5 Kasım 2024 Salı

Toplumun bir kamburu: Özel hastaneler

Mahmut Boyuneğmez

1980’li yıllardan günümüze sağlık ve sosyal güvenlik sisteminde bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm çerçevesinde sağlık hizmetinin sunumu ile finansmanı birbirinden ayrılmış durumda bulunuyor. Sağlık hizmetinin sunumu ve finansmanının tek elden, tek bir devlet kuruluşu üzerinden gerçekleştirilmesi yerine, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nun sağlık hizmetini devlet hastanelerinden ve özel hastanelerden satın alması söz konusu. Sağlık hizmeti sunumundan kâr elde edebilmek için özel hastane işletmeleri yıllar içerisinde çoğaltılmışken, kamunun/toplumun primlerle oluşan bir kaynağı, bu işletmelere yönlendiriliyor. Üstelik özel hastane işletmelerinin çıkardığı faturaların bedelinin sadece bir kısmı SGK tarafından karşılandığından, müşteri yerine konulan hastaların elini ceplerine atması da gerekiyor. Bir yandan SGK’nın karşılamadığı hizmet bedelleri için tamamlayıcı sağlık sigortalarının yaygınlaştırılması murat edilerek, sigorta şirketlerinin fonlarında değerlendirecekleri meblağların oluşmasına çalışılıyor, diğer yandan kesilen SGK primleri yetmezmiş gibi, tüm emekçilerden eczaneler üzerinden tahsil edilerek gözlerden gizlenen sağlık katkı payları alınıyor.

DİSK-AR’ın 05.11.2024 tarihinde yayınladığı bir rapordaki veriler, özel hastanelerin toplumun sırtında nasıl bir kamburu oluşturduğunu gösteriyor. Bu raporun verilerine ve ne anlama geldiklerine bakalım:

  • 2012 yılında özel hastanelere SGK kapsamında 87,9 milyon hasta başvurmuşken, 2023 yılına gelindiğinde bu sayı 68,5 milyona gerilemiş bulunuyor. Özel hastanelere başvuran hastaların sayısı yıllar içerisinde azalmış durumda. Özel hastanelere başvuran hastaların tüm hastanelere başvuranlar arasındaki oranı 2012 yılında %22,7’yken, bu oran 2023 yılında %11’e düşmüştür. Peki neden?.. Özel hastanelere başvuran hastaların sayısında ve tüm hastanelere başvuran hastalar içerisindeki oranında gerilemenin nedeni, bu hastanelerin faturaları şişirmesi, bu hastanelerde tıbben ihtiyaç olmadığı halde gereksiz tetkik ve tahlillerin yapılması ve fahiş fiyatlarla sağlık hizmet sunumunda bulunmaları yüzünden, hastaların bu hastanelerden zorunlu olmadıkça uzak durmaya çalışmaları yönündeki eğilimdir. Sağlığı alınır satılır bir meta olarak sunan özel hastane işletmelerinde hastalar için işlemler yapılırken kârı artırma amacı, tıbbi gerekliliklerin önüne geçmektedir. Oysa sağlıklı olmak ve sağlık hizmeti almak bir haktır ve parayla satılmamalı, devlet tarafından topluma ücretsiz sunulmalıdır.
  • 2012 yılından bugüne SGK’nın hasta başına devlet hastanelerine yaptığı ödeme 4,7 kat artmışken, hasta başına özel hastanelere yaptığı ödeme 9,4 kat artmıştır. Özel hastanelerin aç gözlülüğü, kaynakların israfı anlamına gelmektedir. Emekçilerden kesilen primler devlet (SGK) aracılığıyla, özel hastane adı verilen işletmelerin daha çok kazanması için bu işletmelere yönlendirilmektedir.
  • 2012 yılında SGK’nın özel hastanelere başvuranlar için hasta başına yaptığı ödeme, Türkiye geneli ortalama hasta başına ödemenin %5 fazlasıyken, 2024 yılının ilk 6 ayında %53 fazlasına ulaşmıştır. Başka bir ifadeyle, özel hastane adı altında çalıştırılan bu kâr amaçlı işletmelerin kasasındaki para miktarları artarken, kamunun/toplumun kaynakları bu işletmeleri daha varsıl kılma uğrunda harcanmaktadır.

Grafik: SGK Tarafından Devlet İkinci Basamak Hastaneleri ile Özel Hastanelere Hasta Başına Yapılan Ödemenin Ortalama Ödemeye Oranı (Yüzde) (2010-2024)

  • SGK, 2024 yılında devlet ikinci basamak hastanelerine hasta başına 282 TL öderken özel hastanelere 801 TL ödemiştir. Başka bir ifadeyle, 2024 yılının ilk 6 ayında SGK’nın özel hastanelere hasta başına ödediği tutar, devlet ikinci basamak hastanelere hasta başına ödenen tutarın yaklaşık 3 katıdır. Özcesi, toplumsal zenginliğin, kamusal kaynakların bir bölümü, sırf kar etsinler diye özel hastane işletmelerine aktarılmaktadır.
  • 2012-2024 yılları arasında SGK’nın devlet/üniversite hastanelerine hasta başına ödemelerinde ortalama %545 artış olurken, özel hastanelere hasta başına ödemede %940 artış yaşanmıştır. Azalan hasta sayıları ve aralarındaki rekabet yüzünden kârlarındaki azalma eğilimini dengelemek için bu işletmeler, tıbben gereksiz olan işlemlerle faturaları şişirmektedir.

Peki özel hastanelerde çalışan emekçilerin durumu nasıl?.. Çalıştırılan personele ücretlerinin zamanında verilmemesi, işten çıkarılacaklarsa hiç verilmemesi, aylık ücretlerin her seferinde banka faiz geliri elde etme amacıyla 2 ay sonrasında gecikmeli olarak ödenmesi, hasta ya da tetkik başına ücretlendirme, sınırlı bir zamanda nitelikli bir şekilde yapılamayacak kadar çok sayıda tetkikin/incelemenin yapılması gibi uygulamalar özel hastane işletmelerinde rutin durumdadır. Cumartesi çalışma ve akşam geç saatlere kadar işgününün devam etmesiyse bir kuraldır.

