Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

26 Eylül 2025 Cuma

Komünist Manifesto Ne Anlatıyor?

MAR

1.0 Giriş: Tarihsel Bir Belgeden Öte, Canlı Bir Analiz Aracı

Komünist Manifesto'yu, 1848 devrimlerinin arifesinde kaleme alınmış tarihsel bir metin olarak görmek, onun entelektüel gücünü hafife almaktır. Bu analizin amacı, Manifesto'nun temel kavramlarınının —sınıf mücadelesi, burjuvazi, proletarya ve mülkiyet— yalnızca orijinal tanımlarıyla yetinmeyip, anlamlarını zenginleştirerek eserin kavramsal bir haritasını çıkarmaktır. Bu yaklaşım, Manifesto'yu hem kendi tarihsel bağlamına oturtmayı hem de günümüz dünya kapitalist sisteminde şaşırtıcı geçerliliğini, kapitalizmin içsel dinamiklerini ve çelişkilerini çözümlemeye yönelik nasıl canlı bir araç olduğunu ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu kavramsal yapıyı derinlemesine kavrayabilmek için, öncelikle Manifesto'nun dayandığı felsefi temelleri ele almak gerekir.

2.0 Manifesto'nun Felsefi ve Tarihsel Temelleri

Komünist Manifesto'nun kavramsal yapısını ve devrimci programını anlamak, onun dayandığı iki temel sütunu kavramayı gerektirir: Tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi diyalektiği. Bu felsefi temeller, metnin yalnızca bir "eylem çağrısı" olmakla sınırlı kalmayıp, kapitalizmin yükselişinden nihai çöküşüne kadar tarihin seyrini açıklayan tutarlı bir dünya görüşü içermesini sağlar. Bu iki ilke, Manifesto'nun analizlerinin belkemiğini oluşturarak, metne tarihsel derinlik ve teorik tutarlılık verir.

2.1 Tarihsel Materyalizm: Tarihin Maddi Motoru

Marx ve Engels'in tarih anlayışının merkezinde, bir toplumun sosyal, politik ve entelektüel yapısının temelini maddi üretim koşullarının oluşturduğu ilkesi yer alır. Tarihsel materyalizme göre, üretici güçler (teknoloji, bilgi, emek gücü, aletler) ile üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri ve toplumsal sınıflar) arasındaki diyalektik etkileşim, tarihin motorudur. Bu yaklaşım olayları kör kuvvetlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak gören katı bir ekonomik determinizm değildir. Aksine, insanın "devrimci pratik" rolünü ve bilinçli eylemini merkeze alır. Marx'ın Feuerbach Üzerine Tezler'de belirttiği gibi, koşullar insanları şekillendirirken, insanlar da koşulları değiştirir ve bu süreçte "eğiticinin de eğitilmesi gerekir". Dolayısıyla tarihsel materyalizm tarihi, insanların bilinçli müdahaleleriyle değiştirebilecekleri dinamik bir süreç olarak kavrar ve devrimci eylemin teorik zeminini oluşturur.

2.2 Sınıf Mücadelesi: Tarihin Diyalektiği

Manifesto, "Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir" şeklindeki unutulmaz cümleyle başlar. Bu ifade, tarihsel materyalist çerçevenin en somut ve dinamik unsurunu ortaya koyar: Tarihsel ilerlemenin motoru, ezen/sömüren ve ezilen/sömürülen sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır. Manifesto, kapitalizm öncesi toplumların karmaşık hiyerarşik yapılarını basitleştirerek toplumu iki büyük kampa ayırır. Örneğin Roma'daki "patrisienler, şövalyeler, plebler, köleler" veya Orta Çağ'daki "feodal beyler, vasallar, lonca ustaları, kalfalar, serfler" gibi çok katmanlı, karmaşık habituslar, basitleştirilerek sömürülen ve sömüren sınıflar olarak konumlandırılır. Kapitalist toplumda proletarya sınıfsal çıkarlarının farkına varabilecek ve devrimci bir güç olarak örgütlenebilecek sınıftır. Bunun nesnel koşulları vardır. Bu teorik çerçeve, Manifesto'da analiz edilen spesifik kavramların anlaşılması için temel bir zemin sunar.

3.0 Manifesto'daki Temel Kavramların Derinlemesine Analizi

Manifesto'nun teorik iskeletini oluşturan temel kavramların —burjuvazi, proletarya, mülkiyet ve devrim— incelenmesi, metnin devrimci programını ve kapitalizm eleştirisinin özünü anlamak için hayati önem taşır. Bu kavramların analizi, metnin tarihsel bağlamından günümüzdeki geçerliliğine uzanan köprüyü kurar.

3.1 Burjuvazi: Devrimci ve Çelişkili Sınıf

Manifesto, burjuvaziyi "toplumsal üretim araçlarının sahipleri olup ücretli emeği sömüren modern sermayeciler sınıfı" olarak tanımlar. Metnin burjuvazi analizinin merkezinde, bu sınıfın tarihsel rolündeki temel bir çelişki yatar:

1. Devrimci Rolü: Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır. Feodalizmin ataerkil ve durağan ilişkilerini acımasızca yıkarak yerine "katı 'nakit ödeme'den başka bir bağ bırakmamıştır". Üretim araçlarını, dolayısıyla da tüm toplumsal ilişkileri sürekli devrimcileştirmek zorunda olan burjuvazi, ulusal sınırları aşarak "kendi suretinde bir dünya" yaratmış ve "daha önceki bütün kuşakların toplamından daha büyük üretici güçler" ortaya çıkarmıştır.

2. Paradoksal Doğası: Ancak burjuvazinin bu devrimci gücü, aynı zamanda kendi sonunu hazırlayan çelişkileri de doğurur. Burjuvazi, "büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna" düşmüştür. Kendi yarattığı devasa üretici güçleri kontrol edemez hale gelerek, toplumun bütün varlığını tehdit eden aşırı üretim krizlerine yol açar. Daha da önemlisi, sermayenin varlık koşulu olan ücretli emeği yaratarak, kendi varlığının temellerini dinamitleyecek olan gücü, yani "kendi mezar kazıcısını", proletaryayı üretir.

Manifesto'daki "devrimci burjuvazi" tipolojisi, 1789 Fransız Devrimi'nin aristokrasiye karşı mücadele eden avukat, hekim, bilim insanı gibi mesleklerden kapitalist sınıfın entelektüel, ideolojik ve siyasal temsilcilerini yansıtır. Manifesto'nun devrimci ruhu, keskin siyasi mücadelelerin yaşandığı Kıta Avrupası'ndan beslenmiştir.

3.2 Proletarya: Kapitalizmin Mezar Kazıcısı

Manifesto'ya göre proletarya, "kendi üretim araçlarına sahip olmadıklarından emek güçlerini satmaya muhtaç olan modern ücretli işçiler sınıfıdır". Burjuvazinin yükselişine paralel olarak gelişen bu sınıfın evrimi, metinde üç temel aşamada analiz edilir:

1. Metalaşma ve Yabancılaşma: Kapitalist üretim sürecinde işçinin emeği, diğer tüm ticari mallar gibi bir meta haline gelir. İş bölümü ve makineleşme, işçiyi makinenin bir uzantısına indirgeyerek emeğine yabancılaştırır.

2. Örgütlenme ve Sınıf Bilinci: Başlangıçta dağınık bir kitle olan işçiler, sanayinin gelişmesiyle büyük kitleler halinde bir araya gelir, mücadeleleri ulusal ölçekte bir sınıf mücadelesine dönüşür ve proletarya bir sınıf ve nihayetinde bir siyasi parti olarak örgütlenir.

3. Devrimci Potansiyel: Diğer tüm sınıflar büyük sanayi karşısında eriyip giderken, proletarya onun "en has ürünüdür". Nesnel konumlanışı itibariyle proletarya tek "gerçekten devrimci sınıf" olma potansiyeline sahiptir.

Manifesto'nun bu öngörüsü en gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmemiştir. Emperyalizm, ideolojik ve kültürel hegemonya mekanizmaları ve yapıları aracılığıyla, ayrıca metropol ülkelerdeki kapitalist sınıfın, sömürgelerden elde ettiği artık-değerle kendi işçi sınıflarına tavizler vermesini sağlayarak ve bir “işçi aristokrasisi” oluşturarak proletaryanın devrimci potansiyelini bu ülkelerde soğurmuştur. Fakat emperyalizm zincirinde “zayıf halka” ülkelerde sınıfsal karşıtlıkların yaygınlık ve derinlik kazanmasıyla devrimci dinamiklerin buralarda gelişip güçlenmesi ve zincirin buralarda kırılması da mümkün hale gelmiştir.

3.3 Mülkiyet: Burjuva Özel Mülkiyetinin Aşılması

Manifesto'nun en çok yanlış anlaşılan hedeflerinden biri mülkiyetle ilgilidir. Metin, genel olarak mülkiyete değil, spesifik olarak "burjuva özel mülkiyetine" son vermeyi amaçladığını net bir şekilde vurgular. Bu ayrım kritiktir, çünkü hedeflenen, küçük zanaatkarın veya köylünün kendi emeğiyle edindiği mülkiyet değil, başkalarının emeğinin sömürülmesine dayanan mülkiyet biçimidir. Komünistlerin teorisinin "özel mülkiyete son verilmesi" cümlesiyle özetlenebilmesinin nedeni budur. Manifesto'nun hedefi, sermayenin ücretli emek üzerindeki sömürücü hakimiyetini sürdüren ve toplumsal zenginliği bir avuç sermayedarın elinde toplayan bu mülkiyet ilişkisini ortadan kaldırmaktır. Burjuva özel mülkiyetin aşılmasının yolu ise, üretim araçlarını ve toprağı toplumsallaştırmaktan (=kamulaştırmaktan) geçmektedir.

3.4 Devrim, Devlet ve Enternasyonalizm

Manifesto, proleter devrimin ilk adımını "demokrasi savaşını kazanmak" ve nihai hedefini sınıfların ve devletin siyasi karakterinin ortadan kalktığı bir "birlik" oluşturmak olarak çizer. Devrimin bu geçiş aşamasında proletarya, devlet gücünü kullanarak üretim araçlarını kamulaştıracak ve on maddelik bir programla üretici güçleri artıracaktır. Nihai hedef ise, "birimizin özgürce gelişmesinin hepimizin özgürce gelişmesinin koşulu olduğu bir birliğin" alacağı sınıfsız toplumdur.

Manifesto’nun "bütün ülkelerin işçileri, birleşin!" çağrısı proletaryanın mücadelesinin nihai enternasyonalist ufkunu belirler. Günümüzde ulus-devletler, sermayenin çıkarlarını korumak ve gündemini emekçilere dayatmak için kullandığı birincil araçtır. Ulusal arena/her bir ülke ölçeği, anti-emperyalist mücadelenin ve kapitalizme karşı mücadelenin vazgeçilmez sahasıdır. Bu durum, enternasyonalizmle bir çelişki oluşturmaz, bilakis onun zorunlu önkoşulu ve başlangıç noktasıdır.

4.0 Tarihsel Figürler ve Fikri Akımlar

Komünist Manifesto, yalnızca teorik perspektifler sunmakla kalmaz; aynı zamanda, kendi dönemindeki belirli siyasi ve felsefi akımlarla aktif bir diyalog ve hesaplaşma içindedir. Marx ve Engels'in kendi entelektüel evrimlerinin bir ürünü olan bu metin, aynı zamanda onların "bilimsel sosyalizm" iddialarını diğer sosyalist akımlardan ayırma çabasının da bir belgesidir. Bu diyalog, Marksizmin özgün konumunu ve teorik üstünlüğünü pekiştirmek için stratejik bir önem taşır.

