Fuat Yücel Filizler, Muzaffer Genç
Fransa
feodalizmi yıkıp sonuna kadar süpüren burjuva devriminin bir halk itilimiyle
gerçekleştirildiği ve o günden bu yana sınıf çelişki ve savaşımların her zaman
dünya çapında en keskin yaşandığı bir ülke oldu.
Engels,
Marx’ın Fransa’da 1848 devrim ve karşıdevrimlerini analiz ettiği 18
Brumaire’ine yazdığı önsözde bunu şöyle açıklar:
“Fransa, her seferinde, herhangi başka
bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan
sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri bu savaşımların sonuçlarının
özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla
belirdikleri ülkedir.
Ortaçağ feodalizminin merkezi,
Rönesans’tan beri babadan oğula geçen krallığın klasik ülkesi olan Fransa,
Büyük Devriminde, feodalizmi yıktı ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa’da
başka hiçbir ülkenin ulaşamadığı katıksız bir özellik verdi. Aynı şekilde,
devrimci proletaryanın hüküm süren burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa’da,
başka yerde bilinmeyen keskin biçimlere büründü.”
Engels
burada, Fransa’daki sınıf savaşımlarının keskinliğinin tarihsel nedenlerini
belirtmekle kalmıyor, aynı zamanda Fransa’daki siyasal rejim ve devlet
formlarının da çok daha açık, dolaysız ve katı biçimde bu savaşımlara ve
sonuçlarına göre şekillendiğini vurguluyor.
Bu yüzden
Marx, kapitalizm ve klasik burjuva ekonomi-politiğinin bilimsel-eleştirel
analizlerini ağırlıklı olarak kapitalist ekonominin en saf biçimde geliştiği
İngiltere üzerinden, felsefe eleştirilerini ağırlıklı olarak klasik felsefenin
en saf biçimde geliştiği Alman felsefesi üzerinden yaparken, devlet, siyaset,
ütopik sosyalizm ve sınıf savaşımları eleştirel analizlerini de bunların en saf
biçimde geliştiği Fransa üzerinden yaptı.
Marx 18
Brumaire’de, Fransa’daki “toplumun tüm canlı organlarını budayan”, “tüm
gözeneklerini tıkayan”, (merkantilizm ve mutlakiyet döneminde oluşmuş) bu aşırı
merkeziyetçi ve aşırı bürokratik devasa devlet karakteristiğine de işaret eder.
Bu devlet aygıtının burjuva devrimi ve sonraki her cumhuriyet gelgitinde
yıkılmak yerine daha da merkeziyetçi ve bürokratik biçimde yetkinleştirildiğini
vurgular.
Fransa’da
yaşanan her ciddi iç ve uluslararası kriz ve çatışma sürecinde, Napolyon
nostaljisi ve küçük burjuvazinin desteğiyle “ulusun kurtarıcısı/ulusal
kahraman” pozlarında birilerinin saray darbeleri ya da sermaye operasyonları ve
daha geniş yetkilerle bu devasa yürütme gücünün başına geçirilmesi de karakteristiktir.
En son, Fransa’nın sömürgesi Cezayir ayaklanmasına karşı Fransa’da bir tür
darbeyle yönetimi ele geçiren De Gaulle, 1962’de cumhurbaşkanının genel oyla
seçilmesini sağlayan başkanlık sistemini getirmiş, 5. Cumhuriyeti şekillendiren
yeni Anayasanın merkezine, parlamento ve parlamenter parti ve hükümetlerin
yetkilerini budayan, Cumhurbaşkanlığına daha geniş ve olağanüstü yetkileri
(parlamentoyu devre dışı bırakarak yasa çıkarma yetkisi veren 49.3 nolu madde
dahil) yerleştirmişti.
Fransa
emperyalist kapitalizminin, 1970’lerden itibaren AB’nin oluşum sürecinde,
ABD’den de rol çalarak, sanayi, teknoloji ve silah gücüyle Avrupa’nın
liderliğine oynadığı dönemde, Mitterand ve Chirac da, yüzde 40-60’ı bulan
toplumsal destekleriyle bu güçlü yürütme güçlü başkanlık sistemi çizgisini az
çok sürdürebilmişlerdi. Ancak Fransa emperyalist kapitalizminin bırakalım ABD
ve Çin ile rekabeti, Avrupa’da Almanya’nın belirginleşen patronajı karşısında
bile gerilediği, ağırlaşan kriz sürecinde, bu dev bürokrasinin yerini de,
ülkenin geri kalanından iyice yalıtılmış, aşırı dar ve aşırı elitist bir mali
oligarşik sermaye çemberi ve yaşam tarzından (Paris’in batı yakası) yetişmiş,
bırakalım Fransa’nın eski sömürgelerini, Fransa’nın geri kalanını bile bir
“sömürge” gibi gören ve “toplum mühendisliği” ile yönetmeye kalkışan, bir ultra
neoliberal kapitalist teknokrasinin alması, küçük burjuvazinin de hızlı çözülme
süreciyle toplumsal desteği yüzde 30, hatta yüzde 20’nin altına düşen Sarkozy,
Hollande, Macron gibi (tıpkı 2. Napolyon’un Napelyon’un bir karikatürü oması
gibi) Mitterand karikatürleriyle giderek vahşileşen neoliberal saldırıları
yürütmeye çalışması, Fransa’da 5. cumhuriyet denilen bu siyasal rejimi de çok
geçmeden ıskartaya çıkartacak gibi görünüyor.
Fransa’da sınıf
çelişkilerinin keskinliği üzerinde şekillenen bu devasa yürütme gücü ve
başkanlık sisteminin kendisi de, daralan toplumsal tabanı ve halkın nefretini
kazanmış teknokrasisi ve kartonpiyer başkanlarıyla, her toplumsal-siyasal kriz
ve çatışma sürecinde, başlı başına bir kriz etkenine dönüşüyor. İngiltere ve
Almanya gibi ülkelerde çeşitli grev hareketleri patronlarına karşı yapılırken,
Fransa’da her türlü işçi/grev hareketi, daha en baştan ve doğrudan kapitalist
devletin yürütme gücüyle karşı karşıya geliyor ve onu indirmeyi hedefliyor.
Fransa sınıf
savaşımında bu “jakoben” açıklık ve kesinlik geleneğini 1792 Jakoben
Devriminden sonra da, 1830, 1839 (ve 1830’larda 3 kez Lyon işçileri
ayaklanması), 1848 devrimleri, 1871 Paris Komün Devrimiyle sürdürdü. Jakoben
burjuva devrim ve Bonapartist karşıdevrimlere bir rol modeli olduğu gibi, Marx
öncesi klasik ütopik sosyalizm tasavvurlarına (Fourier ve Saint-Simon),
Proudhon ile günümüzde yeni versiyonlarıyla halen etkisini sürdüren küçük
burjuva “düzeltilmiş kapitalizm” hayallerine, Babeuf ve Blanqui ile devrimci
örgüt ve proletarya diktatörlüğü kuramına, Paris Komünüyle ilk tohum halinde
proleter devrim ve iktidarına, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğuna, iç
savaşa varan sınıf savaşlarına, sokak ve barikat savaşlarına, sınıf
sendikacılığına esin kaynağı oldu.
Fransa bu
geleneğini 20. yüzyılda da sürdürdü: 1936’da (1 milyon işçinin fabrika işgal ve
grevleriyle) kurulabilen “Halk Cephesi”, 1944’te Nazi işgalinden genel grev ve
ayaklanmayla kurtuluş, 1968’de büyük işçi ve öğrenci isyanları...
20. yüzyılın
son çeyreğinde de: Kapitalizmin neoliberal saldırganlığı eşliğinde
post-modernizm ve sivil toplumculuk da Fransa’dan dünyaya yayılırken, 1995’te
neoliberal saldırıları Fransa’da duraksatan ve yavaşlatan 5 milyon işçinin
katıldığı en büyük genel grev genel direniş yine bu ülkede gerçekleşti.
