Rob
Sewell
Kapitalist sistem, muhtemelen tarihinin en derin krizini yaşıyor. Ve
dolayısıyla, bu sistemin nasıl işlediğini anlayabilmek ve bunun için de
Marksist iktisat öğrenmek gün geçtikçe önem kazanıyor.
İlk bakışta, Marksist iktisat oldukça zor görünebilir. Her şeyden önce dili
ağır görünebilir. Kendi kısaltmalarını, kendi terimlerini gerektiren tüm
bilimlerde durum budur. Bununla birlikte, temel ilkeleri anlaşıldıktan sonra
gittikçe kolay hale gelir ve bunun için en başta harcanan çabaya kesinlikle
değer. Marksizm işçilerin nasıl sömürüldüğü ve kapitalist sistemin neden
yıkıcı, devamlı tekrar eden dönemsel krizler yaşadığı gibi birçok soruya yanıt
verecektir.
Marx, ekonomik sisteme nesnel bir bakış açısıyla yaklaştı. Onun kapitalizmi
incelerken takındığı tavır bir arı kovanının işleyişini inceleyen bir doğa
bilimcininkinden farksızdır. İçinde yaşadığımız topluma baktığınızda, her
alanda paranın ve alım satımın egemen olduğu görülüyor. Para kazanmak neredeyse
her insan uğraşının arkasındaki itici güce dönüşmüş durumda. Bu çeşit maddi
ilişkiler, günlük yaşamın ve insan bilincinin derinliklerine nüfuz etmiş halde.
Bir yandan insanlar nakit değerlerine indirgenirlerken para da özneleşmekte,
kişileşmektedir. Finans haberlerini takip ederseniz, sanki hasta bir bireyden
bahsediliyormuş gibi, “Pound bugün finans piyasalarında biraz daha iyi durumda”
gibi cümlelerle karşılaşırsınız. Öte yandan, milyoner toprak sahibi Westminster
Dükü'nün “milyonlar değerinde” olduğunu okuyabilirsiniz. Marx bu garip durumu
“meta fetişizimi” olarak tanımlıyor. Peki ya bu durumun ardında ne yatıyor?
Basitçe ifade etmek gerekirse, bu kavram, sosyal ilişkilerin çarpıtılarak
bir dizi finansal ilişkilere indirgendiği piyasa ekonomisinin bir ürünüdür. Bu
tür ilişkilerin egemen olduğu bir dünyada yaşadığımız için, bu ilişkiler
düşünüş ve olaylara bakış biçimimize nüfuz ederler. Bu durum, örneğin, parçası
olduğumuz ekonomik faaliyetlere bakışımızı bulanıklaştırmaktadır. Günlük
hayatımız devamlı olarak bu gizemli güçlerce domine edilmektedir. Bu güçler biz
onların farkında olmasak bile devamlı olarak işlerler. Tıpkı cansız nesnelere
ağaca, güneşe, totemlere tapan ilkel insanlar gibi, dünyanın görünüşte
olağanüstü güçlere sahip olan para ve başka metalar tarafından yönetildiğini
düşünürüz. Hiç kimsenin piyasa üzerinde kontrolü yoktur, ama yine de piyasa
herkese hükmeder.
Bu durum her zaman böyle değildi. Örneğin feodal toplumda sosyal ilişkiler
daha keskin ve daha şeffaftı. Sosyal ilişkiler, bir toprak mülkiyeti
hiyerarşisine dayanan sosyal yükümlülüklere dayanıyordu. Herkesin belirli bir
statüsü vardı ve herkes bunun farkındaydı. Toplum sosyal olarak durağan
durumdaydı.
Ancak kapitalistler acımasızca feodalizme ve onun yöntemlerine son verdiler
ve kendi egemenliklerini kurdular.
Komünist Manifesto'da Marx ve Engels, “Burjuvazi hâkimiyeti ele geçirdiği
her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir.”
diyorlar. “İnsanı tabii mafevkine bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca
kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı “nakit
ödeme”den başka bir bağ bırakmamıştır.”
Kapitalizm, üretici güçleri geçmiş toplumlara kıyasla devrimcileştirir,
ancak kendi yasalarını ve çelişkilerini de beraberinde getirir. Yükselen
kapitalist sınıf, köylülerin topraklarını ve bağımsız yaşam araçlarının
ellerinden aldı ve onları ücretli emekçilere dönüştürdü. Üretim araçlarını
tekelleştirdi ve eski köleleri, mülksüz işçileri yeni mülk sahipleri için
çalışmaya zorladı. Bu yeni sınıf ayrımı, yeni toplumsal düzenin sonucuydu. Bu,
Marx'ın “ilk birikim” dönemi olarak tanımladığı, kapitalizmin “tepeden tırnağa
kana ve pisliğe bulanmış olarak” yükseldiği dönemdir. Bu acımasız süreç kendi
ayrı sınıf çıkarlarıyla beraber iki ayrı sınıf yaratı, işçi sınıfı ve
zenginleşen kapitalist sınıf. Egemen sınıf yani kapitalistler, servetlerini ve
ekonomik güçlerini borçlu oldukları, onlar için artı değer üreten işçileri
acımasızca sömürdüler.
Her sınıflı toplum kendi sömürücü sınıflarını yarattı: köle sahipleri,
feodal toprak ağaları ve sermayedarlar. Köleci toplumda, üreticiler köle
sahiplerinin mülkiyetindeydi. Feodalizmde, bir tarım toplumunun en önemli
unsuru olan serflerin bağlı olduğu topraklar feodal beylerin mülkiyetindeydi.
Kapitalizmde ise, üretim araçları özel mülkiyetin elindeyken, mülksüz işçiler
hayatta kalmak için emek güçlerini satmak zorunda kalıyorlar.
Mübadele için üretimin gelişimi ve çok çeşitli malların üretimi bir iş
bölümünü de beraberinde getirir. Genel olarak üretim tüm toplum biçimleri için
ortak olsa da kar amaçlı üretim öyle değildir. Köylü toplumlarında insanlar
ürettikleri ürünlerle yaşarlar ve ticaretin onların gündelik yaşamlarında
hiçbir rolü yoktur. Feodalizm altında, lordlar, toprakları üzerinde çalışan
kölelerin üretim fazlasına basitçe el koyuyordular. Kapitalizmde ise mübadele
için üretim egemen üretim biçimidir.
Genel olarak üretim ile mübadele için üretim arasındaki farkın altını
çizmek için Marx, kullanım değeri ve mübadele değeri terimlerini
kullanır. Değer ifadesinin iki anlamı vardır. Biri, insan ihtiyacını karşılayan
bir şey olan kullanım değeridir. Kullanışlı olma niteliğine sahiptir. Cep
telefonu, diğer telefon kullanıcılarıyla konuşmamızı sağlayan bir cihaz olması
açısından bir kullanım değeridir. Bununla birlikte, bir kullanım değerinin
fiziksel bir şey olması gerekmez. Şarkı söylemenin de her ne kadar geriye hiç
bir somut iz bırakmıyor olsa da bir kullanım değeri vardır, biri ya da
birilerine zevk verir. Fakat tüm kullanım değerleri insan emeğinin ürünü
değildir. Hava bir kullanım değeridir, solunumu hayati önem taşır; ama onun
üretiminde hiçbir emek söz konusu değildir. Bununla birlikte, insan emeğinin
neredeyse tüm ürünleri kullanım değeridir.
İkincisi, bir meta (mal) bir diğeriyle takas edildiğinde, o metanın
değerini yansıtan bir mübadele-değeridir. Bu kadar çift ayakkabı, şu kadar
pantolonla değiştirilebilir gibi. Meta, satılmak üzere üretilmiş bir şeydir.
Meta (Mal), aynı zamanda bir mübadele-değeri de olan, yani piyasada satılabilen
bir kullanım değeridir. Meta satıcısı elindeki metanın yalnızca mübadele-değeri
ile ilgilenir. Yani metanın getireceği fiyatla ilgilenir. Öte yandan alıcı,
kullanım değeri (bir şeyin ne işe yaradığı) ve ayrıca ne kadara mal olduğu ile
ilgilenir. Bir metanın mübadele-değeri, bedeliyle belirlenir.
Bir metanın bu ikili karakteri - kullanım değeri ve mübadele değeri - iç
içe geçmiştir. Üretilmiş bir metanın kimseye hiçbir faydası yoksa kimse onu
satın almaz veya takas etmez. Böyle bir durumda değişim değeri anlamsız hale
gelir. Dolayısıyla meta, gereksiz emek içeriyor demektir.
Bu kendini bu ilişkileri anlamaya adamıştı. Bu adanmışlıkla, işçi sınıfının
kapitalizm altında sömürülmesinin nasıl gerçekleştiğini ortaya koyabildi. Bunu,
Adam Smith ve de özellikle David Ricardo’dan edindiği “emek değer” teorisini
geliştirerek başarabildi.
Bu teorinin temeli epey açıktır. Birincil argüman, emeğin tüm değerlerin
kaynağı olduğudur. İnsanlar ancak emek harcayarak, kullanım değerlerinin
üretimi yoluyla yaşayabilir ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Hayatta
kalabilmek için çalışmak zorundayızdır. Elbette, kapitalizmde olduğu gibi,
başkalarının emeğiyle yaşayan sömürücü bir sınıfın mensubu değilseniz. “Küçük
bir çocuk bile, çalışmayı değil bir yıl için, diyelim sadece birkaç hafta için
bile bırakacak herhangi bir ulusun yok olacağını bilebilir.” diye yazar Marx,
Kapital’de.
Kapitalizmin gelişiminden önce, üretim geniş oranda kişisel tüketim için
yapılıyordu. Köylüler ekinleri ile ilgileniyordular ve nelere ihtiyaçları varsa
onları üretiyorlardı. Muhtemel üretim fazlası yerel pazarlarda satılırdı. Ancak
bu ikincil bir durumdu. Piyasa hâkimiyeti ele geçirdikçe ise, çoğu üretici
metaları kendileri tüketmek üzere değil de başkaları için, yani mübadele etmek
için üretmeye başladılar. İşte modern kapitalist ekonomik ilişkilerin embriyosu
böylece insanlık tarihinin rahminde oluşmaya başladı. Toplumsal işbölümü
nedeniyle, yani herkesin başkaları tarafından üretilen ürünlere ihtiyacı olduğu
için herkes herkese bağımlı hale geldi. Mübadele, artık kişiler arasındaki
sosyal bağdır. Bu, yaygınlaşmış meta üretiminin temelidir. Değişim değerlerinin
kitlesel üretimi anlamına gelir.
Metaların mübadelesi, eşdeğerlerin mübadelesine dayanır. Bir şey, eşit
değerdeki (mübadele değeri) başka bir şeyle değiştirilir. Bazı tüccarların
ucuza alıp pahalıya satabilmesi ancak başkalarının ayni metayı değerinden
pahalıya alıp ucuza satması ile mümkündür. Bir satıcının kazancı, başka bir
alıcının kaybıdır ve bunun tersi de geçerlidir. Toplum bir bütün olarak bundan
yarar sağlamaz; sadece yaratılmış olan değeri bölüşmüş olur. Bununla birlikte,
daha takastan itibaren, belirli bir miktardaki bir ürünü belirli bir miktar
başka bir ürünle eşdeğerlerin mübadelesine dayalı olarak değiştirme çabası vardır.
Metalar, açıkladığımız gibi, mübadele için üretilen şeylerdir. Şu soru
ortaya çıkıyor: Birbirleriyle mübadele edilenler, yani metalar, tam olarak
nedir? Birbirinden çok farklı olan ve farklı kullanımları olan bu şeylerin
ortak özelliği nedir? Bu şeylerin birbirleriyle kıyaslanabilmesini sağlayan
nedir?
Bu ortak özellik açık bir şekilde ağırlık, renk, boyut veya diğer herhangi
bir fiziksel nitelik değildir ve fiziksel niteliklerin tümü bir metadan
diğerine önemli ölçüde farklılık gösterir. Bir çift ayakkabı bir pantolondan
çok farklıdır. Buna karşılık, ortak noktaları, ikisinin de insan emeğinin
ürünleri olmasıdır.