4.1 Marx ve Engels'in Entelektüel Evrimi

Manifesto, Marx ve Engels'in ortak entelektüel gelişiminde ulaştıkları bir zirveyi temsil eder, ancak bu onların düşünsel yolculuğunun nihai durağı değildir. Manifesto'da yer alan bazı ekonomik fikirler, Marx'ın daha sonraki başyapıtı Kapital'de önemli ölçüde geliştirilmiş ve hatta değiştirilmiştir. Örneğin, Manifesto'da ima edilen, ücretlerin mutlak olarak geçimlik düzeye itileceği fikri, Kapital'de daha rafine bir "göreli yoksullaşma" teorisine evrilmiştir. Benzer şekilde, kriz teorisi de basit bir aşırı üretim analizinden, "kâr oranının düşme eğilimi" gibi daha karmaşık bir yasaya bağlanmıştır. Engels'in de belirttiği gibi, yazarlar daha sonraki çalışmalarında "emeğin değeri" yerine teorik olarak daha kesin olan "emek gücünün değeri" kavramını kullanmışlardır. Bu durum, Marksizmin statik bir dogma olmadığını, aksine tarihsel koşulların ve bilimsel araştırmaların ışığında sürekli gelişen ve kendini düzelten bir teori olduğunu kanıtlar niteliktedir.

4.2 Diğer Sosyalist Düşüncelerle Hesaplaşma

Manifesto'nun üçüncü bölümü, salt tarihsel bir merak konusu değil, Marx ve Engels'in kendi "bilimsel sosyalizmlerini" dönemin hâkim alternatif akımlarına karşı tanımladıkları kilit bir teorik sınır çizme eylemidir. Bu eleştiriler, yerine getirdikleri stratejik işlevlere göre gruplandırılabilir:

• Tarihsel Materyalizmi Nostaljik Fantezilerden Ayırmak (Gerici Sosyalizm): Feodal sosyalizm, aristokrasinin kaybettiği ayrıcalıkların yasını tutarken; küçük burjuva sosyalizmi ise (Sismondi örneğinde olduğu gibi) kapitalizmin çelişkilerini keskin bir şekilde analiz etse de çözüm olarak geçmişin küçük üretici ilişkilerine dönmeyi önerir.

• Devrimci Dönüşümü Reformist Tamirattan Ayırmak (Muhafazakâr ya da Burjuva Sosyalizmi): Proudhon ile örneklendirilen bu akım, proletaryanın sefaletini gidermek ister ancak bunu burjuva toplumunun temellerini koruyarak yapmayı hedefler. Temelde "proletaryasız bir burjuvazi" arzusudur ve devrimci unsurları ortadan kaldırarak mevcut sistemi ayakta tutmayı amaçlar.

• Mücadeleyi Sınıf Eylemine Dayandırmak, Soyut Planlara Değil (Eleştirel-Ütopyacı Sosyalizm): Saint-Simon, Fourier ve Owen gibi düşünürler, sınıf mücadelesinin henüz gelişmediği bir dönemde ortaya çıkmışlardır. Kapitalist topluma yönelik keskin eleştiriler içerse de, çözümü proletaryanın tarihsel eyleminde değil, kendi tasarladıkları ideal toplum planlarının barışçıl yollarla uygulanmasında görürler.

Bu eleştirilerin temel amacı, Marx ve Engels'in materyalist ve tarihsel temellere dayanan sosyalizmini, ahlaki çağrılara, geçmişe dönük fantezilere veya mevcut düzeni yamamaya çalışan reformist projelere dayanan diğer tüm akımlardan kesin bir şekilde ayırmaktır.

5.0 Manifesto'nun Mirası ve Günümüzdeki Geçerliliği

Günümüzde kapitalizmin öngörüldüğü gibi küresel bir sistem haline gelmesiyle birlikte, Komünist Manifesto'nun temel analizleri şaşırtıcı bir güncellik ve geçerlilik taşımaktadır. Kapitalizmin krizlerle boğuştuğu günümüzde Manifesto'yu yeniden okumak hem sistemin dinamiklerini hem de geleceğe yönelik potansiyel yolları anlamak için eşsiz bir fırsat sunmaktadır.

5.1 Emperyalizm Çağında Manifesto'yu Yeniden Okumak

Manifesto'nun, burjuvazinin "yeryüzünün dört bir bucağına saldırdığı" ve "kendi suretinde bir dünya" yarattığına dair öngörüsü, günümüzde sermayenin uluslararasılaşma özelliğinin adeta bir özetidir. Sermayenin ülkesel sınırları tanımayan doğasına ilişkin kavrayış, bugün apaçıktır. Uluslararasılaşmış sermayenin saldırılarına karşı mücadelenin ana arenası hâlâ ulus-devlettir. Ulusal bağımsızlık ve emekçilerin iktidarı için mücadele, kaybedilen hakları geri kazanmaya dönük savaşım, enternasyonalist bir mücadelenin somut başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

5.2 Devrim Coğrafyasının Değişimi ve Teorinin Yeniden Oluşturulması

Manifesto, proleter devrimin kapitalizmin nispeten gelişmiş olduğu ülkelerde başlayacağını öngörmüştür. Fakat ilk başarılı devrim, emperyalist zincirin "zayıf bir halkası" olan ve kapitalist gelişme açısından görece daha geride olan Rusya'da gerçekleşti. Bunun nedeni, Manifesto'da teorileştirilmemiş olan ve teorileştirilmesi o tarihte mümkün olmayan emperyalizm olgusudur. Gelişmiş kapitalist ülkeler, sömürgelerden elde ettikleri zenginliklerle kendi iç toplumsal karşıtlıklarını yumuşatmayı başardılar ve çelişkilerin oluşumunu önleyebildiler. Aslında Marx’ın 1879’da Guesde’ye yazdığı yeni bulunan bir mektubunda o dönemde örneğin İngiliz işçi sınıfının bilinç düzeyindeki bulanıklığı ve gerilemeyi kavradığı görülmektedir. Vera Zasuliç’e yazdığı mektup başta olmak üzere birkaç mektubunda yine devrimin doğuda, Rusya’da patlayacağını da belirtmiştir. Bunlar biryana bırakıldığında, emperyalizmle birlikte devrimci potansiyelin merkez kapitalist ülkelerden çevre ülkelere kaydığı yaşanarak gözlenmiştir.

Marksizm, Leninizm’le birlikte emperyalizm, devrim ve öncü parti teorisi gibi konuları analiz edip özümsemiştir. Marksizm, Manifesto'daki temel ilkelerden vazgeçmeden yeni tarihsel gerçeklikleri kapsayacak şekilde geliştirilmektedir. Bu, Marksizmin donmuş bir dogma değil, tarihin yeni meydan okumalarına cevap üreten canlı ve gelişen bir teorik sistem olduğunun en güçlü kanıtıdır.

5.3 Sonuç: Değişen Dünyada Değişmeyen Analiz

Komünist Manifesto'nun belirli taktiksel önerileri veya zamanlamayla ilgili öngörüleri, yazarlarının da sonraki önsözlerde kabul ettiği gibi, zamanla eskimiştir. Özellikle, 1872 tarihli önsözde, Paris Komünü deneyiminden çıkarılan derin dersle en önemli teorik güncelleme yapılmıştır: Komün, "işçi sınıfının hazır devlet makinesini ele geçirip kendi amaçları için kullanamayacağını" kanıtlamıştır. Bu, teorinin tarihsel deneyimden öğrenme ve kendini geliştirme kapasitesinin en güçlü kanıtıdır. Devrimin coğrafyası beklenenden farklı şekillenmiştir. Ancak tüm bu değişikliklere rağmen, Manifesto'nun analitik çekirdeği sarsılmaz bir güç ve geçerlilikle ayakta durmaktadır. Kapitalist toplumun temel hareket yasalarını, durmaksızın genişleme ve krize girme eğilimini, kendi iç karşıtlıklarını ve bu karşıtlıkların merkezindeki sınıf mücadelesi dinamiğini ortaya koyan bu analiz, bugün her zamankinden daha günceldir. Komünist Manifesto, aradan geçen zamana rağmen, dünyayı yalnızca yorumlamakla kalmayıp onu değiştirmeyi amaçlayanlar için (değiştirebilmek için örgütlenme yanı sıra yorumlama/teori ve politika gerekir) temel bir kaynak ve vazgeçilmez bir eylem kılavuzu olmaya devam etmektedir.

25 Eylül 2025 Perşembe

Sovyetler Birliği'nde Sosyalizmin Çözülüşü

Yalçın Küçük

Giriş: Ekonomik Çöküş Mitosunu Reddetmek

Sovyetler Birliği'nin 1991'deki çözülüşü, genellikle Batı merkezli bir anlatı üzerinden, kaçınılmaz bir ekonomik çöküşün ve teknolojik geri kalmışlığın doğal bir sonucu olarak sunulur. Bu analiz, söz konusu yaygın kanıyı reddetmekte ve çözülüşün kökenlerini farklı bir düzlemde aramaktadır. Yalçın Küçük'ün temel argümanına göre, Sovyet sisteminin yıkılışı, maddi bir krizden değil, tam aksine, sistemi yöneten elitin komünizme ve tarihsel misyonuna olan inancını yitirmesinden kaynaklanan derin bir inanç krizinin ürünüdür. Bu, ekonomik bir zorunluluktan ziyade, "tepeden ve dışarıyla bağlantılı" bir iradi çözülme sürecidir. Bu yazı, söz konusu tezi merkeze alarak, Sovyetler Birliği'nin son dönemini; liderliğin belirleyici rolünü, ideolojik zemindeki kaymayı ve Fransız Devrimi ile kurulan sarsıcı tarihsel paralelliği kullanarak analiz edecek ve bir inanç sisteminin içeriden nasıl çöktüğünün anatomisini ortaya koyacaktır.

1. Ekonomik ve Teknolojik Gerçeklik: Çöküş Anlatısının Yapısökümü

Bu bölümün temel amacı, Sovyet sisteminin kaçınılmaz bir ekonomik kriz içinde olduğu yönündeki Batı kökenli tezi çürütmektir. Çözülüşün nedenlerinin ekonomik rasyonalitede değil, ideolojik ve politik alanda aranması gerektiği tezi, öncelikle ekonomik çöküş mitosunun yapısökümünü gerektirmektedir.

Brejnev Dönemi: Durgunluk mu, Refah mı?

Sovyetler Birliği'nin sonunu getirdiği iddia edilen ekonomik krizin başlangıcı, genellikle Leonid Brejnev dönemi (1964-1982) ile ilişkilendirilir. Batı sovyetolojisi tarafından zastoy (durgunluk) olarak etiketlenen bu dönem, Küçük'ün analizinde farklı bir perspektifle ele alınır. Zira zastoy kavramının kendisi, Batı'daki "stagnation" teriminin bir ithalatıdır ve dönemin gerçekliğini yansıtmaktan uzaktır.

Veriler, Brejnev döneminin bir "kriz" dönemi olmadığını, aksine ortalama yaşam standardında önemli artışların yaşandığı bir refah dönemi olduğunu göstermektedir. Bir Batılı gözlemcinin ifadesiyle, "ortalama yaşam düzeyi, her yıl, pek çok Batılı'nın istisnai olarak niteleyeceği miktarlarda artış gösterdi." Bu dönemde Sovyet halkının sofrasına daha fazla et girmiş, buzdolabı, çamaşır makinesi ve televizyon gibi dayanıklı tüketim malları geniş kitlelerin evlerine yayılmıştır.

Dahası, Brejnev yönetimi, uravnilovka olarak bilinen bilinçli bir ücret eşitlemesi politikası izlemiştir. Bu politika, sanayi sektöründeki el emekçileri ile mühendisler ve teknisyenler arasındaki ücret farkını sistematik olarak azaltmıştır. Örneğin, 1960 yılında %51 olan bu fark, 1965'te %46'ya, 1973'te ise %27'ye gerilemiştir. Bu durum, "entelijansiyanın göreceli yoksulluk çekmeye başlamasına" neden olsa da, sistemin "prostoy narod" (sade halk) olarak adlandırılan işçi ve köylü tabanına dayandığının açık bir göstergesidir.

