5 Ocak 2025 Pazar

Devrimcilik nedir?

Mahmut Boyuneğmez


Dünya sosyalist devrimi perspektifiyle uyumlu bir şekilde bulunduğu ülke işçi sınıfının iktidarını hedeflemeyen siyasi hareketlere devrimci denmez. Hedef/perspektif olarak sosyalist devrimi gözetmeden ve bu doğrultuda politikalar üretmeden devrimci, eş deyişle komünist olunmaz. Geliştirilen politikalar, işçi sınıfının yakın ve uzak erimli çıkarlarını bir arada dikkate alıp, sosyalist iktidarla ilişkilendirildiğinde devrimcilikten bahsedilebilir.

Günümüzde dünya sosyalist devrimi gündemde ve güncel olduğundan, işçi sınıfının sosyalist iktidarı doğrultusunda siyasal, ideolojik, kültürel mücadele verilmeden, devrimci olunması mümkün değildir. Başka bir deyişle sosyalist devrimcilik dışında bir devrimcilik türü artık günümüz için geçerli değildir.

Devrimci kapasiteye sahip olan işçi sınıfıdır, devrimci olan proletaryadır. Tıpkı geçmişte burjuvazinin devrimci sınıf olması gibi… Devrimcilik, sınıflara özgüdür. Çağımızın devrimci sınıfı olan proletaryayı kendi iktidarını kurmaya götürecek siyasal çizginin adı komünizmdir. Eş deyişle, çağımızın tek devrimci siyasal çizgisi komünizmdir. Komünist parti ve destekleyici ilerici örgütlenmeler olmadan, işçi sınıfının kapitalist sınıftan siyasal ve toplumsal iktidarı devralması olanaksızdır. Bu nedenle işçilerin anlamlı bir bölmesini örgütleyerek onlara öncülük edecek komünistlerin, devrimciliğinden, sosyalist devrime giden süreçte işçi sınıfına öncülük yapmasından bahsedilir.

Sosyalist devrim hedefiyle bağı kurulmayan taleplerle verilecek mücadeleler, reformisttir. Bu mücadeleler ister parlamenterist yolla ister silahlı mücadele gibi yöntemlerle verilsin, durum değişmez. Parlamenterizm, tek başına mecliste bulunmayı ve seçimlerle yürütme gücüne gelmeyi amaçlamakla, devrim için parlementoyu toplumsal diğer mücadele yöntem ve organizasyonları yanı sıra kullanma anlayışından farklıdır. Devrimcilik, her durumda silahlı mücadele vermekle, illegal çalışma ile örtüşmez. Pekâlâ bunları benimseyenler, reformist politikalara sahip olabilir.

Devrimcilik, politikalar üretirken işçi sınıfı iktidarı hedefine ulaşmayı esas alır. Yine de bir parti/örgütlenmenin ya da hareketin devrimci olup olmadığına nihai olarak karar veren, tarihsel süreçlerin akıbetidir. Sosyalist bir devrimle sonuçlanmayan bir tarihsel akışta, öncü örgütlenmelerin devrimciliğine halel getiren hataların mutlaka var olduğu söylenebilir.

Peki sosyalist iktidar perspektifi nasıl bir örgütlenme şeklini gerektirir?.. Birimler, ilçe ve il örgütlerinin yönetimleri, kurullar ve komiteler, öncü örgütlenmenin bütün bileşenleri ile sorumluluk alan kadrolar, aşağıdan yukarıya doğru kadroların kararlarıyla ve inisiyatifleriyle belirlenmelidir. Üstelik sorumlulukların ve görevlerin dağılımı, dinamik bir şekilde ihtiyaç duyulduğunda değiştirilebilir olmalıdır. Yeni ve ehil kadroların görev üstlenmesi ve sorumluluk alması, birimlerin onayıyla her zaman mümkün olmalıdır. Politikalar aşağıdan yukarıya doğru yürütülecek tartışmalarla saptanmalı, merkezi kurullar tartışmalara bir yön verecek, onları dağınıklıktan ve verimsizlikten kurtaracak çerçeveleri çizmelidir. Kolektif öncülüğün her düzeyde uygulanması için geliştirilen bu örgütlenme biçimine demokratik merkeziyetçilik denir. Kadroların yukarıdan aşağıya saptanan politikaları uygulayacak taban olarak görülmesi, genel sekreterlik veya başkanlık gibi “kerte”ler oluşturarak, yetkinin aşırı şekilde bireylerde yoğunlaşması, bu örgütlenme biçiminde kabul edilemez.

1 Ocak 2025 Çarşamba

Eşitsiz ve bileşik gelişim örüntüsü

Mahmut Boyuneğmez

Önce “gelişim” nedir, ona bakalım.

“Gelişim, maddi ve ideal nesnelerin yeni niteliklerinin ortaya çıkışıyla sonuçlanan, geri döndürülemez, kesinlikle yönelmiş ve yasayla yönetilen değişimidir.”[1] Vurgulayacak olursak, gelişimin dört temel niteliği şunlardır:

·     Yeni niteliklerin ortaya çıkması

·     Geri dönülmezlik

·     Bir yöne/eğilime sahip olma

·     İçerdiği değişimlerin yasalara uyması

Güneş’in oluşumunu ve gelişimini örnek olarak irdeleyelim. Güneş’in “doğumu”, hidrojen moleküler bulutun hızla kendi içine çökmesi sonucudur. Gelişiminin daha sonraki bir döneminde çekirdekte oluşan nükleer füzyon reaksiyonları hidrojeni helyuma dönüştürür. Böylece Güneş'in çekirdeğinde madde enerjiye çevrilir. Hidrojen atomlarının helyum atomlarına dönüşmesi, yeni bir niteliğin, geriye dönülmez şekilde ortaya çıktığını gösterir. Bu dönüşüm fizik yasalarına tabidir. Güneş süpernova olarak patlayacak kadar fazla kütleye sahip değildir. Bunun yerine 5-6 milyar yıl içinde kırmızı dev aşamasına girecektir. Bu, gelişimindeki bir eğilim ya da yöndür. Çekirdekte bulunan hidrojen yakıtı tükendikçe dış katmanları genişleyecek, çekirdeği büzüşerek ısınacaktır. Çekirdek sıcaklığı bir noktaya ulaştığında helyum füzyonu tetiklenecek ve karbon ile oksijen üretecektir. Böylelikle yüzeyinden kütle kaybetmeye başlayacaktır. Yine yeni nitelikler, geri dönülmez şekilde ortaya çıkmakta ve belirli yasalar uyarınca bu değişimler oluşmaktadır. Kırmızı dev aşamasından sonra geride kalan tek cisim, aşırı derecede sıcak olan yıldız çekirdeğidir. Bu çekirdek milyarlarca yıl boyunca yavaşça soğuyup beyaz cüceye dönüşecektir.

Şimdi de “eşitsiz gelişim” olgusuna bakalım. Eşitsiz ve bileşik gelişme, kanımızca bir bilimsel “yasa” değil, evrende, doğada, toplumda ve örneğin ideolojiler dünyasında görülen bir örüntüdür.

Gelişim örüntüsündeki “eşitsizlik”, süreçlerdeki farklı tempolarda gelişimi, yani ilerleyiş hızını anlatır. Kimi unsurların hızlıca, kısa zaman kesitlerinde belirgin değişimler geçirmesini, buna karşın bazı diğer unsurların yavaş ve tedrici ilerlemelerle gelişimi anlamına gelir. Eşitsiz gelişim olgusunda, sıçramalar ve kaplumbağa hızında değişimler bir arada yaşanmaktadır.

Bu örüntünün “bileşik” kısmıysa, eski ve yeninin, ilkel ile daha gelişkin olanın, geri olan ile ileride olanın bir arada ve aynı zaman diliminde görülmesini vurgular.

Evrende farklı tempolarda gelişime sahip olan galaksiler, yıldızlar ve gezegenler bulunmaktadır. Gelişiminin farklı dönemlerinde yıldızlara, gezegenlere ve galaksilere sahip olan evrenimiz, ileri ile geri oluşumları bir arada barındırmaktadır.

Türleşmeyi açıklamak üzere “filogenetik tedricilik” ile “sıçramalı evrim” modelleri, evrim teorisinde yerleri olan iki yaklaşımdır. “Filogenetik tedricilik”, birçok canlı türleşmesi yavaş ve tedrici olarak gerçekleşir anlayışındayken, “sıçramalı evrim” modeli, nadir de olsa görece kısa zaman kesitlerinde hızlı evrimleşmenin olduğunu, bu dönemlerde bir türün farklı iki türe evrimleştiğini, daha sonrasındaysa değişimin çok olmadığı bir “staz” döneminin yaşandığını öne sürer. Bunlardan ayrı olarak “değişken hızlı evrim” modeline göreyse, farklı canlı türleri farklı tempolarda evrimleşmektedir. Bu konudaki tartışmalar bitmemiş olsa da canlıların evrimsel süreçlerinde eşitsiz ve bileşik gelişimin olduğunu öne sürebiliriz. Yani bir yandan canlıların evrimleşme tempoları farklılıklar gösterirken, bir yandan da geri ve ileri formların bir arada ve etkileşim içerisinde var olduklarını söyleyebiliyoruz.

İnsanlık tarihi de eşitsiz ve bileşik gelişmiştir. Farklı gelişim evreleri bölgeden bölgeye, imparatorluklarda, ülkelerde, kentlerle kırsal bölgeler arasında aynı zaman kesitinde görülmüş, gelişim hızları arasında farklılıklar hep olmuştur.

