Kızıl
algoritma Lenin'nin emperyalizm teorisi çerçevesinde İsrail İran savaşını
inceliyor.
Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm Tarihin Çözülen Bilmecesidir
[Marksist Araştırmalar'da teorik incelemeler, pedagojik metinler ve eleştiri yazıları yer alır.]
MAR SEÇKİ 1
MAR SEÇKİ 2
MAR SEÇKİ 3
MAR SEÇKİ 4
MAR SEÇKİ 5
MAR SEÇKİ 6
MAR SEÇKİ 7
MAR SEÇKİ 8
MAR SEÇKİ 9
MAR SEÇKİ10
MAR SEÇKİ 11
MAR SEÇKİ 12
MAR SEÇKİ 13
MAR SEÇKİ 14
MAR SEÇKİ 15
MAR SEÇKİ 16
21 Haziran 2025 Cumartesi
İsrail-İran Savaşına Emperyalizm Teorisi Ne Diyor ?
19 Haziran 2025 Perşembe
Vatan savunması
MAR
“Şartların
oluştuğu durumlarda, bu savaşın başarılı bir savunmanın ötesine taşınması ve
Siyonist terör devletinin zor yoluyla ortadan kaldırılması da emekçi halkımızın
çıkarınadır. Bu savaşa emekçi halkın tarafından bakan Devrimci İşçi Partisi,
tam da bu bilinçle, haklı savaşında İran’ın yanındadır. İran bu savaştan
muzaffer çıkmalı, haydut İsrail devleti ezilmeli ve onun arkasındaki büyük güç
olan ABD emperyalizmi de İsrail’le birlikte yenilgiye uğratılmalıdır.”
İran
devleti, İsrail devletini savaşarak yensin, İsrail devletini ezsin, İsrail adlı
ülkedeki kapitalist iktidarı “zor yoluyla ortadan kaldırsın” deniyor. Daha
durun, bu yetmiyor, İran devleti, “ABD emperyalizmini de yenilgiye uğratmalı”
deniyor. ABD’nin askeri gücünün büyüklüğünün farkında olmayan bildiri
yazar(ları), İran’da da İsrail’de de orta doğuda da İsrail ve ABD
saldırganlığını durduracak tek gücün örgütlü emekçi ve ezilen halkların
hareketi olacağını unutmuşa benziyor. İran devletinden İsrail devletini
ezmesini beklemek, bundan medet ummak, pek devrimci bir tavır olsa gerek(!).
Bildiri
yazar(lar)ı şunları da yazıyor: “Biz ise bu savaşta tereddütsüz biçimde İran’ın
zaferini istiyoruz.” “İran’ın haklı vatan savunması”, “İran devletinin meşru
vatan savunmasının…” Bu yazar(lar) İran devletinin kendi iktidarını korumak
için savunma yaptığını ve sonra İsrail’e karşılık verdiğini göremiyorlar mı?..
Ne “vatan”ı, ne “vatan savunması”?.. İran molla rejiminin “vatan”dan anladığı emekçiler
ve ezilen halklar üzerinde kurdukları iktidarlarıdır. Onlar için “vatan”, İran halkları
üzerindeki egemenlikleri ve kasalarındaki emekçilerin alın terinin ve iliğine
kadar sömürünün ürünü paracıklardır. Biz emekçiler için “vatan”ın anlamıysa
başkadır. İran’lı bir askere, işçiye, çiftçiye göre “vatan” üzerinde ortaklaşa yaşadıkları
topraktır, birlikte ürettiği yurttaşıdır; bunlar kendilerini ve yoğuruldukları toprağı
ve kültürü savunur. Bir molla “vatanımızı savunalım” diyip emekçileri ikna
edebilir, çünkü bu demagojik söyleminin muhatabı emekçinin başına da İsrail
devletinin attığı bombalar düşmektedir.
“İran’ın
kendini savunma hakkı vardır” denirken, İran devletinin bir “hakkından” bahsedilmektedir.
Sosyalistler ve emekçiler, bir kapitalist devletin “kendini/kendi iktidarını
savunmaya ya da başka bir devlete/halka saldırmaya hakkı var mıdır?” sorusunu
sormazlar ve cevaplamazlar. Bu bir bakış açısından “hak” olarak görülebiliyorsa
da biz emekçilere göre bir hak değildir. Savaşlarda savunma ile saldırı birer
hak olarak değerlendirilemez. İran devletinin kendi iktidarını savunma “hakkı”
bizi ilgilendirmez. İran devletinin İsrail devletinin saldırganlığına karşı İsrail
yerleşimlerindeki halklar üzerine füzeler atması da bir hak değildir.
Öte
yandan, İran devletini savunmakla değil, İran ve ayrıca İsrail halklarıyla ilgileniriz.
Dünya emekçileri ve sosyalistleri, mevcut savaş durumunda ölen halkların
yanında yer alır, barış ister, bunun için eylemler yaparlar. İran’lı ve İsrail’li
işçilerin ve ezilen halkların kendi iktidarları için verecekleri mücadeleleri
desteklerler.
Peki
savaştan doğrudan etkilenen İran’lı ve İsrail’li emekçiler ne yapsın? Birbirleriyle
savaşmasınlar mı?.. Evet, savaş politikalarını oluşturan ve savaşan taraflar
devletlerdir, fakat emekçi halklar da bu politikalara ikna edilip
savaştırılmaktadır. Bu savaş İran ya da İsrail halklarının katılım göstermesi
gereken ve ülkeleri için “kurtuluş savaşı” olan bir savaş değildir. Öyle
olsaydı durum farklı olurdu. Üzerlerine füze yağan halkların bu iki kapitalist
devlet arasındaki savaşa karşı bu devletlerden bağımsız bir üçüncü yol
oluşturması ve barış talebiyle mücadele etmesi gerekmektedir. Her iki ülkedeki
sosyalistler savaşa karşı aktif mücadele etmeli, iki ülkedeki emekçileri dayanışmaya
ve egemenlikleri altında bulundukları kapitalist devletlerin savaş
politikalarını protesto etmeye çağırmalıdır.
İran
topraklarına doğrudan emperyalist bir işgal gerçekleşirse, o zaman, dünyanın
her yerinden gönüllü gelecek olan dayanışmacıların da katılımıyla İran’lı
emekçiler ve ezilen halklar kendilerini savunmak üzere harekete geçer. İran
devletini savunmadan fakat onunla birlikte emperyalist işgale karşı direniş
gösterir.
Alıntılar
için kaynak: https://gercekgazetesi1.net/dip-bildirileri/siyonist-teror-cebren-yenilmeli-israile-karsi-iranin-yanindayiz
18 Haziran 2025 Çarşamba
İran devletinden değil, İran halkından yana olunmalıdır!
MAR
İki:
Emekçiler, bu savaş karşısında iki devletin tarafında yer almazlar. Saldırıyı
başlatanın emperyalist devletler olduğunu topluma hatırlatır, İran devletinin
yanında olmadıklarını da belirtirler.
Üç:
Biz Türkiye’li emekçiler olarak, İsrail ve İran’daki işçilerin ve emekçi
halkların durumunu gözetir ve çıkarlarını savunuruz. İsrail devleti ile İran
devleti arasındaki savaşın, her iki ülkedeki emekçilere kan ve gözyaşı
getirdiği için karşısında yer alırız. Bu sırada iki sermaye devletine de taraf
olmayız. Birinin sözüm ona “çağdaş” Yahudi din devleti, diğerinin sözüm ona şeriat
devleti olmasını öncelikli olarak dikkate alıp, buna göre değerlendirme
yapmayız.
Dört:
ABD ve İsrail emperyalist devletlerinin İran devletine saldırısını kınamanın,
bu devletlere barış çağrıları yapmanın, sosyalist bireylerin ya da komünist
partilerin sorumluluğu ya da görevi olarak görülmesi, “politisizm” adlı
sapmanın bir örneğidir. Hiçbir etkiye sahip olamayacak ve emekçi halklar
arasında hiçbir alıgılamaya konu olmayan bu diplomatik söylemler bizden uzak
durmalıdır. Bugün işçi iktidarına sahip güçlü bir sosyalist devlet olsaydı, o
zaman, bu kınama yapılmakla kalınmaz, aynı zamanda fiili olarak emperyalist
saldırganlığı durduracak adımlar da atılırdı. Fakat sosyalist bireyler veya
partilerin İran emekçi halkının yanında olduğunu eylemli şekilde göstermeden,
kınamayla yetinmesi bir anomalidir.
Beş:
Emperyalist devletlerin saldırganlığı karşısında İran devletinin yanında olmak,
bunu üstü kapalı bir şekilde bu topraklardaki emekçilere benimsetmeye çalışmak
oportünist bir tutumdur. İran’lı emekçilere sesinizin ulaşması mümkün değilse de
yine de “direngen bir İran yaratmak için çalışmak” demek, İran’lı emekçilere
İran sermaye sınıfının devleti olan İran devletinin bu savaşta yanında olun
demektir. Hiç kimseyi etkileyemeyecek bu çağrıyı yapmak, zamanında 2.
Enternasyonel’deki oportunistlerin ülkelerindeki işçilere I. paylaşım savaşına
“kendi” (aslında kendilerinin değil elbette) devletlerini savunmak için
katılmaları yönündeki çağrıya benzerdir. 2. Enternasyonal’in 1914 Savaşındaki
sosyal şovenizmi, bir oportünizm örneğidir. Almanya’da sosyalistler,
Almanya’nın savaşa girmesi lehinde tutum almış, işçi sınıfının uluslararası
dayanışması ve her ülkenin işçi sınıfının kendi egemen sınıfını devirmesi
yerine, farklı ülkelerdeki işçilerin ulusal üniformalarla savaş meydanlarında
birbirini boğazlamasını savunmuştur. Rosa Luxemburg ve Lenin ise savaşa karşı
çıkmış, savaşa katılan her ülkedeki işçilerin, egemenlik altında bulundukları
devletin yenilgisini savunması gerektiğini belirtmiştir.
Altı:
Sosyalistlerin ülkelerini ve emekçi halkını sevmesi anlamına gelen ve
emperyalizme karşıt bir tutum olan yurtseverlik, milliyetçilik değildir.
İran’lı yurtsever ve bilinçli işçiler ve ezilen halklar, emperyalist
saldırganlığa karşı çıkarken, şeriat biçimini almış kapitalist İran devletine
arka çıkmamalı, onu savunmamalıdır. İşçi sınıfının İran’da siyasal rejimi
dönüştürmek için mücadele eden kesimleri milliyetçi değil, yurtsever bir tutum
göstermelidir.
Yedi:
İki alıntı yapalım. 1) “ABD emperyalizmine ve siyonist İsrail’e direnmeyen,
emperyalizmin saldırısı altındaki ülkesini canı pahasına savunmak yerine iç
savaş çağrısı yaparak emperyalizme yardım eden fırsat düşkünleri komünist
değil, işbirlikçi birer ahlaksızdır!” 2) “Sonu işgal edilmiş bir ülke ve
işbirlikçi bir hükümetin çanak yalayıcılığı ile sonlanacak bu alçakça
çağrıları, kendi ülkelerinde yıllardır en büyük acıları çeken komünistler
elinin tersiyle itmişler; İran'ın iki komünist partisi TUDEH ve Hekmatist
(Resmi Hat) tüm dünyadaki işçileri, savaş karşıtı örgüt ve kurumları savaşa,
İsrail'e ve destekçilerine karşı protesto eylemlerine çağırmıştır.” Bunları
yazanlar haklı mıdır?..
“Fırsat
düşkünleri”, “işbirlikçi ahlaksızlar”, “çanak yalayıcılığı”, “alçakça
çağrılar”… Ne “etkili” laflar/küfürler ama… Oysa bir komünist partisi emekçi
kitleleri, öğrencileri ve ezilen kesimleri emperyalist devletlerin
saldırganlığına karşı olduğu kadar aynı anda sermayenin mevcut siyasi
iktidarına karşı da sokağa çağırabilir, değil mi? Böylesi bir çağrı, milliyetçi
olmayan komünist bir partinin “işi”dir. Yoksa “iktidara talip olmak da neyin
nesi” mi deniyor?.. Emekçi halkın İran devletinin politikaları arkasında yer
almasına yardımcı olunmadan, emperyalist saldırganlığa ve siyasal rejime aynı
anda karşı çıkmak, halkın siyasi kulvarını oluşturmak üzere bir “üçüncü cephe
açmak” neden tercih edilmesin?.. Yani size “ne fırsatı, ne düşkünlüğü, ne
alçaklığı, ne çanağı” derler; sosyalistler için “milliyetçisiniz” demek kadar
kötü bir küfür var mıdır?..
İsrail’li
ve İran’lı emekçiler, bu savaşa karşı çıkmalıdır. Emekçi halklar bu savaşta
kurban edilmektedir. Bu savaş iki “ulusun” savaşı değil, iki sermaye
iktidarının savaşıdır.
Savaşlarda
ölenler emekçi çocuklarıdır. Kapitalist devletlerin arasındaki savaşlar,
sermaye sınıfının işine yarar, emekçilerin çıkarına karşıttır.
İran
devleti için “haklı savaş” yürütüyor, “savunma savaşı yapıyor” denmemelidir.
Olan İsrail emekçi halkına olduğu kadar İran emekçi halkına olmaktadır.
