmalıdır.

“Bir teknolojiyi değerlendirebilmek için, öncelikle içine doğduğu ve geliştiği ekonomik ve politik bağlamın değerlendirilmesi gerekir.” Nükleer enerjinin kapitalist dünyada kullanımı insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük değildir. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması bir yan sonuç olarak gerçekleşmektedir. Diğer enerji türlerinin kullanımında olduğu gibi nükleer enerjinin de kapitalist kullanımında esas düstur yeryüzünün kaynaklarını sermayenin birikimi için maksimum düzeyde kullanmak ve kâr elde etmektir. Nükleer enerji söz konusu olduğunda buna nükleer silahlanma eklenir.

“Teknolojiye sosyalist yaklaşımın özünü şu soru oluşturur: bu teknoloji insanları daha eşit kılmaya mı, yoksa insanlar arasındaki eşitsizlikleri artırmaya mı hizmet ediyor? Bir teknolojinin insanları daha eşit kılmaya hizmet edebilmesi için, herkesin erişebilmesinin garanti altına alınması şarttır.” Günümüz kapitalist dünya sisteminde nükleer enerji ve yenilenebilir enerjilerle üretilen elektriğe ulaşımda eşitsizlikler bulunmaktadır. Üstelik bu teknolojiler sınıfsal eşitsizliğin yeniden üretimine yarar şekilde iktisadi üretim süreçlerindeki yerini almış bulunmaktadır. Fakat aynı zamanda bu teknolojiler komünist dünya toplumu için potansiyel bir olanağın var olduğunu göstermekte, kapitalizmin çözemeyeceği iklim krizi ve enerji yoksulluğu gibi konularda çözüm bulunması için de yeni bir dünyaya geçişin zorunlu olduğunu müjdelemektedir.

Yapay zekâ (YZ)’nin özellikle eğitim aşaması enerji yoğun bir süreçtir. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), 2026 yılında veri merkezlerinin elektrik tüketiminin 2022 yılının iki katına çıkacağını öngörmektedir ki bu düzey 1.000 terawatt’tır, yani kabaca Japonya'nın şu anki toplam elektrik tüketimine eşittir. YZ’nin müşterilere ulaştırılmasının maliyeti de hesaba katıldığında, veri merkezlerinin 2030 yılına kadar toplam küresel enerji talebinin yüzde 21'ini oluşturabileceği düşünülmektedir. Halihazırda veri merkezlerinin genel küresel enerji talebinin yüzde 1-2'sini oluşturduğu bilinmektedir.

YZ güç tüketimi

YZ kullanımı, yenilenemeyen elektrikten kaynaklanan karbon emisyonlarından ve milyonlarca metreküp tatlı su tüketiminden doğrudan sorumludur ve ayrıca YZ’nin çalıştığı enerji tüketen ekipmanların üretiminden ve bakımından kaynaklanan dolaylı etkiler de mevcuttur. Teknoloji şirketleri özgeçmiş yazımından böbrek nakline, köpek maması seçiminden iklim modellemesine kadar her şeye yüksek yoğunluklu YZ’yi yerleştirmeye çalışırken, yapay zekanın insanlığın çevresel ayak izini azaltmaya yardımcı olabileceği birçok yoldan da bahsetmektedir. YZ iklim modellerini iyileştirebilir, dijital teknoloji üretmenin daha verimli yollarını bulabilir, ulaşımdaki atıkları azaltabilir ve başka yollardan karbon ve su kullanımını azaltabilir. Örneğin bir tahmine göre YZ tarafından işletilen akıllı evler, hanelerin CO₂ tüketimini yüzde 40'a kadar azaltabilir. Yakın tarihli bir Google projesi, atmosferik verileri hızlı bir şekilde işleyen bir yapay zekanın, havayolu pilotlarını en az iz bırakacak uçuş yollarına yönlendirebileceğini ortaya koymuştur. Ayrıca yazılım ve donanımlarının enerji kullanım verimliliğindeki gelişmeler sayesinde YZ’nin karbon ayak izinin kısa süre içinde plato çizeceğini ve ardından küçülmeye başlayacağını düşünenler bulunmaktadır. Öte yandan, bir kaynağı daha az maliyetli hale getirmek bazen uzun vadede tüketimini artırır (Jevons paradoksu). Örneğin YZ sayesinde ev ısıtması yüzde 40 daha verimli hale gelirse, insanların evlerini günün daha uzun saatleri boyunca daha sıcak tutabilmeleri de mümkündür.

