31 Ekim 2024 Perşembe

126 iktisatçı

Mahmut Boyuneğmez

Akademide bulunan/bulunmuş olan bazı bireylerin, aynı zamanda solun basın-yayın platformlarında köşe yazarlığı yapıyor olması, solu temsilen açıklamalarda bulunması, olumlu olabildiği gibi, olumsuz işlevler de üstlenebiliyor. Bu kişiler görüşleriyle sosyalist partilerin çevrelerini etkiliyor, ideolojik söylemler geliştirerek, solun topluma seslenmesinin hangi perdeden olacağını tayin ediyor.

Bunları neden mi yazıyoruz?.. İşte nedeni: 126 akademisyen/iktisatçı solcu, bir basın açıklaması yaparak asgari ücretin gelecek yıl için beklenen enflasyon oranında değil de “gerçekleşen enflasyon oranında artırılmasını” talep ediyor. “126 iktisatçının ortak imzaladıkları basın açıklamasında asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranının dikkate alınması gerektiği vurgulanıyor.” Bu cümlenin yer aldığı haber, birgun.net’te şu başlıkla veriliyor: “126 iktisatçıdan asgari ücrette ‘beklenen enflasyon’ tehlikesine karşı kritik çağrı”. Bu internet gazetesi için gündemde ne mi yer alıyor?.. “Yeni yıl yaklaştıkça asgari ücrete yapılacak zam gündemdeki yerini korurken” deniliyor. Birgun.net’in başka bir haberinde “milyonlarca çalışan ücretlere yapılacak zam oranına odaklandı. Yıl sonuna yaklaşıldıkça tahminler de netleşmeye başladı.” şeklinde yazılıyor. Oysa Bu internet gazetesinde köşe yazarı olan Aziz Çelik’in asgari ücret konusunda savunduğu mücadele çizgisi bizimkiyle benzer özellikte…

Aslında bu bir “talep” değil, bir “temenni” … Asgari ücretin saptanma usulüne itiraz edilmeden öne sürülen “ılımlı” bir istek. Ne bu akademisyenlerin ne de bahsedilen internet gazetesinin gündeminde asgari ücret konusunda işçi sınıfı adına yürütülecek ideolojik bir mücadele bulunmuyor.

Oysa “Asgari Ücret Tespit(h) Komisyonu”nda sermaye sınıfı ve devlet temsilcilerinin asgari ücreti istedikleri gibi belirlediklerini, seçtikleri 5 işçinin ve Türk-İş’in de belirlenen miktarın işçilere ve topluma kabul ettirilmesinde bir meşruiyet sağlama aracı olarak kullanıldığını topluma anlatmak gerekiyor. İşçilere bu komisyonun onların çıkarlarını savunmadığı söylenmelidir. İşçilere asgari ücretin ülke genelinde, toplu iş sözleşmelerinde belirlenmesi ve sonrasında sendikasız işçilere de teşmil edilmesi (genelleştirilmesi) yönünde mücadele etmeleri gerektiği bildirilmelidir. Sosyalist işçilerin ve sendikalarda örgütlü/sendikaların dışındaki sosyalistlerin, bu doğrultuda davranması ve eylemesi gerekir.

Bu akademisyenler/iktisatçılar, sosyalist hareketin içerisine yanlış bir “hedefi” yerleştiriyor. İşçileri ve toplumu, işçilerin çıkarına olacak şekilde bahsettiğimiz haklı, meşru, sağlıklı, radikal ve gerçekçi bir hedef doğrultusunda mücadele etmek yerine, yanlış yönlendiriyorlar. Sermaye sınıfının tutumlarına karşı-hegemonya oluşturmak yerine, bu sınıfın çıkarlarıyla uyumlu ılımlı, pasifist bir tavrın benimsenmesini sağlıyorlar.

Daha yüksek bir oranda ücret artışı talep etmek yerine, “tespit(h) komisyonu”nu tartışmaya açmak gerekiyor. Sendikalardan ve diğer mücadele örgütlerinden, “asgari ücret toplu sözleşmelerle belirlensin” talebini yükseltmeye, bu doğrultuda kampanyalar düzenlemeye, akademisyenlerin de bunları destekleyip, savunmasına ihtiyacımız var.

Özetlersek, ideolojik ve fiili mücadelelerimizde, asgari ücret konusunda kılavuzumuz şu ilkeler olmalı:

  • Asgari ücretin belirlenmesinde siyasi iktidarın yeri olmamalıdır.
  • Asgari ücret, toplu pazarlıkla sınıf mücadelesi içerisinde belirlenmelidir.
  • Asgari ücret, işçi sendikalarıyla sermaye sınıfının temsilcileri arasında yürütülecek toplu pazarlık sürecinin ürünü olmalıdır.
  • Asgari ücret, tabanda belirlendikten sonra toplu iş sözleşmesi kapsamında olmayan tüm işçilere teşmil edilmelidir.

Akademisyenlerin/iktisatçıların basın açıklaması şu adresten okunabilir:

https://www.birgun.net/haber/126-iktisatcidan-asgari-ucrette-beklenen-enflasyon-tehlikesine-karsi-kritik-cagri-570952

Aziz Çelik’in asgari ücret konusundaki anlamlı yazılarıysa şunlar:

  1. https://www.birgun.net/makale/bolgesel-asgari-ucret-tartismasi-tuzak-569073
  2. https://www.birgun.net/makale/asgari-ucret-girdabina-karsi-cozum-komisyon-degil-tesmil-489890

29 Ekim 2024 Salı

‘Papağan’ ile ‘bulaşık’ Marksizm’in ötesinde…

Mahmut Boyuneğmez


Marksizm’in oluşumu (genezis), geçmiş tarihsel görüş ve bilgi birikiminin yeni bir dünya görüşü bütünlüğü içerisinde sentezlenerek, yeniden anlamlandırılması sürecini barındırır. Marksizm kendisine devrolan tarihsel görüş ve bilgi mirasını içerip aşmıştır (aufheben’in anlamı budur). Sentezlenme kavramıyla, miras alınan görüş, bilgi ve kavramların eleştirilmesi, ayıklanması, yeniden anlamlandırılması, derinleştirilmesi gibi işlemleri kastediyoruz. Oluşan yeni teorik sistem bir bütünlüktür ve devraldığı kavramları, anlayış ve görüşleri bu bütünlük içerisinde anlamsal olarak dönüştürür.

Marksizm’in Hegel’den, Feuerbach’tan, siyasal iktisatçılardan ve ütopik sosyalistlerin anlayışlarından ayrı bir kulvarda yeni bir dünya görüşü olarak doğuşu ve gelişimini koşullayan temel etken, 19. yüzyıl Avrupa’sının içerisinde bulunduğu tarihsel koşullar ile sınıf mücadeleleridir. Marx ve Engels’in teorik üretimleri, siyasallaşma süreçlerinin, siyaset yapma yollarının içerisinde yer alır. Siyaset dar bir pratikçilik değil, perspektif ve vizyonla, teorik bakış açısıyla yapılan genel bir hayat uğraşısıdır. Marksizm’in oluşumunda, Büyük Fransız Devrimi, 1848 Avrupa burjuva devrimleri ile 1871 Paris Komünü’nün siyaset teorisi kapsamında analizinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzının bilimsel ve dolayısıyla eleştirel incelenişinin, doğa bilimleri alanındaki gelişmelerin felsefi açıdan soyutlanmasının da bir yeri vardır.

Leninizm ise, Marksizm’e siyaset teorisi, öncülük/örgüt teorisi, devrim teorisinde ve emperyalizm çözümlemesiyle katkılar sunup, geliştirmiştir.

“Batı Marksizmi”, 20. yüzyılda Batı Avrupalı aydınların, siyasetten koparak teorisizm hastalığına yakalanmaları olgusunu anlatır. Bu aydınların üretimini sahiplenirken, mutlaka ama mutlaka eleştirel süzgeçlerden geçirmek gerekir. Öte yandan gündeme getirdikleri tüm kavramlaştırmaların sağlıksız olduğu söylenemez.

Günümüze değin Marksizm, faşizm çözümlemeleriyle, kapitalist devletin teorik irdelemeleriyle, sosyalist devletin güçlenirken toplumsal örgütlenmelerle kaynaşması üzerine yaşanmış deneyimlerden yapılan soyutlamalarla, ideolojiler üzerine incelemelerle, diyalektik teoriye yapılan katkılarla, sosyalist toplumda değer yasasının sınırlanması üzerine geliştirilen anlayışla, kültür endüstrisinin incelenmesiyle vd. zenginleşmiştir ve bundan sonra da zenginleşecektir.

“Derin tefekkürle Marksizmi geliştirelim, ona yeni katkılar yapalım” şeklinde bir amaç, hiçbir sosyalistte bulunmaz. Tarihsel gelişmelerin getirdikleri üzerine düşünme ve bunları anlayıp, politik ve felsefi doğrultu belirleme, yapılacak katkıların güdüleyicisidir. Mevcut Marksist birikim, tarihsel bir ürün olduğundan, toplumsal ilişkilerde özsel değişimler yaşanmadığı sürece, teorik zeminimiz hiç de iğreti değildir. Fakat tam da bu nedenle, toplumsal ilişkilerde ve bilgi birikimlerinde yaşanan gelişmelerin, yeni fenomenlerin değerlendirilip, teorik kavrayış oluşturulması gerekmektedir. Özcesi yaşanan, Marksizm’in içerik olarak zenginleşmesidir.

Tarihsel ve bilgisel gelişmelerin üzerinden yapılması gereken soyutlama görevinde iki uç konumlanış bulunur. Bunlardan biri, “papağan Marksizmi” ya da “ortodoks” Marksizm’dir. Marx, Engels ve Lenin ne yazmışsa, bunları alıntılayıp durmakla meşgul bu konumlanışta, gelişmelerin hakkıyla analizinin yapılamaması, bu analizlerden soyutlanacak kavramlar, ilkeler ve perspektiflere ulaşılamaması söz konusudur. Diğer uçtaysa, sağlam teorik zemin terk edilerek, çoğu durumda sağlıksız kavram ve soyutlamalarla, bir derinlik yakalandığı sanısı vardır. Buna “bulaşık Marksizm” denebilir. Örneğin post-marksist, post-yapısalcı düşünürlerden yararlanan “sol liberalizm”in “teorik” faaliyeti böyledir… Bu uç konumlardan uzak durulmalı ve sadece Marksist olunmalıdır. Ya da ne “papağan” ne de “bulaşık” olunmadan da Marksist olunabilir…

27 Ekim 2024 Pazar

Değer ve emek-değer teorisi nedir?