Toplumsal tarihin fikirler boyutundaysa, eşitsiz ve bileşik gelişim örüntüsü hemen herkesin gözüne çarpacak kadar belirgindir. En son bilimsel bilgilerin üretildiği ve kullanıldığı, fakat en ilkel ve tarihsel olarak geri düşüncelerin, inançların da benimsendiği bir dünyada yaşıyoruz. Üstelik bu saptama tüm tarih boyunca geçerlidir. Bazı inançlarda çok yavaş ve tedrici bir değişim yaşanırken, bilimsel atılımların ve devrimci siyasal görüşlerin görece daha kısa tarihsel dönemlere sıkıştığını biliyoruz.

Şimdi, konuyu devrim teorisi bağlamında değerlendirelim. Bir ülkede kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişmişlik düzeyi, eş deyişle görece gelişmemiş ya da görece ileri olması, o ülkede sosyalizme geçişin somut bir olanak olmasını etkilemez. Bunun nedeni, bir ülkede sosyalist devrime önderlik edecek siyasal çizginin ve örgütün, eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak görece geri toplumsal ilişkiler içerisinde dahi oluşabilmesidir. Zayıf halka ülkelerde, proleterleşme süreçleri görece gelişmemiş de olsa, sömürülen üreticilerin/emekçilerin kapitalist toplumsal ilişkilerin olgunlaşmasını beklemeden, kendi iktidarları için sosyalist devrime yönelmeleri mümkündür. Dünya emperyalist-kapitalist sistemi içerisinde bir ülkede kapitalist toplumsal ilişkiler yaygınlaşıp oturmuşluk kazanmadan da yöneten sınıf ile sömürülen/yönetilen diğer sınıflar arası karşıtlıklar çelişki formunu alabilir ve mevcut iktidar zayıflayıp çatırdayabilir. İşte o zaman, sosyalist bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli koşullar oluşmuş demektir.  


[1] Aleksandr Spirkin, Felsefenin Temelleri, Yazılama Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s. 146

29 Aralık 2024 Pazar

Gramsci: ‘Yılbaşı’ndan nefret ediyorum’

MAR notu: İnsan ne için yaşar?.. Ne için yaşamalıdır?.. Ara ara ve belki de yılbaşlarında insanın aklına gelebilse ve başkaları tarafından sorulduğu gözlense de, bize göre bu soruların evrensel cevapları yoktur. Bir hamal da yaşar, bir aydın da, öyle ya da böyle... Hayatın felsefesini yapmak mümkün değildir. Herkese uyan genelleştirilmiş bir hayat felsefesi yoktur. Her insan bir hayat felsefesiyle yaşar ancak. Örneğin bizim hayat felsemizde iyilik, iyidir. Kanımızca merak, gerçekleri bilme tutkusu, gerçekçi fikirlere bağlanma, deli gibi bir çalışkanlık, sevdiklerimiz için fedakarlık, hak edene diğerkamlık (alturizm) önemli özellikler olmalıdır, hayatlarımızda. Bize göre hiç ölmeyecekmiş gibi başkaları için yaşarken, aynı zamanda yarın ölecekmiş gibi kendi için yaşamalıdır, insan. Yılbaşı, kendinizi tazelemenize vesile olsun…

Gramsci: ‘Yılbaşı’ndan nefret ediyorum’

Her sabah, göğün kasvetli örtüsünün altında uyandığımda, bunun benim için yılbaşı günü olduğunu anlarım.

Muntazam bakiyesi, ödenmemiş borçları ve yeni yönetim bütçesiyle hayatı ve insan ruhunu ticari bir kaygıya dönüştüren sabit vadeli hesaplar gibi kapanan yılbaşlarından nefret ediyorum. Hayatın ve ruhun sürekliliğini yitirmemize neden oluyorlar. Kendinizi bu yıl ile sonraki arasında bir mola olduğunu veya yeni bir tarihin başladığını düşünürken buluyorsunuz; kararlar alıyorsunuz ve kararsızlığınızdan pişman oluyorsunuz, falan filan. Böyle günlerin derdi çoğunlukla budur.

Kronolojinin tarihin belkemiği olduğunu söylerler. Tamam. Ama her iyi insanın aklına takılıp kalan, tarihe kötü oyunlar oynamış dört veya beş önemli günün olduğunu da kabul etmeliyiz. Bunlar da yıldönümleridir. Roma tarihinin, orta çağın veya modern çağın yıldönümleri.

Bir de öylesine istilacı ve taşlaştırıcı hale gelmişlerdir ki, bazen kendimizi İtalya’da hayatın 752’de başladığını ve 1490 veya 1492’nin insanlığın üzerinden atladığı, birdenbire kendini yeni bir dünyada bulduğu, yeni bir hayata başladığı dağlar gibi olduğunu düşünürken buluruz. Sinemadayken filmin koptuğu ve baş döndürücü bir ışığın belirdiği fasıladaki gibi, bu günler de beklenmedik kesintiler olmaksızın tarihin aynı temel değişmez çizgi üzerinde geliştiğini görmemizi önleyen bir engele, bir korkuluk duvarına dönüşür

Yılbaşından bu yüzden nefret ediyorum. Her sabahın benim için yılbaşı olmasını istiyorum. Ben her gün kendimle hesaplaşmak ve her gün kendimi yenilemek istiyorum. Hiçbir gün dinlenmeye ayrılmaz. Hayatın yoğunluğundan sarhoş düştüğümde veya yeniden zindelik kazanmak için hayvaniliğe dalıvermek istediğimde ne zaman duracağımı kendim belirlerim.

Ruhani bir fırsatçılık değil. Hayatımın her saatinin, geçmiştekilere bağlı olsalar da, yeni olmasını istiyorum. Zoraki ortak ritimleriyle, hiçbir kutlamayı umurumda olmayan yabancılarla paylaşmayacağım. Dedelerimizin dedesi filan kutladığı için bizim de kutlamaya yanıp tutuşmamız gerekmiyor. Bu, mide bulandırıcı.

Sosyalizmi bu nedenle bekliyorum. Çünkü ruhumuzda hiçbir karşılığı olmayan tüm bu yıldönümlerini çöpe atacak, başkalarını uyduracaksa da hiç değilse ahmak atalarımızdan kayıtsız şartsız aldığımız günlerin aksine bize ait günler olacak.

*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Alberto Toscano’nun ViewPoint Magazine için yaptığı çeviriden tercüme edilmiştir. İlk kez 1 Ocak 1916’da Antonio Gramsci’nin Avanti! gazetesinin Torino baskısındaki “Sotto la Mole” adlı köşesinde yayımlanmıştır.

26 Aralık 2024 Perşembe

Bilim ve teknoloji

Mahmut Boyuneğmez

Bilim sömürücü sınıfların ideolojisi değildir. Bilimsel düşünceler, günümüzde birer emekçi olan bilim insanları tarafından üretilmektedir. Bilimsel yasaların, teorilerin kapitalist sınıfın dünya görüşüne katıldığı ya da bu sınıfın ideolojisi olduğu fikri, bir “deli saçmasıdır”.

Bilimsel faaliyetler sonucu nesnel gerçekliğin bilgisine ulaşılır. Bilimsel teoriler, yasalar, bilgiler gerçekliği doğrulukla kavradığı ölçüde, onu değiştirme ve denetleme kapasitesini insanlığa sunar. Gerçekliğin değişim eğilimiyle örtüşen ya da gerçekliğin çeşitli kesitleri üzerinde denetim kurmamıza yol açan bilimsel düşünceler, realisttir. Realizmin felsefi, bilimsel, siyasal ve günlük hayatta problemlerin çözümünde geliştirilen fikirlerde olmak üzere farklı türleri vardır. Materyalizm, felsefi realizmdir, çünkü nesnel gerçekliğin düşüncelerin dışında var olduğunu ve düşünsel olarak doğrulukla soyutlanabileceğini kabul eder. Yani materyalizm, gerçeklik anlaşılabilir ve üzerinde denetim kurulabilir demesinden ötürü, realisttir. Komünizm, tarihsel akışın bir amacı değil fakat bir yönü olduğunu benimser. Geçmişten bugüne gelen eğilimlerin, gelecekte alabilecekleri formları öngörür. Tarihsel değişim eğilimleriyle düşünsel düzlemde örtüşme olduğundan, komünist fikirler realist özellik gösterir. Günlük hayatta karşılaşılan problemlerin çözümü ancak geçmiş bilgilerle tutarlı kalınıp, çözüm için gerekli realist düşünceler üretilerek sağlanabilir.

Bilimsel buluşların önemli bir güdüleyicisi insanların merak ve tutkularıdır. Bu tüm tarihte ve gelecekte de yok edilemez temel ve özsel insan niteliğidir. Kapitalist sistemde bilimsel araştırma ve buluşlar için başka bir güdüleyici, sermayenin emek üretkenliğini artırma ve kârını realize etme çabasıdır. Bu koşullayıcılar yüzünden, teknolojik yenilenme ve gelişme yaşanmaktadır. Bu sırada çevre tahribatı, insanların kitlesel katliamı, sermayenin gereksinimleri için kaçınılması gereken olgular olmaktan uzaktır.