2022 yılında Google'ın veri merkezlerinin soğutma için yaklaşık 20 milyar litre tatlı su tükettiği belirtilmektedir. Google'ın veri merkezleri 2022 yılında 2021 yılına kıyasla yüzde 20 daha fazla su kullanmış, Microsoft'un su kullanımı ise aynı dönemde yüzde 34 artmıştır. Nitekim Şili ve Uruguay'da, içme suyu sağlayan rezervuarlardan faydalanacak olan Google veri merkezlerine karşı protestolar yaşanmıştır.

“Teknolojik gelişmelere, sermaye ile emek arasındaki ilişkiye etkileri üzerinden bakılmalıdır. Teknoloji statükoyu pekiştirmeye mi, yoksa değiştirmeye mi hizmet ediyor? Kapitalist düzende teknoloji, sermayenin getirisini artırırken, aynı zamanda emeği güçsüzleştirmeyi amaçlar.” Yapay zekâ (YZ)’nin ve robotların üretim süreçlerinde ve hayattaki kullanımı, biryandan sermaye birikimi, savaş teknikleri ve emekçiler üzerindeki denetim için yeni imkanlar oluştururken, diğer yandan bu teknolojiler çalışma saatlerinin belirgin azaltılmasının, insanların günlük uğraşlarını çeşitlendirerek çok yönlü gelişmelerini olanaklı duruma getirmelerinin, yüksek yaşam ve çalışma standartlarının eşit bir şekilde tüm insanlığa sunulacağı komünist toplumun görüş menziline girdiğini kanıtlamaktadır. Bu teknolojik gelişmelerin sermayenin hizmetinde kullanımından farklı ve ona zıt olarak gelecekteki kullanımı, toplumsal refahın artmasını ve bütün insan bireylerinin esenliğini sağlamaya uygun durumda bulunmaktadır. Öyleyse bugünkü kapitalist kullanım biçimlerine karşı çıkılırken, bu teknolojik gelişmelerin komünist toplumdaki kullanımının farklı olacağı bilinciyle teknolojideki gelişmelerin sevinçle karşılanması ve gelecekte insanlık yararına kullanılacaktır inancıyla benimsenmesi gerekmektedir.

Kapitalist dünyada üzerinde toplumsal organizasyonların kontrolü bulunmayan ve kamu yararına kullanılmayan teknolojiler devrededir. Kapitalist toplumda kamu yararı daha önce belirttiğimiz gibi bir yan-üründür ve bu konu istismara açıktır. Oysa geleceğin toplumunda teknolojilerin kullanımı kamu yararına olacak, teknolojik gelişmelere ilişkin politikalar belirlenirken toplumsal organizasyonların söz ve karar alma yeterlilikleri bulunacaktır. Bilim insanları bu politikalar belirlenirken ilkelerin saptanmasında ve doğrultu belirlemede toplumu yönlendireceklerdir.

Bu noktada bilimsel-teknolojik ilerlemelere dair sosyalist tavrın nasıl olması gerektiğini başka bir örnekle daha somutlamak yararlı olacaktır. Bu sefer örneğimiz GDO’lar. Genetiği değiştirilmiş tohumların, tekeller tarafından kendi adlarına patentlenmesi kabul edilemez. Canlıların/doğanın patentlenmesine, aklı başında olan hiç kimse onay veremez. Fakat kapitalizmin karakteristik özelliği, budur; canlılar ve doğa üzerinde bile özel mülkiyet hakkının olduğu iddia edilmektedir. İnsanlığın ortak mirası olan tarımsal faaliyetlerin, kapitalist tekellerin egemenliğine girmesi sorgulanmalıdır. Ancak bu yapılırken, GDO’ların kendileriyle ya da biyoteknolojiyle herhangi bir derdimiz olmamalıdır. GDO’lar insanların sağlığına zararlı değildir. Bu nedenle geleceğin dünyasında tüm insanlar yararına, besin bolluğu elde etmek için GDO’ları kullanmaktan imtina edilmemelidir.

Bir ihtimal daha var mı: karbon yakalama, kullanma ve depolama (KYKD) ile karbon giderme (KG)

Günümüzde küresel emisyonların yaklaşık yüzde 0,1'i (yaklaşık 45 milyon metrik ton CO2) yakalanmaktadır. Bu teknoloji, CO2’yi enerji santralleri veya endüstriyel tesislerden çıkan diğer gazlardan ayırmakta, emisyon kaynaklarından çıkan CO2'yi azaltmaktadır. Böylece CO2 atmosfere karışmadan önce yakalanmış olmaktadır.