Ölenler, yaralananlar onlardır. Savaş sürerken iki ülkedeki sermaye sınıfının
siyasi iktidarları ise kendi halkları üzerindeki hegemonyalarını
sağlamlaştırmaya, alternatif sesleri boğmaya çalışmaktadır.
Emperyalist
saldırganlığa ve savaşa karşı çıkarken ve bunları protesto ederken, İran’lı ve
İsrail’li işçilerin ülkelerindeki siyasi iktidarlara karşı eylemler yapması
beklenir. “Savaşa hayır” sesleri her iki ülkedeki emekçiler tarafından
yükseltilmeli, egemenlikleri altında yaşadıkları sermayenin siyasi iktidarının
savaş politikaları karşı devletin savaş politikasıyla birlikte protesto
edilmelidir.
İran’lı
emekçiler soyut bir savaş karşıtı söylemi benimsemek ya da “vatan-devlet
savunması yapılmalıdır” naraları atmak yerine, sermaye sınıfının şeriatçı bir
biçimi olan siyasi iktidara karşı mücadeleyi güçlendirecek, bu savaşın
“kendilerinin savaşı” olmadığını söyleyecek ve aynı zamanda emperyalizme karşı
örgütlenmeyi başarabilecek akla ve yeteneğe sahiptir. Ülkelerine doğrudan bir
işgal harekatı olursa, iktidarı altında yaşadıkları devletlerini değil
yurtlarını/vatanlarını savunmalıdırlar.
Evet,
ABD-İsrail emperyalist devletlerinin İran devletine ve halkına saldırısını dünya
emekçileri kınamalıdır. İsrail’li ve İran’lı emekçiler de öyle. Fakat İran’lı
emekçiler için bu kınama, “İsrail’li emekçilere düşman değiliz”, orta doğuyu
şekillendirmeye çalışan emperyalist devletlere ve onların saldırgan politikalarına
karşıyız mesajı işlenerek, İran devletinin ise “İsrail’deki halkın yerleşim
yerlerini füzelerle bombalaması kabul edilemez”, “bu savaştan her iki halk
zarar görmektedir” anlayışıyla protesto edilmesi gerekmektedir. "Halklar savaş
istemiyor, barış istiyor" denmelidir.
Dünyanın
hiçbir ülkesindeki emekçiler ABD-İsrail ve İran devleti için “yesinler
birbirlerini” demiyor, demez de. ABD-İsrail ve İran devleti arasındaki bu savaş
ilgili ülkelerdeki halklar için yıkımdır. Fakat İran’lı emekçiler, orta
doğudaki ülkelere dağılmış diğer emekçiler ya da bölgeye çok uzak konumlanışta
bir yerlerde bulunan işçiler, “İran devletinin yanındayız” dememelidir. İran’lı
emekçilerin ve ezilen halkların bölgedeki ve dünyadaki diğer emekçilerle
dayanışma içerisinde molla rejimini dönüştürmek ve bir işçi iktidarını
oluşturmak için mevcut örgütlülüklerini geliştirmeye, ülke içerisinde
emperyalizm ve rejim karşıtı protestolar organize etmeye hakkı vardır.
Emperyalist saldırganlığa karşı İran şeriatçı kapitalist devletini ve molla
rejimini savunmak ya da onun yanında yer almak akla dahi getirilmemesi gereken
bir oportünizm örneğidir. Çünkü bu tavır, emekçilerin çıkarına ve mücadeleyle
kazanacakları özgür yarınlara aykırı bir tutumdur.
15 Haziran 2025 Pazar
[Marksizm El Kitabı]
Bu çalışma, yılların birikiminin getirdiği “olgunlaşma”yla, fakat büyük bölümü itibarıyle son 2-3 yıllık süre zarfında yazılmıştır. Bu kitapta Marksist Araştırmalar (MAR) blogumuzda yayınlanan makale ve kısa yazılarımı derleyip, bir araya getirmiş bulunuyorum. Okura farklı konularda Marksist bir perspektif oluşturması veya bu perspektifleri geliştirmesi sırasında yararlanabileceği ipuçları vermeyi amaçladım. Emeğimin, bilgi merakı ve hakikat tutkusu olan genç kuşaklar tarafından hakkıyla değerlendirileceğinden kuşku duymuyorum.
Bu eseri, sevgili anne ve babama, yetişmemde emeği olan kardeşlerime, hayat arkadaşım olan eşime ve muhteşem “beyinler” olan oğullarıma ithaf ediyorum.
https://drive.google.com/file/d/1CFRFCG9aDxGMJ-gYCifsZztNR4yQ-luz/view?usp=sharing
1 Haziran 2025 Pazar
Alman Köylüler Savaşı'nın 500. Yıldönümü
"HAYDİ, HAYDİ, ATEŞ HALÂ SICAKKEN!"
Holger Teschke
Çeviri: Doğan Ağrı
MAR notu: Almanca günlük
sosyalist gazete "Junge Welt"te, 15. 05. 2025 günü yayınlanmıştır.
Solda:
Thomas Müntzer, sağda: Martin Luther
Thüringen'deki
isyancı köylülerin vaizi ve önderi Thomas Müntzer, Eylül 1524'te Martin
Luther'e gönderdiği "Sebebi Çok Bir Savunma" başlıklı bir mektubunda,
"Asillerin bizzat kendileri, yoksul adamı kendilerine düşman haline
getirdiler", diye yazmış, "Soylular, isyanın sebeplerini ortadan
kaldırmak istemiyorlar. Bu gerçeği, daha ne kadar görmezden gelecekler? Bunu
sorduğumda, bir asi sayılıyorum, öyle mi? O halde, ben bir asiyim!", diye
devam etmişti. Thomas Müntzer'in, "Wittenberg Şatosu'nun ruhsuzlaşmış, semirdikçe
eti de yumuşamış sahte hekimi" diye alay ettiği Martin Luther ile
ortaklıkları, işte bu mektuptan sonra tam anlamıyla kopacaktı. (Müntzer burada,
soylu sınıflarla uzlaşıp Wittenberg şehrinde bir dükün korumasına sığındıktan
sonra, Luther'in gerçekten çok aşırı kilo almasıyla alay ediyor -çn).
Martin
Luther’in buna tepkisi ise, çok gecikmeyecekti. Luther'in daha Ocak 1522'de
yazdığı "isyan ve ayaklanmadan sakınmaları için tüm Hristiyan müminlere
'Naçizane Bir Uyarı'"sından sonra, bu sefer Mayıs 1525'te Saksonya ve
Thüringen'de baş gösteren köylü ayaklanmalarına yönelik kaleme aldığı
"soyguncu ve katil köylü sürülerine karşı" başlıklı çağrısında, başka
şeylerin yanında, "Şimdi, şu anda, hemen derhal, alenen veya gizli,
öldürün, boğun, doğrayın! (…) Siz ki soylu beylersiniz, can alın, kelle vurun,
nefes kesin! Eğer bu yolda siz de ölürseniz, ne mutlu size! Çünkü, bundan daha
mübarek bir ölüm asla yoktur!", demişti. Bu sözleriyle Luther, aslında,
soylu ordularının ve onların paralı askerlerinin az ileride işleyeceği katliamları,
bir çırpıda tanrısal bir haklılık seviyesine çıkarmış ve "Mühlhausen'li
Büyük Şeytan" dediği Müntzer'i, hedef tahtasının tam ortasına çakmış
oluyordu. İyi ama, başlarda müttefik olan bu iki kişi arasındaki yol ayrımı,
nasıl oluşmuş ve bu ayrışmanın öncesinde neler yaşanmıştı?
-
Bir Çobanın Rüyası
Aslında,
bütün bunlardan çok önce, 1476 yılının baharında, daha sonra
"Niklashausen'in Kavalcısı" diye bilinecek olan Hans Böhm adındaki 18
yaşında genç bir çoban, Würzburg Piskoposluğunda ilk büyük halk hareketini
başlatmıştı. (Çoban Hans, gittiği her köyde -çn), tanrının annesi Meryem'in, birgün
kendisine göründüğünü ve Kutsal Anne'nin ona, bütün insanların tanrı katında
eşit olduğunu söylediğini vaaz ediyordu. Bu vaazlara göre, artık ne papanın ne imparatorun
ne de soylu aristokrasinin egemenliği meşru değildi ve onlara yapılan zorunlu
vergilerin ve mecburi hizmetlerin ortadan kalkması gerekiyordu. Rüyasının kutsi
vizyonuyla Hans Böhm, küçük bir kasaba olan Niklashausen'deki mütevazi Maria
Kilisesi'ne (Meryem Ana Kilisesi -çn) bu inançla hac ziyaretine gelecek
herkesin, tüm günahlarının bağışlanacağına dair yemin ediyordu. Bu çağrıyı,
sadece üç ay içinde, Bavyera, Şvabya, Türingiya ve Saksonya'dan 70 bini aşkın
kişinin takip ettiği belirtilmektedir.
İşte,
bu hiç beklenmedik köylü halk hareketi, Würzburg Piskoposluğu arşidük Prensi
Rudolf von Scherenberg'i, bir anda derin kaygılara gark eder. Bunun üzerine
prens, 12 Temmuz 1476'da henüz yeni yeni filiz vermekte olan bu halk
hareketinin arkasındaki beyin takımını ele geçirmek için, genç çobanı şatosuna
kaçırtıp işkence ettirir. Fakat, genç Hans Böhm'ün ağzından, sadece Meryem
Ana'nın dediklerine göre davrandığını söyleyen sözlerden başka bir kelime
çıkmaz. Hans Böhm'ün, karizmatik ama zararsız biri olduğuna kanaat getiren
Piskoposluk prensi Rudolf, onun takipçilerini korkutmak ve pişman etmek
amacıyla, bu sefer bir karalama kampanyasına başvurur. Genç vaiz çobanı,
(kilise aristokrasisinin fetvaları yoluyla -çn) kafir ve sapkın olarak
damgalatır ve onun işkence edildiği şatonun önünde ona dua ederek bekleşen
hacıların üzerine atlı süvarilerini salar. Bununla kalmayıp, Hans Böhm'den
hiçbir iz ve hatıra kalmaması uğruna, hac için gelinen Meryem Ana Kilisesi'ni
bile yakıp yıktırır.
Kendince,
Hristiyanlığın ilk doğuş zamanlarının ulvi mesajlarını vaaz eden genç çobanın
söylediklerini kafirlik ve sapkınlık olarak tüm şeytanlaştırma çabalarına
rağmen, onun hatırası, daha uzun yıllar boyu canlı kalır. (2. dünya savaşı
sonrası Batı Almanya sinemasının ünlü yönetmenlerinden -çn) Rainer Werner
Fassbinder, Hans Böhm anısına 1970 yılında çektiği ve Michael König ile Hanna
Schygulla'nın başrollerinde oynadıkları "Niklashauser Fart" adlı bir
filminde sorduğu, bu halk hareketinin neden ortaya çıktığına ve neden başarısız
olduğuna ilişkin sorularla, aslında günümüz Federal Almanya Cumhuriyeti'ni
anla(t)maya çalışmıştı. Aynı şekilde, heykeltıraş Heinrich Schreiber'ın, vaiz
Hans Böhm'ün 19 Temmuz 1476'da diri diri yakıldığı Würzburg'daki Schottenanger
Meydanı için 2001'de yaptığı anıt, günümüzde de onun hatırasını vadetmektedir.
Hans
Böhm'ün katledilmesinden 40 yıl sonra bile, zamanın ruhani ve dünyevi
muktedirleri, dini, kilise vaazlarından ve ritüellerinden ibaret görmeyen çoban
Hans'ın ardıllarına karşı, aynı nefret ve şiddetle halâ yakıp yıkmaya ve
öldürmeye devam edeceklerdi. Hans Böhm'ün ölümünden sonra, hem köylüleri
etrafına toplayarak 1501-1517 arasında isyana kalkan, ama her defasında Speyer
Piskoposluğu'nun ölüm fermanlı takibatlarını atlatan Joß Fritz'in
"Bundschuh" adıyla bilinen isyanı (Joß Fritz, 1470-1525, zamanın bir
köylü isyanı önderi -çn), hem de 1514'te Württemberg Dükalığı'nda başgösteren
"Yoksul Conrad" isyanı, acımasızca ezildi. Kendi zamanının bu ölümlü
ve kanlı takibatlarını bilmesine rağmen, Mayıs 1520'de Thomas Müntzer, İsa'nın
"Bergpredigt"inden ("Dağdaki Vaaz". Matta İncili'ne göre,
İsa'nın, bir tepenin üstünde yaptığı bir vaaz. Ayrımsız bütün insanlara
"sevgiyle" konuştuğu söylenen İsa'nın bu vaazıyla, monoteizm -burada Yahudilik-,
yerel ve kavmi niteliğinden sıyrılır, evrensel ve külli içerikler almaya başlar
-çn) esinle, o sırada ortaklık ettiği Martin Luther'in tavsiyesi üzerine
gittiği Zwickau şehrinde, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik müjdelemeye
başlamıştı.