Marx, “Doğa makine, lokomotif, demiryolu, elektrikli telgraf, kendi kendine
işleyen taşıyıcılar vb yapmaz. Bunlar insan sanayisinin ürünleridir; doğa üzerindeki
insan istencinin ya da insan etkinliğinin organlarına dönüşmüş doğal gereçtir”
demiştir. Doğa malzemeleri sağlar, ancak onları kullanım değerlerine ve değere
dönüştüren emektir. Doğa bize hiçbir değeri olmayan malzemeleri değerleri olmaksızın
sağlar. Ancak insan emeği zaman ve efor harcayarak değerlerin yaratılmasına
hizmet eder.
Sonuç olarak, mübadele yoluyla, bir metadaki şu kadar çok genelleştirilmiş
emek, başka bir metadaki bu kadar çok genelleştirilmiş emekle
karşılaştırılabilir. Mübadele sırasında, üretimlerinde harcanan emek-zaman
miktarına bağlı olarak, şu kadar çok sayıda saat, şu kadar çok sayıda ayakkabı
ile takas edilir. Bu nedenle metalar, mübadelede kıyaslanan yoğunlaştırılmış
emek-zaman miktarı olarak kabul edilebilir. İnsan çabasının tüketimi, üretimde
yer alan tek gerçek maliyettir.
İlk burjuva iktisatçılar bile bu ilkeyi kabul ettiler. Marx, kendi not
defterinden kelimesi kelimesine kopyalanan klasik değer tanımına ilk kez Adam
Smith'in yazdığı ‘The Wealth of Nations' (Ulusların Zenginliği)’da rastladı:
“Kökeninde bütün dünya zenginlikleri, altın veya gümüşle değil, emekle satın
alınmıştır. Onu bazı yeni ürünlerle değiş etmek isteyen servet sahipleri için o
servetin değeri, bu kimselere satın alabilmek veya egemen olabilmek imkânını
verebildiği emek miktarına tamı tamına eşittir.”
Bununla birlikte Marx, değerin kişiler arasında bir sosyal ilişki olduğunu
keşfetti. Ancak kapitalizmde bu, fantastik bir biçimde, şeyler arasındaki bir
ilişki olarak görünür. Satış için cansız nesneleri kullanarak bu mübadeleye
girenler sadece kendi çıkarları olan insanlardır, tersi değil. Metalar kendi
kendilerini piyasaya sürmezler.
Yüzeyin altında var olan gerçek ilişkileri anlamak için şeylerin dış
görünüşünün ötesini de görmeliyiz. Kapitalizmi yöneten yasalar toplum
tarafından fark edilmeksizin sessizce işler. Gerçek bir bilim olan Marksizm’in
amacı, bu temeldeki ilişkileri ve yasaları keşfetmektir.
Toplumsal Olarak
Gerekli Emek Zaman
Değer, Marksist anlamda oldukça tuhaf bir şey gibi görünür. O, metanın ne
doğal ne de fiziksel bir niteliğidir. Bu nedenle, güçlü bir mikroskopla bile
değer görülemez. Fiziksel bir varlığı olmadığı için dokunulamaz veya
koklanamaz. Ama değişim değeri (ya da sadece “değer"), tıpkı yerçekimi
gibi kesinlikle vardır ve rastlantısal bir şey değildir.
Marx'ın açıkladığı gibi, değer belirli bir toplumsal niteliktir ve yalnızca
metalar arasında mübadele gerçekleştiğinde ortaya çıkar. Mübadele sırasında,
belirli bir miktar genelleştirilmiş emek, değerlerin mübadelesi yoluyla el
değiştirir. Mübadele sırasında, terzi veya inşaatçının işi eşdeğer yapılır.
İlgili emek biçimleri göz ardı edilir ve ürünlerinin tümü genelleştirilmiş
basit emeğe indirgenir. İster basit, ister vasıfsız, ister yarı vasıflı ya da
vasıflı emek olsun, tüm emek, mübadelede, vasıflı emeğin vasıfsız emeğin bir
katı haline geldiği ortalama emeğe indirgenir. Toplumsal bir ilişki olarak
değer, farklı üreticilerin emeği arasındaki ilişki olarak ifade edilir. Bu
nedenle değer, belirli bir emek biçiminin değil, soyut insan emeğinin ya da
genel olarak emeğin sonucudur.
Kapitalistler, malları maliyet değerinden satmazlar. Kâr peşindedirler.
Üretim sürecinde yalnızca emek değer üretir. Makineler değer yaratmazlar,
sadece aşınma ve yıpranma veya amortisman yoluyla kendi değerlerini parça parça
yeni metalara aktarırlar. Makineler, her durumda, işçiler tarafından
kullanılmalıdır, aksi takdirde tek başlarına hiçbir şey üretmezler. Hammaddeler
de aynı şekilde süreçte tüketilir ve değerlerini yeni ürünlere aktarır. Bir
başka deyişle, terzi, esme ve dikme yoluyla emek vererek üzerinde çalıştığı
malzemelerden son ürüne aktardığı değere değer katar.
Örneğin bir evin maliyeti, onu inşa etmek için gereken malzemelerin
maliyetinden oluşacaktır: tuğlalar, çimento, ahşap, alçı vb. ve ilgili
işçilerin emeği. Peki bunların fiyatlarını ne belirler? Tuğlalar, odun, çimento
vb. Hepsi insan emeğiyle üretilir. Bu nedenle maliyetler, üretimlerinde yer
alan emek-zaman miktarlarına indirgenebilir. Bu nedenle fiyatlar, üretim
maliyetleri, bunları üretmek için gereken emek-zaman miktarı ile belirlenir.
Bu, geçmişte ve şimdi harcanan emeğin bir birleşimidir (Marx'ın dediği gibi,
ölü ve canlı emek).
Daha doğrusu, bir metanın değeri emek-zaman miktarlarıyla değil, üretimine
yatırılan toplumsal olarak gerekli emek-zaman miktarı ile ölçülür. Marx,
“emek-zaman” ve “toplumsal olarak gerekli emek-zaman” terimleri arasındaki bu
hayati ayrımı yapmıştır. Değer basitçe üretimde yer alan emek miktarına eşit
değildir. Eğer öyle olsaydı tembel veya verimsiz bir işçi, bir şeyler üretmek
için daha fazla zaman harcadığı için çok daha büyük değerlerin kaynağı olurdu.
Bu açık bir biçimde yanlıştır. Değer, “toplumsal olarak gerekli” emek
tarafından, yani ortalama sosyal koşullara ve mevcut teknik düzeye göre mal
üretmek için kullanılan ortalama emek tarafından üretilir. Bir metanın
toplumsal olarak gerekli emeği içerip içermediği, metalar pazarda satıldıkça
veya reddedildikçe, değişimde ortaya çıkacaktır.
Belirli bir metanın üretilmesi ortalama zamandan daha uzun sürerse, bu
fazla emek-zamanı faydasız emektir. Piyasada bu tür “değeri yüksek” (aşırı
fiyatlı) mallar alıcı bulamaz. Toplumsal ortalamanın üzerinde bir maliyetle
yapılan tüm bu metalar satılmadan kalacak ya da kapitalist tarafından zararına
satılmak zorunda kalacak. Üretken olmayan (boşa harcanmış) emek kullanan
kapitalistlerimiz, kısa süre sonra mallarını “piyasa fiyatı"ndan
satamayacakları için kendilerini piyasadan elenmiş olarak bulacaklar. Fiyatlar,
üretime harcanan “toplumsal olarak gerekli” zamanı yansıtma eğiliminde
olacaktır.
Karlar ve Üretkenlik
Kapitalistlerin dürtüsü para kazanmaktır. Bir kapitalist yeni üretim
teknikleri geliştirdiğinde ve üretim maliyetinin altında metalar ürettiğinde, o
zaman daha fazla malı daha ucuza satabilecek ve süper kârlar elde edebilecektir
- ta ki herkes bu yeni tekniklere uyana ve yenilerini geliştirene kadar. Bu
gerçekleştiğinde ve bu yeni teknik düzey ortalama haline geldiğinde, fiyat yeni
toplumsal olarak gerekli emek-zamana karşılık gelecek şekilde yeni bir düzeye
düşecektir. Bu sebeple her bir metanın üretilmesi bir önce üretilenden daha az
zaman alacak ve bu nedenle daha az değer içerecektir, böylece maliyetler ve
fiyat etkili bir şekilde düşecektir. Kuşkusuz teknikteki sürekli
değişikliklerle birlikte toplumsal olarak gerekli emek-zaman her zaman
değişmektedir. Bununla birlikte, herhangi bir noktada genel bir ortalama
standart vardır ve bu standart, hiç bitmeyen bir teknik ilerleme sürecinde
yerini alır.
Kapitalizm düzensiz bir sistemdir. Mallar pazara girdikten sonrasına dair
herhangi bir planlama yoktur. Burada piyasanın kör güçleri hâkimdir. Bir
kapitalist, her biri 100 sterline satılık 1.000 yatak üretirse fakat diğer ayni
fiyattan yatak üreten kapitalistlerin de normalde olduğundan daha fazla üretim
yaptığını görürse, tüm yataklarının satılmayacağından korkacaktır. Daha sonra
rakiplerini baltalamak için fiyat düşürecek, ancak bu durumda diğerleri de yine
aynı aynısını yapacaktır. Fiyatlar düşerken, satın alma niyetinde olmayan
insanlar da yataklarla ilgilenmeye başlayacaktır. Fiyat düştükçe talep artar.
Bu durumda, ya bazı yataklar satılmayacak ya da her yatağın fiyatı normalden
daha düşük olacaktır. Kapitalistimizin beklendiği gibi 100.000 sterlin kazanmak
yerine, söz gelimi 70.000 sterline razı olması gerekecektir.
Ancak söz gelimi gardırop yapan kapitalistler daha iyi durumda olabilir.
Sınırlı sayıda satıcıya karşılık gardırop satın almakla ilgilenen birçok kişi
varsa kapitalistler normalde 200 sterline satılan gardıropların fiyatlarını
yükseltecektir. Bu olurken, gardıropları daha az kişi satın alacaktır. Hepsi
satılmak istenirse, fiyatların daha fazla yükseltilemeyeceği bir sınır vardır.
Fiyatın 300 sterline yükseldiğini düşünürsek günün sonunda kapitalistimiz tüm
bu malların satışından 150.000 sterlin kazanacaktır.
Yatakları yapan kapitalistler, gardırop yapanların ne kadar kar yaptığını
göreceklerdir. Sonunda, üretimlerini yatak yapmak yerine daha karlı olan
gardırop üretimine çevirmeye başlayacaklardır.
Başka bir deyişle, sermaye, ekonominin en yüksek getiri oranlarını sunan sektörlerine
akar. Ancak bu daha karlı sektörün kapasitesi de dolmaya başladıkça gardırop
üretimi artar ve gardıropların fiyatı (ve getirdiği kar) düşer. Sonuç olarak,
sermaye daha yüksek kâr oranlarının olduğu diğer alanlara yönelecektir. Bu da
muhtemelen piyasada yatak kıtlığı olduğu için fiyatları yükselen yatak üretimi
olacaktır. Bir fırsat açıldığında bir diğeri kapanır. Bu, toplumda talep ve
fiyatlardaki değişiklikleri yansıtan yeni bir iş bölümü ile sonuçlanır.
Bir metanın, üretimi için gerekli toplumsal olarak gerekli emek-zamana
dayanan değeri hemen görünür olmasa da, fiyatlar kesinlikle öyledir. Herhangi
bir mağazaya girdiğinizde tüm malların fiyat etiketleri vardır. Eşit değerdeki
metalar, eşit değişim değerlerine ve fiyatlara sahip olma eğilimindeyken, bu
her zaman böyle olmaz. Hatta çoğu durumda böyle olmaz. Gerçekte, fiyatlar
değerlerden farklılık göstermedikçe değer yasası işlemeyecektir. Yeni bir iş
bölümü ve kaynak dağılımı, belirli mallar için arz ve talepteki değişikliklere
yanıt olarak fiyatların değerlerin üzerine çıkması veya altına düşmesinden
doğar.