Keskin sınıf
savaşımları tarihinin, 1968 ve 1995’in deneyim ve korkusu Fransa mali oligarşik
burjuvazinin elini neoliberal saldırganlıkta epey tuttu. Almanya gibi ülkelerde
Haartz yasalarıyla bir hamlede yapılıveren en sert neoliberal düzenlemeler,
Fransa’da kademeli, parça parça, sürece yayılmış, deneme yanılma biçimlerinde
yapılabildi. Yasa tasarıları hazırlanıyor, güçlü bir direnişle karşılaştığında
tasarının en sivri maddeleri askıya alınarak ya da törpülenerek geçirilmeye
çalışılıyor, sonra, çok geçmeden başka bir parçadan aynı çevrimler (saldırı,
direniş, yeniden düzenleme, vd) yaşanıyordu. Bu süreçte, 2005’teki Kuzey
Afrikalı göçmenler ve kent yoksulları ağırlıklı varoş isyanları amansızca
bastırılırken, işçi sınıfına karşı saldırılarılarda kısmi bir esnekliğin
gözetilmesinde, kapitalist devletin geleneksel siyasal istikrar ve oy kaygıları
da belli bir rol oynuyordu. Yine bu süreçte Fransa işçi sınıfının tarihsel
mücadele kazanımları adım adım eritilir, büyük imalat sanayinin önemlice bir
bölümü ülke dışına kaydırılır, ücretler düşer, sendikalaşma oranı dünyanın en
düşük oranlarına doğru gerilerken, Batı kapitalizmi içinde sosyal haklarının,
bir işçi sınıfı mücadele geleneği ve saygınlığı ile birlikte bir nebze
korunabildiği nadir ülkelerden biriydi. Fransa’da Batı kapitalizmi ortalamasına
göre düşük ücretler ancak görece ileri sosyal haklarla kompense edilebiliyor,
bu işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımı olan sosyal hak savunusu bilinç ve
duyarlılığını artırıyordu. İşçi sınıfının yanı sıra Fransa’da halen önemli bir
yeri olan kırsal küçük mülk ve kentsel küçük vasıf sahibi küçük burjuvazinin
belli kesimlerini de kapsayan neoliberalizm/aşırı tüketimcilik karşıtı kültür
de etkiliydi.
Bununla
birlikte CGT gibi geleneksel sol bürokratik sendikalarının başını çektiği
kontrollü genel grev ve direnişler, yalnızca sosyal hak gaspı saldırılarına
karşı eldekini korumayla sınırlı tutuluyor, ve bu da işçi sınıfının kamu
ağırlıklı, orta yaş ve üstü deneyimli kesimlerini, parlamento ve hükümet
partileri üzerinde bir basınç yaratarak yeniden pazarlığa oturma çabasıyla
sınırlı dar bir sendikalist ve parlamentarist alışkanlık ile yoğuruyor; deneyimsiz,
gözlerini güvencesiz ve düşük ücretli çalışma koşullarına açan genç işçi
kuşaklarıyla arasındaki açı farkını büyütüyordu.
Fransa
yeni bir tarihsel dönemece giriyor: 2008 krizi ve sonrası
Ta ki 2008
krizi ve yıllara yayılan kemer sıkma paketlerine kadar. Bu kriz Fransa
kapitalizminin hem emperyalist kapitalist güçler arasındaki rekabette hemen her
açıdan (teknoloji, üretkenlik, finans vd) geride kalan, hem de içeride işçi
sınıfının direncini kolayca aşamayan çelişkilerini daha bir derinleştirdi.
2010’lu yıllarda bu süreç, bir yanda ABD ile diğer yanda Çin ve Rusya arasında
sıkışan AB’nin kendi içinde de Almanya’nın kesin ekonomik patronajını ilan
etmesiyle, 2020’lerde yeni kriz devresi, Pandemi krizi ve en sonu enerji
krizine de yol açan Rusya-Ukrayna savaşının da etkileriyle, Fransa kapitalizmi
açısından daha da keskinleşti.
2007-2012
dönemeciyle, Fransa’da kötü ünlü Sarkozy yönetimi dönemi olmasından da
görüleceği gibi, Fransa mali oligarşik burjuvazisi hem dışarıda, emperyalist
işgal ve savaşlarda (Libya, daha sonra Mali vd) hem de içeride işçi sınıfına,
göçmenlere, gençlere dönük, daha amansız ve tavizsiz saldırılarda gözünü
giderek daha fazla karartmaya başladı. Sarkozy dönemindeki şok tarzı kemer
sıkma paketleri, yeni iş, sosyal güvenlik/emeklilik, eğitim dizaynları ile
birlikte, Fransa’da sınıf savaşımının neredeyse bir 20 yılının (1990-2010)
rutini haline gelmiş olan (her iki tarafın da uzlaşmaya açık kapı bıraktığı)
“kontrollü saldırı/kontrollü direniş” dönemi kapanıyordu. Yerini daha tavizsiz,
ağır, seri saldırılara bırakıyor, kapitalist devlet aygıtında da buna uygun
düzenlemelere (sosyal demokrasinin son kalıntılarının kaldırılması,
parlamentonun daha fazla etkisizleştirilmesi, gücün cumhurbaşkanlığı elinde
yoğunlaşması ve merkezileşmesi, polis ve jandarmanın yetkilerinin artırılması
ve kent grev ve direnişlerine daha etkili müdahale edecek düzenlemelerin
yapılması, vd) bırakıyordu. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-sinif-savaslari/)
Kuşkusuz
Fransa işçi sınıfının, 1995’ten itibaren Batı kapitalizminin içinde ve hatta
dünya çapında neoliberalizme karşı direniş ve mücadelenin öncü ve esinleyici,
halen tam aşılamamış bir gücü olması, neoliberal kapitalizm derinleştikçe ve
tepkiler dünya çapında arttıkça, tüm emperyalist kapitalist güçler ve AB mali
oligarşik burjuvazisi açısından da artan ölçüde rahatsız edici hale geliyordu.
Ve Fransa işçi sınıfına karşı bu vites büyüten saldırılar, hepsinin tam desteğini
alıyordu.
Bu değişim,
Fransa’da “parlamento ve hükümet üzerinde kontrollü grev ve direnişlerle basınç
yaratarak yeniden uzlaşmaya oturma” rutinini giderek etkisizleştirmesine
karşın, geleneksel reformist sol ve sendikalar değişimi okuyamadı. Bunda
2008-13 ağır kriz dönemi ve saldırıların yol açtığı yıkıcı etkiler ve
tepkilerle Sarkozy’nin gidip yerine “Sosyalist” (sosyal neoliberal) Parti ve
Hollande’ın gelmesi, ve geleneksel sol ve sendikaların da bundan beklentiye
girmesi ve beklentiyi körüklemesi etkili oldu. Oysa Hollande döneminde Sarkozy
döneminin saldırılarını bir gömlek alt düzeyden de olsa devam etmekle kalmadı,
artık bunu da yeterli bulmayan Fransa mali oligarşik burjuvazisi ve MEDEF’in
(Fransa’nın TÜSİAD’ı) “Sosyalist” Parti içinde yaptığı operasyonla, “sosyal
politika”nın son kalıntılarının da ortadan kaldırıldığı bir ultra neoliberal
sağ kanatın ayrıştırılması üzerinden, dünyanın en büyük mali sermaye
gruplarından Rothschild grubunun finans ve büyük çaplı satın alma
operasyonlarında yöneticilik yaparak milyoner olmuş Macron’a bir derme çatma
parti kurdurularak, saldırıların gemi azıya alacağı Macron döneminin önü
açıldı. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-macron-operasyonu-ve-sinif-mucadelesi/.)
Fransa mali
oligarşik burjuva siyasetinin artık oy kaygısı filan da yoktu. Çünkü hem iç ve
dış politikaya dair kararlar parlamentoyu bypass eden (Türkiye’deki KHK’lar
benzeri) 49. madde üzerinden Elysee Sarayının kapalı kapıları ardında alınır
hale getirilmişti, hem de kriz yıkımı zemininde (ve tabii Fransa burjuvazisinin
el altından desteklediği) neo-faşist hareketin (Le Pen) yükselişinin, solu da
Macron’a mahkum edeceği hesaplanmıştı.