Şehre
gelişinden bir yıl sonra, Zwickau Şehir Meclisi, Müntzer'i Zwickau'dan sürme
kararı alınca, bunun üzerine Müntzer, bir gezgin rahip gibi, Prag ve Halle
şehirleri üzerinden yaptığı bir yolculuğun ardından, 1523 Paskalyasında
Saksonya'nın Allstedt şehrine geldi ve burada, yine bir tavsiye üzerine,
Johannis Kilisesi'nin papazlığını üstlendi. Buradaki papazlığı altında Müntzer,
ayin ve vaazların Latince yapılmasına son verdi, bütün din ve kilise işlerini
Almanca yapmaya başladı. Bununla kalmayıp, geleneksel bir sürü Katolik bayram
ve yortu günlerini kaldırdı. Ona göre müminler, (araya hiçbir aracının
girmesine gerek olmadan -çn) tanrının sözlerini ve İncil'in gerçek mesajını
anlayabilir, (tanrı ile onların arasına girmiş -çn) ruhani ve dünyevi
muktedirlerin keyfi idaresi altındaki hayatlarının, bu kutsal mesajlardan ne
kadar uzak ve günahkâr hale geldiğini, ancak böyle kavrayabilirlerdi.
Müntzer,
hem kendi yazdığı "Alman Evanjelik Ayini" (Katolik kilisesine karşı
protestan kilisesi olarak oluşan yeni Hristiyan mezhep, Almanya'da kendisi için
"Protestan" sözcüğünden ziyade, "evanjelik" sözcüğünü
kullanır. "Evanjelizm" ise, İncil'in ilk yazılıp kitaplaştırıldığı
dillerden biri olan Yunanca kökenlidir ve "Tanrı Müjdesi" anlamına
gelen "evangelion" sözcüğünden gelir. Bu sözcükle, Hristiyanlığın
"ilk ve bakir" dönemlerine atıf yapılarak, tanrıya imanın, sonradan
oluşmuş kurumsal kilise hiyerarşisine değil, doğrudan İsa'ya ve onun
müjdelerini "kutsal kitaba" dökmüş ilk havarilere dayanması gerektiği
kastedilmiştir. Böylece Katolik kilisesinin ve ona bağlı Katolik kralların
feodal hegemonyası reddedilerek, şimdiye kadarki sosyal ve siyasal egemenlik
ilişkilerinin yıkılması amaçlanmıştır -çn) adlı kitabını, hem de Luther'in (az
ileride Wittenberg prensine sığındıktan sonra -çn) geri çekip yazdığını inkâr
edeceği "Alman Kilise Düzeni" adlı kitabını, Allstedt şehrinde bir
matbaada bastırarak bir Protestan liturjisinin oluşmasının başlangıcını yapmış
oldu. (Liturji: Hıristiyanlıkta, ayin ritüellerinden, dinsel kurallara, hutbe
ve kilise müziklerinden, müminlerin günlük jest ve davranışlarına kadar, iman
etme ve onu göstermeyle ilgili ne varsa, uhreviyet hakkında oluşmuş bütün
dinsel literatür -çn). Bu korkusuz papaz, daha sonra Allstedt şehrinde,
bulunduğu manastırdan kaçarak buraya sığınmış rahibe Ottilie von Gersen ile
evlendi ve bir yıl sonra çiftin bir oğlan çocukları oldu.
Solda:
"Köylü Savaşları'nın 500. Yılı" başlıklı bir seminer ve film
etkinliğinin duyuru afişi, sağda: Orta çağda toprak serflerini ve toprak
beylerini gösteren bir illüstrasyon
-
"Yoksa, Tanrı Sizi Kendi Elleriyle Kırbaçlayacaktır!"
Müntzer,
Allstedt şehrine sığındıktan sonra da kilise ve soylular tarafından makam ve
gücün kötüye kullanılmasına karşı vaazlar vermeye, dur durak ve yorgunluk
bilmeden devam etti. Fakat, 13 Temmuz 1524'te, Saksonya Dükü Johann'ın
şatosunda, dükün veliaht oğlu Johann Frederick ve Dükalık Şansölyesi Dr.
Brück'ün önünde verdiği "Prense Vaaz" adlı konuşmasının etki ve
sonuçları, çok daha farklı boyutlara varacaktı. "Siz efendilerimiz"
diye değil, "sen" diye hitap ettiği soylu dinleyicilerine Müntzer,
"Her birinize sesleniyorum, Saksonya'nın değerli babaları, Evangelium
(burada, "tanrının müjdesi" anlamında -çn) yolunda daha fazla cesaret
gösterin. Aksi halde Tanrı, sizleri kendi elleriyle kırbaçlayacaktır!'"
diyordu, şatonun şapelinde toplanmış soylu aristokratlara. (Thomas Müntzer,
sadece toprak kölesi sıradan köylülere yönelik değil, Katolik Papalıktan ve
onun inayeti altındaki Katolik Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'ndan
bağımsızlaşmak isteyen daha alt kademedeki soylu kesime yönelik de vaazlar
veriyordu -çn).
(Şapel:
Latince "capella". Capella, aslında Latince bir tür
"pelerin" anlamına gelen "cappa" isim kelimesinin Latince
sıfat halidir. Daha antik Roma zamanında, imparatorun bodyguardlarının zırhları
üstüne geçirerek giydiği hayvan derisinden yapılmış bir koruyucu giysinin de
adı olan "cappa", Avrupa Hristiyanlığındaki dinsel anlamını, 4.
yüzyılda kıta Avrupa'sının ilk manastırını kuran "Aziz Martin"den (d.
316-ö. 397) sonra bulmuştur. Hıristiyanlığa geçmeden önce kendisi de pagan bir
imparator bodyguardı olan "Saint Martinius"un din değiştirdikten
sonra da giymeye devam ettiği, kukuletalı, ip kemerli ve torba gibi kafadan
vücuda geçirilen geniş ve bol, ama gösterişsiz, sade "cappa"sına bir
tür tanrısal koruyuculuk atfedilerek, buradan, müminleri esirgeyen ve koruyan
tanrının evi "şapel" türetilmiştir. Aziz Martin'den sonra, onun gibi
dünya nimetlerinden el çekmiş halde asketik yaşayan ve kendilerine esirgeyici
bir görünüm veren "cappa"ları içinde, gittikleri yerlerde toprak
kölesi köylülerden kilise ve manastır cemaatleri oluşturarak Hristiyanlığın
öğretilerini yayan pek çok misyoner gezgin kilise papazı, "cappa"
giymeyi, aziz bir dinsel adet ve imana adanmışlığın alameti farikası haline
getirdiler. Hıristiyanlıktaki pek çok "aziz" ve ermişin aksine,
eceliyle ölen Avrupa Hristiyanlığının ilk kilise babası Aziz Martin'in taşıdığı
"cappa" ise, antik Roma'yı yıkan Germen kavimlerinin Frank soyundan
Merovin hanedanlarınca, Antik Roma'nın yıkılışından yüzyıllar sonra 8.
Yüzyıl'da Avrupa'da güç bela yarım yamalak kurulan ilk imparatorluğun başlıca
uhrevi nişanesi olarak kabul görüp kutsanmış, böylece bu kavimler, nihayet Roma
Katolik Kilisesi'nin hiyerarşisine tabi olmuştur. Almanca'ya da
"Kapelle" şeklinde geçen "capella", İslam’da mescite denk
düşen küçük veya burada, şato ve köy gibi, sadece o yerin müminleri için küçük
kilise -çn).
Müntzer,
alt kademe soylularına, "Unutmayın, sizler toprağı kılıçla değil,
Tanrı'nın gücü ve inayetiyle elde ettiniz. (…) Bizler gibi İsa Mesih'e
inandığını söyleyen siz prensler, şimdi dürüst ve tutarlı biçimde buna uygun
davranmalısınız. Şayet bunu yapmazsanız, kılıçlarınız elinizden alınacaktır.
Çünkü böyleleri, lafta tanrıya inanır görünürler, ama gerçekte onu inkâr
edenlerdir." diyordu. Oysa, soylu ve ruhani sınıfların, iktidarlarının,
ancak tanrının inayetine göre davranırlarsa meşru olduğunu ve yaptıkları
ikiyüzlülüklerle bunu bozduklarını duymaya, en ufak bir tahammülleri, o zamanda
da yoktu.
Burada
yaptığı vaazını, Kurfürst'ün ("Kurfürst", Türkçe "Arşidük".
Almanca'da, kendi aralarından birisini kral veya imparator olarak seçecek oy yetkili
dük, herzog, prens veya krallardan oluşan bir tür asiller meclisinin üyesi üst
kademe soylular -çn) izni olmadan Müntzer'in bastırıp yaymaya cüret etmesi,
Saksonya'lı soyluların gözünde, bardağı taşıran son damlaydı. Bunun üzerine,
şimdi de Allstedt'ten sürülen Thomas Müntzer, Ağustos 1524'te sığındığı
Thüringen Dükalığı'ndaki Mühlhausen şehrine sığınmak zorunda kaldı. Çok
geçmeden burada da Protestan vaiz Heinrich Pfeiffer ile birlikte "On bir
Mühlhausen İlkesi"ni yazdıktan ve ayrımsız herkes için eşit haklar talep
ederek, şehir valisinin devrilmesini istediği "Tanrı'yla Ebedi
Birlik" örgütünü kurduktan sonra, Eylül 1524'te oradan da kovuldu.
Bu
son sürgünün ardından Müntzer, Luther'e karşı "Sebebi Çok Bir
Savunma" başlıklı mektubunu yazdığı Nürnberg şehri üzerinden, Renanya
bölgesindeki Waldshut civarında ayaklanmalar olduğuna dair haberlerin geldiği
güneye doğru devam etmesine rağmen, bir köyüne bıraktığı karısı ve oğlu için
Mühlhausen'e Şubat 1525'te geri döndü. (Bunun sebebi, büyük olasılıkla, onun
gibi takibata uğrayan -çn) vaiz arkadaşı Heinrich Pfeiffer'in, bir süredir
silahlanmış taraftarlarıyla, Mühlhausen şehir valisini, bir süre önce iptal
edilen papazlık ehliyetini Aralık 1524'te ona geri vermek zorunda bırakması ve
Müntzer'in de bunu öğrenmiş olması olmalıdır. Mühlhausen'a döndüğünde, buradaki
Meryem Ana Kilisesi'nin cemaati, onu kendi papazları olarak seçti. Bunun
üzerine Müntzer, yarenliği Pfeiffer ve onun takipçileriyle birlikte, Mühlhausen
halkını, kilise aristokrasisinin idaresindeki manastırları dağıtmaya ve bu
manastırların mülkiyetindeki toprakları ve serveti, şehir cemaatinin mülki
kullanımı altına alacak bir "Ebedi Konsey" seçmeye çağırdı.
Nisan
1525'te, şimdi de Almanya'nın güney bölgeleri Franken ve Württemberg
bölgelerinde baş gösteren köylü ayaklanmalarına dair haberlerin kuzeydoğudaki
Thüringen'e kadar ulaşması üzerine, Mühlhausen'daki köylüler de dirgen, orak,
tırpan, ellerine ne geçtiyse kapıp, soylu şatolarına doğru topluca yürümeye
başladılar. "Belki de bu yoksul ve sefil insanlara isyan etmeleri için
sebebi biz kendimiz verdik" demişti "Bilge" lakaplı Saksonya
Dük'ü Friedrich. Saksonya'yı birlikte yönettiği kardeşi Prens Johann’a Nisan
ayında yazdığı bu mektubunda Arşidük, şu sözlerle devam etmişti:
"Tanrı'nın istediği şayet buysa, bırakalım o zaman işler öyle bir hal
alsın ki, bu toprakları sıradan halk yönetsin." Fakat, birkaç hafta sonra,
zamanının anlayış dolu bu tek ve biricik sesi, "Bilge" Friedrich'in
ölümüyle çabuk sustu. "Bilge" Friedrich'in ölümünden sonra yerine
geçen halefinin ve onun müttefiklerinin ise, vaiz papazlar ve köylülerce
iktidardan ve ayrıcalıklardan edilmeye hiç niyetleri yoktu.
Bu
sırada Müntzer, 26 Nisan 1525’te Allstedt halkına bir mektup yazarak onları
silahlı isyana başlamış Mühlhausen'li köylülere katılmaya çağırdı. "Haydi,
haydi, ateş halâ sıcakken!" diye seslenmişti köylülere. Çağrısını Müntzer.
"(Örste dövmekte olduğunuz -çn) kılıçları soğutmayın! Onları, Nemrud’un
demir örslerinde (Tevrat'a göre, Nuh'un soyundan gelen ve tarihte, kral veya
imparator olmayı haketmiş ilk kişi. Demir çağına girilmesiyle yükselen bir Asur
imparatoru -çn) 'pinke panke' (Türkçe yaklaşık "güm güm" diye
çevrilebilir. Almanca'da, demircilerin sırayla, kızgın demir cevherini çekiçle
döverek alet yapmasından esinlenilmiş bir çocuk oyununa eşlik eden moral verici
bir tekerleme -çn) haykırışlarıyla dövüp keskinleştirin, sakın ola ki
gevşemeyin! Yerle bir edin şatoları! Haydi, haydi saflara, gün sizin gününüz.
Kavganın en önünde bizzat Tanrı, onu izleyin, onu izleyin!" diyerek
bitirmişti.
Ernst
Bloch (d. 1885- ö. 1977, Alman filozof. Karl Marx'ın yazılarını veya
teorilerini, "tarihselci" denebilecek bir bakışla yeniden yorumlayan
"yeni-Marksçılık" akımının temsilcilerinden -çn), 1918'de kaleme
aldığı "Ütopya'nın Ruhu" adlı eserinde, Müntzer'in bu çağrısını,
"gelmiş geçmiş tüm zamanların en acılı ve en çılgın devrim
manifestosu" olarak nitelemiştir. Gerçekten de Müntzer’in tüm vaazları,
dünyanın sonunun bugün değilse yarın geleceğine, bu dünyadan öte dünyaya
ahiretin her an kopacağına dair inançtan beslenen kıyametvari bir ruhla
doluydu.