İlericiler, kapitalizme karşıdır ve alternatifi olan sosyalizmi savunur. Bilim ve teknoloji, kapitalizme aittir, öyleyse onun bilimine ve teknolojisine de karşı olunmalıdır düşüncesiyse, sığ ve ilkeldir. Bilim ve teknoloji tüm tarih boyunca insanlığın kolektif olarak yarattığı bir mirastır. Bu kolektif mirasın sermayenin hizmetinde olması, günümüzdeki üretiminin sermaye tarafından kontrol edilmesi ve insanlığın ortak çıkarları için kullanımının olanaklı olanın gerisinde bir düzeyde oluşu kabul edilemez. Teknolojinin insanlar tarafından kullanımında eşitsizliklerin oluşu ve toplumun hizmetine olması gerekene göre gecikmeli girişi, kapitalist toplumsal ilişkilerin sonucudur. Karşı çıkılması gereken bunlardır.

Günümüzde bilim ve teknolojinin gelmiş olduğu düzey (robotlar, yapay zekânın kullanımı), çalışma saatlerinin çok kısaltılmasını, aynı gün içerisinde bir insanın birden fazla faaliyetle uğraşmasını olanaklı kılmaktadır. Başka bir deyişle komünizmin, bilimsel/teknolojik maddi temeli bugünden oluşmuş bulunmaktadır.

İklim krizi denilen olgu, kapitalizmin yarattığı bir krizdir. Kapitalizm yıkılmadan, doğayı etkin şekilde korumanın olanağı yoktur. Sermayenin kâr elde edebilmesi için işçileri sömürmeye de doğayı talan etmeye de gereksinimi vardır.

Sosyalizmde bilim ve teknoloji, üretimin ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilecek, geçmiş kuşakların bu alanlardaki birikimi kullanılırken, doğanın korunmasına özel önem verilecektir. Sanayileşme, bilimsel ve teknolojik ilerleme, doğanın tahribinin olmayacağı bir şekilde gerçekleşecektir.

23 Aralık 2024 Pazartesi

Devrimci kapasite: İşçi sınıfı neden devrimcidir?

Mahmut Boyuneğmez

“Kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıf”… İlki başlangıç ve ikincisi sondaki “durumlar” olarak görülürse, işçi sınıfının bilincinde, dolayısıyla karşıtı kapitalist sınıfla olan ilişkilerinde, müzikten benzetme yaparsak bir tür “çıkıcı gam” bulunur ya da resim alanından daha iyi bir benzetmeyle bir bilinçlilik “skalası” vardır. Sınıf bilinci, kendinde sınıf ile kendisi için sınıf arasında “gradyan”lıdır ya da bir “tayf” sergiler. Bu skalanın başında örgütlenmesi zayıf, mücadelesi ilkel, bilinci geri olan bir sınıf çoğunluğu varken, sonrasında Luddist hareketten, sendikal mücadelelere, oradan sınıf partisinin saflarında örgütlü mücadeleye, devrim öncesi konseyler/Sovyetler türü örgütlenmelere, devrim sonrası sosyalist bilinçlilikle devlet yönetimine katılmaya ve komünist toplumun organizasyonlarına varıncaya kadar geçilen birçok tonlama yer alır. Elbette sınıf bilincinde, bir ülke içerisindeki somut mücadele örneklerinde ve benzer koşullarda yer alan ülkeler içerisindeki bir ülkede, eşitsiz gelişmeyle bilinçlilikte sıçramaların yaşanabildiğini unutmamak gerekir.

İşçi sınıfı günümüzde devrimci ve ilerici tek sınıftır. Kapitalist sınıf, bütün bileşenleriyle gericidir. İlericilik/gericilik, devrimcilik/karşı-devrimcilik tarihseldir ve sınıflara özgüdür. Bu iki sınıf arasında yer alan ara katmanlar olan köylüler ile küçük-burjuvazi, bir sınıf oluşturmaz, bunların çeşitli alt unsurları, işçi sınıfının devrimci hareketlenmesine yedeklenebildikleri gibi, bunun karşısında sermaye sınıfının safında da konumlanabilirler. İşçi sınıfının devrimciliği, bir kapasitedir. Kapitalist toplumda içerisinde yer aldığı üretim ilişkilerinin devrilmesi, bu sınıfın çıkarınadır. Bu nesnel konumlanış, onu devrimci yapar. Fakat kapitalist devletin tipi, örgütlülük düzeyi, düzene bağlanmayı sağlayan hegemonik yapıların durumu, bilinçliliği bulanıklaştıran/saptıran faktörler, işçi sınıfının devrimci kapasitesinin oluşumunu engelleyici özellikte olabilmektedir.

Tek tek işçiler dikkate alındığındaysa, politik görüşleri açısından işçilerin sağcı ya da solcu olduklarından bahsedilir. İşçilerin aralarında nüanslar da bulunan birçok sağ ya da sol görüşe sahip olduğu açıktır. İşçinin sağcısı ya da solcusu olur. Bu durum, bir sınıf olarak işçilerin devrimci kapasiteye sahip olmalarıyla çelişmez. İşçilerin arasında bulunup, onlara sosyalist ideolojiyi ulaştırarak örgütleyecek parti, işçilerin sosyalist sol harekete kazanılması için çalışır.

Bunlara ek olarak, “karşıtlık” ile “çelişki” arasında fark bulunduğu bilinmelidir. İşçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasında uzlaşmaz karşıtlık ilişkisinden bahsedilmelidir. Bu iki temel sınıf arasında her zaman ve her durumda çelişkinin olduğu söylenemez. Devrimci durum, grev, kitle grevi, boykot gibi özel uğraklarda, bu iki sınıf arasındaki karşıtlık ilişkisi, çelişkiye dönüşür. Çelişkiden bahsedilebilmesi için, karşıt süreçler, eğilimler, sınıflar vd. arasındaki karşıtlık ilişkisinde, aralarındaki dinamik dengeyi bozacak bir “kriz” sürecine girilmiş olunması gerekir. Çelişkiler bu kriz sürecinde ya çözülerek ortadan kalkar ya da eski dinamik dengedeki karşıtlık durumuna dönülerek giderilir.

16 Aralık 2024 Pazartesi

Asgari ücret notları

Mahmut Boyuneğmez

  • Enflasyonla ürün ve hizmetlerin fiyatı serbestçe artarken, işçiler geçinebilmeleri ve bu artışları yakalayabilmek için mücadelelerle ve patronlarla pazarlık yaparak ücretlerindeki reel erimeyi telafi etmeye çalışır. Fiyatlardaki artışın önemli bir nedeni patron sınıfın kârlarını artırmasıdır. Fiyatları artmış ürün ve hizmetlerin işçiler tarafından taleple tüketilebilmesi için, ücretlerinde artış olmalıdır. Sermaye sınıfı ve kapitalist devlet, fiyatların sürekli arttığı bir ülke ve ekonomide ücretlerde artış yaşanmadan üretim süreçlerinin devamlılığını sağlayamaz. İşçilerin ücretlerinde fiyat artışlarının gerisinde de olsa bir artış olmalıdır ki, ürün ve hizmetlere olan talepleri devam edebilsin ve satışlarda azalma olmasın. Sermaye sınıfının kârlarının garantilenmesinin yolu tüketimde düşüşün olmaması, ücret düzeylerinde fiyat artışlarına göre daha az da olsa bir artışın olmasıdır. Özetle fiyatlardaki artışın önemli bir nedeni kârlardaki artıştır ve bu da talepte kritik düzeyde bir azalma olmaması için ücretlerde geriden de gelse bir artışı koşullar.
  • 2020 yılından bugüne var olan yüksek enflasyon döneminde İSO 500 büyük şirket araştırması verilerine göre, şirketlerin kârı enflasyona paralel ve hatta enflasyondan daha hızlı artmış olmasına rağmen, ücret-maaş gelirlerinde düşüş yaşanmıştır (bkz. Grafik). Yüksek enflasyon dönemleri, ücretlerin reel olarak düşürülüp (satın alma gücünün düşmesi), artık-değer oranının, eş deyişle sömürü derecesinin artırılmasına yaramaktadır.

  • 22 yıllık AKP döneminde zaman zaman görece yüksek reel asgari ücret artışları söz konusu olmasına rağmen bunların enflasyonu tırmandırması söz konusu değildir. Tersine, asgari ücrette görece yüksek artışların olduğu bazı yıllarda, enflasyon düşmüştür. 2005-2015 yılları arasında asgari ücret artışları genellikle resmi enflasyondan yüksek seyretmiştir. Ancak bu durum enflasyonu tetiklememiştir. Örneğin 2012’de asgari ücrete yüzde net 11,8 oranında zam yapılmışsa da 2011 yılı enflasyonu yüzde 10,5 düzeyindeyken, 2012’de yüzde 6,2’ye gerilemiştir. 2015 yılı enflasyonu yüzde 8,8 iken 2016 yılı asgari ücreti net yüzde 33 oranında artmış, fakat bu reel artışa rağmen 2016 yılı enflasyonu yüzde 8,5’e gerilemiştir. 2018 enflasyonu yüzde 20,3 iken 2019 yılında asgari ücrete 26,1 oranında zam yapılmış, enflasyon artmak yerine yüzde 11,8’e düşmüştür. 2021 yılında ise asgari ücret reel olarak düşürülmüşken, enflasyon artmıştır. 2022 ve 2023 yıllarında da reel asgari ücret artışlarına rağmen asgari ücretle enflasyon arasında asgari ücretten kaynaklı bir ilişki veya nedensellik gözlenmemiştir.
  • Asgari ücretteki görece yüksek artışlar, işsizliği artırmamaktadır (bkz. Grafik). Asgari ücretin artış dönemleri ile yıllık işsizlik ve istihdam oranları arasında doğrusal bir ilişki yoktur. Asgari ücretin diğer yıllara göre nispeten daha yüksek arttığı dönemlerde dahi işsizlikte belirgin bir artış ve istihdamda azalış olmadığı saptanmıştır. Bunun nedeni şudur: Firmalar verili teknolojik yatırım düzeyinde, beklenen sipariş miktarında artış ya da azalış olmadan, ücretlerin durumuna göre çalıştırdığı işçi sayısını değiştirmez, yani ücretler arttığında işçi çıkarmaz, ücretler düştüğündeyse yeni işçiler almazlar. Ülke genelindeyse ücretlerin artışı, bu ücretleri alan işçilerin oluşturduğu talepte artışa neden olduğundan, üretimi artırmaya yol açıp, istihdam edilen işçi sayısını artırmayı getirebilir.