Fransa’da
2008-13 kriz ve kemer sıkma döneminde hızlanan bu süreç, bir dizi başka kritik
toplumsal-sınıfsal dönüşüme de yol açtı. Bunlardan en önemlilerinden biri,
2010’da “eğitim reformu” adı altında, iş yasalarını da kapsayan sert
düzenlemelerle, yeni mezun öğrencilere kamu işlerinin kapısının neredeyse
tamamen kapatılması ve işe yeni başlayacak lise mezunlarının işçilik haklarında
büyük çaplı gaspların yapılması, neredeyse tamamen güvencesizliğe mahkum
edilmeleriydi. 2001-3 ve 2006 döneminde geleceğin işçileri olan lise ve
üniversite öğrencilerin eylem dalgalarıyla püskürttüğü bu saldırı, 2010
yılından itibaren “eğitim reformu” gibi adlar altında parça parça geçirilmeye
başlandı. Ancak lise ve üniversitelerde her 4-5 yılda bir büyük işgal, barikat,
gösteri ve blokaj dalgaları, genç kuşağın da işçi-öğrenciler olarak sınıf
mücadelesine girmesini sağladı, kuşak kopukluğunun ortadan kalkmasa da bir
ölçüde giderilmeye başlanmasına, Fransa’daki mücadele geleneğinde önemli bir
yer tutan, işçiler sosyal hak gasplarına karşı direnişe geçtiğinde buna
öğrencilerin işgal, gösteri, blokajlarla destek vermesi geleneğini yeniden
canlandırdı. Bugünkü mezarda emeklilik yasasına karşı direnişte yer alan
işçilerin büyükçe bir bölümünün ilk direniş ve mücadele eğitimini bu öğrenci-işçi
direnişlerinde alanlar olduğunu bilmek gerekir.
Bir diğer
önemli nokta, 2008 krizi ve sonraki sert kemer sıkma paketlerinin, Fransa
toplumu ve kültürü içinde halen önemlice bir yeri olan kırlardaki ve
kentlerdeki küçük mülk sahiplerinin ve küçük statü ve vasıflara sahip modern
kent küçük burjuvazisinin durumunu sert biçimde sarsması ve yıkıcı
proleterleşme süreçlerini hızlandırmış olmasıdır. Bu kriz sürecinde, eskiden
FKP’nin kalesi olan, bugün çöküntü ve işsizlik bölgesine dönüşmüş bazı eski sanayi
bölgeleri ve yıkıma uğrayan kır ve kentteki muhafazakar küçük mülk sahipleri
daha fazla milliyetçiliğe (Le Pen vb) meylederken, yıkıcı bir işçileşme şoku
içindeki modern kent küçük burjuvazisi ve beyaz yakalılar da Melenchon’da
cisimleşen yeni sola doğru meyletti.
Macron 2016
Ağustos’unda mali oligarşik burjuvazinin operasyonuyla, iflas etmiş “Sosyalist”
(sosyal neoliberal) Parti’nin Ekonomi ve Sanayi Bakanıyken ayrılıp 2017
Mayıs’ta yeni cumhurbaşkanı yapılıverdi. Fransa mali oligarşik burjuvazisinin
olağanüstü saldırı programının, 2016’dan itibaren olağanüstü bir hız kazanması,
aynı paraleldedir. Böylece 2010’ların ikinci yarısında ya da Macron dönemiyle
birlikte Fransa, “kontrollü saldırı/kontrollü direniş” rutininin yerle bir
olacağı, ve tıpkı 19. ve 20. yüzyılda olduğu gibi, yeniden dünyanın, giderek
şiddetlenen sınıf savaşımları laboratuarına dönüşeceği bir süreç başladı:
2016’da “El
Khomri yasası” olarak yeni iş yasası düzenlemelerine karşı bir yandan sendikalı
işçilerin grev dalgaları yaşandı. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-yasami-uretenler-sokaklarda-kendi-dillerinde-konusuyor/)
Diğer yandan “Nuit Debout” (Gece Ayakta) meydan işgal ve eylemleri, geleneksel
işçi hareketinden epey farklı, İspanya, Yunanistan ve Ortadoğu’daki meydan
işgallerine benzeyen, daha ziyade örgütsüz-güvencesiz genç işçi kesimlerini ve
işçileşme sürecindeki beyaz yakalıları kapsayarak mücadeleye çeken, yeni eylem
biçimlerini ve içeriklerini kapsıyordu. Gece Ayakta eylemleri, aynı zamanda
modern kent küçük burjuvazisinden işçi sınıfına doğru çözülen kesimlerde ve
genç güvencesiz işçi ve işsiz kesimlerinde, anti-kapitalist denilebilecek duygu
ve sezgileri de yaygınlaştırdı.
2018’de
Fransa mali oligarşik burjuvazisi ve Macron yönetimi, o zamana kadar işçi grev
ve hareketlerinin geleneksel öncü ve en mücadeleci gücü olan demiryolu
işçilerine karşı, özelleştirme ve taşeronlaştırma kılıcını çekti. Demiryolu
işçilerinin süresiz fiili kitle grevi kararlılığına karşın GGT’ye bağlı
demiryolu işçileri sendikasının iş yavaşlatma ve haftada 2 gün iş durdurma
gibi, eski “kontrollü direniş tarzı”, 3 aya yayılan grev ve direnişlere karşın
yenilgiyle sonuçlandı. Bu yenilgide geleneksel sendikalizmin, kapitalizmin
lojistik organizasyonundaki değişimlere yanıt vermemesi de önemli rol oynadı.
Fransa büyük çaplı bir imalat sanayi ülkesiyken taşımacılığın yarısından
fazlası demiryollarıyla yapılıyordu, bugün gelinen noktada ise, demiryollarının
tedarikteki payı yüzde 10’a kadar düşmüş, otoyol tır taşımacılığı ön plana
çıkmış durumda. Fransa’da 2010’lu yıllarda tır şoförleri de ek vergi, benzin
zamları, düşük ücretlere karşı yer yer ülke çapında yol/tedarik blokajı
eylemleri yapmalarına, yine havayolu ve liman işçilerinin grev ve mücadele
geleneğine karşın, lojistikte hızlı, yalın ve tam zamanında organizasyonunun da
zayıflıklarını değerlendirecek birleşik örgütlenmelerin gerçekleştirilememesi,
bunun bir diğer nedeni. Diğer taraftan işçi sınıfı bu yenilgilerden de bir
şeyler öğrenmiyor değil. Örneğin rutin grevlerin, taşeronluk, çok parçalılık,
üretim ve lojistik alanlarının kaydırılması gibi nedenlerle etkisizleşmesine
karşı, giderek lojistik artellerinde blokajlarla tedariğin kesilmesi gibi
yöntemler öne çıkıyor.
2018-19’da
ise akaryakıt sübvansiyonlarının kaldırılması ve fahiş zam ve vergilerine karşı
“Gilet Jaune” (Sarı Yelekliler) hareketi patladı. Hareket önceleri taşradaki
mülksüzleşme sürecindeki muhafazakar ve milliyetçi küçük çiftçi ve esnaf
kesimlerin, elli yaş üzeri kapanan fabrikalarda işsiz kalmış ya da emekli olup
aşırı düşük maaşla süründürülenlerin eylemleriyle başlasa da, bir yandan devlet
şiddeti karşısında radikalleşti, Paris ve kent merkezlerine doğru yayıldıkça
genç ve güvencesiz işçi kesimlerin, kent yoksullarının katılımıyla sınıfsal
bileşimi ve ruhu epey değişti. Hem bu en öfkeli güvencesiz, işsiz ve düşük
ücretli kesimlere bir mücadele kanalı açtı, hem de büyük banka, şirket, mağaza,
market zincirlerini tahrip etme, yağmalama, yakma ve polisle sert çatışmalarda
kullanılan yeni yöntemlerle, kitle şiddetini devreye soktu ve bir ölçüde daha
geniş kesimler içinde kısmen meşrulaştırdı. Sarı Yelekliler hareketi üzerine
dünya çapında çokça yazılıp çizildi, çokça tartışıldı, ama bizce en önemli
özelliklerinden birisi, geleneksel sendikalizm ve reformizmin “kontrollü” ve
uzlaşmacı eylem ve direniş biçimlerinin etkisizleştiği koşullarda yeni militan
kitle eylemi biçimlerini devreye sokmasıdır. Bir diğeri hareket kentleşip sınıf
bileşimi değiştikten sonra, ülke çapında merkezi delegasyon sistemiyle 3 kongre
toplantısı ve 30 bin kişinin katıldığı anketle şekillenen 42 maddeli mücadele
taleplerinin (birkaç milliyetçi talebe karşın), sınıfsal ve siyasal
karakteridir: Burada işçilerin, emeklililerin, göçmen ve sığınmacıların sosyal
haklarına ilişkin talepleri, milletvekili maaşlarının ortalama işçi ücretiyle
ve tüm yönetici ve bürokratların maaşlarının azami 15 bin Euro ile sınırlanması
talebini, belli bir imzanın üstünde halk oylamasıyla istenen yasa tekliflerinin
Parlamentoda tartışılması ve referanduma sunulması talebini anmak yeterli fikri
verecektir. (https://devrimciproletarya5.net/fransa-bir-genc-iscinin-sari-yelekli-olarak-portresi/.
https://devrimciproletarya5.net/fransada-sari-yelekliler-hareketine-dair-tarihsel-ve-sinifsal-bir-analiz/.)