Umarım anlaşılmıştır. Geçtiğimiz günlerde SGK’dan daha fazla para alma, SGK’yı dolayısıyla halkımızı dolandırma amacıyla yenidoğanların öldürülmesinde açığa ne mi çıkmıştır?.. Özel hastanelerin işleyişindeki temel düstur, “paraya para katmak” ve “kârı artırmak”tır. Ve aslında bu buzdağının görünen ve açığa çıkan kısmıdır.

Özel hastane kamburundan kurtulmanın yolu ise açıktır. Sağlık hizmeti sunumunun sadece devlet eliyle gerçekleştirilmesi, finansmanının yine devlet tarafından prim/vergi yoluyla sağlanması. Nitelikli, ulaşılabilir, parasız… Kamusal sosyalist bir sağlık sistemi, dertlerimize derman olacaktır.

2 Kasım 2024 Cumartesi

Paranın Gücü

Karl Marx, 1844 Elyazmaları

İnsanın duyguları, tutkuları, vb. yalnızca dar anlamda antropolojik tanımlamalar olarak kalmayıp da aynı zamanda insan yaradılışının gerçekten varlık bilimsel (ontolojik) olumlamalarıysa ve yalnızca nesneyi duyularıyla algıladıkları için olumlanıyorlarsa:

(1) Olumlama tarzları hiçbir zaman aynı ve eşit olamaz; tersine, olumlamanın farklı tarzı varoluşlarının, hayatlarının ayrı özelliğini meydana getirir; nesnenin onlar için var olduğu tarz, doyumlarının karakteristik tarzıdır.

(2) Duyusal olumlama, bağımsız şekliyle nesnenin (yeme, içme, bir nesne üzerine çalışma, vb.) dolaysız olarak yok edilmesi olduğunda, bu, nesnenin olumlanmasıdır.

(3) İnsan ve duyguları, vb. insani olduğu sürece, nesnenin başkası tarafından olumlanması da aynı şekilde onun kendi doyumudur.

(4) Endüstri gelişinceye kadar, yani özel mülkiyet ortaya çıkıncaya kadar, insan tutkularının varlık bilimsel özelliği ne insanlığını ne de bütünlüğünü gerçekleştirebilir; böylece insanın bilimi de insanın pratik etkinliğiyle kendini kurmasının ürünüdür.

(5) Yabancılaşmadan bağımsız olarak özel mülkiyet duygusu gerek tat alınacak nesne gerekse etkinliğin nesnesi olarak, insan için özsel nesnelerin varoluşudur.

Dolayısıyla para, her şeyi satın alabilme özelliğine, bütün nesneleri kendine mal edinme özelliğine sahip oluşuyla, en yüksek mülklenme nesnesidir. Özelliğinin evrenselliği, varlığının her şeye kadir olmasıdır; dolayısıyla her şeyden güçlü bir varlık olarak görünür. Para, gereksemeyle nesne, insanın hayatıyla besini arasındaki aracıdır. Ama benim hayatımın bana sağladıklarını, başka insanların varoluşları da sağlar bana. Benim için öteki insandır.

“Vay canına! Eller de, ayaklar da, gerçekten

Baş da ayrıca, eril güçler de, hepsi senin.

Ama yeni yeni almaya başladığım zevkler,

Daha mı az benim oluyor bu yüzden?”

“Diyelim ki altı yörük at var ahırımda,

Benim olmuyor mu güçleri bu atların?

Gidiyorum dörtnala, en eksiksizi insanların,

Sanki yirmi dört bacağım varmışçasına.”

Goethe: Faust (Mephistopheles). (1)

Shakespeare Atinalı Timon’da şöyle yazıyor:

“Altın! Sapsarı, pırıl pırıl, halis altın! Hayır tanrılar, açgözlü biri değilim ben…

Karayı aka; eğriyi doğruya,

kötüyü iyiye; soysuzu soyluya; kocamışı gence; yüreksizi yiğide.

İşte, bu… Ah tanrılar, neden? Nedir bu?

Rahiplerinizi, kölelerinizi çeker alır elinizden;

Koca adamların yastıklarını alır başlarının altından;

Bu sarı köle

Bağlar, çözer dinleri; günahkârı kutsar;

Cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,

Unvan verir, nişan verir, şan verir,

Oturtur senatörle yan yana: budur

Kocamış dulu yeniden gelin eden;

Kapanmaz yarasıyla en umutsuz hastayı

Allar pullar da bu, ilk yazına kavuşturur.

Git, kör olası maden parçası,

İnsanlığın orta malı, sen,

Ulusları birbirine düşüren.” (2)

Ve daha ilerde:

“Ey sen sevimli kral katili ve ayıran piçinden babayı!

Sen kirlettin parlaklığınla

Hymen’in tertemiz yatağını! Sen Cesur Mars!

Sen her dem taze, sevimli, zarif zampara,

Yanağının pembeliğiyle eritirsin sen

Dia’nın kucağındaki kutsal karıları!

Olmayacakları birbirine yaklaştırıp

Öpüştüren onları! Her dilde konuşup

Her anlamda laf eden, sen göze görünür tanrı!

Sen, yürek yakan, düşün,

Kölen insan başkaldırıyor; kullan gücünü,

Birbirine ver onları, öyle ki hayvanlar

Yeryüzünde imparatorluk kursun.” (3)

Ne güzel anlatıyor Shakespeare paranın özünü. Bunu anlamak için, Goethe’den alınan bölümü çözümleyerek işe başlamalıyız.