Mahmut Boyuneğmez

Değer ilişkisel ve göreli bir özelliktir, mutlak bir büyüklük değildir. Bir metanın değeri, başka bir metanın değeriyle kıyaslandığında vardır. Metaların üretimi için gerekli ortalama emek miktarları/zamanları birbiriyle değişim ilişkileri aracılığıyla kıyaslanmıyorsa, bu metalar birbirine göre değer özelliklerine sahip olamaz. Toplumsal ilişkiler/değişim ilişkileri bu kıyaslanmayı sağlamaktadır. Bu nedenle örneğin mübadele ilişkileri olmadığında 1 evin değeri=10 yatağın değeri olamaz. Bu metaların üretilmeleri için gerekli emek miktarları ya da zamanları mutlak büyüklükler olarak her zaman varlar ve ölçülebilirler, mübadele ilişkileri ortadan kalktığında dahi bu emek zamanları/miktarları var olmaya devam edeceklerdir. Fakat mübadelede kıyaslanma ortadan kalktığında, ürünler meta olmaktan çıkar ve birbirine göre, rölatif olarak var olan bir gerçeklik olarak değerleri yok olur.

Komünizmde mübadele ilişkileri ortadan kalktığında, ürünlerin oluşumunda harcanan emek miktarlarının karşılaştırılması ve böylelikle nesnel bir gerçeklik olarak değerlerin var oluşu ortadan kalkar. Çünkü değer, mübadele ilişkileriyle ortaya çıkan bir olgudur. Fakat ürünlerin üretimi için harcanan emek zamanları yok edilemez. Bu emek zamanları, ürünlere komünizmde piyasa dolayımına girmeden doğrudan aktarılır. Üreticiler kendilerinin harcadıkları emek zamanları/miktarlarıyla orantılı olarak başka üreticilerin ürünlerinde ve hizmetlerinde somutlanmış emek zamanlarını/miktarlarını toplumdan geriye alırlar. Ürünler değişim ilişkilerine girmeyince, değer büyüklükleri oluşmaz. Çünkü değer, toplumsal ilişkisel bir gerçekliktir. Ürünler değişim ilişkilerine girip, farklı emek zamanları birbiriyle karşılaşmadıkça ve karşılaştırılmadıkça, değerleri oluşmaz. Yani, emek harcanması, emek miktarı ya da zamanı, değere eşit değildir. Emek harcanması metaların değerlerinin oluşması için gereklidir fakat yeterli değildir. Emek harcanarak oluşturulmuş ürünlerin mübadele ilişkileri içerisinde birbirleriyle emek zamanları/miktarları açısından karşılaştırmaları söz konusu değilse, onlardaki emek/emek miktarı/emek zamanı değer olarak varoluş kazanamaz.

Günümüzden bir örnek verelim. Bahçemde yetiştirdiğim portakalların ya da evimin yanındaki küçük mandıramda ürettiğim peynirin, içerdiği emek miktarına/zamanına rağmen kendi başına bir değeri bulunmaz. Ancak ve ancak bu portakallar veya peynirler, pazara çıkarıldığında, mübadele ilişkilerine sokulduğunda, diğer emek türlerinin ürünü metalarda içerilmiş emek zamanları/miktarlarıyla karşılaştırıldığında ve karşılaştığında, bir değere sahip olmaktadır. Bu nedenle değer, farklı emek türlerinden gelen emek zamanlarının/miktarlarının kıyaslanması, birbirine oranlanması sonucunda bir gerçekliğe sahiptir. Değer ile değişim-değeri farklı şeyleri anlatmaz, aynı şeylerdir.

Emek-değer yasası, ilkel topluluklarda, komünizmde, Robinson gibi bir adada yaşamak zorunda kalmış birkaç kişinin aralarında kurduğu ilişkilerde, hayvanların biyolojik/doğal “emeği”nin ürünlerinde, bir kişinin kendi kullanımı için yani yararlılığı için emek harcayarak oluşturduğu bir üründe (örneğin bir köylünün kendi ailesi için peynir yapmasında) geçerli değildir. Değerin oluşması için emek harcanması ve ürünlerde bu emeğin içerilmesi gereklidir. Fakat bu ürünler insanlar arasında değişime girmediği sürece, içerdikleri emek miktarları, değer olarak gerçekleşmez. Metaların değerlerinin var oluşu için, metaların üretilmesi sürecinde harcanan emek miktarları gerekir, fakat dolaşım ilişkilerinde bu emek miktarları birbirleriyle karşılaştırıldığında değerleri varoluş kazanır.

Bir analoji yapalım. Kendi başına bir elma, aslında meyve değildir. Elmalar, armutlar, erikler ve bademler gibi çok sayıda var oluş, “meyve” soyutlamasını yapmamızı sağlar. Somut olarak var olan meyveler arasındaki farklılıkları, benzerlikleri gözeterek ve aralarında ilişki kurarak “meyve” oldukları sonucuna varılır. Toplumsal ilişkilerin belirli bir tarihsel döneminde, insanlar ürünlerini değişim ilişkilerine sokarlar ve bu ürünler meta formunu alırlar. Her bir metaya harcanan toplumsal olarak gerekli ortalama emek, diğer başka metalardaki emek miktarıyla karşılaştırmalara, bu değişim ilişkileri içerisinde girmektedir. Toplumsal toplam emek türlerinin, başka deyişle farklı metalardaki emek miktarlarının değişim ilişkileriyle birbiriyle ilişkilenmesi, nesneldir. Meyve örneğimizden farkı, orada elmalar, armutlar vd. arasındaki ilişkinin düşünsel olarak kurulmasıdır. Metalar arasındaki ilişkiler olarak görünen bu ilişkiler, yani insanlar arasındaki toplumsal değişim ilişkileri olmadan, farklı emek türlerinde harcanan emek miktarları birbirleriyle mübadeleler içerisinde kıyaslanıp, karşılaştırılmadan değer büyüklükleri oluşmaz. Değişim ilişkileri sosyalizmde sınırlanıp, giderek tümüyle ortadan kalktığında, ürünlere aktarılan emek miktarları ya da emek zamanları değerleri oluşturmaz. Çünkü değer, toplumsal ilişkisel bir gerçekliktir.

Başka bir örnek verelim. Bir cümlenin “anlamı” içerdiği kelimelerin birbirleriyle olan ilişkisiyle/ilişkisinde ortaya çıkar. “Anlam” ilişkiseldir ve bütünde ortaya çıkar. Ya da örneğin yerçekiminin, dünya ile üzerindeki cisimler arasındaki bir ilişki olması ve farklı gezegenler üzerinde çekim kuvvetinin/bu ilişkinin niceliksel olarak farklı olması yüzünden ağırlık büyüklüklerinin göreli olmasındaki durum, metaların değer büyüklüklerinin mübadele ilişkileriyle oluşmasına ve ülkeler arasında birinden diğerine değişmesine benzetilebilir.

Marx bir mektubunda Kugelmann’a şunları yazmıştır:

“Her çocuk, çalışmayı bırakan bir ulusun, bir yıl demeyeceğim, fakat birkaç hafta içinde bile yok olacağını bilir. Her çocuk, farklı ihtiyaçlara karşılık gelen ürün miktarlarının, toplumsal toplam emeğin farklı ve niceliksel olarak belirli miktarlarını gerektirdiğini de bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması gerekliliğinin, toplumsal üretimin belirli bir formu tarafından ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı, fakat yalnızca bunun görünüş tarzını değiştirebileceği, apaçıktır. Hiçbir doğal yasa ortadan kaldırılamaz. Tarihsel olarak farklı durumlarda değişebilir olan, sadece bu yasaların kendilerini ortaya koydukları formdur. Ve toplumsal emeğin iç bağlantılarının, emeğin bireysel ürünlerinin özel değişiminde görünür hale geldiği bir toplum durumunda, toplumsal emeğin oransal dağılımının kendini ortaya koyduğu form, kesinlikle bu ürünlerin değişim değeridir.

Vulgar ekonomist, her günkü aktüel değişim ilişkilerinin, değer büyüklükleriyle doğrudan özdeş olamayacağı yönünde sönük bir fikre (dahi) sahip değildir. Burjuva toplumun özü kesinlikle şundan ibarettir, a priori üretimin bilinçli toplumsal düzenlenişi yoktur. Rasyonel ve doğal zorunluluk kendini sadece kör çalışan ortalama olarak ortaya koyar (…)”[1]

İnsanlar ihtiyaçlarını karşılamak için ürünler üretirken, iş bölümüne giderler. İlkel topluluklar da dâhil, tüm tarih boyunca toplumsal üretimlerinde insanlar, farklı emek türlerine dağılmış bir toplam toplumsal emeğe sahiptirler. Bu durum, üretim tarzlarının değişmesiyle değişmez. Bu nedenle Marx, toplumsal emeğin farklı emek türlerine dağılımını, “doğal” bir yasa olarak görmektedir. Dikkat edilsin, bu "doğanın bir yasası" değil, "doğal" bir yasadır. Tıpkı ürünlerin, emek harcanarak üretilmesi gibi “doğal” bir yasadır.

Toplumsal emeğin iş bölümüyle bu dağılımı kendini bireysel ürünlerin değişimi şeklinde gösteriyorsa; başka bir deyişle, insanlar ihtiyaçlarını, üretimlerini ve bölüşümlerini bilinçli bir genel toplumsal düzenlemeye giderek değil de kendiliğinden tarihsel olarak gelişen değişim ilişkileri yoluyla gideriyorsa, toplumsal emeğin oransal dağılımı kendini bir biçimde/formda ortaya koyar: değişim değeri… İşte bu biçim/görünüş tarzı, tarihsel olarak değiştirilebilir olandır. Geleceğin toplumunda/komünizmde, toplam toplumsal emeğin farklı emek türlerine oransal dağılımı yine olacak, bu yasa “doğal” bir yasa düzeyinde işlerliğini sürdürecek, fakat yasanın kendini ortaya koyuş tarzı/görünüşü olan, farklı emek miktarlarının pazarda/değişim ilişkilerinde birbirleriyle değiş tokuşuyla beliren değişim değerleri ortadan kalkacaktır. Bunun yerine komünizmin ilk evresinde (sosyalizmde), üreticiler ihtiyaçlarını gidermek için, toplumsal emeğe kattıkları emek miktarıyla orantılı şekilde geriye başka ürünlerde somutlaşmış emek miktarlarını çekecektir. Daha ileri evredeyse, ürün bolluğu olduğundan, bireylerin iş bölümüne uymaları gerekmeyecek, bir birey birçok alanda yaratıcı bir faaliyet olarak üretimlerde bulunacak, artık toplumsal toplam ürünlere katılan bireysel emek miktarlarının bir önemi kalmayacak, her birey yetenekleri doğrultusunda toplumsal üretime katkısını koyup, ihtiyaçları doğrultusunda ürün ve hizmetlerden yararlanacaktır.