  • Bölgesel asgari ücret, MÜSİAD, ihracatçı patronlar ve Anadolu’daki sermayedarlar tarafından istenmektedir. Çünkü, mevcut asgari ücret düzeyinin bile altında ücretlerle işçileri sömürmek istemekteler. Bölgesel asgari ücret, saptanacak birçok bölgede mevcut asgari ücret düzeyinin çok altına inilmesine yol açar ve bölgeler arası işçilerin gelirlerinde eşitsizlikler oluşturur. Bu nedenlerle işçi sınıfı tarafından reddedilmelidir. Bölgelere, sektörlere, mesleklere ve işe göre ücret farklılaşmasını sağlaması gereken toplu pazarlıklardır ve asgari ücretleri, eş deyişle insanca yaşamaya yetecek en az ücret düzeylerini, işçiler toplu iş sözleşmeleriyle mücadeleleri içerisinde belirlemelidir. Daha sonra sendikasız işçilere toplu pazarlıkların kazanımları teşmil edilmelidir.
  • 2024 yılında asgari ücretli bir işçinin birikimli alım gücü kaybı 55 bin TL’ye yakın olmuştur. Başka bir ifadeyle enflasyon nedeniyle asgari ücretin yıllık tutarında 55 bin TL’ye yakın bir erime yaşanmıştır. Asgari ücretli işçilerin yılın başından bu yana aylık ücretiyle alım gücünde 7-8 bin TL düzeyinde bir kayıp bulunmakta olup, reel olarak ücretleri 9 bin TL civarındadır.
  • DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM)’nin Ekim 2024 hesaplamasına göre, dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için aylık yapması gereken harcama tutarını ifade eden açlık sınırı 20.860 TL’dir. Açlık sınırı üzerinden hane halkı tüketim harcamaları esas alınarak yapılan hesaplamada yoksulluk sınırı ise 72.156 TL’dir. Kasım ve aralıkta aylık enflasyonun yüzde 2 olması varsayımıyla açlık sınırı hesaplandığında Kasım 2024’te bu sınır 21.277 TL’ye, Aralık 2024’te ise 21.703 TL’ye ulaşmaktadır. 2024 yılı için belirlenen asgari ücret net 17.002 TL olup, bu yılın 9 ayında açlık sınırının altında kalmıştır. Bunun anlamı, asgari ücret geliri olan bir ailede, her iki ebeveynin ve birçok durumda ise çocukların işçi olarak çalışmak mecburiyetinde olduğudur.
  • 2002 ve 2024 yılları arasında ortalama memur emekli aylığı 36,7 kat, ortalama kamu işçisi ücreti 40,8 kat ve en düşük işçi emekli aylığı 48,6 kat, ortalama memur maaşında 77 kat, en düşük esnaf emekli aylığında 83,3 kat artış yaşanmıştır. Net asgari ücretteki artış bu dönemde 92,3 kat olarak gerçekleşmiştir. Bunun anlamı şudur: Asgari ücret dışındaki ücretler/maaşlardaki artışın asgari ücretteki artışlara göre daha az olması, asgari ücret ile diğer ücretlerin arasındaki makasın kapanmasına, bu ücretlerin asgari ücrete yakınsamasına ve asgari ücret civarı bir ücretle çalışanların oranının artmasına yol açmaktadır.
  • 2002 yılında asgari ücretin altında çalışan işçiler ¼ oranındayken, 2023 yılında her 3 işçiden 1’i (1/3) asgari ücretin altında ücretle çalışmaktadır. 2002’de asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altında bir ücretle çalışanların oranı yüzde 30,7’yken, 2023’te bu oran yüzde 38,5’e yükselmiştir. Asgari ücret civarında ve altında çalışmanın kapsamı genişlemektedir.
  • 2021 yılında asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altında çalışan işçilerin oranı sanayinin genelinde yüzde 50,4, tekstil, giyim, deri, mobilya imalatı ve gıda sektöründe yüzde 67-71 aralığında, imalat sanayinde yüzde 52, inşaatta yüzde 71,4, toptan ve perakendede yüzde 64,4 ve turizmde ise yüzde 73 seviyesindedir.
  • Avusturya, Finlandiya, İtalya, İsveç, İsviçre, İzlanda ve Norveç’te yasalarla düzenlemiş bir asgari ücret sistemi olmayıp, asgari ücret sektörel veya ulusal ölçekli toplu iş sözleşmeleri (TİS) ile belirlenmektedir. Belçika’da ise asgari ücret Ulusal Çalışma Konseyi’nde sermaye örgütü ve sendikalar ile müzakere edilen toplu sözleşmeler ile belirlenmektedir. 2019 yılı verisine göre Türkiye’de TİS kapsamındaki işçilerin oranı yalnızca yüzde 7,4’tür. Asgari ücretin sendikalar tarafından patronlarla yürütülecek pazarlıklar yoluyla belirlenmesi talebi, işçilerin çıkarınadır. Uzlaşmazlık durumunda grev/sınıf mücadeleleri devreye girebilecektir. Üstelik, bu talebin işçiler tarafından benimsenmesi ve uygulamaya geçmesi durumunda, işçilerin çıkarıyla uyumlu ücret artışları, dolayısıyla sendikalaşmalarda da artış yaşanabilir. TİS’leriyle saptanacak asgari ücretlerin, sendikasız işçilere teşmil edilmesi de istenmelidir.

Yararlanılan kaynak: DİSKAR, Asgari Ücret Araştırması 2025

15 Aralık 2024 Pazar

Futbol Üzerine

Mahmut Boyuneğmez

Futbol, iktisadi bir toplumsal etkinliktir. Futbol sermaye birikiminin olduğu bir kültür endüstrisidir. Sermayenin konumlandığı noktadan bakılırsa, seyircilerden gelen gelir, naklen yayın gelirleri, reklam gelirleri, taraftarların tüketimine sunulan metaların satışıyla elde edilen gelirler gibi birçok kalem, bu kültür endüstrisinin kârının kaynağıdır. Günümüzde yan kollarıyla birlikte dünya çapında futbol sektörünün hacmi 500 milyar dolar düzeyinde bulunmaktadır. Futbol sektöründe şike, yolsuzluk, vergi kaçakçılığı ve kara para aklama rutinleşmiş durumdadır. Mafyanın ve politikacıların, futbol endüstrisiyle doğrudan bağları vardır.

Futbol emekçiler konumlanma nokrasından bakıldığında, emek gücünün yeniden üretimi süreçlerinde oyalayıcı, eğlenceli ve tüketimi artıran bir boş zaman aktivitesidir. Keyif verme ve günlük dertlerden uzaklaşmayı sağlama işleviyle futbol, kitlelerin afyonudur. Taraftarlık, bir aidiyet duygusu ve kimlik oluşturur. Bu duygudaşlık ve kimlik, taraftarların hayatını anlamlandırmasında kısmi bir yere sahiptir. Uluslar arası ölçekte futbolun seyredilmesi, yani futbol metasının ulusal takımlar kapsamında kullanımı ve tüketimi, “milli kimliğin” oluşturulmasına da katılır. Futbol, maço ve şiddet kültürünün yeniden üretiminde de işlevlidir.

Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki toplumsal iktidar ilişkilerinde, kapitalistlerin toplumsal ölçekte iktidarını/egemenliğini sağlayan iktisadi, siyasi, devletsel, hukuksal, ideolojik ve kültürel toplumsal ilişkilerin, iktisadi ve kültürel-ideolojik boyutları kapsamında kalan futbol kültür endüstrisi, kapitalist sınıfın toplumsal egemenliğini üreten bir iktidar ilişkileri alanıdır. Futbol eksenli iktisadi ve kültürel nitelikte toplumsal ilişkiler, kapitalist sınıfın toplumsal egemenliğini sağlayan hegemonyayı (sisteme dönük onayı/rızayı) üretir.

Futbolun, salt bir oyun ve eğlence olması için, öncelikle üretim ve piyasa ilişkilerinden koparılması gerekir. Sosyalizmde bir spor olarak futbol, amatör bir kültür etkinliği, kültürel zenginliğin bir bileşeni olacaktır.

12 Aralık 2024 Perşembe

Aleviliği ne yapmalı?..