Para yoluyla elde edebileceğim şey, satın alabildiğim, yani paranın bana satın alabildiği şey, paranın sahibi olarak, ben kendimim. Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim, bu durumda, benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş olmuyor. Çirkinim ben, ama dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, iticiliği, para karşısında yok oluyor. Ben-bireysel yaradılışıma göre -topalım: ama para bana yirmi dört bacak veriyor; öyleyse topal değilim. Ben kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek, kafasız bir adamım, ama saygı gösterilir paraya-dolayısıyla sahibine de. En iyi şey paradır, dolayısıyla sahibi de iyidir: para benim dürüstlükten uzaklaşma zahmetine girmemi önlüyor, onun için dürüst sayılıyorum. Kafasızın biriyim ben, ama madem para her şeyin gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi? Ben ki, para sayesinde, insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine sahip değil miyim? Bu durumda para benim bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?

Beni insan hayatına bağlayan, beni topluma, doğaya, insana bağlayan şey para olduğuna göre, bütün bağların bağı değil mi para? Böylelikle aynı zamanda ayrılmanın da evrensel aracı değil mi? Bir araya getirmenin gerçek aracı olduğu kadar, asıl ayrılma akımı da odur, toplumun kimyasal gücüdür.

Shakespeare paranın iki özelliğini öncelikle vurguluyor:

(1) Bütün insani ve doğal nitelikleri karşıtına çevirebilen göze görünür tanrı, nesnelerin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisidir; “olmayacakları birbirine yaklaştırır.”

(2) İnsanlığın orta malı, insanların ve ulusların ortak aracısıdır.

Bütün insani ve doğal nitelikleri dönüştürmek ve değiştirmek, olanaksızlıkları birleştirmek-paranın tanrısal gücü, insan türünün yabancılaşmış, yalıtılmış (tecrit edilmiş), dışlaştırılmış özelliği oluşunda yatar. Para, insanlığın yabancılaştırma yeteneğidir.

Bir insan olarak yapamadığımı, yani, bütün bireysel yetilerimin başaramadığı şeyi, para sayesinde yapabilirim. Onun için para bu yetilerimin her birini aslında olmadığı bir şey yapar, yani onu karşıtına dönüştürür.

Acıkmış, yemek istiyorsam ya da yürümeye gücüm yetmediği için arabaya binmek istiyorsam, para yemeği de sağlar bana arabayı da yani, isteklerimi hayal gücü dünyasından gerçeğe dönüştürür, onları düşünülmüş, imgelenmiş, istenmiş varoluşlarından gerçek duyusal varoluşlarına çevirir, imgelemden hayata, imgelenen varlık durumundan gerçek varlık durumuna aktarır. Bunun gerçekleştirilmesinde para gerçek yaratıcı güçtür.

Parası olmayanlarda da vardır istek, ama onların isteği benim, bir üçüncü kişinin üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir imgelem ürünüdür; bu isteğin varoluşu yoktur, bu yüzden gerçekdışı, hedefsizdir benim için. Paraya dayanan etkili istekle benim gereksemelerime, tutkularıma, dileklerime dayanan etkisiz istek arasındaki ayrım, varlık ile düşünmenin, yalnız benim içimde var olan düşüncelerle, benim dışımda benim için var olan gerçek nesne biçimindeki düşüncelerin arasındaki ayrımdır.

Eğer geziye çıkacak param yoksa geziye çıkmaya da ihtiyacım yoktur. Bilimsel çalışmaya yatkın bir yeteneğim varsa, ama yeterli param yoksa, o zaman hiç çalışma yeteneğim, yani gerçek ve etkili bir yeteneğim yok demektir. Öte yandan, gerçekten hiç bilimsel çalışma yeteneğim yoksa, ama gerekli istek ve param varsa, demek ki benim yeteneğim etkilidir. İnsan olarak insandan ve insan toplumu olarak toplumdan doğmayan, evrensel bir dışsal araç ve yeti olarak para; imgelemi gerçekliğe, gerçekliği de boş bir imgelem ürününe çevirebilme gücüne sahiptir. Aynı şekilde, gerçek kusurları ve fantezileri, yani yalnızca bireyin hayalinde var olan gerçekten güçsüz yetileri, gerçek yeti ve yeteneklere dönüştürebildiği gibi, gerçek insani ve doğal yetileri de katıksızca soyut fikirlere, dolayısıyla kusurlara, acı veren fantezilere dönüştürebilir.

Böylece, bu karakteristiğiyle, genel olarak bireysellikleri dönüştüren, onları kendi karşıtları yapan, kendi özellikleri yerine çelişik özelliklerle donatan şey paradır.

Bu dönüştürücü güç olarak, bireye karşı, toplumsal bağlara ve öz olma iddiasında bulunan başka bağlara karşı gösterir kendini. Sadakati sadakatsizliğe, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, iyiliği kötülüğe, kötülüğü iyiliğe, köleyi efendiye, efendiyi köleye, aptallığı akla, aklı da aptallığa çevirir.

Etkin ve var olan değer kavramı olarak para her şeyi değiştirdiğine ve dönüştürdüğüne göre, her şeyin evrensel değiştiricisi ve dönüştürücüsü, dolayısıyla dönüştürülmüş dünya, bütün insani ve doğal niteliklerin dönüştürücüsü ve değiştiricisidir.

Cesareti satın alabilen kişi, korkak da olsa, cesurdur. Para, para sahibinin görüş açısından, belirli bir nitelik, belirli bir şey, ya da insani yetilerle değil de bütün insani ve doğal nesneler dünyası ile takas edildiğine göre, bazı özelliklerin yerine, aralarında çelişik özellikler ve nesneler de bulunan, başka özellikler koyar; olanaksızlıkların birleşmesini temsil eder, çelişik ögeleri kucaklaşmaya zorlar.

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle değiştirebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkaları üzerinde etkili olmak istiyorsanız, başkalarını gerçekten canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde kendini gösterişi olmalı, isteminizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız; yani sevgi olarak, sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak, dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız: O zaman sevginiz güçsüzdür. Bir talihsizlik!

NOTLAR

(1) Goethe, Faust, Bölüm 1.-Ed.

(2) Shakespeare, Atinalı Timon, Perde 4, Sahne 3. (Marx’ın alıntısı Schlegel-Tieck çevirisinden.)-Ed.

(3) Aynı yerde.

