MAR
 |
| Mayıs 1920. Mustafa Kemal, Ethem Bey ve savaşçılarını Ankara garında karşılarken. |
1.
Giriş
Marx, Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı-Önsöz’de, toplumsal devrimin, bir toplumun üretim
ilişkilerindeki (altyapı) dönüşümlerin, devlet ve ideoloji gibi üstyapı
unsurlarını yeniden şekillendirmesiyle gerçekleştiğini belirtir. Marx’a göre,
üretim ilişkilerindeki değişimler, eski düzenin çözülmesiyle yeni bir toplumsal
düzenin ortaya çıkmasını sağlar; bu süreç, sınıfsal mücadeleler ve siyasal
devrimlerle şekillenir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemi, Marx’ın bu
çerçevesiyle analiz edildiğinde, feodal-haraççı hibrit yapıdan kapitalist üretim
ilişkilerine geçişin sancılı bir toplumsal devrim süreci olarak görülebilir.
Osmanlı’nın çokuluslu yapısı,
farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplumsal bileşenlerden oluşuyordu ve bu,
yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, çok sayıda devletin Osmanlı’dan
doğmasını sağladı (Tezler, 118). Bu yapı, Osmanlı’nın yalnızca bir Türk devleti
olmadığını ve tek bir kavramla tanımlanamayacağını gösterir. Osmanlı,
kapitalizm öncesi bir coğrafyada yerel oluşumları dönüştürmeden bir arada tutan
bir üst örgütlenmeydi (Tezler, 119). Osmanlı’nın merkeziyetçi “yönetmenlik
devletçiliği” ve tımar sistemi, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini uzun
süre engellemiş, ancak 17. yüzyıldan itibaren tımar sisteminin çözülmesi,
ayanların (yerel liderler veya taşra elitleri) ticari tarımı ve gayrimüslim
tüccarların uluslararası ticaret ağları, kapitalist ilişkilerin filizlenmesini
sağlamıştır. 19. yüzyılda, özellikle Tanzimat reformları ve 1838 Ticaret
Anlaşması ile bu ilişkilerin gelişimi hızlanmış, bürokrasi ve ordu öncülüğünde
modern bir kapitalist devlet yapısı oluşmuştur.
Makalede sıkça kullanılan
“devşirme rejimi” (gayrimüslim çocuklardan seçilip eğitilerek devlet hizmetine
alınan kişilerce yönetim sistemi) ve “devlet sınıfı” kavramları, Osmanlı’nın
özgün yapısını açıklamak için Yalçın Küçük tarafından geliştirilmiştir. Marksist
sınıflandırmada, sınıflar üretim araçlarına sahip olma temelinde tanımlanır;
ancak Osmanlı’da üretim araçlarının kontrolü büyük ölçüde devletin elindeydi.
Osmanlı’da başat mülkiyet türünün devlet mülkiyeti olması, tımar topraklarının
büyük kısmını kapsayan merkezi denetim ve sipahilerin aristokrat bir sınıf
olamaması, bu özgünlüğü yansıtır (Tezler, 126). Devşirme elitler (kapıkulu ve
ulema) ve bürokrasi, üretim fazlasına el koyarak bir “devlet sınıfı”
oluşturmuştur. Bu, Batı’daki feodal veya burjuva sınıflardan farklıdır, çünkü
Osmanlı, feodal öncesi ve Asya tipi öğelerin etkisiyle şekillenmiş, ancak 17.
yüzyılda ayanların Sened-i İttifak’la (1808) feodal eğilimleri güçlendirme
çabası merkezi bürokrasi tarafından engellenmiştir (Tezler, 123). Taner Timur, Osmanlı
Toplumsal Düzeni’nde, bu yapıyı Asyatik üretim tarzı (ATÜT) ile
ilişkilendirir ve devletin ekonomik kontrolünün, bağımsız bir burjuva sınıfının
oluşmasını engellediğini savunur. Erik Jan Zürcher ise, Turkey: A Modern
History’de, Osmanlı’nın sınıfsal yapısını daha esnek bir şekilde ele alır
ve devletin ekonomik kontrolünün, ayanların ve gayrimüslim tüccarların
kapitalist ilişkileri geliştirmesine olanak tanıdığını belirtir. Bu
perspektifler, Küçük’ün “devlet sınıfı” kavramını tamamlar, ancak Osmanlı’nın
sınıfsal dinamiklerini daha geniş bir bağlamda ele alır.
Bu çalışmada, Türkiye burjuva
devrimi, toplumsal devrim (ekonomik altyapının dönüşümü) ile siyasal reformlar
ve devrim (devlet yapısının modernleşmesi ve dönüşümü) süreçlerinin iç içe
geçtiği, 1839-1940 arasında uzun bir zamana yayılan ve tedrici reformlarla
ilerleyen bir tarihsel kesit olarak ele alınmaktadır. Osmanlı’nın çöküş
döneminde, pamuk ihracatı ve erken sanayi atölyeleriyle filizlenen kapitalist
üretim ilişkileri, burjuva sınıfının oluşumunu hızlandıran 1908 Jön Türk
Devrimi ve 1919-1923 Kurtuluş Savaşı gibi siyasal sıçramalarla, bürokrasi ve
ordu öncülüğünde güçlenmiştir.
Osmanlı, uluslararası ticaret
yollarının Atlantik’e kaymasıyla (16. yüzyıl sonları) dünya kapitalist pazarına
hammadde sağlayıcısı olarak bağlanmış, bu da çöküş sürecini hızlandırmıştır
(Tezler, 130-131). Emperyalizm, sömürgecilikten farklı olarak, kapitalizmin
ileri bir evresidir ve Osmanlı’nın yarı-sömürge konumu bu bağlamda
şekillenmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’nın emperyalizmin
yarı-sömürgesi haline gelmesi, bağımsız devlet işlevlerini kısmen kaybetmesi ve
sermaye birikiminin Selanik, Ege, Akdeniz gibi bölgelerde hızlanması,
kapitalist ilişkilerin mayalanmasını sağlamıştır (Tezler, 137, 133). Kurtuluş
Savaşı, anti-kapitalist bir mücadele olmadığından doğrudan sosyalist bir
anti-emperyalizm olarak tanımlanamaz, ancak İtilaf Devletleri’nin işgaline
karşı anti-kolonyalist ve Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı
anti-emperyalist bir mücadele olarak görülebilir. Ekim Devrimi’nin etkisiyle
emperyalistlerin Türkiye’yi bölme planlarından vazgeçmesi, Türk burjuva
devriminin başarısında kritik bir rol oynamıştır (Tezler, 144, 150). 1908
Devrimi, bürokrasi ve ordunun öncülüğünde anayasal düzeni getirerek siyasal
devrimin bir aşamasını oluştururken, Kurtuluş Savaşı, halkın katılımıyla
anti-kolonyalist bir mücadele olarak burjuva devrimini ulus-devlet inşasıyla
tamamlamıştır. Bu süreçte, 1839’dan 1940’a kadar olan reformlar (Tanzimat, II.
Meşrutiyet, Kemalist reformlar), kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesini
ve modern bir burjuva devletinin oluşumunu sağlamıştır. 1908 ve 1919-1923
siyasal devrimleri, bu uzun toplumsal devrim sürecinin sıçrama noktaları olarak
yorumlanabilir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, halkın, özellikle köylü
sınıfının Kurtuluş Savaşı’ndaki katılımıyla güçlenmiş, ancak Kemalistlerin
elitist reformlarının halktan kopukluğu ve kapitalizm öncesi sınıflarla
uzlaşması, devrimin otoriter bir tek parti rejimiyle sonuçlanmasına yol
açmıştır. Bu perspektif, Türkiye burjuva devrimini, altyapı ve üstyapının
karşılıklı etkileşim içinde dönüştüğü, uzun erimli ve karmaşık bir süreç olarak
tanımlar.