Bu nedenle Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde şu cümleleri yazmıştır:

“Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu kooperatif toplumda, üreticiler ürünlerini değiştirmezler; ürünlere harcanan emek, ürünlerin içerdiği maddi bir nitelik olarak, onların değeri olarak belirmez, çünkü kapitalist toplumdakinin tersine, bireysel emek artık dolaylı biçimde değil de doğrudan toplumsal emeğin parçasıdır (…)”

Bireysel emek, kapitalist toplumda pazar/piyasa aracılığıyla toplumsal emeğin bir parçası olur. Sosyalist toplumda, yani komünist toplumun ilk evresindeyse, üretim toplumun ihtiyaçları doğrultusunda bilimsel olarak planlanır ve üreticilerin emeği, değişim ilişkileri dolayımına girmeden, doğrudan toplumsal emeğin bir parçası olarak ürünlere aktarılır, bu aktarılan kadar emek içeren başka ürünlerse yeniden bireylerin tüketimine sunulur (toplumsal hizmetler için gerekli kesintiler yapıldıktan sonra). Ürünlerin içerdiği emek miktarları ya da zamanları, kapitalist toplumun aksine burada değer olarak var değildir. Çünkü ürünlerini değiştirmek için üreticiler mübadele ilişkilerine girmezler. Kapitalist toplumsal ilişkiler, ürünlerin değişimlerinde farklı emek zamanlarını/miktarlarını ilişkilendirip, onların değerlerini oluşturmaktadır. Sosyalist toplumsal ilişkilerde ise bu durum olmadığından, emek zamanları/miktarları değer büyüklükleri oluşturmaz.

Engels, durumu şöyle özetlemektedir:

"Toplum üretim araçlarının mülkiyetini eline geçirip onları dolaysız toplumsallaştırılmış halde üretim amacıyla kullanmaya başladığı anda, her bireyin emeği, özgül yararlılığı ne kadar farklı olursa olsun, başından itibaren ve doğrudan toplumsal emek haline gelir. O zaman, bir ürünün içerdiği toplumsal emek miktarını önce dolaylı bir yoldan saptamaya gerek yoktur; günlük deneyim, ortalama olarak bundan ne kadar gerektiğini doğrudan gösterir. Toplum, bir buhar makinesinde, son hasattan bir hektolitre buğdayda, belirli bir kalitedeki yüz metrekare kumaşta ne kadar emek saati bulunduğunu kolayca hesaplayabilir. Dolayısıyla, ürünler içine konmuş ve toplumun doğrudan ve mutlak bir biçimde bildiği emek niceliklerini, onun doğal, yeterli, mutlak ölçeği olan zaman ile belirtecek yerde, göreli, sallantılı, yetersiz, eskiden geçici çare olarak kaçınılmaz olan bir ölçüyle, üçüncü bir ürünle ifade etmek, toplumun aklına gelemez. Tıpkı atom ağırlıklarını, yeterli ölçüsü ile, yani gramın milyarda ya da katrilyonda biri biçimindeki gerçek bir ağırlıkla belirtebilecek bir duruma geldiğinde, yine hidrojen atomu üzerinden dolaylı bir yoldan göreli olarak ifade etmenin kimyanın aklına gelmeyeceği gibi. Dolayısıyla, yukarıdaki önkoşullar altında toplum, ürünlere değer de yüklemez. Toplum, yüz metrekare kumaşın üretimi için diyelim bin emek saati gerektiği şeklindeki basit olguyu, bu kumaş bin emek saati değerindedir gibi şaşı ve saçma bir tarzda dile getirmeyecektir. Kuşkusuz toplum o zamanda, her kullanım nesnesinin üretimi için ne kadar emek gerektiğini bilmek zorunda olacaktır. Üretim planını, özellikle iş güçlerini de kapsayan üretim araçlarına göre hazırlamak zorunda olacaktır. Çeşitli kullanım nesnelerinin yarar efektleri, birbirleriyle ve üretimleri için gerekli emek miktarları bakımından karşılaştırılarak, eninde sonunda planı belirleyecektir. İnsanlar, her şeyi, ünlü ‘değer’ işe karışmadan, çok yalın bir biçimde düzenleyeceklerdir." (Anti-Dühring)

Demek ki Robinson’un ıssız adasında yapabileceği şudur: Ürettiği ürünlere ne kadar emek harcamış, bunu saatle ölçebilir. Bu ölçüm farklı ürünlerdeki emek miktarlarının zaman cinsinden bir ölçümüdür. Burada Robinson ürünlerdeki “değeri” ölçmemektedir. Çünkü ürünleri, meta haline gelmemiş olup, değer bağıntısına sahip değildir. Değer bağıntısı, mübadele ilişkileriyle diğer metalardaki içerilmiş emek miktarlarıyla ilişkilenmeler kurulduğunda belirir. “Ürünlerde emek miktarlarıyla önce değer oluşur, sonra bunlar eğer dolaşıma/mübadele alanına sokulursa değişim-değerleri görünümünü edinir, bu biçime sahip olur” türünde bir kavrayış yanlıştır. Değer kendini sadece ve sadece değişim-değeri olarak gösterir, saklı ve mistik bir öz olmayıp, var oluşu değişim-değeri biçimindedir. Üründe saklı olan öz, üretilmesi için harcanan toplumsal olarak gerekli emek miktarı/zamanıdır. Değer bir ilişki, bağıntıdır; tek tek her bir üründe var olan mistik bir öz değildir.

Emek-değer teorisi

Metanın (malların) iki temel özelliği vardır:

i) Kullanım değeri; metalar, faydalı olmalı, gereksinimi karşılamalıdır, yoksa satılamazlar. (worth--->work (iş)).

ii) Değişim değeri; bir meta başka bir metayla belirli miktarlarda değişime girer. Değişim değeri, metaların niceliklerinin karşılaştırılabilir olduğunu gösterir. Metalarda ortak bir özellik olmalıdır ki karşılaştırılabilsinler ve değişim yapılabilsin. Bu ortak özellik ölçülebilir, niceliğe vurulabilir de olmalıdır. Metaların kullanım değerleri, şekilleri, büyüklükleri vb. ortak değildir. Bütün metaların ortak özelliği emek ürünü olmalarıdır. Değeri yaratan emektir. Emek, metanın üretimi için harcanan zaman ile ölçülür. İçerdikleri emek miktarına göre metalar değişime tabi tutulur (value--->labour (emek)).

Bir kişinin kendi gereksinimi için üretilen ürünler meta değildir. Kullanım değeri olmayan bir ürün de değişim değeri içermez, yani meta değildir. Toprak, su, hava kullanım değeri olan, ancak işlendiğinde, şişelendiğinde meta olabilen, kendi halinde meta olmayan emek nesneleridir. Bunların değeri yoktur, çünkü emek içermezler, ancak fiyatları vardır ve örneğin toprağın fiyatı ranta bağlıdır.

Basit/küçük meta üretimi dönemi boyunca, metaların değişimi gerçekleşmiştir. Bir eşdeğer üzerinde karar kılınmıştır. İş saati eşdeğeri sağlamıştır. Orta çağda her bir metanın belli bir niceliğinin üretimi için gerekli iş saati, değişildiği metanın belli bir miktarının üretimi için gerekli iş saatiyle eşitti. Bu olgu, tarihsel süreç içerisinde oluşur. Meta üretimi yaygınlaşıp genelleştikçe bu durum yetkinleşir. Bir meta bu süreçte evrensel eşdeğer olur ki bu paradır. Paranın başlangıçta bir değeri vardır, ama zaman içinde bundan bağımsızlaşarak evrensel değişim aracı olur. Para, aynı zamanda birikim aracı da olacaktır.

Kişilerin tembelliği ya da çalışkanlığı nedeniyle farklı metaların farklı niceliklerinin değerleri farklı olur önermesi doğru değildir. Metaların değeri, toplumsal ortalama gerekli emek zamanıyla ölçülür. Bir toplumda bir metanın üretimi için bu ortalama zamanın üzerinde çalışılarak bir meta üretiliyorsa, bu fazla çalışma boşa gider.

Değişim değeri yüzyıllar içerisinde oluşurken; eğer eşit iş saatleriyle değişim olmuyorsa, zarara uğrayan meta üreticisi, bu metayı üretmemeye ve başka bir metayı üretmeye başlar. Bu olanaklıdır, çünkü henüz iş bölümü yeterince gelişmiş değildir ve iş değiştirmeye engel yoktur.

Değişim değeri, metanın üretildiği iş süresi, metayı üretmek için gerekli emek miktarıdır. Değişim değerini bireysel üreticinin meta üretirken harcadığı emek miktarı belirlemez. Bir metayı üretmek için toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı, o metanın değişim değerini belirler. Toplumsal ortalama gerekli emek miktarı, belirli bir zamanda ve ülkede, emek verimliliğinin ortalama koşullarında metanın üretimi için gerekli emek miktarıdır.

Nitelikli işçinin iş saati, vasıfsız işçinin iş saatinin belirli bir katıdır. Nitelikli işçinin eğitim sürecinde yitirdiği zamanın karşılığı vardır; yoksa kimse nitelikli işçi olmazdı. Niteliklerin elde edilmesi için gerekli giderlerin miktarı, çarpma katsayısını belirler.

Sermaye, artık-değer üreten değerdir. Üretim araçları ve para kendi başlarına sermaye değildir. Bunlar toplumdan soyutlanarak ele alınmamalıdır. Bu nesnelerin üretim ilişkileri içerisinde anlamı vardır. Emek araçlarına sahip olmak, sermaye sahibi olmak demek değildir. Bir maymun bir sopaya sahip olduğunda, sermayedar olmaz. Sömürü ilişkilerine katılan para veya değerler, sermaye olur. Sermaye ücretli emek sömürüsünden kaynaklanır.

Kapitalizmde ayırt edici olan sermayenin ya da meta üretiminin var oluşu değildir (yine de sermaye asıl olarak kapitalizmle birlikte var olmuştur, para ve meta daha önce de vardı). Kapitalizmin varlık koşulu, üretim araçlarına sahip bir sınıfın ve bunlardan yoksun başka bir sınıfın olmasıdır. Bu sayede kapitalizmde emek-güçleri de birer metadır. İşçilerin sahip olduğu mülk emek-güçleridir. İşçilere emek-güçlerini satmayıp aç kalma “özgürlüğü” (!) tanınmıştır.