Bu veriler, dönemin bir krizden ziyade, büyüme hızındaki yavaşlamaya rağmen halkın refah düzeyinin arttığı bir istikrar dönemi olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim dönemin Amerikalı uzmanları dahi bu görüşü teyit eder. Sovyetolog Paul Cook, "Sovyet ekonomisi resesyonda ve hele depresyonda değildir. Pür ekonomik deyimler kullanılacak olursa bir kriz yoktur" derken, Stanislav Gomulka, Sovyetlerin teknoloji alanında ABD'yi "yakalama sürecinin devam ettiğini" belirtir.

Teknolojik Yarış: Geride Kalma Efsanesi

Çöküş anlatısının bir diğer temel direği, Sovyetler Birliği'nin teknolojik yarışta ABD'nin umutsuzca gerisinde kaldığı efsanesidir. Ancak Pentagon tarafından yaptırılan ve askeri teknolojideki durumu karşılaştıran bir araştırma, bu iddiayı büyük ölçüde çürütmektedir. Sovyetler Birliği; lazerler, nükleer ve konvansiyonel savaş başlığı tasarımları, güç kaynakları ve bataryalar, aerodinamik ve akışkan dinamiği gibi pek çok kritik alanda ABD ile eşit bir teknolojik seviyeye sahipti. Mikroelektronik, telekomünikasyon ve robotik gibi alanlarda ABD lider konumdayken, denizaltı tespiti ve radar algılayan cihazlar gibi alanlarda ise Sovyetler Birliği liderdi.

En çok vurgulanan bilgisayar teknolojisindeki geri kalmışlık dahi, bir "uygulayamama" değil, bir "geç kalma" (lag) olarak tanımlanmalıdır. Sovyetler, ilk bilgisayarı ABD'den altı yıl sonra, üçüncü kuşak bilgisayarı ise yedi yıl sonra üretmiştir. Ancak bu zaman farkına rağmen, uzmanlar, Sovyetler Birliği'nin "büyük bir gelişme ve yenilik uygulama gücü olmasaydı... üçüncü kuşak kompütır kapasitesini yaratmasının mümkün olamayacağını" kabul etmektedir. Bu, Sovyet sisteminin, Batı'dan ithal etmek yerine özgün bir teknolojik kapasite yaratabildiğini göstermektedir.

Sonuç olarak, ne Brejnev dönemindeki ekonomik göstergeler ne de teknolojik kapasite karşılaştırmaları, Sovyet sistemini kaçınılmaz bir çöküşe sürükleyecek temel bir zaafiyete işaret etmektedir. Fred Halliday'in belirttiği gibi, "Herhangi bir mutlak gösterge açısından Sovyet sistemi başarısız değildi: Halkının bir başkaldırısı yoktu, ekonomisi, sınırlı da olsa yeterli ölçüde ürün sağlıyordu." Bu durum, çözülüşün asıl nedenlerinin ekonomik ve teknolojik alanda değil, ideolojik ve siyasi düzlemde aranması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

2. İdeolojik Zemin Kayması: İnancın Ölümü ve Elitlerin Yabancılaşması

Sovyetler Birliği'nin çözülüşünü anlamak için bakılması gereken yer, ekonomik tablolar veya teknoloji raporları değil, sistemi ayakta tutan ideolojik harcın çözülme sürecidir. Bu bölüm, çöküşün asıl motoru olan ideolojik çürümeyi ve Sovyet elitinin sisteme olan inancını nasıl ve neden kaybettiğini incelemektedir.

Harekete Geçirici Bir Güç Olarak Marksizm-Leninizm'in Sonu

Francis Fukuyama'nın isabetli tespitiyle, 1980'lere gelindiğinde "harekete geçiren bir ideoloji olarak Marksizm-Leninizm ölmüştür." Bu ideolojinin bayrağı altında kitleleri daha sıkı çalıştırmak artık mümkün değildi ve en önemlisi, "taraftarları kendilerine güvenlerini yitirmişlerdir." Bu ideolojik kısırlığın en bariz kanıtı, Mihail Gorbachev ve ekibinin kullandığı söylemdir. Zastoy (durgunluk), interdependence (karşılıklı bağımlılık) ve "Ortak Avrupa Evi" gibi tüm temel slogan ve kavramlar, Batı düşünce dünyasından ithal edilmişti. Bu durum, Sovyet sisteminin kendi sorunlarını tanımlayacak ve çözüm üretecek özgün bir teorik çerçeveden yoksun kaldığını göstermektedir.

Muhalefetin Meşrulaştırılması: Andrey Saharov Örneği

Gorbachev, reformlarını hayata geçirmek için entelijansiyayı "isyana çağırdığında", bu çağrının en gelişmiş örneği nükleer fizikçi Andrey Saharov oldu. Saharov'un temel meselesi, dünyanın sosyalist ve kapitalist olarak ikiye bölünmüş olmasıydı. Bu bölünmüşlüğü insanlık için en büyük tehlike olarak gören Saharov, yaşamını bu ayrımı ortadan kaldırmaya adamıştı.

Gorbachev'in 1986'da Saharov'u sürgünde bulunduğu Gorki'den Moskova'ya çağıran "dramatik telefon daveti", bir dönüm noktasıdır. "Z"nin tanıklığıyla, bu hamle, "entelijansiyaya, korkmadan görüşlerini açıklama güvencesi vermek" amacını taşıyordu. Ancak rejimin kendi baş muhalifini kucaklaması, sisteme ve tarihsel meşruiyetine yönelik topyekûn bir saldırının kapılarını ardına kadar açmıştır. Saharov'un meşrulaştırılması, sisteme olan inançsızlığın en tepede onaylandığı anlamına geliyordu.

Elitlerin Dönüşümü: "Detantnikler" ve Batı Hayranlığı

Sisteme olan inancın yitirilişi, özellikle yönetici elit ve aydınlar arasında yeni bir tipolojinin doğuşuna zemin hazırladı. Yazar Alexandre Cockburn, Gorbachev çevresindeki bu yeni elit tipi için son derece isabetli bir terim bulmuştur: detantnik (yumuşakça). Cockburn'e göre detantnik, "Amerika Birleşik Devletleri'ne tutulmuş, Dış İlişkiler Konseyi'nin bir kokteyline çağrılabilmek için dünya devrimini satmaya hazır olan kimsedir."

Bu yeni elit, sosyalizmden ve onun tarihsel misyonundan tamamen soğumuş, en büyük değeri Batı'dan gelecek onaya ve takdire veren bir zihniyeti temsil ediyordu. Akademisyenler Abel Aganbegyan ve Tatyana Zaslavskaya gibi figürler, Novosibirsk'te kurdukları çekirdekle bu dönüşümün teorik altyapısını hazırladılar. Onların çalışmaları, piyasa mekanizmalarına ve Batı tarzı sosyolojiye duyulan hayranlığı yansıtıyor, Sovyet sisteminin temel ilkelerinden kopuşu meşrulaştırıyordu.

Sonuç olarak, Gorbachev iktidara geldiğinde Sovyet sistemini ayakta tutan ideolojik harç çoktan çözülmeye başlamıştı. Marksizm-Leninizm kitleleri seferber etme gücünü yitirmiş, aydınlar sisteme yabancılaşmış ve en önemlisi yönetici elit, savunduğu düzene olan inancını kaybetmişti. Bu inançsızlık, sistemi içeriden savunmasız bıraktı ve Gorbachev'in, farkında olarak ya da olmayarak, son darbeyi vuracağı bir ortam hazırladı.

3. Gorbachev Paradoksu: Sovyetlerin On Altıncı Louis'si ve "Yukarıdan Devrim"

Bu bölüm, Küçük’ün analizinin merkezinde yer alan tarihsel analojiyi, yani Mihail Gorbachev ile Fransız Kralı XVI. Louis arasındaki çarpıcı paralelliği derinlemesine incelemektedir. Bu analoji, bir liderin iyi niyetli reform girişimlerinin, kontrol dışı güçleri serbest bırakarak temsil ettiği düzeni nasıl topyekûn bir çözülüşe sürükleyebileceğini anlamak için kilit bir öneme sahiptir.

İki Lider, Benzer Kaderler

Küçük, Gorbachev ile XVI. Louis arasında bir dizi dikkat çekici benzerlik kurmaktadır:

• Beklenmedik Yükseliş: Her ikisi de beklenmedik ölümler sonucu iktidara gelmiştir. Louis, dedesi XV. Louis'den önce babasının ölmesiyle; Gorbachev ise kendisinden önceki üç yaşlı liderin art arda ölümüyle göreve gelmiştir.

• Miras Aldıkları Düzen: Her ikisi de görkemli bir refah döneminin ardından gelen, sıkıntılı ama çöküşte olmayan bir düzeni devralmıştır.

• Kişilik Yapıları: Her ikisi de "iyi niyetli" olarak tanımlanmakla birlikte, zayıf, kararsız, etkiye açık ve insanları tatmin etmeye tutkulu kişilikler olarak resmedilir.

• Kontrolden Çıkan Reformlar: Her ikisinin de başlattığı reform süreci, kendi otoritelerini ve sistemlerini temelden sarsan güçleri serbest bırakmıştır. Louis'nin Etats-Généraux'yu (Genel Meclis) toplaması ile Gorbachev'in Glasnost'u (Açıklık) başlatması arasında işlevsel bir benzerlik bulunmaktadır.

Glasnost'tan Sistemin Reddine

Gorbachev'in Glasnost politikası, tıpkı XVI. Louis'nin halktan şikâyet dilekçeleri (cahiers de doléances) toplama kararı gibi, başlangıçta masum bir reform aracı olarak sunuldu. Küçük, bu iki olay arasında doğrudan bir paralellik kurar: Kral, üçüncü düzenin (halk) asillere karşı şikayetlerini dile getireceğini umarken, Gorbachev de sistemdeki aksaklıkların açığa çıkacağını düşünüyordu. Ancak her iki süreç de beklentileri aşarak, bizzat sistemin kendisine yönelik bir karalama yarışına dönüştü.

Glasnost, kısa sürede Komünist Partisi'ne, Stalin'e ve Brejnev dönemine yönelik dizginsiz bir saldırı platformu haline geldi. Bu süreç, basit bir reform arayışından, sistemin tüm tarihsel meşruiyetini yok etmeye yönelik bir kampanyaya evrildi. Economist dergisinin deyişiyle, bu, "komünizmin komünistler tarafından açık reddi" döneminin başlangıcıydı.

"Dış Güçlerle Bağlantı" ve Teslimiyet

Gorbachev'in başlattığı "yukarıdan devrim", kısa sürede "dış güçlerle bağını kurmakta gecikmedi." Bu yeni politika, Sovyetler Birliği'nin kendi tarihsel ve ideolojik iddialarından vazgeçerek Batı'nın, özellikle de ABD'nin onayını arayan bir teslimiyet sürecine dönüştü.

Bu ideolojik teslimiyetin en somut ifadesi, Gorbachev'in "Ortak Avrupa Evi" projesidir. Bu proje, sınıf mücadelesi ve sistemler arası karşıtlık gibi Marksist-Leninist temel kavramları terk ederek, bunların yerine "bütün Avrupa değerleri" ve "çıkar dengesi" gibi sınıfsal içerikten arındırılmış, soyut kavramları ikame etmiştir. Bu, Sovyet sisteminin, rakibi olan Batı sisteminin değerler dünyasına iltica etme talebinden başka bir anlama gelmiyordu.

Tıpkı XVI. Louis gibi, Mihail Gorbachev de iyi niyetli reformlarla başlattığı bir sürecin kontrolünü kaybederek kendi iktidarının ve temsil ettiği düzenin topyekûn tasfiyesine tanıklık etmiştir. Her iki lider de, aslında kaçınılmaz olmayan bir çöküşü, kendi eylemleriyle kaçınılmaz hale getirmiştir. Ancak bu nihai çöküşün tohumları, sadece onların döneminde değil, Sovyet tarihinin çok daha önceki evrelerinde atılmıştı.