Marksizm’e Dair…

 Mahmut Boyuneğmez

Bilimsel sosyalizm ile Marksizm aynı anlamlara gelir. Fakat Marksist teorik sistemin bilimselliği, bir felsefe olan tarihsel ve diyalektik materyalizmi (=felsefe, bilim değil) içermesi yüzünden, bu felsefi paradigmanın, toplumsal tarihin, üretim biçimlerinin, toplumsal formasyonların, ideolojilerin vd. bilimsel incelemesi sırasında zemin olarak alınmaya, kalkış noktası yapılmaya, referans olmaya uygun olmasından kaynaklanır. Tarihsel-diyalektik materyalizm, somut bilimsel araştırmaların sonucunda soyutlanmış genel felsefi bir paradigmik çerçevedir. Yeni bilimsel incelemelere de kılavuzluk edecek niteliktedir. Bu felsefi paradigma, bilimsel incelemenin kendisi değildir.

Kapitalist üretim tarzının incelenmesi ve buradan kalkarak geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapılması, bilimsel üretimin, devrimcileşmesini getirmiştir. Bu inceleme, bu üretim tarzının aşılması sürecinde devrimci ve pratik bir eleştiriye yol açmıştır.

Siyasetin, mutlak “doğru”ları yoktur. Başka bir deyişle siyaset, bilimsel/teorik bir referansa sahiptir, fakat hangi siyasetin devrimci hangisinin devrimci olmadığı gibi konuların, belirli bir yere kadar bilimsel/teorik çerçeveyle değerlendirilmesi mümkündür. Kanımca Marksist teorik sistem içerisinde siyaset bilimi ya da teorisi olarak nitelenebilecek bir soyutlama alanı vardır, ancak siyasetin belirlenimleri ve etkileşimleri çok yönlü ve dinamik olduğundan, siyasette hangi tarzın/yolun sağlıklı olduğu konusunda nihai karar verici tarihsel süreçlerdir.

Marksizm, sosyalist ideoloji ve siyasetin referans çerçevesidir, bunların alabilecekleri biçimleri sınırlar; fakat Marksizmle sosyalist siyaset ve ideolojinin somut içerikleri doğrudan belirlenmez.

Marksizm, kapitalizmden komünizme geçişteki dünya görüşüdür. Dolayısıyla devrimci bir dünya görüşü… Marksizmin bir dünya görüşü olmasında materyalizmin ve komünist devrimci perspektifin birbirini bütünleyen ve uyumlu birlikteliği önem taşımaktadır. Ancak Marksizm, bugün için proletaryanın sınıfsal ideolojisi ya da dünya görüşü değildir. Bizim için proletarya, bu dönüşümü gerçekleştirecek tek devrimci sınıf olsa da, gelişkin bir felsefe ve bilimsel teorilerle buluşması ancak geleceğin toplumunun kuruluşu sürecinde toplumsal devrimler döneminde mümkün olacaktır.

Marksizm, “insan toplumunun bilimi” olarak görülemez. Bir kere doktrin, öğreti, bilim gibi nitelemeleri yetersiz kılacak biçimde Marksizmin kapsamında felsefi, bilimsel, siyasal boyutlar uyumlu ve birbirini tümleyecek şekilde bulunur. Bu nedenle Çulhaoğlu Marksizm için “teorik sistem” demeyi önermiştir. Bunu biz de benimsemiş durumdayız. Örneğin, toplumsal tarihin, sanat tarihinin, spesifik bir ideolojinin vb. Marksist teorik sistemin referans çevçevesiyle araştırılıp incelenmesi mümkündür, fakat bu incelemelerin somut bulguları değil, bu incelemelerden süzülen bazı üst soyutlamalar, bu teorik sistemi zenginleştirebilecektir. Başka bir deyişle Marksist antropoloji, Marksist sanat tarihi, Marksist sosyoloji gibi bilimsel çalışma alanları elbette vardır, fakat bunlar antropolojidir, sanat tarihidir, sosyolojidir, Marksizm değil… Öte yandan, Marksizm kapitalizmden komünizme geçiş döneminin salt bilimi değil, bilimsel dünya görüşüdür. Bu devrimci dönemin üzerinde yükseldiğinden, bu bilimsel dünya görüşü devrimcidir. Eğer “ideoloji” terimini dar ve pejoratif anlamıyla kullanmıyorsak, Marksizmin bilim, felsefe ve siyaset teorisi boyutları olan bir ideoloji/dünya görüşü olduğunu görmek gerekir.

Amprik somutlardan soyutlamalara ulaşma ve ulaşılan soyutlamalardan gerçeklikteki etkileşim ve değişim örüntüleri yakalanarak (gerçekliğin diyalektik “mantığı” yakalanarak) düşüncede somut bütünlüğü yeniden oluşturma, toplum bilimleri alanında kullanılan bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntemi Marx örneğin Kapital adlı eserini oluştururken kullanır. Bu yönteme biz diyalektik yöntem denmemesini, bir bilim yöntemi olarak görülmesini öneriyoruz. Bize göre, diyalektik gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektik materyalizm topluma ve tarihe uygulanarak tarihsel materyalizm elde edilmemiştir ve bugün de böyle yaparak materyalist tarih anlayışına katkı sunulamaz. Diyalektik-tarihsel materyalizm, gerçekliğin toplum/tarih ve doğa gibi farklı katmanlarının olduğunu benimser, fakat gerçekliğin materyalist ve diyalektik yorumu, "tarihsel" ve "diyalektik" denilerek, aralarında bağ olmadığı yanılsamasını doğuracak şekilde kompartmanlara ayrılmamalıdır. Materyalist felsefenin geliştirilmesi, doğa ve toplum alanlarında çeşitli bilim dallarının getirdiği yeni bulguların, anlayışların ışığında yapılacak soyutlamalarla olanaklıdır.