Mahmut Boyuneğmez

Aleviliğin barındırdığı değerler, adetler, pratiklere bakalım:

“… camiyi değil cemevini ibadethane olarak gören, ibadetini camide namaz değil, cemevinde cem olarak yapan, oruç olarak ramazanı değil, Hızır ve muharrem orucunu gören, ‘Benim kabem insandır’ diyen, Sünni İslam’ın yasakladığı, kadın erkek birlikte ibadeti, ibadette kadınlı erkekli birlikte yapılan semahı, ayet diye nitelediğimiz deyiş ve duvazimamlarımızı, inanç önderi olarak kendilerinin atadığı devlet memurunu değil, Pir-Dede-Baba-Ana’yı gören, Sünni İslam’ın yasakladığı sazı ibadetinin baş köşesine telli kuran olarak yerleştiren, tüm canlıları eşit görüp, doğayı kutsayan, insanı da o doğanın efendisi olarak değil bütünün bir parçası olarak gören Alevilerin yüzlerce yıldır sürdürdüğü inancın tamamıdır.”[1]

Bu inanç/kültürle, sosyalist ideolojinin ilişki kurmaması düşünülebilir mi?..

Oysa sol kültür mücadelesinde bir Ruhi Su örneği var. Ruhi Su, Alevi-Bektaşi kültürüne ait deyişleri, türküleri, solun kültürel mücadelesinin içerisine ne güzel ve yetkin biçimde taşımıştır.

Alevi inanç/kültürü, düzenle barışık olmayan unsurlar barındırıyor. Fakat Alevi örgütlenmeler ve “açılımcı” düzeneklerle Alevi kitleler düzene de bağlanıyor, bağlanmaya çalışılıyor. Aleviliğin üzerinde yürütülen bir mücadele var; bunun görülmesi gerekiyor... Düzen siyaseti ve egemen ideolojiyle barışmak bir yanda, sosyalist ideolojiyle ilişkilenmek bir yanda duruyor. Bu mücadelede pasif tavır almak ya da tavırsızlık, siyasette bir hatayı temsil ediyor. Aleviliğin, sosyalist ideolojiyle ilişkilerinin geliştirilmesi gerekiyor. Alevi kültürünü işlemek, sahiplenmek önem taşıyor.

Sosyalizm mücadelesinin kitleselleşebilmesi için, kitlelerin değerlerine uzanması dokunması gerekir. Bu değerlerin sağlıklı olanlarını işlemeden ve sahiplenmeden, halkla bağlar kurulamaz.

Bize göre, Alevilik inanç/kültürünün düzene eklemlenmesine karşı direnç oluşturmak ve solun mücadelesini zenginleştirecek, bu mücadeleye güç katacak bir yol olmasını sağlamak, Türkiye sosyalist hareketinin görevlerinden biridir.

Sosyalist hareketin, Aleviler üzerinde hegemonya oluşturması ve onları düzene eklemlenmekten, asimile olmaktan kurtarma mücadelesine katılmasından bahsediyoruz. Bu kültür ve inancın birçok sağlıklı değeri, kavramı, ilkesi var ve bunların sol/sosyalist değerlerle buluşturulması gerekli.

Alevilik üzerinde bir mücadele yürütülmeden, bu kitleyi kazanmak ve sosyalist ideolojiye buradan da bir toplumsallaşma kanalı oluşturmak olanaklı değil.

Alevililerin düzen siyasetine yamanmasını engellemek için, Alevi örgütlenmelerinin düzen içi yönelimlerini eleştirmek ve aynı zamanda kültürel mücadelede Aleviliğin değerlerini işlemek şart. Alevi kitlelere uzanmadan, onlara dokunmadan bu konuda bir siyasal-ideolojik mücadele yürütülemez. Aleviliğin, sosyalizm mücadelesinin şemsiyesi altına girmesi yönünde bir çaba için, ideolojik ve kültürel açıdan ilişki kurmak, Alevi değerlerini sahiplenmek ve işlemek, Türkiye solunun çalışmaları arasında yer alıyor.

Aleviliğe ilişkin alınacak tavır, siyasetin konusu ve bu nedenle farklı tavırlar mümkün. Biz burada bazı özelliklerine değindiğimiz tavrın sağlıklı olduğuna inanıyoruz.

Dolayısıyla şu tavrı, hem yanlış, Marx’ın Yahudi Sorunu’ndaki yaklaşımını da kavramayan ve hem de apolitik bir tavır olarak görüyoruz:

“Karl Marks ‘Din halkın afyonudur’ derken, ‘mezhepler hariç’; ya da ‘Alevilik hariç’ dememiştir. Çünkü din, bazıları ne kadar kendine aykırı olsa bütün mezheplerinin, tarikatlarının, “kültürlerinin” toplamıdır.

Alevilik yakın zamana kadar devrimci bir halk kültürü olarak; bir mezhep olarak tarihin devrimci ve olumlu yanındaydı; onun yapılmasına katkıda bulunuyordu. Bugün için artık Marks’ın din, özel olarak da Yahudilik için ne söylemişse elbette istisnasız bütün dinler ve mezhepler, din yolları için, dolayısıyla Alevilik için de aynı şeyi, aynı netlikle söyleyebiliriz:

Alevinin toplumsal özgürleşmesi, Alevi toplumun Alevilikten özgürleşmesiyle mümkündür.[2]

Alevi topluluğunun, dinden ve Alevi inancından tamamen özgürleşmesi, komünist toplumda gerçekleşebilecek bir durumdur. Bu özgürleşmeye ulaşabilmek için önce “toplumsal özgürleşme” olan sosyalist siyasal ve toplumsal devrimin yaşanması gerekir. Alevilerin “toplumsal özgürleşme” için verilen mücadeleye katılmaları, inanç ve kültürlerini terk etmelerini istemek şeklinde çocukça bir taleple sağlanamaz. Tersine inanç ve kültürleri, sosyalizm mücadelesinin bileşimine katılıp, bu mücadeleye olanaklar sunabilir…

Peki materyalizmle Aleviliğin sentezi mi yapılmalıdır ya da Marksizmin?.. Böylesi bir iş, olanaklı olmadığı gibi, akıldan bile geçirilmemelidir. "Sol ilahiyat" oluşturma yönündeki zırvalıklara da itibar edilmemelidir. Sadece ve sadece Aleviliğin değer ve motifleri, sosyalist sol kültürde yer almalı ve işlenmelidir... Bu çaba "fırsatçılık" yapmak da değildir. Mücadele için bazı Alevi motiflerin, kültürel öğelerin benimsenmesi ve ortaklaştırılması isteğidir.

2 Aralık 2024 Pazartesi

Türkiye’de Suriyeli sığınmacı işçilerin durumu

Mahmut Boyuneğmez

sendika.org için yazdığımız bu yazımızı blogumuzda da yayınlıyoruz. Bağlantı adresi: https://sendika.org/2024/12/turkiyede-suriyeli-siginmaci-iscilerin-durumu-715871 


Türkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı, Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen göçmen emekçileri örgütsüz olduklarından ucuz işgüçleri olarak vahşice sömürmeye devam etmektedir. Sığınmacı işçilerin insanca yaşam ve iş koşullarına kavuşmaları, çocuklarının eğitim alması için mücadeleye koyulmaları ve ülkemizdeki diğer emekçilerle birlikte örgütlenmeleri gerekmektedir.

Sığınmacılarla ilgili istatistiklere güvenmeyenler ya da bu verilere dair şüphe duyanlar şu soruları yanıtlamalıdır: Neden sığınmacılara ilişkin resmi veriler gerçekte olan değerlerin çok üzerinde ya da çok altında olsun? Sayılardan şüphe duymak için ya da onlara güvenmemek için ne neden var?.. Örneğin enflasyon hesaplamasında düşük bir oran verilmesi, kitleleri yönlendirmede işlevliyken, sığınmacılar konusunda sayılar iddia edildiği gibi az gösteriliyorsa, bunun amacı nedir? Uluslararası göçmenlerle ilgili kuruluşların sayıları da benzer düzeydeyken, neden sığınmacılarla ilgili resmi verilerden şüphe duyulsun ya da bu verilere güven duyulmasın?.. Resmi verilerden şüphe duymak ya da bunlara güvenmemek için bir neden bulunmamaktadır. Öyleyse sığınmacı emekçilerin ne durumda olduğunun bir panoramasını resmi verilere başvurarak, fakat bununla yetinmeyip yapılan ampirik araştırma sonuçlarıyla ortaya koymak yararlı olacaktır.

Göçmenler gittikleri ülkelerin yerli nüfusunun çalışmak istemediği/çalışmayı kabul etmediği ve 3D olarak nitelenen “kirli, tehlikeli ve zor” (dirty, dangerous and difficult) işleri yapmaktadır. Göçmenlerin emek piyasasına katılımda seçenekleri azdır, yoğun emek gerektiren işlerde kendilerine yer bulurlar. Göçmenler daha sadık ve güvenilir, uzun saatler boyunca çalışmaya hazır işçilerdir. Göçmenlerin pazarlık gücünün sınırlı olması, onları emek piyasasının en mahrumiyet içerisindeki üyeleri yapmaktadır. Göçmenler genellikle kayıt dışı ve korunmasız olarak çalışırlar. 1990’lardan günümüze ev içi bakım hizmetleri ve turizm sektörlerinde çalışan göçmenler bir yana bırakıldığında, Türkiye’de diğer göçmenlerin emek yoğun sektörlerde, ücret pazarlığı yapamadan, düşük nitelikli ve geçici işlerde (tarım, inşaat, tekstil ve hizmetlerde) çalıştığı görülmektedir. Geçimlerini sağlamak, kira ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için çoğunlukla Suriyeli mülteci ailelerde yaşı çalışmaya müsait olanların tamamı çalışmak zorunda kalmaktadır.

