Yazının bağlantı adresi: Asgari ücret sınıf mücadelesinin konusudur
Marksist Araştırmalar'da teorik incelemeler, pedagojik metinler ve eleştiri yazıları yer alır.
11 Aralık 2023 Pazartesi
29 Ekim 2023 Pazar
SSCB'DE META ÜRETİMİ VE DEĞER YASASI – JOSEF STALİN
SSCB’DE
SOSYALİZMİN EKONOMİK PROBLEMLERİ: META ÜRETİMİ VE DEĞER YASASI – JOSEF STALİN
Bazı yoldaşlar bilimin yasalarının, özellikle de sosyalizmde politik ekonominin yasalarının nesnel karakterini yadsıyorlar. Politik ekonominin yasalarının, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen süreçlerin yasalarını yansıttığını yadsıyorlar. Tarihin Sovyet devletine verdiği özel rol göz önüne alınarak, Sovyet devletinin, onun yöneticilerinin, politik ekonominin mevcut yasalarını ortadan kaldırabileceğini, yeni yasalar “koyabileceğini”, yeni yasalar “yaratabileceğini” düşünüyorlar.
Bu yoldaşlar temelden yanılıyor. Görüldüğü gibi bunlar, doğada veya toplumda, nesnel, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen süreçleri yansıtan bilimin yasalarıyla, insanların iradesine göre yaratılan ve yalnızca hukuki gücü bulunan, hükümetlerin çıkardığı yasaları birbirine karıştırıyorlar. Ama bunlar asla karıştırılmamalıdır.
Marksizm, bilimin yasalarını
doğa bilimleri yasaları mı yoksa politik ekonominin yasaları mı olduğu hiç fark
etmez, insan iradesinden bağımsız, nesnel olarak gerçekleşen, nesnel süreçlerin
yansıması olarak kavrar. İnsanlar bu yasaları keşfedebilir, onları tanıyabilir,
araştırabilir hareketlerinde onları dikkate alabilir, toplum yararına onları
kullanabilirler, ama bu yasaları değiştiremezler veya ortadan kaldıramazlar.
Bilimin yeni yasalarını koymaları veya yaratmaları ise hiç mümkün değildir. Bu
örneğin, doğa yasalarının etkilerinin, doğa güçlerinin etkilerinin hiç önüne
geçilemez olduğu, doğa güçlerinin yıkıcı etkilerinin her zaman ve her yerde,
insanların etkide bulunamayacakları amansız bir güçle ortaya çıktıkları
anlamına mı geliyor? Hayır, bu anlama gelmiyor. Gelişme yasalarını biliyor
olsalar da, insan gücünün gerçekten etkide bulunamadığı astronomik, jeolojik ve
diğer bazı benzer süreçler bir yana bırakıldığında, birçok başka durumda
insanın gücü buna yeter ve doğa süreçlerine etkide bulunma olanağına tümüyle
sahiptir. İnsanlar doğanın yasalarını kavradıklarında, onları göz önüne
aldıklarında ve onlara dayandıklarında, beceriyle kullandıklarında, bütün bu
örneklerde onların etkinlik alanını daraltacak, yıkıcı doğa güçlerine başka bir
yön verecek, yıkıcı doğa güçlerini toplumun hizmetine sokacak durumdadırlar.
Çok sayıdaki örneklerden
birini ele alalım. En eski çağlarda, büyük ırmakların su taşması, seller ve
bununla bağıntılı olarak yerleşim yerlerinin ve tarlaların tahribi, insanların
çaresiz kaldığı önüne geçilmez doğa felaketleri sayılıyordu. Ancak zamanla,
insanların bilgisinin gelişimiyle birlikte, insanlar baraj ve hidroelektrik
santralleri yapmayı öğrendiklerinde, eskiden önüne geçilmez gibi görünen sel
felaketlerinden toplumu korumanın mümkün olduğu görüldü. Daha da ötesi,
insanlar doğanın yıkıcı güçlerini dizginlemeyi, deyim yerindeyse ona gem
vurmayı, suyun gücünü toplumun hizmetine sokmayı ve onu tarlaların sulanması,
enerji kazanımı için kullanmayı öğrendiler.
Bu, insanların böylece, doğa
yasalarını, bilimin yasalarını ortadan kaldırdıkları, yeni doğa yasaları, yeni
bilim yasaları yarattıkları anlamına mı gelir? Hayır, bu anlama gelmez. Bütün
bu suyun yıkıcı gücünün etkilerinin önüne geçilmesi ve toplumun yararına
kullanılması sürecinin, bilim yasalarının herhangi bir biçimde çiğnenmesi,
değiştirilmesi veya geçersiz kılınması olmaksızın, yeni bilim yasaları
yaratılmaksızın gerçekleşmesi söz konusudur. Tersine, bütün bu işlem doğa
yasalarının, bilim yasalarının hassas temelinde gerçekleştirilir, çünkü doğa
yasalarına, ufak da olsa, her aykırılık, yalnızca her şeyin bozulmasına,
işlemin sonuçsuz kalmasına yol açar.
İster kapitalizm dönemi,
ister sosyalizm dönemi söz konusu olsun, aynı şey ekonomik gelişme yasaları,
politik ekonominin yasaları için de söylenebilir. Ekonomik gelişmenin yasaları,
aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi, ekonomik gelişmenin, insan iradesinden
bağımsız gerçekleşen süreçlerini yansıtan nesnel yasalardır. İnsanlar bu
yasaları keşfedebilir, onları anlayabilir ve onlara dayanarak onları toplum
yararına kullanabilir, bazı yasaların yıkıcı etkilerine başka bir yön
verebilir, etkinlik alanlarını sınırlayabilir, açığa çıkmaya çalışan başka
yasalara yol açabilir, ama onları feshedemezler veya yeni ekonomik yasalar
yaratamazlar.
Politik ekonominin
özelliklerinden biri, yasalarının, doğa bilimlerinin yasalarından farklı olarak
uzun süreli olmaması, bu yasaların en azından çoğunun, belirli bir tarihsel
dönem boyunca etkin olmaları, sonra yeni yasalara yer açmalarından ibarettir.
Ama bu yasalar ortadan kaldırılamaz, tersine yeni ekonomik koşullar sonucunda
güçlerini yitirirler ve insan iradesiyle yaratılmayan, tersine yeni ekonomik
koşullar temelinde oluşan yeni yasalara yer açmak için sahneden çekildiler.
Engels’in Anti Dühring’ine, insanların,
kapitalizmin ortadan kaldırılması ve üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasıyla, üretim araçları üzerinde egemenliğe ulaşacakları,
toplumsal ekonomik ilişkilerin boyunduruğundan kurtularak toplumsal
yaşamlarının “efendileri” haline gelecekleri formülüne dayanılıyor. Engels bu
özgürlüğü “gerekliliğin anlaşılması” olarak adlandırıyor. Ama bu “gerekliğin anlaşılması”
ne anlama gelebilir? Bu, insanların objektif yasaları (“gerekliliği”)
anladıktan sonra, bunları tamamen bilinçli olarak toplumun yararına
kullanacakları anlamına gelir. Tam da bu nedenden dolayı Engels aynı yerde:
“Şimdiye dek onlara yabancı,
onlara egemen doğa yasaları olarak duran kendi toplumsal edimlerinin yasası, o
zaman insanlar tarafından tam beceriyle ve böylece onlar üzerinde egemen
olunacaktır.” (Friedrich Engels, Bay
Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Edişi (AntiDühring), Dietz Verlag, Berlin
1954. s. 351)
Görüldüğü gibi, Engels’in
formülü, sosyalizmde mevcut ekonomik yasaların ortadan kaldırılabileceğini,
yenilerinin yaratılabileceğini düşünenleri asla haklı çıkarmamaktadır. Tersine
ekonomik yasaların feshini değil, onların anlaşılmasını ve beceriyle
kullanılmasını gerektirir.
Ekonomik yasaların, körü
körüne etkide bulunan doğa güçlerinin karakterine sahip olduğu, bu yasaların
etkilerinin önüne geçilmez olduğu, toplumun bunlar karşısında çaresiz olduğu
söyleniyor. Bu doğru değildir. Bu, yasaları fetiş haline getirmek, yasaların
kölesi haline gelmek demektir. Toplumun yasalar karşısında çaresiz olmadığı,
toplumun, eğer yasaları anlar ve onlara dayanırsa, yukarıda verilmiş olan büyük
ırmakların taşması örneğinde olduğu gibi, doğa güçlerine ve yasalarına ilişkin
olduğu gibi, bunların etkinlik alanlarını sınırlayacak, onları toplum yararına
kullanacak ve “onlara gem vuracak” durumda olduğu kanıtlanmıştır.
Sosyalizmin inşasında,
ekonomik gelişimin mevcut yasalarını feshetmeyi ve yenilerini “koymayı” sözüm
ona mümkün kılan Sovyet iktidarının özel rolüne dayanılıyor. Bu da doğru
değildir.
Sovyet iktidarının özel
rolü, iki durumla açıklanır, birincisi, Sovyet iktidarının, önceki devrimlerde
söz konusu olduğu gibi, sömürünün bir biçiminin yerine başkasını getirmek
değil, tersine her türlü sömürüyü ortadan kaldırmak zorunda olmasıyla;
ikincisi, ülkede sosyalist ekonominin hiçbir hazır nüvesi bulunmadığından,
yeni, sosyalist ekonomi biçimlerini deyim yerindeyse “yoktan” yaratmak zorunda
olmasıyla.
Bu kuşkusuz, benzeri
bulunmayan zor ve karmaşık bir görevdir. Bununla beraber Sovyet iktidarı, bu
görevi, onurla yerine getirdi. Ama bunu mevcut yasaları feshedip yenilerini
“koyduğu” için değil, yalnızca, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin
karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasasına dayandığı için yerine getirdi.
Ülkemizin üretici güçleri, özellikle sanayide, toplumsal karaktere sahipti,
buna karşılık mülkiyet biçimi özeldi, kapitalistti. Üretim ilişkileriyle
üretici güçlerin karakterinin mutlak uyumu ekonomik yasasına dayanarak, Sovyet
iktidarı, üretim araçlarını toplumsallaştırdı, tüm halkın mülkiyeti haline
getirdi, böylece sömürü sistemini ortadan kaldırdı ve sosyalist ekonomi
biçimleri yarattı. Eğer bu yasa olmasaydı ve Sovyet iktidarı ona dayanmasaydı,
o zaman görevini yerine getirecek durumda olmazdı.
Üretim ilişkilerinin üretici
güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasası, kapitalist ülkelerde uzun
süredir ortaya çıkmaya çalışıyor. Eğer hala ortaya çıkamadıysa ve hala yolu
açılmadıysa, bunun nedeni, toplumun hala yaşayan güçlerinin en güçlü direnişine
çarpmış olduğu içindir. Burada ekonomik yasaların başka bir özelliğiyle karşı
karşıyayız. Yeni bir yasanın keşfi ve kullanılmasının az çok sorunsuz
gerçekleştiği doğa bilimleri yasalarından farklı olarak ekonomik alanda,
toplumun hayatta kalan güçlerinin çıkarlarını etkileyen yeni bir yasanın keşfi
ve kullanımı, bu güçlerin en güçlü direnişine çarpar. Dolayısıyla, bu direnişin
üstesinden gelebilecek bir güç, toplumsal bir güç gereklidir. Bizim ülkemizde
böyle bir güç, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfıyla köylülüğün
ittifakında bulundu. Böyle bir güç, diğer kapitalist ülkelerde henüz
bulunmamıştır. Sovyet iktidarının toplumun eski güçlerini parçalamayı
başarmasının ve üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu
ekonomik yasasının yolunun bizde tümüyle açılmasının gizi burada yatar.