31 Ekim 2024 Perşembe

126 iktisatçı

Mahmut Boyuneğmez

Akademide bulunan/bulunmuş olan bazı bireylerin, aynı zamanda solun basın-yayın platformlarında köşe yazarlığı yapıyor olması, solu temsilen açıklamalarda bulunması, olumlu olabildiği gibi, olumsuz işlevler de üstlenebiliyor. Bu kişiler görüşleriyle sosyalist partilerin çevrelerini etkiliyor, ideolojik söylemler geliştirerek, solun topluma seslenmesinin hangi perdeden olacağını tayin ediyor.

Bunları neden mi yazıyoruz?.. İşte nedeni: 126 akademisyen/iktisatçı solcu, bir basın açıklaması yaparak asgari ücretin gelecek yıl için beklenen enflasyon oranında değil de “gerçekleşen enflasyon oranında artırılmasını” talep ediyor. “126 iktisatçının ortak imzaladıkları basın açıklamasında asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranının dikkate alınması gerektiği vurgulanıyor.” Bu cümlenin yer aldığı haber, birgun.net’te şu başlıkla veriliyor: “126 iktisatçıdan asgari ücrette ‘beklenen enflasyon’ tehlikesine karşı kritik çağrı”. Bu internet gazetesi için gündemde ne mi yer alıyor?.. “Yeni yıl yaklaştıkça asgari ücrete yapılacak zam gündemdeki yerini korurken” deniliyor. Birgun.net’in başka bir haberinde “milyonlarca çalışan ücretlere yapılacak zam oranına odaklandı. Yıl sonuna yaklaşıldıkça tahminler de netleşmeye başladı.” şeklinde yazılıyor. Oysa Bu internet gazetesinde köşe yazarı olan Aziz Çelik’in asgari ücret konusunda savunduğu mücadele çizgisi bizimkiyle benzer özellikte…

Aslında bu bir “talep” değil, bir “temenni” … Asgari ücretin saptanma usulüne itiraz edilmeden öne sürülen “ılımlı” bir istek. Ne bu akademisyenlerin ne de bahsedilen internet gazetesinin gündeminde asgari ücret konusunda işçi sınıfı adına yürütülecek ideolojik bir mücadele bulunmuyor.

Oysa “Asgari Ücret Tespit(h) Komisyonu”nda sermaye sınıfı ve devlet temsilcilerinin asgari ücreti istedikleri gibi belirlediklerini, seçtikleri 5 işçinin ve Türk-İş’in de belirlenen miktarın işçilere ve topluma kabul ettirilmesinde bir meşruiyet sağlama aracı olarak kullanıldığını topluma anlatmak gerekiyor. İşçilere bu komisyonun onların çıkarlarını savunmadığı söylenmelidir. İşçilere asgari ücretin ülke genelinde, toplu iş sözleşmelerinde belirlenmesi ve sonrasında sendikasız işçilere de teşmil edilmesi (genelleştirilmesi) yönünde mücadele etmeleri gerektiği bildirilmelidir. Sosyalist işçilerin ve sendikalarda örgütlü/sendikaların dışındaki sosyalistlerin, bu doğrultuda davranması ve eylemesi gerekir.

Bu akademisyenler/iktisatçılar, sosyalist hareketin içerisine yanlış bir “hedefi” yerleştiriyor. İşçileri ve toplumu, işçilerin çıkarına olacak şekilde bahsettiğimiz haklı, meşru, sağlıklı, radikal ve gerçekçi bir hedef doğrultusunda mücadele etmek yerine, yanlış yönlendiriyorlar. Sermaye sınıfının tutumlarına karşı-hegemonya oluşturmak yerine, bu sınıfın çıkarlarıyla uyumlu ılımlı, pasifist bir tavrın benimsenmesini sağlıyorlar.

Daha yüksek bir oranda ücret artışı talep etmek yerine, “tespit(h) komisyonu”nu tartışmaya açmak gerekiyor. Sendikalardan ve diğer mücadele örgütlerinden, “asgari ücret toplu sözleşmelerle belirlensin” talebini yükseltmeye, bu doğrultuda kampanyalar düzenlemeye, akademisyenlerin de bunları destekleyip, savunmasına ihtiyacımız var.

Özetlersek, ideolojik ve fiili mücadelelerimizde, asgari ücret konusunda kılavuzumuz şu ilkeler olmalı:

  • Asgari ücretin belirlenmesinde siyasi iktidarın yeri olmamalıdır.
  • Asgari ücret, toplu pazarlıkla sınıf mücadelesi içerisinde belirlenmelidir.
  • Asgari ücret, işçi sendikalarıyla sermaye sınıfının temsilcileri arasında yürütülecek toplu pazarlık sürecinin ürünü olmalıdır.
  • Asgari ücret, tabanda belirlendikten sonra toplu iş sözleşmesi kapsamında olmayan tüm işçilere teşmil edilmelidir.

Akademisyenlerin/iktisatçıların basın açıklaması şu adresten okunabilir:

https://www.birgun.net/haber/126-iktisatcidan-asgari-ucrette-beklenen-enflasyon-tehlikesine-karsi-kritik-cagri-570952

Aziz Çelik’in asgari ücret konusundaki anlamlı yazılarıysa şunlar:

  1. https://www.birgun.net/makale/bolgesel-asgari-ucret-tartismasi-tuzak-569073
  2. https://www.birgun.net/makale/asgari-ucret-girdabina-karsi-cozum-komisyon-degil-tesmil-489890

29 Ekim 2024 Salı

‘Papağan’ ile ‘bulaşık’ Marksizm’in ötesinde…

Mahmut Boyuneğmez


Marksizm’in oluşumu (genezis), geçmiş tarihsel görüş ve bilgi birikiminin yeni bir dünya görüşü bütünlüğü içerisinde sentezlenerek, yeniden anlamlandırılması sürecini barındırır. Marksizm kendisine devrolan tarihsel görüş ve bilgi mirasını içerip aşmıştır (aufheben’in anlamı budur). Sentezlenme kavramıyla, miras alınan görüş, bilgi ve kavramların eleştirilmesi, ayıklanması, yeniden anlamlandırılması, derinleştirilmesi gibi işlemleri kastediyoruz. Oluşan yeni teorik sistem bir bütünlüktür ve devraldığı kavramları, anlayış ve görüşleri bu bütünlük içerisinde anlamsal olarak dönüştürür.