Bu yüzden fiyatlar her durumda değerleri yansıtmaz, ancak bir metanın
değeri etrafında salınma eğilimindedir. Bu fiyat dalgalanması deniz seviyesine
benzetilebilir. Deniz gelgit sebebiyle yükselip alçalsa da belirli bir referans
noktası çevresinde belirli bir ortalama seviyeye sahiptir. Varyasyon, denizin
sürekli hareket halinde olması ve ayin onun üzerindeki kütle çekiminden
kaynaklanmaktadır. Yine de, bu gelgitlerin etrafında meydana geldiği belli
deniz seviyesi vardır.
Ekonomide, tekil olarak farklılığın derecesi ne olursa olsun, tüm
fiyatların toplamı tüm değerlerin toplamına eşittir, “çünkü nihai olarak,
yalnızca insan emeği tarafından yaratılan değerler toplumun kullanımındadır ve
fiyatlar, tröstlerin tekel fiyatları da dâhil olmak üzere, bu sınırlamayı
aşamaz; emeğin yeni bir değer yaratmadığı yerde, Rockefeller bile hiçbir şey
elde edemez. “
Bu yolla değer yasası, üretilmesi gereken metaların oranlarını ve işgücünün
ekonominin çeşitli sektörlerine dağılımını belirler. Bu, değer yasasının, fiyat
sinyalleri ve piyasa güçleri aracılığıyla, kapitalist sistemin temel
düzenleyicisi olarak nasıl işlediğini gösterir.
Maddi zenginlik (wealth) ile değer (value) arasındaki çoğu zaman
karıştırılan farkın altını çizmekte fayda var. Değer, yalnızca meta üretimi var
olduğu sürece geçerli olan toplumsal ve tarihsel bir kategoridir. Meta üretimi
ortadan kalktığında ve ihtiyaç için üretime sahip olduğumuzda değer de ortadan
kalkacaktır. Bu, sosyalist toplumda gerçekleşir. Zenginlik ise maddi bir şeydir
ve toplum biçiminden bağımsız olarak kullanım değerlerinden oluşur.
Diğer koşullar sabitken, emeğin üretkenliğindeki bir artış toplumun maddi
zenginliğinde bir artış yaratacaktır: daha fazla giysi, araba, televizyon, ev
vb. Ancak, harcanan emek miktarının aynı olması koşuluyla, mevcut değerlerin
toplam miktarı değişmeden kalabilir. Bir otomobil işçisi 8 saatlik bir sürede
50 yerine 100 otomobil motoru üretirse, üretimine yine 8 saat emek harcanır.
Artık bir araba, daha önce olduğu gibi değerin veya emek zamanın yarısını
kapsayacaktır. Aynı şekilde, elverişli bir hasat bir ülkenin zenginliğini
arttırır, ancak harcanmış sosyal olarak gerekli emek miktarı değişmeden
kalırsa, hasadın temsil ettiği toplam değerler aynı kalır.
Burjuva eleştirmenleri, Marx'ın bilimsel analiz yöntemini anlamadan,
Marx'taki bu tür açık “çelişkilere” işaret etmekten zevk alırlar. Ona cevap
veremedikleri için söylediği her şeyi çarpıtmayı tercih ederler. İlgilendikleri
tek şey, kapitalist ekonomik ilişkilerin yüzeysel görünümünü oluşturan piyasa
ve piyasa ilişkileridir.
Kapitalistlerin “toplumsal olarak gerekli” emek-zamana ayak uydurma
yönündeki sürekli dürtüsü, aynı zamanda kapitalizmin üretim tarzında sürekli
olarak köklü değişiklikler yapmadan var olamayacağını da açıklar. Buna
karşılık, sermayenin genişlemesiyle birlikte makinelerin devreye girmesi,
emeğin üretkenliğinde bir artış anlamına gelir.
Marx, Kapital´de bu durumu şu şekilde açıklar: “... kapitalist üretimin
gelişmesiyle birlikte bir sanayi girişimine yatırılmış bulunan sermayenin
kendisini durmadan büyütmesi bir zorunluluk haline gelir ve rekabetin zoru ile
tek tek bütün kapitalistler, kapitalist üretim tarzının kendi özünden doğan
yasalara, dışarıdan gelme zorlayıcı yasalar olarak boyun eğmek mecburiyetinde
kalır. Bunlar, kapitalisti, varlığını devam ettirebilmesi için, sermayesini
durmadan artırmak zorunda bırakır; kapitalist de bunu ancak gittikçe artan
birikimle sağlayabilir.
Fiyatlar ve Değerler
Marx asla fiyatı belirleyen tek şeyin değişim değeri olduğunu söylemedi.
Arz ve talebin fiyat üzerindeki etkilerini asla inkâr etmedi. Değer ve fiyat
arasındaki ayrımı çizdi ve hiçbir değeri olmayan şeyler de dâhil olmak üzere
her şeye bir fiyat etiketinin uygulanabileceğini kabul etti. Bakir toprak gibi
şeyler, muazzam miktarlarda paraya fiyatlandırılabilir ve satılabilir. Nadir
sanat eserleri, bu eşsiz eserlere “yatırım” yapmaya hevesli olan zenginlerin
çılgınca spekülasyonları nedeniyle, orijinal asli değerinin çok ötesinde,
milyonlar karşılığında satılabilir. Tek bir nesne ile sınırlı arza sahip olan,
özgün Rembrandt resimleri bir servet karşılığında satılabilir. Fiyatlarını
belirleyen tek şey, süper zenginlerin ödemeye hazır oldukları miktardır. Sanat
eserleri, alt düzey taklitler dışında üretilemez veya çoğaltılamaz ve bu
nedenle bu tür şeyler benzersiz, tek seferlik şeylerdir. Bu tekel durumu,
onların fiyatı veya insanların ne ödemeye hazır oldukları üzerinde doğrudan bir
etkiye sahiptir. Eğer eşya türünün tek örneği ise bu kısıtlı arz durumu eşyanın
astronomik bir fiyata satılabileceği anlamına gelir.
Bu tür örnekler, rasyonel açıklamalara rağmen, emek değer teorisine
saldırmak için kullanılmıştır. Ancak bu saldırılar asılsızdır.
Pratikte, orijinal klasik resimler gibi bu tür benzersiz şeyler, sınırlama
veya kısıtlama olmaksızın yeniden üretilebilen metalarla ilgilenen emek değer
teorisinin kapsamının dışında kalır. Aksi takdirde, burada uğraştığımız şey
tekel fiyatlarıdır.
Ekonomi ders kitapları size tüm fiyatların arz ve talebe göre
belirlendiğini söyleyecektir. Ancak bu yalnızca kısmen doğrudur. Tabii ki, bir
köşe dükkânı, gece yarısı müşterilerden daha fazla ücret alabilir. Kıtlık
nedeniyle fasulye fiyatı çok yükselebilir, ancak bunun bir limiti vardır. Ancak
ekmeğin veya kuru fasulye kaça mal olursa olsun, bu fiyat her zaman bir traktörünkinden
daha düşük olacaktır. Fiyatlar arz ve talebe bağlı olarak değişiklik gösterse
de, her zaman bir eksen etrafında, yani bir metanın değeri etrafında
döneceklerdir. Bu nedenle, bir kutu kuru fasulye gibi bazı metalar, otomobil ya
da traktör gibi, üretimi için daha fazla emek harcanan metalardan her zaman
daha ucuz olacaktır. Eğer sektörde bir fiyat artışı gerçekleşiyorsa, artan
fiyatlar, açıklandığı gibi, yüksek karlar kazanma arzusuyla sermayenin bu
sektöre akmasına neden olacak ve bu da ve gelecekteki fırınlanmış fasulye
üretimini artıracak ve böylece fiyatları yeniden düşürecektir. Böyle bir süreç
tüm ekonomide gerçekleşir.
Bu, piyasa fiyatlarındaki dalgalanmayı gösterir, ancak yine de bu
fiyatların altındaki esas temelin ne olduğu sorusunu bırakır. Marx için cevap,
emek değer teorisidir. Burjuva iktisatçılarına gelince, bu tür “sapkın”
fikirleri meşrulaştırmak istemedikleri için, bu soruyu basitçe görmezden
gelmeyi tercih ederler.
Fayda Kuramı
Avusturya İktisat Okulu, Marksizm’e karşı burjuva karşı-saldırısının baş
topçusuydu. Onlar ücretleri; rant, faiz ve kârla birlikte milli gelirin bir
parçası olarak görüyordu. Emeğin üretimde özel bir yeri yoktu ve onlar için
artı değer diye bir şey hiç var olmadı. Değer kavramları herhangi bir nesnel
kritere dayanmıyordu, sadece öznel bir seçim veya hüsnükuruntuyu ifade
ediyordu. Çok muhterem Başpiskopos Whately'nin sözleriyle, “İnciler, insanlar
onlar için daldığı için değerli değildir, tam tersine, insanlar inciler değerli
olduğu için dalarlar.”
Aslında, incilerin yüksek fiyatı, onları elde etmek için harcanan zorlu
emekten kaynaklanır ve yüksek değerleri insanları bu faaliyete katılmaya teşvik
eder. Başpiskoposumuz asıl soruyu görmezden gelmektedir: incinin değeri nedir
ve bu değer nasıl belirlenir? Marx elmaslarla ilgili olarak şunları açıklar:
“Elmas toprağın üst katlarında az bulunur ve bu yüzden bulunup çıkarılması,
ortalama olarak, fazla emek-zamana mal olur. Bunun için, az miktarda elmasta
çok emek yatar.”
Aynı şey inciler için de söylenebilir.
Marx değeri nesnel bir şey olarak görürken, marjinal fayda teorisinin
savunucuları onu öznel bir soru olarak görür. İdealist geleneğe uygun olarak tüm
meseleyi tepetaklak olarak algılarlar. Bu görüş daha sonra sonraki iktisatçılar
tarafından ele alındı ve modern burjuva ekonomisinin temelini oluşturdu. Bu
noktada, burjuva ekonomisi bir bilim olmaktan çıktı. Artık bütün amacı basitçe
kapitalist sistemi aklamaktan ibaretti.
Onlara göre, bir kimse bir şeyi çok isterse, bu şeyin o kişi için hatırı
sayılır bir faydası vardır; ne kadar çok isterse, o kadar fazlasını ödemeye de
razı olur. Bu sizin bakış açınıza, yani bir kişinin belirli bir ürünü tüketmekten
ne kadar tatmin olacağına bağlıdır. İşin garibi, aynı metanın farklı insanlar
için farklı miktarlarda fayda sağladığını görmek mümkün olsa da, yine de bir
süpermarkette tek bir fiyattan satılmasıdır. Bu, fiyatın öznel olamayacağı,
gerçek bir değer temeline dayanması gerektiği anlamına gelir. Faydanın değeri
ölçmesi gerekiyorsa, nasıl oluyor da aynı fiyata farklı miktarlarda fayda
satılıyor? Bu çelişkiyi “marj”a ve ekonomik ders kitaplarında “marjinal
fayda”ya atıfta bulunarak aşmaya çalışıyorlar. Ama artık bu idealist fantezi dünyasını
terk ediyoruz.
Emek Gücü ve Ücretler
Feodal toplumda, sömürünün varlığı herkesin görebileceği kadar açıktır.
Serfler, kendileri ve aileleri için mahsul yetiştirmek için kendi topraklarında
çalışırlar. Daha sonra, efendinin el koyduğu bir fazlalık üretmek için
efendinin arazisi üzerinde çalışırlar. Bu ikisi hem zaman hem de yer ile
ayrılır. Kölelik altındaysa, artık emek bu şekilde gerçekleştirilmez. Köle
sahibinin her şeyi aldığı yanılsaması yaratılır. Aslında kölenin çalışabilmesi
için beslenmesi gerekir. Köle sahibi bunu sağlamalıdır. Bu nedenle, köle
emeğinin bir kısmı (onların bakımı için) gerekli emektir, geri kalanı ise mal
sahibi tarafından alınan artık emektir. Kapitalizmde, gerekli ve artık emek,
zaman ve mekan olarak ayrılmadığından, sömürü gizlidir. Tüm süreç bir örtü ile
örtülüdür.