Karbon giderme (KG) ise, atmosferde halihazırda bulunan CO2'yi uzaklaştırır. Karbon giderme, ağaç restorasyonu gibi bilinen yöntemlerden, doğrudan hava yakalama (DHY) ve karbon mineralizasyonu gibi daha yeni teknolojik yaklaşımlara kadar bir dizi yaklaşımı içerir. KYKD ile KG CO2'nin nerede toplandığı konusunda farklılık gösterse de hem KYKD hem de bazı KG türleri, yakalanan CO2'nin bir yerde tutulmasını gerektirir.

Emisyon kaynaklarından ya da havadan yakalanan CO2, yeraltında belirli jeolojik oluşumlara pompalanarak kalıcı olarak tutulabilir ya da betondan kimyasallara ve sentetik yakıtlara kadar çeşitli ürünlerde kullanılabilir. Eğer ürünlerde kullanılıyorsa, tutma süresi ürüne bağlıdır: Örneğin, CO2 sentetik yakıt üretmek için kullanılırsa, yakıt yandığında yeniden salınırken, betonda kullanılan CO2 kalıcı olarak tutulacaktır.

Karbon yakalama ve karbon giderme

KYKD’nin kullanılabileceği ana iktisadi dallar enerji ve sanayidir. KYKD, fosil yakıtların üretiminde ve kullanımında keskin bir düşüşle birlikte uygulanmalıdır. Dünya çapında yaklaşık 40 adet çalışan KYKD projesi varken, yaklaşık 25'i yapım aşamasında ve 300'den fazlası da planlama aşamasında bulunmaktadır. Faal olan projeler yılda 42 ila 49 milyon metrik ton CO2 yakalamaktadır (Mt CO2/yıl). Geliştirilmekte olan tüm projeler tamamlanmış olsaydı, toplam KYKD kapasitesi yaklaşık 360 Mt CO2/yıl olacaktı ki bu da günümüz küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 0,7'sine denk gelmektedir.

Dünya ölçeğinde tüm sektörlerdeki toplam sera gazı emisyonları yaklaşık 59 Gt CO2e'dir ve küresel ısınmayı 1,5 ⁰C ile sınırlandırmak için 2030 yılına kadar kabaca yarıya indirilmesi gerekmektedir. Oysa fosil yakıtlara uygulanan KYKD, CO2 emisyonlarını 2030 yılına kadar ortalama 1 Gt CO2 azaltacaktır. 2050 yılına gelindiğinde azaltma katkısı medyan değer olarak 2 ila 3 Gt CO2'dir. Bu, 2050 yılına kadar net sıfıra ulaşmak için gereken azaltımın kabaca yüzde 6'sının KYKD'den gelebileceği anlamına gelmektedir.

Her bir KYKD sistemi, yüksek ön maliyetlere (genellikle 1 milyar dolardan fazla) sahip olduğundan, kapitalist dünyada uygulanabilirliği zordur. Ayrıca günümüzün karbon yakalama sistemleri emisyonların yüzde 100'ünü yakalayamamaktadır. Çoğu yüzde 90'ını yakalamak üzere tasarlanmıştır, ancak bildirilen yakalama oranları bazı durumlarda daha düşüktür. Yakalama sistemine güç sağlamak için ek enerji de gereklidir (uygulamaya bağlı olarak yüzde 13-44 daha fazla). Uygun jeolojik depolama alanlarına erişim için CO2 nakliyesi de gerekebilmektedir. CO2'nin taşınması ve jeolojik olarak depolanması ise CO2 sızıntısı riskini barındırmaktadır.

KYKD teknolojisi, emisyon yoğun tesislerin neden olduğu olumsuz sağlık ve çevresel etkilerin devam ettirilmesi riskini de taşımaktadır. Son araştırmalar karbon yakalama sistemlerinin zararlı kirleticileri azaltabileceğini (ancak ortadan kaldıramayacağını) ve CO2 yakalamanın yanı sıra CO2 dışı kirleticileri azaltmaya yardımcı olabileceğini göstermekteyse de bu durum fosil yakıtların kullanımının azaltılarak yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanımın hızla artırılmasının önüne geçmemelidir. KYKD, fosil yakıtların kullanımının hızlıca azaltılması sürecinden kaçınmayı getirmemelidir.