Marksizm’in Hegel’den, Feuerbach’tan, siyasal iktisatçılardan ve ütopik sosyalistlerin anlayışlarından ayrı bir kulvarda yeni bir dünya görüşü olarak doğuşu ve gelişimini koşullayan temel etken, 19. yüzyıl Avrupa’sının içerisinde bulunduğu tarihsel koşullar ile sınıf mücadeleleridir. Marx ve Engels’in teorik üretimleri, siyasallaşma süreçlerinin, siyaset yapma yollarının içerisinde yer alır. Siyaset dar bir pratikçilik değil, perspektif ve vizyonla, teorik bakış açısıyla yapılan genel bir hayat uğraşısıdır. Marksizm’in oluşumunda, Büyük Fransız Devrimi, 1848 Avrupa burjuva devrimleri ile 1871 Paris Komünü’nün siyaset teorisi kapsamında analizinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzının bilimsel ve dolayısıyla eleştirel incelenişinin, doğa bilimleri alanındaki gelişmelerin felsefi açıdan soyutlanmasının da bir yeri vardır.

Leninizm ise, Marksizm’e siyaset teorisi, öncülük/örgüt teorisi, devrim teorisinde ve emperyalizm çözümlemesiyle katkılar sunup, geliştirmiştir.

“Batı Marksizmi”, 20. yüzyılda Batı Avrupalı aydınların, siyasetten koparak teorisizm hastalığına yakalanmaları olgusunu anlatır. Bu aydınların üretimini sahiplenirken, mutlaka ama mutlaka eleştirel süzgeçlerden geçirmek gerekir. Öte yandan gündeme getirdikleri tüm kavramlaştırmaların sağlıksız olduğu söylenemez.

Günümüze değin Marksizm, faşizm çözümlemeleriyle, kapitalist devletin teorik irdelemeleriyle, sosyalist devletin güçlenirken toplumsal örgütlenmelerle kaynaşması üzerine yaşanmış deneyimlerden yapılan soyutlamalarla, ideolojiler üzerine incelemelerle, diyalektik teoriye yapılan katkılarla, sosyalist toplumda değer yasasının sınırlanması üzerine geliştirilen anlayışla, kültür endüstrisinin incelenmesiyle vd. zenginleşmiştir ve bundan sonra da zenginleşecektir.

“Derin tefekkürle Marksizmi geliştirelim, ona yeni katkılar yapalım” şeklinde bir amaç, hiçbir sosyalistte bulunmaz. Tarihsel gelişmelerin getirdikleri üzerine düşünme ve bunları anlayıp, politik ve felsefi doğrultu belirleme, yapılacak katkıların güdüleyicisidir. Mevcut Marksist birikim, tarihsel bir ürün olduğundan, toplumsal ilişkilerde özsel değişimler yaşanmadığı sürece, teorik zeminimiz hiç de iğreti değildir. Fakat tam da bu nedenle, toplumsal ilişkilerde ve bilgi birikimlerinde yaşanan gelişmelerin, yeni fenomenlerin değerlendirilip, teorik kavrayış oluşturulması gerekmektedir. Özcesi yaşanan, Marksizm’in içerik olarak zenginleşmesidir.

Tarihsel ve bilgisel gelişmelerin üzerinden yapılması gereken soyutlama görevinde iki uç konumlanış bulunur. Bunlardan biri, “papağan Marksizmi” ya da “ortodoks” Marksizm’dir. Marx, Engels ve Lenin ne yazmışsa, bunları alıntılayıp durmakla meşgul bu konumlanışta, gelişmelerin hakkıyla analizinin yapılamaması, bu analizlerden soyutlanacak kavramlar, ilkeler ve perspektiflere ulaşılamaması söz konusudur. Diğer uçtaysa, sağlam teorik zemin terk edilerek, çoğu durumda sağlıksız kavram ve soyutlamalarla, bir derinlik yakalandığı sanısı vardır. Buna “bulaşık Marksizm” denebilir. Örneğin post-marksist, post-yapısalcı düşünürlerden yararlanan “sol liberalizm”in “teorik” faaliyeti böyledir… Bu uç konumlardan uzak durulmalı ve sadece Marksist olunmalıdır. Ya da ne “papağan” ne de “bulaşık” olunmadan da Marksist olunabilir…

27 Ekim 2024 Pazar

Değer ve emek-değer teorisi nedir?

Mahmut Boyuneğmez

Değer ilişkisel ve göreli bir özelliktir, mutlak bir büyüklük değildir. Bir metanın değeri, başka bir metanın değeriyle kıyaslandığında vardır. Metaların üretimi için gerekli ortalama emek miktarları/zamanları birbiriyle değişim ilişkileri aracılığıyla kıyaslanmıyorsa, bu metalar birbirine göre değer özelliklerine sahip olamaz. Toplumsal ilişkiler/değişim ilişkileri bu kıyaslanmayı sağlamaktadır. Bu nedenle örneğin mübadele ilişkileri olmadığında 1 evin değeri=10 yatağın değeri olamaz. Bu metaların üretilmeleri için gerekli emek miktarları ya da zamanları mutlak büyüklükler olarak her zaman varlar ve ölçülebilirler, mübadele ilişkileri ortadan kalktığında dahi bu emek zamanları/miktarları var olmaya devam edeceklerdir. Fakat mübadelede kıyaslanma ortadan kalktığında, ürünler meta olmaktan çıkar ve birbirine göre, rölatif olarak var olan bir gerçeklik olarak değerleri yok olur.