Emek-gücünün değeri, yaşamak için gerekli geçim metalarının, eğitim giderlerinin, çocuk ve eşin bakımının değeriyle bulunur. Bu metalardaki toplumsal gerekli emek miktarı, emek-gücünün değerini oluşturur. Tüm metalar emek-güçlerinin emek harcamasıyla oluşur. Metalarda somutlaşan emek-güçlerinin değerlerinin toplamıyla emek harcanması sonucu oluşan tüm değer arasındaki fark, artık-değerdir ve patronlarca buna el konur.

Artık-değer, iş gününün kapitalist tarafından karşılığı ödenmeyen kesiminde üretilen, artık-emekle üretilen değerdir. Emek-gücünün değerine eşit bir değeri üretense, gerekli emektir.

Artık-değer teorisini Marx’a borçluyuz. Artık-değer, toplumsal artık-ürünün para biçimidir. Toplumsal artık-ürün sınıflı toplumların tümünde vardır. Artık-değer, işçinin ürettiği değer ile onun kendi emek-gücü değeri arasındaki farktır. Artık-değer üretimde oluşur, değişim/dolaşımda gerçekleşir.

Artık-değerin (a diyelim) 2 biçimi vardır:

1)    Mutlak a: İşgününün uzatılmasıyla artırılır. Buna karşı işçi sınıfı mücadeleleri yaşanmıştır. Bu mücadele içerisinde sendikalaşma gözlenir. Kapitalist devlet, işgününü sınırlandırmak zorunda kalmıştır.

2)    Nispi a: Gerekli emek zamanı (emek-gücünün değerini üretmek için gerekli zaman) + fazla emek zamanı = işgünüdür. Emek verimliliği artırılırsa (makineleşmeyle ve makineleşmedeki gelişmeyle), gerekli emek zamanı azalır, fazla emek zamanı artar. Geçim metalarının üretildiği işkollarında emek verimliliği artınca, bunların değeri ve dolayısıyla emek-gücünün değeri düşer.

- d=değişen sermaye=emek-güçlerinin değeri, s=sabit sermaye=üretim araçları, hammaddeler vb.

- Sömürü oranı=artık-değer oranı=a/d

- Kâr oranı=a / (d+s)

- Kâr=artık-değerdir ve her türden kâr, üretimdeki artık-değerin bir kısmıdır.

- Artık-değeri makine üretmez. Makinenin değerinin ister bir kısmı ister tümü bir metaya aktarılsın, o metanın içerdiği artık-değer miktarı aynı kalır. Bu nedenle değişmeyen sermaye makineleri, hammaddeleri, yardımcı malzemeleri vb. kapsar ve ismi artık-değeri değiştirmemesinden gelir. Artık-değeri, emek-gücünün harcanması (emek gücü olarak yatırılan sermaye) üretir. Bu nedenle adı değişen (artan) sermayedir. “Nil posse creari de nihilo” (“yoktan hiçbir şey yaratılamaz”); sabit sermaye üzerinde emek harcanarak artık-değer oluşturulur. Artık-değerin tümü canlı emek harcamasından doğar. Değer yaratımı, emek-gücünün emek halindeki devinimidir.

- İşgünü=gerekli emek zamanı + artık-emek zamanıdır. İşgününün alt sınırı vardır ama belirsizdir. Artık-emek zamanı=0 olamaz, kapitalist üretime aykırıdır. İşgününün alt sınırı sınıf mücadelesinin konusudur. Üst sınır ise, emek-gücünün fiziksel ve moral sınırlarıyla belirlenir. Bunu da toplumsal ilerlemenin durumu saptar. İşgününün sınırlarını kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi belirler.

Sermayenin değişmeyen sermaye kesimi büyümektedir. s / (d+s) oranına sermayenin organik bileşimi denir. Artık-değeri işçi sınıfı yaratır. Artık-değerin patronların tüketimi ve lüks tüketimi dışında kalan kısmı, ek s ve ek d olarak yatırılır. Toplumsal ortalama gerekli emek harcaması ile üretim yapanlar, bunun üstünde bir emek harcaması yapanlar, bunun altında emek harcaması yapanlar şeklinde işletmeler arasında farklar vardır. İşletmelerdeki bu farklılık, emek üretkenliğinin yüksek olduğu, zorunlu-gerekli emek harcamasının düşük olduğu işletmelerin, artık-değerden daha çok pay kaptıklarını anlatır. Organik bileşimi düşük ya da s’si küçük işletmeler, büyük işletmeler tarafından yutulur. İşte bunun adı “yoğunlaşma”dır. Rekabet yoğunlaşmaya ve tekellere neden olur.

Bir endüstri dalında sermayenin organik bileşimi ne kadar yüksekse, yoğunlaşma da o kadar büyüktür. O dalda yatırım yapmak için ilk sermaye miktarı yüksek olduğundan, o dala girmek zordur. Bu endüstri dalında tüm sermaye birkaç işletmede yoğunlaşmıştır. Örneğin, 20. yy. başında ABD ve İngiltere’de 100’e yakın otomobil firmasından bugüne az sayıda tekel kalmıştır.

“Toplumsal gerekli emek” kavramı anlaşılırken, şunlar bilinmelidir:

1) Arz-talep: Bir endüstri dalında toplumsal gerekli emek miktarından daha fazla emek harcanarak metalar üretiliyorsa, ortalamanın üzerinde harcanan emek boşa harcanır ve metaların satış fiyatı üretim fiyatına doğru düşer, hatta üretim fiyatının altına iner. Bu endüstri dalında kâr oranı düşüktür. Talep düşüktür, arz bunu aşar ve bunun sonucunda fiyat düşer. Tersi durumdaysa, ortalamanın altında emek harcanarak meta üretilir ve satış fiyatı yükselir. Bu durumda ortalamanın üzerinde yüksek bir kâr elde edilir. Arz fazladır, talebi aşar ve fiyatlar yükselir.

2) Rekabetle her bir işletme emek verimliliğini artırır. Böylece toplumsal gerekli emekten daha azıyla üretim yapılır; ortalama kârın üstünde bir kâr elde edilir. Diğer işletmelerde de rekabetle verimlilik artırılarak, eğilim olarak kâr oranı eşitlenir. Bu endüstri dalları arasında da böyledir; kâr oranının yüksek olduğu endüstri dalına sermaye akar ve toplumda ortalama bir kâr oranı oluşur (bu genel bir eğilimdir ve dinamik dengedir). Bu noktada kapitalist üretimin anarşik/plansız yapısı fark edilmelidir. Sermaye sahipleri bireysel kâr oranlarını artırmak için rekabet halindedir ve bu durum tüm kapitalist sınıfın kâr oranını ortalama bir düzeye getirir. Üstelik bu ortalama, gelişim içinde sürekli düşer, yani eğilim ortalama kârın sürekli düşmesi yönündedir.                  

a / (d+s)=toplumsal ortalama kâr oranı= bir ülkede bir yıl içinde üretilen a kütlesi / yatırılan toplam sermayedir. Bu orana bütün kapitalistler uyar. Kâr oranı artmış olan endüstri kollarına sermaye akar, düşük kâr oranı olan endüstri dallarından sermaye kaçar. Böylelikle bütün sektörler için ortalama bir kâr oranı oluşur.

Artık-değer, meta fiyatı ile değeri arasındaki fark değildir. Artık-değer, meta değerinin bir parçasıdır. Patron emeği değil, emek-gücünü satın alır, fakat bütün emeği satın almış gibi görünür. İşte bu durum sömürünün gizlenmesidir.

Her bir kapitalistin düşen ortalama kâr oranına verdiği refleks sömürü oranını artırmaktır. Ancak bu toplumsal ortalama kâr oranının düşüş eğilimini daha çok artırır.

Örnek:

Bir ülkede 100 milyarlık toplam sermaye ---- (20 yıl sonra) --->200 milyar olsun.

                  d=30, s=70, a=30, kâr=30 ---------------------->d=40, s=160, a=40, kâr=40

                                      kâr oranı=%30 -----------------------> kâr oranı=%20

-   Mutlak kâr miktarı arttığı halde, kâr oranı düşer. Burada şu görülmelidir:

-   s=70 ------>s=160; artış oranı>%100

-  Toplam sermaye=d+s, 100--->200; artış oranı %100. Yani s’nin artış hızı> d+s’nin artış hızı. Organik bileşim=s / (d+s) formülünde pay, paydadan daha hızlı artar.

-   Bu örnekte sömürü oranı (a/d) %100 varsayıldı. Diyelim ki sömürü oranı 20 yıl sonra %125 olsun. Bu durumda;

-   d=30 -------> d=40

    a=30 -------> a=50 (a/d=50/40=%125)

  Kâr%=30/100=%30---->kâr%=50/200=%25. d sıfırlanamaz, bu nedenle kâr oranı düşerken, bunu dengeleyecek bir a%=sömürü oranı oluşmaz. d’yi, yani gerekli emek zamanını bir yere kadar düşürmek mümkündür.

Not: [1] Abstract from Marx to L. Kugelmann in Hanover, London, July 11, 1868 https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_Engels_Correspondence.pdf

26 Ekim 2024 Cumartesi

Paradigmalar ve Marksizm

 Mahmut Boyuneğmez

Özel ve genel görelilik teorisi, Newtoncu klasik fiziği geçersiz kılmamış, onu kapsayıp aşmıştır. Kuantum mekaniği ise, mikrokozmoz ölçeğinde geçerli yeni bir paradigma oluşturduğu için, klasik fiziğin pabucunu dama atmamıştır.

Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre, bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir. Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla eski bilimsel teoriler yenileri tarafından kapsanarak aşılabilir ve gerçekliğin içerdiği yeni/farklı ilişkilerin kavranmasıyla, eski teoriler göreli olarak geçerliliklerini korumaya devam ederken, yeni teorilerin getirdiği bilgiler bunlara eklenir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut teoriyle/paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin yanlışlanabilirliği, aslında geliştirilebilirlik olarak okunmalıdır.

Doğa bilimleri alanında, paradigmaların kuruluşu öncesindeki “bunalım” dönemini ilk tasvir eden Kuhn’dur. Kuhn, bilimsel ilerlemenin doğası konusunda kısmen sağlıklı değerlendirmeler yapar. Ona göre, bilimsel ilerleme birikimci bir tarzda gerçekleşmez. Bilim tek tek keşif ve icatların birikmesiyle değil, “bilimsel devrim”, “olağan bilimsel faaliyet”, “bunalım” ve “yeni bir paradigmanın kuruluşuyla birlikte gerçekleşen yeni bir bilimsel devrim”[1], dönemlerinin birbiri ardına gelmesiyle ilerler.