2. Toplumsal Devrimin
Kökenleri: Osmanlı’nın Eski Düzeninin Çöküşü
Türkiye’de kapitalist “toplumsal
devrim” (toplumun feodal-haraççı hibrit yapıdan kapitalist bir düzene geçiş
süreci), Osmanlı İmparatorluğu’nun eski düzeninin iç ve dış sorunlar nedeniyle
çökmeye başladığı 17. ve 18. yüzyıllarda başladı. Osmanlı, çokuluslu bir
imparatorluk olarak, farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplulukları bir arada
tutan bir üst örgütlenmeydi ve tek bir üretim biçimiyle tanımlanamaz (Tezler,
118-119). Osmanlı Devleti, üretimi kendisi organize etmek yerine, üretimi
düzenleyen ve denetleyen bir sistemle yönetiliyordu. Bu sisteme “yönetmenlik
devletçiliği” denir, yani devlet, ekonomiyi kontrol eder ama doğrudan üretim
yapmazdı. Devletin üstün mülkiyeti, tımar topraklarının büyük kısmını
kapsıyordu; reaya (üretici köylüler) sadece kullanma ve miras bırakma hakkına
sahipti, ancak artı-ürüne devlet el koyuyordu (Tezler, 126). Üretilen malların
fazlası (artı-ürün), vergiden muaf olan üç grup arasında paylaşılıyordu: ümera
(askeri-idari yöneticiler), ulema (din ve hukuk işlerini yürüten alimler) ve
kapıkulu (padişaha bağlı özel askerler ve memurlar). Bu yapı, Batı’daki gibi
güçlü bir feodal sınıfın (toprak ağaları) oluşmasını engelledi veya bağımsız
bir burjuva sınıfının (ticaretle zenginleşen tüccarlar) oluşmasını frenledi;
tüm güç merkezde, yani padişahta toplandı. Osmanlı, Bizans’ın merkeziyetçi
mirasını devralmış, feodal eğilimleri engellemiş, ancak 17. yüzyılda ayanların
bölgesel güç biriktirmesiyle feodal unsurlar belirmiştir (Tezler, 123). Bu
merkeziyetçi sistem, kapitalist üretim ilişkilerinin (ticaret ve sanayiye
dayalı ekonomi) gelişmesini geciktirdi. Ancak, 17. yüzyılda tımar sisteminin
çözülmesiyle ayanlar (yerel liderler veya taşra elitleri) taşrada ekonomik güç
kazandı ve tarımsal üretimi yerel pazarlara yönlendirdi; pamuk ihracatı önemli
bir paya sahipti ve ayanların kontrol ettiği yerel pazarlar büyüme gösterdi
(Pamuk). Ayanların 1808’de Sened-i İttifak ile hükümdara karşı özerklik kazanma
çabası, II. Mahmud’un merkezi bürokrasiyi güçlendiren politikalarıyla
bastırılmıştır. 18. yüzyılda, gayrimüslim tüccarlar (Rum, Ermeni, Yahudi)
Avrupa’yla ticaret ağları kurarak Osmanlı ekonomisini dünya pazarlarına entegre
etti; dış ticaretteki payları yüksekti ve toplam ihracat arttı (Pamuk).
Uluslararası ticaret yollarının
Atlantik’e kayması, fetihlerin ekonomik maliyetinin artması ve Osmanlı’nın
dünya kapitalist sistemine hammadde sağlayıcısı olarak eklemlenmesi, ticaret
tekelini kırarak çöküş sürecini hızlandırmıştır. Osmanlı düzeninin çözülüşü,
tımar sisteminin zayıflaması ve Celali İsyanları’yla hızlandı; ayanların ticari
tarımı (örneğin, Ege’de pamuk üretimi) ve gayrimüslim tüccarların uluslararası
ticaret ağları, kapitalist toplumsal ilişkilerin filizlenmesini sağladı
(İnalcık).
3. Devşirme Rejimi ve Devlet
Sınıfı
Osmanlı’nın “devşirme rejimi”,
üretim araçlarının devlet kontrolünde olduğu bir sistemde, devşirme elitlerin
(kapıkulu ve ulema) üretim fazlasına el koymasıyla bir “devlet sınıfı”
oluşturduğunu gösterir. Tımar sisteminde sipahiler, devletin atadığı kişiler
olarak rant elde ediyor, ancak merkezi denetim nedeniyle aristokrat bir sınıf
olamıyordu (Tezler, 126). Bu, Marksist sınıflandırmada feodal veya burjuva
sınıflardan farklıdır, çünkü bu elitler, üretim araçlarına doğrudan sahip
olmaktan ziyade, devletin merkeziyetçi yapısı aracılığıyla ekonomik güç elde
etmiştir. Osmanlı, feodal öncesi ve Asya tipi öğelerin etkisiyle şekillenmiş,
ancak Rumeli, Mısır ve Ege adaları gibi bölgelerde özel mülkiyet biçimleri de
(arpalıklar, malikane-divani) gelişmiştir (Tezler, 127). Taner Timur, Osmanlı
Toplumsal Düzeni’nde, bu yapıyı Asyatik üretim tarzıyla (ATÜT)
ilişkilendirerek, devletin ekonomik kontrolünün, bağımsız bir burjuva sınıfının
oluşmasını engellediğini savunur. Timur’a göre, ATÜT, devletin üretim araçları
üzerindeki üstün mülkiyetine dayalı bir haraççı sistem olarak, feodalizmden
farklı bir sınıfsal dinamik yaratmış; bu, Osmanlı’nın “devlet sınıfı”nın,
üretim fazlasını kontrol eden bir elit olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır
(Timur, 1994). Yalçın Küçük’ün “devşirme rejimi” ve “devlet sınıfı” kavramları,
bu ATÜT çerçevesini tamamlar; devşirme elitler, padişahın otoritesi altında
üretim fazlasına el koyarak, Batı’daki feodal aristokrasi veya burjuvaziden
farklı bir konuma yerleşmiştir. Erik Jan Zürcher ise, Osmanlı’nın sınıfsal
yapısını daha esnek bir şekilde ele alır ve devletin ekonomik kontrolünün,
yerel elitlerin (ayanlar) ve gayrimüslim tüccarların kapitalist ilişkileri
geliştirmesine olanak tanıdığını belirtir (Zürcher, 2004). Ancak, Timur’un ATÜT
analizi, Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısının, burjuva sınıfının oluşumunu
geciktirdiğini ve devletin ekonomik kontrolünün, sınıfsal dinamikleri “devlet
sınıfı” etrafında şekillendirdiğini daha net bir şekilde açıklar. Bu yapı, 17.
yüzyılda tımar sisteminin çözülmesi ve ayanların ticari tarımla güç
kazanmasıyla dönüşmeye başlamış, ancak bağımsız bir burjuva sınıfının oluşumu,
Osmanlı’nın yarı-sömürge konumu ve devletin merkeziyetçi mirası nedeniyle
sınırlı kalmıştır (Timur, 1994).
4. Tanzimat Reformları:
Modernleşme ve Bürokratik Dönüşüm
Tanzimat dönemi (1839-1876),
Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal-haraççı hibrit yapısından kapitalist üretim
ilişkilerine geçiş sürecinde, bürokrasi öncülüğünde gerçekleştirilen
modernleşme ve reform hareketlerinin başlangıcıdır. 3 Kasım 1839’da ilan edilen
Tanzimat Fermanı, özel mülkiyeti koruma ve hukuksal eşitlik vaadiyle,
kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesini hızlandıran temel bir belge
olmuştur (Tezler, 134). Tanzimat, Batı’ya karşı direnmek ve rekabet etmek için
bürokrasi tarafından tasarlanan idari, hukuki ve ekonomik değişikliklerle
şekillenmiş, ancak İngiltere’nin ekonomik ve siyasi baskısının yoğunlaştığı bir
dönemde gerçekleştiği için hem bir zorunluluk hem de yarı-sömürge koşullara
bağımlı bir süreçtir.
Tanzimat’ın Hedefleri ve
Reformları
Tanzimat Fermanı, Osmanlı
Devleti’nin modernleşme sürecini hızlandırmayı ve merkezi otoriteyi
güçlendirmeyi amaçlayan bir dizi hedef etrafında şekillenmiştir:
- Merkezi
İktidarı Güçlendirmek:
Ayanlar ve eşrafın bölgesel gücünü kırarak devlet iktidarını
sağlamlaştırmak.
- Modern
Bir Devlet Kurmak:
Orduyu ve idari yapıyı modernleştirmek, vergileri düzenlemek ve
bürokrasiyi rasyonelleştirmek.
- Hukuksal
Eşitlik: Gayrimüslim
topluluklara eşit haklar tanıyarak bağımsızlık hareketlerini önlemek ve
Avrupa’nın müdahale bahanelerini ortadan kaldırmak.
Bu
hedefler doğrultusunda, Tanzimat reformları, Osmanlı hukuk düzeninde dini hukuk
egemenliğini sürdürürken dünyevi yasalarla (kanun) bir ikilik oluşturmuştur, bu
da modernleşmenin paradoksal karakterini yansıtır (Tezler, 136). Reformlar,
devlet ile ayanların ve gayrimüslimlerin özerklik talepleri arasındaki
çatışmayı çözmeyi hedeflemiş, ancak genellikle bürokrasinin çıkarlarına hizmet
etmiştir. 1858 Arazi Kanunnamesi, özel mülkiyeti teşvik ederek tarımsal
üretimin ticarileşmesini sağlamış; 1840-1870 arasında pamuk ihracatı önemli
ölçüde artarken, İstanbul ve İzmir’de tekstil atölyeleri kurulmuştur, bu da
erken sanayi kapitalizmine işaret etmektedir (Quataert; Pamuk). Ancak,
köylülerden alınan vergi devlet gelirinin önemli bir kısmını oluşturuyordu, bu
da köylülüğün sömürüsünün devam ettiğini ve altyapının feodal-haraççı hibrit
karakterini koruduğunu gösterir (Pamuk).
Ekonomik
ve Sosyal Etkiler
Tanzimat’tan
bir yıl önce, 16 Ağustos 1838’de İngiltere ile yapılan Ticaret Anlaşması,
Osmanlı’yı dünya kapitalist pazarına entegre ederek özel mülkiyeti koruma
altına almış ve gayrimüslim tüccarların (Rum ve Ermeni) ekonomik gücünü
artırmıştır. Anlaşma, gümrük vergilerini düşürerek serbest ticareti getirirken,
Batı mallarının rekabeti nedeniyle yerel tekstil üretimi düşmüş, buna karşın
pamuk ihracatı artmıştır (Pamuk). Gayrimüslim tüccarların dış ticaretteki payı
yüksek seviyelere ulaşmış, bu da Müslüman burjuvazinin gelişimini frenlemiş ve
etnik gerilimleri tetiklemiştir (Pamuk). Yalçın Küçük, bu anlaşmayı,
Osmanlı’nın “kapitülasyonlar rejimi”nin bir uzantısı olarak görür ve
gayrimüslim tüccarların “komprador” haline geldiğini savunur. Feroz Ahmad,
anlaşmanın Osmanlı ekonomisini Batı’ya bağımlı hale getirdiğini ve gayrimüslim
tüccarların ekonomik hegemonyasını güçlendirdiğini belirtir (Ahmad, 1995).