Komünizmde mübadele ilişkileri ortadan kalktığında, ürünlerin oluşumunda harcanan emek miktarlarının karşılaştırılması ve böylelikle nesnel bir gerçeklik olarak değerlerin var oluşu ortadan kalkar. Çünkü değer, mübadele ilişkileriyle ortaya çıkan bir olgudur. Fakat ürünlerin üretimi için harcanan emek zamanları yok edilemez. Bu emek zamanları, ürünlere komünizmde piyasa dolayımına girmeden doğrudan aktarılır. Üreticiler kendilerinin harcadıkları emek zamanları/miktarlarıyla orantılı olarak başka üreticilerin ürünlerinde ve hizmetlerinde somutlanmış emek zamanlarını/miktarlarını toplumdan geriye alırlar. Ürünler değişim ilişkilerine girmeyince, değer büyüklükleri oluşmaz. Çünkü değer, toplumsal ilişkisel bir gerçekliktir. Ürünler değişim ilişkilerine girip, farklı emek zamanları birbiriyle karşılaşmadıkça ve karşılaştırılmadıkça, değerleri oluşmaz. Yani, emek harcanması, emek miktarı ya da zamanı, değere eşit değildir. Emek harcanması metaların değerlerinin oluşması için gereklidir fakat yeterli değildir. Emek harcanarak oluşturulmuş ürünlerin mübadele ilişkileri içerisinde birbirleriyle emek zamanları/miktarları açısından karşılaştırmaları söz konusu değilse, onlardaki emek/emek miktarı/emek zamanı değer olarak varoluş kazanamaz.

Günümüzden bir örnek verelim. Bahçemde yetiştirdiğim portakalların ya da evimin yanındaki küçük mandıramda ürettiğim peynirin, içerdiği emek miktarına/zamanına rağmen kendi başına bir değeri bulunmaz. Ancak ve ancak bu portakallar veya peynirler, pazara çıkarıldığında, mübadele ilişkilerine sokulduğunda, diğer emek türlerinin ürünü metalarda içerilmiş emek zamanları/miktarlarıyla karşılaştırıldığında ve karşılaştığında, bir değere sahip olmaktadır. Bu nedenle değer, farklı emek türlerinden gelen emek zamanlarının/miktarlarının kıyaslanması, birbirine oranlanması sonucunda bir gerçekliğe sahiptir. Değer ile değişim-değeri farklı şeyleri anlatmaz, aynı şeylerdir.

Emek-değer yasası, ilkel topluluklarda, komünizmde, Robinson gibi bir adada yaşamak zorunda kalmış birkaç kişinin aralarında kurduğu ilişkilerde, hayvanların biyolojik/doğal “emeği”nin ürünlerinde, bir kişinin kendi kullanımı için yani yararlılığı için emek harcayarak oluşturduğu bir üründe (örneğin bir köylünün kendi ailesi için peynir yapmasında) geçerli değildir. Değerin oluşması için emek harcanması ve ürünlerde bu emeğin içerilmesi gereklidir. Fakat bu ürünler insanlar arasında değişime girmediği sürece, içerdikleri emek miktarları, değer olarak gerçekleşmez. Metaların değerlerinin var oluşu için, metaların üretilmesi sürecinde harcanan emek miktarları gerekir, fakat dolaşım ilişkilerinde bu emek miktarları birbirleriyle karşılaştırıldığında değerleri varoluş kazanır.

Bir analoji yapalım. Kendi başına bir elma, aslında meyve değildir. Elmalar, armutlar, erikler ve bademler gibi çok sayıda var oluş, “meyve” soyutlamasını yapmamızı sağlar. Somut olarak var olan meyveler arasındaki farklılıkları, benzerlikleri gözeterek ve aralarında ilişki kurarak “meyve” oldukları sonucuna varılır. Toplumsal ilişkilerin belirli bir tarihsel döneminde, insanlar ürünlerini değişim ilişkilerine sokarlar ve bu ürünler meta formunu alırlar. Her bir metaya harcanan toplumsal olarak gerekli ortalama emek, diğer başka metalardaki emek miktarıyla karşılaştırmalara, bu değişim ilişkileri içerisinde girmektedir. Toplumsal toplam emek türlerinin, başka deyişle farklı metalardaki emek miktarlarının değişim ilişkileriyle birbiriyle ilişkilenmesi, nesneldir. Meyve örneğimizden farkı, orada elmalar, armutlar vd. arasındaki ilişkinin düşünsel olarak kurulmasıdır. Metalar arasındaki ilişkiler olarak görünen bu ilişkiler, yani insanlar arasındaki toplumsal değişim ilişkileri olmadan, farklı emek türlerinde harcanan emek miktarları birbirleriyle mübadeleler içerisinde kıyaslanıp, karşılaştırılmadan değer büyüklükleri oluşmaz. Değişim ilişkileri sosyalizmde sınırlanıp, giderek tümüyle ortadan kalktığında, ürünlere aktarılan emek miktarları ya da emek zamanları değerleri oluşturmaz. Çünkü değer, toplumsal ilişkisel bir gerçekliktir.

Başka bir örnek verelim. Bir cümlenin “anlamı” içerdiği kelimelerin birbirleriyle olan ilişkisiyle/ilişkisinde ortaya çıkar. “Anlam” ilişkiseldir ve bütünde ortaya çıkar. Ya da örneğin yerçekiminin, dünya ile üzerindeki cisimler arasındaki bir ilişki olması ve farklı gezegenler üzerinde çekim kuvvetinin/bu ilişkinin niceliksel olarak farklı olması yüzünden ağırlık büyüklüklerinin göreli olmasındaki durum, metaların değer büyüklüklerinin mübadele ilişkileriyle oluşmasına ve ülkeler arasında birinden diğerine değişmesine benzetilebilir.

Marx bir mektubunda Kugelmann’a şunları yazmıştır:

“Her çocuk, çalışmayı bırakan bir ulusun, bir yıl demeyeceğim, fakat birkaç hafta içinde bile yok olacağını bilir. Her çocuk, farklı ihtiyaçlara karşılık gelen ürün miktarlarının, toplumsal toplam emeğin farklı ve niceliksel olarak belirli miktarlarını gerektirdiğini de bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması gerekliliğinin, toplumsal üretimin belirli bir formu tarafından ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı, fakat yalnızca bunun görünüş tarzını değiştirebileceği, apaçıktır. Hiçbir doğal yasa ortadan kaldırılamaz. Tarihsel olarak farklı durumlarda değişebilir olan, sadece bu yasaların kendilerini ortaya koydukları formdur. Ve toplumsal emeğin iç bağlantılarının, emeğin bireysel ürünlerinin özel değişiminde görünür hale geldiği bir toplum durumunda, toplumsal emeğin oransal dağılımının kendini ortaya koyduğu form, kesinlikle bu ürünlerin değişim değeridir.