Ancak Marx, kapitalizm altında artı değerin nasıl üretildiğini gösterir.
Kapitalistin piyasada, diğer tüm metaların aksine, kendi değerinden daha büyük
değerlerin kaynağı olan belirli bir meta bulduğunu açıklar. Bu metaya emek gücü
denir. Bu emek gücü, beyin ve kas gücü kullanarak çalışabilme yeteneğidir. Marx
bunu “bir insanda var olan zihinsel ve fiziksel yeteneklerin toplamı” olarak
tanımladı. Bu “zihinsel ve fiziksel yeteneklerin” satın alınması ve
kullanılması, kapitalist tarafından uygulamaya konulduğunda, emek sürecine
giren tüm çaba ve zorlanma, işçi sınıfının sömürüsüdür. Kapitalistler, iş
gününün her dakikası boyunca işçinin enerjisini emerler.
İşçilere ödenen emek gücünün fiyatı veya ücretlerin değeri nedir? İnsan
emek gücü, diğerleri gibi bir metadır. Tüm metalar gibi, bu değer de üretimi
için toplumsal olarak gerekli emek-zaman tarafından belirlenir. Emek gücü,
çalışan insanların refahı ile doğrudan bağlantılıdır. İşçiler hayatta kalmak ve
ertesi gün de işe hazır olmak için yiyecek, giyecek, barınma vb. gibi ihtiyaçlarını
karşılamalıdırlar. Bu aynı zamanda ailenin, yeni nesil işçilerin bakımını da
içermelidir. Çalışanların da eğitilmesi gerekir. Bu nedenle, emek gücünün değeri,
geçim araçlarının değeri, yani emek gücünün yeniden üretildiği araçlar
tarafından belirlenir. Ayrıca zamana ve yere bağlı tarihsel bir unsur da vardır.
Emek gücünün fiyatı olan ücretler, işin “piyasa ederi” olarak kabul edilir.
Ancak kapitalist, ücretleri olabildiğince düşük tutmakla ilgilenir. İşçilerin
çıkarıysa bunun tam aksinedir. Bu nedenle ücretler - emek gücünün fiyatı -
mücadeleye, yani sınıf mücadelesine göre bir dereceye kadar dalgalanabilir.
Kapitalist, belirli bir ücret karşılığında emek gücünü satın aldıktan
sonra, “ırgat”ını çalıştırmaya başlar. İşçinin mesela 8 saat çalışma sözleşmesi
varken, ücretinin değerini belki sadece 4 saatte karşılıyordur. Bu ilk sureyi
Marx, gerekli emek-zaman olarak tanımlar. Burası, işçinin, kendi emek gücünün
yeniden üretimi için gerekli geçim araçlarının değerine eşdeğer değerleri
ürettiği yerdir. Ancak, ücretinin değerini bir kez karşıladıktan sonra, işçi
işi bırakmaz ve 8 saatlik vardiyasının sonuna kadar devam eder. Gerekli kısmı
aşan bu fazladan süreye artık-emek-zaman denir ve işçinin kapitalist için artı
değer ürettiği yerdir. Bu 4 saatlik süre ödenmemiş emektir ve kapitalistlerin
kârlarının geldiği yerdir.
Metanın üretiminde kullanılan hammaddelerin ve aletlerin vb. değeri yeni
değer yaratmaz, sadece mevcut değerlerini yeni ürüne aktarır. Bu, amortisman
olarak bilinen, değerlerini yalnızca kademeli olarak aktaran makinelerin aşınma
ve yıpranmasını içerir. Emek (doğa ile birleştiğinde), artı değer dahil tüm
yeni değerin kaynağıdır. Bir makine, insan emeğinin üretkenliğini basitçe
artırır, bu da işçilerin belirli bir zamanda daha fazla üretebilmesine izin
verir. Ancak, yeni değerleri yaratan makine değil, işçilerin emeğidir.
Hammaddelerde bulunan (geçmişte harcanmış emeğin birikiminden gelen) tüm
mevcut değer, aşınma ve yıpranma vb. yoluyla, işçi tarafından yaratılan yeni
metalara aktarılır. Bu aktarılan değer, Marx'ın “canlı emek” olarak tanımladığı
yeni eklenen değerin aksine, Marx tarafından “ölü emek” olarak adlandırılır.
Marx bunu kan emen bir vampire benzetiyor. “Sermaye,” diyor Marx, “vampir gibi
ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o
kadar uzun yaşayan ölü emektir.”
Kapitalizmin en önemli itici gücü artık değer üretimidir. Kapitalist, işçi
sınıfının ödenmemiş emeğini son damlasını sıkmaya ve ondan kar damıtmaya
kararlıdır. Bunu çeşitli yollarla yapar: iş gününü uzatmak; makineleri
hızlandırmak; emek tasarrufu sağlayan makinelerin tanıtılması; rasyonalizasyon;
verimlilik anlaşmaları; yeni vardiyalar; zaman etüdü; düşük maliyetli üretim
teknikleri vb. işçilerin özellikle son yıllarda aşina olduğu bir sürü şey var.
Marx kapitalistin yatırdığı toplam sermayeyi, ikiye ayırır. Üretim
araçlarından, hammaddelerden, enerjiden vb. oluşan sermaye, değerini yeni
metalara basitçe aktardığı için “değişmez sermaye” olarak kabul edilir.
Verdikleri değer sabittir. Bununla birlikte, emek gücüyle temsil edilen sermaye
(ücretlerin maliyeti), tüm yeni ek değerin kaynağı olduğu için “değişir
sermaye” olarak kabul edilir. Verdiği değerin miktarı sabit değil, genişliyor,
dolayısıyla ismini buradan alıyor.
Bu nedenle, toplam sermaye c + v olarak sunulabilir, burada c sabit kısım
ve v değişkendir. Buradan, tüm metaların toplam değerinin, m artı değeri temsil
ettiği c + v + m'den oluştuğu sonucu çıkar. Üretim süreci sırasında artı
değer(ler) yaratılır. Artı değer metanın içinde “kilitlendiğinden”, kapitalist
bu artı değeri ancak metalar piyasada satıldığında elde edebilir veya
gerçekleştirebilir. Böylece, üretimde artı-değer yaratılırken, yalnızca mübadele
yoluyla, piyasada gerçekleştirilebilir. Bir meta satılamazsa, artı değerini
gerçekleştiremez ve değersizdir.
Kapitalist sınıf, işçi sınıfını, kendi geçim araçlarını karşılamak için
gerekenden daha fazla emek harcamaya zorlar ve böylece artık değer üretir.
Kapitalistler sürekli olarak artık değer oranını, yani belirli bir miktar satın
alınmış emek gücü için üretilebilecek artık değer miktarını artırmanın
peşindedirler. Bu artık değer oranı, artık-emeğin gerekli emeğe oranı veya m/v
şeklinde ifade edilebilir. Basit bir ifadeyle, emeğin sermaye tarafından sömürü
oranıdır; yani işçinin kapitalist tarafından.
Kapitalistlerin baskısı, fazla mesai ve vardiyalı çalışma yoluyla çalışma
gününü uzatarak bu sömürü oranını artırır. Birçok endüstri 24 saat esasına göre
çalışıyor ve işçilerini de aynı şeyi yapmaya zorluyor. Değerin kaynağı emektir
fakat emeğin sömürülmesinin fiziksel sınırları vardır. Bir işçi günde 8, 10
veya 12 saat çalışabilir, ancak bir sonraki iş gününe hazır olmak için yemek
yiyip uyumak zorundadır. İşçiler ayrıca işe gitmek için seyahat etmek
zorundadır, bu da bunun üzerine iki saat veya daha fazla zaman alır.
Dolayısıyla, kapitalizmin 24 saatlik üretim taleplerine rağmen, 24 saatlik bir
dönemde fiziksel olarak elde edilebilecek artı değer miktarının önünde yine de
bir engel vardır. Bununla birlikte, çalışma gününü uzatma mücadelesi devam eden
bir mücadeledir. Böyle bir sömürü, Marx'a göre, mutlak artık değer üretir.
Çalışma gününü uzatmanın sınırları olduğu için, kapitalistler emeğin
yoğunlaşmasını artıracak önlemlere geri dönüyorlar. Üretim sürecini
hızlandırmak için yeni makineler tanıtıldı. Emeğin yoğunluğundaki sürekli
artış, makinenin değerini (değişmez sermaye) mümkün olan en kısa sürede yeniden
üretmenin aracı haline gelir. İşçiler, daha kısa sürede daha çok çalışmaya
zorlanır. Marx buna göreli artık değer üretimi adını verdi.
“Sermayenin, iş gününü uzatmak yasal açıdan tümüyle olanaksız hale gelir
gelmez, bunu telafi etmek için, işin yoğunluğunu sistematik bir biçimde artırma
ve makinelerde yapılan her iyileştirmeyi emek gücünü daha büyük ölçüde
emebilmek için daha mükemmel bir araca dönüştürme eğiliminin, çok geçmeden, iş
gününde yeni bir kısaltmanın kaçınılmaz olacağı bir dönüm noktasına varmak
zorunda kalacağı konusunda en küçük bir kuşkuya bile yer yoktur.”diyor Marx.
Bununla birlikte, kapitalistler, artı-değerlerinden asla gönüllü olarak
vazgeçmeyecekleri için, kendi kendilerine iş gününü asla kısaltmayacaklardır.
Bunu ancak işçi sınıfının mücadelesi gerçekleştirmeyi umabilir. Son sözü söyleyen
sınıf mücadelesidir.
Elbette kapitalistler bu sömürü sistemini gizlemeye çalışıyorlar. İşçilerin
emek gücünü değil, işçilerin emeğini satın aldıklarını iddia ediyorlar. Ama
durum böyle değil. Kapitalistler, onlardan bir kâr elde edemeyecekleri sürece
işçi çalıştırmazlar ve bu kârın kaynağı, işçilerin ödenmemiş emeğidir. Bu
nedenle, işçinin değer olarak ürettiğinden daha az ücret öderler.
Paranın sermaye olarak dolaşımı, para sermayenin metalara dönüştürüldüğü ve
daha sonra daha fazla para karşılığında satıldığı P-M-P' olarak tanımlanabilir.
Marx buna, P' nin Pyi aştığı “Sermayenin Genel Formülü” adını verir.
Kapitalistin kazandığı değer olan P' ile P arasındaki fark artı değerdir.
Feodalizmde, serf lordun toprağında günlerce bedavaya çalıştığı için sömürü
şeffafken; kapitalizmde, işçi tarafından gerçekleştirilen artık ve gerekli
emek, zaman ve mekân olarak ayrılmamıştır ve bu nedenle işçilerin sömürülmesi o
kadar açık değildir. Sömürü aynıdır, ancak sömürü biçimi farklıdır.
“İktisadi toplum biçimlerini birbirinden, örneğin, köleliğe dayanan toplumu
ücretli emeğe dayanan toplumdan ayırt eden şey,” der Marx, “sadece, bu artık
emeğin, dolaysız üreticisinden koparılma biçimidir.”
Üretken ve Üretken Olmayan Emek
Gördüğümüz gibi, artı değer üretimi dolaşımda değil üretimde gerçekleşir.
Kârın üretilmesi, üretim sürecinde işçi sınıfının sömürülmesidir. Ne tür bir
işin yapıldığı önemli değildir. Marx, kapitalistin üretim sürecinde yaratılan
özel kullanım değerleriyle hiçbir şekilde ilgilenmediğini açıklar. Kurşun
kalem, ayakkabı, motorlu araba veya lüks yat üretip üretmediklerinin önemi
yoktur. Bunlar sadece kapitalist için bir amaca yönelik araçlardır ve daha
fazlası değildir. Kapitalistler, yalnızca değişim değeriyle ve dolayısıyla meta
satıldıktan sonra gerçekleştirecekleri artık değerle ilgilenirler. Kapitalist
üretimin tüm temeli, artık değer üretimidir. Bu nedenle Marx, kar sistemi
altında şu sonuca varır: “Yalnızca artık değer üreten emek üretken emektir.”