Ülkemiz ekonomisinin planlı
(orantılı) gelişiminin zorunluluğu Sovyet iktidarına, mevcut ekonomi yasalarını
ortadan kaldırma ve yenilerini yaratma olanağını sağladığı söyleniyor. Bu
tümüyle yanlıştır. Yıllık ve beş yıllık planlarımız ekonominin planlı, orantılı
gelişiminin nesnel ekonomik yasalarıyla karıştırılmamalıdır. Ekonomik gelişimin
planlı yasası, kapitalizmde rekabet ve üretim anarşisi yasasına denge olarak
ortaya çıktı. Rekabet ve üretim anarşisi yasası gücünü yitirdikten sonra,
üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde ortaya çıktı. Etkin
olabildi, çünkü sosyalist ekonomi yalnızca, ekonominin planlı gelişiminin
ekonomik yasası temelinde yürütülebilir. Bu, ekonominin planlı gelişimi
yasasının, bizim planlama organlarımıza, toplumsal üretimi doğru planlama
olanağı verdiği anlamına geliyor. Ama olanak, gerçeklikle karıştırılmamalıdır.
Bunlar iki ayrı şeydir. Bu olanağın gerçeklik olabilmesi için, bu ekonomik yasa
araştırılmak, ona egemen olunmak, öğrenilmek, tam bir uzmanlıkla kullanılmak,
bu yasanın gereklerini tamamen yansıtan planlar hazırlanmak zorundadır. Yıllık
ve beş yıllık planlarımızın, bu ekonomik yasanın gereklerini tam olarak
yansıttığı söylenemez.
Bizde, sosyalizmde etkin
olan bazı ekonomik yasaların, bunların arasında değer yasasının da, planlı
ekonomi temelinde “dönüştürülmüş”, hatta “kökten dönüştürülmüş” yasalar olduğu
söyleniyor. Bu da doğru değildir. Yasalar “dönüştürülemez”, hele “kökten” hiç
“dönüştürülemez”. Eğer yasalar dönüştürülebilseydi, o zaman ortadan
kaldırılabilirler ya da yerlerine başkaları konabilirdi. Yasaların
“dönüştürülmesi” tezi, yasaların “feshi” ve “düzenlenmesi” yanlış formülünün
bir kalıntısıdır. Ekonomik yasaların dönüşümü formülü bizde uzun süredir
kullanımda olmasına rağmen, hakikat için ondan vazgeçilmek zorunda
kalınacaktır. Şu ya da bu ekonomik yasanın etki alanı sınırlanabilir, yıkıcı
etkilerinin tabii eğer varsa önüne geçilebilir, ama bunlar “dönüştürülemez” ya
da “ortadan kaldırılamaz.”
Dolayısıyla, doğa güçlerinin
veya ekonomik güçlerin “yenilmesi”nden, onlar üzerinde “egemenlik”ten vs. söz
edildiğinde, insanların bilim yasalarını “ortadan kaldırılabileceği” veya
“düzenleyebileceği” asla söylenmek istenmiyor. Tersine, bununla yalnızca,
insanların yasaları keşfedecek, anlayacak, onlara egemen olacak ve tam
beceriyle kullanmayı öğrenecek, onlardan toplum yararına yararlanacak ve
böylece onlar üzerinde egemenlik kazanmak için basamak olarak kullanacak
durumda oldukları söylenmek isteniyor.
Böylece sosyalizmde politik
ekonominin yasaları, ekonomik yasalar bizim irademizden bağımsız gerçekleşen
süreçlerin yasalarını yansıtan nesnel yasalardır. Kim bu genel kuralı yadsırsa,
aslında bilimi yadsımış olur, ama kim bilimi yadsırsa, böylece her türlü öngörü
olanağını da yadsımış olur, dolayısıyla ekonomik yaşamı yönetme olanağını
yadsımış olur.
Burada söylenenlerin doğru
ve genelde bilinen şeyler olduğu, ama yeni bir şey içermediği ve dolayısıyla
genelde bilinen gerçeklerin tekrarına zaman harcamaya değmeyeceği söylenebilir.
Elbette, burada gerçekten yeni bir şey yok, ama bildiğimiz bazı gerçeklerin
tekrarı için zaman harcamanın değmediğini sanmak yanlış olur. Bize, yönetici
çekirdeğe her yıl, bize yardım etme isteğiyle yanıp tutuşan, kendini kanıtlama
isteğiyle yanıp tutuşan, ama yeterli bir Marksist eğitime sahip olmayan, bizim
çok iyi bildiğimiz gerçekleri tanımayan ve karanlıkta el yordamıyla ilerlemek
zorunda olan binlerce yeni genç kadrolar katılıyor. Bunlar Sovyet iktidarının
muazzam kazanımlarından çok etkilenmişler, Sovyet düzeninin olağanüstü
başarılarıyla başları dönmüş ve Sovyet iktidarının “her şeyi yapabileceğini”,
onun için “her şeyin kolay olduğunu”, onun, bilimin yasalarını ortadan kaldırıp
yasalar koyabileceğini sanmaya başlıyorlar. Bu yoldaşlara karşı tavrımız ne
olmalıdır? Bunlar Marksizm-Leninizm ruhuyla nasıl eğitilmelidir? Sözüm ona
“genelde bilinen” gerçeklerin sistematik tekrarının ve bunların sabırla
açıklanmasının, bu yoldaşların Marksist eğitiminin en iyi araçlarından biri
olduğunu düşünüyorum.
2.
Sosyalizmde Meta Üretimi Sorunu
Bazı yoldaşlar, Parti’nin
iktidarı ele geçirdikten ve ülkemizde üretim araçlarının ulusallaştırılmasından
sonra, meta üretimini korumakla yanlış yaptığını iddia ediyorlar. Parti’nin o
zaman hemen meta üretimini ortadan kaldırması gerektiği görüşündeler. Burada
Engels’e dayanıyorlar, Engels şöyle diyor:
“Üretim araçlarının toplumun
eline geçmesiyle birlikte, meta üretimi ve böylece ürünün üretici üzerinde egemenliği
ortadan kalkar.” (Bkz. Anti-Dühring)
(a.g.e., s.351)
Bu yoldaşlar bütünüyle
yanılıyor.
Engels’in formülünü
inceleyelim. Engels’in formülü tamamen açık ve eksiksiz olarak tanımlanamaz,
çünkü burada toplum tarafından tüm üretim araçlarına mı yoksa üretim
araçlarının yalnızca bir bölümüne mi el konulduğu, yani tüm üretim araçlarının
mı yoksa üretim araçlarının yalnızca bir bölümünün mü halkın mülkiyetine
geçtiği konusunda hiçbir ipucu yoktur. Yani Engels’in bu formülü öyle de
yorumlanabilir böyle de.
Anti-Dühring’in
başka bir yerinde Engels, “tüm üretim araçları”nın ele geçirilmesinden, “üretim
araçlarının bütününün” ele geçirilmesinden söz eder. Dolayısıyla Engels,
formülünde, üretim araçlarının yani yalnızca sanayide değil, bilakis tarımda da
üretim araçlarının genel halk mülkiyetine geçirilmesini göz önünde
bulunduruyordu.
Burada Engels’in ülkenin tüm
üretim araçlarını kamulaştırmak ve tüm halkın ortak mülkiyetine geçirmek için,
yalnızca sanayide değil, bilakis tarımda da kapitalizmin yeterince geliştiği ve
üretim yoğunlaşmasının yeterince ileri olduğu ülkeleri göz önünde bulundurduğu
sonucu çıkar. Dolayısıyla Engels, bu tür ülkelerde, tüm üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasıyla aynı zamanda meta üretiminin ortadan kaldırılabileceği
görüşündedir. Ve bu tabii ki doğrudur.
Geçen yüzyılın sonunda, Anti-Dühring yayınlanırken, bu türden
yalnızca bir ülke vardı; bu ülke, kapitalizmin gelişiminin ve üretimin
yoğunlaşmasının, gerek sanayide, gerekse de tarımda, proletaryanın iktidarı ele
geçirmesi durumunda, ülkede tüm üretim araçlarını genel halk mülkiyetine
geçirmenin ve meta üretimini ortadan kaldırmanın mümkün olacağı bir dereceye
ulaşmış olan İngiltere’ydi.
İngiliz ekonomisindeki dev
payıyla dış ticaretin İngiltere için hangi öneme sahip olduğu sorusuna burada
değinmiyorum. Ben bu soruna ilişkin, İngiltere’de proletaryanın iktidarı ele
geçirmesi ve tüm üretim araçlarının ulusallaştırılmasından sonra meta
üretiminin kaderi sorununun araştırılmasının ardından karar verilebileceğini
düşünüyorum.
Ayrıca yalnızca geçen
yüzyılın sonunda değil, aynı zamanda bugün de henüz hiçbir ülke, İngiltere’de
gözlemlediğimiz gibi kapitalizmin gelişmesinin ve tarımda üretimin
yoğunlaşmasının bu aşamasına ulaşmamıştır. Başka ülkelere gelince, oralarda,
köyde kapitalizmin gelişimi bir yana, hala sayısal olarak bir hayli çok küçük
ve orta mülk sahibi üretici vardır, iktidarın proletarya tarafından ele
geçirilmesi durumunda bunların kaderi hakkında karar alınmak zorundadır.
Ama şimdi şu sorun ortaya
çıkıyor: Eğer şu ya da bu ülkede, bunlar arasında bizim ülkemizde de, iktidarın
proletarya tarafından ele geçirilmesi ve kapitalizmin yıkılması için uygun
koşullar mevcutsa, eğer kapitalizm sanayide üretim araçlarını kamulaştırabilecekleri
ve toplumun mülkiyetine geçirecekleri ölçüde yoğunlaştırdıysa, ama kapitalizmin
gelişimine rağmen tarım hala çok sayıda küçük ve orta mülk sahibi üreticiler
olarak bölünmüşse, bu üreticilerin kamulaştırılması mümkün değilse, proletarya
ve onun partisi nasıl davranmalıdır?
Bu soruya Engels’in formülü
yanıt vermiyor. Ayrıca başka bir soru temelinde, tüm üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasından sonra meta üretiminin kaderinin ne olması gerektiği
sorusu temelinde ortaya çıktığı için, bu soruyu yanıtlaması da gerekmiyor.
Fakat eğer tüm üretim
araçlarının değil de, üretim araçlarının yalnızca bir bölümü toplumsallaştırılabilecek
durumdaysa ve eğer iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin koşulları
mevcutsa ne olmalıdır; proletarya iktidarı almalı mıdır ve bunun hemen
sonrasında meta üretimi ortadan kaldırılmalı mıdır?