4. Çözülüşün Tarihsel Kökenleri: Kruşçev'den Beria'ya Geriye Dönüş İzleri

Bu bölüm, çözülüşün yalnızca Gorbachev dönemine özgü anlık bir olay olmadığını, aksine ideolojik ve politik temellerinin Sovyet tarihinin derinliklerine uzandığını göstermeyi amaçlamaktadır. Gorbachev'in nihai adımları, on yıllar boyunca biriken tavizlerin ve teorik geri çekilmelerin mantıksal bir sonucudur.

Kruşçev ve Destalinizasyon: İlk Çatlak

Sistemin ideolojik bütünlüğüne indirilen ilk büyük darbe, Nikita Kruşçev'in 1956'daki Yirminci Parti Kongresi'nde başlattığı "Stalin'i kötüleme" kampanyasıdır. Bu hamlenin görünürdeki amacı Parti içindeki adaletsizlikleri gidermek olsa da, asıl hedefi Batı ile uzlaşma arayışını ve "barış içinde bir arada yaşama" politikasını meşrulaştırmaktı. Ancak Kruşçev'in Stalin'e yönelik suçlamaları, Sovyet uzmanı Jane Degras'ın belirttiği gibi, "en ekstrem anti-komünist ekolün pek dehşetli gayretlerine şaşırtıcı bir benzerlik taşıyordu." Bu kampanya, Parti'nin ve sistemin tarihsel meşruiyetini temelinden sarsarak, gelecekteki topyekûn reddiyenin kapısını aralamıştır.

Beria'nın Hayaleti: İlk "Kapitalist Yolcu"

Çözülüşe giden yolun izleri, Kruşçev'den bile eskiye, Stalin'in ölümünden hemen sonrasına dayanır. Stalin'in gizli polis şefi Lavrentiy Beria, genellikle acımasızlığıyla anılsa da, aslında Sovyetler Birliği'nin ilk "kapitalist yolcusu" olarak görülebilir. Stalin'in ölümünün hemen ardından Politbüro'ya sunduğu reform paketi, şaşırtıcı derecede Gorbachev'in 35 yıl sonra uygulayacağı politikaların bir öncüsüdür. Beria'nın önerileri şunları içeriyordu: ABD ile kapsamlı bir anlaşma yapılması, Doğu Almanya'dan vazgeçilerek Batı Almanya'nın silahlandırılmasının önlenmesi, tüketim malları üretimine öncelik verilmesi ve Kore Savaşı'nın derhal bitirilmesi.

Beria'nın bu önerileri, "yabancı istihbarat ile bağı olduğu" gerekçesiyle tasfiye edilmesine yol açmıştır. Onun tasfiyesi, tıpkı daha önce Batı'ya tamamen kapanmayı savunan Jdanov'un tasfiyesi gibi, Sovyet sisteminin ne tam açılmayı ne de tam kapanmayı benimseyebildiğini, sürekli bir ara yol arayışında olduğunu simgeler.

Teorik Geri Çekilme: Komintern'den "Halk Cephesi"ne

İdeolojik zemin kaymasının en önemli tarihsel duraklarından biri, dünya devrimi hedefinden pratik olarak vazgeçilmesidir. Bu geri çekilmenin sembolü, 1935'te Komintern'in "Halk Cephesi" politikasını benimsemesi ve nihayet 1943'te tamamen lağvedilmesidir. "Halk Cephesi" politikası, faşizme karşı mücadele adına, sınıf mücadelesi perspektifini ikinci plana atarak "halk" ve "ulus" gibi sınıfsal içeriği belirsiz kavramları öne çıkarmıştır. Bu değişim, uzun vadede Marksist teorinin devrimci özünü aşındırmış ve Sovyet elitinin ideolojik olarak zayıflamasına yol açmıştır.

Sonuç olarak, Gorbachev döneminde yaşanan nihai çözülüş, gökten zembille inmiş bir olay değildir. Bu süreç, on yıllar boyunca biriken ideolojik tavizlerin, teorik geri çekilmelerin, Stalin sonrası dönemde Batı ile uzlaşma arayışlarının ve elit içindeki sisteme yabancılaşma eğilimlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Her bir geri adım, bir sonrakine zemin hazırlamış ve sonunda sistemi inançsız bir elitin ellerinde savunmasız bırakmıştır.

5. Sonuç: İçeriden Yıkılan Bir İnanç Sistemi

Sovyetler Birliği'nin tarih sahnesinden çekilişi, yaygın kanının aksine, ekonomik bir iflasın ya da teknolojik bir yenilginin hikayesi değildir. Bu, her şeyden önce, bir inanç sisteminin içeriden çöküşünün trajedisidir. Analizimiz, Sovyet sisteminin, ekonomik olarak ayakta durabilecek ve askeri olarak kendini savunabilecek bir kapasiteye sahipken, onu yöneten elitin komünizme, tarihsel misyonuna ve sistemin geleceğine olan inancını kaybetmesiyle yıkıldığını ortaya koymaktadır.

Çözülüş, tabandan gelen bir halk isyanının değil, "tepeden ve dışarıyla bağlantılı" bir elit projesinin ürünüdür. Kruşçev'in başlattığı destalinizasyon ile ilk ideolojik çatlak yaratılmış, Brejnev döneminde artan refaha rağmen elitler sisteme yabancılaşmış ve son olarak Gorbachev, XVI. Louis'yi andıran bir kaderle, iyi niyetli reformlarla başlattığı süreci sistemin topyekûn tasfiyesine götürmüştür. Sovyetler Birliği'nin çöküşü, bir sistemin dışsal bir güç tarafından mağlup edilmesinden ziyade, kendi liderlerinin inançlarını yitirmesiyle kendi kendini nasıl tasfiye edebileceğinin tarihsel bir dersi olarak okunmalıdır.

Sanat: Emekçiler İçin mi, Emek Açısından mı?

Aydın Çubukçu

(…)

İŞÇİLER, EMEKÇİLER İÇİN SANAT

İşçi ve emekçiler için üretilen bir sanat eserinin, kural olarak, başlıca iki özelliği taşıması, sosyalist mücadelenin deneyleri içinde anlaşılmıştır: Birincisi, eğitim olanaklarının son derece kısıtlanmış olmasından dolayı, işçilerin ve emekçilerin büyük kitlesinin, bir sanat eserini anlamakta zorlanacakları peşinen kabul edilerek, ürünün kolay algılanabilir ve anlaşılabilir biçimsel özellikler taşıması gözetilmelidir. İkincisi, onların uyandırılmalarına, devrimci politik bilinçle donatılmalarına yardım edecek, ufuklarını genişletecek, sosyalist dünya görüşünü tanıtacak ve mücadelelerine katkıda bulunacak bir içerikte olmalıdır.

Biçim ve içerik bakımından bu özellikleri taşıyan bir sanat eserinin konu dağarcığı son derece geniştir: Hayatın bütün alanları, insan ilişkilerinin bütün yönleri, bireysel hayat parçaları, üretim süreci vs....

Bu tarz resimde, biçimsel bakımdan bir sınırlama zorunlu mudur? Bildirinin açık seçik olması gereği, biçimin de aynı derece kolay anlaşılır olmasını gerektirecektir. Yapıtın doğrudan doğruya cahil bırakılmış kitlelere seslenmesi istendiğinden, haklı ve yerinde olarak, böyle bir buluşmayı zorlaştıracak biçim özelliklerinden kaçınılması
sanatçılardan beklenmiştir. Bu kıstaslara uygun olarak, Sovyetler Birliği'nde ve Doğu Avrupa’da halk demokrasileriyle yönetilen ülkelerde, binlerce resim, heykel yapılmıştır.

Sonuçta ortaya çıkan eserlerin başlıca eksikliği, güncel politik ihtiyaçlarla, kitlelerin o konjonktürel anda içinde bulundukları koşullarla sınırlanmaları, ajitasyonunun temel temalarına bağlı kalmalarıdır. Bu ihtiyaçlar ve temalar eskidiğinde, artık onların da rolü bitmekte, dolayısıyla, bir sanat eserinde aranan süreklilik, evrensellik, kalıcılık gibi başlıca nitelikler, daha başından feda edilmektedir. Bu fedakârlık, sözünü ettiğimiz koşullarda gerekliydi.

Genellikle, politikanın güncel ihtiyaçları gereğince, sanatın değişik dallarının belirli bir amaçla ve belli bir tema ekseninde yönlendirildiği az görülen bir şey değildir. Örnek olarak, daima Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin uygulamalarının gösterilmesi ise, soğuk savaş propagandalarının bir uzantısıdır. Aslında, Sovyetler Birliği devleti ile sanat ve kültür etkinliği arasındaki ilişkinin biçimi, bütün ülkeler için genel bir durumdur. Sınıf niteliği ve biçimi ne olursa olsun, her devlet, iktidar için mücadele eden her parti, temsil ettiği sınıfın mücadele içindeki temel ihtiyaçları bakımından böyle bir yönlendirmeyi yapmak zorundadır. Yönlendirmenin biçiminin, örtülü, açık, demokratik ya da "emir komuta zinciri içinde" olmasının, işin özüyle bir ilişkisi yoktur. Politikanın zorunlu olduğu bir dünyada, bu ilişki de zorunludur ve bu ilişkiler değişmedikçe sanatla politika arasındaki bağıntı kaçınılmazdır.

Bugün geriye bakıldığında, Büyük Ekim Devrimi'nin yaratmaya koyulduğu yeni dünyanın ruhunu taşıyan, onu evrensel yönleriyle, zamanın ve koşulların sınırlamalarını aşarak anlatan çok az sayıda gerçek sanat eseri ve sanatçı sayılabilmektedir. Egemen olan, dönemin özellikleriyle, deyim yerindeyse "taktik sorunlarla ilgilenen ve belli bir sloganı işleyen eserlerdir. Yüceltilmesi bugün, korunabildiği kadarıyla, sosyalist inşa döneminde, mutluluk, üretkenlik, partiye bağlılık, emek kahramanlığı, sosyalist toplumun yüceltilmesi gibi konuları ele alan ajitasyon resimlerinin de hâlâ küçümsenmeyecek bir işleve sahip olduğu görülebilir.

Bunlar, şimdi kapitalizmin bütün kahredici sonuçlarıyla yüz yüze yaşayan bütün halklara, bir zamanlar, Sovyet halkının nasıl büyük bir mücadeleyle binlerce yıllık bir düşü gerçekleştirmeye koyulduğunu anlatmaya devam etmektedir. Onların bu sınırlı kalıcılığını sağlayan tek şey, sosyalizmin yaşanan süreçlerini yansıtmaktan gelen belgesel nitelikleridir. Hâlâ, kolhoz hayatının üreticiliği ve neşeyi birlikte besleyen koşulları, Anti-faşist savaşta cephe ve cephe gerisindeki insanların dayanışmaları ve kişisel hayatları, parti, önderlik ve halk arasındaki ilişkiler, şimdi kaybolmuş bir dünyanın düşsel öyküleri gibi, bu resimler aracılığıyla yeni kuşaklara ulaşıyor.

GÖLGEDE KALAN DAMAR: MODERN SOVYET SANATI

Ekim devrimi, yalnızca ezilen sınıfların iktidarını gerçekleştirmekle kalmadı; aynı zamanda, kendisini baskı altında hisseden tüm düşünce ve sanat akımları devrimde kendileri için bir açılım olanağı buldu. Tüm toplumsal hareketin yeni bir dünyanın kuruluşuna yöneldiği bir sırada, bütün sanatçı ve yazarlar, özgürlük içinde yaratmak için en yüksek olanakların doğduğuna inandı. Devrimle birlikte, yeni bir dünyanın yaratılmasının parçası olarak, yeni sanat akımları doğdu ya da devrim öncesi süreçlerde doğmuş bulunan akımlar, yeni ve zengin biçimler kazandı.

Bu dönemde, derin bir soyutlama düzeyini ifade eden ve belki de bugünden bakılınca devrimin ruhunu yansıtmak bakımından sonrakilere oranla daha büyük bir işlev kazandığı söylenebilecek olan eserler yaratıldı.