Şimdi karbon gidermenin (KG) bir yolu olan doğrudan hava yakalama (DHY)’ye bakabiliriz. CO2’nin havadaki düşük konsantrasyonu göz önüne alındığında, tek bir metrik ton CO2'nin havadan uzaklaştırılması için yaklaşık 1,8 milyon metreküp havanın işlenmesi gerekir ki bu da kabaca 720 olimpik yüzme havuzunun hacmine eşittir. Örneğin, yılda 1 milyon ton CO2 yakalamak için yakın zamanda önerilen bir tasarım, yaklaşık üç kat yüksekliğinde ve üç mil uzunluğunda bir yapıya eşdeğer boyutta bir “hava kontaktörü” gerektirecektir. DHY’nin gigaton ölçeğinde kullanılma olasılığının “oldukça belirsiz” olduğu belirtilmektedir.

Havadaki düşük CO2 konsantrasyonu ve CO2'yi yakalamak için büyük miktarlarda havayı hareket ettirme ihtiyacı göz önüne alındığında, ayrıca yakalanan CO2'in nakliye ve depolama için sıkıştırılmasına gidecek enerji de hesaba katıldığında, uzaklaştırılan her bir ton CO2 için en az 1,2 megawatt-saat elektriğe eşdeğer bir enerji gerekmektedir. Tamamen elektrikli DHY'nin büyük ölçekte kullanılması (örneğin yılda 10 gigaton CO2'nin uzaklaştırılması) 12.000 terawatt-saat elektrik gerektirecektir ki bu da bugünkü toplam küresel elektrik üretiminin yüzde 40'ından fazlasına tekabül etmektedir. DHY tesislerinin enerji ihtiyacının bazı endüstriyel süreçler veya tesisler tarafından üretilen “atık ısıdan” elde edebilmesinin gerçekleşmesi ise mümkün değildir. DHY teknolojisinin mevcut gelişmişlik durumuyla iklim değişikliğinden Dünya’mızı ve insanlığı kurtaracak bir kahramanlık beklenmemelidir.

Ormanların restorasyonu ve ağaçlandırma

Ormanlar, temiz suyun yanı sıra bitki ve hayvanlar için habitat oluşturmaya kadar bir dizi fayda sağlar. Geçtiğimiz 8.000 yıl içinde insanların çoğunlukla tarıma yer açmak için yarısını yok ettiği gezegenimizin ormanları karaların toplam yüzeyinin yaklaşık yüzde 30'unu kaplamaktadır. Ormanların 2000 yılından bu yana her yıl ortalama 2 milyar metrik ton karbonu atmosferden uzaklaştırdığı tahmin edilmektedir. Amazon yağmur ormanlarındaki ağaçlar 48 milyar ton karbon tutmaktadır. Orman ve arazilerin bozulması yaklaşık 2 milyar hektar alanı etkilemekte ve yaklaşık 3,2 milyar insanın geçim kaynaklarını, refahını, gıda, su ve enerji güvenliğini tehdit etmektedir. Her yıl 13 milyon hektar orman yok olmaktadır. 2030 yılına kadar 350 milyon hektarlık bir alanı yeniden tesis etme hedefine ulaşması halinde, yılda 1,7 gigaton CO2’nin tutulmasının mümkün olduğu belirtilmektedir. Şimdiye kadar taahhüt edilen restorasyon alanı 210,12 milyon hektardır.

Ormanlar, karalar ile atmosfer arasındaki enerji alışverişi üzerindeki etkileri ve fotosentez yoluyla büyük miktarlarda CO2 emilimi yaparak küresel yüzey sıcaklıkları üzerinde önemli bir etkiye sahip olduklarından iklim değişikliğini hafifletebilirler. Yerel iklim koşulları, ağaç türleri ve yaşları gibi faktörler ormanların karbon tutma oranlarını etkilemektedir. Ormanların büyümesi ve tam karbon tutma potansiyeline ulaşması zaman alır. Buna ek olarak, karbon tutma kapasiteleri sınırlıdır ve yıllar geçtikçe azalan bir eğilim gösterir. Ayrıca, gıda üretimi için gereken arazilere duyulan ihtiyaç, ağaçlandırma/yeniden ormanlaştırma olanaklarını sınırlayabilmektedir. İklim değişikliğine bağlı olarak değişen sıcaklık ve yağış modellerinin yanı sıra aşırı hava olayları, orman yangınları, haşere salgınları ve hastalık yayılımı orman ekosistemlerinde karbon depolanmasını tehlikeye atmaktadır.