“Bilimsel gelişmedeki büyük dönüm noktaları” olan bilimsel devrimlere örnek olarak Copernicus, Newton, Lavoisier, Maxwell, Einstein gibi isimlerin çağrıştırdığı bilimsel başarılar verilir. Örneğin, Copernicus ve Kepler’in, yeni bir paradigma kurarak astronomi biliminin temellerini atmasından önce, astrolojinin ideolojik söylemleri, Tycho Brahe’nin sayısız ölçüm ve gözlemleri bulunur. Bilimsel devrim öncesinde rakip paradigmalar birbirleriyle yarışır. Her biri, inceleme konusu olan fenomenleri kısmen açıklayabilir ve her biri için kendi yapısıyla uyuşmayan gözlemler vardır. İçlerinden biri, temel bir ya da birkaç yasanın ortaya koyulmasıyla, bu fenomenlerin ve aykırı gözlemlerin açıklamasını yapar. Bu paradigma, kendisinden çıkarılan öngörülerin deneyle gösterilmesiyle bilim adamlarını bir süre sonra ikna eder. Çoğu kez bu ikna süreci, eski paradigmayı savunmakta direnen bilim adamlarının dışlanması ya da ölmesiyle ve yeni kuşak bilim adamlarının, yeni paradigmayı benimseyip, bu çerçevede olağan bilimsel faaliyetlerini gerçekleştirmeleriyle tamamlanır.

Yeni paradigmalar, bakılan sürecin, olayın farklı algılanmasını temsil eder. Kuhn bu durumu, bir görsel kalıptan (Gestalt’tan) diğerine atlama örneklerine (genç-yaşlı kadın, ördek-tavşan figürü) benzetir. Yeni paradigma, eskiden kullanılan kavramlar, terimler arasındaki ilişkileri, kavramlar setini ya da ağını, deneylerin düzenlenme biçimini vb. değiştirir. Çoğunlukla, yeni paradigmanın ortaya konması, bunalım belirtilerinin üzerinden birkaç yıldan daha uzun bir süre geçmeden olur. Bir/bir kaç keşif, yasa ya da teorinin ortaya konmasıyla beliren yeni paradigmayı, çoğu kez eski paradigmalardan biriyle kendini sınırlamamış, çok dar bir uzmanlık alanı içine girmemiş, genç yaştaki insanlar geliştirir.[2]

Kuhn’un kusuru, saptamalarını toplumsal yapı içerisine oturtmayışı ya da toplumsal ilişkilerle bağlantılı bir şekilde soyutlamalarını yapamayışıdır. Kuhn, bilimsel başarıları, tarihsel dönemlerin genel dünya görüşü çerçevesi içerisinde dikkate almaz. Bilimsel ilerlemenin doğası üzerine geliştirdiği tezlerin, bilimi, sanat ve felsefe gibi alanlarda kaydedilen başarılardan ayırt eden özelliklere işaret ettiğini düşünür.[3] Kuhn, “bunalım dönemleri”nin “bilimsel devrim”le aşılması sürecinde, bir paradigmanın rakip paradigmalara üstün gelmesinden bahsederken, rakip bilimsel yaklaşımları/anlayışları da “paradigma” kelimesiyle adlandırır. Kuhn, “siyasi devrim” ile “bilimsel devrim” arasında biçimsel bir benzerlik, koşutluk bile kurmuştur.[4] Ancak, bilimsel ilerlemeyi, bilim adamları topluluğuyla sınırlı bir “toplumsal” boyutta ele almanın ötesine gidemez. Bize göre, “paradigma”nın anlamını, Khun’un düşündüğünden daha geniş bir kapsama sahip olarak düşünmek gerekir. Ayrıca, bilimsel düşünceleri, diğer alanları (felsefe, siyaset, sanat) da içeren, daha genel bir “dünya görüşü” düzeyinde değerlendirmek de mümkün olabilir.

Khun’un yaklaşımının bizde uyandırdığı çağrışımlara bakalım…

Marx ve Engels’in siyasal iktisat ve tarih alanlarında, ayrıca Fransız devrimi ve 18. yüzyıl materyalizmi üzerine okumaları, görüşlerinin oluşumunda önemlidir. Okudukları eserlerdeki tarih, toplum ve iktisat üzerine olan bilgileri yorumlarlar. Toplumsal ilerlemeyi ve toplumsal fenomenleri değerlendiren bu eserler, birçok realist ideolojik yorumla, yetersiz ve parçalı bilimsel saptama içerir. Kapitalist toplumdaki değişim, toplumsal ilişkilerdeki gelişim bu eserlere yansır. Bu görüşler, toplumsal ilişkilerdeki değişimin, toplumsal bilinç biçimlerinde yansımasını ifade eder. Tümüyle organize edilmemiş, bir sistem dâhilinde bütünleştirilmemiş yığınla bilgi ve ideolojik fikir türetilmiştir.

18. yüzyıldan 1848 devrimine kadarki dönemde Avrupa’da, toplumsal hareketlilikler, devrimci alt-üst oluşlar ve bunlara karşılık gelen düşünsel arayışlar belirgindir. Alman filozoflarının görüşleri, İngiliz ve Fransız iktisatçılarının incelemeleri ve Fransız aydınlarının, politikacılarının, filozoflarının, tarihçilerinin toplumsal, siyasal, felsefi anlayışları, tarih/toplum alanında rakip yaklaşımları oluşturur. Biriken deneyimleri, gözlemleri, toplumsal ilişkilerdeki alt-üst oluşu ve zenginliği, bahsedilen bu yaklaşımlar tümüyle ve tam olarak açıklayamaz. Toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerin nedenleri üzerinde ya yeterince durulmaz ya da bu nedenleri değerlendiren yorumlar eksikli ve yüzeyseldir. Siyaset teorisi-toplum bilim-felsefe alanlarında birçok düşüncenin varlığıyla gözlenen parçalanmışlığı ortadan kaldıran bir “teorik devrimin” ya da yeni bir paradigmanın oluşması için gereken koşullar, tarihsel dönemde mevcuttur.

Avrupa’da orta çağ boyunca, feodal toplumsal üretici güçler-üretim ilişkilerinin gelişimindeki göreli durgunluk, sınıflar arası karşıtlıkların toplumsal ilişkileri ilerleten yönündeki güdüklük, felsefi, siyasal, sanatsal, bilimsel alanlardaki göreli durgunluğa ve karşıtlıkların korunmasına, statükoya yarayan dinsel metafizik ideolojik kalıpların derinleşmesine, yayılmasına yol açar. Toplumsal yaşamda sınıflar arasındaki karşıtlıkların çelişkilere dönüştüğü, eski feodal üretim tarzının çözülüşü ve yeni toplumsal ilişkilerdeki karşıtlıkların, kapitalist üretim tarzı çerçevesinde kuruluşunun gerçekleştiği dönemde, büyük çaplı, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişimle uyumlu ve ilerici siyasal arayışlar, bilimsel, sanatsal, felsefi üretimler oluşur. Bu dönemde bu dört büyük alanda gerçekleşen üretimlerin, geniş bir ideolojik ve bilgi spektrumu gösterdiği doğruysa da, ağırlıklı olarak, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişim eğilimine uygun, “realist” temel eğilimler, açıklamalar/yaklaşımlar içermeleri, toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ilerletici yönünü temsil etmeleri yüzündendir. Bu dönemde bunlarla, metafizik, mistik, gerici ideolojik kalıplar ve arayışlar, açıklamalar arasındaki savaşım belirgindir. Örnek olarak, kabaca Büyük Fransız Devrimi’ne kadarki dönemde Avrupa’da, bu dört alanda gerçekleşen büyük atılımlar verilebilir. 16. yüzyıldan Aydınlanma dönemine kadarki tarihsel süreçte Avrupa’da, İngiliz ve Fransız materyalist felsefesini, doğa bilimlerindeki büyük ilerlemeleri, siyasal düşüncelerdeki gelişmeleri ve edebiyat, müzik gibi alt-alanlarıyla beraber sanattaki atılımları düşünmek, bunu görmeye yeter. Bu atılımlar, çeşitli alanlarda ve alt-alanlarda az çok ortak olan özellikleri ve yönleriyle, genel hatlarıyla ilerici bir dünya görüşünün kuruluşunu gösterir. Avukatlardan, hekimlerden, politikacılardan, bilim adamlarından, filozoflardan, aydınlardan oluşan “burjuvazi”nin, bütün bu ilerici üretimleri, onların “eski düzen” (ancien régime)’le oluşturduğu karşıtlıkta, ilerletici kutbu temsil etmeleriyle ilişkilidir. Bu alanlardaki atılımlar ya da “devrimler”, bilimsel aktivitelerdeki devrimlerin yanı başında, “toplumsal devrim”in sanat, siyaset ve felsefe alanlarındaki üst-yapısal bileşenleri olur.

Doğanın birçok temel gücü ve olgusuna egemen olmayı getirecek, doğa bilimlerindeki büyük atılım dönemi Avrupa’da, kabaca “yeni çağ”la birlikte başlar. Toplumların geleceği ve tarihsel akış üzerinde, insani olgular ve süreçler üzerindeyse, bu çağda “bilinçli” bir egemenlik kurulması mümkün değildir. Toplumsal ilişkilerin, ideolojilerin, insani olguların oluşum ve gelişim mekanizmalarını realist bir biçimde açıklamak, ancak bu oluşum ve gelişim üzerinde bir denetim kurma potansiyeli oluştuğunda mümkün olabilir. Komünizm ve tarihsel materyalizm, bu potansiyelin oluşmasıyla birlikte 19. yüzyılda doğar.

Özetle kapitalist üretim ilişkilerinin filizlendiği ve geliştiği bir çağın dünya görüşüne “liberalizm” denirse, bu çağın sanat, siyaset teorisi, felsefe ve bilim alanındaki gelişmeleri, “liberal dünya görüşünü” oluşturmuştur ve bu bir “paradigma”dır… Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin bir evresinde içerdiği karşıtlıklar ise, komünist dünya görüşünün kapsamında Marksist teorik sistemi, toplum bilimlerini, sanatsal ve kültürel üretimleri var etmeye başlamıştır. İşte bu da antagonist “paradigma”dır.


[1] Bu dizilim, “olumsuzlamanın olumsuzlaması” örüntüsünü anımsatıyor.