Türkiye’de 2011 yılından beri Suriye’deki iç savaştan kaçanlar yaşamaktadır. Suriyeli mülteciler Nisan 2014’ten bu yana Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kapsamında geçici koruma statüsünde bulunmaktadır. 1990’lardan bu yana kitlesel düzensiz göçmen akışıyla karşılaşan ülkeler, göçmenlere doğrudan mülteci statüsü sağlamak yerine geçici koruma statüsü olarak tanımlanan hukuki statüyü kullanma eğilimindeler. Geçici koruma, ağırlayan devletlere daha dar bir sorumluluk yüklemektedir. Türkiye’de sermaye sınıfı için ucuz işgücü arzı oluşturduklarından, sığınmacılar kamplarda uzun süre tutulmamış, halk tabiriyle “etinden-sütünden” yararlanmak üzere işgücü piyasasına dahil edilmişlerdir.

Demografik yapıyı ne kadar etkiliyorlar?

Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 21 Kasım 2024 tarihi itibarıyla 2 milyon 936 bin 252 kişidir. Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’ne göreyse Türkiye’de 3,2 milyon kayıtlı Suriyeli sığınmacı, 222 bin de diğer uyruklardan göçmen bulunmaktadır. Toplamda 3 milyon 200 bin civarında kayıtlı göçmenin Türkiye’de olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de yabancı uyruklu olan ve kayıt dışı bulunan kişi sayısının 300 bin ile 2 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ortalama 1 milyon düzensiz göçmen (kayıt dışı sığınmacı) olduğu kabul edildiğinde, Türkiye’deki toplam göçmen sayısının 4,2 milyon civarında olduğu görülmektedir. Hatırlayalım; Kemal Kılıçdaroğlu ve Ümit Özdağ gibi siyasi figürlerin göçmenler için dile getirmiş olduğu sayılar 10 milyon, hatta 13 milyon düzeyindeydi. Bu kişiler toplumumuzda sığınmacılar konusunda yanlış bir algı ve bakış açısı oluşturmaya çalışanlar korosunda yer almıştır.

Suriyeli sığınmacıların Türkiye toplumunun nüfusuna oranı sadece yüzde 3,44 düzeyindedir. Tüm göçmenlerin nüfusa oranı ise yüzde 4,9 olarak hesaplanmaktadır. Suriyeli sığınmacılar ve diğer göçmenlerin toplumumuzdaki oranı budur. Sığınmacılara dönük bir alerji ve negatif hissiyat geliştirmeye neden olacak şekilde “ülkemizin göçmenlerin işgali altında bulunması” durumu söz konusu değildir.

Veriler 2021 yılından buyana sığınmacı Suriyelilerin sayısının azaldığını göstermektedir. Bunun nedenleri, 2016-2024 yılları arasında 715 bini aşkın Suriyelinin ülkesine geri dönmesi, AB ülkelerine kaçak geçişler, geçici koruma statüsünü kaybeden sığınmacıların oluşu (örneğin 6 Şubat depremi nedeniyle evleri yıkılan sığınmacılardan statülerini sürdürmeleri için gerekli olan adres güncellemesini yapamayanlar var), 238 bin 768 Suriyeli uyrukluya vatandaşlık verilmesidir.

Kamplarda kalan Suriyeli sayısının toplam Suriyeli sayısına oranı yüzde 1,85 olup, Suriyelilerin yüzde 98,15’i şehirlerde yaşamaktadır. En çok Suriyeli sığınmacı barındıran şehir 511 bin 393 kişi ile İstanbul’dur. İstanbul’da Suriyeli sığınmacılar, kent çeperlerindeki yoksul semtlere yerleşmiştir. Semt seçimlerinde akrabalık bağları ve sınıfsal özellikler etkilidir. Kayıtlı Suriyeli sığınmacıların, en yoğun bulundukları ilçe nüfuslarına oranı yüzde 4-9 arasındadır. İstanbul’u 412 bin 153 kişi ile Gaziantep, 243 bin 965 kişi ile Şanlıurfa takip etmektedir. Oran olarak Suriyelilerin en yoğun olduğu şehir ise yüzde 29 ile Kilis’tir. Kilis’te 155 bin 179 Türk vatandaşı ile kayıt altına alınmış 64 bin 105 Suriyeli bulunmaktadır. Suriyeli yoğunluğunda Kilis’i yüzde 16 oranı ile Gaziantep takip etmektedir. Türkiye’de hiçbir ilde Suriyeli sığınmacılar demografik olarak baskın konumda değildir. Başka bir deyişle sığınmacıların, hiçbir ilde nüfus yapısını değiştirecek boyutta bir ağırlığı bulunmamaktadır. Sığınmacılara karşı sınır illerindeki bazı yerelliklerde sığınmacı nüfusun yoğunluğundan kaynaklı hoşnutsuzlukları, tüm ülke genelinde de varmış gibi göstermek bir manipülasyon ve çarpıtmadır.

Nüfus piramidindeki verilerden hareketle yapılan analizlere göre Suriyeli sığınmacıların yıllık ortalama nüfus artış hızı binde 8 civarındadır. Bu artış Türkiye ortalamasının binde 13,9 altındadır. Yeni doğumlarla Suriyeli sığınmacıların nüfusundaki artışın, örneğin 10 yıl sonrasında ülkemizi istila edecek boyutlara ulaşması mümkün görünmemektedir.

Suriyeli sığınmacılar arasında 2017 yılı için yapılan bir çalışmada Türkiye’ye gelmeden önce ülkelerinde aylık geliri 75 dolar ve bunun altında olanların oranı yüzde 83 olarak hesaplanmıştır. Bu oran Suriye’den Türkiye’ye sığınanların önemli ölçüde yoksullar olduğunu göstermektedir.

Sağlık Bakanlığı, AFAD ve DSÖ’nün araştırmasına göre Türkiye’deki 18-69 yaş arasındaki Suriyelilerin ortalama eğitim yılı 8,7’dir. Türkiye’deki Suriyeli nüfus genel olarak lise ve altında eğitime sahiptir.

Türkiye’de 18-69 yaş aralığındaki 5.760 Suriyeli göçmenin örneklemini oluşturduğu bir araştırma kapsamında, Suriyeli erkeklerin yüzde 44,3’ü işçi, yüzde 2,7’si memur olarak çalışmakta, çalışmalarına herhangi bir engel olmamasına ve çalışma isteğinde olmasına rağmen işsiz olan erkeklerin oranı ise yüzde 32 düzeyinde bulunmaktadır. Bu işçiler ağırlıkla vasıfsız işgücüdür. Üstelik Suriye’de aldığı eğitimle ilgili diploması olmasına rağmen Türkiye’de bu diplomaya denklik verilmemesi, vasıflı sığınmacı emekçilerin kendi vasıflarından daha düşük vasıf gerektiren işlerde çalışmaları sonucunu doğurmaktadır. Suriyeli kadınların büyük çoğunluğunu oluşturan yüzde 84,4’lük bir kesimi ev işleriyle uğraşmaktadır/ev kadınıdır. Suriyeli kadınlar çoğunlukla emek yoğun üretim yapan tekstil, hazır giyim ve hizmet sektöründe ya da tarımda kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Çalışan ya da iş arayan Suriyeli kadınların önemli bir bölümünü, ülkelerindeki iç savaşta eşini kaybetmiş ve hanenin geçiminden sorumlu olanlar oluşturmaktadır. Bazı illerde evlerinde parça başı dikiş işleri yaparak çalışan kadınlara da rastlanmaktadır.

Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların yüzde 85’inin temel gelir kaynağı çalışarak elde ettikleri ücretlerdir. Suriyeli sığınmacıların çoğunluğu işçi ailelerinden oluşmakta, bir kurum tarafından verilen ayni veya nakdi destek ile geçinmemektedir. Suriyeli sığınmacılara çalışma izni 2016 yılında çıkarılan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik ile verilmeye başlanmış olup, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre 2023 yılında çalışma izni olan Suriyeli sayısı 108 bin 520’dir. Suriyeli sığınmacı işçilerin çok büyük bir bölümünün kayıt dışı olarak düşük nitelikli işlerde (özellikle tekstil, inşaat ve tarım sektörlerinde) çalıştığı bilinmektedir. 2017 yılında yapılan bir araştırmaya göre yaklaşık 650 bin Suriyeli sığınmacı işçinin kayıt dışı çalıştığı belirtilmektedir. Türkiye’de reel ücretler zaten yüksek enflasyon ile azalmakta ve tüm ücretlerde asgari ücrete doğru bir gerileme yaşanmaktadır. Bunun sığınmacılarla hiçbir ilintisi bulunmamaktadır. Fakat tekstil, inşaat ve tarım sektörlerinde kayıt dışı çalışan sığınmacıların, düşük ücretlerle/yevmiyelerle çalışıp, yerli işçilerle rekabete girdiği görülmektedir.