Taner Timur, anlaşmanın Osmanlı’yı dünya kapitalizmine bağımlı bir hammadde
sağlayıcısı haline getirdiğini ve yerel sanayinin çöküşünü hızlandırdığını
vurgular (Timur, 1994). Erik Jan Zürcher ise, gayrimüslim tüccarların ekonomik
gücünün Müslüman burjuvazinin zayıflığını pekiştirdiğini ve etnik gerilimleri
artırdığını belirtir (Zürcher, 2004). Bu süreç, Osmanlı’nın 19. yüzyılın ikinci
yarısında emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelerek bağımsız devlet
işlevlerini kısmen kaybetmesine yol açmıştır (Tezler, 137).
Tanzimat’ın
idari reformları da önemli dönüşümler yaratmıştır. Meclis-i Vala gibi yapılar
kurulmuş, sadrazamlık bir memuriyet haline getirilerek “hükümet” kavramı
oluşturulmuş, 1843’te sadrazamın özel gelirleri yasaklanmış ve 1850’de Dahiliye
Vekaleti (İçişleri Bakanlığı) kurulmuştur. Askerlik süresi beş yılla
sınırlandırılmış, Harbiye gibi modern askeri okullar açılmıştır. Bu reformlar,
bürokratik burjuvaziyi güçlendirirken, Osmanlı’nın modernleşmesini
hızlandırmıştır. Ancak, reformlar için alınan dış borçlar, Osmanlı’yı Batı’ya
bağımlı hale getirmiş; 1854-1874 arasında dış borç önemli seviyelere ulaşmış ve
1875’te devlet iflas etmiştir. Küçük, 1875 iflasını, Osmanlı’nın yarı-sömürge
statüsünün bir sonucu olarak görür ve 1881’de kurulan Düyun-u Umumiye’nin
devletin mali egemenliğini kaybetmesine yol açtığını değerlendirir. Ahmad, dış
borçların Osmanlı’yı mali olarak Batı’ya bağımlı hale getirdiğini, Timur ise
iflasın dünya kapitalizmine bağımlılığın bir sonucu olduğunu ve bürokrasinin
reformlarının bu bağımlılığı çözemediğini savunur (Ahmad, 1995; Timur, 1994).
Tanzimat’ın
Çelişkileri ve Sınırlılıkları
Tanzimat
reformları, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini hızlandırırken,
Osmanlı’nın yarı-sömürge koşullarında gerçekleşmesi nedeniyle sınırlı
kalmıştır. Küçük, Tanzimat’ı, bürokrasinin halktan kopuk bir şekilde Batı’yla
uzlaşma arayışı olarak değerlendirir ve yarı-sömürge konumun bir aşaması olarak
görür. Ahmad, Tanzimat’ın, bürokrasinin Batı modelini taklit ederek devleti
modernleştirme çabası olduğunu, ancak ekonomik bağımlılığı artırdığını ve
halktan kopuk kaldığını vurgular (Ahmad, 1995). Zürcher, reformların
bürokrasinin modernleşme çabalarını hızlandırdığını, ancak gayrimüslim
toplulukların ekonomik gücünün artmasıyla etnik gerilimleri tetiklediğini
belirtir (Zürcher, 2004). Timur, Tanzimat’ın, devletin haraççı yapısının
mirasının reformların halk tabanından yoksun olmasına yol açtığını savunur
(Timur, 1994). Örneğin, II. Mahmud’un vergi reformu, Kürt aşiret beylerinin
gücünü artırırken, Ermeni köylülerini hem devlete hem de Kürt beylerine haraç
ödemek zorunda bırakmış; bu, 1893-1896 Ermeni ayaklanmalarının ve “Ermeni
sorunu”nun temel nedenlerinden biri olmuştur (Tezler, 125). Tanzimat, toplumsal
devrim döneminin siyasal reformlarının bir parçası olarak, kapitalist üretim
ilişkilerini teşvik etmiş, ancak bürokrasinin elitist yaklaşımı ve yarı-sömürge
koşullar, reformların demokratik bir tabana oturmasını engellemiştir.
5.
Genç Osmanlılar ve Meşrutiyet Arayışı: İlk Anayasal Deneyim
Tanzimat,
burjuva siyasal bilince sahip aydın ve orta düzey bürokrat kesimi yarattı. Bu
kesim, reformların daha ileri gitmesini talep ederek siyasete katıldı ve “Genç
Osmanlılar” olarak anıldı. İslamcılıktan Batıcılığa kadar farklı görüşleri olan
bu aydınlar, 1865’te gizli bir örgüt (İttifak-ı Hakimiyet) kurdu, ama başarısız
bir darbe girişiminden sonra Avrupa’ya kaçarak Genç Osmanlılar Cemiyeti’ni
oluşturdu. Ortak talepleri, anayasal bir düzen ve meşrutiyetti (padişahın
yetkilerinin sınırlandırıldığı bir yönetim). Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali
Suavi gibi isimler, Osmanlıcılık ideolojisiyle, Batı tipi anayasal düzeni ve
İslam’la uyumlu modernleşmeyi savundular. Osmanlıcılık, imparatorluğu bir arada
tutmayı amaçlasa da halk tabanı eksik olduğu için sınırlı kaldı. Ahmad, Jön
Türkler’de, Genç Osmanlılar’ın, Batı’daki liberal fikirlerden (örneğin, 1848
devrimleri) etkilendiğini, ancak Osmanlı’nın sınıfsal yapısı nedeniyle
reformlarının yüzeysel kaldığını belirtir. Zürcher, Genç Osmanlılar’ın
Osmanlıcılık ideolojisinin, çokuluslu imparatorluğu bir arada tutma çabasını
yansıttığını, ancak etnik milliyetçiliklerin yükselişiyle başarısız olduğunu
vurgular. Timur, Genç Osmanlılar’ın, bürokrasinin modernleşme çabalarını
ilerletmeye çalıştığını, ancak sınıfsal taban eksikliği nedeniyle etkilerinin
sınırlı kaldığını savunur.
Genç
Osmanlılar’ın baskısı ve bürokratik elitlerin (özellikle Mithat Paşa’nın)
öncülüğüyle, 1876’da Kanun-ı Esasi (ilk anayasa) ilan edildi ve Meclis-i
Mebusan (parlamento) açıldı. Ancak, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgiyle
sonuçlanması üzerine Sultan II. Abdülhamid meclisi kapattı. Bu yenilgi,
Osmanlı’nın zayıflığını ve askeri modernleşmenin yetersizliğini gösterdi.
Abdülhamid’in meclisi kapatması, merkezi iktidarı koruma çabasıydı, ama burjuva
devriminin anayasal aşamasını geciktirdi. Küçük, Abdülhamid’in istibdadını,
devşirme rejiminin son direnişi olarak görür. Abdülhamid modernleşmeyi
sürdürdü, ama mutlakiyetçi bir şekilde yönetti. Ahmad, Abdülhamid’in
modernleşme çabalarını sürdürdüğünü, ancak bunları mutlakiyetçi bir şekilde
kontrol ettiğini belirtir. Timur, Abdülhamid’in modernleşme çabalarının,
bürokrasinin gücünü koruma amacı taşıdığını ve halk tabanından yoksun olduğunu
savunur. Abdülhamid’in istibdadı, üstyapının mutlakiyetçi karakterini koruma
çabasıydı, ancak eski altyapıdaki ekonomik çözülmeyi engelleyemedi.
6.
1908 Jön Türk Devrimi ve II. Meşrutiyet
Abdülhamid’in
baskıcı rejimine karşı muhalefet, burjuva siyasal bilince sahip kadrolar,
özellikle ordu ve aydınlar arasında gizli örgütlerle devam etti. Bu muhalefetin
merkezi, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) oldu. İTC, özellikle “mektepli
subaylar” arasında güçlendi; 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti, İTC ile birleşerek büyük bir hareket oluşturdu. Niyazi Bey ve Enver
Bey’in Makedonya’daki isyanı büyüyünce, Abdülhamid 23 Temmuz 1908’de Kanun-ı
Esasi’yi yeniden yürürlüğe koydu. 1908 Devrimi, Osmanlı’nın burjuva
devrimciliğinin bir denemesiydi ve İTC’nin burjuva bilinciyle hareket ettiğini
gösterir (Tezler, 140). Devrim, Abdülhamid’in baskıcı rejiminin yarattığı
sınıfsal çatışmaların (bürokrasi ile taşra eşrafı arasındaki gerilim) bir sonucuydu.
İTC, Osmanlıcılık ve Türkçülüğü barındıran farklı ideolojilere sahipti, ancak
Batı’ya karşı modernleşme arayışı, hareketi burjuva devriminin bir sonraki
aşamasına taşıdı.