2019-20’de
ise RATP ve SNCF’de (devlete bağlı Paris Özerk Ulaşım Ağları ve Ulusal
Demiryolları) ve emeklilik yasasına karşı, uzunca bir süredir ilk kez taban
inisiyatifi ve koordinasyonuna dayalı ve sendika bürokratlarının kontrolünü
aşma eğilimi gösteren (örneğin Noel sürecinde geleneksel olarak grevleri
ertelemeye karşı çıkan ve sürdüren), birkaç haftaya yayılan grevler yaşandı.
Ortaya çıkan taban komite, forum ve koordinasyonları diğer sektörlere
yayılmayıp sınırlı kalsa da, Fransa işçi sınıfının Gece Ayakta ve Sarı
Yelekliler hareketinden de öğrendikleriyle, geleneksel sendikalizm rutinlerinin
sınırlarını zorlamaya başlaması açısından önemliydi. Bu denemelerden biri de
demiryolu işçilerinin, geleneksel olarak grev tarihlerinin haftalar öncesinden
ilan edilmesi ve bunun devlete önlem alma ve yedekleri devreye sokma olanağı
vermesinin aksine, bazı grevleri gizli olarak organize edip önceden duyurmadan
sermaye ve devleti hazırlıksız yakalayıp baskın tarzı gerçekleştirip ulaşımı
felç etme taktiğiydi. (https://devrimciproletarya5.net/fransadan-5-aralik-suresiz-genel-grevi-oncesi-notlar/.
https://devrimciproletarya5.net/fransada-genel-grev-suruyor-grevin-orgutlenme-yontemleri-ve-taktikleri/.
https://devrimciproletarya5.net/fransa-genel-grev-ve-direnisi-bir-ilk-degerlendirme/)
2020
sonlarında polis ve diğer baskı aygıtlarının yetkilerini ve dokunulmazlığını
artıran 24 maddelik yeni iç güvenlik yasasına karşı, sendikaların, işçilerin,
güvencesiz genç işçi ve öğrencilerin ülke çapında gerçekleştirilen Özgürlük
Gösterileri ve Yürüyüşleri de, polisle girilen çatışmalar, Merkez Bankasının
bir bölümü dahil yakılan banka şubeleri, molotoflu, ses bombalı eylemlerle iz
bıraktı, ekonomik-sendikal talepli eylemlerle siyasal talepli eylem ve
mücadelelerin birleştirilmesi yönünde önemli bir adım oldu. (https://devrimciproletarya5.net/fransada-sokaklara-gorkemli-geri-donus/)
2022’de
Total ve Exxon-Mobil’de enerji işçilerinin grevleri toplumsal gündem oldu.
“Sosyal diyalog” sendikası CFDT grevi yüzde 7 ücret artışına satarken CGT
enerji sendikasına üye işçiler yüzde 10 istemiyle grev ve blokajları etkin bir
kamuoyu kampanyasıyla birlikte sürdürdüler. Total’ın 2021’de 20 milyar dolar
kar elde ettiği ve hiç vergi vermediğini açıklayarak, bundan hakkımızı istiyoruz
propagandasıyla, grevin yarattığı akaryakıt sıkıntısına karşın kamuoyunun güçlü
desteğini kazandılar. Bu da kapitalist tekellere (enerji fiyatlarının hızla
artışı vd) karşı anti-kapitalist tepki zemininin çarpıcı bir göstergesiydi.
Grev nükleer santrallare doğru da yayılırken devlet tarafından zorla
bastırıldı.
2022’de bir
diğer tarihsel grev yine demiryolu işçilerinden geldi. CGT ve SUD sendikaları
TİS sürecinde rutin bir gelecek grev tarihi belirlerken, demiryolu işçileri
sendika bürokrasilerinin haberi bile olmadan aniden grevi başlattılar.
Marsilya’da bir grup işçinin başlattığı Whatsapp işçi platformu diğer kentlere
yayılarak 3 bin işçiye ulaşmış, tabandan grev kararı almışlardı. Sıkışan
sendikalar, taban inisiyatifini kırmak için kendi belirledikleri tarihteki
grevi erteleyince, Whatsapp’tan oluşturan ve 7 bin işçiyi temsil eder hale
gelen işçi platformu greve devam kararı aldı. Sendikaların her zamanki rutin ve
kontrollü grev çizgisini yırtan bu taban inisiyatifine dayalı fiili grev,
Fransa’da epey yankı yarattı. Macron “böyle giderse grev hakkını da gündemimize
alırız” diye tehditler savurur, sendika yöneticileri, “bu tür kontrolsüz işçi
hareketleri bize de zarar veriyor” diye kem küm ederken, işçi sınıfı örgütlenme
ve mücadele yöntemlerini yaratıcı ve etkisini artırıcı biçimde geliştirdiğini
bir kez daha gösteriyordu. (https://noktahaberyorum.com/fransada-2022de-ilk-grev-celal-ozkan.html)
Bunlara
sağlık işçilerinin 2016-2020 döneminde sağlıkta neoliberal dönüşüme karşı
sayısız grev ve direnişle verdiği mücadeleyi, 5 bin itfaiye işçisinin polisle
çatışmalı militan grevini, dünyanın en büyük sanayi tekelleri arasında yer alan
Michelin ve L’Oreal’da 2022 grevlerini, Aralık 2022’de Danone’de Ocak 2023’te
ise Schneider’ın ülke çapındaki fabrikalarındaki 15 bin işçinin grevini,
Sanofi’de 2 bin işçinin grevini, Pandemi sürecinde büyüyen tepkileri (Pandemi
önlemlerinde gecikme ve ihmal nedeniyle artan tepkiler ve yakınları ölenlerin
açtığı davalar, yargı ve polisin durumu yatıştırmak için göstermelik
soruşturmalarla Sağlık Bakanı ve Ulusal Sağlık Genel Müdürünün evlerini
basmasına kadar vardı!), özel sektörde de görülen fiili Pandemi grevlerini,
sağlık işçilerinin ülke çapında protesto ve eylemlerini, Ukrayna savaşıyla
tetiklenen hayat pahalılığına karşı yine özel sektörde de artmaya başlayan
ücret grevleri gibi pek çok başka grev hareketi mücadeleyi de ekleyebiliriz.
Pek çok ülkede olduğu gibi kriz, pandemi ve savaş süreçleri, Fransa’da da başta
güvencesiz kesimler olmak üzere, ücretleri düşürdü, çalışma saatlerini artırdı,
işsizlik ve yoksullaşmayı artırdı, çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırdı.
Daha önce
çeşitli ülkelerdeki büyük çaplı isyan ve direniş hareketlerine dair
analizlerimizin hepsinde (Mısır, Tunus, Endonezya, İran, Şili, ABD, vd) bu
hareketlerin yakın tarihsel arka planında, bir çoğu yenilgiyle sonuçlanmış olsa
da, sıklaşan, yoğunlaşan ve giderek daha fazla kararlılık kazanan mücadele
deneyimlerin yükseliş eğilimini göstermeye çalıştık. Fransa’da 2023’ün ilk
aylarından başlayıp 7 Mart’taki genel grev ve gösterilerden sonra tırmanışa
geçen sınıf çatışmaları fırtınası, durgun gökte çakan şimşek değil. Arkasında
en azından son 12 yılın, özellikle de son 6 yılın çok zengin mücadele birikim
ve deneyimlerini taşıyor ve yeniden harmanlıyor.