Fakat, devrimin üzerinde gerçekleştiği sosyal zeminin karakterini, son derece yoksul ve geri eğitim ve bilinç düzeyindeki milyonlarca köylü belirlemekteyken ve devrimin başlıca hedeflerinden birini, nüfusun bu büyük bölümünün eğitilmesi ve devrim yolunda seferber edilmesi oluştururken, devrimci sanatın bu biçimine yönelmek, bir parti ve devlet politikası olamazdı. Tarihsel, politik ve kültürel koşullar, Sovyet Devleti'ni ve Komünist Partisi'ni, acil görevlerle kuşatmıştı ve bu durumda, soyut sanatın, günün acil ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak olduğu görülüyordu. Böyle bir girişimde, sanattan bekle nen işlev, gerçekten olağanüstüydü.

Berger, "daha çok fabrika, daha çok öğretmen, yol, su, elektrik, radyo mühendisinin varlığına bağlı sorunların çözümü için" sanatın sihirli değneğinden mucizeler beklendiğini yazıyor. (John Berger, "Sanat ve Devrim" s.26) Oysa, sanattan böylesine safça bir beklenti yoktu. Sovyet Devleti, daha çok yol, su, elektrik, doktor ve öğretmen için yapılması gerekenleri bir yana bırakarak ajit-prop (ajitasyon ve propaganda) trenleri düzenliyor değildi.

Yapılabilecek her şeyin yanı sıra ve belki de fazladan sanata önem verilmesinin nedeni, sosyalist devrimin yükselişini omuzlaması gereken, ama, yüzyıllar boyunca büyük bir karanlığın içine itilmiş bulunan milyonlarca insan üzerindeki otokrasinin izlerinin bu yoldan silinebileceğinin umulmasıydı. Bu durumda sanat, "işçiler ve emekçiler için sanat biçimini almak zorundaydı.

Bu kaçınılmaz durum, gerçekte devrimin bir ürünü olan ve devrimci toplumsal durumun yükselişine denk düşen, ama devrimi omuzlayan yığınların bilinç ve kültür düzeyiyle uyuşmayan sanat akımlarının gölgede kalmasına, bu biçimi benimsemiş sanatçıların verimsizlik içinde sönüşüne yol açtı.

Galeriler, müzeler, halka açık büyük toplantı yerleri, tiyatrolar, sinemalar, sendika binaları, ajitatif resimlerle donatılırken, kendi içinde, devrimin hedeflerini ve içeriğini yorumlayan, devrimin evrensel temalarını, imgelerini işleyip anlatan bir başka tarz, yalnızca sınırlı bir çevrenin, Avrupalı komünistlerin, entelektüellerin ve sanat tarihçilerinin ilgi alanında kaldı.

Bu farklı tarz, aslında yalnızca biçim özellikleri bakımından ve bazı temaları öne çıkarmasıyla, ajitasyon resimlerinden ayrılıyor, kübizm, konstrüktivizm, empresyonizm gibi akımların biçim anlayışlarıyla ilişki içinde devrimin kendine özgü sanatını yaratmaya çalışıyordu.

Bu eserlerin karakteristik özelliği, sosyalizm ideallerini, emek sürecinin motiflerinin soyutlanması aracılığıyla yorumlamaktı. Emek dünyasının ilişkilerinin, çalışma sürecinin başlıca unsurlarının ve ürünlerinin, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ortaya çıkardığı imgeler, bu sanatın başlıca içeriğini oluşturuyordu. Bu imgeler, yüksek bir soyutçuluk ve stilizasyon düzeyinde işleniyordu.

Yeni komünist sanatçılar, yeryüzünü fethettiğine inanan bir toplumsal kalkışmanın, gözünü artık uzaya dikmiş sözcüleri gibi hissediyorlardı kendilerini.

Henüz uzay teknolojisi üzerine çalışmalar yalnızca Sovyetler Birliği için değil, en ileri sanayi ülkeleri için bile oldukça uzak bir hayal halindeyken, Ilya Kaşnik, Alexandr Labas, Gustav Klutsis gibi sanatçılar, belki yüz yıllar sonrasına bakıyor, uzay gemileri, planetler, gökyüzü kentleri üzerine resimler yapıyorlardı. Bütün bu konular, insanlığın bütün doğa üzerindeki kaçınılmaz zaferinin sosyalizmle sağlanacağına olan inancı dile getiriyor, açıkça Komünist Partisi'nin nihai hedeflerine, onun politik ve teorik temellerine bağlı kalıyor, fakat kuşkusuz, henüz karasabanla toprağı işlemeye çalışan milyonlarca köylüye fazla bir şey anlatmıyordu.

Dünyaya emek açısından bakarak sanat yapmakla, emekçilere göre (emekçiler için) sanat yapmak arasındaki ayrım bu noktada kendisini gösteriyor. Sosyalizm mücadelesinin "emekçiler için yapılmış sanat ürünlerine, geçmişte de ihtiyacı vardı, bugün de vardır, gelecekte de olacaktır. Fakat "emekçiler için sanat" kapsamında yapılan bu çalışmalarda, kısa dönemli hedefleri ve dönemle belirlenmiş içerikleri dolayısıyla, dünyaya emek açısından bakmanın ufuk genişliğini, emek mücadelesinin evrenselliğinin gerektirdiği derinliği bulmak olanağı yoktur.

Kendisini işçi ve emekçilerin genel eğitim ve algılama düzeyi ile sınırlamayan, bununla birlikte dünyanın devrimci dönüşüm olanaklarını toplumsal harekette ve Sınıf çelişkilerinde ve bunların sayısız görünümü içinde bulan, böylece de sosyalizm mücadelesinin değerli bir parçası olan sanatçılar ise, "dünyaya emek açısından bakmak" kavramıyla değerlendirilebilecek daha geniş ufuklu bir tempo içindeydiler.

Sermaye sınıfının varlığından ve sermayeye dayanan
toplumsal ilişkilerin bütün sonuçlarından etkilenen ve bunları, emek açısından bakarak dile getiren, ama en azından bir süre için emekçiler tarafından anlaşılmak endişesi taşımayan bu sanatçıların sınırsız biçim ve teknik arayışlarının ve uygulamalarının, işçi ve emekçilerin uzak hedefleriyle, genel çıkarlarıyla çelişmediğini, aksine evrensel bir sanatın ancak böyle bir bileşimle gerçekleşebileceğini, bunun aynı zamanda günümüz sanat pratiği için de, olağanüstü olanaklar sağlayacağını görmek gerekiyor.

Örneğin, Ilya Kaşnik'in "Kosmos" adlı tablosunda kullanılan başlıca unsurlar, sosyalizm kavramıyla bağlantılıdır. Her şeyden önce, "düzenlenmiş evren" anlamına gelen "kosmos" kavramı, burada, bugün "uzay üssü" olarak adlandırılan yapıları andıran geometrik biçimler aracılığıyla teknolojiye, insan etkinliğine, bağlanmıştır. Bu materyalist tarih görüşünün temel tezlerinin bir ifadesidir: Dünyayı "kaos"tan kurtaracak ve evreni de düzenli kılacak olan şey, yalnızca insan emeğidir, insanın tarihsel etkinliğidir. Bu düşünce, Kaşnik tarafından kullanılan renklerle de vurgulanmıştır. Resimde simsiyah zemin üzerinde, büyük ve ışıklı kırmızı bir daire ve beyaz uzay aracını görüyoruz. Bu renkler arasındaki karşıtlık, yaratıcı emeğin doğa üzerinde çözmek zorunda olduğu temel çelişmeleri ve onların çözülüş biçimini olduğu kadar, toplumsal ve sınıfsal mücadelenin çelişmelerine de göndermelerde bulunmaktadır. Kırmızı, sosyalizmin rengidir, siyah ise bütün gericiliğin, karışıklık ve düzensizlik içindeki eski dünyanın simgesidir. Resmin öyküsü şöylece özetlenebilir: Karanlık ve düzensizlik içindeki eski dünyaya, bütün bir evreni de kucaklayacak bir biçimde düzen verecek olan, sosyalizmdir, sosyalizme yönelik tarihsel etkinliktir.

El Lissitzky'nin "Haberler" adlı tablosu, 1920'de yapılmıştır. Radyonun henüz, "telsiz yayıncılığı" düzeyinde olduğu bu tarihte, dünya çapında sosyalizmin sesini duyurmak isteyen Sovyet devrimi, bu yeni teknolojiye büyük önem veriyor, örneğin sinema gibi, bunu da, diğer kitle haberleşme araçlarını da kendi gücünün bir parçası olarak geliştirmek istiyordu.

"Haber", bu temel düşüncelerin ve özlemlerin bir idealizasyonudur. Bütün yönlere, büyük bir dinamizmle, heyecanla bildirilen haber, yıldızlar ve kırmızı kare ile simgelenen Bolşevizm’in zaferleridir. Bu mesaj, insan bedenine özgü hareketlerin keskin geometrik biçimlerle stilize eden bir kompozisyon içinde verilmiştir. Burada da, insan etkinliği ve düzenleme temaları birlikte kullanılmış

Kliment Redko'nun "Dinamit" adlı eseri de, denetlenemez güçler üzerinde insan emeğinin gücüne ve sosyalizm idealine bir yüceltmedir. Bu resimde, dinamitin patlaması, olağan koşullarda asla rastlanamayacak bir düzenlilik içinde, sistemli ve denetim altında bir patlama olarak gösterilmiştir.

Resmin sol üst ve sağ alt köşelerine simetrik olarak yerleştirilmiş bulunan mekanik düzenekler, dinamitin kaynağındaki kırmızı ışık ve patlamanın sonsuzluğa açılan etkisi, devrim ve sosyalizm kavramlarının bütün çağrışımlarıyla, bütün bir evreni fethetme duygusuyla yüklüdür.

Örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz bu resimlerin yanı sıra, büyük anıtlar, hatta kentler tasarlanmış, sosyalizmin eski dünyaya, kapitalizme üstünlüğü ve yaratıcılığının sınırsızlığı, değişik biçimlerde anlatılmıştır.

Bütün bu eserlerin geniş işçi ve emekçi kitleler tarafından hemen anlaşılması elbette olanaksızdı. Bunlar, işçi ve emekçi kitlelerinin, sosyalizmin zaferleriyle donanmış uzak geleceklerini anlatıyor, onların mücadelelerinin hedefini gösteriyordu; ama bugün yapılacak işler, bugün yaşanan durum üzerine pek az şey söylüyordu. Sonuçta, yapıldıkları dönemde, pek az ilgi gördüler, parti ve devletin desteğini kazanamadılar.

Bugün, sosyalizmin kısa sürede yarattığı büyük kültürel ve sanatsal atılımın mirasını, bütün yönleriyle yeniden değerlendirmek için daha fazla olanağa sahibiz. Özellikle, dünyayı emek açısından kavrayan ve emek açısından yansıtan sanat eserleri ile, emekçiler için yapılmış sanat eserleri arasında bir karşıtlık bulunmadığını, birinin yaratılmasının diğerinin yaratılmasını engellememesi gerektiğini görebiliyoruz.

"Dünyaya emek açısından bakmak" ve "emekçiler için sanat yapmak" birbiriyle çelişir mi? Birinin yaptığı, diğerinin yerini tutabilir, ya da eğer birisi yapılıyorsa, diğeri gereksiz hale gelir mi? Bugün, bu akımlar arasında bir karşıtlık bulunduğunu, birinin diğerinden daha devrimci olduğunu ileri sürmenin anlamı yoktur. İşlevleri tümüyle farklı olan bu iki tarz da, devrimci sosyalizmin büyük kültürel birikiminin değişik yanlarını oluşturuyorlar. İşçi ve emekçi kitlelerinin kendilerini anlaması için bir köşede bekleyen soyut devrimci sanat ise, o "gelecekte bir gün”ün artık çok uzakta olmadığına inanabilir. Günümüzün işçi sınıfı, "emekçiler için ve emek açısından" kavramlarını birlikte karşılayabilecek eserlerin izleyicisi olabilecek olgunluğun eşiğindedir ve yeni bir sanatı benimseyebilmek için yüzyılın başındaki atalarından çok daha ileri bir düzeydedir.