İTC’nin
“Milli İktisat” politikaları, Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye
dönüştürmeyi hedefledi; 1908-1914 arasında sanayi üretimi arttı ve Müslüman
tüccarların dış ticaretteki payı yükseldi (Pamuk). Türkçülüğe kayış, Müslüman
eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürme hedefini yansıtıyordu; modernleşme ve
milliyetçilik, burjuva devrimini güçlendirdi. Ancak, Türkçülüğün yükselişi,
gayrimüslim toplulukların (özellikle Rum ve Ermeni) dışlanmasına yol açtı ve
etnik çatışmaları artırdı. Türkçülüğün, Ermeni tehciri gibi olaylarla
gayrimüslim burjuvaziyi dışlaması, II. Mahmud’un vergi reformunun Ermeni
köylülerini Kürt beylerine haraç ödemek zorunda bırakmasıyla başlayan “Ermeni
sorunu”nun bir uzantısı olarak, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik
bir düzleme taşıdı (Tezler, 125, 147). Küçük, 1908 Devrimi’ni, devşirme
rejiminin sonu ve burjuva devriminin başlangıcı olarak görür, ancak devrimin
halktan kopuk olduğunu belirtir. Ahmad, 1908 Devrimi’ni, bürokrasi ve ordunun
öncülük ettiği bir modernleşme hareketi olarak değerlendirir, ancak halk
tabanından yoksun olduğunu vurgular. Zürcher, devrimin, bürokrasinin
modernleşme hedeflerini gerçekleştirdiğini, ancak etnik ve dini gerilimleri
artırdığını belirtir. Timur, 1908 Devrimi’nin, kapitalist ilişkilerin gelişimini
hızlandırdığını, ancak feodal unsurlarla uzlaşmasının devrimin demokratik
potansiyelini sınırladığını savunur. Marksist açıdan, 1908 Devrimi, siyasal
devrimin bir zaferiydi, ancak Batı’daki burjuva devrimlerinden farklı olarak,
bürokrasi ve ordu öncülüğünde gerçekleşti. Bürokrasi ve ordu içerisindeki öncü
kadroların siyasal bilinci burjuvaydı.
II.
Meşrutiyet, basın özgürlüğü ve siyasi örgütlenme serbestisi getirdi, ancak aynı
zamanda çalkantılara yol açtı:
- Toprak
Kayıpları: Devrimin
yarattığı iktidar boşluğunda Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak etti,
Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti ve Girit Yunanistan’a katıldı. Bu,
Osmanlı’nın zayıf konumunu ve burjuva devriminin yarı-sömürge koşullarda
gerçekleştiğini gösterdi. Küçük, bu kayıpları, Osmanlı’nın yarı-sömürge
statüsünün bir sonucu olarak görür ve Osmanlıcılığın çöktüğünü belirtir.
Ahmad, bu kayıpların, İTC’nin Osmanlıcılık politikasının başarısızlığını
ve milliyetçiliklerin yükselişini gösterdiğini belirtir. Timur, bu kayıpların,
Osmanlı’nın dünya kapitalizmine bağımlılığının ve çokuluslu yapısının
çözülüşünün bir sonucu olduğunu savunur.
- 31
Mart Vakası (13 Nisan 1909):
İstanbul’da şeriat yanlıları, İTC’ye karşı ayaklandı. Ayaklanma, Mustafa
Kemal’in kurmay başkanı olduğu Hareket Ordusu tarafından bastırıldı. Bu,
Abdülhamid’in tahttan indirilmesine ve İTC’nin gücünün artmasına yol açtı.
31 Mart, eski düzenin (ulema ve yeniçeri kalıntıları) yeni burjuva
düzenine direnişini temsil ediyordu. Küçük, 31 Mart’ı, devşirme düzeninin
son direnişi olarak görür ve Hareket Ordusu’nun başarısını, modern
bürokrasinin zaferi olarak değerlendirir. Ahmad, 31 Mart’ı, geleneksel
dini güçlerin modernleşme karşısındaki direnci olarak görür ve İTC’nin bu
olayı iktidarını pekiştirmek için kullandığını belirtir. Zürcher, 31
Mart’ı, dini ve geleneksel güçlerin modernleşme karşısındaki son direnişi
olarak değerlendirir, ancak İTC’nin otoriter yöntemlerinin devrimin
demokratik potansiyelini zayıflattığını belirtir.
31
Mart’tan sonra İTC, militarist bir yapıya büründü. Enver, Talat ve Cemal
Paşalar’dan oluşan bir üçlü yönetim kuruldu. İTC, Osmanlıcılıktan Türkçülüğe
kayarak Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürmeyi hedefledi.
Türkçülüğün, Kürtlerin inkârı temelinde gelişmesi, burjuva devriminin etnik
çelişkilerini derinleştirdi (Tezler, 161). Küçük, Türkçülüğün, gayrimüslim
tüccarları dışlayarak Müslüman eşrafı güçlendirdiğini, ama bu sürecin etnik
çatışmaları (örneğin, Ermeni tehciri) artırdığını belirtir. Ahmad, Türkçülüğün,
imparatorluğun çokuluslu yapısını çözerek ulus-devlet inşasını hızlandırdığını,
ancak bu sürecin otoriter bir karaktere büründüğünü belirtir. Zürcher,
Türkçülüğün, gayrimüslim toplulukların ekonomik ve siyasi dışlanmasına yol
açtığını ve 1915 Ermeni tehcirinin, İTC’nin “milli ekonomi” politikalarının bir
sonucu olduğunu vurgular. Timur, tehcirin, burjuva devriminin sınıfsal
hedeflerini etnik bir düzleme taşıdığını ve devrimin demokratik potansiyelini
zayıflattığını savunur.
İTC,
Almanya ile ittifak kurdu. Bağdat Demiryolu projesi, Osmanlı ordusunu Alman
modeli üzerine düzenledi ve İTC’yi I. Dünya Savaşı’na sürükledi. Trablusgarp ve
Balkan Savaşları’nda büyük toprak kayıpları yaşayan Osmanlı, I. Dünya
Savaşı’yla dağıldı. Küçük, bu ittifakı, Osmanlı’nın yarı-sömürge bağımlılığının
bir örneği olarak görür ve Pantürkizm’in Alman stratejisine hizmet ettiğini
belirtir. Ahmad, Almanya ittifakının, Osmanlı’nın Batı’ya bağımlılığını
derinleştirdiğini ve İTC’nin militarist politikalarının çöküşü hızlandırdığını
belirtir. Zürcher, Almanya ittifakının, Osmanlı’nın ekonomik ve askeri
zayıflığını daha da ortaya çıkardığını ve İTC’nin Pantürkist hayallerinin
gerçekçi olmadığını savunur. Almanya ile ittifak, Osmanlı’nın yarı-sömürge
konumunu pekiştirdi.
7.
Etnik Çatışmalar ve Burjuva Devriminin Sınırları
Türkiye
burjuva devriminin sınıfsal hedefleri, Osmanlı’nın çokuluslu yapısı ve
Türkçülüğün yükselişiyle etnik bir düzleme kayarak ciddi çatışmalara yol
açmıştır. Ermeni tehciri ve Kürt isyanları, bu sürecin en önemli
yansımalarıdır.
Ermeni
tehciri, II. Mahmud’un vergi reformunun Ermeni köylülerini Kürt beylerine haraç
ödemek zorunda bırakmasıyla başlayan “Ermeni sorunu”nun bir uzantısı olarak
ortaya çıktı (Tezler, 125). 19. yüzyılda, Tanzimat’ın eşitlik vaadi,
gayrimüslim toplulukların ekonomik gücünü artırırken, Müslüman halk arasında
gerilim yarattı. 1893-1896 Ermeni ayaklanmaları, bu gerilimlerin bir sonucu
olarak, Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısına ve Kürt aşiret beylerinin sömürüsüne
karşı bir tepkiydi. İttihat ve Terakki’nin (İTC) “milli ekonomi” politikaları,
Türkçülüğün yükselişiyle birleşince, gayrimüslim burjuvazinin (özellikle Rum ve
Ermeni tüccarların) dışlanmasına yol açtı. 1915 Ermeni tehciri, bu
politikaların en dramatik sonucu oldu. İTC, Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye
dönüştürmeyi hedeflerken, Ermeni toplumu ekonomik ve siyasi olarak hedef
alındı; tehcir, Anadolu’daki Ermeni nüfusun büyük ölçüde ortadan kalkmasına ve
Müslüman burjuvazinin ekonomik alanda güç kazanmasına yol açtı (Tezler, 147).
Zürcher, Turkey: A Modern History’de, tehcirin, İTC’nin Osmanlıcılıktan
Türkçülüğe kayışının ve “milli ekonomi” politikalarının bir sonucu olduğunu
belirtir. Timur, tehcirin, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik bir
düzleme taşıdığını ve devrimin demokratik potansiyelini zayıflattığını savunur
(Timur, 1994). Ahmad, tehcirin, Osmanlı’nın çokuluslu yapısının çözülüşünü
hızlandırdığını ve Türkçülüğün etnik çatışmaları körüklediğini vurgular (Ahmad,
1995).