Öncekiler
bir yana, 2010’un ikinci yarısından itibaren yoğun, sık, soluklu ve giderek
sertleşme eğilimi gösteren bu mücadele süreçleri, Fransa işçi sınıfının (halen
geleneksel denilebilecek kesimleri kadar son derece genişleyen yeni
kesimlerinin de) mücadele repertuarlarını yer yer iç içe geçirdi, genişletip
zenginleştirdi, ona yeni mücadele araç, yöntem ve biçimleri, yeni bakış açıları
kazandırdı. Bunun kadar önemlisi, tek tek saldırılara karşı direnişin ötesinde
(halen sistemi daha radikal biçimlerde düzeltme ufkunu aşamasa da) daha genel
bir anti-kapitalist siyasallaşma bilinç ve hissiyatını güçlendirdi. Halen
gelişkin bir proleter devrimci önderlik yoksunluğu koşullarında çokça dağınık,
parçalı ve örgütsüz de olsa, lise ve üniversitelerden emeklililere, geleneksel
işçi kesimlerinden beyaz yakalı işçilere kadar, bu mücadeleler içinde öne çıkan
ve öncüleşen dinamikler nezdinde, yeni tür bir işçi sınıfı özneselliğinin ipuçları
da kendisini hissettirmeye başladı.
Emeklilik
yasası yalnızca emeklilik yasası değildir!
1970’li
yılların mücadele kazanımları olarak 59 yaşa kadar düşürülmüş emeklilik yaşını
önce 62’ye, ve çok geçmeden (Sarı Yelekliler hareketinin talepleri arasında
emeklilik yaşının yeniden 60’a indirilmesi varken!) 64’e çıkartılması yeterince
kışkırtıcı. Çünkü ABD, İngiltere ve pek çok ülkede olduğu gibi işçilerin,
özellikle de yoksul işçilerin ortalama ömrü son 20 yılda 1.5-2 yıl düşerken,
Fransa’da artık yoksul işçilerin yüzde 30’u 62 yaşını bile göremez hale
gelmişken, emeklilik yaşını yükseltmek, tıpkı Pandemi de yoksul ve emekli
kesimlere yapıldığı gibi taammüden katliamdan başka bir anlama gelmiyor. Doğum
yapan kadın işçiler için de emekliliği mezara gömüyor. Kadın işçiler açısından
güvencesiz ve kısmi zamanlı çalışmanın daha yaygın olmasıyla da birlikte, kadın
işçiler yasadan daha ağır biçimde etkileniyor. Bu da yasaya karşıtlık
anketlerinde erkeklerin oranı yüzde 67 iken kadınlarda yüzde 74 olmasında,
eylemlerde her yaştan kadın işçilerin en aktif, yoğun ve ön saflarda olmasıyla
kendisini gösteriyor.
Dahası
çalışma yoğunluğu olağanüstü artarken, ister kamu ister özel, ister mavi ister
beyaz yakalı olsun gencecik işçiler bile aşırı çalışma stresi ve tükenme
sendromu yaşayıp kendini yeniden üretemez hale gelirken, işçi sınıfının eski
çalışma disiplini bir yana kölece iş ve çalışmaya karşı artan bir isteksizlik
ve nefret yaygınlaşırken, 64 yaşına kadar böyle çalışacaksınız dayatması,
çalışma acısıyla alay etmekten farksız. Ücretli çalışmanın sorgulanması,
karşılığında bir nebze kendimiz için kullanabileceğimiz zaman, kendi
istediğimiz şeyleri yapma olanağımız yoksa ve artık hiç olmayacaksa, o zaman
neden ve kimin için çalışıyoruz, diye derinleşiyor ve zincirlerinden başka
kaybedecek bir şeyi olmama düşüncesine doğru bir eğilim gösteriyor.
Fakat
saldırının provokatifliği son derece kasıtlı. Fransa mali oligarşik burjuvazisi
ve Macron yönetimi, bunun (bu kadarını beklemiyor olsalar da) oldukça büyük, belki
bir iki aylık bir direnişle karşılaşacağını bilmiyor değillerdi. Onların yapmak
istediği emek fonlarının bir kısmını daha sermayeye çevirmek kadar, Fransa işçi
sınıfının “son direnç enerjisini” çekip, en azından bir dönem için demoralize
ve paralize ederek gardını düşürecek kesin ve ağır bir yenilgiye uğratmak.
Macron’un yangına körükle giden provokatif açıklama ve aşağılamaları yine bu
minvalde. Bunun için 1-2 aylık grev ve direnişler dalgasıyla kriz koşullarında
GSMH’nin bir kıymığından vazgeçmeyi bile göze almış durumdalar.
Fakat
onların hesaplayamadığı, (Engels’in işaret etmiş olduğu gibi Fransa’da) sınıf
mücadelesinin kesin karara kadar sürdürme iradesinin artık tek taraflı
olmadığı. Geleneksel “kontrollü” grev ve direniş hareketleri yasa geçtiği anda
biterdi, şimdi bitmiyor. Sendikalar gensoruyla parlamenterizmden beklentiyi
sürdürmeye çalışıyorlar, gensorular az farkla reddediliyor, ama zaten işçilerin
ve gençlerin önemli bölümü artık parlamentodan da pek bir şey beklemiyorlar,
direniş yine bitmiyor, tam tersine daha da alevleniyor ve büyüyor. Üstelik bu
seferki grev, blokaj, gösteri dalgaları tümüyle sendika bürokrasilerinin
kontrolünde değil. İşçiler sendika yönetimlerinden gelen grev ve eylem
kararlarını uygulamakla yetinmiyor, sendikaları daha geniş çaplı ve birleşik
eylem kararları almaya zorluyor ve bir nevi peşlerinden sürüklüyorlar.
Fransa’da
yeni bir genel grev genel direniş dinamiği doğuyor
Fransa’da
“inter-syndicale” denilen sendikalar arası birlik kağıt üzerinde 2010’dan
itibaren vardı, ama pek işlemiyor, ya da yalnızca sendika bürokratlarının
görüşmelerinden ibaret kalıyor, ve mücadelenin ilk zorlu dönemecinde, “sosyal
diyalog” sendikalarından başlayarak çözülüyordu. Şimdiyse Fransa’nın en geri ve
pasif sendikaları bile, eylem süreç ve kararlarından kopmaya halen cesaret
edemiyorlar, çünkü kaynayan ve öfkeli tabanlarının kendileri olmadan da yola
devam etme kararlılığını görüyorlar. Dahası kendisini ilk kez 2019-20’deki RATP
ve SNCF grevlerinde göstermiş olan bir şey yaşanıyor; “inter-syndicale”
yalnızca sendika bürokratları arasında tepeden gitmiyor, henüz lojistik ve
enerji gibi birkaç alanla sınırlı kalsa da, farklı sendikaların aynı ya da
bağlantılı sektörlerdeki işçi temsilcileri ve öncü işçileri sendikalar arası
tabandan genel kurullar oluşturuyorlar, bununla kalmayıp sendikasız, taşeron,
güvencesiz işçi kesimlerinin temsilcilerini de kurullara katıyorlar, kendi
bölge ve alanlardaki yerel eylem kararlarını kendileri almaya başlıyorlar. Bununla
da kalmıyor, kapitalist devlet güçleri diyelim ki rafineri gibi kilit bir
alandaki işçi blokajını kırmak için saldırdığında, sendikalı sendikasız başka
alan ve sektörlerden yüzlerce işçi sınıf kardeşlerine desteğe koşuyorlar,
birkaç yüz işçilik blokaj birkaç saat içinde birkaç bin işçinin birleşik
direnişine dönüşebiliyor. Bunlar, hareketin salt yukarıda kapalı kapılar
ardındaki pazarlık ya da yukarıdan aşağıya değil, oldukça güçlü ve yaygın bir
iç ve taban dinamiğine sahip olduğunu gösteriyor. Sarı Yelekliler deneyiminin
buna kattığı da, yasa geçtiğinde, diğer “yasal/parlamenterist” mevzuat
tüketildiğinde ve devlet şiddeti artırarak grevlere karşı vurdumduymaz bir
tutum takındığında, mücadelenin bitmiş olmadığı, kitlesellik ve militanlığı
yükseltmeye devam ederek, sınırları daha fazla zorlayarak, kazanım elde etmenin
mümkün olduğu. Yani Türkiye’de bilinen bir ifadeyle söylersek, sermaye ve
devlet ne yaparsa yapsın, “işçi sınıfı bitti demeden bitmez”!