Bu noktada, bugün önemli olan, bir işçi partisi açısından, sanata yönelik politikaların neye göre ve hangi biçimde saptanacağıdır. Politikanın bu konuda sağlayacağı netlik, yalnızca sanatın kendisine özgü sorunlarını kapsamakla ve çözmekle kalmayacak, aynı zamanda işçi partisinin, genel olarak toplumsal hayatın örgütlenmesi, özel olarak da kültürel hayat konusundaki politikalarının da bir ifadesi olacaktır.

24 Eylül 2025 Çarşamba

Dil Teorisine Doğru

MAR

1.0 Giriş: Dilin Kökeni Arayışının Yeniden Doğuşu

Dilin evrimi, temelsiz spekülasyonlara o kadar açık bir konu olarak görülmüştür ki, Paris Dilbilimleri Topluluğu 1886 yılında bu konuda daha fazla makale kabul etmeyeceğini ilan etmiştir. Bu tarihsel karar, konunun karmaşıklığını ve ampirik kanıtlarla desteklenmesinin zorluğunu gözler önüne serer. Yüz yılı aşkın bir sessizliğin ardından, 1990 yılında Steven Pinker ve Paul Bloom'un "Doğal Dil ve Doğal Seçilim" başlıklı makalesiyle konu yeniden bilimsel tartışmaların merkezine oturmuş ve adeta "cin şişeden çıkmıştır". O günden bu yana dilin kökeni, modern evrimsel biyoloji ve bilişsel psikolojinin verileriyle zenginleşerek, hararetli ve üretken bir araştırma alanı haline gelmiştir.

Bu incelemenin temel amacı, dilin kökeni ve gelişimini tek bir disiplinin dar merceğinden değil, felsefe, psikoloji, biyoloji, antropoloji ve sinirbilim gibi çeşitli alanların perspektiflerini sentezleyerek bütüncül bir çerçevede sunmaktır. Dilin doğası gereği biyolojik, kültürel ve psikolojik faktörlerle iç içe geçmiş yapısı, böyle çok disiplinli bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Bu doğrultuda, filozofların dil ve düşünce üzerine tarihsel sorgulamalarından yola çıkarak 20. yüzyılın merkezi teorik çatışmalarına, oradan da günümüzün modern evrimsel çerçevelerine ve bu çerçeveleri destekleyen biyolojik kanıtlara uzanan bir yolculuk sunulacaktır.

Bu kapsamlı analiz, dilin evrimini anlamanın anahtarının, onun en temel ortağı olan bilişsel süreçlerle olan girift ilişkisini çözmekten geçtiğini ortaya koyacaktır. Şimdi, bu temel ilişkiyi daha yakından inceleyerek dilin evrimsel kökenlerini anlamak için bir başlangıç noktası oluşturalım.

2.0 Temel İlişki: Dil ve Biliş

Dilin evrimsel serüvenini, onun zihinsel süreçlerle olan simbiyotik ilişkisinden bağımsız düşünmek neredeyse imkansızdır. Dil, bilişten ayrı bir modül değil, aksine bilişsel kapasitemizi hem mümkün kılan hem de onun tarafından şekillendirilen bir olgudur. Bu ikili, birbirini sürekli olarak etkileyen ve dönüştüren bir yapıdadır ve bu girift bağ, dilin kökenlerine dair tüm teorik tartışmaların başlangıç noktasını oluşturur. Dil ve biliş arasındaki bu temel ilişkiyi birkaç kilit noktada analiz edebiliriz:

• Düşünce ve Soyutlama: Platon'un düşünceyi "insanın kendi kendisiyle diyaloğu" olarak tanımlaması, bu ilişkinin felsefi köklerinin ne kadar derin olduğunu gösterir. Modern bilişsel bilimde de bu bağ güçlüdür; dilin sembolleri kullanma becerisi, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli bilişsel özelliklerden biri olan soyutlama yeteneğimizin temelini oluşturur. Bloom ve Keil'in de belirttiği gibi, dil ve soyutlama o kadar iç içe geçmiştir ki, bu iki kavramı birbirinden ayırmak oldukça güçtür.

• Bellek ve Şemalar: Bilişsel psikolog Sir Frederic Bartlett'in öncü araştırmaları, dilin ve kültürel şemaların belleği nasıl yapılandırdığını somut bir şekilde ortaya koymuştur. Bartlett, katılımcıların bir hikâyeyi hatırlama süreçlerini incelediğinde, onların hikâyeyi ait oldukları kültürün ve kullandıkları dilin oluşturduğu "şemalar" aracılığıyla yeniden yapılandırdıklarını gözlemlemiştir. Bu bulgu, dilin sadece bilgiyi kodlamakla kalmayıp, aynı zamanda hatırlama ve hatta yanlış hatırlama performansımızı aktif olarak etkilediğini göstermektedir.

• Çalışma Belleği: Dil ve bilişsel kapasite arasındaki en somut sınırlardan biri çalışma belleğidir. Cümlelerimizin karmaşıklığı ve uzunluğu, doğrudan doğruya çalışma belleğimizin kısıtlı kapasitesi tarafından belirlenir. İletişim sırasında bir cümlenin içerdiği tüm bilgiyi zihnimizde tutma ve işleme yeteneğimiz, ne kadar karmaşık mesajlar gönderebileceğimizi ve alıcının bu mesajın ne kadarını bir bütün olarak anlayabileceğini sınırlar.

• İmitasyon ve Kategori Algısı: İmitasyon, yani taklit etme becerisi, özellikle bebeklik döneminde dili edinmenin temelini oluşturan önemli bir bilişsel işlevdir. Benzer şekilde, kategori algısı da dilin temel yapı taşlarından biridir. Lieberman ve Mattingly gibi araştırmacılar, atalarımız olan hominidlerin sesli ve sessiz sesleri kategorize etme becerisine sahip olduklarını öne sürer. Bu yetenek, dilin evrimi için gerekli olan temel bir bilişsel öncül olarak kabul edilir.

Dil ve biliş arasındaki bu sıkı bağ, dilin sadece bir iletişim aracı olmadığını, aynı zamanda düşünceyi, belleği ve algıyı şekillendiren temel bir zihinsel yapı olduğunu kanıtlar. Bu nedenle, dilin evrimsel gelişimini inceleyen tüm teoriler, bu merkezi ilişkiyi açıklamak ve hesaba katmak zorundadır.

3.0 Felsefi Kökenler: Dil ve Zihin Üzerine Tarihsel Düşünceler

Dilin evrimine dair modern bilimsel tartışmalar, köklerini filozofların yüzyıllar önce dil, düşünce ve insan doğası hakkında ortaya attığı temel sorulardan alır. Bu felsefi miras, günümüz teorilerinin üzerine inşa edildiği entelektüel zemini oluşturur. Platon'dan Descartes'a uzanan bu düşünce geleneği, dilin doğuştan mı geldiği yoksa öğrenildiği mi gibi temel bilimsel çatışmaların tohumlarını ekmiştir.

• Platon ve Aristo Platon, düşünceyi bir "iç konuşma" olarak tanımlayarak dil ile zihin arasındaki ayrılmaz bağı ilk sezen düşünürlerden biri olmuştur. Ona göre dil, düşüncenin bir yansımasıdır; ancak Platon aynı zamanda dilin gerçeğin tam bir kopyası olmayabileceği, hatta onu saptırabileceği konusunda da önemli bir uyarıda bulunur. Öğrencisi Aristo, bu görüşü daha da genişleterek dilin sadece düşünmeyi değil, arzu ve öfke gibi duyguları da etkilediğini belirtmiştir. Aristo ayrıca, zihnin öznel doğasına işaret ederek "iç konuşma" ile anlam belirsizliğine daha açık olan "dış konuşma" arasında bir ayrım yapmıştır.

• Augustine Orta Çağ düşünürü Augustine, dilin işlevini "şeyler" ve onları temsil eden "işaretler" (dil) arasındaki bir ilişki olarak formüle etmiştir. Onun en dikkat çekici gözlemlerinden biri, dilin düşüncenin hızına yetişemediği ve bu nedenle düşünceyi saptırabileceği yönündeki fikridir. Bu görüş, modern nöropsikolojideki önemli bir kavrayışın erken bir habercisidir: Dil bozulmaları, aslında bilişsel süreçlerdeki daha derin bozulmaların bir yansıması olabilir.

• Descartes Yeni Çağ'da Descartes, dile merkezi bir önem atfederek onu "içimizdeki düşüncenin varlığının tek kesin işareti" olarak tanımlamıştır. Bu görüş, dili, insanı hayvandan ve "makineden" ayıran temel yetenek olarak konumlandırır. Descartes'a göre, en "şaşkaloz" insanlar bile konuşabilirken, en mükemmel hayvan dahi bunu yapamaz; çünkü dil, evrimin değil, insana özgü bir ruhun ürünüdür. Descartes'ın dilin anlam boyutuna yaptığı vurguyla şekillenen "zihinci" görüşü, yüz yıllar sonra Noam Chomsky'nin devrim niteliğindeki teorilerini doğrudan etkilemiştir. Özellikle sınırlı sayıda kelimeden sonsuz sayıda cümle üretilebileceği fikri, Chomsky ve takipçileri tarafından "özyineleme" (recursion) olarak adlandırılacak modern hesaplamalı dilbilim kavramının felsefi öncüsü olarak kabul edilebilir.

Platon’un düşünceyi iç konuşma olarak görmesi, Augustine'in dilin yanıltıcılığına dikkat çekmesi ve özellikle Descartes’ın doğuştan gelen fikirler ile dilin sonsuz üretkenliğine yaptığı vurgu, dilin doğasına ilişkin temel gerilimleri ortaya koymuştur. Bu felsefi sorgulamalar, ortaya attıkları soruların kaçınılmaz bir şekilde bilimsel yöntemlerle test edilmesini gerektirerek, 20. yüzyılda psikoloji ve dilbilimi derinden sarsacak olan davranışçılık ve doğuştancılık arasındaki merkezi çatışmanın zeminini hazırlamıştır.

4.0 20. Yüzyılın Merkezi Çatışması: Doğuştancılık ve Öğrenme

Dilin evrimi hakkındaki modern teorileri anlamak için, 20. yüzyılda dilbilim ve psikoloji alanlarını şekillendiren temel teorik çatışmayı kavramak kritik öneme sahiptir. Bu dönem, dilin biyolojik bir içgüdü mü, yoksa çevresel etkenlerle öğrenilen kültürel bir icat mı olduğu yönündeki temel ayrımı ortaya koymuştur. Bu tartışma, sonraki tüm evrimsel modellerin temelini oluşturmuştur.

4.1 Davranışçı Yaklaşım ve Eleştirisi

20. yüzyılın ortalarına kadar hâkim olan davranışçı yaklaşıma göre dil, diğer tüm insan davranışları gibi öğrenilen bir olguydu. Bu görüşün en önemli savunucusu B. F. Skinner, Sözel Davranış adlı eserinde, çocukların dili taklit, pekiştirme ve edimsel koşullama yoluyla edindiğini savunmuştur. Bu modele göre dil, temelde kültürel bir olgudur ve zihin, doğuştan "her şekilde biçimlendirilebilir" bir yapıdadır.

Ancak bu görüş, 1957'de Noam Chomsky'nin ortaya çıkışıyla radikal eleştirilere maruz kaldı. Chomsky, davranışçı modelin dilin karmaşıklığını ve edinilme hızını açıklamakta yetersiz kaldığını öne sürdü. Bu eleştirilerin en güçlüleri şunlardır:

1. Gramerin Gelişimi: Çocukların, çevrelerinde hiç duymadıkları halde "geldim-di" (İngilizce: "comed") gibi kurallı ama yanlış gramer yapıları üretmesi, basit taklit ve pekiştirmenin ötesinde, altta yatan bir kural çıkarma mekanizmasının varlığına işaret eder.