İşçilerin somut şeyler üretip üretmedikleri de, emekleriyle artı değer
ürettikleri sürece önemsizdir. “Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil,
eserlerini yayınlayan yayıncıyı zenginleştirdiği veya bir kapitalist için
ücretli işçi olduğu sürece üretken bir emekçidir.” diye açıklıyor Marx.
Artı değer, nasıl kullanıldığına bağlı olarak bir tür hizmetten de
doğabilir. Maddi bir şey değil de, hizmet üreten, kâr amaçlı özel bir klinikte
çalışan bir doktor veya hemşire, yine de artı değer üretir. Opera sanatçısı,
şarkıcıya yalnızca emek gücünün değerinin ödendiğini varsayarsak, tiyatro
sahibi için artı değer üretecektir. Gösteriyi izlemek için bilet satışlarından
elde edilen kazanç, sanatçılara verilen ücretlerden daha fazla olacaktır. Bu
durumda şarkıcı kapitalizm tarafından “üretken” sayılacaktır. Ürünün bir süre
kullanımda kalabilmesi ya da kullanılır kullanılmaz tükeniyor olusu bir şeyi değiştirmez.
Para ve Kredi
Mübadele ve ticaretin gelişmesiyle birlikte, bu süreci kolaylaştırmak için
özel bir meta, yani para ortaya çıkar. Herhangi bir zamanda, üretilen metaları
dolaşıma sokmak için belirli bir miktar para gerekir. Burada, Marx'ın “evrensel
eşdeğer” olarak adlandırdığı paranın önemini görüyoruz. Metaların değeri
emek-zamanları tarafından belirlense de, onları para cinsinden fiyatlandırıyoruz.
Fiyat, parasal terimlerle ifade edilen değişim değeridir.
Para tarihsel olarak ortaya çıkar ve birçok biçim almıştır: köleler,
sığırlar, değerli metaller. Para, ilkel bir değişim biçimi olan takastan açıkça
çok daha üstündür. Evrensel eşdeğer - para - bir metayı diğeriyle değiştirmek
için kolayca kullanılabilir. Eskiden para olarak altın ve gümüş kullanılırdı.
Elbette, altın ve gümüşün de, tüm metalar gibi, üretimleri için toplumsal
olarak gerekli emek miktarı tarafından belirlenen bir değeri vardır. Para (ya
da para birimi) giderek daha çok değerli metallerle ifade edilmeye başlandı:
bakır, bronz, gümüş ve altın. Metaların değişimini veya dolaşımını mümkün
kılar. Para altın olduğunda, İngiliz hükümeti nominal değeri bir sterlin olan
altın sikkeler bastı.
Para, metaların kıymetli metalin miktarı veya belirli ağırlığı ile ifade
edildiği bir değer ölçüsüdür. Evrensel bir ödeme aracı haline gelir. Bir rezerv
veya değer deposu olmasının yanı sıra, bireylerin zenginliğinin bir göstergesi
olarak biriktirilebilir. Altın, tarihsel olarak evrensel bir meta olarak öne
çıktı - işlenmesi, taşınması ve depolanması çok daha kolaydı, ayrıca
bölünebilir ve dayanıklıydı.
Daha yakın zamanlarda, para kâğıt para birimleriyle temsil edildi, yani
merkez bankası tarafından banknotlarında belirtilen tutarı ödeme sözü verildi.
İngiltere Merkez Bankası'nın para birimi, “Hamiline ödeme yapacağıma söz
veriyorum” diyor, bunu yapmayı çoktan bırakmış olmasına rağmen. Bu para birimi
artık bankalarda altınla desteklenmiyor. Bugün, gerçek bir değeri olmayan,
ancak devletin otoritesi tarafından desteklenen fiyat paramız var. Bu değersiz kâğıt
parçaları, ancak devlet garantör olduğu sürece değerlidir. Kanuni para haline
gelirler.
Bunları bir çeşit jetona benzetebiliriz. Bu jetonlar, sahibine toplumun
zenginliğinden belirli bir pay sağlar. Ulusal pastanın büyüklüğüne eşit 10
jeton verilirse, ancak %10 pay alma hakkınız vardır. Açıkçası, daha fazla jeton
verirseniz, ancak pastanın boyutunu artırmazsanız, para biriminin değerini
düşürürsünüz.
Kâğıt para, para birimini manipüle etmenin çok daha kolay bir yolu haline
geliyor. Daha önce sadece bir banknot varken iki banknot dolaşıma girerse,
(diğer koşullar sabitken) fiyatlar iki katına çıkacaktır. Bu bir
devalüasyondur. Hükümetler, bir merkez bankasına para basma yetkisini vererek
buna karşı önlem almaya çalıştılar. Geçmişte devlet, dolaşımdaki banknotların
sadece banka rezervlerinin bir kısmı tarafından karşılandığı bir güvene dayalı
para birimini düzenlemiştir. Bu miktar aşılırsa, para birimi değer kaybeder.
Sonuç olarak, altın dünya pazarındaki tek evrensel eşdeğer olmaya devam ediyor.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dolar, Fort Knox'taki devasa altın rezervleri
tarafından desteklendiğinden, uluslararası bir rezerv para birimi olarak
kullanıldı. Hala önemli olmakla birlikte; Amerikan ekonomisinin zayıflaması ve
1971 mali krizinden sonra uygulamaya konan “dalgalı” döviz kurları tarafından
baltalandı.
Paranın yanında kredi geldi. Malların ödenmesinde bir ülkeden diğerine
büyük miktarlarda altın göndermek yerine, bu tür zahmetli ve tehlikeli
işlemleri gereksiz kılacak bir kredi sistemi ortaya çıktı. 18. yüzyıl
ekonomisti Richard Cantillon'un açıkladığı gibi: “İngiltere, ticaret dengesi
için Fransa'ya 100.000 ons gümüş borçluysa, Fransa Hollanda'ya 100.000 ons ve
İngiltere'ye 100.000 ons borçluysa, bu üç tutarın tümü kambiyo senetleri ile
mahsup edilebilir. Bu Devletlerin ilgili Bankerlerinin birbirlerine gümüş
göndermesine gerek kalmaz.”
Kredi, kapitalizmin gelişimi için çok önemli bir katalizör haline gelir.
Kredi olmadan, kapitalistlerin işlemlerini finanse etmek için bir para fonu
tutmaları gerekecekti; aksi takdirde fabrikalar üretimin, dağıtımın veya
perakende satışın her aşamasında ödeme bekleyerek atıl hale gelirdi. Hiçbir
kapitalist parasının hisse senedine bağlanmasını istemez. Bankalar bu krediyi
faiz uygulayarak sağlamaktadır. Bu süreç, finans kapitalin sanayi sermayesi ile
nasıl birleştiğini gösteriyor.
Bankalar mevduat tutar, ancak bunların üzerinde borç verirler ve yalnızca
normal para çekme işlemlerini karşılayacak kadar miktarı bulundururlar. Onlar
için kasalarında ne kadar az atıl para varsa o kadar iyidir. Kârları,
finansörler ve bankacılar tarafından üretimden elde edilen artı değerin bir
bölümüdür. Bankaların ve finans kurumlarının görevi, üretimde yaratılan artı
değeri kasalarında yeniden dağıtmaktır. Birçok yönden, bariyeri kaldırmak ve
indirmek için ücret alarak para kazanan, ancak sosyal olarak tamamen verimsiz
olan eski gişe sahiplerine benzerler. Bunu, bankaların bazı durumlarda tüm
rezervlerinin 50 katına ulaşan kredilerle kendilerini genişlettiği 2007 mali
çöküşünde açıkça görebildik. Bankacılık likiditesi, bankaların nakitlerinin
sabit bir oranını rezervlerinde tutmasını gerektiren belirli kurallara tabi
olmakla birlikte, bankalar “bilanço dışı işlemler” ve diğer bazı yöntemlerle bu
mevzuatların arkasından dolanabilmektedir. Gölge bankacılık bu kısıtlamaları
aşmak için kuruldu. Ama güven kaybı ve banka şubelerine akın başlar başlamaz
her şey çöktü ve bankalar iflas etti. Son dönemde olduğu gibi devletin onları
kurtarmak için devreye girmesi gerekti.
Modern toplumda para, sadece banknot ve madeni para değil, bir defter tutma
alıştırması haline gelen kredi kartı ödemeleri ve çevrimiçi satışlardır.
Kredi, kapitalizmin kendi sınırlarının ötesine geçmesine izin verir. Bunun
muazzam faydaları olabilir, ancak bu aynı zamanda muazzam tehlikeler de
getirebilir. Bankaların fiziksel olarak para basması gerekmez, sadece daha
fazla açık mevduat tahsis ederler. Parasal genişleme, merkez bankaları
tarafından elektronik para yaratılmasıdır. Oynaklık yaratan ve sonunda çöken
spekülatif balonlar oluşturulabilir. Lale Balonu ve Güney Denizi Balonu bu tür
spekülasyonların örnekleridir. Bugün bunların birer türevleri olan SIV'ler ve
CDO'lar ve diğer garip icatları görüyoruz. Warren Buffet bunları finansal
“kitle imha silahları” olarak tanımlıyor. Marx’sa, bunları gerçek bir değeri
olmayan ve hiçbir gerçek varlık ifade etmeyen “hayali sermaye” olarak
tanımladı. Yine de hayali sermaye, sahibine toplum tarafından üretilen artı
değerden bir pay sağlar; ama bir fabrikadan farklı olarak, sadece kağıt
üzerinde vardır. Marx basitçe, kapitalistlerin gerçek üretimden giderek daha az
kâr elde etmeye çalıştıklarını ve bunun yerine giderek spekülasyona, yani
hiçbir şey üretme zahmetine girmeden paradan para kazanma arzusuna
yöneldiklerini açıkladı. Ancak spekülasyon artık değer üretmez, yalnızca gerçek
üretimde yaratılan artı değeri yeniden dağıtır.
Rekabet ve Birikim
Marx tarafından kullanılan ekonomik kategoriler, elbette, işlevleri var
olan sömürüyü gizlemek ve örtbas etmek olan bugünün burjuva iktisatçıları
tarafından toptan reddedilmektedir. Marx'ın kavramları onlar için lanetlidir.
Rekabet yoluyla kapitalist, metaları rakiplerinden daha ucuza üretmek için
yatırım yapmaya zorlanır. Kapitalistler ellerinde ancak, daha fazla parayı
doğurması için para biriktirirler. Amaçları budur. Sermaye bu nedenle kendi
kendine genişleyen bir değerdir. Birikim, kapitalizmde zorlayıcı bir yasadır.
Marx, kapitalizmin “birikim uğruna birikim” olduğunu açıkladı. Ya da başka bir
deyişle, “Üretim için üretim”. İşgücü verimliliğinin ortalamanın gerisinde
kaldığı endüstriler, en güncel yöntemleri kullanan diğerleri tarafından iflasa
zorlanır. Bu şekilde, yeni makinelerin devreye girmesi, emeğin üretkenliğini
arttırır ve gerekli emek-zamanı azaltır (böylece artık emek-zamanı arttırır).
Yeni teknikler, onları uygulayanların, ürünlerini o ürünün kendine has
değerinin üzerinde (onları üretmek için harcanan emek-zaman), ancak ortalama
maliyetin altında satmalarına ve böylece süper karlar elde etmelerine olanak
tanır.
Sanayinin seviyesi, kullanılan üretim araçlarının ve istihdam edilen
işçilerin oranını belirler. Başka bir deyişle, bir firmanın sermayesi, belirli
bir değişmez ve değişir sermaye oranına karşılık gelecektir. Artan yatırımla
birlikte, emeğin üretkenliği artar, böylece işçi aynı zaman aralığında
eskisinden daha fazla üretim yapar. Bu, işçilerin elinin altında daha fazla
makine olacağı anlamına gelir ve bu nedenle, değişir sermayeye göre değişmez
sermaye daha fazla büyür. Bu, sermaye birikiminin kaçınılmaz bir gelişmesidir.