Bir diğer
önemli farklılaşma da, fiili kitle grev ve blokajları henüz geniş çaplı tüm
sektörlere yayılmamış olsa da, yalnızca saldırıdan doğrudan etkilenen
kesimlerin direnişiyle sınırlı kalmaması. Fransa’da önceki geleneksel grev ve
direnişlerin en büyük handikaplarından biri, yalnızca taktik saldırıların
doğrudan etkilediği kesimlerle sınırlı kalması, adeta cetvelle çizilmiş gibi
geleneksel sendikalizmin katı işbölümü/işkolu duvarları içinde yalıtılmasıydı.
Son grev ve blokajlar dalgasında ise, yalnızca yasadan doğrudan ve en kötü
biçimde etkilenecek işçi kesimleri değil, kısmen etkilenecek kesimler de
eylemlere aktif olarak katıldılar. Özellikle ömürleri yalnızca çalışarak değil
sayısız grev ve mücadeleyle geçmiş orta yaş ve üstü deneyimli işçiler yakın
zamana kadar genç kuşak işçilere güvensizdiler, onlara duyarsız, apolitik,
bireyci kuşaklar gözüyle bakıyorlardı. Ancak emeklilik yasasına karşı genç
kuşaklarda beklenenin üzerinde bir mücadele azmi ve enerjisi görünce, bu eski
işçi kuşaklarında da yeni bir heyecan yarattı.
Bu da
aslında, bunca saldırı ve direniş yasasından sonra, emeklilik yasasının
yalnızca emeklilik yasası olmamasının, kapitalizmin biri bitmeden diğeri
başlayan kriz ve saldırılarının, Pandemi sürecinin, Ukrayna savaşının, hızlı ve
sert yoksullaşma sürecinin, güvencesizliğin, işsizliğin, iyice anlamsızlaşan ve
ezicileşen işlerin, polis baskılarının, öz deneyim ve birikiminden, bütün bu
saldırı ve mücadele deneyimlerinden doğan ve yaygınlaşan bir sistem karşıtlığı
dinamiğinden kaynaklanıyor. Bunu 2016’daki genel grevde anti-kapitalist
denilebilecek slogan, döviz ve pankart neredeyse yok gibiyken, bugünkü eylem
dalgalarında daha fazla öne çıkmaya başlamasından da görebiliyoruz.
Eylemlerin
zayıf yanları
Tüm bu
ilerlemelere karşın başta komünist devrimci bir önderlik yoksunluğu ve Inter-syndicale’in
geleneksel sendikalizm kısıtları eylem dalgasının zayıf karnını oluşturmaya
devam ediyor. Örneğin emeklilik yasasının yanı sıra, hayat pahalılığı, aşırı
düşük ücretler, tüketici çalışma koşulları, işsizlik ve güvencesizlik, sağlık
ve eğitim sorunları, ve tabii ki zamanda ve mekanda, siyasal ve toplumsal
özgürlük sorunları, kadın, göçmen, ekoloji sorunları, eylemin açık ve örtük
dinamikleri arasında. Intersyndicale ise bunca yakıcı talepler çeşitliliğini,
yine emeklilik yasasını merkeze koyarak, ama her sektör ve kesimin özgül
taleplerini de kapsayarak, savaşım cephesini hem sınıfsal-toplumsal hem de
talepler açısından genişletip derinleştirme olanağını değerlendirmiyor. Örneğin
daha önce değindiğimiz Total grevininin yarattığı yankıyla birlikte, Kasım
2022-Ocak 2023 arasında ücret grevleri yapan L’Oreal, Danone, Schneider, Sarofi
işçileri ile birlikte düşündüğümüzde, sendikaların demiryolu, enerji ve
belediye işçilerinin başını çektiği emeklilik yasası grev ve blokajlarıyla
dünyanın en büyük şirketleri arasında yer alan bu kilit sanayi tekellerindeki
grevlerle birleştirebilecek düzenlemeler, pek ala mümkündü. Ve Macron
soytarısıyla birlikte onun arkasındaki Fransa büyük burjuvazini hedefe çakarak
sınıfa karşı sınıf uzlaşmaz karşıtlığı eksenini çok daha güçlendirebilirdi.
Inter-syndicale
emeklilik eylemlerini, kendi işyerlerinde grev yapma olanağı olmadığını
düşündüğü güvencesiz işçileri hafta sonu gösterilerine çağırarak, sendikalı
işçileri ise hafta içi iki gün greve çağırarak, yani sendikalı/sendikasız diye
bölerek gerçekleştirmeye çalışıyor. Oysa emeklilikle birlikte yalnızca hayat
pahalılığını öne çıkartarak, son dönemde özel sektörde de artmaya başlayan
ücret grevlerini yaygınlaştırmak ve yığınsallaştırmak, demiryolu, enerji,
eğitim gibi alanlardaki grevlerle bütünleştirmek mümkün. Özel sektör ve
güvencesiz işçileri, sermayenin çevresinden dolanarak akşamları ve hafta
sonları eyleme çağırmanın ötesinde, doğrudan en büyük patronlarının karşına
dikilmelerini sağlamak için, kararlı ve güvenilinir bir önderliğe ve onları
sendikalı işçilerin emeklilik mücadelesindeki yedeği olarak görmeyen, doğrudan
özneleşmelerini sağlayan bir yaklaşıma ve bunun için de sendikalı işçilerin
dayanışmasına ihtiyaç var.
Kitle
eylemlerinin zayıf yanlarından biri de, özel polis ve jandarma birliklerinin
“orantısız şiddet”ine karşı yeterince güçlü ve etkili yanıtlar verilememesi.
Mart ayındaki grev ve gösteri dalgalarında kitle şiddetinde de bir artış
eğilimi kendisini göstermekle birlikte, örneğin bir Sarı Yeleklilerin
kullandığı yöntemlerle karşılaştırıldığında, molotof, ses bombası, çelik bilye
atan sapan, havai fişek kullanımı ya da devlet bina ve büyük sermaye
işyerlerinin hedeflenmesi oldukça sınırlı düzeyde kalıyor. Paris’te her akşam
çöp toplama işçilerinin grevi nedeniyle birikmiş çöp yığınlarının yakılması
etkileyici bir sokak eylemi görselliği sunmakla birlikte, polis ve jandarma
araçlarının ters çevrilip yakılması, devlet ve büyük sermaye kurumlarının
tahrip edilmesi ve yakılması kadar etkili olamıyor. Eylemlerin muazzam
kitleselliğine ve devlet güçlerinin şiddetine karşı halen büyük ölçüde barışçıl
düzeyde seyretmesi, geleneksel savaşımcı işçi kesimlerinin halen uzlaşmayı
gözeten geleneksel reformist sol ve sendikaların (malum şiddete başvuranlar
“ajan provakatör” ilan edilir, “barışçıl eylemimizi gayrımeşrulaştırmak
isteyenler” denilir vb) etkisinden tam sıyrılamaması ve yanı sıra, orta
sınıftan işçi sınıfına doğru çözülen geniş beyaz yakalı kesimlerin ve bu çapta
mücadele deneyimi olmayan en genç kesimlerin ilk kez bu çapta eylemlere katılan
geniş bir yekun oluşturmasından kaynaklanıyor.
Bununla
birlikte bu genel değerlendirmeye tam uymayan iki önemli değişkeni de not
etmemiz gerekir. Birincisi, Fransa’daki hareketlenmelerde her daim Paris öne
çıksa da, daha küçük geleneksel işçi kentlerinde ve Fransa’nın güneyindeki
Akdeniz havzasındaki kentlerde, eylemlerin daha sert geçmesi. Bunun bir nedeni,
bu kentlerdeki sendika yerel şubelerinin taban inisiyatifine daha açık ve
merkezi sendika/parti bürokrasilerinin kontrolüne görece daha uzak olması;
yerel sendika ve öğrenci şubelerinin çevresinde daha geniş taban kurul ve
koordinasyonlarının yapılabilmesi. Örneğin Toulouse’ta yaklaşık bin kişinin
katıldığı eylem ve organizasyon platformu bunlardan biri. Paris ve çevresindeki
otoyol barikat ve blokaj malzemeleri bile oldukça sembolik kalırken, Bordeax’da
Valilik binası, Lorient’te bir polis karakolu, Nantes’da bir lüks kuyumcu
mağazası yakıldı, vb.