Yapılan çalışmalarda Suriyeli sığınmacıların oranının nispeten yüksek olduğu illerde, yerli kayıt dışı çalışanların yerini aldıkları yönünde bulgular vardır. Sığınmacıların yoğun olduğu bölgelerde yerli kayıt dışı istihdamın azaldığı, yerli kayıtlı istihdamın fazla etkilenmediği, hatta kısmen arttığı, yerli çalışanların ücretlerinde ise anlamlı bir değişiklik olmadığı bulunmuştur. Fakat bu konu tartışmalıdır. Düşük nitelikli işlerde Türkiyeli ve Suriyeli işçiler arasında rekabetin arttığı, bunun da zaten düşük olan ücretleri baskıladığı yönünde değerlendirmeler bulunmaktadır.

Ortalama gelirleri asgari ücretin altında

Suriyelilerin 2017 yılında Türkiye’deki aylık ortalama kazançlarının 908 TL (229,39 dolar) olduğu tespit edilmiştir. Bu tarih itibari ile Türkiye’deki asgari ücret 354,70 dolara karşılık geldiğinden, Suriyeli işçilerin Türkiye’de asgari ücretin altında ücretlerle çalışmasına rağmen Suriye’deki kazançlarına kıyasla daha fazla gelir elde etmekte oldukları anlaşılmaktadır. Fakat satın alma gücü açısından değerlendirildiğinde ülkelerindekine göre Türkiye’deki artan kazançlarına rağmen Suriyeli ailelerin yüzde 77’sinin temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı saptanmıştır. Sığınmacı kadın işçiler genellikle istihdam edildikleri sektörlerde hem yerli kadın işçiler hem de göçmen erkek işçilere göre düşük ücretle çalıştırılmaktadır.

Türkiye işçi sınıfının bir bileşeni olan Suriyeli sığınmacı işçiler, vasıfsızlık, çalışma izinlerinin olmaması ve Türkçe dilinde yetersizlik nedeniyle ağırlıkla kayıt dışı sektörlerde, düzensiz işlerde, kolayca işten çıkarılma tehdidi altında, uzun süreler boyunca, asgari ücretten düşük ücretlerle, kimi durumlarda ücretleri ödenmeyerek ya da patronlarla yaptıkları anlaşmadan daha düşük ücretler ödenerek, en kötü/ölüm ve yaralanma riskine en açık koşullarda (iş güvenliği ve sağlığı tedbirlerinin olmadığı koşullarda), sosyal güvenceden yoksun (sigortalanmadan), sendikaları ve örgütlülükleri olmadan çalışmakta ve yoksulluk içerisinde yaşamaktadır. Yapılan araştırmalar Suriyeli göçmenlerin yerli işçilere göre düşük ücretlerle çalıştırılmasının farklı sektörlerde yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Bu çalışma koşullarına sahip işçi sınıfı bölmesine “prekarya” denmektedir. Suriyeli sığınmacı işçiler, Türkiye işçi sınıfının yeni prekaryasını oluşturmaktadır. Ve elbette çalışma koşullarındaki olumsuzluklardan sığınmacılar değil, kapitalistler ile bu koşulların hukuksal ve politik düzenleyicileri sorumludur.

Doğu, Güneydoğu ve Akdeniz bölgelerindeki illerde yaşayan kent yoksulları ve mülksüz halk yanı sıra Suriyeli sığınmacılar, mevsimlik tarım işçiliğinde başat konumdadır. Mevsimlik tarım işçileri çoğu durumda günde 10-12 saat, zor koşullarda çalışmaktadır. Çocuklar ve kadınlar tarımsal ücretli işçiliğin temel aktörleridir. Tarım işçiliği yapan Suriyeli sığınmacılar meslekleri olmadığı ve başka iş bulamadığından bu işleri yapmaktadır. Düşük günlük ücretlerin olduğu tarım sektöründe kazançlarını artırmanın ve kalabalık aileleri geçindirmenin yolu, aile ve akrabaların çocuklarla birlikte çalışmasıdır. Suriyeli sığınmacılar özellikle Adana-Mersin-Şanlıurfa-Gaziantep bölgesinde tarımda yaygın olarak çalışmaktadır.

Kayıt dışılığın yaygın olduğu tekstil sektöründe düşük ücretler, güvencesizlik ve yüksek çalışma saatleri bulunmaktadır. Küçük ve orta ölçekli tekstil firmaları, uluslararası büyük tekellerin tedarikçisidir ve kendilerinin de fason alt tedarikçileri bulunmaktadır. Böylelikle bu uluslararası tekeller tedarikçi firmalarda kayıt dışı çalışan ucuz işgücünün aşırı sömürüsü üzerinden emperyalist payını almaktadır. İstanbul’daki tekstil işçileri arasında yapılan bir araştırmaya göre, işçilerin ancak yüzde 2,3’ü haftada yasal çalışma süresi olan 45 saat çalıştığını ifade etmiştir. İşçilerin yüzde 14,26’sı haftada 46-50 saat, yüzde 32,17’si haftada 51-55 saat, yüzde 19,73’ü haftada 56-60 saat, yüzde 16,58’i haftada 61-65 saat, yüzde 14,93’ü ise haftada 65 saatten fazla çalışmaktadır. Yerli ve sığınmacı tüm İşçilerin 3’te 1’inin ücreti asgari ücretin altındayken, Suriyeli tüm işçilerin yaklaşık yarısı, Suriyeli sığınmacı kadın işçilerinse tamamı asgari ücretin altında çalışmaktadır. Yerli işçiler arasında asgari ücretin altındaki bir ücretle çalışan işçiler yaklaşık yüzde 20’lik bir orandadır. Sigortasız ve kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu sektörde işçiler hem cinsiyet hem de Türkiyeli/Suriyeli olmak bakımından ayrışmakta ve emek piyasasının en üstünde Türkiyeli erkek işçiler, ikinci seviyede Türkiyeli kadın işçiler, üçüncü seviyede Suriyeli erkek işçiler, ücret skalasının en altında ise Suriyeli kadın işçiler yer almaktadır. İstanbul’da tekstil sektöründeki Suriyeli işçilerin yüzde 98,6’sı kirada oturmakta, bu konutlarda işçilerin yüzde 54’ü 7’den fazla kişiyle birlikte yaşamaktadır, öyle ki 10’den fazla kişiyle birlikte yaşayan işçilerin oranının yaklaşık yüzde 26 düzeyinde olduğu saptanmıştır.

Gelişmekte olan ülkelerde inşaat işçilerinin önemli bir kısmı kırdan kente göç eden birinci kuşak işçilerden oluşmaktadır. Türkiye’de inşaat işgücü piyasasının sayısal olarak önemli bir kısmını Kürt kökenli işçilerin oluşturduğu tahmin edilmektedir. Taşeronlaşma düşük ücret karşılığında çalışmaya razı, daha hızlı çalışabilecek, iş güvenliği önlemlerinin alınmadığı ortamlarda çalışmaya itiraz etmeyecek işçileri inşaat sektörüne dahil etmektedir. Suriyeli işçilerin daha düşük ücretle çalışmaları, daha uzun saatler boyunca çalıştırılmaları, sosyal güvencelerinin olmaması gibi etkenler taşeronların yerli işçiler yerine Suriyeli göçmen işçileri çalıştırmayı tercih edebilmelerine neden olmaktadır. Amaçlanan sömürü oranını artırmaktır. Suriyeli sığınmacı işçiler inşaat sektörüne dahil oldukları yerlerde işçiler arasındaki rekabeti artırmıştır.

400 bin Suriyeli çocuk okula gitmiyor

Geçici koruma altındaki Suriyelilerin yaklaşık 1 milyon 124 bin 353’ü zorunlu eğitim çağındaki çocuklardır. 2021’in Kasım ayı itibariyle okul çağındaki Suriyeli çocukların yüzde 65’i devlet okullarına devam etmektedir. Yaklaşık olarak 400.000 Suriyeli çocuk okul dışındadır. 2020-21 eğitim yılı için ilk ve ortaokul düzeyinde okullaşma neredeyse yüzde 80 iken, lise düzeyinde okula gitme oranı yüzde 39 düzeyindedir (yerlilerde yaklaşık yüzde 85). Okula gitmeyen sığınmacı çocuklar ya ev içi işlerde çalışmakta (özellikle kız çocuklar) ya da ailelerinin yoksul olması yüzünden gelir sağlamak amacıyla çocuk işçi olarak çalışmak zorunda kalmaktadır. Suriyeli çocuk ve gençlerin ailelerinin gelirini artırmak amacıyla düşük ücretler karşılığında yevmiye usulü çalışmak zorunda oldukları bilinmektedir. Sığınmacı çocukların çalışma yaşının 6’ya kadar düştüğü saptanmıştır. 15-17 yaşındaki Suriyeli sığınmacı erkek çocukların yüzde 48’i ücretli bir işte çalışmaktadır. Bu oran, savaş öncesi Suriye’deki orandan (yüzde 29) çok daha yüksektir. Sığınmacı çocukların hakkı olan eğitimden mahrum kalmaları ve çocuk işçi olmaları, büyük bir sorundur. Tıpkı zorunlu eğitim çağında olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çocukların yüzde 3,9’unun, yani yaklaşık 612 bin 814 çocuğun eğitim dışında bulunması gibi.

Sığınmacı çocuk işçiler sanayide tekstil ya da ayakkabı atölyelerinde, araba tamirhanelerinde, hizmet sektöründe ya da sokaklarda çok düşük ücretlerle/kazançlarla, 12 saate varan çalışma süreleri boyunca çalışmaktadır. Yerli küçük atölyelerde olduğu kadar, dünyaca ünlü markaların/uluslararası firmaların tedarikçilerine ait fabrikalarda da bu çocuklar, erişkin Suriyeli sığınmacılarla birlikte iliğine kadar vampir sermayedarlar tarafından sömürülmektedir. Suriyeli sığınmacı çocukların işçilik yapmasının temel nedeni ailelerinin yoksulluğudur.