Marx bunu, c / v olarak ifade edilen sermayenin organik bileşimi olarak
tanımlar - kapitalistin üretim sürecinde kullandığı değişmeyen sermaye ile
değişen sermaye arasındaki oran. Bu oran artma eğilimindedir.
Rekabet yoluyla, büyük sermayeler daha küçük sermayeleri yok ederek,
zenginliğin ve sanayinin daha fazla yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol
açar. Bu süreç, en modern ekipman ve tekniklere sahip dev şirketlerin
gelişmesiyle sonuçlanır. Geçmişte kimya devi ICI, bir tesis için 2 milyon
sterlin harcıyorken, bugünlerde bu yaklaşık 600 milyon sterline mal olur. Bu
sermaye birikimi, kapitalizmin üretici güçleri geliştirmeye yönelik tarihsel
misyonunu oluşturur. Bu süreçte en ileride olan Amerika Birleşik
Devletleri'nde, 500 dev tekel, 2010 yılında toplam GSYİH çıktısının %73,5'ini
oluşturuyor. Bu 500 şirket bağımsız bir ülke oluştursaydı, bu, dünyanın en
büyük ikinci ekonomisi olurdu. 2011'de bu 500 firma, 4.824,5 milyar dolar karla
tüm zamanların rekorunu kırdı - 2010'a göre %16'lık bir artış. Dünya ölçeğinde,
2.000 en büyük şirketin geliri 32 trilyon dolar: 2.4 trilyon dolar kar, 138
trilyon dolar varlık, 2010 ile 2011 yılları arasında şaşırtıcı bir şekilde %67
oranında artan karlarla birlikte 38 trilyon dolarlık piyasa değeri. Kapitalist
üretimin itici gücü, insan ihtiyacının karşılanması değil, büyük bir bölümünün
biriktirilmesi ve yeni üretim araçlarına dahil edilmesi gereken, sürekli artan
bir oranda artık değer üretimidir.
Bununla birlikte, sürekli artan tekelleşme dürtüsü, değişir sermayede (emek
gücü) değişmez sermayeye (üretim araçları, hammaddeler, vb.) göreli bir
azalmaya yol açar, bu da istihdam edilen her işçinin elinin altına daha fazla
yatırımın yerleştirilmesiyle sonuçlanır. Bunun bazı olumsuz sonuçları vardır.
Nihayetinde, kapitalistler tarafından elde edilen artık değer miktarı iki
şeye bağlıdır: artık değer oranı ve istihdam edilen işçi sayısı. Açıktır ki,
makinelerin devreye girmesi işçi sayısını azaltma eğilimindedir ve bu nedenle
değişir ve değişmez sermaye arasındaki oranı değiştirir; yani ölü ve yaşayan
emek arasındaki ilişkiyi. Makineler, işçileri fabrikalardan atmaya hizmet
ediyor. Bu, kaçınılmaz olarak, diğer koşullar sabitken, düşen bir kâr oranına
yol açar. Marx, “Bu nedenle, artı değer üretimi için makinelerin uygulanması,
ona içkin bir çelişkiyi ima eder” diye açıklar.
Kar Oranı
Açıklandığı gibi, sermayenin değişmeyen kısmı basitçe kendi değerini nihai
ürüne aktardığı için kâr, sermayenin değişen kısmı olan emek gücünden gelir.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, kapitalistler gittikçe daha fazla sermaye
yatırımı yaparlar. Ancak teknolojik ilerlemenin artmasıyla, oranın büyük kısmı
değişmeyen sermayeye gider ve değişen sermayeye giden oran azalır. Ancak kâr,
değişen sermayeden elde edildiği için, sonuç düşen bir kâr oranıdır.
Artık değer oranı, yaratılan artık değer ile satın alınan değişen sermaye
arasındaki oranı ölçerken, kâr oranı, kapitalistin karı ile kapitalistin üretim
için ödemesi gereken toplam sermaye arasındaki oranı ölçer. Bu, kapitalistin
getiri oranı olarak kabul edilir.
Bir yıldaki toplam gelirin 50 milyon sterlin olduğu bir ekonomi örneğini
ele alırsak, bu c + v + s'den (değişmez sermaye, değişen sermaye ve artık
değer) oluşur. Sayısal olarak, bu şöyle olabilir: c = 10 milyon £; v = 20
milyon £; s = 20 milyon sterlin. Dolayısıyla bu ekonomideki sömürü oranı s / v
veya 20/20 =% 100'dür.
Bununla birlikte, kâr oranı, artık değer ile tüm sermaye harcaması
arasındaki orandır: s / (c + v), 20/30 veya% 67'nin biraz altında. Bu,
kapitalistin yatırımının karlılığını ölçer.
Kapitalist yeni makine ve teçhizata 10 milyon sterlin yatırım yaparsa, bu,
değişmeyen sermayenin (c) şimdi ikiye katlanarak yılda 20 milyon sterline
çıktığı anlamına gelir. Sömürü oranını sabit kabul ediyoruz. Kâr oranı düşer:
20/40 =% 50. Sermayenin organik bileşiminde, kâr oranında bir düşüşe neden olan
bir artış olmuştur. Sistem genişledikçe ve emeğin üretkenliği arttıkça bu,
kapitalizmde genel bir eğilimdir.
Bir noktada Marx, kâr oranının düşme eğilimi için “Bu yasa, her yönüyle
modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerin kavranması için hayatî nitelikteki
yasasıdır. Tarihî perspektiften en önemli yasadır.” der. Daha sonra bu görüşü
“büyük önem taşıyan” bir yasaya dönüştürdü. Vurgu açıkça değişti. Her durumda,
Marx bu yasayı veya eğilimi asla mutlak bir fenomen olarak görmedi.
Her kapitalist, işgücünün üretkenliğini, yani belirli bir süre içinde
üretilen ürün miktarını artırmaya çalışıyor. Eğer böyleyse, kâr oranında neden
kalıcı bir düşüş yok? Kapitalizm bu içsel engeli nasıl aşabildi?
“Genel yasanın etkisini aşan ve onu geçersiz kılan ve ona yalnızca bir
eğilim olma özelliği veren bazı karşıt etkiler iş başında olmalıdır; bu nedenle
genel kâr oranındaki düşüşe, düşme eğilimi olarak değindik.” diyor Marx.
(Kapital Cilt III)
Marx, bu “iki ucu keskin yasanın” daha çok kendi karşı koyma eğilimlerini
üreten bir eğilim olduğunu ve belirli koşullar altında kâr oranının
yükselmesine bile yol açabileceğini açıklar.
Kapital'in III. Cildinin 14. Bölümünde bu karşı etki yapan faktörleri ele
alıyor ve burada bu yasayı değiştirmeye hizmet eden bir dizi faktörü özetliyor:
Artan sömürü yoğunluğu
Ücretlerin emek gücünün değerinin altına düşmesi
Değişmez sermaye unsurlarının ucuzlaması
Göreli nüfus fazlası
Dış Ticaret
Teorik olarak “hesaplamaya dâhil edilebilecek” stok sermayesinin artışı
Marx, sömürünün yoğunlaşmasının ("göreli artık değer") kâr
oranını yeniden canlandırabileceğine işaret etti. Tüm işçilerin
doğrulayabileceği gibi, son otuz yılda işverenlerin saldırısında bu etkiye
açıkça tanık olduk. Kapitalistler, işçi sınıfının her damla terinden ve sinirlerinin
her miliminden artık değer kopartmak için ellerinden geleni yaptılar.
Küreselleşme ve göçmen işgücünün kullanımı, çoğu durumda ücret oranlarını emek
gücünün değerinin altına düşürmenin de bir yolu olmuştur. Bu aynı zamanda dünya
çapında var olan ve çok uluslu şirketler için ayakkabı üretiminden giyime kadar
her türlü ürünü üreten atölyelerde de görülebilir. İşçilerin tüm haklarından
mahrum bırakıldığı, asgari ücretin altında ücretlendirildiği ve kötü muamele
gördüğü durumlarda ucuz işgücü kullanıldı. Bu yöntemler, ücret oranları
üzerinde aşağı doğru bir baskı görevi gören kitlesel işsizliğin varlığıyla el
ele çalıştı.
Eski Sovyetler Birliği ve Çin'in kapitalizme açılması, kapitalizme, makine dâhil,
giderek ucuzlayan meta arzı biçiminde büyük bir destek sağladı. Bilgisayarların
ve bileşenlerinin fiyatı, cep telefonlarının ve diğer elektronik ekipmanların
fiyatı önemli ölçüde düştü. Üretimleri için daha az emek-zaman gerekmesi
nedeniyle üretim maliyetleri düştü. Değişmez sermayenin farklı unsurlarının bu
ucuzlaması yine cari dönemin bir özelliği olmuş ve kâr oranının tarihsel olarak
düşük seviyelerden yükselmesine yardımcı olmuştur. Bu süreç, küreselleşmeden ve
yeni pazarların açılmasından ve eskilerinin artan sömürüsünden yararlandı.
Devlet şirketlerinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, çok uluslu
şirketler ve her bir yanda işçilerden artık değer kopararak dünyayı dolaşan
finans devleri için yeniden bir bolluk anlamına geldi.
İş gücünün milli gelirdeki payı, 1980'den beri ana kapitalist ekonomilerde
(OECD) azalmaktadır. Bu fark, 1973 ile 2007 arasında üretkenliğin %83 arttığı,
ancak erkeklerin medyan reel ücretlerinin yalnızca %5 arttığı ABD'de özellikle
genişlemiştir. ABD milli gelirinin ücretlere giden payı, İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra kayıtlar başladığından beri en düşük seviyesine düştü. Göreli
artık değer üretimi, yeni metaların öncekilerden daha az değer içermesiyle,
metaların giderek daha ucuz hale getirilmesi sürecidir. Böylece daha büyük bir
kullanım değerleri kütlesi, daha küçük bir toplam değerle ifade edilir.
Bu nedenle, kâr oranının düşme eğilimi ile ilgili olarak ele aldığımız şey,
yalnızca tüm kapitalist gelişme tarihi boyunca kendini gösteren bir eğilimdir.
Marx, “Bu nedenle yasa, etkisi yalnızca belirli koşullar altında ve uzun vadede
belirleyici olan bir eğilim olarak işlemektedir” diye açıklıyor. Kâr oranının
düşme eğiliminin yukarıdaki karşı koyma eğilimleri tarafından aşıldığı uzun
dönemler, hatta on yıllar olabilir. Bunlar süreci kesintiye uğratabilir ve
hatta tersine çevirebilir, ancak sonsuza kadar değil.
Mark Glick, 1987'de yazdığı The Current Crisis adlı kitabında, Amerika
Birleşik Devletleri'ndeki uzun vadeli kâr oranı için aşağıdaki rakamları
yayınlamaktadır:
- 1899 –
22%
- 1914-18
– 18%
- 1921 –
12%
- 1929 –
17%
- 1932 –
2%
- 1939 –
7%
- 1945 –
23%
- 1948 –
17%
- 1965 –
18%
- 1983 –
10%
Bu rakamlar, geniş bir tarihsel bakış açısından, kaçınılmaz döngüsel
dalgalanmaları bir kenara bırakırsak, şu anda kâr oranının yüz yıl öncesine
göre daha düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Yine de tüm dönemler boyunca kimi
zaman bu eğilim tersine çevrilmiştir.
Sonunda, bu aşağı doğru eğilim, kaçınılmaz olarak kendini yeniden
gösterecek ve kapitalizmin gelişmesinin önünde başka bir engel olarak hareket
edecektir. Ancak kapitalizmin krizi basitçe kâr oranının düşme eğilimi ile
açıklanamaz. Kapitalist krizin nedenini düşen bir kâr oranına atfetmek, teori
veya gerçeklerle uyuşmuyor. Rosa Luxemburg, kâr oranı sıfıra düşer düşmez
kapitalizmin çökeceğine inananlarla alay etti. Düşen kâr oranı sonucunda
kapitalizmin kendiliğinden çökmesinin ne kadar zaman alacağıyla ilgili şu
alaycı ifadeyi kullandı: “kabaca güneş sönene kadar!”