Kürt
isyanları ise, Cumhuriyetin Türk milliyetçiliği politikalarının bir sonucu
olarak ortaya çıktı. Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtler, Kuvayı Milliye’ye
destek vermişti, ancak savaş sonrası Türkçülüğün Kürtleri inkâr politikası,
kardeşlik ilişkilerine zarar verdi. 1924-1938 arasında birçok Kürt isyanı,
özellikle Şeyh Sait İsyanı (1925), kanla bastırıldı (Tezler, 160-161). Bu
isyanlar, aşiret yapılarının ulus-devlet projesine direnişini ve Kürt
kimliğinin inkârına karşı bir tepkiyi yansıtır. Küçük, Şeyh Sait İsyanı’nı,
aşiret yapılarının modern ulus-devlete karşı direnişi olarak değerlendirirken,
Kemalistlerin bu isyanları muhalefeti bastırmak için bir fırsat olarak
kullandığını belirtir. Ahmad, isyanların, Kemalistlerin merkeziyetçi
politikalarının bir sonucu olduğunu ve Kürtlerin ulusal kimlik taleplerinin
bastırıldığını vurgular (Ahmad, 1995). Zürcher, isyanların, Türk
milliyetçiliğinin etnik homojenleşme politikalarının bir sonucu olduğunu ve
Cumhuriyetin Kürtlerle ilişkisini zedelediğini belirtir (Zürcher, 2004). Bu
etnik çatışmalar, Türkiye burjuva devriminin sınıfsal hedeflerinin etnik bir
düzleme kayarak demokratik potansiyelini sınırladığını ve otoriter bir rejime
yol açtığını gösterir. Ermeni tehciri ve Kürt isyanları, devrimin hem
Osmanlı’nın çokuluslu mirasından kopuşunu hem de ulus-devlet inşasının sancılı
doğasını yansıtır.
8.
Tek Parti Diktatörlüğüne Giden Yol
1908
Devrimi ve II. Meşrutiyet sonrası İTC’nin militaristleşmesi ve Türkçülüğe
kayışı, burjuva devriminin otoriter bir çizgiye evrilmesine zemin hazırladı. I.
Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilgisi, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’ndaki
toprak kayıplarıyla birleşince, İTC’nin politikaları çöktü ve Osmanlı dağıldı.
Bu süreç, ulus-devlet inşası için yeni bir dönemi başlattı. Küçük, İTC’nin
militarist politikalarını, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumunun bir sonucu olarak
görür ve Türkçülüğün etnik çatışmaları körüklediğini belirtir. Ahmad, İTC’nin
otoriter yöntemlerinin, burjuva devriminin demokratik potansiyelini
zayıflattığını ve Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdığını vurgular. Zürcher,
İTC’nin Türkçülüğünün, gayrimüslim toplulukların dışlanmasına ve imparatorluğun
çokuluslu yapısının çözülmesine yol açtığını belirtir. Timur, İTC’nin
politikalarının, burjuva devriminin sınıfsal hedeflerini etnik bir düzleme
taşıdığını ve devrimin demokratik potansiyelini sınırladığını savunur.
9.
Kurtuluş Savaşı: Ulusal Bağımsızlık ve “Anadolu İhtilali”
I.
Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı, Mondros Mütarekesi’ni imzaladı ve İtilaf
Devletleri tarafından işgal edildi. Bu, Anadolu’da anti-kolonyalist bir
direnişi ve siyasi çekişmeleri başlattı. İşgal, Osmanlı düzeninin çöküşüyle
birleşince, ulusal bir burjuvaziye dayalı yeni bir devlet kurma imkânı doğdu.
Savaş sırasında yerel pazarlar büyüme eğilimi gösterdi, bu da kapitalist üretim
ilişkilerinin yayılmasını destekledi (Pamuk). Küçük, Kurtuluş Savaşı’nı
“Anadolu İhtilali” olarak adlandırır ve Kemalist kadroların, İTC mirasını
ulus-devlet projesine dönüştürdüğünü belirtir. Ahmad, Kurtuluş Savaşı’nı,
anti-emperyalist bir mücadele olmasının yanı sıra, Kemalist kadroların
ulus-devlet inşası projesi olarak görür. Zürcher, Kurtuluş Savaşı’nın, İTC’nin
milliyetçi kadrolarının devamı olduğunu, ancak halkın katılımıyla daha geniş
bir tabana yayıldığını belirtir. Timur, savaşın, köylü tabanının devrimci
enerjisini harekete geçirdiğini, ancak Kemalistlerin bu enerjiyi burjuva
hedeflerine yönlendirdiğini savunur. Kurtuluş Savaşı, İtilaf Devletleri’nin
işgaline karşı siyasal bağımsızlık hedefiyle yürütüldü ve Ekim Devrimi’nin
etkisiyle emperyalistlerin Kemalistlerle uzlaşmasını sağladı (Tezler, 144,
150-151). Marksist açıdan, bu süreç, yarı-sömürge bir toplumun anti-kolonyalist
bir burjuva devrimine evrilmesini temsil etti ve Osmanlı’nın yarı-sömürge
konumuna karşı direnişiyle anti-emperyalist bir boyut kazandı.
Kurtuluş
Savaşı’nda halkın, özellikle köylü sınıfının katılımı, devrimin başarısında
kritik bir rol oynadı. Kuvayı Milliye, köylülerden, zanaatkârlardan ve yerel
eşraftan oluşan geniş bir cepheydi; mücadele, siyasal bir eksen üzerinden
birleştirildi (Tezler, 153-155). Kuvayı Milliye hareketi, Anadolu’nun köy ve
kasabalarında örgütlenen köylü tabanına dayanıyordu. Zürcher, bu hareketin,
köylülerin işgale karşı yerel direnişinin bir yansıması olduğunu ve savaşın ilk
aşamalarında düzenli ordudan daha etkili olduğunu belirtir. Köylüler, yiyecek,
barınak ve lojistik destek sağlayarak direnişi güçlendirdi; örneğin, Ege’de
Yunan işgaline karşı köylü milisler, Aydın ve Denizli gibi bölgelerde gerilla
taktikleriyle başarılar elde etti. Özellikle Aydın’da 1919’da başlayan direniş,
köylülerin yerel liderler etrafında örgütlenerek Yunan kuvvetlerine karşı
etkili gerilla savaşları yürütmesiyle dikkat çekti (İnalcık, 1997).
Karadeniz’de ise Pontus Rumlarına karşı köylü milisler, Topal Osman
liderliğinde aktif rol oynadı, ancak bu eylemler etnik çatışmaları da
derinleştirdi. Ancak, savaş sonrası dönemde köylülerin toprak reformu talepleri
büyük ölçüde karşılanmadı. Kemalistler, köylülerin devrimci enerjisini mobilize
etti, ancak kapitalizm öncesi sınıflarla (örneğin, yerel eşraf ve büyük toprak
sahipleriyle) uzlaşarak toprak sorununu çözmedi (Tezler, 142-143). Timur,
Kemalistlerin köylü tabanını mobilize ettiğini, ancak savaş sonrası toprak
dağıtımı gibi radikal reformlardan kaçındığını belirtir. Örneğin, 1920’lerde
Ege ve Marmara bölgelerindeki köylülerin toprak talepleri, yerel eşrafın
çıkarlarını koruma kaygısıyla reddedildi, bu da köylülerin devrimci
potansiyelinin burjuva hedeflerle sınırlandırıldığını gösterir (Timur, 1994).
İşçi sınıfının rolü ise sınırlıydı; İstanbul’daki küçük proletarya çekirdeği,
maddi ve sınıfsal zayıflığı nedeniyle ulusal mücadelede etkili olamadı (Tezler,
152). İzmir ve İstanbul’daki erken işçi hareketleri (örneğin, 1920’lerdeki
grevler), Kemalistler tarafından bastırıldı.
10.
İşgal, Direniş ve Ankara Hükümeti
İzmir’in
15 Mayıs 1919’da Yunanlılar tarafından işgaliyle, Anadolu’da Kuvayı Milliye
kuruldu. İTC’nin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa, bu direnişin örgütlenmesinde
rol oynadı. Ahmad, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, İTC’nin milliyetçi kadrolarını
direnişe taşıdığını, ancak Kemalistlerin bu yapıyı ulus-devlet projesine
entegre ettiğini belirtir. Zürcher, Teşkilat-ı Mahsusa’nın yerel direniş
ağlarını örgütlemede etkili olduğunu, ancak Kemalistlerin merkezi iktidarı
kurmak için bu yapıyı tasfiye ettiğini vurgular. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıkması, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile direnişi
merkezileştirdi. Mücadelenin önderliği, burjuva bilinciyle hareket eden Mustafa
Kemal’in pragmatik ittifaklarıyla (Kürtler, İslamcılar, Bolşevik yandaşları)
örüldü (Tezler, 155). 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM)
açıldı ve İstanbul’daki padişah hükümetine alternatif yeni bir iktidar doğdu.
BMM, Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri ile devrimci bir
karakter sergiledi. BMM’nin kurulması, siyasal devrimin temelini attı. Marksist
açıdan, bu, eski üstyapının (padişahlık) tasfiyesiydi.
11.