[2] Bkz; Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Alan yayıncılık, Üçüncü Baskı, 1991

[3] Thomas S. Kuhn, a. g. e., s. 152-160, 185

[4] a.g. e., s. 105-106

21 Ekim 2024 Pazartesi

Kara düzen

Mahmut Boyuneğmez

Ama benim memleketimde bugün

İnsan kanı sudan ucuz

Oysa en güzel emek insanın kendisi

 (Ruhi Su)


“Münferit” derler, diyeceklerdir. “Bazı bireylerin suçudur, bu…”

 “‘Yenidoğan çetesi’nin SGK’yı dolandırırken, bebeklerin ölümüne neden olması, Türkiye’de her yerde ve her zaman görülen bir olay değil", diyorlar.

Oysa Türkiye’nin ve dünyanın kapitalist düzeninde insan emeğinin, kanının, gözyaşının ve hayatının değerinin olmadığı ve bunların hiçe sayıldığı milyonlarca örnekten sadece birisi, paraya para katmak için bebeklerin katledilmesi...

Marx şöyle diyor:

“Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insansal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” (Marx, Kapital)

Evet, kapitalistlerin ve kapitalist devletlerin elde edecekleri doğal kaynaklar, para ve kar uğruna, uyuşturucu ve silah, kadın ve çocuk bedeni de dâhil bilumum her şeyin ticaretini yaptığı ya da bunlara göz yumduğu, sömürge ve yeni-sömürge/bağımlı ülkelerde doğayı talan ettiği biliniyor. Sadece bunlar mı?.. Kapitalizm, bir yandan insanlığın üretici güçlerini robotların kullanımına varıncaya kadar geliştirirken, biryandan da bu güçlerin önemli bir bölümünü açlığa, işsizliğe, sefalet koşullarında yaşamaya, tehlikeli işlerde önlem alınmadan çalışmaya, savaşlarda toplu katliamlara sürüklüyor. İşte bazı örnekler:

  • Dünyada 300 milyonu çocuk olmak üzere, 800 milyon insan aç durumda ve her yıl 11 milyon kişinin açlık veya yetersiz beslenme sebebiyle öldüğü tahmin ediliyor. Bu aç insanlar, emperyalist-kapitalist ülkelerin bağımlılık altında tuttuğu az gelişmiş kapitalist ülkelerde, üzerlerinde süper-sömürünün olduğu, yaşam yerlerinin/doğalarının, yer altı ve yer üstü kaynakları elde etmek için talan edildiği bölgelerde yaşıyor.
  • Ya savaşlarda öldürülenler?.. Aşağıdaki grafik, kapitalizm çağında 1600-1945 yılları arasında savaşlarda ölenlerin yoğunluğunu gösteriyor:
  • İnsanları savaşa ve birbirlerini öldürmeye iten doğal bir neden olmadığından, bu ölümlerin nedenlerinin ekonomik ve politik çıkarlar olduğunu anlamak zor olmuyor (Elbette, SSCB’nin faşist Alman devletinin saldırısına karşı “anayurdunu savunma savaşı” gibi durumlarda saldıranları öldürenlerin durumu farklı). Milyonlarca insan dolayısıyla üretici potansiyel güç, toplumsal sistemin işleyişinin kuralları yüzünden birbirine kırdırılıyor, katlediliyor.
  • Dünyada 434,8 milyon insan çalışma hakkından mahrum ve işsiz durumda bulunuyor. Öte yandan paradoksal olarak milyonlarca insan uzun süreler ve yoğun bir tempoda çalışmak zorunda bırakılıyor.
  • Küresel işgücünün %58’i kayıt dışı/sigortasız olarak çalıştırılıp sömürülüyor.
  • Dünya genelinde 160 milyon çocuk işçi var ve bu çocukların 79 milyonu sağlıklarını, güvenliklerini ve ahlaki gelişimlerini doğrudan tehlikeye atan tehlikeli işlerde çalışıyor. Eğitim almaları gerekirken, temel sebep olarak ailelerinin yoksulluğu nedeniyle çalışmak zorunda kalan bu çocukları, irisi ufağı fark etmeden patronlar sömürüyor.

Peki ya Türkiye’de işler nasıl?.. Patronların kârına kâr katmaları için maliyetleri kısma ve ücret artışlarını sınırlama yönündeki davranışlarını bilmeyen yoktur. Ya işsizlerin oranı ne durumda? Türkiye’de işçilerin arasındaki gerçek işsizlik oranı %30 düzeyinde bulunuyor. Bu insanlar potansiyel güçlerini gerçekleştirme ve iyi koşullarda yaşayıp çalışma hakkından mahrum durumdalar. Basit tedbirlerle önlenebilir olduğu halde önüne geçilmeyen iş cinayetleri ve kazalarını, silikozis gibi meslek hastalıklarını, kayıt-dışı/sigortasız işçi çalıştırmayı, sığınmacı erişkin ve çocukları düşük ücretlerle çalıştırmayı da unutmamalı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de karlı işler olarak kadın bedeni pazarlanıyor, uyuşturucu ticareti vb yapılıyor. Bütün bunlar ne uğruna?.. Paraya para katmak, kârı artırmak, kapitalist düzenin temel işleyiş ilkesi durumunda bulunuyor.

Şimdi bir hatırlatma. Ne çabuk unutuldu, değil mi?.. Birkaç ay önce İzmir’de iki yurttaşımızın elektrik akımına kapılarak ölmesi. Bu ölümlerin olduğu bölgede elektrik dağıtımı özelleştirilerek, GDZ Elektrik’e geçmiş, gerekli bakım-onarımı yapmayan bu şirketin tatlı kârının yanında insan hayatının bir öneminin olmadığı görülmüştü. Bu şirket, sokak-cadde aydınlatmaları için kamudan 2023 yılında 174,5 milyon TL almış ve kasasına koymuş bulunuyor. Türkiye’nin kapitalist düzeninde bu meblağın karşısında iki insanın ölümünün bir önemi bulunmuyor.

Buna benzer “kazalar” ve “toplumsal cinayetler”, piyasa ilişkilerinin ve kâr elde etmenin temel düstur olduğu her işletmede, her yerde ve her gün yaşanıyor.

İşte başka bir örnek: 1950’lerden günümüze kadarki ulaşım politikalarında karayolu taşımacılığına ağırlık verilmesi sonucu, 2023 yılında trafik kazalarında 6 bin 548 kişi hayatını kaybederken, 350 bin 855 kişi yaralanmış bulunuyor. Bu demektir ki, günde ortalama 18 ölüm ve 961 yaralanma meydana geliyor. Trafik kazalarını bireylerin suçu olarak görmek ya da “trafik canavarı”na suçu yüklemek bir tür kolay açıklama bulma olduğu kadar, aynı zamanda gerçeklerin gizlenmesidir. Çünkü demiryolları ülkemizde bilerek ve isteyerek geliştirilmemiş, otomotiv şirketlerinin ve petrol tröstlerinin kârları ve çıkarları doğrultusunda, karayolu yolcu ve yük taşımacılığının önü sonuna kadar açılmıştır.

Özcesi, insanlık yeni bir toplumu kurmada gerekli maddi, teknik, bilimsel ve insansal kapasiteye ve potansiyel güçlere sahipken, dünyanın ve Türkiye’nin kapitalist düzeni sahip olduğu toplumsal ilişkilerle çürümüşlük ve çözülme belirtileri gösteriyor.

“Bir yandan, şimdiye kadarki insanlık tarihinin hiçbir döneminde umulmayan düzeyde endüstriyel ve bilimsel güçler hayattaki yerlerini almaya başlamıştır. Öte yandan, Roma İmparatorluğu'nun son zamanlarında kaydedilen felaketleri çok aşan çürüme belirtileri var.

(…)

Bir yanda modern endüstri ve bilim, diğer yanda modern sefalet ve çözülme arasındaki bu karşıtlık; çağımızın üretici güçleri ve toplumsal ilişkileri arasındaki bu karşıtlık, apaçık, ezici ve tartışılmayacak bir gerçektir.” (Marx)

Bu kara düzen, bu karabasan uykularımızdaki,

Gelip geçecek, bir gün uyandığımızda.

Tarihin ağır dönen tekerleği, Sisifos’un yokuşunda ilerliyor.

Ve ulaşacak bebeklerin tebessümündeki saflığa insanlık,

Bir gün mutlaka…

20 Ekim 2024 Pazar

Sosyal devlet, kamucu politikalar, kamulaştırma

Mahmut Boyuneğmez

Türkiye’de kapitalist sistemin son 44 yılında neo-liberal ekonomi politikaları uygulandı. İçinde bulunduğumuz dönemde, neo-liberal politikaların biriktire geldiği tahribatlar, bazı yönlerden toplumsal algıda kurtulunması gereken sorunlar olarak görünür hale geldi.  Akla ilk gelenler şunlar: Sosyal devletin tasfiyesiyle boşalan alana hayırseverlik dernekleri/vakıflarının yerleşmesi, devletin kurumlarının şirketleşmesi ve piyasa ilişkilerine dâhil olması, kamusal hizmet sunma anlayışının tasfiyesi, bazı kurumlarda şişkinlik oluşurken (örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı) diğer kurumlarda tercih edilmiş bir personel ve örgütlenme yetersizliği (örneğin AFAD), devlet kurumlarının eşgüdümle çalışma ve planlama kabiliyetini yitirmesi, askeri personelin profesyonelleşmesi ve bedelli askerlik sonucu orduda yaşanan dönüşüm… Deprem özelinde bunlara devletin ihaleler yoluyla inşaat şirketlerinin çıkarlarını kollaması ve onların semirmesine ön ayak olması, yapı denetim işinin piyasadaki şirketlere bırakılması sonucu yakın zamanlarda yapılan binaların da depreme dayanıksız üretilmesi vd… eklenebilir.

Bu tablo, Türkiye’nin yeni bir kamusallığa ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Nasıl mı?.. Örneğin askerlik meslek olarak var olmanın yanı sıra, kadın ve erkek her yurttaşın sınırlı bir zaman dâhilinde görevi olarak kabul edilmeli, parasal ilişkilerden kurtarılmalıdır. Hayırseverlik dernekleri/vakıfları kapatılıp, devletin toplumun yararına hizmetler sunması sağlanmalıdır. Devlet kurumları, piyasa ilişkilerinin tasfiyesiyle birlikte yeniden yapılandırılmalı, organizasyonları ve işlevleri yeniden tanımlanmalıdır.