Ancak, gördüğümüz gibi, kapitalistler düşen kâr oranına uzun süre
dayanabilirler. Karşılayamayacakları şey, kâr kütlesinin düştüğü zamandır. Bu,
1930'lardan bu yana en büyük çöküşü başlatan 2008'in sonlarına doğru
gerçekleşti.
Kriz ve Aşırı Üretim
Bu tekelci kapitalizm çağında, sistemi yöneten yasalar gitgide bozuluyor.
Tekel rekabeti ortadan kaldırmaz, aksine onu saptırır ve karmakarışık bir hale
sokar. Tekellerin gücü, arzı kısıtlayarak ve aynı zamanda fiyat sabitleme
yoluyla piyasayı muazzam bir şekilde çarpıtıyor. Kaotik görünse de kapitalizm
tam bir kaos değildir. Aslında, Engels'in açıkladığı gibi, yasaları üretim
anarşisi içinde ve onun aracılığıyla işler.
Kapitalist sistem periyodik krizler yaşar - patlama(ekonomik büyüme) ve
düşüşler (resesyon). Bunlar kapitalist sistemde her zaman mevcuttu ve bu tür
krizler aslında kapitalizme özgüdür. İlk olarak Jean Baptiste Say ("Say
Yasası") tarafından ortaya atılan ve son zamanlarda “verimli piyasa
hipotezi” ile ilişkilendirilen, kapitalizmin (periyodik kriz değil de) bir
denge sistemi olduğu fikrinin tamamen yanlış olduğu ortaya çıktı. “Arzın kendi
talebini yarattığı” fikri, basitçe doğru değildi ve hala da değil. Piyasa
ekonomisi, bir zamanlar düşünüldüğü gibi kendi kendini düzenleyen bir sistem
değildir. Bu, bugün kitlesel işsizliğin ve krizin varlığıyla açıkça
görülmektedir. Ekonomik büyüme / resesyon döngüsünü ortadan kaldırmaya yönelik
tüm girişimler tamamen başarısız oldu.
Kapitalizmin dönemsel krizleri, kapitalist üretim amaçları için hem tüketim
hem de sermaye mallarının aşırı üretiminin krizleridir. Bu, yalnızca sermayenin
aşırı üretimi değil, aynı zamanda metaların aşırı üretimidir. Biri diğeriyle el
ele gider. Aşırı üretim, piyasa ekonomisinin çelişkilerinden ve toplumun
birbiriyle çatışan sınıflara bölünmesinden kaynaklanır. Son tahlilde, tüm
değerlerin üreticisi olan işçi sınıfı, ürettiği değerleri geri alamaz, bu durum
da belirli bir noktada ekonomik kalkınmanın önünde bir engel haline gelir ve
bir aşırı üretim krizine yol açar.
Engels'in Anti-Dühring'de açıkladığı gibi:
“Gazların genleşme gücünün, yanında çocuk oyuncağı kaldığı büyük sanayinin
aşırı genişleme gücü, şimdi, kendini, bize, tüm karşı-basınca boş veren nitel
ve nicel bir genişleme gereksinmesi olarak gösterir. Karşı-basınç, tüketim,
çıkak, büyük sanayi ürünleri için pazarlar tarafından oluşturulur. Ama
pazarların, gerek genişliğine, gerek derinliğine yayılma olanağı, ilkin etkisi
çok daha az olan bambaşka yasalar tarafından yönetilir. Pazarların genişlemesi,
üretimin genişlemesi ile birlikte gidemez. Çarpışma kaçınılmaz olur, ve bu
çarpışma, kapitalist üretim biçimi kendisini parçalamadığı sürece bir çözüm
yaratamayacağı için devirli duruma gelir. Kapitalist üretim, yeni bir ‘kısır
döngü’ doğurur.”
Tüm üretim ve dolaşım yasalarının alt üst olduğu bir krizi tarif etmeye
devam ediyor. Dolaşım aracı olan para, artık dolaşımın önünde bir engel haline
gelir. Ekonomik büyümeyi teşvik etmeye hizmet eden faktörler şimdi tam tersi
etki ederler.
“Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde
yığılıp kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar
kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim
gereçlerinden yoksun kalırlar, iflaslar iflasları, zoraki satışlar zoraki
satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler,
birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat
üzerinden sürülene üretim ve mübadele yavaş yavaş canlanana değin, yığınlar
halinde israf ve imha edilirler… Ve hep aynısı yinelenir.”
Üretici güçler, özel mülkiyetin ve ulus devletin dar sınırlarını aşmıştır.
“Peki, burjuvazi bunalımların nasıl üstesinden gelir?” Diye sorar komünist
manifestonun yazarı. Ve cevaplar: “Bir yandan yığınla üretici gücü zorla yok
ederek; öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek ve eski pazarları daha da
fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve daha şiddetli bunalımların yolunu açarak
ve bu bunalımları önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak.”
Bu satırlar, 160 yıl önce ilk yazıldıkları günler kadar güncel ve
yerindedir. Kapitalist krizin nihai nedeni aşırı üretimdir. İşçi sınıfı,
emeğinin toplam ürününü asla geri satın alamaz.
Kapitalistler, ücretleri, artık değerin ortadan kalkacağı düzeye kadar
artıramazlar, çünkü kapitalizmin temel dayanağı, azami ölçüde artık değer
üretimidir. Diğer şeyler sabit kalmak koşuluyla, işçi sınıfının ücretleri
artarsa, kapitalistlerin kârları düşecek ve bu da yatırımların düşmesine neden
olacaktır.
Bununla birlikte, sistem açıkça sürekli bir kriz durumunda değildir ve
ekonominin iki ana “bölümü” arasındaki etkileşim yoluyla geçici olarak çalışır:
tüketim mallarının üretimi ve sermaye mallarının üretimi (üretim araçları).
Kapitalistler, yatırım yoluyla, yani işçi sınıfının emeğinden elde edilen artık
değeri yeni üretim araçlarına yeniden yatırarak ve böylece yeni pazarlar
yaratarak karşı karşıya kaldıkları çelişkilerin üstesinden gelebilirler. Başka
bir deyişle, kapitalizm, çelişkilerini geçici olarak aşarak yatırım yoluyla
kendi pazarını yaratır.
Ancak her şeyin bir sınırı vardır. Bu yatırım, genel olarak daha fazla
üretken kapasite yaratır ve bu da sonuç olarak yeni ve daha şiddetli bir aşırı
üretim krizinin ortaya çıkışına hizmet eder. Belirli bir noktada, piyasa
üretilen metaları ememez ve aşırı üretim ortaya çıkar. Piyasalar doygun hale
gelir ve metalarda tutulan artık değer gerçekleştirilemez. Fabrikalar kapanır
ve işçiler işten atılır. Bundan kaçış yoktur. Diğer bir deyişle, pazarın bu
yeniden yatırımı ve genişlemesi, yalnızca gelecekte daha da derin bir çöküşün
koşullarını yaratmaya hizmet eder.
Marx'ın açıkladığı gibi:
“Tüm gerçek krizlerin nihai nedeni her zaman kitlelerin yoksulluğu ve
sınırlı tüketimidir. Kapitalist üretimin üretici güçleri geliştirme dürtüsü
karşısında, sanki toplumun mutlak tüketim kapasitesi onlara bir sınır
koyuyormuş gibidir.”
“Dolaysız sömürü ve bu sömürünün gerçekleşmesi için gerekli koşullar aynı
şey değillerdir” diye açıkladı Marx. “Onlar sadece zaman ve mekanda değil,
teoride de ayrıdırlar. İlki yalnızca toplumun üretici güçleri tarafından,
ikincisi ise farklı üretim dalları arasındaki orantılılık ve toplumun tüketim
gücü tarafından sınırlandırılır.”
İnsanların tüketimle ilgili ihtiyaçlarından değil, “ödeme kapasiteleri”nden
bahsediyoruz. Bu, “toplumun büyük çoğunluğunun tüketimini minimum düzeye
indiren, belirli bir uzlaşmaz dağıtım koşullarınca sınırlandırılmış tüketimin
gücüyle” belirlenir, diye açıklıyor Marx. “Fakat üretkenlik ne kadar gelişirse,
tüketim ilişkilerinin dayandığı dar temelle o kadar çok çatışır.”
Marksizm ve Keynesçilik
“Eksik tüketim” teorileri genellikle Marx'ın fikirleriyle karıştırılır. Ama
bunlar aynı değil. Herhangi bir işçinin tanıklık edebileceği gibi, kitleler
için eksik tüketim kesinlikle var olsa da, kapitalist krizin doğrudan nedeni
değildir. Öyle olsaydı, kapitalizmin varlığının ilk gününden itibaren kalıcı
bir kriz olurdu. Modern “eksik tüketim” teorisi, “etkili” talep eksikliği
sorununun devletin müdahalesiyle çözülebileceğine inanan John Maynard Keynes
ile yakından ilişkilidir. Devlet, açık finansman yoluyla, açığı kapatacaktır.
Aslına bakılırsa devlet, insanlara çukur kazmaları ve tekrar doldurmaları için
dahi para ödeyebilir. Bu işçiler daha sonra ücretlerini harcayacak ve
sonrasında yeni talep yaratacaklar ve böylece sorunu çözeceklerdi. Ama bu teori
özü itibariyle bir pürüze sahip. Eksik tüketim teorisi, kapitalist üretimin
tüketim için değil, kâr için üretim olduğu temel gerçeğini gözden kaçırır. Kâr
olmazsa üretim de olmaz. Ekonomideki üretken kapasite ile kitlelerin satın alma
gücü arasındaki fark, kâr amaçlı üretim olduğu sürece devam edecektir.
Marx, bu Keynesyen argümana uzun zaman önce hâlihazırda cevap vermişti.
“Krizlerin, etkin tüketimin veya etkin tüketicilerin kıtlığından kaynaklandığını
söylemek katıksız bir totolojidir. Kapitalist sistem, etkin olanlardan başka
hiçbir tüketim biçimini bilmez. Malların satılamaz olması, yalnızca onlar için
etkili alıcıların bulunmadığı anlamına gelir…”
Ancak, kimse; tüm bu lanetin işçi sınıfı kendi ürününün çok küçük bir
bölümünü almasından kaynaklandığını ve o bu üründen daha büyük bir pay alır ve
ücretler yükselir yükselmez tüm belaların savuşturulabileceğini söyleyerek bu
totolojiyi daha derin bir gerekçelendirme kılığına sokmaya kalkışırsa krizlerin
her zaman özellikle de tam olarak ücretlerin genel olarak yükseldiği ve işçi
sınıfının yıllık ürünün tüketime yönelik kısmından daha büyük bir pay aldığı
bir dönem tarafından hazırlandığı söylenebilir. Oysa sağlam ve 'basit' (!)
sağduyu savunucularının bakış açısından bakılırsa, böyle bir dönem krizi tam
aksine ortadan kaldıracak dönem olmalıdır. “
Başka bir deyişle, ücretler, ekonomideki düşüşten kısa bir süre önce,
emeğin arzının yetersiz olduğu bir patlama zirvesinde yükselme eğilimindedir. Bu
nedenle, Keynesçilerin inandığı gibi, acil talep eksikliği, bir unsur olsa da,
aşırı üretim krizinin gerçek nedeni olarak düşünülemez.
Keynesçiliğin tüm yanılgısı, krizin kapitalizmin işleyişi için tesadüfî
veya harici bir şey olmadığını, ancak kapitalist üretimin kendisinin içsel
çelişkilerinden kaynaklandığını anlama konusundaki yetersizliğine dayanır.
Kapitalistler, ücretleri olabildiğince düşük tutmaya çalışırken, bilinmeyen bir
pazar için de mümkün olduğunca çok üretiyorlar. Bu, özellikle çöküşten hemen
öncesi gerçekleşen ekonomik canlılık dönemi için geçerlidir.