Savaşın Sol Kanadı ve Sovyet Etkisi
Kurtuluş
Savaşı, devrimci bir potansiyel taşıyordu. Ekim Devrimi’nin etkisi, Anadolu’da
Bolşevikleşme korkusu yaratarak emperyalistlerin Kemalistlerle uzlaşmasını
sağladı (Tezler, 150, 157). Rusya’daki Bolşevik Devrimi (1917), Anadolu’da
heyecan yaratmıştı. Ahmad, Sovyet desteğinin, Kemalistlerin askeri başarısında
kritik olduğunu, ancak sosyalist hareketlerin tasfiye edilerek burjuva
devriminin sınırlandırıldığını belirtir. Zürcher, Sovyet desteğinin,
Kemalistlerin pragmatik bir ittifak kurduğunu, ancak sosyalist hareketlere
karşı mesafeli olduklarını gösterdiğini belirtir. Sovyet etkisiyle şu
hareketler ortaya çıktı:
- Yeşil
Ordu: İslami ve
sosyalist fikirleri birleştiren bir hareketti, ama zayıf kaldı. Küçük,
Yeşil Ordu’yu, köylülüğün devrimci potansiyelinin bir yansıması olarak
görür, ama Kemalistlerin burjuva çizgisiyle çeliştiğini belirtir. Ahmad,
Yeşil Ordu’nun, köylü tabanın devrimci enerjisini temsil ettiğini, ancak
Kemalistlerin merkezi iktidar kaygısıyla bunu bastırdığını belirtir.
Timur, Yeşil Ordu’nun, köylülerin toprak taleplerini dile getirdiğini,
ancak Kemalistlerin bu talepleri reddettiğini savunur. Yeşil Ordu, Yunanlılara
karşı savaşta etkiliydi, ancak Kemalistler tarafından 1921’de dağıtıldı
(Tezler, 159).
- Türkiye
Halk İştirakiyyun Fırkası (THİF):
Komünist fikirleri savunan bir partiydi, ama Kemalistler tarafından
etkisizleştirildi. THİF, TBMM’de etkili bir grup oluşturmuş, ancak 1921’de
üyeleri tutuklandı (Tezler, 159).
- Kuvayı
Seyyare: Çerkes
Ethem’in gerilla birlikleri, savaşın başında başarılıydı, ama düzenli
orduya katılmayı reddedince tasfiye edildi. Küçük, Ethem’in tasfiyesini,
Kemalistlerin merkezi otoriteyi kurma çabası olarak görür. Ahmad, Çerkes
Ethem’in tasfiyesinin, Kemalistlerin düzenli ordu ve merkezi iktidar kurma
stratejisinin bir parçası olduğunu belirtir. Zürcher, Ethem’in
tasfiyesinin, Kemalistlerin köylü tabanlı gerilla hareketlerini kontrol
altına alma çabasını yansıttığını vurgular.
- Türkiye
Komünist Partisi (TKP):
Mustafa Suphi liderliğinde 1920’de kuruldu, ama sosyalist devrim şansı
Kemalistler tarafından engellendi. TKP, Komintern’in desteğiyle
güçlenmişti, ancak 1921’de Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesiyle tasfiye
edildi (Tezler, 159).
Kemalistler,
düzenli ordu kurarak ve iktidarı merkezileştirerek sol hareketleri tasfiye
etti. Mustafa Kemal sınıfsal nedenlerle Bolşevizme karşıydı ve onun
anti-komünist tutumu ile 1921’de sol hareketlerin tasfiyesi, burjuva devriminin
sınırlarını netleştirdi (Tezler, 157-159). Bu durum, Kemalistlerin burjuva
devrimini sosyalist bir yoldan saptırma kararlılığını gösterdi. Küçük,
Suphi’nin öldürülmesini, burjuva devriminin sınıfsal sınırlarının netleşmesi
olarak değerlendirir. Ahmad, Suphi’nin öldürülmesinin, Kemalistlerin Batı’yla
uyumlu bir burjuva düzeni kurma hedefini yansıttığını belirtir. Timur, bu
tasfiyenin, devrimin köylü ve işçi sınıflarının devrimci potansiyelini
bastırdığını ve burjuva karakterini pekiştirdiğini savunur. Solun tasfiyesi,
siyasal devrimin burjuva çizgiye hapsedildiğini gösterdi.
12.
Cumhuriyet’in Kuruluşu ve Tek Parti Diktatörlüğü
Kurtuluş
Savaşı’nın zaferle bitmesiyle Saltanat kaldırıldı ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet
ilan edildi. Bu, ulus-devletin inşası ve Tek Parti rejiminin başlangıcıydı.
Türkiye Cumhuriyeti, yarı-sömürge Osmanlı’nın yerine siyasal olarak bağımsız
bir burjuva ulus-devletti; hilafetin kaldırılması, laiklik, Medeni Kanun ve
eğitimin sekülerleşmesi, bu dönüşümün kopuş niteliğini gösterir (Tezler, 147).
13.
Kemalist Reformlar ve Sınıfsal Yapı
Yeni
burjuva rejim, Osmanlı’nın dini ve kültürel mirasıyla bağları koparmak için
radikal reformlar yaptı: Hilafetin kaldırılması, Medeni Kanun, Harf Devrimi ve
Dil Devrimi. Laiklik, eğitimin birliği ve kadınlara hukuksal eşitlik, burjuva
devriminin ileri adımlarıydı, ancak Diyanet İşleri’nin kurulmasıyla din devlet
denetimine alınmaya çalışıldı. Bu reformlar, Batı’yla uyumlu bir ulusal kimlik
yaratmayı amaçladı, ama elitistti ve halkın katılımı olmadan uygulandı. Küçük,
bu reformları, yönetici elitlerin ulus-devlet projesi olarak görür, ama halktan
kopuk olduğunu belirtir. Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu’nda, Kemalist
reformların, Osmanlı’nın teokratik yapısını yıkarak modern bir ulus-devlet
oluşturduğunu, ancak halk kitlelerini dışladığını belirtir. Zürcher,
reformların, modern bir ulusal kimlik yaratmada başarılı olduğunu, ancak köylü
ve işçi sınıflarının dışlanmasıyla otoriter bir rejime yol açtığını vurgular.
Reformlar, elitist karakteri nedeniyle halk tabanından yoksundu. Örneğin, Harf
Devrimi, okuryazarlığı artırmayı hedeflese de 1930’larda okuryazarlık oranı
düşük seviyelerde kaldı.
Savaş
sırasında gayrimüslim burjuvazinin terk ettiği mülklere el konularak, bürokrat
burjuvazi ve tahsılatlı burjuvazi doğdu. Devletçilik, yoksul halkın (işçi ve
köylülerin) sömürüsüne dayalı bir sermaye birikimi sağladı ve zayıf burjuvaziyi
güçlendirdi (Tezler, 166-167). 1930’larda devletçi politikalar, sanayi
üretimini artırdı, ancak köylülerden alınan vergi yüksekti (Pamuk). 1932-1939
devletçiliği, kapitalist içerikli bir “milli sanayileşme” atılımıydı ve
sosyalizm ilkesine dayanmıyordu (Tezler, 167-168). Küçük, devletçiliği,
Müslüman eşrafı milli bir burjuvaziye dönüştürme aracı olarak görür, ama bu
sürecin halkı dışladığını vurgular. Ahmad, devletçiliğin, zayıf bir burjuvaziyi
güçlendirmek için zorunlu olduğunu, ancak otoriter bir rejimle uygulandığını
belirtir. Timur, devletçiliğin, köylülerin ve işçilerin ekonomik taleplerini
karşılamadığını ve burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet ettiğini savunur.
14.
Muhalefetin Bastırılması
Kurtuluş
Savaşı’ndaki çoğulculuk, Cumhuriyet’le sona erdi. Mustafa Kemal, Kürtler,
İslamcılar ve Bolşevik yandaşlarıyla ittifakları tasfiye ederek iktidarı
konsolide etti (Tezler, 156). Mustafa Kemal’in liderliğindeki hareket,
Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) dönüştü.
- Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası (TCF):
Kazım Karabekir ve diğer komutanlar tarafından kurulan ilk muhalefet
partisi, 1925’teki Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek kapatıldı. Küçük,
isyanı, aşiret yapılarının ulus-devlete direnişi olarak görür. Ahmad, Şeyh
Sait İsyanı’nı, Kemalistlerin merkezi iktidarı pekiştirme fırsatına
çevirdiğini belirtir. Zürcher, isyanın, dini ve etnik unsurların
ulus-devlet projesine direncini yansıttığını ve Kemalistlerin bunu
muhalefeti bastırmak için kullandığını vurgular. 1924-1938 arasında birçok
Kürt isyanının kanla bastırılması, Türk milliyetçiliğinin Kürtleri inkâr
politikalarının bir sonucu olarak, Cumhuriyetin Kürtlerle kardeşlik
ilişkisine zarar verdi (Tezler, 160).
- Takrir-i
Sükûn Rejimi:
1925’te çıkarılan bu kanun, muhalefeti bastırmak için hükümete büyük
yetkiler verdi.