2. Spesifik Dil Bozuklukları: Williams Sendromu gibi bazı genetik hastalıklarda, hastaların IQ seviyeleri çok düşük olmasına rağmen son derece gelişmiş ve karmaşık dil becerilerine sahip olmaları, dilin genel zekadan bağımsız, özelleşmiş bir yetenek olabileceğini düşündürür.

3. Maruz Kalınan Girdinin Yetersizliği (Poverty of the Stimulus): Çocuklar, çevrelerinden duydukları sınırlı, kesintili ve çoğu zaman hatalı dil girdisine rağmen, karmaşık ve doğru gramer kurallarını kusursuz bir şekilde öğrenirler. Bu durum, doğuştan gelen bir dilsel şemanın varlığını ima eder.

4. Dilde Yerlileşme (Creolization): Farklı dillerden gelen insanların bir araya geldiği topluluklarda ortaya çıkan ve gramer yapısı olmayan "pidgin" dillerine maruz kalan çocuklar, bu dilden tam teşekküllü ve kurallı yeni bir dil olan "creole" yaratırlar. Bu, çocukların dilbilgisi kurallarını çevrelerinden almadan, kendiliğinden üretebildiklerinin en güçlü kanıtlarından biridir.

5. Doğal Edinim Sırası: Çocukların, belirli gramer yapılarının (örneğin İngilizcedeki çoğul eki "-s"in üçüncü tekil şahıs ekinden önce öğrenilmesi gibi) maruz kalma sıklığından bağımsız olarak, evrensel ve belirli bir sırayla öğrenildiği gözlemlenmiştir.

4.2 Doğuştancı Devrim: Chomsky ve Evrensel Gramer

Chomsky, davranışçılığın yetersizliklerine karşı, dilin doğuştan gelen biyolojik bir yeti ("innate biological endowment") olduğu yönündeki devrimci argümanı ortaya attı. Ona göre dil, öğrenilmiş bir davranış değil, tıpkı bir içgüdü ya da biyolojik bir organ gibi doğal olarak gelişen, insana özgü bir bilişsel yetidir. Chomsky'nin teorisi birkaç temel kavram üzerine kuruludur:

• Yeterlik (Competence) ve Performans (Performance): Chomsky, bir konuşmacının dil hakkındaki bilinçaltı, idealize edilmiş bilgisi (yeterlik) ile bu bilgiyi yorgunluk, dikkat dağınıklığı gibi etkenler altında fiili olarak kullanması (performans) arasında net bir ayrım yapar. Dilbilimin asıl amacı, bu altta yatan yeterliği, yani zihindeki dil sistemini anlamaktır.

• Evrensel Gramer (Universal Grammar): Bu kavrama göre, tüm insan dillerinin yüzeydeki farklılıklarının altında, doğuştan gelen ve ortak olan bir dizi ilke ve parametre yatar. Bu "dil işletim sistemi", insanların neden herhangi bir dili zahmetsizce öğrenebildiğini açıklar.

• İlkeler ve Parametreler (Principles and Parameters): Evrensel Gramer'in yapısını oluşturan bu iki unsur, dillerdeki benzerlik ve farklılıkları açıklar. Bu yapıyı bir araba analojisiyle anlamak mümkündür: "İlkeler," tüm arabalarda bulunan evrensel "şasi" gibidir (hepsinde tekerlek, motor, direksiyon bulunur). "Parametreler" ise fabrikadaki "seçenekler" gibidir (manuel vs. otomatik vites, iki kapı vs. dört kapı). Bu seçenekler, çocuğun maruz kaldığı yerel çevreye, yani konuştuğu dile göre ayarlanır. Örneğin, tüm dillerin hiyerarşik öbek yapısına sahip olması bir ilkeyken, Türkçenin izin verdiği ancak İngilizcenin izin vermediği "boş-özne" kullanımı bir parametre ayarıdır.

• Dil Öğrenme Aygıtı (LAD): Chomsky, çocukların çevrelerindeki dil verisini çözümleyip içselleştirmelerini sağlayan, doğuştan gelen bu varsayımsal zihinsel mekanizmayı "Dil Öğrenme Aygıtı" olarak adlandırmıştır.

4.3 Karşı Denge: Kültür ve Dilsel Görelilik

Doğuştancılığın biyolojik vurgusuna karşı, kültürün ve çevrenin rolünü merkeze alan bir başka güçlü görüş daha vardı. Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf tarafından geliştirilen Sapir-Whorf hipotezi, dilin düşünceyi ve dünyayı algılama biçimimizi şekillendirdiğini öne sürer. Bu görüşe göre, dil sadece düşünceleri ifade eden nötr bir araç değil, aynı zamanda düşüncenin kalıbını oluşturan aktif bir güçtür.

Bu hipotezin en bilinen ampirik testlerinden biri, Roger Brown ve Eric Lenneberg'in renk algısı üzerine yaptığı çalışmadır. Araştırmacılar, farklı kültürlerin renk spektrumunu farklı şekillerde isimlendirmesinin, o kültürdeki bireylerin renkleri hatırlama performansını doğrudan etkilediğini göstermiştir. Katılımcıların, kendi dillerinde özel bir ismi olan renkleri, ismi olmayan renklere göre daha kolay hatırladığı bulunmuştur. Bu bulgu, dilin tamamen biyolojik bir içgüdü olduğu fikrine karşı, kültürün ve dilin algı üzerindeki güçlü etkisini gösteren önemli bir kanıt sunmuştur.

Chomsky'nin dilin ne olduğuna (doğuştan gelen, hesaplamalı bir biyolojik sistem) dair güçlü bir çerçeve sunmasıyla birlikte, bilimsel sohbetin bir sonraki mantıksal adımı, bu sistemin evrimsel açıdan nasıl ve neden ortaya çıktığını sorgulamak oldu. Bu durum, Chomsky'nin evrim teorisi için ortaya attığı meydan okumayı çözmeye çalışan modern evrimsel çerçevelerin doğuşuna zemin hazırladı.

5.0 Modern Evrimsel Çerçeveler ve Ana Tartışmalar

20. yüzyıldaki doğuştancılık ve öğrenme arasındaki teorik zemin üzerine, bilim insanları dilin nasıl ve neden evrildiğine dair daha spesifik ve test edilebilir hipotezler geliştirmeye başlamışlardır. Bu bölüm, alandaki güncel ve birbiriyle rekabet eden ana evrimsel teorileri, Evrensel Gramer'in varlığını kabul edip etmemelerine göre iki ana başlık altında incelemektedir.

5.1 Evrensel Grameri Kabul Eden Adaptasyoncu Teoriler

Bu yaklaşımların ortak noktası, Noam Chomsky'nin öne sürdüğü gibi doğuştan gelen biyolojik bir dil yetisinin (Evrensel Gramer) varlığını kabul etmeleri ve bu yetinin doğal seçilim yoluyla kademeli olarak evrilen bir adaptasyon olduğunu savunmalarıdır.

• Pinker ve Bloom: 1990 yılındaki ufuk açıcı makaleleriyle konuyu yeniden canlandıran bu ikili, dilin göz gibi karmaşık bir biyolojik adaptasyon olduğunu öne sürmüştür. Temel argümanları, dilin, grup içi iletişimi daha verimli hale getirerek önemli bir sağkalım avantajı sağladığıdır. Bu tezin en çarpıcı kanıtlarından biri, insanda gırtlağın (larinks) aşağıya inmesidir. Bu anatomik değişiklik, çok daha geniş bir ses yelpazesi üretmemizi sağlarken, aynı zamanda yemeklerin nefes borusuna kaçarak boğulma riskini ciddi şekilde artırmıştır. Pinker ve Bloom'a göre, böylesine tehlikeli bir özelliğin evrilmesi, ancak dilin sağladığı adaptif avantajın bu riske ağır basmasıyla açıklanabilir.

• Hauser, Chomsky ve Fitch (HCF): 2002 yılında, Chomsky'nin kendisinin de aralarında bulunduğu bu üçlü, dil yetisini evrimsel bir çerçeveye oturtmak amacıyla çığır açıcı bir ayrım önermiştir. Bu ayrım, neyin insana özgü olduğunu ve neyin diğer türlerle paylaşıldığını netleştirmeyi amaçlar:

    ◦ Geniş Anlamda Dil Yetisi (Faculty of Language - Broad Sense, FLB): Bellek, kavramlaştırma, taklit ve duyusal-motor sistemler gibi, dil için gerekli olan ancak diğer türlerle de paylaştığımız genel bilişsel mekanizmaları içerir.

    ◦ Dar Anlamda Dil Yetisi (Faculty of Language - Narrow Sense, FLN): Yalnızca insana özgü olan ve dilin temel çekirdeğini oluşturan hesaplamalı (computational) sistemi ifade eder. HCF'ye göre, bu sistemin tek ve en temel bileşeni özyinelemedir (recursion). Özyineleme, bir yapının kendi içinde tekrar yer alabilmesi yeteneğidir; bu, öbekleri başka öbeklerin içine yerleştirerek cümleler kurmamızı sağlayan hesaplamalı mekanizmadır. Örneğin, "Ali'nin [Ayşe'nin gördüğü] adamı tanıması" cümlesinde bir tamlama başka bir tamlamanın içine gömülmüştür. Bu mekanizma, sınırlı sayıda kelime ve kural kullanarak potansiyel olarak sonsuz sayıda karmaşık ve anlamlı cümle üretmemizi sağlayan motorun ta kendisidir. HCF modelinin zarafeti, evrimsel olarak açıklanması gereken hedefi (tüm gramer yerine sadece özyinelemeyi) en aza indirmesinde yatmaktadır, bu da onu Pinker ve Bloom'un daha geniş adaptasyon görüşüne kıyasla evrimsel olarak daha makul bir hedef haline getirir.

• Bickerton ve Jackendoff: Bu iki dilbilimci, dilin aşamalı evrimine dair modeller sunmuş, ancak bu sürecin hızı konusunda farklılaşmışlardır. Bu, adaptasyoncu kamp içindeki temel bir tartışmayı yansıtır: dil büyük bir sıçrayışla mı, yoksa küçük özelliklerin yavaş birikimiyle mi ortaya çıktı? Derek Bickerton, "sıçramalı" (saltational) bir modelle dilin iki ana aşamada evrildiğini savunur: önce sadece sembollerden oluşan, gramersiz bir "ön-dil" (proto-language) ortaya çıkmış, daha sonra tek bir büyük adımla tam teşekküllü, sözdizimine sahip modern dil gelişmiştir. Buna karşın Ray Jackendoff, "tedrici" (gradual) bir yaklaşımla, dilin evriminin dokuz aşamalı, daha yavaş bir süreç olduğunu öne sürmüştür. Bu model, tekil sembollerin kullanımından başlayarak, öbek yapıları ve karmaşık sözdizimine doğru yavaş bir ilerlemeyi tasvir eder.

5.2 Evrensel Grameri Reddeden Kullanım Temelli Teoriler

Bu yaklaşımlar, dilin özelleşmiş bir genetik donanım (Evrensel Gramer) yerine, genel bilişsel yetenekler, sosyal etkileşim ihtiyaçları ve nesilden nesile aktarılan kültürel süreçler yoluyla ortaya çıktığını savunur. Temel felsefeleri, dilin özel bir "organ" olmadığı, bunun yerine zaten var olan yetenekler üzerine inşa edildiğidir.

• Michael Corballis ve İşaret Dili Kökeni: Corballis, dilin vokalizasyondan önce el ve yüz hareketlerine dayalı bir işaret dili olarak başladığını öne süren tezin en önemli savunucularındandır. Bu tez, dilin evrimini önceden var olan motor sistemlere dayandırır. Kanıtlar arasında maymunların jest kullanımındaki yetkinliği, insan beynindeki konuşma üretiminden sorumlu Broca alanının aynı zamanda karmaşık el hareketleriyle de ilişkili olması ve başkalarının hareketlerini anlamada rol oynayan ayna nöronların varlığı bulunur. Bu modele göre, dilin sese geçişi daha sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni, gece iletişim kurma ihtiyacı ve alet kullanımı gibi faaliyetler için ellerin serbest kalması gibi pratik avantajlardır.