Elbette, daha yüksek ücretler için savaşırız, ama bunun kapitalizmin
krizini çözeceği fikri tamamen yanlıştır. Aslında, kapitalist bir temelde,
artan ücretler basitçe kârları tüketecek ve kapitalistleri yatırım ve üretimi
kısmaya itecek ve böylece kapitalist krizi şiddetlendirecektir. Talebi yoktan
var etmek imkânsızdır. Kapitalizmin yasaları, emek gücünü de içeren bir meta
üretim sistemine dayanır.
“Talep” yönetimi yanılsaması, elbette, içinde bir miktar gerçeklik payı
barındırır, ancak tamamen tek taraflıdır. Bir krizde kapitalizmin “talep”
tarafının eksik olduğu açıktır; ama bu, işçi sınıfının, ürettiği değerin
yalnızca bir kısmını ücret olarak alıyor oluşunun yalnızca diğer yüzüdür. Bu nedenle,
işçinin daha önce de belirtildiği gibi, kendisi tarafından üretilen malları
geri almaya gücü yetmez. Marx'ın işaret ettiği gibi, sorun neden bir krizin
olduğu değil, bunun neden kalıcı bir kriz olmadığıdır. Bunun cevabı, yukarıda
açıklandığı gibi, iki sektör arasındaki ayrımdır: tüketim mallarının üretimi ve
üretim araçlarının üretimi. İşçi sınıfının emeğinden elde edilen artık,
sanayiye, makinelere ve altyapıya yeniden yatırıldığı sürece, sistem
gelişebilir, ancak gelecekte yeni ve daha derin bir krize giden yolun taşlarını
döşer. İşçiler ürettikleri tüm malları geri satın alamazlar ve bu nedenle,
artık değerin topluma yeniden yatırılması, kapitalist ekonominin sürekli
gelişiminin anahtarıdır. Ancak bu süreç sonsuza kadar süremez ve bunun yerine
sadece daha fazla çelişki üretir.
Kapitalist krize bir çözüm olarak devletten talep “yaratması” veya
ekonomiyi “yeniden düzenlemesi” için medet ummak da ütopiktir. Daha fazla meta
üretimiyle desteklenmeyen parayı “yaratmak” girişimi, yalnızca enflasyonu
artırmaya ve işçilerin gelirini düşürmeye hizmet edecektir. Devletin
harcamaları artırmasının diğer tek yolu, artan vergilendirme yoluyla daha
fazlasını almaktır. Ancak vergilendirme yalnızca kapitalistlerden veya işçi
sınıfından gelebilir. Kapitalistleri vergilendirmek, kârları kesmek anlamına
gelecek ve bu da onları yatırım yapmaktan caydıracaktır. İşçi sınıfını
vergilendirmek, onun tüketimini azaltacak ve böylece talebi daha da
azaltacaktır. Devlet borçlanmaya başvurursa, bunun er ya da geç faiziyle geri
ödenmesi gerekecektir. Günün sonunda, bu tür “çözümler”, kapitalizmin
çelişkilerini çözmez, sadece yoğunlaştırır. Kapitalizm için çıkış yolu ve
kaçışı olmayan bir ikilem durumudur.
Keynesçiliğin terk edilmesi ve ortodoks ekonomiye dönüş, tavadan ateşe
doğru ilerliyor. Kapitalistler, en azından sözde, “sağlam” bütçelere ve
piyasanın sınırsız hükmüne geri döndüler. Bu sadece daha büyük bir felaketi
hazırlamıştır. Bırakınız-yapsınlar ekonomisine dönüş, kapitalizmin açmazının
bir ürünüdür ve yönetici sınıfın karşı karşıya olduğu çelişkilere bir çözüm
değildir.
Marksist kriz teorisi, çözülemeyen çelişkilerin bir analizine dayanır:
kapitalist üretim tarzına özgü olan sınırsız üretim dürtüsü ve toplumsal
konumlarından kaynaklanan kitlelerin sınırlı tüketimi. Sonuç olarak kapitalizm,
oturduğu dalı kesen bir adam gibidir. Krizler, kapitalist sisteme özgüdür. Aynı
zamanda, ücretleri minimumda tutmaya çalışırken, işçi sınıfından giderek daha
fazla artık-değeri kopararak, pazarı hem yaratır hem de yok eder. Bu da, bu
daimi kemer sıkma döneminin bu mevcut döneminde tanık olduğumuz gibi,
sırasıyla, pazarın genişlemesinin ve dolayısıyla artık değerin gerçekleşmesinin
önünde bir engel haline gelir.
Kapitalizm ve Sosyalizm
Kapitalizm, değer yasasının krizler yoluyla kendini ortaya koyduğu kriz
dolu bir sistemdir. Sınırlarına ulaşan çelişkiler, kapitalist sistemin bir
ürünüdür. Yine de, sistem kendi kendine yıkılmayacaktır. Kapitalizmin, kendi
rahminde yaratılan devrimci sınıf olan işçi sınıfının bilinçli hareketi
tarafından yıkılması gerekir.
Kapitalizm, üretici güçleri geliştirirken, yeni bir yüksek toplum biçimi
için temel oluşturur. Bu, sınıflı toplum için tarihsel gerekçedir. Özel
mülkiyet ve ulus devlet, üretici güçlerin daha da gelişmesinin önünde artık
muazzam bir engel haline geldi. Kemer sıkma ve kitlesel işsizliğin derinleştiği
mevcut krizde grafiksel olarak gösterildiği gibi kapitalist sistem kendini
tüketti.
Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve kapitalist
anarşi yerine, rasyonel olarak planlanmış bir ekonominin getirilmesi
gerekecektir. Elbette küçük dükkânlara ve küçük işletmelere değil, ekonomiyi
domine eden dev şirketlere el koymaktan bahsediyoruz.
İhtiyaçlarımıza dayalı rasyonel bir planın getirilmesiyle birlikte birleşik
bir kredi ve yatırım sistemi oluşturmak için, bankaları ve finans kurumlarını
devralmak ve bunları ulusal bir kredi ve bankacılık sistemi olarak birleştirmek
gerekecektir. Bu, demokratik ekonomik planlama için bir ön koşuldur. Bu,
sıradan insanların banka hesaplarına el konulması anlamına gelmez. Aksine,
kamuya ait bir devlet bankası, küçük mevduat sahipleri için kara aç özel
bankalardan çok daha uygun koşullar yaratacaktır. Aynı şekilde, hâlihazırda
büyük tekeller tarafından ezilen küçük işletmelere ucuz kredi
sağlayabilecektir.
Ekonomiye hâkim olan dev şirketler, tazminat ödemeden devralınacak ve
işçilerin kontrolü ve yönetimi altında demokratik bir şekilde yönetilecek.
Görev, tüm üretim ve dağıtım sistemini daha onurlu ve uygulanabilir bir temelde
yeniden organize etmektir. Kapitalizm tarafından miras bırakılan bu tür
kaynaklar, daha sonra işsizliği ortadan kaldırmak ve çalışma saat ve günlerini
büyük ölçüde azaltmak için kullanılabilir. Buna, yaşam standartlarında önemli
bir artış eşlik edecek ve bu çalışan insanların toplumun işleyişine dâhil
olması için gerekli araçları sağlayacaktır.
Kapitalizm altında, kapitalistler fabrikaları ve şirketleri içinde üretimi
planlarlar. Kör piyasa güçlerinin fabrikalarında faaliyet göstermesine izin
vermeyi hayal edemezlerdi. Optimum sonuçları elde etmek için çalışanları ve
makineleri en iyi şekilde nasıl birleştireceklerine kendileri karar verirler.
Piyasanın bunu yapmasına izin verirlerse, işlerinden olurlardı. Kapitalistler
kendi planlama düzenlemelerini yaparlar. Sosyalizm altında gerçekleşecek olan
ekonomik yaşam üzerindeki bilinçli denetim, kapitalist fabrikada hiyerarşik ve
zorlayıcı bir biçimde de olsa gelişmeye başlar. Fabrikadan ayrıldıktan sonra,
hiçbir şeyin planlanmıyor veya öngörülemiyor ve her şeyin “görünmez ele”
bırakılıyor oluşu ne kadar farklıdır! Ne büyük bir tezat. Bu bile tek başına
piyasa ekonomisinin hayatlarımızı yönetmenin doğal olmayan bir yolu olduğunu ve
değiştirilmesi gerektiğini gösteriyor.
Demokratik işçilerin denetimi ve yönetimi altında çalışan kamulaştırılmış
bir ekonomi, kaynakların en verimli kullanımına piyasa güçleri ve değer
yasasının değil, bilinçli planlama ve denetimin karar vereceği anlamına gelir.
Şu anda var olan teknoloji göz önüne alındığında, kolektif, demokratik ve
rasyonel olarak planlanmış bir toplum tamamen mümkündür. Günümüzde cep
telefonunun ve bilgisayarın her yerde yaygın hale gelmesi gerçeği, 50 yıl önce
hayal bile edilemeyen popüler, demokratik katılım olasılıklarını ortaya
çıkarıyor.
Üretimdeki yeni teknoloji ve otomasyonla, bir ekranın önünde oturmayı ve
bilgiyi manipüle etmeyi içeren hemen hemen her iş ya kayboluyor ya da yakında
kaybolacak. Hindistan'daki offshore işçiler, batıdaki meslektaşları kadar
savunmasız. Mavi yakalı ve beyaz yakalı işçiler, kapitalizm altında aynı
kasvetli gelecekle karşı karşıya. Çin, robotlar için en hızlı büyüyen pazar.
Hiç kimse otomasyonun acımasız düşen maliyetleri ile rekabet edemez. Ancak
emek, makinelere göre “ekonomik olmayan” hale geldikçe, satın alma gücü azalır.
Kapitalist sistem, kendisini büyük bir çelişki içinde bulur. Yarattığı
teknolojik, bilimsel ve üretken potansiyelden yararlanamaz.
Bu potansiyelden yararlanabilmesi koşuluyla, insan ırkının geleceği refahla
karşı karşıyadır. İnsanların ruh ve bedenlerini kemiren, yok eden çalışma
koşulları kaldırılabilir. Kapsamlı bir sosyal ve kültürel dönüşüm hemen
elimizin altında. Ancak kapitalist temelde tüm bu imkânlar ancak bir kâbusu
yaşamamıza sebep oluyor. Dibe doğru acımasız bir yarış olacak. Önümüzde duran
görev, kapitalist sistemi tarih sahnesinden süpürmektir. Tek alternatifimiz bu.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, bir Fransız Marksist olan Paul
Lafargue, Tembel Olma Hakkı adlı bir broşür yazdı. İş zahmetine ve boş zaman
ihtiyacına son vermenin erdemlerini ortaya koydu. Egemen sınıfın her zaman
sanat, bilim, kültür ve hükümet üzerinde tekeli olmuştur. Sıradan çalışan
insanların bu şeylere gerçekten erişme ve bunları kontrol etme zamanı
gelmiştir.
Sosyalizm, kapitalizmin israfını, kendi kendini tekrarını ve verimsizliğini
ortadan kaldıracak ve herkes için karmaşadan başka bir şey olmayan piyasa
anarşisini ortadan kaldıracaktır. Toplumsal emeğin tahsisi de dahil olmak üzere
kaynaklar, rasyonel ve toplumsal gereksinimlere göre gerçekleşecektir.
Hayatlarımızı ve içinde yaşadığımız dünyayı en harika şekillerde
dönüştürebilecek. Meta üretimine ait bir kategori olan ekonomik “değer”, bu
üretim tarzıyla birlikte ortadan kalkacaktır. Engels'in doğru bir şekilde
yorumladığı gibi, “insanlar her şeyi o pek meşhur “değer"in müdahalesi
olmadan çok basit bir şekilde düzenleyeceklerdir.” Ve böylece ilk kez, insanlık
kendi kaderini kontrol edebilecek.
Kaynak: https://www.marxist.com/marksist-ekonomi.htm