İstanbul’da 12-24 yaş arası Suriyeli genç ve çocuklar arasında yapılan bir araştırmada, bu insanların karşılaştıkları sorunların eğitime devam edememe, çalışacak iş bulamama, Türkçe konuşamama, yoksulluk, sömürü, ayrımcılık ve sosyal hizmetlere sınırlı erişim olduğu saptanmıştır.

Suriyeliler suç oranını artırıyor mu?

Emperyalist ülkelerin vekil savaşından/ülkelerindeki iç savaştan kaçıp, ülkemize sığınmış Suriyelilerin yüzde 74’ünü (2 milyon 291 bin 126 kişi) kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. 18 yaş altında olanların/çocukların Suriyeli sığınmacılar içerisindeki payı yüzde 50’dir. Kadınlarda ve çocuklardaki suç oranlarının, erkeklerdekine göre düşük olduğu bilinmektedir. Resmi rakamlara göre sığınmacıların suç oranı 2014 yılından itibaren 2022 yılına kadar yüzde 1,32 düzeyindedir. Buna göre Suriyeli sığınmacılar arasında 100 binde 1320 kişi suç işlemektedir. 2021 yılında Türkiye’de 3 milyon 290 bin 195 ceza davası açılmış, bunların 2 milyon 529 bin 492'sinde (yüzde 50,6) mahkûmiyet kararı verilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de 100 bin kişiden 2984 kişinin mahkûmiyetle sonuçlanmış suçu bulunmaktadır. Öyleyse sığınmacıların suç oranlarını artırdığı ve daha çok suç işledikleri düşüncesi, yanlıştır. 2022 yılında yayınlanan bir araştırma da Suriyelilerin suç istatistiklerine anlamlı bir etkisi olmadığını göstermiştir. Ayrıca bir çalışmada “son 5 yıl içinde bir Suriyeliden zarar gördünüz mü?” şeklinde sorulmuş, katılımcılardan yüzde 11,4’ü bizzat kendisinin, yüzde 6,8’si ailesinin zarar gördüğünü belirtirken, yüzde 30,8’i duyumlara dayalı olarak çevresindekilerin zarar gördüğünü ifade etmiştir. Suriyeli sığınmacılardan kendisinin ya da ailesinin zarar görmediğini belirtenlerin oranı kabaca 10’da 9’düzeyinde olup, Suriyelilerin suçlara daha fazla karıştıkları iddiası bir “şehir efsanesi”dir.

Suriyeli göçmenlerin ekonomik etkisi sonucu Türkiye Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH)’sının kısa dönemde yüzde 2, uzun dönemde yüzde 4 artması beklenmektedir. Bu oranların oldukça düşük olması, Suriyeli sığınmacıların sömürüsü üzerinden ortaya çıkan değer büyüklüğünün çok fazla olmadığını göstermektedir. Fakat kayıt dışı sektörde sığınmacılar üzerindeki sömürü derecesinin (artık-değer oranının) yüksek olması, patronların iştahını kabartmakta, ellerini ovuşturmaktadır.

Suriyeli sığınmacıların çoğunluğunun ülkemize geliş nedeninin zorunluluktan kaynaklandığı, emperyalist ülke devletlerinin Suriye’de yürüttükleri vekalet savaşı nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları bilinmektedir. Türk-İş’in 2020 yılı başlarında yayınlanan araştırmasına göre, savaş nedeniyle sığınmacılar arasında her iki evden birinde bir kişi ölmüş ve Suriyelilerin yüzde 76,5’i can güvenliği nedeniyle Türkiye’ye gelmiştir. Suriye’de iç savaşın son bulması ve Suriyeli sığınmacıların büyük çoğunluğunun ülkelerine dönmesi yakın-orta vadede mümkün görünmemektedir. Türkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı, Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen göçmen emekçileri örgütsüz olduklarından ucuz işgüçleri olarak vahşice sömürmeye devam etmektedir. Sığınmacı işçilerin insanca yaşam ve iş koşullarına kavuşmaları, çocuklarının eğitim alması için mücadeleye koyulmaları ve ülkemizdeki diğer emekçilerle birlikte örgütlenmeleri gerekmektedir.

Notlar:

i.               Ocak 2016 tarihinde geçici koruma altındaki Suriyelilere çalışma izni hakkı tanınmıştır. Yasal düzenlemeye göre çalışma izni başvurusunu patron yapmakta ve yıllık çalışma izni harcını yatırmaktadır. Çalışma izni olan Suriyelilerin en az asgari ücret alması gerekir. Çalışma iznine sahip olabilmek için geçici koruma altındaki Suriyelinin en az 6 ay kayıtlı olması gereklidir ve işçiler ancak kayıtlı olduğu ilde çalışma hakkına sahiptir. Bir işyerinde çalışan Suriyeli sayısı toplam çalışanın yüzde 10’unu geçmemelidir (Çalışma İzni Yönetmeliği, 2016). Bu düzenleme ve patronların kârlarını artırma isteği, sığınmacıların kayıt dışı, eş deyişle yasal olmayan çalışmasını getirmektedir. Sigortasız, düşük ücretlerle ve uzun saatler boyunca…

ii.       Prekarya, işçi sınıfının en alttaki bölmesi olup, çalışma hayatında istihdam güvencesi, iş güvencesi, çalışma güvenliği, vasıfların yeniden üretiminin güvencesi, gelir güvencesi gibi çeşitli güvencelerden yoksun olanlardan oluşmaktadır.

iii.           Kayıt dışı ekonomi yasal ürün ve hizmetlerin kamu otoritesinin bilgisi dışında üretilmesidir. Ya işyeri kayıt dışıdır, devlete kaydı yapılmamıştır ya da işyeri ve işyerindeki bazı çalışanlar kayıtlıyken diğer çalışanların kaydı yapılmamıştır. Patronların bir hilesi olarak “elden ödemeler” de kayıt dışıdır. Bu durumda işçilerin yasal, kayıtlı ücreti gerçek ücretlerinin altında gösterilmekte ve patronlar bu sayede daha az prim ödemektedir. Türkiye’de ekonominin yaklaşık 1/3’ü kayıt dışıdır.

Kaynaklar:

1.       https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638

2.       https://www.unhcr.org/tr/turkiyedeki-multeciler-ve-siginmacilar

3.       https://teyit.org/dosya/turkiyedeki-siginmaci-sayisi-veriler-ne-soyluyor

4.       https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1129860

5.       https://www.calismatoplum.org/wp-content/uploads/2024/05/cvt_2018_56-2.pdf

6.       https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1439333

7.       https://www.csgb.gov.tr/istatistikler/calisma-hayati-istatistikleri/resmi-istatistik-programi/calisma-izin-istatistikleri/

8.       https://users.metu.edu.tr/etaymaz/gocun_ekonomisi.html

9.    https://www.unicef.org/turkiye/media/15891/file/TyüzdeC3yüzde9CRKyüzdeC4yüzdeB0YEyüzdeE2yüzde80yüzde99DEyüzde20GEyüzdeC3yüzde87yüzdeC4yüzdeB0CyüzdeC4yüzdeB0yüzde20KORUMAyüzde20ALTINDAyüzde20OLANyüzde20SURyüzdeC4yüzdeB0YELyüzdeC4yüzdeB0yüzde20yüzdeC3yüzde87OCUKLARAyüzde20YyüzdeC3yüzde96NELyüzdeC4yüzdeB0Kyüzde20EyüzdeC4yüzde9EyüzdeC4yüzdeB0TyüzdeC4yüzdeB0Myüzde20MyüzdeC3yüzde9CDAHALESyüzdeC4yüzdeB0NyüzdeC4yüzdeB0Nyüzde20BELGELENDyüzdeC4yüzdeB0RyüzdeC4yüzdeB0LMESyüzdeC4yüzdeB0yüzde20yüzdeE2yüzde80yüzde93yüzde20NyüzdeC4yüzdeB0HAyüzdeC4yüzdeB0yüzde20RAPOR.pdf

10.    https://www.egitimreformugirisimi.org/egitim-izleme-raporu-2024/

11.    https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/

12.    https://t24.com.tr/haber/turkiye-de-suc-oranlari-artiyor,1057612

13.    https://archive.md/ADHql

14.    Suriyeliler Barometresi 2020

15.    http://kutuphane.turkis.org.tr/cgi-bin/koha/opac-retrieve-file.pl?id=be422972aeb357a219acec109d0bae20

16.    https://www.bbc.com/turkce/articles/cn9dqn9eldpo#:~:text=Suriyelilerinyüzde20belirliyüzde20yerlereyüzde20yoyüzdeC4yüzde9FunlayüzdeC5yüzde9FmasyüzdeC4yüzdeB1nyüzdeC4yüzdeB1yüzde20engellemeye,sonucuyüzde20olarakyüzde20Suriyelilerinyüzde20sayyüzdeC4yüzdeB1syüzdeC4yüzdeB1yüzde20azalyüzdeC4yüzdeB1yor.

17.    https://calismaortami.fisek.org.tr/icerik/gocmen-isciler-neden-orgutlenmeli-nasil-orgutlenmeli/

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...