Bozulmuş ormanların restore edilmesi ve yeni ormanların oluşturulması için stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Dünya çapında ormanların doğal yollarla yenilenmesi, 2050 yılına kadarki sürede bitkilerde ve toprakta 70 milyar ton karbonu tutabilir; bu miktar, mevcut endüstriyel emisyonların yaklaşık yedi yılına eşittir. Doğal yenilenmenin özenli ağaçlandırma (örneğin Çin’de büyük ölçekli ağaçlandırma projelerinin olumsuz sonuçları oldu) ve yeniden ormanlaştırma ile birleştirilmesi iklim değişikliği ile mücadelede önemlidir.

Özet: Enerji ve iklim manifestosu

  • Kapitalist dünyanın toplumsal ilişkileri, Sanayi Devrimi’nden buyana çok hızlı bir biçimde geliştirdiği üretici güçlerin daha fazla ilerlemesi için artık bir ayak bağı haline gelmiştir. Bu toplumsal ilişkiler kontrol edemediği toplumsal çelişkiler ve doğa üzerinde krizler yaratmıştır. Konumuz açısından bunlardan bazıları enerji yoksulluğu ile birlikte enerji kaynaklarının savurgan kullanımı (örneğin silah, sigorta, karayolu taşımacılığı, kripto para madenciliği, moda ve reklam sektörlerinin varlığı), iklim krizi ve diğer çevresel sorunlardır. Bu çelişki, kriz ve sorunların çözümü kapitalist dünyada olanaklı değildir. Fakat bunlar, yeni bir Dünyaya geçiş anlamına gelen komünist dünya toplumunun bugünden habercileridir.
  • İklim krizine acil çözüm için ve gelecekte tükenecek fosil yakıtların yerine artan dünya nüfusuna ve gelişen teknolojiye yetecek enerjiyi karşılamada yenilenebilir enerji ile birlikte nükleer enerjinin yaygın ve artan oranlarda kullanımı gereklidir.
  • Fransızcadaki “la décroissance” ya da İtalyancadaki “la decrescita” sözcükleri, bir sel felaketinden sonra nehrin normal akışına dönmesini ifade etmektedir. İşte burada olduğu gibi, “degrowth” (küçülme) kavramı da tarihsel akışta kapitalizm adındaki taşkınlıktan sonra normal bir debiye kavuşmayı anlatmaktadır. Komünizmde büyüme-karşıtı (anti-growth) ya da küçülme (degrowth) yanlısı bir üretim sistemi yerine, öncelikle kapitalizmin mirası olan toplumun gereksiz ve aşırı üretim-tüketim uzanımları olmayacak, merkezi planlamayla kaynakların ve enerjinin kullanımında büyük tasarruflar sağlanacaktır.
  • Komünist toplumda üretim süreçlerinde elektrifikasyon maksimum sınırlarına kadar çıkarılacak, günlük yaşamda ve üretimde robotlar ile YZ’nin kullanımının yaygınlaşmasıyla oluşacak enerji gereksinimi nükleer ve yenilenebilir/sürdürülebilir enerjilerden sağlanacaktır.
  • Günümüzde kapitalist dünyada karbon yakalama ve karbon gidermenin iklim krizini çözmedeki rolü belirgin değildir. Karbon yakalamanın fosil yakıtların kullanımındaki azalmayla birlikte yaygınlaştırılması gerekmektedir.
  • Ağaçlandırma ve yeniden ormanlaştırma projelerinin dünya ölçeğinde planlanması ve uygulanmasında vakit yitirilmemelidir.
  • Gelecekte ve bugün, artan nüfusla birlikte iktisadi büyüme gerçekleştirilirken, bunun insanlığın gelişimi ve doğayla uyum açısından bir sorun oluşturmaması öncelikli olmalıdır.
  • Komünist dünya toplumunda diğer konularda olduğu gibi enerji üretimi ve kullanımı konusunda da planlamalar yapılırken, toplumsal organizasyonların, dolayısıyla her bir üreticinin fikir beyan ederek karar alma süreçlerine katılımı olacak, bilim insanlarının durum analizleri ve gelecek projeksiyonlarıyla, saptanacak politikalara yön vermesi söz konusu olacaktır.

Not: Bu makaledeki “enerji üretimi” kavramı, iktisadi üretimi anlatmakta olup, doğanın bir yasası olarak enerjinin “üretilemeyeceği”, ancak enerjinin bir türünün ve maddenin, (diğer) bir enerji türüne çevriminin yapıldığı açıktır.