Peki sosyal devlet neydi?.. Sosyal devlet, piyasanın devlet eliyle düzenlenmesi ve karma ekonomi, 1929 Bunalımından sonra, krizden çıkışın bir formülü oluyor. Bunlar ayrıca, 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş yıllarında, reel sosyalizme ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde yeniden kitleselleşme eğilimi gösteren komünist partilere karşı, işçi sınıfının kapitalist demokrasilere rızasını inşa etmeye yarıyor. Sosyal demokrasinin altın çağı olan 2. Dünya Savaşı-1980 yılları arası dönemi karakterize eden Keynesçi sermaye birikim biçimi, uluslar arası bir krizle birlikte yerini, 1980’lerden itibaren neo-liberalizme bırakıyor.

Türkiye’de de benzer bir gelişim seyri gösteren sosyal devlet uygulamaları, özellikle 1960-80 arasında gözleniyor. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Türkiye kapitalizminin ihracata dayalı büyüme modeline geçişiyle birlikte sosyal devlet uygulamaları terk ediliyor. Kamusal parasız sağlık, eğitim hizmeti sunumu, kamusal sigorta/sosyal güvenlik sistemi gibi kamucu politikalar budanıyor, bu hizmetler metalaştırılıp piyasa ilişkilerince belirlenir duruma sokuluyor. Kamusal işletmeler ise devlet eliyle özelleştirilerek, sermaye sınıfına kaynak oluşturuluyor ve böylelikle kapitalistlere yeni kar devşirme alanları açılıyor. Sonuçta Türkiye’de son 44 yılda kapitalist devlet yapısında, sosyal devlet biçiminden, neo-liberal otoriter güvenlikçi devlete bir geçiş süreci yaşanıyor.

Öyleyse Türkiye’de yeniden sosyal devlet ve kamusal politikalar gündeme gelebilir mi?.. Ya da kapitalizm koşullarında tekrardan kamulaştırma (devletleştirme) yapılabilir mi?..

Son sorunun cevabı açık bir şekilde “hayır” oluyor. Türkiye’de sosyal-demokrasinin hükümete gelmesi durumunda da, değişmeyecek olan bir husus budur. Sosyal-demokrasinin bazı kamusal politikalar uygulamaya koyması mümkün olsa da, sosyal devletin bir daha kapitalizm çerçevesi içerisinde gündeme gelmesi mümkün değildir.

Biraz somutlayalım. CHP’nin 14 Mayıs 2023 seçim vaatleri arasında Aile Destek Sigortası Kurumu eliyle asgari ücretin altında geliri olan ailelere parasal yardım sağlanması yer alıyordu. Bu yardımdan faydalanmak için prim ödeme yükümlülüğü bulunmayacağı, yardımın bütçeden kaydırmalarla sağlanacağı belirtiliyordu. Her ne kadar CHP aksini söylese de, bu parasal yardımın “yoksulluğu bitirmeyeceği, yoksulluğu yöneteceği” çok açıktı. Çünkü insanca yaşamaya yetecek bir ücretlendirme, tam istihdam, yoksulluğun ortadan kaldırılması gibi kamucu politikaların kapitalist sistemin sınırları dâhilinde uygulanması mümkün olmuyor. CHP’nin bu seçim vaadi, olsa olsa bir “sadakacı/hayırsever devlet” uygulaması olabilir görünüyor.

Öte yandan, üretim araçları ve toprağın, enerji üretim ve dağıtım işlerinin, ulaştırmanın, bankaların, madenlerin ve telekomünikasyon işletmelerinin vd. tümü ancak sosyalist Türkiye’de kamulaştırılabilir. Kamulaştırma, toplumsallaştırma anlamına geliyor. Kamulaştırmanın sosyalizmdeki en baskın biçimi ise devletleştirmedir. Reel sosyalizm deneyimleri, kolektif çiftlikler, kooperatifler gibi kolektif mülkiyet biçimleri arasında, toplumsallaştırma=kamulaştırmanın ağırlıkla devletleştirme biçiminde olacağını göstermiş bulunuyor.

Kapitalizm koşullarında bir daha sosyal devlet yapılanması mümkün olmadığından, sosyal devlet tipini gerçek kılacak tek bir alternatifin bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Sosyalist devlet, budan böyle yegâne “sosyal devlet” örneğini oluşturacaktır. Parasız eğitim ve sağlık, vergilendirme ile finansmanı sağlanacak bir sosyal güvenlik sistemi gibi kamucu politikalar da, sosyalizmin hanesine yazılı bulunuyor.

Bitirirken, kamulaştırma ve kamuculuğun temel ilkelerini ve bu konuda Türkiye’de yapılacakları sıralayalım:

i. Günümüzde özelleştirmenin karşıtı olarak kamulaştırmayı yapacak tek güç, işçi sınıfı iktidarıdır. Sosyalizmde, öncelikle üretimin, hizmetlerin, tarımın kamulaştırılmasında hızlı adımlar atılacak, bir süreç içerisinde küçük işletmelerin tasfiyesi sağlanacaktır. Kar amaçlı üretim, bireysel/şirket çıkarları, rekabet ve diğer piyasa ilişkileri ortadan kaldırılacaktır.

ii. Kamu işletmelerinde ürün ve hizmet üretimi toplumsal ihtiyaçlar dikkate alınarak ve bilimsel merkezi planlama kapsamında gerçekleştirilecektir.

iii. Özelleştirmelerin sonucunda sağlık, eğitim, yurtlarda kalma, yaşlı ve çocuk bakımı, sosyal güvenlik, alt yapı gibi kamusal hizmet alanlarına yeterli kaynak ayrılmaz duruma gelinmiştir. Bu alanlardaki sermayedarlar/şirketler kar amaçlı faaliyet yürüterek, sağlık, eğitim, yurt hizmeti, bakım hizmetleri, alt yapı hizmetlerini almayı, emeklilik/sağlık sigortası kapsamında bulunmayı, birer hak olmaktan çıkarmış, devletin bu hizmetleri sunma yükümlülüğü yok edilmiştir. Sosyalist Türkiye’de emekçilerin iktidarı, bu hizmetlerin sunumunu kamu eliyle ve ücretsiz gerçekleştirecek, bu olanaklara ulaşmada eşitlik olacaktır. Yine herkes oturduğu konutun devlet mülkiyeti üzerinden sahibi kılınacak, elektrik, doğalgaz, su harcamaları için ve kira olarak düşük bedelleri devlete ödeyecektir. Yük ve yolcu taşımacılığında, ulaştırmada ise kamunun payı ağırlık taşıyacak, bireysel taşıt kullanımı azaltılacaktır.

iv. Kamu mülkiyeti, üretim ve hizmetlerin toplumsal yarar ve çıkarlar doğrultusunda planlanması ve yurttaşlar arasında eşitliğin sağlanması için gereklidir. Halkın taleplerinin sosyalist devlet tarafından dikkate alınması, kamu mülkiyeti sayesinde olanaklıdır.

v. Kapitalist toplumun eşitsiz gelişme uyarınca endüstrileşmesi bölgesel eşitsizlikler doğurmuşken, sosyalist iktidarda merkezi bir plan dahilinde üretim ve hizmetlerin ülkemiz coğrafyasına yerel ihtiyaçlar da gözetilip dağıtılması sağlanacaktır.

vi. Kamu işletmelerinde çalışan emekçiler, vergi ya da sigorta sistemi üzerinden sosyal güvenliğe, sendikalarda örgütlülüğe, işçi sağlığı, iş güvenliği ve çalışma koşulları açısından yüksek standartlara sahip olacaktır. Kamu kuruluşlarında vergi kaçırılamaz. Bu işletmelerde esnek çalışma, geçici/kısmi zamanlı işler yoktur. Çalışma saatleri ve günleri azaltılıp, işsizlerin istihdamı sağlanır. Ücretleri piyasa değil, yapılan işin niteliği ve toplumsal üretime katılım oranı belirler.

vii. Kamu kuruluşlarının spor, sanat, kültür, eğlence, eğitim gibi dallardaki tesisleri, sadece o kurumda çalışanlara değil, yöresindeki tüm yurttaşlara hizmet verecektir.

viii. TÜPRAŞ, PETKİM, Erdemir, Türk Telekom gibi birçok stratejik kamu işletmesi kamulaştırıldığında, bunların satılmasının doğurduğu ekonomik ve toplumsal hasar telafi edilmiş olacaktır. İnternet dahil telekomünikasyon hizmetleri toplumumuza düşük bir bedel karşılığı ya da ücretsiz olarak kamu eliyle sunulacaktır. Sümerbank, Süt Endüstrisi Kurumu gibi emekçilere ucuz ve kaliteli giysi, ayakkabı ve gıda başlıklarında temel ihtiyaç maddeleri sağlayan kamu kurumlarımız, yeniden açılacak, eski adıyla Et Balık Kurumu, yeni adıyla Et Süt Kurumu yaygınlaştırılıp güçlendirilecektir. Tarım Satış Kooperatifleri ve onun adıyla açılan marketler, kamulaştırılıp, yaygınlaştırılabilir. Kamu eliyle dijital platformlar kurulup, kamu emekçisi vasfındaki dağıtıcılarla insanların ihtiyaç duydukları ürünler adreslerine teslim edilecektir.

ix. Tarımsal üretim ve hayvancılık için gübre, tohum, ilaç, yem, mazot, elektrik gibi temel girdileri üreten KİT’lerin özelleştirilenleri kamulaştırılacak, kapatılanlar yeniden açılacak ve işlevsizleştirilenlere işlev kazandırılacaktır.

15 Ekim 2024 Salı

Sınıflar ve politik temsilcileri

Mahmut Boyuneğmez


Düzen partilerinin dinci, muhafazakâr, milliyetçi, faşist, liberal, sosyal demokratik liberal gibi birbirinden farklı olan politik çizgileri var. Peki bu politik çizgiler, sermaye sınıfının çeşitli kesimlerini/fraksiyonlarını temsil ediyor denebilir mi?.. Yine sermayenin farklı kesimleri arasındaki rekabet ve mücadele, siyasette farklı düzen partileri arasındaki çekişmeler olarak mı yansıyor?..

Bu konuda bir Facebook yorumcusunun yazdıkları şöyle:

“Yaklaşık otuz yıldır burjuvazi içi bir kavgaya tanıklık ediyoruz. Laiklik, Atatürkçülük ve memleketin istikametine dair tartışmaların ardındaki asıl sorunsalı bu belirliyor. Batıcı laik burjuvazi ile bir ara Anadolu kaplanları denilen, ağırlığını TOBB’da ve MÜSİAD’da kümelenmiş egemen sınıf içi bir kavga bu. CHP sunduğu vizyon belgesi ile siyasal tercihinin çok açık bir biçimde büyük burjuvaziden yani TÜSİAD’dan yana olduğunu söylüyor. Bu kavganın nedenlerine eğilmeden, önümüzde cereyan eden, birilerinin Türkiye yüzyılı diğerinin vizyon belgesi dediği kavganın künhünü asla anlayamayız.”