-
Başlar Kesile, Kazıklara Geçirile!
Mühlhausen'i
korumasız bırakıp ilerlemek istemeyen Pfeiffer ile yaşadığı anlaşmazlığın
ardından Müntzer, 10 Mayıs 1525'te, gökkuşağı renkli bir bayrak (Gökkuşağı gibi
kavisli şeritlere dizilmiş bu çok renkli bayrak, ortaçağ Almanya'sındaki köylü
isyanlarının başlıca simgelerinden biri olmuştur -çn) altında topladığı sadece
300 adamıyla, Bonaventura Kürschner'in (Müntzer'in sıkı takipçilerinden ve
yarenlerinden biri -çn) komutanlığında Thüringen köylülerinin toplandığı
Frankenhausen'e doğru ilerledi. Bununla eşzamanlı olarak Müntzer, 13 Mayıs'ta
Erfurt halkına yazdığı bir mektupta şu sözlerle, bu şehrin halkından takviye
kuvvet istedi: "Yulaf lapasına talim etmeye devam etmek isteyen
Lutherciler'in boktan merhametine tav olmadıysanız, diz kırıp evlerinizde
oturmayın. Elinize geçirdiğiniz silah namına ne olursa, kaç adamınız varsa,
bize yardıma gelin."
Tarih
bilimcileri, bu çağrının ardından, 6.000 ila 8.000 köylünün Frankenhausen'de
toplandığını ve birbirine zincirlenmiş kağnı arabalarından oluşturdukları bir
barikatın ardında mevzilendiklerini tahmin etmektedir. Karşılarına sadece iki
gün sonra 15 Mayıs'ta, Hessen topraklarının Dükü Philip, Braunschweig Dükü
Henry ve Saksonya Dükü George'un savaş tecrübesine sahip 4.000 paralı askerden
ve 2.000 süvariden oluşturdukları birleşik bir profesyonel ordu çıkmıştı bile.
Savaş alanına gelir gelmez, Arşidük prensler, Müntzer'in teslim edilmesini ve
isyana katılmış köylü serflerin, beylerinin affına veya insafına sığınmasını
istediler.
Köylüler
henüz bu küstahça koşulları tartışadurmuşken, o anda güneşin etrafında bir ışık
halesi belirmiş, Müntzer de bunu, isyanın zaferine dair Tanrı'dan gelen bir
kutlu işaret saymıştı. Bu arada arşidük prensler, görüşmeler için bağıtlanan
geçici ateşkesi bozarak, acımasız bir top atışı başlattılar. Görüşüp karar
vermek için bir daire halinde toplanmış olan isyankâr köylüler daha silahlarına
davranamadan, bir anda, paralı askerler ve atlı süvariler, köylülerin ahşap
kağnılarla berkittikleri barikatlara saldırdılar. Frankenhausen yönüne doğru
kaçışan birçok isyancı, onları takip eden profesyonel ordu güçlerince daha
yoldayken canhıraş katledildiler. İsyancıların geri çekilirken takip ettikleri
"Schlachtberg"den (Türkçe, "Kıyım veya Katliam Tepesi" -çn)
şehre uzanan vadiyi izleyen yola, bu yüzden bugün bile hâlâ "Kan
Deresi" denmektedir.
Thomas
Müntzer ise kendini, köy çayırlığındaki bir evin çatı katına atmayı son anda
başarmıştı ama, şövalye komutan Otto von Eppen, güçlerini tam oraya
konuşlandırmış ve çok geçmeden adamlarından biri ona, hasta numarası yapan bir
kaçağın ele geçtiğini bildirmişti. Az sonra, onun gerçek kimliğini ele veren
bir yazı ve mektup çantası bulundu ve Müntzer, aynı gün 15 Mayıs akşamı,
bulunduğu yere yakın Heldrungen'de mevzilenmiş baş düşmanı Dük Ernst von
Mansfeld'in hendekli şatosuna götürüldü. Şatoda sorguya çekildi, işkence gördü
ve en sonunda 27 Mayıs 1525'te, papaz yoldaşı Heinrich Pfeiffer'le birlikte,
Mühlhausen şehrinin giriş kapısında kesilen başı kazığa geçirildi.
Ancak
arşidük prensler, bununla yetinmediler. Müntzer’in yalnızca canını değil,
mücadele mirasını da yok etmek istediler. Bu amaçla, güya Müntzer'in nedamet
getirdiğini, yaptıklarından pişman olduğunu, isyanın yenilgisini Tanrı'nın adil
bir cezası olarak gördüğünü ve tekrar Katolik mezhebine geri döndüğünü iddia
eden bir "İtirafname" yazıp her yana yaydılar. Oysa, galipler, hamile
karısı ve küçük oğluna ilişilmemesi şeklindeki Müntzer'in son isteğini bile
yerine getirmemişlerdi. Müntzer'in karısı Ottilie von Gersen'in varı yoğu
elinden alındı, şehirden sürüldü ve izi kaybolana kadar Nordhausen ile Erfurt
arasında, oradan oraya bir süre sersefil dolaşıp dururken, tarihte izi öylece
yitip gitti.
(Yüzyıllar
sonra komünist kadın ressam -çn) Käthe Kollwitz, 1899-1908 yılları arasında
çizdiği "Köylüler Savaşı Üzerine Yapraklar" adlı albüm eserinde,
isyana katılan köylü kadınları, erkeklerinin yanında saf tutmuş cesur
savaşçılar olarak resmetmiştir. Albümdeki yapraklardan biri olan
"İsyan" adlı resimde, çıplak bir kadın melek, isyancı köylülerin son
çarpışmada taşıdıkları bayrağın etrafında uçarken resmedilmiştir.
"Hücum" adlı resimde ise, dünyevi bir kahraman olarak "Kara
Anna" (kaynağını, cadılığın veya şeytanlığın atfedildiği orta çağdaki
kadın düşmanlığından alan bir ifade -çn), isyancıları hücuma geçmeleri için
ateşlerken gösterilmiştir.
Arşidük
prensler ve diğer soylular, isyanın başını çeken Mühlhausen şehir halkından da
intikam almayı unutmayacaklardı. Obermarkt Mahallesi'nden şehrin altı
yurttaşını ve şehre yakın Höngeda Köyü'nden yirmi köylüyü oracıkta idam
ettirdiler. (Müntzer'in takipçisi olmakla -çn) ve gizlice protestan ayinleri
düzenlemekle suçladıkları Katharina Kreuter'i ise, (kadınlara yasak edilmiş
olan papazlık ve vaizlik yaptığı için -çn), iki yanağından kızgın demirlerle
dağlayarak şehirden sürdüler. (Müntzer'in sağlam yarenlerinden biri olan
Katharina Kreuter'in kocası, daha isyan sürerken idam edilmişti. Yapılan tarih
araştırmalarına göre, bütün bu bastırma ve yıldırma harekatlarında -çn), 15
Mayıs 1525'te ve hemen sonrasında, 6.000'den fazla köylünün ve şehir yurttaşının
katledildiği tahmin edilmektedir.
Üstte
solda: "Köylüler Savaşı"ndan temsili bir sahne. Üstte solda: Üzerinde
hem Almanca hem de Latince, "Bu Bayrak, Tanrı'nın Ebedi Birliği'nin
İşaretidir" yazan, köylülerin savaşırken taşıdığı "Regenbogen"
("Gökkuşağı") bayrağı. Altta solda: Friedrich Engels'in Türkçe'de Sol
Yayınları'ndan çıkan "Köylüler Savaşı" kitabının kapağı. Altta sağda:
Albrecht Dürer'in köylüler savaşının yenilgisinin hüznünü ikonlaştıran, ama
aynı zamanda soylu sınıflarla alay eden "Bauernsäule" (Köylüler
Sütunu") adlı resmi
-
Albrecht Dürer'in "Köylüler Sütunu"
Toprak
serfi köylü tebaaları, onların muktedirliklerini sorgulamaya cesaret ettikleri
anda, kendileri de Hristiyan mümin olan saray ve kilise soyluları için (Yunanca
"On Bilgi" anlamına gelen "Dekalog" sözcüğü ile Hristiyan
literatürüne de geçen Musa'nın Tevrat'ta, tanrı "Yahve" ile yaptığını
iddia ettiği "On Emir"den "öldürmeyeceksin!" şeklindeki
-çn) Beşinci Emir"in, o zaman da hiçbir kıymeti yoktu. Zira, (bu
"kutsal emri" çiğneyenlere karşı -çn) çıkışların ve eleştirilerin de
sonu hiç gelmeyecekti.
(Köylüler
Savaşı'nın çağdaş tanığı ve Alman rönesansının hümanist ressamı -çn) Albrecht
Dürer, (ressamlık dersleri verdiği öğrencileri için 1525'te yazdığı -çn)
"Ölçü Talimatları" (adlı ders kitabında -çn), "isyankâr
köylülere karşı elde ettiği yengilerini ebedi kılmak adına, ona bir Zafer Anıtı
siparişi veren bir asilzade için", aslında kinayelerle dolu bir
"Köylüler Anıtı" çizmişti. (Büyük bir sütün ebatlarında düşünülmüş bu
resimde Dürer -çn) bir inek, bir domuz ve birkaç koyun figürüyle oluşturulmuş
bir kaidenin üzerinde yükselen tahıl demetleri, süt bakraçları, yulaf
sandıkları ve tereyağı yayıklarından oluşan bir sütunun tepesine, "sırtına
saplı bir kılıçla olduğu yere çömelmiş ve hüzün dolu bakışlarla dört bir yanına
yığılmış ölülere tuttuğu derin yasın içinde kaybolmuş bir köylüyü"
çizmişti.
(Dürer'in
"Köylü Sütunu" adlı bu eseri -çn), resim sanatının "oranlar
teorisi" üzerine yazılmış bir eğitim kitabına bile, sosyal eleştirinin
nasıl gizlenebileceğinin ve galiplerin (kendilerini yüceltmek için düşündükleri
bir- çn) zafer anıtının, bir utanç anıtına nasıl dönüştürülebileceğinin en iyi
erken örneklerinden biri olarak günümüze dek etkisini sürdürmüştür. (Dürer'in
kinayelerle dolu bu resminden esinlenilerek yapılan -çn) bronzdan yapılmış 7
metre yüksekliğindeki gerçek bir anıt sütun, bir ay kadar kısa bir süre önce
Nisan 2025'te, (ayaklanmaların başladığı -çn) Mühlhausen'deki Kornmarkt
Kilisesi'nin önüne, köylü isyanının 500. Yıl anısına dikildi.
Erken
modern dönemde, Albrecht Dürer'in yanı sıra, soylu feodallerin zembereğinden
boşalttıkları paralı askerlerin vahşi öfkesini, "pasionist" (İsa'nın
çarmıha gerilmesine gönderme yaparak tanrıya veya gerçeğe, acı çekerek ulaşma
-çn) resimleriyle betimleyen (köylü ayaklanmalarının Güney Almanya'daki önderi
ve -çn) ressam Jörg Ratgeb'i de (d. 1480-ö. 1526) unutmamak gerekir.
Stuttgart'taki isyancı köylüler tarafından kendilerinin savaş konseyine seçilen
Ratgeb, Pforzheim yakınlarında yaşanan yenilginin ardından, ihanet ve kafirlik
suçlamasıyla yakalandı ve gövdesi dört parçaya ayrılarak öldürüldü.
Frankonist
(Almanya'da, Bavyera eyaletinin kuzey yarısına düşen yerleşim yerlerine ve
oralarda yaşayan halka, "Franklar" denir -çn) kilise sunaklarına
yapılmış kabartmalara, köylüleri ve yurttaşları işleyen (Normalde boş ve sade
olması gereken kilise sunaklarına işlenen bu oyma kabartmalar, özellikle insan
veya köylü figürleri içerdikleri için, o sıralar, günahtan öte, kafirlik ve
aristokrasinin uhreviyetine ihanet sayılıyordu -çn) Würzburg'lu ahşap
heykeltıraşçısı Tilman Riemenschneider'e de, şehrin Piskopos-prensi Konrad von
Thüngen'in paralı askerleri tarafından ele geçirildikten sonra götürüldüğü
Marienfeste'de acımasızca işkence edildi, tüm mesleklerden men cezası verildi,
varına yoğuna el konularak açlık ve sefaletle baş başa bırakıldı. Bu tür acı
dolu öykülerin hatıratları, Heinrich Schütz'ün kilise koroları için bestelediği
ve Paul Gerhardt'ın yazdığı ilahilerle, bugün bile halâ dillerde ve kulaklarda
yankılanmaktadır.
Bütün
bu olanlara rağmen 19. yüzyıla kadar soylu sınıflar ve kilise egemenleri,
tebaalarını, 19. Yüzyıl'a kadar yüzlerce yıl, Müntzer'in ve onun
takipçilerinin, eşkıya, allahsız ve kafir olduklarına inandırmayı başardılar.