• Michael Tomasello ve Sosyal Biliş: Gelişim psikoloğu Michael Tomasello, dilin evrimini sosyal zekaya dayandırır. Ona göre dilin temel itici gücü biyolojik bir modül değil, sosyal-bilişsel ihtiyaçlardır. "Kullanım temelli" (usage-based) modeline göre dil, türdeşlerimizin dikkatini yönlendirme, niyetlerini anlama ve davranışlarını etkileme gibi sosyal hedeflere ulaşmak için geliştirilmiş bir araçtır. Bu görüşe göre dil, özelleşmiş bir içgüdü değil, insanın gelişmiş sosyal zekasının bir ürünüdür. Gramer yapıları, doğuştan gelen kurallar olmak yerine, insanların iletişim sırasında karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümlerin zamanla kalıplaşması ve kültürel olarak aktarılmasıyla ortaya çıkar.

Her iki teori de özelleşmiş, doğuştan gelen bir "dil organı" fikrini reddederek, dilin evrimini önceden var olan yeteneklere (Corballis için motor sistemler, Tomasello için sosyal zekâ) dayandırır. Bu, onları Chomskyci kamptan temel felsefi bir noktada ayırır. Bu farklı teorik yaklaşımlar, dilin evrimini açıklamak için gereken biyolojik ve nörolojik kanıtlara farklı açılardan bakmamızı gerektirir.

6.0 Dilin Biyolojik ve Nörolojik Temelleri

Önceki bölümlerde tartışılan soyut teoriler ve felsefi argümanlar, somut biyolojik kanıtlarla temellendirildiğinde anlam kazanır. Dilin evrimi, insan anatomisinde ve beyninde meydana gelen fiziksel değişimlerden bağımsız düşünülemez. Bu bölüm, dilin "fiziksel donanımını" oluşturan anatomik adaptasyonları ve "zihinsel yazılımını" barındıran nörolojik evrimi inceleyerek, teorileri kanıtlarla buluşturmayı amaçlamaktadır.

Anatomik Evrim (Fiziksel Donanım)

Nörolojik Evrim (Zihinsel Yazılım)

İki Ayaklılık (Bipedalizm): Atalarımızın iki ayak üzerinde yürümeye başlaması, sadece elleri serbest bırakmakla kalmadı, aynı zamanda kafa ve boyun yapısının konuşmaya daha uygun bir pozisyon almasını sağlayarak ses yolunun yeniden şekillenmesi için ilk adımı attı.

Larinks ve Farinksin Evrimi: İnsan konuşma yeteneğinin en kritik adaptasyonu, larinksin (gırtlak) boğazda daha aşağı bir konuma inmesidir. Bu değişiklik, farinks (yutak) boşluğunu genişleterek çok daha zengin bir ses çeşitliliği üretmemizi sağladı. Ancak bu durum, boğulma riskini de beraberinde getirerek dilin sağkalım için ne kadar büyük bir avantaj sunduğunun güçlü bir kanıtı oldu.

Neandertal Ses Kapasitesi: Philip Lieberman ve Edmund Crelin'in Neandertal fosillerinden yola çıkarak yaptıkları ses yolu rekonstrüksiyonları, onların modern insanın sahip olduğu tüm sesli harfleri üretemediğini göstermiştir. Bu, konuşma kapasitelerinin olduğunu ancak modern insanın seviyesine ulaşamadığını düşündürmektedir.

Beyin Hacmi ve Korteksin Gelişimi: İnsan evrimi boyunca, Australopithecine türünün yaklaşık 400-525 cc olan beyin kapasitesi, modern Homo Sapiens'te çok daha yukarılara çıkmıştır. Bu büyüme, özellikle üst düzey bilişsel işlevlerden sorumlu olan korteksin gelişimini yansıtır ve dil gibi karmaşık bir sistem için bir ön hazırlık niteliğindedir.

Dile Özelleşmiş Beyin Bölgeleri: 19. yüzyıldaki öncü çalışmalar, beynin sol yarım küresinde dile özgü alanların varlığını ortaya koymuştur:

Broca Alanı: Sol frontal lobda yer alır ve konuşma üretimi ile gramer işlenmesinden sorumludur.

Wernicke Alanı: Sol temporal bölgededir ve konuşulan dili anlama işlevini üstlenir.

Primat Atalarımızdaki Karşılıklar (Homologlar): Modern beyin görüntüleme çalışmaları, makak maymunlarının türe özgü sesler çıkardığı sırada, insanlardaki Broca ve Wernicke alanlarına karşılık gelen perisilviyan bölgelerinde aktivasyon olduğunu göstermiştir. Bu, dilin temelini oluşturan nöral devrelerin evrimsel olarak çok daha eski olabileceğini göstermektedir.

Görüldüğü üzere, anatomik donanımdaki evrim (gırtlağın alçalması gibi) ile zihinsel yazılımdaki evrim (Broca ve Wernicke alanlarının özelleşmesi gibi) birbirinden ayrılamaz süreçlerdir. Biri, potansiyeli yaratırken diğeri bu potansiyeli kullanacak kontrol mekanizmasını sağlamıştır.

Dilin beyinde belirli alanlara "lokalize" olduğu fikrine karşın, Hughlings Jackson gibi araştırmacılar, dilin birçok beyin bölgesinin ortaklaşa çalıştığı "holistik" bir süreç olduğunu savunmuştur. Bu tartışma, modern teorik ayrımları da yansıtmaktadır: Dilin beyinde özel bir "modüle" sahip olduğunu savunan doğuştancı görüşler lokalizasyon fikrine daha yakın dururken, dilin genel bilişsel yeteneklerden doğduğunu öne süren kullanım temelli modeller holistik görüşle daha uyumludur. Bu biyolojik ve nörolojik kanıtlar, mevcut teorileri desteklerken aynı zamanda onlara meydan okumakta ve alandaki geleneksel ikilikleri aşan yeni sentezleyici yaklaşımlara kapı aralamaktadır.

7.0 Yeni Bir Sentez: Beyne Uyum Sağlayan Dil

Dilin evrimi tartışmalarında uzun süredir hâkim olan soru "Beyin dile nasıl adapte oldu?" şeklindeydi. Ancak son yıllarda ortaya çıkan ve alanı yeniden çerçeveleyen alternatif bir paradigma, bu soruyu tersine çeviriyor: "Dil beyne nasıl adapte oldu?". Simon Kirby ve Morten Christiansen gibi araştırmacılar tarafından geliştirilen bu model, doğuştancılık ve öğrenme arasındaki geleneksel ikiliği aşarak, dilin evrimine kültürel bir perspektif getiriyor. Kirby ve Christiansen'in önerdiği bu paradigma kayması, alandaki on yıllardır süren 'doğa mı, çevre mi?' çıkmazına yaratıcı bir çözüm sunmaktadır.

Bu modelin temel mantığı şu şekilde özetlenebilir:

• Dil Statik Değil, Kültürel Bir Sistemdir: Bu yaklaşıma göre dil, Chomsky'nin önerdiği gibi doğuştan gelen, genetik olarak kodlanmış statik bir biyolojik yapı (Evrensel Gramer) değildir. Aksine, bir canlı organizma gibi nesilden nesile aktarılan, dinamik ve sürekli değişen kültürel bir sistemdir.

• Beynin Kısıtlamalarına Uyum Sağlama: Dil, aktarılırken insan beyninin genel öğrenme, işleme ve bellek mekanizmalarının getirdiği kısıtlamalara uyum sağlayarak evrilir. Tıpkı bir canlının çevresine adapte olması gibi, dilsel yapılar da beynin yapısına adapte olur. İnsan beyni tarafından daha kolay öğrenilen, işlenen ve hatırlanan yapılar seçilime uğrayarak hayatta kalır; öğrenilmesi ve işlenmesi zor olan karmaşık yapılar ise zamanla elenir veya basitleşir.

• Evrensel Eğilimler Olarak Evrensel Gramer: Bu model, diller arasındaki evrensel benzerlikleri reddetmez, ancak bu benzerliklerin kaynağını farklı bir şekilde açıklar. "Evrensel Gramer" olarak görülen özellikler, aslında doğuştan gelen özel dil kuralları değil, beynin sıralı öğrenme, hiyerarşik yapılandırma gibi genel bilişsel kısıtlamalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan evrensel eğilimlerdir. Diller, bu ortak bilişsel darboğazlardan geçmek zorunda oldukları için birbirlerine benzer yapılar geliştirirler.

• Üç Adaptif Sistemin Entegrasyonu: Bu yeni bakış açısı, dilin evrimini tek bir süreçle değil, birbiriyle etkileşim halindeki üç adaptif sistemin bir ürünü olarak görür:

    1. Bireysel Öğrenme: Her bireyin kendi yaşamı boyunca dili öğrenmesi.

    2. Kültürel Aktarım: Dilin nesiller arasında aktarılması ve bu süreçte değişmesi.

    3. Biyolojik Evrim: Dilin dayandığı genel bilişsel mekanizmaların biyolojik olarak evrilmesi.

Bu sentezleyici yaklaşım, dilin sadece genler veya sadece kültür tarafından değil, bu iki gücün dinamik etkileşimiyle şekillendiğini öne sürer. Böylece, "doğuştancılık mı, öğrenme mi?" şeklindeki kısır tartışmayı aşarak, dilin evrimini anlamada yeni ve verimli bir yol sunar.

8.0 Sonuç: Disiplinler arası Yaklaşımın Kaçınılmazlığı

Bu inceleme, dilin kökeni arayışının ne denli karmaşık ve çok katmanlı bir yolculuk olduğunu gözler önüne sermektedir. Felsefenin derinliklerinde dil ve düşünce arasındaki bağa dair atılan ilk tohumlardan yola çıktık; 20. yüzyıl psikolojisinin doğuştancılık ve davranışçılık arasındaki temel çatışmalarından geçtik ve nihayetinde evrimsel biyoloji, antropoloji ve sinirbilimin sunduğu somut verilerle bu soyut tartışmaları temellendirdik. Bu yolculuk, tek bir gerçeği net bir şekilde ortaya koymaktadır: İnsanın bu en temel yetisini anlamak, tek bir disiplinin sınırları içinde mümkün değildir.

Dil, bir yandan biyolojik evrimin bir ürünü olarak beyinde ve anatomide kök salmış, diğer yandan kültürel aktarımla nesilden nesile aktarılan dinamik bir sistemdir. Onun evrimini açıklamak hem genetik kodlarımızı hem de sosyal yapılarımızı, hem bilişsel mekanizmalarımızı hem de iletişimsel ihtiyaçlarımızı aynı anda hesaba katmayı gerektirir. Bu nedenle, dilin evrimi sorunu, doğası gereği disiplinler arası bir çaba gerektiren nihai bilimsel bulmacalardan biridir.

Gelecekteki araştırmaların başarısı, bilişsel bilimler, genetik, paleoantropoloji, sinirbilim ve Kirby ile Christiansen'in öncülük ettiği gibi sayısal modellemelerin daha derin bir entegrasyonuna bağlı olacaktır. Fosil kayıtlarından genetik analizlere, beyin görüntüleme çalışmalarından bilgisayar simülasyonlarına kadar uzanan geniş bir yelpazedeki araçları bir araya getirerek, bu büyük gizemi aydınlatmaya bir adım daha yaklaşabiliriz. İnsan doğasının bu en temel parçasını anlama çabası, devam eden ve her yeni bulguyla daha da heyecan verici hale gelen büyük bir bilimsel maceradır.

Yararlanılan Kaynaklar:

i) Fatma Ebru Köse, Dil Biliş İlişkileri ve Dilin Evrimi Üzerine, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry 2023; 15(2):333-347

ii) İsa Kerem Bayırlı, Dinin Evrimi, Cogito Dergisi, 2009 Kış Darwin Özel Sayısı

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]