Tabii, bu koşullar altında
iktidarı almaktan vazgeçmek ve kapitalizm milyonlarca küçük ve orta üreticiyi
mahvetmeyi, onları tarım işçilerine dönüştürmeyi ve tarımda üretim araçlarını
yoğunlaştırmayı başarana dek beklemek gerektiğini ve ancak ondan sonra
iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve tüm üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasını düşünen bazı sahte Marksistlerin anlayışı yanıt olarak
tanımlanamaz. Eğer tamamen rezil olmak istemiyorlarsa, Marksistlerin böyle bir
“çözüm”ü kabul edemeyecekleri açıktır.
İktidarın alınması ve köyde
küçük ve orta üreticilerin kamulaştırılmasına ve bunların üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasına adım atma gerektiğini düşünen diğer sahte Marksistlerin
anlayışı da yanıt olarak değerlendirilemez. Bu saçma ve canice yola da adım
atamazlar, çünkü böyle bir yol, proleter devrimin zaferinin her türlü olanağını
yok edecek, köylülüğü uzun süre için proletaryanın düşmanlarının kampına
itecektir.
Bu soruya yanıtı Lenin,
“Ayni Vergi” üzerine çalışmalarında ve ünlü “Kooperatif planı”nda verdi.
Lenin’in yanıtı, kısaca
söylendiğinde, şu anlama geliyor:
a) İktidarı ele geçirmek
için elverişli koşulların geçip gitmesine izin verilmemelidir, proletarya,
sayıları milyonlarca olan küçük ve orta bireysel üreticileri kapitalizmin
mahvedeceği anı beklemeksizin iktidarı ele geçirmelidir;
b) Sanayide üretim araçları
kamulaştırılmalı ve genel halk mülkiyetine geçirilmelidir;
c) Küçük ve orta bireysel
üreticilere gelince, bunlar yavaş yavaş üretim kooperatiflerinde, yani büyük
tarımsal işletmelerde, kolektif iktisatlarda birleştirilmelidirler;
d) Sanayi her biçimde
geliştirilmeli ve kolektif iktisatlar için, büyük üretimin modern bir teknik
temeli yaratılmalıdır, bu arada bunlar kamulaştırılamayacak, tersine daha büyük
ölçüde birinci sınıf traktör ve diğer makinelerle beslenecektir;
e) Kent ile kırın, sanayi
ile tarımın ekonomik birliği için, köylülerin kentle ekonomik bağının kabul
edilebilir tek biçimi olarak meta üretimi (satın alma ve satma yoluyla değiş tokuş)
belirli bir süre için korunmalıdır ve Sovyet ticareti, devlet ve kooperatif kolektif
iktisadi ticareti her biçimde geliştirilmelidir, bu arada tüm kapitalistler
meta dolaşımından atılmalıdır.
Sosyalist inşamızın tarihi,
Lenin tarafından gösterilen bu gelişme yolunun kendisini tümüyle kanıtladığını
gösteriyor.
Az çok kalabalık bir küçük
ve orta üreticiler sınıfının bulunduğu tüm kapitalist ülkeler için bu gelişme
yolunun, sosyalizmin zaferi için, tek olası ve amaca uygun yol olduğundan hiç
kuşku yoktur.
Meta üretiminin yine de her
koşul altında kapitalizme yol açmak zorunda olduğu ve mutlaka yol açtığı
söyleniyor. Bu doğru değildir. Her zaman ve her koşul altında bu böyle
değildir! Meta üretimi kapitalist üretimle eşitlenmemelidir. Bunlar iki ayrı
şeydir. Kapitalist üretim, meta üretiminin en üst biçimidir. Meta üretimi
yalnızca, eğer üretim araçlarının özel mülkiyeti mevcutsa, eğer işgücü,
kapitalistin satın alabileceği ve üretim sürecinde sömürebileceği meta olarak
pazara çıkarsa, eğer dolayısıyla ülkede ücretli işçilerin kapitalistler
tarafından sömürüsü sistemi varsa, bu durumda kapitalizme yol açar. Kapitalist
üretim, üretim araçlarının özel ellerde yoğunlaştığı ve üretim araçlarından
zorla mahrum bırakılan işçiler işgüçlerini meta olarak satmaya zorlandıkları
yerde başlar. Bu olmaksızın kapitalist üretim yoktur.
Ama eğer meta üretimini
kapitalist üretime dönüştüren bu koşullar mevcut değilse, eğer üretim araçları
artık özel değil, tersine sosyalist mülkiyetteyse, eğer ücretli işçi sistemi
yoksa ve işgücü artık meta değilse, eğer sömürü sistemi çoktan ortadan
kaldırılmışsa o zaman durum nedir? O zaman meta üretiminin yine de kapitalizme
yol açtığı varsayılabilir mi? Hayır bu varsayılamaz. Bizim toplumumuz, üretim
araçlarında özel mülkiyetin, ücretli iş sisteminin ve sömürü sisteminin artık
çoktan beri var olmadığı tam da böyle bir toplumdur.
Meta üretimi, kendi kendine
yeterli, onu çevreleyen ekonomik koşullardan bağımsız bir şey olarak
değerlendirilmemelidir. Meta üretimi, kapitalist üretimden daha eskidir. Köleci
düzende vardı ve ona hizmet etti, ancak kapitalizme yol açmadı. Feodalizmde
vardı ve ona hizmet etti, ancak, kapitalist üretim için belirli önkoşullar
yaratmış olmasına rağmen, kapitalizme yol açmadı. Meta üretiminin, neden
kapitalizme yol açmaksızın belirli bir dönem için sosyalist toplumumuza da
hizmet edemeyeceği sorusu, meta üretiminin bizde kapitalist koşullar altında
olduğu gibi sınırsız ve kapsayıcı bir yaygınlığa sahip olmaması, üretim
araçlarının toplumsal mülkiyeti, ücretli iş sisteminin ortadan kaldırılması,
sömürü sisteminin ortadan kaldırılması gibi belirleyici ekonomik koşullar
sayesinde ona, kesin sınırlar çekildiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda,
kendini dayatıyor?
Ülkemizde üretim araçları
üzerindeki toplumsal mülkiyetin egemenliğinin kurulmasından, ücretli emek ve
sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasından sonra, meta üretiminin ortadan
kaldırılması gerektiği söyleniyor.
Bu da doğru değildir. Şu
anda bizde sosyalist üretimin iki temel biçimi mevcuttur: devlete, tüm halka
ait olan üretim ve tüm halka ait olarak tanımlanamayacak kolektif çiftlik
üretimi. Devlet işletmelerinde üretim araçları ve üretimin ürünleri genel halk
mülkiyetindedir. Buna karşılık kolektif çiftlik işletmelerinde, üretim araçları
(toprak, makineler) yine devlete ait olmasına rağmen, kolektif çiftliklerde
gerek kendilerine ait emek, gerekse de kendilerine ait tohumluk tahıl söz konusu
olduğundan, onlara süresiz kullanım için devredilmiş toprak üzerinde, ne satma,
ne de satın alma, ne kiralama ne de hacze verme yetkileri olmamasına rağmen,
fiilen kendi mülkiyetleriymiş gibi tasarruf sahibi olduklarından, üretim
ürünleri tek tek kolektif çiftliklerin mülkiyetindedir.
Bu durum devletin, yalnızca
devlet işletmelerinin ürünleri üzerinde tasarruf sahibi olabilmesine yol açar,
buna karşılık kolektif çiftlik ürünleri üzerinde, yalnızca kolektif çiftlikler,
kendi mülkleri olarak tasarruf hakkına sahiptir. Ama kolektif çiftlikler
ürünlerini, gereksindikleri ve elde etmek istedikleri mallarla değiş tokuşu dışında
başka bir biçimde elden çıkarmak istemiyorlar. Kentle meta ilişkileri dışında,
satın alma ve satma dolayısıyla değiş tokuş dışında başka ekonomik bağlar şu
anda kolektif çiftlikler için kabul edilebilir değildir. Bu nedenle bizde şu
anda meta üretimi ve meta dolaşımı, örneğin otuz yıl önce, Lenin’in meta
dolaşımının çok yönlü geliştirilmesi zorunluluğunu ilan ettiğinde olduğu gibi
bir zorunluluktur.
İki temel üretim sektörünün,
devlet ve kolektif çiftlik sektörünün yerine, ülkenin tüm tüketim malları
üzerinde tasarruf hakkıyla genel kapsayıcı bir üretim sektörü geçtiğinde, o
zaman tabii ki, “para ekonomisi” ile birlikte meta dolaşımı, ekonominin
gereksiz bir unsuru olarak ortadan kalkacaktır. Ama bu söz konusu olmadığı
sürece, iki temel üretim sektörü varlığını sürdürdüğü sürece, meta üretimi ve
meta dolaşımı, ekonomimizin sisteminde gerekli ve çok yararlı unsurlar olarak
kalacaktır. Bütünlüklü, birleşik bir sektörün hangi biçimde yaratılabileceği,
kolektif çiftlik sektörünün devlet sektörü tarafından kolayca yutulması yoluyla
mı - bu pek olası değildir (çünkü bu, kolektif çiftliklerin kamulaştırılması
olarak algılanacaktır)- ya da tüm halkın (devlet sanayisinin ve kolektif
çiftliklerin temsil edildiği) bütünlüklü ekonomik organının önce ülkenin tüm
tüketim mallarının toparlanması ve zamanla, diyelim ki, ürün değiş tokuşu
yoluyla ürünlerin dağılımı hakkına sahip olarak örgütlenmesi yoluyla mı olacağı
ayrı ayrı ele alınmayı gerektiren özel bir sorundur.
Dolayısıyla bizim meta
üretimimiz alışılmış bir meta üretimi değil, tersine özel türde bir meta
üretimi, esas olarak birleşik sosyalist üreticilerin (devlet, kolektif
iktisatlar ve kooperatifler) metalarıyla uğraşan, etkinlik alanı kişisel
gereksinim maddeleriyle sınırlı olan, asla kapitalist üretim haline
gelemeyeceği açık, “para ekonomisi” ile birlikte sosyalist üretimin
gelişmesine, pekişmesine hizmet eden kapitalistsiz bir meta üretimidir.
Bu yüzden, sosyalist toplum
üretimin meta biçimini ortadan kaldırmadığı için, bizde sözüm ona kapitalizme
özgü tüm ekonomik kategorilerin, meta olarak işgücünün, artık değerin,
sermayenin, sermaye kârının, ortalama kâr oranının vs. yeniden kurulmak zorunda
olduğunu açıklayan yoldaşlar bütünüyle haksız durumdadır. Bu yoldaşlar, meta
üretimini kapitalist üretimle karıştırıyorlar ve eğer meta üretimi varsa,
kapitalist üretimin de olması gerektiğini varsayıyorlar. Bizim meta
üretimimizin, kapitalizmdeki meta üretiminden temelde ayrıldığını
kavramıyorlar.
Daha da ötesi, Marx’ın,
kapitalizmin analiziyle uğraştığı ve yapay olarak bizim sosyalist ilişkilerimizle
ilişkilendirilen, Kapital’inden
alınmış başka bazı kavramların da örneğin “gerekli” emek ve “artık” emek,
“gerekli” ürün ve “artık” ürün, “gerekli” çalışma zamanı ve “artık” çalışma
zamanı gibi kavramların bir kenara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Marx,
işçi sınıfının sömürüsünün kaynağını, artık değeri ortaya çıkarmak ve üretim
araçları elinden zorla alınmış olan işçi sınıfına, kapitalizmin devrilmesi için
düşünsel silahı vermek amacıyla kapitalizmi tahlil etti. Burada Marx’ın,
kapitalist ilişkilere tümüyle uyan kavramlar (kategoriler) kullandığı açıktır.