Fakat, Stuttgartlı teolog ve tarihçi Wilhelm Zimmermann'ın, (geç-ortaçağ -çn)
köylülerinin gerçek özgürlüğü ve eşitliği amaçlayan mücadelesini, Vormärz
Dönemi'nin ("Vormärz Dönemi" deyimiyle, İngiltere, Hollanda ve
Fransa'ya kıyasla Almanya'da geç başlayan, ama özellikle Kant ve Hegel ile entelektüel
doruğuna çıkmış düşünsel ve siyasal aydınlanmayı takip eden 1848 "Mart
Devrimi"nden hemen önceki genel toplumsal dönüşüm süreci kastedilir -çn)
siyasal özgürlük ve eşitlik isteyen mücadeleleri ışığında yeniden ele aldığı üç
ciltlik "Büyük Köylü Savaşı'nın Genel Tarihi" adlı kitabı 1841-1843
yılları arasında yayınlandığında, her şey bu defa gerçekten alt üst olacaktı.
Bu
eser, daha o dönemde bir anda 30 baskıya ulaşarak 300.000'i aşkın bir okur
kitlesine ulaşmıştı. Friedrich Engels, Wilhelm Zimmermann'ın bu kitabını,
kendisinin daha sonra yazacağı "Köylüler Savaşı" adlı çalışması için
esaslı bir başvuru kaynağı olarak sık sık yad etmiş ve Zimmermann'ın, kanıtlara
ve kaynaklara gösterdiği olağanüstü titizliğini ve ayrıntılara gösterdiği
etkileyici araştırmacılığını, oldukça takdir etmiştir. Engels ise, kendi
makale-kitabında Müntzer'i, bir erken dönem "komünisti" olarak
niteleyecek ve daha ileride Doğu Almanya'da kurulan sosyalist Demokratik
Almanya Cumhuriyeti ise, tam da buna dayanarak, Müntzer'in bir portresini, beş
marklık banknotların üzerine basacaktır.
-
"Alman Sefilliği"
Müntzer
ve onun köylüler savaşındaki yarenlerinin 3 asır önceki haykırışlarının
yankısı, bunlarla eşzamanlı biçimde, 19. Yüzyıl'ın ortasında, Georg Herwegh'in
(d. 1817- ö. 1875, yazdığı siyasi mücadele şiirleriyle Almanya'da 19. Yüzyıl
boyunca süren devrim mücadelelerinin ve işçi hareketinin, Heinrich Heine,
Ferdinand Freiligrath ve Georg Weehrt ile birlikte, başlıca edebi seslerinden
biri olmuştur -çn) 1841'de yazdığı "Çağrı" adlı şiirde yeniden
duyuldu: "Sökün haçları topraktan! / Kılıç yapın hepsini! / İşte ancak o
zaman, / Affeder tanrı bizi." Heinrich Heine'nin (d. 1797-ö. 1856, Marx'ın
da çok hayran olduğu devrimci bir şair -çn) "Almanya: Bir Kış Masalı"
adlı şiirinde de Georg Büchner'in (d. 1813-ö. 1837. Sadece 24 yıl yaşamış olsa da
tıp, doğa bilimleri, edebiyat ve siyaset alanında ürettiği eserlerle, dönemin
Almanya'sında çok güçlü etkileri olmuştur -çn) "Hessen Kırlarının
Müjdecisi" adlı şiirinde de orta çağın isyancı köylülerinin devrimci
mücadelesinin yankılarını duymak mümkündür.
Hatta,
Alexander von Humboldt (d. 1769-ö. 1859, kendi döneminde "çağımızın
Aristo'su" diye nitelenmiş ve sayısız bilim dalında araştırmalar yaparak
bunları yayınlamış önemli bir bilim insanı. Envai sayıda kitaplara geçirdiği
araştırmaları, tüm geçmiş tarihin her açıdan en köklü devrimlerinin
gerçekleştiği 19. Yüzyıl'da, sadece çeşitli bilimlerdeki düşünce ve teorilerin
değil, aynı zamanda bu en devrimci yüzyılda ortaya çıkan siyasi ve felsefi
teorilerin de başvurduğu temel bir kaynak olmuştur -çn) 1843'te köylüler savaşı
hakkında şöyle demişti: "Alman tarihinin en büyük hatası, Köylüler
Savaşı'nın yenilmiş olmasıdır." Humboldt bunu tespit ederken, ileride
Bertolt Brecht'in "Alman Sefilliği" olarak adlandıracağı (Almanya
tarihine özgü -çn) bir trajediye gönderme yapıyordu aslında.
Çünkü,
ilk defa Almanya'da baş gösteren bu türden köylü ayaklanmalarının ezilmesiyle,
soylu muktedirlerin ve kilise aristokrasisinin egemenliği, 1918'in ("Kasım
Devrimi"ne dek 4 yüzyıl daha ayakta kalacak kadar çok uzun bir süre daha
-çn) perçinlenmiş de oluyordu. Oysa, İngiltere ve Fransa'da gerçekleşen
başarılı burjuva devrimleriyle birlikte, parlamentolar ve kendine güveni
büyüyen burjuva sınıflar, çoktan iktidara gelmişlerdi. Bertolt Brecht,
"Mutter Courage und İhre Kinder" ("Yiğit Analar ve
Çocukları" -çn) adlı tiyatro eserini yazarken aldığı notların birinde,
şunları söylüyordu: "Toplumsal sorunlar açısından bakıldığında, Alman
tarihinin en büyük talihsizliği, (dinsel ve feodal aristokrasiyi ezmesi gereken
-çn) Reformasyonun dişlerinin, Köylüler Savaşı'nda sökülmüş olmasıdır. (Dişleri
olmayan bir Reformasyondan -çn) geriye kala kala, sadece, bol akçeli işler ve
kopkoyu karamsar bir alaycılık kaldı." (Brecht'in bu sözlerine bugün dahi
hak vermemek elde değil, zira -çn), 1525’ten bugüne, temelde hiçbir şeyin
değişmediğini söyleyebiliriz.
Brecht'in
bu düşüncesi, onun yakın dostlarından biri olan Hanns Eisler'i, (eleştirel bir
perspektiften, Goethe'nin epik eseri-çn) "Johann Faust"un operaya
uyarlanmış librettosunu (operanın sözleri -çn) yazmaya teşvik etmiştir.
Goethe'yi bir Luther taraftarı olarak gösterdiği (aynı adlı bu opera
versiyonunda -çn) Eisler, ayaklanmış köylülere karşı Luther'in yaptığı
ihanetleri anlatıyordu. Oysa SED (sosyalist Doğu Almanya'yı yöneten
"Sosyalist Birlik Partisi" için -çn), Goethe ve Schiller,
"klasik miras"tı. (Bu yüzden, Parti'ye göre-çn) Eisler’in bu
"sol-sekter tarih anlayışı", yazdığı opera metninin 1952’de
yayımlanmasından sonra kahredici eleştirilere uğradı. Buna karşılık, Parti
yetkililerinin bu bakışla Thomas Müntzer’in (feodal aristokrasiyle iş birliği
yapan Luther'e karşı -çn) tavrına ihanet etmiş olmaları ve üstüne bir de
Eisler'in operasının müziklerinin hazırlanmasını engellemeleri, aynı
eleştirmenleri hiç ırgalamamıştı bile.
Benzer
sebeplerle, 1961'de Heiner Müller'in yazdığı "Die Umsiedlerin"
("Göçmen") ve Peter Hack'in yazdığı "Moritz Tassow" adlı
iki büyük teatral komedinin sahnelenmesi ve oyun metinlerinin yayınlanması da
yasaklanmıştı. Oysa bu komediler, 1945'ten sonra kurulan sosyalist toplumda,
hep hayal ettikleri gibi nihayet baskı ve sömürüden kurtulmuş olan toprak
serflerinin hayallerini gerçekleştirme uğraşları sırasında ortaya çıkan
çatışmaları konu alıyordu. Heiner Müller (d. 1929-ö. 1995, sosyalist Doğu
Almanyalı bir tiyatro yönetmeni, dramaturg ve gazete röportajcısı. Ayrıca, bir
süre Doğu Almanya'da Sanat Akademisi yöneticiliği yapmıştır -çn), 1986'da
Wolfgang Heise ile (d. 1925-ö. 1987, Doğu Almanyalı bir filozof. Doğu
Berlin'deki Humboldt Üniversitesi'nde profesörlük yapmıştır -çn) yaptığı bir
röportajda, "Ölmüşlerle konuşmaktan, bu ölenlerle birlikte toprağa gömülen
geleceğin nasıl bir şey olduğunu onlar bize söyleyinceye kadar
vazgeçilmemelidir" demişti. Batı Almanya Federal Cumhuriyeti'nde ise, ilk
defa 1970'te Dieter Forte, bu düşünceyle "Martin Luther & Thomas
Müntzer oder Die Einführung der Buchhaltung" ("Martin Luther ve
Thomas Müntzer veya Bir Hesaplaşmaya Giriş") adlı bir tiyatro oyunu kaleme
almıştır.
-
Bir Umut Kıvılcımı
Sosyalist
Birlik Partisi SED, Köylüler Savaşı'nın 450. yıldönümünde Thomas Müntzer
hatırasına 1975 yılını bir anma yılı ilan etmeyi planlamış, böylece onun
bıraktığı mirası, kesin biçimde Doğu Almanya'ya atfetmek istemişti. Partinin
Politbürosunun kararından sonra Kültür Bakanlığı, 1525 olaylarının final
sahnesinin geçtiği Frankenhausen şehrindeki Schlachtberg'te sergilenmek üzere,
Sovyet anıtsal dioramalarına (Diorama, bir drama sahnesinin veya gerçek bir
olayın, büyük veya minyatür boylarda üç boyutlu modellerle rekonstrüksiyonudur.
Bunlar bazen bir müzede cam bir vitrinin içinde sergilenir -çn) benzer,
panoramik bir resim siparişi verdi. Uzun görüşmeler sonunda bu proje için
seçilen Leipzig'li ressam Werner Tübke, belgesel tarzda bir resim yapmayacağı
ve çalışmasının konu bağlamını oluşturmada ve tasarımında özgür bırakılması
şartıyla bu işi üstleneceğini iletti. Daha önce başka ünlü ressamların bu
teklifi reddetmesi ve sürenin daralması nedeniyle, onun ileri sürdüğü her iki
şart da parti tarafından kabul edildi.
Bunun
üzerine Tübke, 1979'dan 1989'a kadar, üzerinde üç binden fazla figürün yer
aldığı, 14 metre yüksekliğinde ve 123 metre uzunluğundaki panorama üzerinde
durmadan çalıştı ve sonunda isyanın dioramal modeli, 1989'un, Müntzer'in
dünyaya geldiği sanılan 14 Eylül günü, onun 500. doğum yılı hatırına halka
sunuldu. Oysa bundan tam iki ay önce, Saksonya ve Thüringen sokaklarında başka
türden bir halk hareketi başlamıştı. (Öncekiyle aralarındaki en bariz fark
-çn), bu seferkinde hiç kan dökülmemesiydi. Yine de Werner Tübke'nin üç boyutlu
tablosu, onu gören pek çok izleyicinin yüzünde, kendilerini her gücün üstünde
ve ebedi sanan imparatorlukların sonuna ilişkin alegorik bir istihza
bırakmıştı. Zira, Leipzig'li ressam, ona siparişi verenlerin istediği ve düşündüğü
gibi, "Almanya'daki Erken Burjuva Devrimi"ni değil, sonuçları
1525'ten 1918'e veya 1933'ten 1989'a kadar uzanan Almanya'daki ilk
"Proleter Devrimi"nin kıyametane gerçekliğini resmetmişti. Onun bu
büyüleyici gerçekçiliği, bu yüzden hâlâ, bir yandan şimdiki zamana aitmiş gibi,
öte yandan ise, tüm zamanların ötesindeymiş gibi bir etkilenim
bırakabilmektedir.
Bu durum, filozof Walter Benjamin'in, (daha bunlar olmadan çok önce -çn) 1940'ta yazdığı "Tarih Kavramı Üzerine" adlı kitabındaki tezlerinde dile getirdiği önemli bir uyarıyı anımsatır: "Tarihsel materyalizm açısından söz konusu olan şey, tarihin kritik anlarında kendini birdenbire tarihsel öznenin ellerine bırakan geçmişin bir resmini yakalamaktır. Aslında tarihte böylesi kritik anlar hem onu reddeden halihazırdakinin hem de bu kritik anı kabul edip ona 'sefa geldin' çekenlerin varlığını bir arada tehdit eder. Zira, her ikisi için de tarihte kritik anların sonucu, aynı yere çıkabilir. Bu ise, kendini egemen sınıfın bir aracı olarak bulmak olasılığıdır. (…) Şu söyleyeceğim gerçekten başarıyla çıkabilen umut kıvılcımını, geçmişin içinde tutuşturma yeteneğine, sadece şu gerçeği bilen tarih yazıcıları sahiptir: Şayet yenilmişlerse, ölüler bile düşmanlarından güvende olmazlar. Ve bu türden düşmanlar, halâ yenmekten bıkmamıştır."
26 Mayıs 2025 Pazartesi
Kitap II: Mantık
MB: Materyalist Diyalektik Teori adlı makalemi kuantum
fiziğiyle ilgili bölüm ekleyerek, Mao Zedong'un diyalektik mantığa özgün
katkısını anarak, doğadan ve toplumdan yeni örnekler vererek ve daha fazlasını
yaparak zenginleştirmiş bulunuyorum.
Klasik Mantığa Giriş (Notlar)'la birlikte bir e-kitap
formatında okura sunuyorum. Bu "kitap II".