İkinci bir
dinamik, çoğunluğunu beyaz yakalı işçilerin, güvencesiz işçi ve işsizlerin, ve
özellikle de lise ve üniversite öğrencisi olan, ilk kez bu çapta bir hareket ve
eylem dalgalarına katılan çok geniş bir kesimin varlığı. Öyle ki, “premiere
phase”, “primo-manifestant.es” gibi, bu tür bir isyan ve direniş hareketine ilk
kez katılanların oluşturduğu sosyal medya eylem ve organizasyon platformları,
üye oranları yüzde 7’ye düşmüş sendika ve sol partilerden daha geniş bir
kitleyi eylemler için seferber edip yönlendirebiliyor. Bunu en son 28 Mart
genel grevinde, Paris’te neredeyse tüm üniversite ve liselerin bloke edilip
yaklaşık 400 bin öğrencinin gösterilere katılmasından, ya da Mart ayı boyunca
eylemlerde toplu olarak tutuklananların büyük bölümünün daha önce hiçbir eylem
sicili olmayan genç ve liseli gençlerin olmasından da görebiliriz. Bu da Sarı
Yelekliler sürecinde olduğu gibi, ilk kez böyle bir harekete bu çapta katılan
(reformist sendika ve partilerin kontrolü dışında olan) bir kesimin, ne
yapacağının kestirilememesine, bunun hem uzlaşmacı sendika ve partileri hem de
devleti, yeni bir 68 isyanı hayaletiyle korkutmasına yol açıyor.
Bir diğer
zayıflık da, sendikaların süresiz/kesintisiz genel grev genel direnişten uzak
durmasında, haftada bir iki genel grevle, şu eski kontrollü direniş taktiğini
sürdürmesinde yatıyor. Bu devlete bir dizi kilit grev ve blokaj noktasını zaman
içinde yıpratarak kaldırma veya ek grev kırıcı taşeron işçileri devreye sokarak
etkisizleştirme, hükümete “sendikalar ve parlementodaki muhalif partilerle
görüşmelere başlayacağız” vb gibi vaatlerle yeniden parlamentarist ve uzlaşmacı
beklentileri yaygınlaştırma olanağı veriyor. Oysa Şubat ayındaki grev ve
gösterilerle bunun altyapısı hazırlanıp Mart ayındaki yükseliş sürecinde “ya
hep ya hiç” tarzı süresiz bir genel grev ve direniş hareketi, Macron’a yeni
manevralar olanağı vermek yerine onu sıkıştırdığı köşede boğabilirdi.
Aslında
tabanında belli devrimci dinamiklere sahip SUD, Solider gibi daha küçük
sendikalarla, tabanında çok güçlü bir mücadele birikim ve deneyimi ve sonuna
kadar gitme kararlılığı olan CGT, Inter-Syndicale’in başını çekseler de,
ittifak yaptıkları sosyal diyalog sendikalarını platformda tutmak için, süresiz
genel grevden uzak duruyorlar, bunu da süresiz genel grev istemini yükselten
öncü işçi kesimlerine karşı “kontrollü” eylemlerin ve uzlaşma arayışlarının
bahanesi olarak kullanıyorlar. 23 Marttaki genel grev ve gösterilerde kitle
şiddeti de kendini göstermeye başlayınca, kapitalist devlet hemen sendikaların
bu açmazını kullanmaya çalıştı. Bir milletvekili, “sendikalar askerlerini uzun
süre daha ellerinde tutamayabilirler, dün gece ilk patlamaları görmeye
başladık. Risk, sendikaların artık hareketi yönetemeyecek durumda olması” diye
durumu açıkladı. Hemen ardından başbakan, muhalif parti ve sendikalarla
görüşmeye başlayacaklarını açıklayarak, klasik cellat/papaz taktiğiyle en geri
sendika ve partilerden başlayarak eylemi içerden çözme operasyonunu başlattı.
Nitekim 28 Mart genel grev ve gösterilerinde Paris’te lise ve üniversite
öğrencilerinin katılımında yeni bir artış yaşanırken, sendikaların katılımında
belirgin bir düşüş kendini gösterdi. Hatta CGT, daha önceki katılım sayılarını
gerçeğin epey üzerinde gösterirken, 28 Mart eyleminde bu kez gerçeğin yarısı
kadar göstererek, tabanı demoralize etme operasyonunu başlattı. Cellat/papazlı
uzlaşma taktiğinin de tüm esprisi zaten budur: Eylemleri geriye çeker ve
bırakırsanız, pazarlığa oturma şansımız olur!
Nitekim
Inter-syndicale şefleri, yasanın kesin geri çekilmesi isteminden, bir
arabuculuk istemiyle “eylemlere mola verilmesi”nin, yasanın belli yaşın
üstündeki işçileri kapsamayıp kademeli uygulanması gibi dolambaçlarla
uzlaşmanın yolunu yapmaya çalışmaya başladılar bile! 28 Mart akşamı, hafta içi
ikinci grev kararı almayıp sonraki grevi, bir hafta sonraya (6 Nisan’a)
koymaları da bir gösterge.
Hareket
yasanın 49.3’le geçirildiği 7 Marttan itibaren ciddi biçimde radikalleşmeye
başladı. Artan sayıda yasal sınırları aşan grev ve eylemler gerçekleştirilmeye,
yer yer kitle şiddeti de kullanılmaya başlandı. Ancak sol sendika ve partiler
bu hareketin gerisinde kaldıkları gibi, giderek geriye çekmeye çalışıyorlar.
İki buçuk
ayda 10 genel grev, 3.5 milyon kişinin katıldığı gösteriler, haftalar boyunca
hemen her gün sokakları ateşe veren sokak eylemlerinin geldiği noktada, yasayı
geri çektirememiş olması, tabanda da tartışmalara yol açıyor. 28 Şubatta
gençler eylemlere yeni bir dinamizm getirdi, daha radikal bir kopuşa ve daha
sert eylemlere geçmeliyiz diyen kesimlerle, yorgunluk belirtileri gösteren,
uzlaşma çağrısına kulak verilsin diyen kesimler var. Kuşkusuz 10 genel grev,
her sabah 5’te kalkıp saptanan blokaj noktasına gidip geceye kadar orda
beklemek, her gösteri de gaz ve cop yemek, grev süreçlerinde ücret alamamak vd
tüm bunların büyük bir yoruculuğu vardır ve bu eylemlere katılanların ortalama
ve geri kesimlerinde, görüşmelere oturup yasada küçük de olsa rötuşa razı olma
eğilimini doğurabilir. Ama talepleri, greve çıkan işçi kesimlerini, eylem
yöntem ve araçlarını çeşitlendirerek bunun üstesinden gelmek mümkündü ve halen
mümkün. Sendika yönetimleri, taban inisiyatifi, kitleselliği ve yaratıcılığı
giderek artarken, 2.5 ay boyunca hep aynı şeyi aynı tarzda yaparak, bu
yorgunluğun asıl sorumlularıdır. Zaten kapitalist devlet iktidarının “görüşme”
yemi de tam da bunu gözetiyor, sendikalı öncü kesimlerini yoracak, militan ve
radikalleşen kesimleri yalıtacak, sendika büroksilerinin de buna teşne
olmasıyla, küçük burjuvaziden ve sosyal diyalogculardan başlayarak, yorgun
kesimleri eylemlerden düşürecek, bir operasyon yürütülüyor. Bu durum taban
komite ve koordinasyonlarını genişletmeyi ve eylemleri radikalleştirmeyi daha
da yakıcılaştırıyor. Diğer taraftan bu durum ileriye doğru daha radikal
kopuşları da doğurabilir. 23 Mart’ta bu eylem sürecinin ortasında yapılan CGT
kongresinde, tabanın büyük çoğunluğunun sendika başkanı Martinez’in faaliyet
raporuna karşı oy vermesi, bu iç gerilimin bir göstergesi.
Devlet
şiddeti ve eylemlerde bir demiryolu işçinin gözlerini kaybetmesi bir gencin komaya
girmesine karşın Inter-syndicale’in talepler, örgütlenme ve eylem yöntem ve
araçlarında hiçbir yükseltime gitmediği gibi, bir yanda uzlaşma arayışı diğer
yanda eylemleri yükseltme arayışı, iç tartışma ve gerilimi büyütüyor. Öncü işçi
ve gençlik kesimi daha sert eylem biçimleri için giderek sesini yükseltiyor.