Ama iktidarın ve üretim araçlarının işçi sınıfının elinden yalnızca zorla
alınmadığı değil, tersine, iktidarın onun elinde olduğu ve üretim araçlarına
sahip bulunduğu günümüzde bu kavramlarla hareket etmek tuhaftan da öte bir
şeydir. Şimdi, bizim düzenimizde, meta olarak işgücü, işçilerin “parayla
çalıştırılması” sözcükleri oldukça saçma duyuluyor; sanki üretim araçlarına
sahip olan işçi sınıfı, kendi kendisini ücretle çalıştırıyormuş ve işgücünü
kendi kendisine satıyormuş gibi. Şimdi “gerekli” çalışma ve “artık” çalışmadan
söz etmek de aynı şekilde tuhaftır; sanki bizim koşullarımız altında işçinin,
toplum için sarf edilen ve üretimin artırılması, eğitimin geliştirilmesi,
sağlığın korunması, savunmanın örgütlenmesi vs’ye yönelik çalışması, bugün
iktidarda bulunan işçi sınıfı için, işçinin ve ailesinin kişisel gereksiniminin
karşılanması için harcanan emek kadar gerekli değilmiş gibi.
Marx’ın, artık kapitalizmi
değil, başka şeylerin yanı sıra komünist toplumun ilk safhasını araştırdığı Gotha Programının Eleştirisi adlı
eserinde, toplum için sarf edilen ve üretimin artırılmasına, eğitime, sağlığın
korunmasına, idari masraflara, rezervlerin oluşturulmasına vs. yönelik emeği,
işçi sınıfının tüketim gereksiniminin karşılanması için harcanan emek kadar
gerekli gördüğü belirtilmelidir.
Ekonomi bilimcilerimizin,
eski kavramlarla sosyalist ülkemizde yeni hal ve durum arasındaki bu uygunsuzluğu
ortadan kaldırmak ve eski kavramların yerine yeni, yeni duruma uygun olanları
koymak zorunda olduklarını düşünüyorum.
Bu uygunsuzluğa belirli bir
süre göz yumabildik, ama şimdi bunu kesin olarak ortadan kaldırmak zorunda
olduğumuz zaman geldi.
3.
Sosyalizmde Değer Yasası Sorunu
Bazen şu soru soruluyor:
Bizde, sosyalist düzenimizde değer yasası var mıdır ve etkin midir?
Evet, vardır ve etkindir.
Metanın ve meta üretiminin olduğu yerde, değer yasası da olmak zorundadır.
Bizde değer yasasının etkinlik
alanı öncelikle meta dolaşımını, satın alma ve satma dolayısıyla meta değiş tokuşunu,
temel olarak kişisel gereksinim mallarını kapsar. Burada, bu alanda değer
yasası, tabii belli sınırlar içinde, bir düzenleyici rolünü üstlenir.
Ama değer yasasının etkileri
yalnızca meta dolaşımı alanıyla sınırlı değildir. Üretimi de kapsar. Ne var ki,
değer yasasının sosyalist üretimimizde düzenleyici rolü yoktur; ama yine de
üretime etkide bulunur ve üretimin yönetiminde bu gözden uzak tutulmamalıdır.
Şöyle ki: Üretim sürecinde işgücü sarfının karşılanması için gerekli olan
tüketim malları, bizde değer yasasının etkisine tabii olan metalar olarak
üretilmekte ve satılmaktadır. İşte tam da burada değer yasasının üretim
üzerindeki etkisi kendisini göstermektedir. Bununla bağıntılı olarak
işletmelerimizde, ekonomik muhasebe ve verimlilik, maliyet, fiyatlar ve benzeri
şeyler aktüel öneme sahiptir. Bu yüzden işletmelerimiz değer yasasını göz ardı
edemezler ve etmemeliler.
Bu iyi midir? Kötü değildir.
Mevcut koşullarımızda bu gerçekten kötü değildir, çünkü bu durum
ekonomistlerimizi rasyonel işletme yönetimi doğrultusunda eğitiyor ve onları
disipline teşvik ediyor. Bu durum, ekonomistlerimize, üretim boyutlarını
hesaplamayı, tam olarak hesaplamayı ve uydurulmuş. “tahmini veriler” üzerine
gevezeliklerle uğraşmak yerine, üretimde gerçek şeyleri de bütünüyle hesaba
katmayı öğrettiği için kötü değildir. Bu durum ekonomistlerimize, üretimde
saklı olan rezervleri aramayı, bulmayı ve ayakları altında çiğnemek yerine
onlardan yararlanmayı öğrettiği için kötü değildir. Bu durum ekonomistlerimize,
üretim metotlarını sistematik olarak düzeltmeyi, üretimin maliyetini düşürmeyi,
ekonomik muhasebeyi gerçekleştirmeyi ve işletmelerin verimliliğini sağlamayı
öğrettiği için kötü değildir. Bu, ekonomik kadrolarımızın gelişimini şu anki
gelişme aşamasında sosyalist üretimin gerçek yöneticileri haline gelmelerini
hızlandıran iyi, pratik bir okuldur.
Kötü olan, değer yasasının
üretimimizde etkili olması değildir, kötü olan, az sayıda istisna hariç, ekonomistlerimizin
ve planlamacılarımızın, değer yasasının etkilerini pek tanımamaları, bunları
incelememeleri ve bunları hesaplamalarında dikkate almayı bilmemeleridir. Fiyat
politikası sorununda bizde hala egemen olan karışıklık da bununla
açıklanabilir. Çok sayıda örnekten yalnızca biri: Bir süre önce, pamuk ile
tahıl fiyatları arasındaki oranı pamuk ekimi yararına düzenleme, pamuk
çiftçilerine satılan tahıl fiyatlarını daha titiz saptama ve devlete teslim
edilen pamuk için fiyatları yükseltme kararı alındı. Bununla bağıntılı olarak
ekonomistlerimiz ve planlamacılarımız, MK üyelerini yalnızca şaşkınlığa
düşürebilecek bir öneri sundular; bu öneriye göre bir ton tahıl için bir ton
pamukla aynı fiyat öneriliyordu, bu arada bir ton tahıl fiyatı, bir ton pişirilmiş
ekmek fiyatıyla eşitleniyordu. MK üyelerinin, bir ton pişirilmiş ekmek
fiyatının, unu öğütme ve pişirme için ek masraflar göz önüne alındığında, bir
ton tahıl fiyatından yüksek olması gerektiği, pamuğun ise genelde tahıldan çok
pahalı olduğu, bunu pamuğun ve tahılın dünya piyasa fiyatları da kanıtlıyor uyarısı
üzerine, öneriyi kaleme alanlar akla uygun hiçbir şey söyleyemediler. Bunun
sonucunda MK meseleyi ele almak, tahıl fiyatlarını indirmek ve pamuk
fiyatlarını yükseltmek zorunda kaldı. Bu yoldaşların önerisi yasa gücü kazanmış
olsaydı ne olurdu? Pamuk köylülerini mahvetmiş olurduk ve pamuksuz kalırdık.
Ancak bütün bunlar, değer
yasasının etkilerinin bizde kapitalizmdeki aynı hareket serbestliğine sahip
olduğu, değer yasasının bizde üretimin düzenleyicisi olduğu anlamına mı
geliyor? Hayır, bu anlama gelmiyor. Gerçekte değer yasasının ekonomik
düzenimizde etkinlik alanı kesinlikle sınırlıdır, bu etkinlik alanlarına bariyerler
konmuştur. Bizim düzenimizde meta üretiminin etkinlik alanının sınırlanmış
olduğu ve bariyerler konduğu daha önce söylendi. Aynı şey değer yasasının
etkinlik alanı üzerine de söylenmelidir. Kuşkusuz üretim araçlarında özel
mülkiyetin yokluğu ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması, gerek kentte
gerekse de kırda değer yasasının etkinlik alanını ve üretime etkisini
sınırlamak zorundadır.
Rekabet ve üretim anarşisi
yasasının yerini alan halk iktisadının planlı (orantılı) gelişme yasası, aynı
yönde etki göstermektedir.
Yıllık ve beş yıllık
planlarımız ve genel olarak, ekonominin planlı gelişimi yasasının gereklerine
dayanan tüm iktisadi politikamız aynı doğrultuda etkide bulunur.
Bütün bunlar bir arada ele
alındığında, değer yasasının etkinlik alanının bizde kesinlikle sınırlanmış
olduğu ve değer yasasının bizim düzenimizde üretimin düzenleyicisi rolünü
oynayamayacağı sonucu çıkar.
Sosyalist üretimimizin
kesintisiz ve gözü pek gelişimine rağmen, bizde değer yasasının fazla üretim
krizlerine yol açmaması “şaşırtıcı” gerçeği de bununla açıklanabilir, buna
karşılık, kapitalizmde geniş bir etkinlik alanına sahip olan aynı değer yasası,
kapitalist ülkelerde düşük büyüme hızı temposuna rağmen periyodik fazla üretim
krizlerine yol açıyor.
Değer yasasının, sürekli bir
yasa olduğu, tarihsel gelişimin tüm dönemleri için mutlak geçerliliğini
koruduğu, komünist toplumun ikinci safhası döneminde değiş tokuş ilişkilerinin
düzenleyicisi olarak gücünü yitirse de, gelişmenin bu safhasında üretimin
çeşitli dalları arasında ilişkinin düzenleyicisi olarak, üretim dalları
arasında emeğin dağılımının düzenleyicisi olarak yürürlükte kaldığı söyleniyor.
Bu tümüyle yanlıştır. Değer,
aynı değer yasası gibi, meta üretiminin varlığıyla bağıntılı bir tarihsel
kategoridir. Meta üretiminin ortadan kalkmasıyla, biçimleriyle birlikte değer
ve değer yasası da ortadan kalkar.
Komünist toplumun ikinci
safhasında, ürünün yapımı için harcanan emeğin miktarı meta üretiminde olduğu
gibi dolaylı olarak, değerin ve onun biçimlerinin aracılığıyla ölçülmez,
tersine doğrudan ve dolaysız ürünlerin yapımı için harcanan zaman miktarı, saat
miktarı ile ölçülür. Emeğin dağılımına gelince, emeğin üretim dalları arasında
dağılımı, bu dönemde gücünü yitirecek olan değer yasası tarafından değil,
toplumun ürün gereksiniminin artmasıyla ayarlanacaktır. Bu, üretimin toplumun
gereksinimleriyle ayarlanacağı ve toplumun gereksinimlerinin kavranmasının
planlama organları için birinci dereceden önem kazanacağı bir toplum olacaktır.
Mevcut ekonomik düzenimizde,
komünist toplumun gelişiminin ilk safhasında değer yasasının sözüm ona çeşitli
üretim dalları arasında emeğin dağılımının “orantılarını” ayarladığı iddiası da
tümüyle yanlıştır.
Eğer bu doğruysa, o zaman
bizde en kârlı olan hafif sanayinin neden var gücüyle geliştirilmediği,
çoğunlukla daha az kârlı ve şimdilik hiç kârlı olmayan ağır sanayiye göre ona
öncelik verilmediği anlaşılmaz.