Planım şudur:
Kitap I: Marksizm (Marksizm nedir?, FÜTA, TMDD, MM)
Kitap II: Mantık (MDT, KMG, Ekler)
Kitap III: Toplumbilim (TRK, Yabancılaşma, HT, KKD, İRT)
Kitap IV: Sosyalizm (SDT, Demokrasi Mücadelesi mi,
Sosyalizm mücadelesi mi?, vd.)
Kitap II: Mantık'ı indirip, okumanız dileğiyle...
Format/biçim eksikleri veya hatalarını, içerik eleştirilerinizi iletmeniz, beni
sevindirir.
Bağlantı adresi:
https://drive.google.com/file/d/1pGO77UCKS6mBVbIoFlOst0jhG8auofUv/view?usp=sharing
23 Mayıs 2025 Cuma
İlk Eşitlikçi Topluluklar (İlkel Komünizm)
Mahmut Boyuneğmez
Giriş
İnsanlık
tarihinin başlangıcındaki avcı-toplayıcı topluluklar, tarihsel materyalizm
çerçevesinde genellikle “ilkel komünizm” ya da “ilkel komünal toplum” olarak adlandırılmıştır.
Ancak bu toplulukların temel niteliği, sınıfsal eşitsizliklerin bulunmaması
olduğundan, “ilk eşitlikçi topluluklar” terimi daha uygun bir tanımlama sunmaktadır.
Bu toplulukların maddi yaşam koşullarını, toplumsal organizasyonlarını,
mülkiyet ilişkilerini ve devlet olgusuyla ilişkilerini kısaca değerlendirmek,
komünizmle olan benzerlikleri ve farklarını incelemek istiyoruz.
İlk
Eşitlikçi Toplulukların Özellikleri
İlk
eşitlikçi topluluklar, insanlık tarihinin Paleolitik ve erken Neolitik
dönemlerinde ortaya çıkan avcı-toplayıcı topluluklardır. Bu topluluklar, oba ve
klanlardan oluşan kabile birimleri şeklinde örgütlenmiştir. “İlk” nitelemesi,
bu toplulukların insanlık tarihinin en erken dönemlerinde yer almasını ifade
ederken, “ilkel” terimi, üretici güçlerin ve toplumsal organizasyonların görece
basit ve gelişmemiş yapısına işaret eder. Ancak “toplum” terimi karmaşık
sosyal, ekonomik ve politik yapıları anlattığından, bu topluluklar için “toplum”
yerine “topluluk” terimini kullanmak daha uygundur.
Bu
toplulukların maddi yaşamı, avcılık, balıkçılık ve yiyecek toplayıcılığına
dayalıydı. Üretici güçlerin sınırlılığı, artık-ürün üretimini imkânsız kılmış
ve bu durum, sınıfsal eşitsizliklerin ortaya çıkmasını engellemiştir.
Antropolojik çalışmalar, bu toplulukların çoğunda kaynakların paylaşımının
eşitlikçi bir şekilde gerçekleştiğini gösterir. Örneğin, !Kung San
topluluklarında, avlanan etin paylaşımı sıkı sosyal normlarla düzenlenir ve
bireylerin birikim yapması engellenir [1]. Ancak, tüm topluluklar tam anlamıyla
eşitlikçi değildi; bazı topluluklarda, özellikle kaynak bolluğunun olduğu
bölgelerde, liderler veya yaşlılar gibi belirli bireylerin besin dağıtımı
üzerinde sınırlı bir kontrolü olabiliyordu [2]. Yine de genel bir soyutlama
olarak, bu topluluklar “eşitlikçi” olarak nitelendirilir, çünkü artık-ürün
olmadığından sınıflaşma mümkün değildi.
“Komünal”
Kavramındaki Sorun
“Komünal”
terimi, ilkel topluluklarda ortaklaşa avlanma ve yiyecek toplama pratiklerini
ifade eder. Ancak bu ortaklaşmacılık, geleceğin komünist toplumuyla yalnızca
özsel düzeyde benzerlik taşır. İlkel topluluklardaki ortaklaşmacılık,
bireylerin hayatta kalmak için birbirine bağımlı olmasından kaynaklanan bir
zorunluluktur. Örneğin, bir avcı-toplayıcı toplulukta, bireylerin avcılık veya
toplayıcılık faaliyetlerine katılmaması durumunda topluluğun hayatta kalma
şansı azalırdı. Bu nedenle, ortaklaşmacılık, özgür bir tercih değil, maddi
koşulların dayattığı bir zorunluluktu. Komünizmde ise iş birliği, bireylerin
özgür iradesine dayalıdır. Komünizmde üretici güçler ileri düzeyde gelişmiş olsa bile, bireylerin
birbirine toplumsal bağımlılığı devam eder (herkes birbiri için üretim yapar). Aralarındaki bu fark, “ilkel komünizm” kavramının
kullanımını sorunlu hale getirir; çünkü bu terim, ilkel toplulukların zorunlu
ortaklaşmacılığını, komünist toplumun özgür ve gönüllü iş birliğiyle karıştırma
riski taşır.
İlkel
Topluluklar ile Komünizm Arasındaki Farklar
Komünizm,
üretici güçlerin kapitalizm altında ulaştığı düzeyin ötesine geçen muazzam bir
gelişmişlik, zorunlu çalışmanın en aza inmesi, bireylerin çok yönlü
gelişimi ve gönüllü iş birliği ile tanımlanır. İlkel topluluklar ise bu
özelliklerden yoksundur. Komünizm ile ilk eşitlikçi topluluklar arasındaki farklar
şunlardır:
- Üretici
Güçler ve İş bölümü: İlkel topluluklarda üretici güçler son derece
sınırlıdır. Avcılık ve toplayıcılık, temel geçim kaynaklarıdır ve toplumsal iş
bölümü henüz gelişmemiştir. Örneğin, cinsiyete dayalı bir iş bölümü
gözlense de (erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapardı), bu iş
bölümü toplumsal sınıflara yol açmaz [3]. Komünizmde ise iş bölümü tamamen
aşılır. Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde, komünist toplumda
bireylerin “sabah avcı, öğleden sonra balıkçı, akşam eleştirmen”
olabileceğini, yani çok yönlü faaliyetlerde bulunabileceğini belirtir [4].
Bu, ilkel topluluklardaki sınırlı üretici güçlerle mümkün olmayan bir
durumdur.
- Bağımlılık
ve İş birliği: İlkel topluluklarda bireyler, hayatta kalmak için birbirine
muhtaçtır. Örneğin, antropolojik çalışmalarda, çalışamayacak durumda olan
bireylerin (yaşlılar, engelliler) veya yetim çocukların ilkel
topluluklarda hayatta kalma şansının düşük olduğu belirtilir [5]. Bunun
nedeni, topluluğun üretim kapasitesinin yalnızca aktif bireylerin
ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olmasıdır. Komünizmde ise üretim
kapasitesi, tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yüksektir ve iş
birliği, zorunluluk değil, özgür irade temellidir. Bu, komünist toplumun
bireylerin özgür gelişimini destekleyen bir yapıya sahip olduğunu
gösterir.
- Bireylerin
Zenginliği ve Yaratıcı Potansiyel: İlkel topluluklarda bireylerin yaratıcı
potansiyelleri, maddi koşulların sınırlılığı nedeniyle oldukça kısıtlıdır.
Örneğin, bir avcı-toplayıcı, tüm enerjisini hayatta kalmaya harcar ve
sanatsal, bilimsel veya kültürel üretim için çok az zamanı kalır.
Komünizmde ise tarih boyunca biriken zenginlikler (bilim, sanat,
teknoloji) toplumsallaştırılır ve bireyler, bu zenginliklerden
yararlanarak çok yönlü bir gelişim gösterir. Marx, komünist toplumda
bireyin “çok yönlü insan” olarak gelişeceğini vurgular [6].
- Artık-Ürün
ve Eşitsizlik: İlkel topluluklarda artık-ürün olmadığından sınıfsal
eşitsizlikler ortaya çıkmaz. Ancak bu durum, üretici güçlerin
yetersizliğinden kaynaklanır. Komünizmde ise artık-ürün, toplumsal
ihtiyaçları karşılayacak şekilde toplumsallaştırılır ve bireylerin özgür
gelişimi için kullanılır. Bu durum, ilkel topluluklardaki eşitlikçiliğin
maddi temelleriyle komünist toplumun eşitlikçiliğinin temelleri arasında
temel bir fark olduğunu gösterir.
· Antropolojik
çalışmalar, ilkel toplulukların eşitlikçi yapısının, yalnızca maddi koşullarla
değil, aynı zamanda kültürel normlarla da şekillendiğini gösterir. Örneğin,
Hadza topluluklarında, bireylerin birikim yapmasını engelleyen sosyal normlar,
eşitlikçi paylaşımı destekler [7]. Ancak bu normlar, zorunlu bir
ortaklaşmacılığa dayanır ve bireylerin özgür iradesinden çok, hayatta kalma
gereklilikleriyle şekillenir. Komünizmde ise eşitlik, bireylerin özgürce
katıldığı bir toplumsal düzenle sağlanır.
Mülkiyet
İlişkileri
İlk
eşitlikçi topluluklarda bireysel mülkiyet (örneğin, kişisel eşyalar, aletler)
bulunabilir, ancak özel mülkiyet (toprak veya üretim araçları üzerindeki
mülkiyet) mevcut değildir. Bu durum, üretici güçlerin artık-ürün oluşturacak
kapasiteye sahip olmamasından kaynaklanır. Örneğin, !Kung San topluluklarında,
avcılık aletleri bireysel olarak kullanılabilir, ancak bu aletler özel mülkiyet
olarak birikime veya sömürüye yol açmaz [8]. Komünizmde ise özel mülkiyet,
üretim araçlarının ve toprağın toplumsallaştırılmasıyla aşılır. Bireysel
mülkiyet eşyaları (örneğin, giysiler, kişisel eşyalar) ise varlığını sürdürür.
Bu yönüyle, ilkel topluluklar ve komünizm arasında mülkiyet ilişkileri
açısından bir benzerlik bulunmaktadır; ancak bu benzerlik, farklı maddi koşullar
altında ortaya çıkar. İlkel topluluklarda özel mülkiyetin olmayışı, üretici
güçlerin yetersizliğinden kaynaklanırken; komünizmde özel mülkiyetin aşılması,
üretici güçlerin yüksek düzeyde gelişmişliği ve toplumsal ilişkilerin
dönüşümüyle mümkündür.
Devlet
ve Toplumsal Örgütlenme
İlkel
topluluklarda devlet bulunmaz, çünkü sınıfsal karşıtlıklar ve artık-ürün
yoktur. Toplumsal ilişkiler, kabile birimleri, gelenekler ve karşılıklı
bağımlılık aracılığıyla düzenlenir. Örneğin, Lewis Henry Morgan, Iroquois
kabilelerinde karar alma süreçlerinin topluluk temelli ve eşitlikçi olduğunu belirtir
[9]. Komünizmde ise devlet, toplumsal ilişkilerin organizasyonu olarak
varlığını sürdürür, ancak toplumla özdeşleşerek sönümlenir. Engels, Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, devletin sınıfsal çelişkilerin bir
ürünü olduğunu ve komünist toplumda bu çelişkilerin ortadan kalkmasıyla
devletin sönümleneceğini savunur [10]. Bu, ilkel topluluklardaki
devletsizlikten farklı bir durumdur; ilkel topluluklarda devlet gelişmemişken,
komünizmde devlet, toplumsal ilişkilerin dönüşümüyle “sönümlenir”.
Sonuç
İlk
eşitlikçi topluluklar, insanlık tarihinin başlangıcındaki avcı-toplayıcı
topluluklar olarak, sınıfsal eşitsizliklerin bulunmaması nedeniyle “eşitlikçi”
olarak nitelendirilir. Ancak “ilkel komünizm” kavramı, bu toplulukların
zorunluluk temelli ortaklaşmacılığını, komünist toplumun özgür ve gönüllü iş
birliğiyle karıştırma riski taşır. İlkel topluluklar, üretici güçlerin
sınırlılığı nedeniyle özel mülkiyete ve devlete sahip değildir; komünizmde ise
bu unsurlar, tarihsel süreçte aşılır. İlkel topluluklarla komünizm
arasındaki benzerlikler özsel düzeyde kalır ve maddi koşullar açısından derin
farklılıklar içerir. Antropolojik bilgiler ve tarihsel materyalist perspektif,
bu toplulukların eşitlikçi yapısını anlamada önemlidir. Ancak komünist
toplumun, ilkel toplulukların maddi ve toplumsal sınırlılıklarını aşan bir
vizyon sunduğu açıktır.
Kaynaklar
- Engels,
F. (1884). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. (Çev. K.
Somer). Sol Yayınları.
- Marx,
K. & Engels, F. (1845-46). Alman İdeolojisi. (Çev. S. Belli).
Sol Yayınları.
- Morgan,
L. H. (1877). Ancient Society. University of Arizona Press.
- Lee,
R. B. (1984). The Dobe !Kung. Holt, Rinehart and Winston.
- Woodburn,
J. (1982). “Egalitarian Societies.” Man, 17(3), 431-451.
- Marlowe,
F. W. (2010). The Hadza: Hunter-Gatherers of Tanzania. University
of California Press.