Bu düşünceler, Türkiye solunda belli bir yaygınlıkla benimseniyor. Bu nedenle üzerinde durulması ve yanlışlığının gösterilmesi gerekiyor.

Birincisi; kapitalist sınıf ile düzen partileri arasındaki bağ eski tarihsel dönemlerde olduğu gibi organik olmak zorunda değildir. Bugün de bu organik bağlar mevcuttur, fakat günümüzde kapitalist sınıf ile düzen partileri arasındaki temsiliyet ilişkisi ideolojiler üzerinden gerçekleşmektedir. 

İkincisi; sermaye sınıfının tüm bölmelerinin dünya görüşü liberalizmdir. Buna temel vizyonudur da denebilir. Bir kesiminin muhafazakâr-dinci, diğer bir kesiminin ise seküler duyarlılıklarının olması, başka bir deyişle ideolojik yönelimlerinde nüansların bulunması, sermaye sınıfının bir bütün olarak batıcı, AB’likçi, NATO’cu, neo-liberal, emek karşıtı, milliyetçi değerlerin harmanladığı ortak bir vizyona sahip oldukları gerçeğinin üzerini örtmemelidir.

Üçüncüsü; sermaye sınıfının içerisindeki düşünsel farklar, siyaset düzlemine doğrudan yansıyıp burada temsil edilmez. Düzen partilerinin vizyonları arasındaki nüanslara rağmen, bu partilerin vizyonunu üst-belirleyen sermaye sınıfının dünya görüşü olan liberalizmdir. Aralarındaki ideolojik nüanslar, egemen ideolojinin çeşitli bileşenlerine tanıdıkları farklı ağırlıklardan kaynaklanır. Muhafazakarlık, milliyetçilik, dinsel değerlerin savunusu, sekülerizm, ırkçılık, “ucuz popülizm”, hayırseverlik gibi egemen ideolojinin çeşitli bileşenleri, farklı bileşimlerde ve ağırlıklarda, düzen partilerinin siyasal söylemlerinin içeriğini oluşturur.

Dördüncüsü; egemen ideolojinin bu bileşenleri, toplumda yaygın ve yürürlükte olan değerler, inançlar, düşünceler ve duygulanım biçimleridir. Günlük yaşamlarında emekçiler, ara katmanlar ve köylüler tarafından üretilen, yeniden üretilen, hegemonya araçlarıyla onlara aktarılan, kısacası ideolojik formasyonlarını oluşturan bu ideolojik bileşenler, düzen partileri tarafından da sahiplenildiğinden ve temsil edildiğinden, kitlelerin bu partilerin tabanı olmalarını, bu partilere oy vermelerini, düzen partilerinin devletin yürütme gücünü oluşturmalarını sağlamaktadır. Olağan dönemlerde işçilerin ve kitlelerin sahip olduğu değerlerle ve motiflerle düzen partilerinin oluşturduğu ideolojik yelpaze örtüştüğünden, kitleler düzen partilerinin oy tabanını oluşturur.

Beşincisi; düzen partileri, sosyal demokratik liberalizm, dinci ve ırkçı gericilik, seküler milliyetçilik vb. gibi öğelerden oluşan bir politik yelpaze oluştursa da, bir bütün olarak bakıldığında programları ve ideolojik vizyonları ile kapitalist toplumsal ilişkilerin devamlılığının sağlanmasında işlevlidir. Günümüzde düzen partilerinin ideolojik seslenmelerindeki farklar iyiden iyiye azalmış, bu partilerin söylemlerinde ortaklaşılan yanlar ise artmıştır.

Altıncısı; küçük kapitalistler ve büyük kapitalistler, tekelci olanlar ve tekel-dışında kalanlar fark etmeksizin, kapitalist sınıfın bütünü siyasi alanda birçok düzen partisi tarafından temsil edilirken, içlerinden biri ya da birkaçının göreceli olarak daha “demokrat” ya da reformist vizyona sahip olması, bu partiyi/partileri tarihsel olarak “ilerici” ve “devrimci” olarak görmeye neden olamaz.

Yedincisi; egemen ideoloji içerinde bilimsel düşüncelere, sekülerizme, halkçılığa, yurtseverliğe, haksızlığa uğrayanın yanında olmaya, mücadeleciliğe, kamuculuğa, ırkçılık karşıtlığına, adalete vb. çeşitli ideolojik motiflere de yer vardır. Emekçilerin sınıfsal çıkarlarını savunan sosyalistlerin, bu ideolojik değerlerin temsilcisi ve sahiplenicisi olduğu, bunlara tutarlı bir bütünlük verdiği bilinmektedir.

Kanımızca, sermaye sınıfının içerisindeki farklı kesimlerin, örneğin mali sermaye, sanayi sermayesi, ticaret sermayesi, KOBİ’ler gibi bölmelerin, birbirinden yalıtık ve ayrıksı olarak kavranması, aralarındaki girift ilişkiler ve çoğu durumda birinin aynı zamanda diğeri de olması yüzünden, yanlış olacaktır. Bu sermaye fraksiyonlarının aralarındaki rekabet ve çekişmelerin, siyasal düzlemde bazı partiler arasındaki farklar ve muhaliflikler olarak yansıdığını düşünmek, sağlıksız bir tür indirgemeciliktir. Düzen partilerinden hangisi olursa olsun bu partiler, sermaye sınıfının çıkarlarına aykırı bir politik programa ve perspektife sahip değildir. Aralarında ideolojik yönelimleri açısından mevcut olan farklar, içinde bulunulan tarihsel dönemin egemen ideolojisinin çeşitli bileşenleri arasındaki farklılıkları, yer yer de karşıtlıkları barındırır. Başka bir deyişle düzen partileri, egemen ideoloji yelpazesindeki farklı konumlara karşılık gelen politik programlara ve çizgilere sahiptir. Ancak ideolojik yelpazenin tamamının işlevi, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekliliğini sağlamak, bu ilişkilerin her gün yeniden üretimine katılmaktır.

Kriz kesitlerinden çıkış dönemlerinde, düzen solu partilerinin söylemlerinin, vaatlerinin ve vizyonunun sermaye sınıfında ve emekçi kitlelerin beklentilerinde karşılık bulması ve bu partilerin, hükümete gelmesi görece daha kolaydır. Örneğin, yakın geçmişte Yunanistan’daki Syriza örneği hatırlanmalıdır. Fakat bu bir kural değildir. Pekâlâ, gerici-muhafazakâr bir parti ya da faşist bir parti de, sermayenin ve halk kitlelerinin beklentilerine yanıt vererek, krizden çıkış sürecinde yürütme erkine sahip olabilir. Geçmişte Almanya’da Nasyonal Sosyalist Nazi partisinin siyasal iktidara gelme sürecinde olduğu gibi… Yine örneğin 1977’deki seçimlerde Karaoğlan’ın partisinin oylarını 8 puan artırıp birinci parti olması, emekçi halkın sahip olduğu egemen ideolojinin parçalı ve karşıtlıklar içeren yapısına daha büyük oranlarda halkçı/solcu değerlerin de sirayet etmiş olmasından kaynaklanmış, sermaye sınıfının toplumsal iktidarı açısından bu figürün bir emniyet sübabı işlevini yerine getirmesiyle sonuçlanmıştır.

Dolayısıyla şunu yazabiliriz: Bir düzen partisi, belirli bir üstün/başat konumdaki sermaye fraksiyonunun çıkarlarının savunusunu yaptığından hükümete gelmez. Egemen ideoloji yelpazesinin neresinde konumlanırsa konumlansın, genel olarak sermayenin dönemsel çıkarlarıyla uyumlu bir vizyona sahip olan, emekçi kitlelerin, mevcut hegemonya üretim araçlarıyla ve alışkanlıklarla sahip oldukları ideolojik yönelimlerle uyum tutturan, emekçilerin beklenti ve talepleriyle rezonansa giren bir düzen partisi, yürütme erkinin en güçlü adayı olmaktadır. Yoksa sermaye kesimleri arasındaki rekabet, siyasi partiler arasındaki çekişme olarak yansımamakta, birinin diğerini alt edip yürütmeye gelişi de, sermaye fraksiyonlarından birinin diğeri üzerindeki mücadele başarısını temsil etmemektedir.

Günümüzde “mili sermaye”, “tekel-dışı sermaye” olarak nitelenip, işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden komünist hareket ve partilerle ve ayrıca işçi sınıfının gelecekte sahip olacağı olası bir toplumsal hareket ile ittifak yapacak bir kapitalist sınıf fraksiyonu ve onu temsil eden bir düzen partisi bulunmamaktadır. Kapitalist sınıf tarihsel olarak gericileşmiş durumdadır. Onun çıkarlarını kollayan, kapitalist toplumsal ilişkilerin ve sermayenin toplumsal egemenliğinin yeniden üretiminde işlevleri olan düzen partileri içerisinde bazı reformları savunan, sözüm ona diğerlerine göre daha “demokrat” görünen düzen partilerinin olması, onları ilerici yapmaz. Devrimci sınıf kapasitesine sahip proletarya ve onun politik temsilcisi komünist partiler, tek ilerici sınıf ve partidir. Bu sınıf ve partinin geleceğe doğru yürüyüşünde ortaklaşmaya çalışacağı ve üzerlerinde sınıf eksenli bir hegemonya oluşturması gereken toplumsal kesimler ve temsilcileri ise Türkiye özelinde kent ve kır yoksulları, Kürt emekçileri ile yoksulları, emekçi Aleviler, ekoloji hareketi, kadın hareketi gibi öğelerdir.

“Beyaz yakalılar” olarak adlandırılan toplumsal kesim, zaten proletaryanın bir bileşenidir. Kendi hesabına çalışan profesyonellere gelince… Onların ideolojik ve kültürel bağlanmaları ağırlıkla düzen partilerine olsa da, yaşayacakları proleterleşme süreçleri ile birlikte ya da öncü komünist unsurlarla etkileşimleri sunucu, bilinçlerini geliştirip, yüzlerini komünist partilere dönmeleri mümkündür. Bu toplumsal kesim, ayrı bir sınıf oluşturmamaktadır. Bu kesime dâhil bireylerin çıkarı, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürmesinden yana olsa da, bilinçlerinde/ideolojik perspektiflerinde değişim ve kırılmalar yaşanıp, komünist vizyona sahip olabilirler.

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...