Eğer bu doğruysa o zaman
ülkemizde, işçilerin emeğinin “gerekli sonucu” ortaya koyamadığı bir dizi,
şimdilik hala kârlı olmayan ağır sanayi işletmesinin neden kapatılmadığı ve
işçilerin emeğinin “daha büyük sonuç” ortaya koyabileceği, hafif sanayinin
kuşkusuz kârlı yeni işletmelerinin neden açılmadığı anlaşılmaz.
Eğer bu doğruysa, o zaman
bizde, işçilerin daha az kârlı ama ekonomi için çok gerekli işletmelerden,
sözüm ona üretim dalları arasında emeğin dağılımı “orantısını” ayarlayan değer
yasasıyla uyumlu halde daha kârlı işletmelere neden nakledilmedikleri
anlaşılmaz.
Bu yoldaşların izinden
gidersek, üretim araçlarının üretimi önceliğinden, tüketim maddelerinin üretimi
yararına uzaklaşmak zorunda kalacağımız açıktır. Fakat üretim araçları
önceliğinden kopmak ne anlama geliyor? Bu, kesintisiz gelişim olanağını
ekonomimizin elinden almak anlamına geliyor, çünkü üretim araçlarının üretimine
öncelik verilmeksizin, ekonominin kesintisiz gelişimini garantilemek
olanaksızdır.
Bu yoldaşlar, değer
yasasının yalnızca kapitalizmde, yalnızca üretim araçlarında özel mülkiyetin,
rekabetin, üretim anarşisi, fazla üretim krizlerinin varlığı koşullarında
üretim düzenleyicisi olabileceğini unutuyorlar. Bizde değer yasasının etkinlik
alanının, üretim araçlarında toplumsal mülkiyetin varlığı, ekonominin planlı
gelişimi yasasının etkisi dolayısıyla sınırlanmış olduğunu, dolayısıyla bu
yasanın gereklerinin yaklaşık bir yansıması olan yıllık ve beş yıllık
planlarımız dolayısıyla da sınırlandığını unutuyorlar.
Bazı yoldaşlar buradan,
ekonominin planlı gelişimi yasasının ve ekonominin planlanmasının, üretimin
verimliliği ilkesini ortadan kaldırdığı sonucunu çıkarıyorlar. Bu tümüyle
yanlıştır. Mesele tam tersinedir. Eğer verimlilik, tek tek işletmeler veya
üretim dalları açısından değerlendirilmez ve bir yıl gibi bir ölçü konmaz, tüm
ekonomi açısından değerlendirilir ve yaklaşık 10-15 yıllık bir ölçü konursa (sorunun
tek doğru konuş tarzı budur), o zaman tek tek işletmelerin veya üretim
dallarının geçici ve istikrarsız verimliliği, ekonominin planlı gelişim
yasasının ve ekonominin planlanmasının, bizi ekonomiyi sarsan ve topluma
muazzam maddi zarar veren periyodik ekonomik krizlerden koruyarak ve ekonominin
kesintisiz olağanüstü hızlı gelişimini garantileyerek, bize sağladıkları
güvenli ve sürekli verimliliğin yüksek biçimiyle hiç karşılaştırılamaz.
Kısaca söylendiğinde, mevcut
sosyalist üretim koşullarımız altında değer yasasının, çeşitli üretim dalları
arası emeğin dağılımında “orantı düzenleyicisi” olamayacağına hiç kuşku yoktur.
20 Ekim 2023 Cuma
Olasılıksal determinizm | Douglas Ross
Çevirmen:
Efe Niğdelioğlu
Kaynak: https://www.southampton.ac.uk/~doug/quantum_physics/determinism.pdf
Çevirmen
notu: Klasik fizikte bir parçacık için F=ma denklemi veya ona
denk olan Lagrange-Euler denklemi çözüldükten sonra parçacığın herhangi bir “t”
anı için konumunu veren bir pozisyon fonksiyonu bulunabilir (Başlangıç
koşullarını da bildiğimiz takdirde), böylelikle momentumu da tam olarak
bilinebilir. Kuantum mekaniğinde ise hareket denklemi Schrödinger denklemi
denilen, ikinci dereceden kısmi türevli bir diferansiyel denklemle verilir.
Belirli koşullar için bazı matematiksel prosedürler uygulanarak Schrödinger
denklemi çözülür ve parçacığın dalga fonksiyonu bulunur. Dalga olmanın bir
özelliği olarak devreye matematiksel bir eşitsizlik olan belirsizlik prensibi
girer (Heisenberg bu prensibi kuantum sistemler için uyarlasa da, sanılanın
aksine bu prensip kuantum mekaniğinden çıkmış bir prensip değildir). Bu durum,
parçacığın konumu ve momentumunun başlangıç koşulları hakkındaki bilgimizi
sınırlar. Gene de kuantum sistemlerin bazı bilgilerine ulaşabiliriz. Örneğin
tek boyutta, olasılık yoğunluğu diye adlandırılan, aşağıdaki fonskiyon bulunur.
|Ψ (x,t)|2= Ψ*(x,t)
Ψ(x,t)=p(x,t)
Bu fonksiyona uygulanan bazı
matematiksel prosedürler sonrasında, ölçüm yapıldıktan sonra parçacığın belirli
bir aralıktaki konumu olasılıksal olarak bilinebilir. Bu prosedür momentum-uzay
fonksiyonuna da uygulanarak, parçacığın ölçüm sonrasındaki momentumu da gene
olasılıksal olarak bilinebilir. Metnin yazarı Douglas Ross bu olasılıksal
bilmenin hakkında tartışıyor ve olasılıksal determinizmden bahsediyor. Douglas
Ross fizik formasyonlu birisidir ve asıl çalıştığı alan fiziktir bu yüzden
metindeki felsefi kavramlaştırmayı titizlikle yapıp, yapmadığından emin
değilim. Douglas Ross muhtemelen farklı determinizm türleri arasından nedensel
determinizmi kastediyor.
Olasılıksal
determinizm | Douglas Ross
Klasik fiziğin aksine,
kuantum fiziğinin deterministik olmadığı sıklıkla ifade edilir. Bu ifade tam
olarak doğru değildir, ancak neyin belirlenebileceğini ve neyin
belirlenemeyeceğini dikkatlice tanımlamamız gerekir. Bu çok basit bir şekilde,
sistemin gerçekten sahip olduğu özelliklerini belirleyebileceğimiz anlamına
gelir (gerçekten çok açık!). Klasik mekaniğe göre, herhangi bir zamanda bir
parçacığın kesin konumu ve momentumu ile tanımlanan bir başlangıç koşulu (inital
condition) verildiğinde, Newton’un hareket yasaları bize, o parçacığın konumunu
ve momentumunu sonraki herhangi bir zamanda belirleyecek bir denklem kümesi
sağlar. Kuantum Fiziğinde bu belirlemenin mümkün olmamasının nedeni,
Heisenberg’in belirsizlik ilkesinin gerekli başlangıç koşulunu vermesini
engellemesidir. Bu belirsizlik ilişkisi, bize parçacığın iyi tanımlanmış bir
konuma ve momentuma sahip olmadığını söyler, bu yüzden onları belirleyip
belirleyemeyeceğimizi sormak anlamsızdır. Öte yandan, bir sistemin t1
zamanındaki bir dalga fonksiyonu Ψ (x, t1) ile tanımlanan belirli
bir kuantum durumunda olduğu biliniyorsa, Schrödinger denkleminin çözümü bize
tam olarak dalga fonksiyonunu verir, böylelikle t2 anında da Ψ (x,t2)
ve herhangi bir zamanda da sistemin kuantum durumunu biliriz (Schrödinger
denklemini çözebilmemiz koşuluyla). Dalga fonksiyonunu bildiğimiz bir parçacık
için, herhangi bir zamanda parçacığın pozisyonunun, ölçüm sonrasında küçük bir
[x,x+dx] aralığında bulunma olasılığını belirleyebiliriz. Momentumun da, küçük
bir [p,p+dp] aralığında olasılığını belirlemek için iyi tanımlanmış bir
matematiksel prosedür kullanılabilir. Dalga fonksiyonu herhangi bir zaman için
belirlenebileceğinden, bu olasılıklar da herhangi bir zaman için
belirlenebilir. Yani bir kuantum sistemden bazı bilgiler alabildiğimizi
görüyoruz. Bir kuantum sistemindeki herhangi bir parçacığın konumunu ve
momentumunu iyi bir biçimde belirleyemesek de, konumunun ve momentumunun bir
ölçümünün belirli bir aralıktaki olasılığını belirleyebiliriz (dalga paketini
tekli frekans bileşenlerine ayırarak) ve Schrödinger denkleminin çözümü bize bu
olasılıkların, bir başlangıç koşulunda bilindiği takdirde sonraki zamanlar için
de hesaplanabileceklerini söyler. Bu aslında bir determinizm olduğu anlamına
gelir, fakat kesin değerlerin determinizminin aksine (klasik mekanikte olduğu
gibi), sadece pozisyonun ve momentumun olasılık dağılımlarının determinizmidir.
Kuantum fiziğini
anlamamamızın nedenlerinden biri, bu olasılıksal determinizmden rahatsız
olmamızdır. Bununla birlikte, sosyal bilimler gibi diğer disiplinlerde buna
oldukça alışkınızdır.
Diyelim ki maliye bakanı,
bira üzerinde bir artış yapıp, vergideki artıştan elde edilecek ek gelirin ne
olacağını bilmek istiyor. Bu durumda fiyat artışı sonucunda ne kadar kişinin
bira alımını azaltacağını da bilmesi gerekir. Diyelim ki hazinede çalışan
devlet memurları, bir bireyin bira tüketimini belirli bir miktarda azaltma
olasılığını hesaplamalarını sağlayacak modellere (teorilere) sahiptir (burada
gerekli olanın olasılık yoğunluğu P (x) olduğuna dikkat edin. P (x) dx ise
haftalık tüketimini x ile (x + dx) arasında bir oranda azaltma olasılığıdır).
Bira vergisinde önerilen artış sonucunda elde edilen geliri tahmin etmekle
birlikte, herhangi bir bireyin davranışını tahmin etmek için hiçbir girişimde
bulunulmamaktadır. Bunun ilke olarak bile mümkün olup olmayacağı, insan
davranışını doğru bir şekilde tanımlayan, ön-belirlenme veya özgür irade
prensiplerine bağlıdır. Ön belirlenme doğruysa, bira vergisinde bir artışa
karşı herhangi bir kişinin davranışı, bireyin biyolojik ve genetik yapısı ve
geçmiş deneyimlerinin tam bir tarihi de elimizdeyse, yeterince sofistike bir
bilgisayar programı ile tahmin edebilir. Bu anlamda bireye “gizli değişken”
hipotezine benzer bir şekilde muamele edilmektedir. Öte yandan, özgür irade
hipotezi, nasıl tepki verileceğine dair kararın önceden belirlenmediğini ve
yalnızca kişinin bir seçim yapması gereken durumla karşı karşıya kaldığında özgür
iradesi tarafından belirlendiğini savunur. Şimdiye kadar, iki görüş noktasından
birini veya diğerini net bir şekilde destekleyebilecek bir deney
tasarlayamadık.