Dipnotlar
- Lee
(1984), !Kung San topluluklarında et paylaşımının eşitlikçi normlarla
düzenlendiğini belirtir (s. 89-92).
- Woodburn
(1982), bazı topluluklarda kaynak dağıtımında sınırlı ayrıcalıkların
olduğunu tartışır (s. 435).
- Morgan
(1877), ilkel topluluklarda cinsiyete dayalı iş bölümünün eşitlikçi yapıyı
bozmadığını savunur (s. 120-125).
- Marx
& Engels (1845-46), komünist toplumda iş bölümünün aşılacağını
belirtir (s. 53).
- Lee
(1984), çalışamayan bireylerin hayatta kalma zorluklarını vurgular (s.
95).
- Marx
(1848), Komünist Manifesto’da bireylerin çok yönlü gelişimini
tartışır (s. 27).
- Marlowe
(2010), Hadza topluluklarında eşitlikçi normları detaylandırır (s.
145-150).
- Lee
(1984), bireysel mülkiyetin özel mülkiyete dönüşmediğini belirtir (s. 90).
- Morgan
(1877), Iroquois kabilelerinde topluluk temelli karar alma süreçlerini
inceler (s. 130-135).
- Engels
(1884), devletin sönümlenme sürecini açıklar (s. 167-170).
21 Mayıs 2025 Çarşamba
TARİHTE 'GREV'İN DOĞUŞU
Grev'e, Neden "Grev" (Burada İngilizcesi: "Strike" -çn) Diyoruz?
Dermot
Feenan (Londra Üniversitesi, Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi)
İngilizce'den
Almanca'ya: Johannes Liess
Almanca'dan
Türkçe'ye: Doğan Ağrı
MAR
notu: Bu yazı, "Jacobin" adlı hem İngilizce hem Almanca yayınlanan
dergide, 1 Mayıs 2020'de yayımlanmıştır.
Bu sorunun cevabı, ilk kez 250 yıl önce, Londra'da, kendi yarattığı yeni eylem türleriyle işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışında yatıyor. O zamana kadar "yelken indirme" anlamında kullanılan "strike" sözcüğü, bundan sonra, "topluca iş bırakma" anlamına gelmek üzere, İngilizce kelime haznesine girmeye başlamıştı. Londralı kömür hamallarının ve deniz işçilerinin, gemilerin oldukları yerde hareketsiz kalması için kullandıkları "yelken indirme" ("Striking") tekniğine, o günün işçileri tarafından bu sefer "grev" anlamına gelecek şekilde ilk kez başvurulmuştu. İşte, o günlerden beri "Strike" sözcüğü, 1768'in Londra limanlarından, şimdi 2018'de Batı Virginia'nın başkentindeki eylemlere kadar, bütün işçi mücadelelerinin anlam yüklü en sembol sözcüklerinden biri haline geldi.
Ama,
bu eylem, işçilerin kollektif biçimde yaptığı ilk eylem değildi elbette.
Gerçekten de, 1768 Londra grevlerinden çok daha önce, daha 17. yüzyılın
ortalarından itibaren, kuzeydoğu İngiltere'de bulunan Tyne ve Wear
prensliklerindeki "Kielciler"in (kömürü kıyıdan gemilere taşıyan
omurgasız, yelkensiz teknelerde çalışan deniz işçileri -çn) başvurduğu toplu
yelken indirme eylemleri o kadar etkiliydi ki, John Stevenson'ın da (yanlış
tespit etmediysem, bir İngiliz sinema yapımcısı ve yönetmeni -çn) dikkat çektiği
gibi, Kielciler, "işçi sendikası örgütleyen ilk meslek gruplarından
biri" olarak tarih kayıtlarına geçeceklerdi. İngiltere'nin
kuzeybatısındaki liman şehri Liverpool'lu denizciler de ücret artışı talebiyle,
Aralık 1762'de, bir toplu iş bırakma eylemi yapmışlardı.
Yine,
1765 yılında, kadın ve erkek kömür madencileri de süreli bir iş bırakma eylemi
tecrübe etmişlerdi. Son olarak, 1 Nisan 1768'de Sunderland'daki denizciler,
gemi direklerini devirerek (böylece yelkenleri indirerek) gemilerin limandan
ayrılmasını engellemiş, bu eylemin sonucunda, gemi sahipleri ve gemi kaptanları,
denizcilerin ücret artışı taleplerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Aynı
yılın Mayıs ayında, bu kez Themse Nehiri boyunca (şehir içi ticari
taşımacılıkta -çn) çalışan gemi işçileri, aynı eylem biçimine başvuracaklardı.
Ülkenin Kuzey Atlantik kıyısına bakan kuzeydoğusunda başlayan bu türde
(yelkenleri indirerek -çn) iş bırakma eyleminin başarı haberi Londra'daki kömür
madencilerine kadar ulaştı. İşte, tüm bu işçi eylemleri boyunca, (toplumsal
tarihin içine -çn) yepyeni bir kavram doğmuş oldu.
-
Kömür Hamalları
(Buharlı
motorun endüstriyel üretimi başlatmasıyla birlikte -çn) Londra'nın 18. yüzyılda
hızlanan büyümesi, İngiltere'nin kuzeydoğusundaki kömür madenlerinden, sayıları
sürekli çoğalan buharlı gemilerle çok daha fazla kömürün de şehre taşınmasını
gerektirmişti. Gemilerle önce denizden, sonra nehir üzerinden şehir içlerine
taşınan kömür, Themse Nehri'nin kuzey kıyısında bulunan Wapping ve
Shadwell'daki nehir limanlarında çalışan kömür hamalları tarafından
boşaltılıyordu. Gemilerle yapılan mamul mal ve kömür taşımacılığı, kömür
hamallarını işe alıp onlara parça başı ücret ödeyen (ör: sırt sepeti veya fıçı
başına -çn) "undertaker" (aracı, komisyoncu, işçi taşeronu -çn)
tarafından kontrol edilen, ağır, sıkıcı ve pis bir işti.
Bu
aracı taşeronların çoğu, oradaki lokanta ve meyhanelerin de sahibiydi ve
hamallara ücretlerini, (ısınmak için verilen kömür doldurulmuş -çn) bir
"çuval" veya "fıçı" ile, kendilerine ait lokanta ve
barlarda işçilerin içip yediklerini de hesaba katarak ödüyorlardı. (Uzun
saatler boyunca -çn) durmadan kömür fıçılarını taşımak, susuzluk yaratan ağır
bir işti ve o dönemde suyun nasıl sterilize edileceği bilinmediği için, işçiler
genelde, (içindeki alkolün steril hale getirdiği -çn) bira içerlerdi. O
zamanlar (12 ila 16 saate varan uzun çalışma süreleri ve işyerlerinin şehre
uzaklığı nedeniyle -çn) yeme ve içmenin tek mümkün olduğu bu lokanta ve
meyhanelerin de sahipleri olan aracı taşeronlar, kömür işçilerinin ve
hamalların hayatlarını idame etmelerini her bakımdan kontrol edebiliyorlardı.
Kömür hamallarının çoğunluğunu ise, etnik bakımdan İrlandalı'lar oluşturuyordu.
Bunların da büyük bir kısmı, 1762-1763 yıllarında İrlanda'nın güneyinde yaşanan
ilk toprak isyanlarından sonra buralara göç eden topraksız köylülerden meydana
geliyordu.
Diğer
bir kısmı ise, (önceleri soylu kontlardan ekip biçmek için toprak kiralayabilen
-çn) köylülerin bu isyanları sırasında, onları savunmak amacıyla şiddete dayalı
gizli örgütler kuran İrlandalı "Whiteboys"lardan (beyaz maske
giydikleri için "Beyaz Delikanlılar"-çn) oluşuyordu. Bu açıdan, David
Featherstone'un da (kendi sözleriyle, küresel jeopolitikalar ile yerel
direnişler arasındaki ilişkiler üzerine temel çalışmaların yanında, alt
sınıfların ekolojik ulusötesi dayanışma ağlarının oluşumuyla ilgili
araştırmalar yapan Glasgow Üniversitesi'nde bir politik tarih profesörü -çn)
tespit ettiği üzere, artık Londra'da kömür işçiliği ve hamallık yapan bazı
İrlandalı göçmenlerin, daha önce "Whiteboys"ların başvurduğu
örgütlenme ve mücadele yöntemlerini şimdi örnek aldıkları söylenebilir. Zira,
örneğin, liman ve rıhtımlarda çalışan bu gemi işçileri ve kömür hamalları,
tıpkı "Whiteboys"lar gibi, 16 kişilik gruplar halinde çalışıyorlardı.
Yani, (tarihteki ilk grev eylemleri, hiç yoktan oluşmamış -çn), burada başlayan
toplu işçi eylemlerinin "kolektif örgütü", bir bakıma, önceden
mevcuttu.
1758
yılında, taşeronların, taşıma işleri için kullanılan omurgasız, yelkensiz
kürekli tekneler üzerindeki tekelini kırmak için hamallar, Parlamento'ya
başvurdular ve bunda başarılı da oldular. O güne kadar, bu kürekli teknelerin
üretimini taşeron şirketler kontrol ediyor ve bunları, işçilere fahiş
fiyatlarla kiralıyorlardı. Öte yandan, taşeron patronlar, 1758'de çıkarılmış
olan ücret tarifnamesi yasasını da çok çabuk laçkalaştırmış, onu pratikte
işlemez hale getirmişlerdi. Yasanın uygulanmasından sorumlu olan şehir meclisi
idare başkanı William Beckford'un bizzat kendisi, (Afrika'dan getirilen -çn)
kölelerin çalıştırıldığı Jamaika'da çok büyük şeker plantasyonlarının sahibiydi
ve aslında, işçilerin çıkarları lehine (yasal devlet düzenlemeleri -çn) istemeyen
yeni sınıf "laissez-faire" (fransızca'dan: bırakın yapsınlar -çn)
kapitalistlerini temsil ediyordu.
Londra'nın
Doğu Yakası'nda ticaretin ve hafif sanayinin hızlı gelişimi, benzer toplumsal
çelişki ve çatışmaların her yerde su yüzüne çıkmasını beraberinde getirmişti.
Tekstil ve dokuma sektörünün ekonomik bir kriz yaşadığı 1765'te başlayan
"Spitalfields İsyanları" sırasında dokumacı kadın ve erkek işçiler,
hayatta kalmaları için gerekli ücretin belirli bir asgarinin altında olmaması
istemiyle örgütlenmeye başladılar. Böylece bu işçiler, aslında, işçi sınıfı
mücadelesinin bu başlangıç dönemlerinde, yasadışı ve resmi olmayan yollarla
tarihin ilk sendikasını örgütlemeye girişmişlerdi. 1765 yılında, (işgüçlerinin
ucuzlamasının ve işlerini kaybetmelerinin nedenlerinden biri olan -çn) Fransız
ipeğinin ülkeye ithal edilmesine karşı protesto eylemleri düzenlediler. Bu
eylem ve isyanlar, 1767'ye kadar inişli çıkışlı devam etti.
1768'de
yiyecek darlığının baş gösterdiği Londra genelinde, bu sefer açlık isyanları
başladı. Aynı yılın Nisan ayında, gemilere çıkan kömür hamalları, bir dizi grev
kırıcısını döverek cezalandırdılar. Kömür madeni işçileri ve hamallar, daha iyi
ücret alabilmek için mücadelelerini hiç kesmeden sürdürdüler. Mayıs ayı
başlarında, ücret artışına ilişkin yazılı bir yasal güvence alana kadar
"işi askıya aldılar". Bütün bunları yaparken, kömürü, şehrin Doğu
Yakası'ndan, zengin Batı Yakası'na taşıdıkları atlarını bile hep yanlarına
alıyor, böylece, tüm endüstriyel tedarik zincirinin sürekli aksamasına dikkat
ediyorlardı. Bu sırada, kömür hamallarının süreklileştirdiği eylemler, diğer
gemi ve deniz işçilerini de içine alacak şekilde, daha da büyüdü.
-
Gemi ve Deniz İşçileri
1763'te
Yedi Yıl Savaşları'nın ("Yedi Yıl Savaşları", Viyana'daki Habsburg
hanedanlığından Kutsal Roma Germen imparatoriçesi Maria Theresia'nın,
Silezya'yı geri almak için, Rus Çarlığı ve Fransa Krallığı ile ittifak kurarak,
Prusya imparatoru II. Friedrich'e karşı başlattığı bir savaş. Bu savaş, daha
başlarken, özellikle Amerika ve Hind-Çini kıtasındaki koloniler uğruna
İngiltere ile halihazırda savaşmakta olan Fransa ve İspanya başta olmak üzere,
İsveç, Danimarka, Hollanda ve bazı Alman dukalıklarını da içine alarak, bir
bakıma, 1756'dan 1763'e kadar süren bir proto-dünya savaşına dönüşmüştü -çn)
sona ermesinden sonra, çoğu gemi ve deniz işçileri arasında işsizlik baş
göstermişti. Var olan işlerde ise ücretler, gemi sahibinden gemi sahibine
azalarak değişiyordu.