- İzmir
Suikastı Davaları (1926):
Mustafa Kemal’e yönelik suikast girişimi, eski İTC üyeleri ve TCF’lilerin
tasfiyesi için kullanıldı. Küçük, bu davaları, siyasal elitlerin
hegemonyasını pekiştirme hamlesi olarak görür. Ahmad, bu davaların,
Kemalistlerin muhalefeti tamamen ortadan kaldırmak için bir araç olarak
kullanıldığını belirtir. Timur, davaların, burjuva devriminin otoriter
karakterini konsolide ettiğini savunur.
- Serbest
Fırka (1930): 1929
Ekonomik Bunalımı’nın hoşnutsuzluğunu kontrol için kurulan bu parti,
halkın desteğiyle tehdit oluşturunca kapatıldı. Küçük, bunu, rejimin
demokrasiyi tolere edememesinin kanıtı olarak görür. Ahmad, Serbest
Fırka’nın kapatılmasının, Kemalist rejimin otoriter karakterini
pekiştirdiğini belirtir. Zürcher, Serbest Fırka’nın, halkın ekonomik ve
sosyal taleplerini dile getirdiğini, ancak Kemalistlerin merkezi iktidarı
koruma kaygısıyla bunu bastırdığını vurgular.
Türkiye,
CHF’nin liderliğinde Tek Parti Diktatörlüğü’ne geçti. Türkiye Cumhuriyeti,
burjuva devleti olarak kuruldu; devlet, zayıf burjuvaziyi güçlendirmek için
sermaye birikiminin aktörü oldu (Tezler, 164-165). Bu rejim, ulusal bir
burjuvazi yaratmayı ve modern, kapitalist bir ulus-devlet oluşturmayı başardı,
ama otoriter yöntemlerle ve halkı dışlayarak. Küçük, burjuva devriminin halk
tabanından yoksun olduğunu belirtir. Ahmad, Tek Parti rejiminin, Kemalist
elitlerin modernleşme projesini otoriter bir şekilde konsolide ettiğini
belirtir. Timur, Tek Parti rejiminin, burjuva devriminin sınıfsal sınırlarını
pekiştirdiğini ve köylü ile işçi sınıflarının devrimci potansiyelini
bastırdığını savunur. Türkiye’nin burjuva devrimi, tek parti diktatörlüğünün
otoriter rejimi şeklinde tamamlandı.
15.
Kemalizm Nedir?
Kemalizm,
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sürecinde,
Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde ortaya çıkan ve 1923-1940 arasında şekillenen
ideolojik ve siyasal bir programdır. Marksist bir perspektiften bakıldığında,
Kemalizm, feodal-haraççı hibrit bir yapıdan kapitalist üretim ilişkilerine
geçişi tamamlayan Türkiye burjuva devriminin üstyapısal bir ifadesi olarak
tanımlanabilir. Osmanlı’nın merkeziyetçi “yönetmenlik devletçiliği” ve
yarı-sömürge konumundan doğan tarihsel koşullarda, Kemalizm, bürokrasi ve ordu
öncülüğünde modern bir ulus-devlet inşa etmeyi hedeflemiş, ancak elitist ve
otoriter karakteriyle halk tabanından uzak bir modernleşme modeli sunmuştur
(Tezler, 147).
Kemalizm’in
temel ilkeleri, 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) programında
sistemleştirilen altı ok (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,
devletçilik, laiklik, inkılâpçılık) etrafında şekillenmiştir. Cumhuriyetçilik,
monarşinin yerine ulus egemenliğine dayalı bir yönetim kurmayı; milliyetçilik,
Türk kimliği temelinde homojen bir ulusal kimlik oluşturmayı; halkçılık,
sınıfsal ayrımları reddederek organik bir toplum modeli sunmayı; devletçilik,
zayıf burjuva sınıfını güçlendirmek için devletin ekonomide aktif rol
oynamasını; laiklik, dinin devlet ve toplum üzerindeki etkisini sınırlamayı;
inkılâpçılık ise sürekli modernleşmeyi hedeflemiştir. Ancak, bu ilkeler,
Osmanlı’nın çokuluslu ve haraççı yapısından miras kalan çelişkilerle
şekillenmiş ve uygulamada otoriter bir rejime yol açmıştır. Örneğin,
milliyetçilik, Türkçülüğe dayalı etnik homojenleşme politikalarıyla,
gayrimüslim toplulukların dışlanmasına ve Kürt kimliğinin inkârına zemin
hazırlamış; bu, Ermeni tehciri ve 1924-1938 Kürt isyanları gibi etnik
çatışmaları derinleştirmiştir (Tezler, 125, 160-161).
Kemalizm,
Marksist açıdan, burjuva devriminin “yukarıdan” karakterini yansıtır.
Osmanlı’da bağımsız bir burjuva sınıfının zayıflığı nedeniyle, devlet, sermaye
birikiminin ve modernleşmenin ana aktörü olmuş; 1930’larda devletçi
politikalar, sanayi üretimini artırmış, ancak köylülerden alınan vergiler
halkın sömürüsüne dayalı bir birikim modeli oluşturmuştur (Pamuk). Küçük,
Kemalizm’i, bürokratik elitlerin Osmanlı’nın devşirme rejimi mirasını modern
bir ulus-devlet projesine dönüştürme çabası olarak görür, ancak halktan
kopukluğu nedeniyle devrimin demokratik potansiyelini sınırladığını belirtir
(Küçük, 1986). Ahmad, Kemalist reformların, Osmanlı’nın teokratik yapısını
yıkarak modern bir ulus-devlet kurduğunu, ancak elitist karakteri nedeniyle
kitleleri dışladığını savunur (Ahmad, 1995). Zürcher, Kemalizm’in, Batı’yla
uyumlu bir ulusal kimlik yaratmada başarılı olduğunu, ancak köylü ve işçi
sınıflarının devrimci enerjisini bastırarak otoriter bir rejime yol açtığını
vurgular (Zürcher, 2004). Timur, Kemalizm’in, Asyatik üretim tarzının (ATÜT)
mirası olan devlet merkezli yapıyı sürdürdüğünü ve burjuva devrimini halk
tabanından yoksun bir şekilde konsolide ettiğini belirtir (Timur, 1994).
Kemalizm,
Kurtuluş Savaşı’nın anti-kolonyalist ve yarı-sömürge Osmanlı’ya karşı
anti-emperyalist karakterini ulus-devlet inşasına taşımış, ancak sosyalist
hareketlerin (Yeşil Ordu, TKP) tasfiyesiyle devrimin burjuva çerçevesini
netleştirmiştir (Tezler, 157-159). Laiklik ve Medeni Kanun gibi reformlar,
kapitalist üretim ilişkilerini destekleyen modern bir hukuki ve toplumsal
çerçeve oluştururken, Harf Devrimi ve Dil Devrimi, ulusal kimliği güçlendirmeyi
amaçlamıştır. Ancak, örneğin 1930’larda okuryazarlık oranının düşük kalması,
reformların halk tabanına ulaşmadığını gösterir. Kemalizm, Osmanlı’nın
çokuluslu mirasından koparak modern bir ulus-devlet kurmayı başarmış, ancak
Türkçülüğün etnik vurgusu ve bürokrasinin otoriter yaklaşımı, devrimin
demokratik bir rejime evrilmesini engellemiştir. Bu nedenle, Kemalizm, Türkiye
burjuva devriminin hem modernleşme atılımını hem de sınıfsal ve etnik
sınırlılıklarını temsil eder.
16.
Sonuç
Türkiye
burjuva devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal-haraççı hibrit yapısından
kapitalist üretim ilişkilerine geçişin uzun erimli ve karmaşık bir süreci
olarak, 1839-1940 arasında şekillenmiştir. Marx’ın altyapı-üstyapı
diyalektiğine dayanan bu süreç, Osmanlı’nın merkeziyetçi “yönetmenlik
devletçiliği”nin çözülmesiyle başlamış, tımar sisteminin çöküşü, ayanların
ticari tarımı ve gayrimüslim tüccarların dünya pazarlarıyla entegrasyonuyla
hızlanmıştır. Uluslararası ticaret yollarının değişmesi, fetihlerin ekonomik
maliyetinin artması ve Osmanlı’nın dünya kapitalist sistemine hammadde
sağlayıcısı olarak eklemlenmesi, çöküş sürecini hızlandırmıştır (Tezler,
130-131, 137). Osmanlı’nın çokuluslu yapısı ve feodal öncesi-Asya tipi öğelerin
ağırlığı, devletin üretim araçlarını kontrol etmesine ve bağımsız bir burjuva
sınıfının oluşmasını engellemesine yol açmıştır (Tezler, 118-123). 1838 Ticaret
Anlaşması ve Tanzimat reformları, kapitalist üretim ilişkilerini teşvik
ederken, Osmanlı’yı yarı-sömürge bir konuma itmiş; dış borçlar ve Düyun-u
Umumiye, mali bağımlılığı pekiştirmiştir. 1908 Jön Türk Devrimi, bürokrasi ve
ordu öncülüğünde anayasal düzeni getirerek bir siyasal devrim sıçramasını
oluşturmuş, ancak halk tabanından yoksunluğu nedeniyle sınırlı kalmıştır. 1919-1923
Kurtuluş Savaşı, İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı anti-kolonyalist bir
mücadele olarak, halkın, özellikle köylülerin katılımıyla burjuva devrimini
ulus-devlet inşasıyla tamamlamıştır. Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı
direnişi, savaşın anti-emperyalist bir boyut kazanmasını sağlamış, Ekim
Devrimi’nin etkisiyle emperyalistlerin Kemalistlerle uzlaşması, kapitalist Batı
kampında kalmayı garantilemiştir (Tezler, 144, 150-151). Kemalist reformların
elitist ve otoriter karakteri, devrimin demokratik potansiyelini sınırlandırmış
ve tek parti diktatörlüğüne yol açmıştır.