16 Ekim 2023 Pazartesi
‘Aksa Tufanı’nın düşündürdükleri
Mahmut
Boyuneğmez
Aksa Tufanı operasyonunu
kısaca değerlendirip, o coğrafya için bundan sonra aslında tek gerçekçi çözümün
ne olduğuna değinmek istiyoruz. Filistinli mevcut politik güçler bu çözüm
yoluna inanmakta istekli olmayabilir, fakat o coğrafyadaki ve farklı
ülkelerdeki komünistlerin, İsrailli ve Filistinli halkları bu çözüm yoluna ikna
etmek için çalışmaları, Filistinli direniş örgütlerini etkilemeleri
gerekmektedir.
2) ABD’nin ve Avrupa Birliği
ülkelerinin İsrail devletine desteklerini açıklaması, emperyalist ülke
kapitalistlerinin ve burjuva politikacılarının arasındaki işbirliğinin somut
bir örneğini oluşturdu. ABD ve İngiltere gibi emperyalist devletler, bölgeye
savaş gemileri ve uçakları gönderiyor. İsrail-Filistin arasındaki savaşın
derinleşmesi ve genişlemesi, diğer emperyalist ve bölge ülkelerinin süreçlere
müdahil olmaları muhtemel görünüyor.
3) Türkiye solunun Filistin
halkının onurlu ve haklı karşı-saldırısını değerlendirirken, “ama sivilleri de
öldürüyorlar” şeklindeki bireyci vicdan sızlamalarını değil, yaşananları
yıllara yayılmış bir halk kurtuluş mücadelesi için verilen savaş bağlamında
dikkate alması isabetlidir.
4) Hamas’ın İran devleti ve
Lübnanlı Hizbullahla ilişkileri biliniyor. İsrail hükümeti, Filistin halkının
kurtuluş mücadelesini bölmede Hamas’ın varlığından yararlanıyor. Hamas’ın
gerici bir örgüt olarak sivilleri öldürme eylemlerinde sınır tanımadığı açık
bir gerçeklik. Elbette Hamas’ın ve sivil insanlara uyguladığı “terör”ün savunulacak
bir tarafı bulunmuyor. Fakat Aksa Tufanı karşı-saldırısının, Filistin halkının
üzerindeki zulme karşı bir tepki/isyan olduğunu görmek gerekiyor.
5) Bundan sonrası gerçekten
“tufan”… İsrail, ABD ve Avrupalı emperyalist devletlerin de desteğiyle,
Filistin halkına korkunç bedeller ödetecektir. İsrail devleti “özgüvenine”
dönük indirilen darbenin etkisinden çabuk kurtulacak, Filistinli direnişçilere
ve Filistin halkına karşı savaşı, bir imha savaşına vardıracaktır.
6) Ulusal kurtuluş
mücadeleleri, reel sosyalizmin varlığında ya emperyalist kampın ya da sosyalist
kampın etki alanına giriyordu. Bu mücadelelerin başarıya ulaşması, sosyalizmle
sonuçlanmasa bile, emperyalist cephenin denetimi altına alamadığı ülkelerin
oluşumunu sağlaması açısından değer taşıyordu. Günümüzde reel sosyalizmin
çözülüşü sonrasında, ulusal kurtuluş mücadeleleri geçmişteki sosyalizan
etkilerden arınmış biçimde veriliyor. İşte bu durum emekçi halklar için
aşılması gereken bir handikap oluşturuyor.
7) Filistin halkının
kurtuluşunun yolu, tek başına “silahlı
mücadele”den değil, kitlelerin siyasal hareketinin ve eylemliliğinin
geliştirilmesinden geçmektedir. Filistin halkının mücadelesi, Ortadoğu’daki
diğer emekçi halklarla dayanışma içerisinde bulunurken, İsrail halkının kendi
hükümetine ve onun politikalarına karşı yürüttükleri mücadeleyle birleşmelidir.
Filistinli ve İsrailli emekçi halklar, aralarındaki dayanışmayı yükseltmeli ve
sosyalizm mücadelesini güçlendirmelidir. Artık “iki devletli” çözüm yerine,
neden barışı ve halkların kardeşleşmesini sağlayacak sosyalist ortak bir devlet
kurulmasın, bu doğrultuda mücadele edilmesin sorusunun yanıtı tartışılmalıdır.
8) Filistin halkının
özgürleşmesi için İsrail devletinin yıkılması gerekiyor. İsrail devletinin
yıkılması demek, bu devletin arkasındaki diğer emperyalist devletlerin desteğinin
de çökmesi demektir. Bu yıkılış anti-kapitalist olduğu kadar, anti-emperyalist
de olacaktır. İsrail devletinin yıkılması, ancak ve ancak Filistinli ve
İsrailli emekçi halkların sosyalist bir devlet/iktidar kurmak için birlikte
verecekleri bir mücadelenin ürünü olabilir. On yıllardır verilen mücadelelere
bakıldığında, “iki devletli” ve kapitalizmin ufkuyla sınırlı bir çözümün gerçekçi
olmadığı görülmektedir. Filistinli ve İsrailli emekçi halkların birlikte
mücadeleleriyle kuracakları “sosyalist tek devletli” bir çözümün yollarını
aramanın vakti gelmiştir.
9) İsrail Komünist Partisi’nin
Hamas dışındaki Filistinli direnişçi örgütlerle ilişkiler kurması, varsa bu
ilişkileri geliştirmesi ve o topraklarda emekçi halkların sosyalist iktidarının
kurulması için verilecek mücadelenin tek gerçekçi kurtuluş yolu olduğunu
göstermesi gerekiyor. “Düşmanımızın düşmanı dostumuz” değildir denmeli, Hamas’a
meşruiyet tanınmamalıdır. Diğer Filistinli direniş örgütleriyle İsrailli
komünistlerin ve ilericilerin birlikte hareket etmeleri, o topraklardaki emekçi
halkların kurtuluşunun sosyalizm mücadelesinden başkaca bir gerçekçi yolunun
olmadığını görmeleri gerekmektedir.
09.06.2024 ek madde 10) Hamas'ın dünya ve Türkiye solu tarafından desteklenmesi, bu örgüte sempatiyle bakılması doğru olmayacaktır. Gazze'deki halkların İsrail devletinin soykırım ve terörüne karşı savaşının yanında olmak, Hamas'ın faaliyetlerininin onaylanması ve desteklenmesi anlamına gelmez. Gazze halklarının mücadelesi sadece Hamas'ın faaliyetlerinden ibaret olmadığı gibi, bu örgütün anti-emperyalist mücadele verdiği de bir aldatmacadır. Sosyalistler Gazze halkının meşru olan kendini savunma savaşının yanındadır, fakat Hamas'ı onaylamaz ve desteklemezler.
Milliyetçiliğin panzehiri yurtseverlik ve halkçılık
Mahmut Boyuneğmez
Burjuva milliyetçiliği,
ulus-devletlerin oluşumuyla birlikte tarih sahnesinde belirmiştir. Ulus/millet,
oluşumları sırasında kapitalist devletlere bağlılık gösteren coğrafi olarak
belirli bir ülkeyle sınırlanan halklar topluluğunu anlatmaktadır.
Bize göre uluslar,
ulus-devletlerden ayrı olarak incelenemez. Ulus, özünde bir ülke ölçeğinde
siyasal iktidara bağlı insan topluluğudur. Ülkeler ölçeğinde insanların siyasal
iktidara bağlılıkları ve bağlanmaları, egemen ideoloji[1]
kapsamındaki “milli” olarak adlandırılan kültürel değerlere, fikirlere ve
duygulara sahip olmaları üzerinden sağlanır. “Ulusal” ya da “milli” değerlerin,
duygulanımların, davranış kalıplarının ve fikirlerin işlevi, kapitalist sınıfın
toplumsal iktidarının yeniden üretimine katılmak, bu iktidarın sürdürülmesini
sağlamaktır. Kapitalist sınıfın siyasal ve toplumsal iktidarının yeniden
üretilmesinde, milliyetçi ideoloji bir hegemonya oluşturucu unsurdur.
Uluslar, belirli ulusal bilinç
biçimleri ile “milli” kimliklere sahip insan topluluklarıdır. Oluşumları ve her
gün yeniden üretilmeleri için belirli ideolojik düşünce, duygu ve davranış
kalıplarına gereksinim vardır. Bir ülkedeki siyasal iktidara bağlanmayı
sağlayan başlıca ideolojik kümelenme, ulus bilincidir. Ulus günümüzde,
kapitalist devletin siyasal egemenliği altında yaşayan insan topluluğudur.
Gelecekte ise, sosyalist devlete bağlanan üreticilerden oluşacak toplumu
anlatır.
“Milli kimliğin”, dinsel
inanç ve “ırk” birliği (toplumsal gerçeklikte “ırklar” yoktur, “ırk ideolojik
bir kodlamadır), abartma ve uydurmanın işlevsel olduğu ortak bir tarih anlayışı
gibi unsurlarla zihinlerde oluşturulduğu görülmelidir. Geçmiş zaferlerin,
kurtuluş günlerinin, “milli” liderlerin askeri başarılarının hatırlatıldığı
belirli özel günlerin saptanması ve bu günlerde törenlerin düzenlenmesi,
okullardaki eğitim süreci, vatanseverlik duygusuyla yüklü edebi eserlerin
okunmasının teşviki de yine “milli kimliğin” oluşumuna katılır.
Milliyetçi ideolojinin
söylemlerinde kapitalist sınıfın çıkarları, toplumun çıkarınaymış gibi sunulur.
Bir örnek verelim. “Türkiye’de üretilmiştir” demek yerine “Türk malı” olarak
lanse edilen TOGG adlı araba, “milli ve yerli” olmakla gurur kaynağı olarak
algılanır ve toplumun öyle algılaması sağlanmaya çalışılır. Oysa bir malın,
Türklüğü ya da ecnebiliğinden bahsetmek, bu malın emekçi halkların kullanımı
açısından kolayca ulaşılabilir olmamasının, ancak para vererek sahip
olunabilecek bir özel mülk olmasının, patronların Türkiyeli emekçilerin/mühendislerin
ürettiği bu malın yurtiçi ve dışı satışıyla karlarına kar katacaklarının
üzerini örtmektedir. TOGG’un üretimi ve dağıtımı kamulaştırıldığında, emekçi
halklarımızın malı olacaktır. “Milli ve yerli” söylemi emekçiler tarafından
sahiplenildiğinde, gerçekte olan-biten görülmemektedir.
Milliyetçiliğin panzehiri
halkçılık ve yurtseverliktir.
İslamcı ya da seküler
Türkçülüğe karşı, yaşadığımız topraklarda, yurdumuzda, Anadolu’da emekçi
halkların kaynaşmış ve birlikte iç içe yaşadığı bilinmekte, sağlıklı birçok
kültürel ve ideolojik değere sahip olduğu görülmektedir. Sosyalist halkçılık,
halkın arasında var olan ideolojik ve kültürel sağlıklı motifleri, değerleri sahiplenmek
ve işleyip geliştirmektir. Halklarımız arasında gözlenen hak arama, haksızlığa
karşı çıkma, mücadelecilik, ezilenin yanında olma, başkaldırı, ortaklaşma,
adalet gibi sola açık kavramların dağarcığımızda yeri vardır.
Halk, emekçi insanlardan
oluşur ve nesnel bir gerçekliktir. Millet/ulus ise, insanların zihinlerinde
inşa edilen bir hayali topluluktur. Milliyetçilik, farklı halkların var
olduğunun özerini örtmekle kalmaz, patronlar ile emekçileri “aynı gemide”
algılatmaya çalışır, emekçilerin çıkarlarının kapitalistlerin çıkarlarına
karşıt olduğunu inkâr eder.