Yararlanılan kaynaklar:

1. https://dste.py.gov.in/PCCC/pdf/Webinars/Web3.2.pdf 

2. https://www.linkedin.com/pulse/global-energy-consumption-2023-in-depth-analysis-eraj-ali-rm7ec 

3. https://www.energyinst.org/statistical-review

4. https://energytracker.asia/when-will-fossil-fuels-run-out/#:~:text=Provenyüzde 20oilyüzde 20reservesyüzde 20standyüzde 20at,yearsyüzde 20underyüzde 20currentyüzde 20demandyüzde 20scenarios.

5. https://www.virta.global/global-electric-vehicle-market

6. https://www.climate.gov/news-features/understanding-climate/climate-change-atmospheric-carbon-dioxide

7. https://world-nuclear.org/information-library/energy-and-the-environment/carbon-dioxide-emissions-from-electricity

8. https://ourworldindata.org/co2-emissions-from-transport

9.  https://www.statista.com/statistics/1129656/global-share-of-co2-emissions-from-fossil-fuel-and-cement/

10. https://www.raponline.org/knowledge-center/some-like-it-hot-moving-industrial-electrification-from-potential-to-practice/

11. https://www.sustainabilitybynumbers.com/p/nuclear-construction-time

12. https://www.oneearth.org/the-7-reasons-why-nuclear-energy-is-not-the-answer-to-solve-climate-change/

13. https://www.orano.group/en/unpacking-nuclear/7-good-reasons-for-turning-to-nuclear-power-to-combat-global-warming

14. https://publications.ersnet.org/content/erj/58/5/2101669

15. https://www.bbc.com/future/article/20230613-onkalo-has-finland-found-the-answer-to-spent-nuclear-fuel-waste-by-burying-it

16. Çanakkale Ekoloji Okulu Sonuç Metni

17. https://www.forbes.com/sites/rrapier/2024/06/22/breaking-records-2024-statistical-review-of-world-energy-highlights/

18.https://en.wikipedia.org/wiki/100yüzde 25_renewable_energy#:~:text=10yüzde 20Furtheryüzde 20reading-,Feasibility,wellyüzde 20beforeyüzde 202050yüzde 20isyüzde 20feasible.

19. https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2013/07/GDOlara-dair-Mahmut-Boyunegmez.html

20. https://world-nuclear.org/information-library/nuclear-fuel-cycle/uranium-resources/supply-of-uranium

21. https://www.scientificamerican.com/article/how-long-will-global-uranium-deposits-last/

22. https://climate.mit.edu/ask-mit/why-arent-we-looking-more-hydropower 

23. https://www.cnbc.com/2022/06/02/why-hydropower-is-the-worlds-most-overlooked-renewable.html

24. https://degrowth.info/degrowth

25. https://artigercek.com/arti-yazi/ekososyalist-kuculme-uzerine-dokuz-tez-315983h

26. https://marksist.net/can-aytekin/burjuvazinin-enerji-ihtiyaci-ve-gercekler

27. https://www.wri.org/insights/carbon-capture-technology

28. https://news.mit.edu/2024/reality-check-tech-to-remove-carbon-dioxide-from-air-1120  

29. https://openknowledge.fao.org/items/610806ac-a9e9-432a-99c0-9292a66d5157

30. https://www.bonnchallenge.org/

31. Psistaki K, Tsantopoulos G, Paschalidou AK. An Overview of the Role of Forests in Climate Change Mitigation. Sustainability. 2024; 16(14):6089. https://doi.org/10.3390/su16146089

32. https://climate.mit.edu/explainers/forests-and-climate-change

33. https://www.statista.com/statistics/1536969/ai-electricity-consumption-worldwide/#:~:text=In%202023%2C%20it%20was%20estimated,to%2018.7%20gigawatts%20in%202028.

34. https://www.integrityenergy.com/blog/the-shocking-truth-of-ai-energy-consumption/#:~:text=AI%20model%20development%20and%20use,five%20cars%20in%20their%20lifetimes.

35. https://mitsloan.mit.edu/ideas-made-to-matter/ai-has-high-data-center-energy-costs-there-are-solutions 

36. https://e360.yale.edu/features/artificial-intelligence-climate-energy-emissions#:~:text=The%20International%20Energy%20Agency%20(IEA,to%20Japan's%20current%20total%20consumption.&text=However%2C%20as%20an%20illustration%20of%20one%20problem%20with%20the%20way%20A.I

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...