Fransa’da bu
büyük sınıf muharebesi nasıl devam ederse veya sonuçlanırsa sonuçlansın,
sertleşen sınıf mücadelelerine yeni ve büyük bir zenginliği şimdiden kattı.
Bundan sonrası onun kaldığı yerden başlayacak...
Yeni bir
dönem mi yeni bir çağa doğru mu?
Fransa’da
kapitalizm karşıtlığının yaygınlaştığını ve derinleştiğini vurguladık, ancak bu
kendi başına kapitalizmi aşan bir sosyalist devrimci ufuk anlamına gelmiyor.
Gelişen anti-kapitalist bilinç, halen sorunları çözecek bir düzeltilmiş sistem
arayışı ile sınırlı. Fransa’da geçmişin oldukça güçlü devrimci, sosyalist
hareketleri çok önceden burjuva demokratizmi, parlamentarizm batağına batmış
durumdalar. Fransa’da solun tüm renk ve tonları (geleneksel sol, yeni sol,
anarşistler, troçkistler vd) bu ülkede sol ve az çok etkili olmanın temel şartı
olarak işçi sınıfı içinde varolmaya çalışsalar ve işçi sınıfının büyüyen
mücadele dalgaları içinden yer yer güç toplasalar da, ulusalcı/kamucu reformizm
ile liberal halkçı reformizm parantezi içine hapsolmuş durumda. Melanchon’un
söylemi reformist bir “6. Cumhuriyet”ten ibaretken, parlamenterizm ve sendikal
bürokratizmi tanımadığını ileri süren devrimcilik iddialı daha küçük troçkist
grupların (Permanente Revolution vb) ufku ise “devrimci durum” ya da “ön
devrimci durum” gibi abartılı tespitlerine karşın, “geçiş talepleri programı ve
kurucu meclis” adı altında “sol” sosyal demokrasiden ileri geçmiyor.
Anarşistlerin ise sokak eylemlerindeki militanlıklarına karşılık, yıkıcılıkla
birleştirebildikleri hiçbir kurucu ufku yok.
Bu koşullar
altında, işçi sınıfı içindeki üye sayıları yüzde 2-3’ü zor bulan birkaç sol
sendikanın ulaştığı güç ilk bakışta şaşırtıcı görünse de, bu da aslında bir
yandan yılların muazzam bir mücadele birikimine sahip deneyimli ve ağırlıklı
olarak kamu işçileri kuşağının artık sonuna kadar gitme isteminden,
kapitalizmden bezmiş ve konum kaybı ve saldırılardan sıtkı sıyrılmış
kitlelerden ve anne-babalarından daha beter ve geleceksiz bir dünyaya gözlerini
yeni açmış genç kuşakların mücadeleye girmesinden kaynaklanıyor.
İşçi
sınıfının ve genç kuşaklarının artan mücadele enerjisi, yaratıcılığı ve
kararlığı ve bugün yeniden kendini göstermeye başlayan özorganlaşma dinamiği ile
birlikte, anti-kapitalist bilincin gelişmesi ise, çok daha fazlasının zeminini
sunabilir. Ancak kuşkusuz kendiliğinden değil; bu mücadelelerdeki gelişim, bu
mücadelelerin ateşinden geçerek kendisini kanıtlaması gereken komünist devrimci
program, siyaset, örgüt ve kadro ihtiyacını ortadan kaldırmıyor, tam tersine
yakıcılaştırıyor.
Bu yazımızı,
Fransa’da 2020 genel grevleri dalgasına dair bir analizimin final bölümüyle
bitirebiliriz:
“Peki ne yapmalı? Bu sorunun sihirli
hazır kalıp bir cevabı yoktur. Ancak bu soru cevapsız da değildir.
Öncelikle kazanmanın yolu, neyi
kazanacağımızı ve neyden kurtulmamız gerektiği sorunlarının cevabında net
olmaktan geçiyor. Bu iki sorunun cevabını işçi sınıfının dev çaplı ve bir üst
düzeyden toplumsallaşarak değişen yapısı ve bunun doğurduğu daha yüksek
toplumsal-bileşik mücadele olanak ve yetilerine; üretim ve emeğin dev çaplı ve
bir üst düzeyden toplumsallaşmasının kapitalist üretim ve iktidar ilişkileriyle
geldiği bağdaşmazlık düzeyinden bakarak aramaya başlayabiliriz.
İşçi sınıfının değişen ve genişleyerek
çeşitlenen yapısı ve üretim araçları ve organizasyonunun farklılaşmasıyla;
teknoloji ve bilişim-iletişim-ulaşımın kapitalizmin başdöndürücü bir hızla
geliştirilmesiyle; işçiler üretim sürecinde parçalanmakla kalmıyor, kapitalizm
aileleri çözüyor, öğrencileri güvencesizleştiriyor, köylüleri büyük tekellerin
güvencesiz taşeron yarı-proleterlerine dönüştüyor, kavuşmanın ve özlemin
sembolü tren garlarını AVM’lere dönüştürüyor. Kentleri kapitalizmin daha fazla kar
ve satış hedefleri temelinde yeniden şekillendiriyor. Sahilleri ormanları sıcak
bölgeleri ya da karlı dağları, her şeyi, aklımıza gelecebilecek her şeyi,
kapitalist mali oligarşinin daha fazla kar ve zapturapt hedefleri temelinde
yeniden yapılandırıyor.
Ve bunu yaparken doğada bulunan her
şeyi tahrip ederek ilerliyor. Kara ve metaya dönüştürülemeyecek hiçbir şeye
varlık ve yaşam hakkı tanımıyor. Bütün bu yıkıcı dönüşüm sürecinin yıkıcı
sonuçlarının içinde kapitalizme karşı çok daha güçlü ve her zamankinden çok
kolektivize olmaya yatkın bir sınıfı da kendi elleriyle kendisine karşı daha
gelişkin bir temelden yeniden üretiyor.
Bu zeminde mali oligarşik kapitalizm
ve tam kapitalistleşmiş devletlerine karşı doğayı, yaşamı, emeğimizi daha
enternasyonal bir düzlemde ve yaşamı ve mücadeleyi iç içe geçirerek
savunmalıyız.
Güvencesizliğe karşı mücadeleyi
ücretli köleliğe karşı mücadeleyle bütünleştirmeliyiz. Kafa ve kol emeği, kadın
ve erkek emeği, yerli ve göçmen emeği, genç ve yetişkin emeğinin mücadelelerini
proleter devrimci demokrasiyle daha gelişkin biçimlerde bütünleştirmeliyiz.
Zamanda ve mekanda özgürlük
mücadelelerini bütünleştirmeli, haftada 32 saatlik çalışma (58 yaşında
emeklilik ve işçi kontrolü-bn) mücadelesiyle başlamalıyız. Kar için değil
toplumsal ihtiyaçlar için ve üretenlerin kontrolünde olacak üretim ve teknoloji
sloganlarını yükseltmeliyiz.
Her işçinin çalıştığı kentte barınma
elektrik su ulaşım iletişim gibi temel toplumsal ihtiyaçları parasız
karşılanmalı. Kamu ve emek fonlarının sermayeye akıtılması ve kesilen
vergilerin çeşitli kılıflar altında sermayeye aktarılması yasaklanmalı.
Kentlerin dizaynı ve şekillendirilmesi o kentte yaşayan ve çalışan işçiler
tarafından belirlenmeli. Bir çok yeni taleple kapitalizmi yıkma stratejisinin
içinde mutlaka yeni ve daha gelişkin bir üretim ve yaşam tarzının, yepyeni ve
daha gelişkin bir (toplumsallaştırılmış-bn) yaşamın somut canlı ufku ve
mücadelelerinin zemini Fransa’da ve dünyada her zamankinden daha güçlü. Bu grev
ve direnişlerin bize asıl bu doğrultuda sunduğu yeni ipuçları ve tohumlar, umut
en büyük kazanımızdır. Bu zeminden yürüyeceğiz.” (https://devrimciproletarya5.net/fransa-genel-grev-ve-direnisi-bir-ilk-degerlendirme/)
23-28 Mart 2023