Öte yandan bugünden emekçilerin
ulusal çıkarları olduğunu öne sürmek, bu çıkarların savunusunu yapmak
gerekmektedir. Gelecekte sosyalist devlete siyasal bağlanma gösterecek olan
ulusumuzun üreticileri/emekçileri, şimdiden, kapitalist rejimde çıkarlarının,
ulusumuzun çıkarları olduğunu söylemelidir. Bir örnek verelim. Ülkemizin üç
tarafı denizlerle çevrili kıyılarından biz emekçiler yararlanamıyoruz. Özel
mülkiyet altındaki otellerin patronları, sahil beldelerimizde tatil yapma
olanağımızı engelliyor. Emekçilerin ulusal çıkarı, kendi iktidarlarında bu
otellerin kamulaştırılmasıdır. Aslında bizim olanı istiyoruz. Bu ülke/memleket
bizim ve üzerindeki zenginlikler biz emekçilerin olmalıdır. Zenginlikleri
üreten biz emekçilersek, sahipleri ve kullananları da biz olmalıyız.
Yurtseverlik (patriotizm)
ise, ülkemizi üzerinde yaşayan emekçi halklarla birlikte sevmektir. Ülkemiz
halklarının çıkarlarını savunmaktır. Ülkemizin emperyalist bağımlılık
ilişkileri içerisinde tutulmasına itiraz etmektir. Ülkemizin bağımsızlığını savunmaktır,
eş deyişle bağımsızlıkçılıktır. Kapitalizm yıkılmadan, emperyalist ilişkilerden
bağımsızlaşmak ise mümkün değildir.
Aktüel bir-iki örnek vererek
bu yazıyı noktalayalım. Örneğin Türkiye kadın voleybol takımının başarısı, bizi
(emekçileri, emekçi halkları) gururlandırır ve sevindirir. Bu takım
“milli” olduğu için, böyle kodlandığı
için değil, ülkemiz emekçilerini, emekçi halklarını ve dolayısıyla ülkemizi
temsil ettiği için böyledir. Örneğin Atatürk’ü sevmek ve yaptıklarını anlamlandırmak,
milliyetçilerde ve sosyalist devrimcilerde farklıdır. Sosyalist halkçılar ve
yurtseverler, Atatürk’ü bir devrimci olduğu için ve ülkemiz halklarının
kurtuluşuna liderlik yaptığı için, Cumhuriyet’in kuruluşunda ve sonrasında
ilerici reformların yaşama geçirilmesinde öncü bir tarihsel kişilik olduğu için
severler. Fakat elbette kapitalist Cumhuriyet, uluslaşma sürecinde Kürt
halkının kapsanmasındaki başarısızlığıyla, liberalizmi benimsemesiyle,
toplumsal aydınlanmayı yeterince sağlayamamasıyla, komünizm karşıtlığıyla
birlikte değerlendirilmelidir.
Günümüzde Türkiye solunun
ideolojik/siyasal mücadelesinde, dincileşmeye ve milliyetçiliğe karşı sosyalist
halkçılık ve yurtseverlik ile sekülerizm/laiklik savunusu yaşamsal önemdedir.
[1]
Egemen ideoloji, toplumda yaygın olan ve toplumsal ilişkilerin yeniden
üretimini sağlayan, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar
ilişkilerinde ideolojik egemenlik/iktidar oluşumuna katılan ideolojik öğeler
birliğidir. Egemen ideolojinin kapsamında realist ideolojik motifler, sağduyu
öğeleri de dinci ve milliyetçi, liberal ideolojik motif ve temalarla birlikte
parçalı, karşıtlıklar içerecek şekilde, muğlâk anlamlarıyla bulunur. Resmî
ideoloji ise, kapitalist devlet personelinin birliğini ve sürekliliğini
sağlayan, toplumdaki egemen ideolojinin bazı öğelerinin devlet içerisinde
aldığı formdur.
10 Ekim 2023 Salı
Son filmi vesilesiyle ‘NBC üstüne’
Mahmut Boyuneğmez
Nuri Bile Ceylan (NBC),
bireyler, davranışları ve ilişkileri üzerine birçok gözlemde bulunuyor ve bu
gözlemlerini anlamlandırıyor. Bunda sorun bulunmuyor. Roman ve sinema, kitleleri
ve eylemlerini değerlendirebileceği gibi bireylerin davranışlarını, diğer
bireylerle olan ilişkilerini, psikolojilerini de konu edinebiliyor. Fakat NBC, bireylerin
psikolojilerini, davranışlarını ve diğer bireylerle ilişkilerini toplumsal bir
arka planı da dikkate alıp, işlemiyor. Toplumsal ilişkiler tarafından
bireylerin belirlendiğini kavramadığından, bireylere dair gözlem sonuçlarını
genellemeye gitmesi kaçınılmaz oluyor. Bu gözlemlere bakarak, bu gözlemleri
anlamlandırarak insanı gerçekçi bir şekilde kavramak mümkün değildir.
Gerçekçilik/toplumsal
gerçekçilik, bir perspektif olarak NBC'ın sinemasında bulunmuyor. Çaresizlik,
çıkışsızlık, kıskançlık, bencillik, arkadaşını aldatma, umutların
tükenmesi/umut etmekten yorulmak, çocukları geliştirmeye dönük isteksizlik,
yöre gençlerinin dağa çıkması, veterinerin insana küsmesi ve anti-politik
tutumu vb. vb. bütün bunlar, toplumsal ilişkiler içerisindeki insanların
bütüncül bir perspektifle ele alınıp, işlenmesiyle sunulmuyor. NBC'ın yaptığı
eleştiriler, elbette var ve yer yer bunlar politik eleştiriler. Fakat bu
eleştirileri günlük hayatta herkes, sıradan insanlar/”kuru otlar” da yapıyor;
yakınıyor, öfkeleniyor, duruma üzülüyor ve sağlıklı gözlemleri de var herkesin.
Bir aydının ise eleştirilerini bütünsel bir perspektif içerisinden yapması,
bireylerin koşullarını değerlendirmeye alması, onları bu koşullarla birlikte
değerlendirmesi ve bu “bahtsız” durumlardan çıkış için, çözüm için doğrultular,
eğilimler önermesi de gerekiyor.
NBC gerçekçi bir perspektife
sahip olmadığından, nihilist, eklektik düşünce ve duygulanımlar taşıyan, bir
bütünsel paradigmaya bağlanmamış Samet öğretmeni olumluyor. Samet öğretmeni,
solcu Nuray öğretmenle diyalogunda baskın ve daha haklı gösteriyor. NBC kendisinin
yönetmen olarak çektiği fotoğrafları, film içerisinde Samet öğretmene
çektiriyor ve bu öğretmen "tepeden baktığında", aslında kendisinin insanlara
kuşbakışı ve mecazi anlamda da tepelerden bir yerden baktığını ima ediyor.
Oysa insanların koşullarını,
insanları müşkül durumlarda yaşamaya iten nedenleri ve koşullayıcıları, yorumlamak/değerlendirmek
ve almaşıklara işaret etmek, ilerici bir aydının misyonu oluyor. Bunu yaparken
ise, “tepeden bakmak” yerine, “kuru otlar”dan biri olmak, fakat gelişkin ve
ilerici olanı yakalayıp, topluma anlatmak gerekiyor.
Özetle, NBC’nın gözlemleri oldukça
yüzeysel ve toplumsal arka planla birlikte bir “insan” değerlendirmesi yapmıyor.
Bu gözlemleri “sokaktaki” herkes yapıyor. NBC, gerçekçi bütünsel bir
perspektifle insana yaklaşmıyor. İnsanların güzel ve sağlıklı özelliklere de
sahip olduğu, koşullar zor olsa da, güzel insan olarak da kalabileceklerini
görmezden geliyor. Teorik bakış olmadığında, insanları yetkin ve realist
şekilde kavramak mümkün olmadığı gibi, onları geliştirecek, ilerletecek bir
perspektif de türetilemiyor. NBC’ın toplumsal aydınlanmamıza katkısı çok
sınırlı kalıyor.
8 Ekim 2023 Pazar
‘Kuru Otlar Üstüne’ ya da ‘İnsan’ Üzerine
Mahmut Boyuneğmez
“İnsan” üzerine sayısız
gözlem sonucuna varılabilir, bunlardan hayatı anlamlandırmada kullandıklarımız
ideolojik perspektifimize katılıyor. Birbirine karşıt ya da güçlendiren,
birbirini çelen ya da destekleyen, bir biriyle ilişkili ya da ilişkisiz,
parçalı/eklektik şekilde sayılamayacak kadar çok duygulanıma ve düşüncelere
ulaşılabilir, insanlar, davranışları ve ilişkileri gözlenerek… “İnsanın” NBC’ın
yansıttıklarından ibaret olmadığı ise çok açık. Örneğin insanların koşullara
rağmen umutları, sevdaları, tutkuları, bağlanmaları, adanmaları hep var oluyor,
insanlar kendini gerçekleştirme çabalarıyla, üretimleri/yaratımları,
fedakârlıkları, yorgunluk ve bezmişlik uğrağından geçerek kendilerini
tazeleyebilmeleriyle de her zaman hayatı oluşturuyor.
Bize göre amprik gözlemlerin
genellemesiyle oluşturulabilecek genel bir “insan” teorisi yoktur. İnsanlar
arası ilişkilerin çeşitli boyutlarıyla sanatsal ve bilimsel açıdan
yorumlanmasıdır hep yapıla gelmekte olan.
“Umut etmekten yorulmamak”
için, aslında tek başına “umut da etmemek” gerekiyor. Sıradan bir insan olarak
kitaplar okunur/yazılır, çalışılır, kendini gerçekleştirirken başkaları için de
bir şeyler yapılır, sevilir/sevilinir, çocuk olunur/çocuklar yetiştirilir,
filmler izlenip, hobilere devam edilir… Hayatta kahramanlar, büyük
adamlar/kadınlar yoktur, hayatlarını anlamlandırmaya çalışan sıradan insanlar
vardır. İnsanların tek tek bireyler olarak tersine özellikler gösterebildiği
biliniyorsa da, aynı zamanda değişebilir, gelişebilir, doğruları kavrayabilir,
çıkarları için eylemlerde bulunabilir toplumsal canlılar oldukları da hakikatin
diğer yanıdır.
İnsanlara dönük güvenin ve
umudun üzerinde yükselebileceği bir temel, tarih bilinciyle/bilimsel-realist
düşüncelerle yani teoriyle, nesnel ve toplumsal gerçekliğe bakmaktır. Sol
düşüncelerin ve duyguların, bir insan hayatının farklı evrelerinde kalıcılığını
ve yeniden üretimini sağlayan ana etmen bilimsel/teorik perspektif olmalıdır.
Bu perspektif sağlam değilse ve tahkim edilip geliştirilmiyorsa, “umut etmekten
yorulmak”, nihilizme savrulmak, “insandan umudu kesmek”, hayatın yorucu ve
yıpratıcı süreçleri içerisinde her zaman mümkündür. Tarih ve toplum teorisi,
insan kolektiviteleri arası ilişkilerdeki örüntüsel eğilimleri, yapıları,
kitlelerin düşünceleri ile eylemleri arasındaki bağıntıyı incelediğinden,
buradan kalkılarak "insana" gidilmelidir.