Tarihsel
Çıkarımlar:
- Türkiye
burjuva devrimi, Batı’daki devrimlerden farklı olarak, bağımsız bir
burjuva sınıfı yerine bürokrasi ve ordu tarafından yönlendirilmiştir. Bu,
Osmanlı’nın devşirme rejimi ve merkeziyetçi yapısının bir sonucudur.
Devlet mülkiyetinin başatlığı ve tımar sisteminin feodal eğilimleri
engellemesi, burjuva sınıfının zayıf kalmasına neden olmuştur (Tezler,
123, 126).
- Osmanlı’nın
yarı-sömürge konumu, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini Batı’ya
bağımlı hale getirmiş; 1838 Ticaret Anlaşması ve dış borçlar, bu
bağımlılığı derinleştirmiştir. Osmanlı, 19. yüzyılın ikinci yarısında
emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmiştir (Tezler, 137).
- Kurtuluş
Savaşı, halkın, özellikle köylülerin katılımıyla anti-kolonyalist bir
karakter kazanmış, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumuna karşı direnişiyle
anti-emperyalist bir boyut edinmiş, ancak sosyalist hareketlerin (Yeşil
Ordu, TKP) tasfiyesi, devrimin burjuva çerçevesine hapsolmasına neden
olmuştur. Kuvayı Milliye’nin köylü tabanı, mücadelede kritik bir rol
oynamış, ancak toprak reformu taleplerinin karşılanmaması, devrimin
sınıfsal sınırlarını göstermiştir (Tezler, 153, 142-143).
- Kemalist
reformlar, modern bir ulus-devlet inşa etmeyi başarmış, ancak halktan
kopukluğu ve otoriter yöntemler, devrimin demokratik bir rejime
evrilmesini engellemiştir. Türkçülüğün gayrimüslim toplulukları dışlaması,
Ermeni tehciri ve Kürt isyanlarının bastırılması, devrimin etnik
karşıtlıklarını derinleştirmiştir (Tezler, 125, 160-161).
Teorik
Çıkarımlar:
- Marx’ın
altyapı-üstyapı diyalektiği, Türkiye burjuva devrimini açıklamak için
güçlü bir çerçeve sunar, ancak Osmanlı’nın özgün feodal-haraççı yapısı,
Marksist sınıflandırmayı zorlaştırır. Yalçın Küçük’ün “devşirme rejimi” ve
“devlet sınıfı” kavramları, Osmanlı’nın Asyatik üretim tarzı (ATÜT)
özelliklerini taşıyan yapısını açıklamak için kritik bir araçtır. Taner
Timur’un Osmanlı Toplumsal Düzeni’nde belirttiği gibi, ATÜT,
devletin üretim araçları üzerindeki üstün mülkiyetine dayalı bir haraççı
sistem olarak, feodalizmden farklı bir sınıfsal dinamik yaratmıştır. Bu
sistemde, devşirme elitler (kapıkulu ve ulema), üretim fazlasına el
koyarak bir “devlet sınıfı” oluşturmuştur; bu, Batı’daki feodal
aristokrasi veya burjuvaziden farklı bir konuma işaret eder (Timur, 1994).
Osmanlı’nın haraççı/Asyatik üretim tarzı, devletin ekonomik kontrolüyle
bağımsız bir burjuva sınıfının oluşmasını engellemiş; tımar sisteminin
çözülmesi ve ayanların ticari tarımı, kapitalist ilişkilerin
filizlenmesini sağlamış, ancak bu süreç yarı-sömürge koşullarda ve devlet
denetiminde gerçekleşmiştir (Tezler, 123, 126). Küçük’ün “devlet sınıfı”
kavramı, Timur’un ATÜT analiziyle birleştiğinde, Osmanlı’nın sınıfsal
yapısının özgünlüğünü ve burjuva devriminin bürokrasi-ordu öncülüğünde
gerçekleşmesinin nedenlerini açıklar.
- Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e geçişte Türkiye’nin geç kapitalistleşen toplumsal yapısında
eşitsiz ve bileşik gelişim örüntüsü şu şekilde soyutlanabilir: 1) Farklı
tarihsel aşamaların bir arada bulunması, ileri ve geri üretim
ilişkilerinin (feodal-haraççı ve kapitalist üretim ilişkileri) eşitsiz bir
gelişimle iç içe geçmesi. 2) Siyasal ve ideolojik bilincin, iktisadi
ilişkilerin gelişim hızını aşarak ileri bir düzeyi yakalayabilmesi
(eşitsiz gelişmesi), böylece kapitalist üretim ilişkileri tam
olgunlaşmadan burjuva siyasal devrimleriyle sıçramalı bir modernleşmenin
mümkün olması. Türkiye burjuva devrimi, bu iki boyut üzerinden,
Osmanlı’nın özgün yapısı ve yarı-sömürge konumuyla, ayrıca Anadolu’nun
işgaline karşı mücadeleyle şekillenmiş bir süreçler toplamıdır.
- Kurtuluş
Savaşı’nın anti-kolonyalist olarak tanımlanması, anti-kapitalist bir
temele dayanmamasına bağlıdır; ancak yarı-sömürge konuma karşı direnişi,
anti-emperyalist bir boyut kazandırır. Ekim Devrimi’nin etkisi,
emperyalistlerin Kemalistlerle uzlaşmasını sağlayarak devrimin başarısını
kolaylaştırmıştır (Tezler, 150-151). Zürcher’in vurguladığı gibi, savaşın
anti-emperyalist boyutu, Osmanlı’nın yarı-sömürge konumundan kurtuluş
olarak görülebilir (Zürcher, 2004).
- Türkiye’nin
kapitalist “toplumsal devrim”i, altyapıdaki (ekonomik) dönüşümlerin
üstyapıyı (devlet ve ideoloji) şekillendirdiğini ve üstyapıdaki
reformların bu ekonomik dönüşümleri pekiştirerek hızlandırdığını gösterir.
Ancak, ATÜT’ün mirası, devletin ekonomik kontrolünün devam etmesi ve
burjuva sınıfının zayıf kalması, devrimin “yukarıdan” karakterini
pekiştirmiştir (Timur, 1994).
- 1919-1923
Devrimi’nin, Kurtuluş Savaşı’na halkın katılımı hariç tutulduğunda,
“yukarıdan” karakteri, kapitalizm öncesi sınıflarla uzlaşması ve toprak
sorununu çözememesi, sınırlı bir burjuva devrimi olduğunu gösterir
(Tezler, 142-143). Kemalist elitist reformların halk tabanından
yoksunluğu, devrimin otoriter bir rejimle sonuçlanmasına yol açmıştır.
Zürcher’in belirttiği gibi, devrimin bürokrasi ve ordu öncülüğünde
gerçekleşmesi, halkın devrimci potansiyelini sınırlamış ve otoriter bir
modernleşme modeline yol açmıştır (Zürcher, 2004).
Sonuç
olarak, Türkiye burjuva devrimi, Osmanlı’nın feodal-haraççı yapısından
kapitalist bir ulus-devlete geçişin sancılı bir süreci olarak, 1839-1940
arasında, bürokrasi ve ordu öncülüğünde, halkın sınırlı katılımıyla ve
yarı-sömürge koşullarında gerçekleşmiştir. 1908 ve 1919-1923 siyasal
devrimleri, bu sürecin sıçrama noktaları olmuş, ancak elitist ve otoriter
yöntemler, devrimin demokratik potansiyelini sınırlandırmıştır. Devrimin
“yukarıdan” karakteri ve kapitalizm öncesi sınıflarla uzlaşması, tarihsel
olarak geç kalmış ve emperyalizm çağında şekillenmiş bir burjuva devrimi
olduğunu gösterir (Tezler, 142-143, 147). Bu tarihsel kesit, Marx’ın
toplumsal devrim teorisini doğrularken, Osmanlı’nın özgün yapısı ve
yarı-sömürge konumu nedeniyle kendine özgü bir karakter sergilemiştir.
Kaynaklar
- Küçük,
Yalçın. Türkiye Üzerine Tezler. İstanbul: Tekin Yayınevi, 1986.
- Ahmad,
Feroz. Modern Türkiye’nin Oluşumu. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995.
- Ahmad,
Feroz. Jön Türkler. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995.
- Pamuk,
Şevket. Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi. Ankara: Yurt Yayınları,
1984.
- İnalcık,
Halil. An Economic and Social History of the Ottoman Empire. Cambridge:
Cambridge University Press, 1997.
- Quataert,
Donald. Ottoman Empire, 1700-1922. Cambridge: Cambridge University Press,
2000.
- Zürcher,
Erik Jan. Turkey: A Modern History. London: I.B. Tauris, 2004.
- Timur,
Taner. Osmanlı Toplumsal Düzeni. İstanbul: İmge Kitabevi, 1994.
- Sosyalist
Cumhuriyet İçin Tezler, 1 Haziran 2008.