Mayıs
1768'de deniz işçileri, çeşitli gemi şirketlerince ödenen değişik ücretleri bir
araya getirerek, aralarındaki ücret farklarını birlikte tespit ettiler. Bununla
kalmayıp, birkaç hafta önce Sunderland'da ücret artışları mücadelesinde
başarılı olan meslektaşlarının, sadece "yelken indirme" değil, artık
alamayacakları kadar pahalanmış geçim ihtiyaçlarını satan fırın ve kasap
dükkanlarının önünde de gösteriler düzenlediğini hatırladılar. Şimdi, Londralı
denizcilerin elinde, artık bir kolektif eylem örneği de vardı. Geriye,
limandaki tüm gemilerin işgal edilmesi ve "yelkenlerin indirilmesi"
kalmıştı. (Topluca gemileri işgal ve yelken indirme eylemiyle gemi işçileri
-çn), ücret artışı yapılmadığı sürece, hiçbir geminin yükünün indirilmeyeceği
ve gemilerin tekrar sefere çıkamayacağı tehdidinde bulunmuş oluyorlardı.
Bütün
bunlarla birlikte gemi ve hamal işçileri, ücretlerinin arttırılması için
Parlamento'ya ve belediye başkanlığına da yöneldiler. 11 Mayıs'ta 14.000 işçi,
parlamentonun bulunduğu Westminster semtine doğru yürüyüşe geçti. Walter
Shelton'ın (1894-1959. Sanayileşme, açlık vb. konularda araştırmalarıyla
bilinen ABD'li bir sosyal tarihçi -çn) bildirdiğine göre, "feribotçular,
mavnacılar, yük getiren, yük indiren, yük bindiren hamallar, kömürcüler dahil
tüm gemi ve liman işçilerini, işlerini askıya almaya ve ücret konusu
kararlaştırana kadar işe gitmemeye ikna ettiler." Mayıs ayının ikinci
haftasına girildiğinde, bu kez, kömür hamallarını ve denizcileri taşıyan birkaç
omurgalı yelkenli tekne, nehrin kenarında bulunan Parlamento binasının önünden
geçerek, meclis binasının batısında demir attı ve eylemciler, rıhtımdaki diğer
işçileri de oraya çağırdılar.
Bunun
üzerine, birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından, diğer işçiler de onlara
katılmış oldu ve Wapping'in kuzeyinde açık bir arazi olan Stepney Fields'a
ulaştılar. Yol boyunca daha birçok kömür işçisi ve denizci, yürüyüş koluna
katıldı. Feribot işçileri ve yük taşıtı sürücüleri gibi başka işkollarındaki
işçiler de ya onlara katıldı ya da onlar da greve çıkmakla tehdit ettiler.
Böylece, sadece birkaç hafta içinde, İmparatorluk için hayati önemdeki
denizaşırı ticaretin ana arteri ve ülke içi tüm ticaretin de neredeyse üçte
birlik bir hacmini oluşturan Themse Nehri üzerindeki tüm mal ve mamul akışı
tamamen durmuş oldu.
-
Tüccara ve Kral'a Karşı
Ancak
taşeron firmalar, grevci işçiler karşısında (hemen "yelkenleri
indirmediler"-çn). Kömür madencileri, hamallar ve diğer deniz ve liman
işçileri arasında eylemle kurulan birliği bozmak amacıyla, Tyneside'dan
Londra'ya, grev kırıcıları getirmeye devam ettiler. Tüccarlar ve taşeronlar,
daha Mayıs ayı başında denizcilerin ücret artışı talebini reddetmişlerdi. Bu
arada hükümet, gemi donanmasından grev yapılan limanlara, savaş gemileri
gönderdi. Çatışma, bundan sonra çığırından çıkmaya başladı. Grev kırıcıların
gemileri boşalttığı bir esnada çıkan şiddetli çatışmalarda, grev kırıcı bir
gemi işçisi hayatını kaybetti. (Devletin buna karşılık-çn) cevabı, çok sert
oldu.
Bir
gemi işçisinin ölümüyle ilgili olarak dokuz kömür hamalı yargılandı. Bunlardan
ikisi, geleneksel infaz yeri olan şehir ortasındaki Tyburn'de hemen asılarak
idam edildi. Diğer altı işçi ise, kömür işçilerinin yaşadığı ve çalıştığı
yerlerden çok da uzak olmayan Sun Tavern Fields'da asıldı. 50 bin kişinin
izlemeye geldiği bu infaz gösterisi için, yüzlerce polis ve asker
görevlendirilmişti. Asker ve polis birlikleri, Mayıs ayından Eylül ayına kadar,
hiç kesmeden bölgede konuşlu kaldı. İdamlar, gemi ve kömür işçilerinin
kararlılığını kırmıştı, ama tüccara ve krala karşı gösterdikleri mücadele ve
direniş, hiç unutulmadı ve gelecekte sonraki mücadeleler için hep bir esin
kaynağı olmaya devam etti.
-
Etkisi Çok Derin Bir Miras
"Strike"
(burada "grev" anlamında -çn) sözcüğünün ilk yazılı örneğine, Themse
Nehri üzerindeki bütün gemilerin deniz işçilerince engellendiği bu eylemlerden
sadece birkaç gün sonra, başka bir meslekten işçilerin (şapkacılar) ücret artışı
için (bizzat o kelimeyi kullanarak -çn) "strike" yaptığına dair, o
günkü basının yaptığı haberlerde karşılaşıyoruz ("St. James’s
Chronicle" ve "The British Evening-Post" gazetelerinin, 7-10
Mayıs 1768 günkü baskılarında). Anlaşılan, aslında denizcilerin mesleki bir
teknik terim olarak çoktandır kullandığı yelkenleri "striken" etme
fiil sözcüğü, bu sırada Tyneside deniz işçilerinin ücretlerinde artış amacıyla
başvurdukları ve sonucunda başarılı da oldukları bir eylemin ismine dönüşerek,
grev yapılan kıyı limanlarından, o sırada pahalılaşan gıda fiyatlarından mustarip
olan Londra'nın çalışan diğer insanları arasına doğru hızla yayılmıştı. Bu
açıdan "strike" kelimesi, işçilerin kolektif olarak yaptığı iş
bırakma eylemlerinin adı haline, ilk defa, 1768 baharından sonra gelmeye
başladı, diyebiliriz.
Deniz
işçilerinin başlattığı "strike"lar, çok geçmeden, Atlantik'in her iki
yakasında da yaygınlaşacak ve başka işkolundaki işçilere de ilham kaynağı
olacaktı. 1775 yılında, o dönem Büyük Britanya'nın en büyük tersanesi olan
Portsmouth'daki gemi yapım işçileri strike yapmıştı, yani greve girmişti.
ABD'de, Philadelphia'daki "Federal Society of Journeymen Cordwainers"
(Federal Ayakkabı Kalfaları Derneği), ayakkabı işçilerinin ücret seviyelerini
korumak amacıyla, istikrarlı ve uzun vadeli biçimde, "Turn Out"lar
("fabrika dışına toplu çıkma" anlamına gelen "dışarıya
sürgün") (Türkçe: işi ortasında bırakıp, erken "toplu paydos"
yapmak -çn) örgütledi. ABD'de "striken" (burada, yelken indirmek
değil, işi durdurmak anlamında "grev yapmak") fiil kelimesinin, ilk
kez, 19. yüzyıl başlarında, federasyon çapında örgütlenen bir gösteriyle kendi
doruğuna çıkan, işte bu ayakkabıcı eylemleri sırasında kullanıldığı sanılıyor.
Bunlardan
önce Londra'da düzenlenen ilk "strike"lar, kömür hamalları ile grev
kırıcı gemi işçileri arasındaki ölümcül şiddete varan çatışmalara rağmen, tüm
işkollarından işçiler arasında "benzeri görülmemiş düzeyde bir
dayanışmanın" oluşabildiğini göstermişti. Grev, birbirinin iyiliğiyle
dolmuş işçilerin mücadele potansiyelinin gelişmesinde önemli bir eşiğin
geçildiğini ortaya koymuştu ama, gemi işçilerinin, yapılan ücret zammına razı
olup iş başına dönmeleriyle bu potansiyel bir süreliğine geri çekildi. Zira,
gemi ve diğer liman işçileri, onlardan sonra mücadeleye halâ devam eden kömür
hamallarını yarı yolda bırakmışlardı.
Öte
yandan, bu toplu işçi eylemleri ve açlık isyanları, Hannover İngiltere’si için
("Hannover İngiltere’si" ile, Stuart Hanedanlığını takiben evlilik
yoluyla kurulan siyasi birlik içinde 1714-1901 yılları arasında sık sık Büyük
Britanya krallık tacını giyen Alman Hannover Düklüğü kastediliyor -çn) hiç de
yeni bir olgu değildi. Zira, bu tür eylem ve mücadeleler, nüfusun çoğunluğunun
sorunlarını ve ihtiyaçlarını göz ardı eden eski aristokrasi, yeni toprak
sahipleri ve yeni ortaya çıkan sınıf olan tüccar burjuvaların, temsilen
Parlamento'ya tam egemen olduğu ve yürüttüğü idari politikalarla halka karşı
giderek saldırganlaşan III. George döneminde bile (1760'tan 1820'de ölümüne
kadar Büyük Britanya Kralı -çn) kitlesel bir yaygınlık kazanmaya başlamışlardı.
Egemen
sınıfların bu toplu eylem ve ayaklanmalara tek yanıtı, sansasyonel idamlar,
baskıcı yasalarla isyancıların acımasızca kovuşturulması ve özellikle,
(durmadan Londra'ya göçmekte olan kırın -çn) yoksul sınıflarını, (henüz boy
veren modern -çn) sanayinin itaatkâr işçilerine dönüştürmeyi amaçlayan yoğun
bir askeri baskı oldu. Bu baskı ve şiddet yöntemleri, 1980'lerde İngiltere'de
atlı polislerin, grevdeki maden işçilerine coplarla vahşice saldırdığı
"Orgreave Hesaplaşması"nda görüleceği üzere, neredeyse günümüze kadar
hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı (1979'da İngiltere başbakanı olan
Margareth Theacher'ın, pek çok başka sektörde olduğu gibi, devlet mülkiyetinde
olan kömür madenlerini kapatma ve özelleştirme politikalarına karşı başlayan
uzun süreli maden ve demiryolu işçilerinin eylemleri kastediliyor -çn).
(Yukarıdan
bakıldığında -çn), 1768'de ilk defa Londra'nın limanlarında başlayan işçi
strike ve grevleri, pek çok açıdan, günümüzün iş ve işçi mücadeleleriyle
benzerlikler gösterir. Yine de o zamanki grevleri ilk ve öncü yapan yönler de
gözden kaçırılmamalıdır. Bunlara, özellikle gemi ve kömür hamallarının bu
mücadelelerde oynadığı oldukça önemli rol ve belirleyici özgün katkıları da
dahildir. Yoksulluğa sürüklenmiş İrlanda adasından göç etmiş bu hamal işçiler,
(o güne kadar İngiltere anakarasında bilinmeyen -çn) kolektif mücadele ve örgüt
biçimlerini, yine İrlandalı "Whiteboys"lardan ilham alarak, tüm
İngiltere'nin hayat damarlarına akıttılar. İşte, tam da bu direniş ve örgütlenme
biçimleri, daha büyük işçi kitleleriyle sentezleştiği anda, Saray'da köklü
varoluşsal korkulara yol açacaktı.
Artık
(bazı Avrupa devletlerinin -çn) dünya çapına yayılan ticari çıkarları, 19.
yüzyılın ilk yarısında kıta Avrupası çapında yaşanan Jakoben toplumsal
mücadeleler ve o sıralar halâ İngiliz kolonisi olan "Yeni Dünya"
Amerika'da yükselen bağımsız cumhuriyetçi hareket, kömür hamalları ve liman
işçilerinin mücadelelerini, zamanın tüm egemen sınıfları açısından daha da
tehdit edici hale getirmişti. Tüm bu tarihsel gerçeklerin gözlerini kararttığı
İngiltere'deki aristokratik saltanat, ülkede yeni yeni boy veren her türlü
fikir ve akımları zorla bastırmaya ve sürekli hareket halinde kaldıkça her
geçen gün daha çok büyüyen mücadelelerinde krala itaatkârlığını kaybeden
işçileri, sadece şiddetle tekrar aristokrasinin disiplini altına almaya karar
vermişti.
Zira,
Londra liman işçilerinin yaptığı ilk grevin başarısı, yeni devrimci sınıf
işçilere, özellikle de vasıfsız işçilere, ülke çapında örgütlenme ve kolektif
eylem yapma konusunda bambaşka bir özgüven kazandırmıştı. Bu anlamda, yıllar
sonra 1889'da yapılan bir diğer grevin (söz konusu yıl, Almanya'nın Hamburg
limanında gerçekleşen uzun süreli büyük grev kastediliyor -çn), işçi hareketi
açısından oynadığı belirleyici rolü, bizatihi belirtmek gerekir. Bu grevde de
1768'deki kömür hamalları ve gemi işçilerinin gerçekleştirdiği ilk grevin öncü
örneği, çok önemli bir rol oynamıştı. Günümüzde "grev" kelimesi,
henüz sendikaların mücadele haykırışı olmadan ve E. P. Thompson'ın söylediği
üzere (Edward Palmer Thompson, 1924-1993, İngiliz Marksist tarihçi. Christopher
Hill ve Eric Hobsbawm'la birlikte aşağıdan tarihin öncülerinden -çn), sınıf
dayanışması, işçilerin karakteristik bir özelliğine dönüşmeden çok önce, 18.
yüzyılın işte o ilk grevci işçileri, bugünkü işçilerin de mücadelelerine unutulmaz
izlerini böyle bırakmış oldular.