“Kuru otlar”a bir tepenin
üzeriden/"tepeden" bakmak ya da baktığını sanmak yerine, bu
“otlardan” biri olmak, aynı zamanda farklılaşıp gelişkini ve ileriyi onlara
anlatmak, onlar arasında birlikte bu doğrultuda çalışmak… Çünkü aydın,
arayışçıdır; gelişkini ve ilerici olanı arar. Aramalıdır.
Merak ile, tutku ile, aşk
ile, teori ile, çünkü yaşamanın heyecanı ile…
7 Ekim 2023 Cumartesi
Karl Marx'tan Rusya Üzerine Bir Mektup
Karl
Marx'tan Rusya Üzerine Bir Mektup
New
International, Cilt. I No. 4, Kasım 1934, s. 110–111
Çeviren: Mahmut Boyuneğmez
Marx'ın
Rusya hakkındaki mektubu özel bir öneme sahiptir. Pek çok sosyalist teorisyen,
klasik Marksist formüle dayanan ve bilgiçlik taslayan bir kurgu temelinde Rus
devriminin "meşruluğuna" itiraz etmeye çalıştı. Bu formül şöyleydi: "İçinde
yer alan tüm üretici güçler gelişmeden hiçbir toplumsal düzen asla ortadan
kalkmaz; yeni ve daha ileri üretim ilişkileri, eski toplumun rahminde
varlıklarının maddi koşulları olgunlaşmadan asla ortaya çıkmaz.” Marx'ın
mektubu, toplumsal evrimin bu temel yasasının "tarih-üstü"
geçerliliğini açıkça reddediyor. Lenin'in 1919'da bahsettiği burjuva
demokrasisinin üzerinden atlayıp proleter demokrasisine geçiş, Marx'ın
mektubunda ifade edilen düşüncelerle örtüşmektedir. Görünüşe göre 1877'de
yazılan mektup, Rus Popülistlerinin (Narodnikler) önde gelen sözcüsü, ekonomist
ve Kapital'in ilk Rusça çevirisinin yayıncısı Nikolai'ye (N.F. Danielson)
gönderilmişti. Polemik Rus Popülizminin önde gelen teorisyeni ve 1904'teki
ölümüne kadar sadık bir anti-Marksist olarak kalan N.K. Mihaylovski’ye,
yönelikti. Marksist çevrelerde çok az bilinen bu mektup, Nikolai'nin 1902'de
yayınlanan Rusya'nın ekonomik kalkınması hakkındaki kitabının Fransızca
çevirisinin ekinde yeniden basılmıştır. Mektubun önündeki üç açıklayıcı
paragraf Rus yazarın kalemindendir. Mektup ilk kez burada İngilizce olarak,
Marx tarafından yazıldığı Fransızcadan çevrilerek yayımlanıyor. – Ed.
M. Mihaylovski, bu teorinin
herkes için büyük ilgi uyandırdığını ekliyor ama biz Ruslar için bu daha da
büyük bir ilgi alanıdır. Çünkü M. Mihaylovski'ye göre, eğer her ulusun kendi
tarihsel yolunda kaçınılmaz olarak kapitalist gelişme aşamasından geçmesi
gerektiğini öngören Marx'ın felsefi sistemi bütünüyle kabul edilirse, o zaman
Marx'ın Rus izleyicilerinin her biri, tutarlı olmak için, üretim araçları ile
emeği ayıran, köylüleri mülksüzleştiren, insan organizmasını sakatlayan, insanlığın
geleceğini tehdit eden vb. süreçte aktif bir rol almak zorunda kalacaktı, fakat
diğer yandan aynı Marx'ın takipçileri, emek ile mülkiyetin uyumunu, üretim
araçlarının ve toprağın üreticiler tarafından mülkiyetini kendi ideali olarak
görmek zorundadır.
Bu makale Marx'a, M.
Mihaylovski'nin makalesinin yayımlandığı aynı dergide yayımlanması planlanan
bir yanıt yazma fırsatını sağladı. Ancak yanıt gönderilmedi ve tercümesi
Juridical Monitor'de yayınlandıktan sonra Marx'ın evrakları arasında bulundu. Marx’ın
yanıtı Fransızca olarak şöyle yazılmıştır:
I – Zhukovsky Mahkemesi Önünde Karl Marx adlı makalenin yazarı, açıkça parçaların
adamıdır ve benim ilksel birikime dair açıklamamda, vardığı sonuçları
destekleyecek tek bir pasaj bulsaydı, onu alıntılardı. Böyle bir pasajı
geçemeyince, Kapital'in ilk Almanca baskısının
ekinde basılan bir Rus "belletrist"e karşı polemik amaçlı yazılan bir
mezeyi çiğnemek zorunda kaldı. O yazarı ne için kınıyorum? "Rus
komünizmini" Rusya'da değil, Prusya hükümetinin danışmanı Haxthausen'in
kitabında keşfettiği için ve onun elinde Rus komünü, yalnızca çürüyen eski
Avrupa'nın Pan-Slavizmin zaferiyle yeniden canlandırılması gerektiğini kanıtlamada
bir argüman olarak kullanıldığı için. Bu yazar hakkındaki değerlendirmem doğru
olabilir, yanlış olabilir, ancak hiçbir durumda “Rusların anavatanları için
Batı Avrupa'nın izlediğinden ve şimdi izliyor olduğundan farklı bir gelişme
yolu bulma çabaları” hakkındaki görüşlerimin anahtarını veremez.
Kapital'in
ikinci Almanca baskısının dipnotunda, hak ettiği büyük saygıyla "büyük bir
Rus bilgini ve eleştirmeninden" söz ediyorum. Bu kişi bir dizi dikkat
çekici makalesinde şu soruyu ele aldı: Rusya, liberal iktisatçıların iddia
ettiği gibi, kapitalist rejime geçmek için kırsal komünü yok ederek mi işe
başlamalı, yoksa tam tersi, tarihsel armağanlarını geliştirirken Rusya’ya uygun
tüm sonuçlarıyla birlikte kırsal komünle, kapitalist rejimin eziyetlerini deneyimleyip
yaşamadan işe başlayabilir mi? Bu kişi kendisini ikinci çözümün ruhuyla ifade
ediyor. Ve saygıdeğer eleştirmenim, Rus "belletrist" ve Panslavist'e
karşı polemiğimden onları reddettiğim sonucuna varmak kadar, bu "büyük
Rus"un değerlendirilmesinden bu sorunla ilgili görüşlerini paylaştığım
sonucunu çıkarmaya da en az o kadar hakka sahipti.
Son olarak, arkamda "tahmin
edilecek bir şey" bırakmaktan hoşlanmadığım için, boş dolambaçlı konuşmalar
yapmadan konuşacağım. Çağdaş Rusya'nın ekonomik gelişimini kapsamlı bir bilgiye
dayanarak değerlendirebilmek için, Rus dilini öğrendim ve daha sonra bu konuyla
ilgili resmi ve diğer yayınları uzun yıllar inceledim.
Şu sonuca vardım: Rusya,
1861'e kadar izlediği yolda ilerlemeye devam ederse, tarihin bir halka sunduğu
en güzel fırsatı kaybedecek, kapitalist rejimin tüm değişimlerine karşı
koyamayacaktır.
II. – İlk birikimle ilgili bölümde tek amacım, Batı Avrupa'daki kapitalist ekonomik düzenin feodal ekonomik düzenin rahminden nasıl ortaya çıktığının izini sürmektir. Dolayısıyla bu bölüm, üreticiyi üretim araçlarından ayıran, birincisini ücretli çalışana (kelimenin modern anlamıyla proleter) ve ikincisini sermayeye dönüştüren hareketi takip eder. Bu tarihte “her devrim, kapitalist sınıfın oluşum sürecinde ilerlemesinde kaldıraç görevi gören bir döneme işaret eder. Ama evrimin temeli toprağı işleyenin mülksüzleştirilmesidir”. Bölümün sonunda birikimin tarihsel eğilimini ele alıyorum ve son sözünün kapitalist mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesi olduğunu ileri sürüyorum. Bu iddianın kendisinin, kapitalist üretime ilişkin bölümlerde daha önce sunulan uzun süreli gelişmelerin kısa özetinden başka bir şey olmaması nedeniyle, bu noktada buna dair hiçbir kanıt sunmuyorum.
Şimdi, eleştirmenim benim
tarihsel perspektifimden/çerçevemden Rusya'ya nasıl bir uygulama çıkarabilir?
Sadece şu: Eğer Rusya, Batı Avrupa uluslarını taklit ederek kapitalist bir ulus
olmaya çalışırsa ve son yıllarda bu konuda çok çaba harcadı, ilkin köylülerinin
önemli bir bölümünü proleterlere dönüştürmeden bunda başarılı olamayacaktır ve
bundan sonra, kapitalist rejimin kucağına düştüğünde, diğer seküler uluslar
gibi onun amansız yasalarına tabi olacaktır. Hepsi bu. Ama bu benim
eleştirmenim için çok fazla. Batı Avrupa'da kapitalizmin doğuşuna ilişkin perspektifimi/çerçevemi,
sonuçta toplumsal emeğin en büyük üretken gücüyle insanın en eksiksiz
gelişmesini sağlayan ekonomik formasyona ulaşma amacıyla, halkların kendilerini
içinde buldukları tarihsel koşullar ne durumda olursa olsun, tüm halklara
ölümcül bir şekilde dayatılan, tarihin genel ilerleyişinin tarihsel-felsefi bir
teorisine dönüştürme ihtiyacı duyuyor. Ama özür dilerim. Bana aynı anda çok
fazla onur ve çok fazla utanç veriyor. Bir örnek verelim. Kapital'in farklı
pasajlarında, eski Roma'nın pleblerinin başına gelen kaderden söz ettim.
Başlangıçta onlar, her biri
kendi başına, kendi toprak parçasına sahip olan özgür köylülerdi. Roma tarihi
boyunca mülksüzleştirildiler. Onları üretim ve geçim araçlarından ayıran aynı
hareket, yalnızca büyük toprak mülklerinin oluşumunu değil, aynı zamanda büyük
parasal sermayelerin oluşumunu da içeriyordu. Böylece, güzel bir günde, bir
yanda emek güçleri dışında her şeyden mahrum bırakılmış özgür insanlar, diğer
yanda ise bu emeği sömürmek için kazanılmış tüm servetin sahipleri vardı. Ne
oldu? Romalı proleter, ücretli bir işçi değil, Amerika Birleşik Devletleri'nin
güney topraklarındaki eski "yoksul beyazlar"dan daha sefil, tembel
bir kalabalık haline geldi ve yanlarında kapitalist değil, köleci bir üretim
tarzı ortaya çıktı. Dolayısıyla, farklı tarihsel ortamlarda meydana gelen
çarpıcı derecede benzer olaylar, tamamen farklı sonuçlara yol açtı.
Bu evrimlerin her birini
ayrı ayrı inceleyerek ve sonra bunları karşılaştırarak, bu fenomenlerin
anahtarını kolayca bulabilirsiniz, ancak yüce erdemi tarih üstü olmaktan oluşan
tarihsel-felsefi bir teorinin master anahtarıyla asla başarılı olamazsınız. Karl Marx
[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]
Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...