Vulgar ekonomist, her günkü aktüel değişim ilişkilerinin, değer büyüklükleriyle doğrudan özdeş olamayacağı yönünde sönük bir fikre (dahi) sahip değildir. Burjuva toplumun özü kesinlikle şundan ibarettir, a priori üretimin bilinçli toplumsal düzenlenişi yoktur. Rasyonel ve doğal zorunluluk kendini sadece kör çalışan ortalama olarak ortaya koyar (…)”[1]

İnsanlar ihtiyaçlarını karşılamak için ürünler üretirken, iş bölümüne giderler. İlkel topluluklar da dâhil, tüm tarih boyunca toplumsal üretimlerinde insanlar, farklı emek türlerine dağılmış bir toplam toplumsal emeğe sahiptirler. Bu durum, üretim tarzlarının değişmesiyle değişmez. Bu nedenle Marx, toplumsal emeğin farklı emek türlerine dağılımını, “doğal” bir yasa olarak görmektedir. Dikkat edilsin, bu "doğanın bir yasası" değil, "doğal" bir yasadır. Tıpkı ürünlerin, emek harcanarak üretilmesi gibi “doğal” bir yasadır.

Toplumsal emeğin iş bölümüyle bu dağılımı kendini bireysel ürünlerin değişimi şeklinde gösteriyorsa; başka bir deyişle, insanlar ihtiyaçlarını, üretimlerini ve bölüşümlerini bilinçli bir genel toplumsal düzenlemeye giderek değil de kendiliğinden tarihsel olarak gelişen değişim ilişkileri yoluyla gideriyorsa, toplumsal emeğin oransal dağılımı kendini bir biçimde/formda ortaya koyar: değişim değeri… İşte bu biçim/görünüş tarzı, tarihsel olarak değiştirilebilir olandır. Geleceğin toplumunda/komünizmde, toplam toplumsal emeğin farklı emek türlerine oransal dağılımı yine olacak, bu yasa “doğal” bir yasa düzeyinde işlerliğini sürdürecek, fakat yasanın kendini ortaya koyuş tarzı/görünüşü olan, farklı emek miktarlarının pazarda/değişim ilişkilerinde birbirleriyle değiş tokuşuyla beliren değişim değerleri ortadan kalkacaktır. Bunun yerine komünizmin ilk evresinde (sosyalizmde), üreticiler ihtiyaçlarını gidermek için, toplumsal emeğe kattıkları emek miktarıyla orantılı şekilde geriye başka ürünlerde somutlaşmış emek miktarlarını çekecektir. Daha ileri evredeyse, ürün bolluğu olduğundan, bireylerin iş bölümüne uymaları gerekmeyecek, bir birey birçok alanda yaratıcı bir faaliyet olarak üretimlerde bulunacak, artık toplumsal toplam ürünlere katılan bireysel emek miktarlarının bir önemi kalmayacak, her birey yetenekleri doğrultusunda toplumsal üretime katkısını koyup, ihtiyaçları doğrultusunda ürün ve hizmetlerden yararlanacaktır.

Bu nedenle Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde şu cümleleri yazmıştır:

“Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu kooperatif toplumda, üreticiler ürünlerini değiştirmezler; ürünlere harcanan emek, ürünlerin içerdiği maddi bir nitelik olarak, onların değeri olarak belirmez, çünkü kapitalist toplumdakinin tersine, bireysel emek artık dolaylı biçimde değil de doğrudan toplumsal emeğin parçasıdır (…)”

Bireysel emek, kapitalist toplumda pazar/piyasa aracılığıyla toplumsal emeğin bir parçası olur. Sosyalist toplumda, yani komünist toplumun ilk evresindeyse, üretim toplumun ihtiyaçları doğrultusunda bilimsel olarak planlanır ve üreticilerin emeği, değişim ilişkileri dolayımına girmeden, doğrudan toplumsal emeğin bir parçası olarak ürünlere aktarılır, bu aktarılan kadar emek içeren başka ürünlerse yeniden bireylerin tüketimine sunulur (toplumsal hizmetler için gerekli kesintiler yapıldıktan sonra). Ürünlerin içerdiği emek miktarları ya da zamanları, kapitalist toplumun aksine burada değer olarak var değildir. Çünkü ürünlerini değiştirmek için üreticiler mübadele ilişkilerine girmezler. Kapitalist toplumsal ilişkiler, ürünlerin değişimlerinde farklı emek zamanlarını/miktarlarını ilişkilendirip, onların değerlerini oluşturmaktadır. Sosyalist toplumsal ilişkilerde ise bu durum olmadığından, emek zamanları/miktarları değer büyüklükleri oluşturmaz.

Engels, durumu şöyle özetlemektedir:

"Toplum üretim araçlarının mülkiyetini eline geçirip onları dolaysız toplumsallaştırılmış halde üretim amacıyla kullanmaya başladığı anda, her bireyin emeği, özgül yararlılığı ne kadar farklı olursa olsun, başından itibaren ve doğrudan toplumsal emek haline gelir. O zaman, bir ürünün içerdiği toplumsal emek miktarını önce dolaylı bir yoldan saptamaya gerek yoktur; günlük deneyim, ortalama olarak bundan ne kadar gerektiğini doğrudan gösterir. Toplum, bir buhar makinesinde, son hasattan bir hektolitre buğdayda, belirli bir kalitedeki yüz metrekare kumaşta ne kadar emek saati bulunduğunu kolayca hesaplayabilir. Dolayısıyla, ürünler içine konmuş ve toplumun doğrudan ve mutlak bir biçimde bildiği emek niceliklerini, onun doğal, yeterli, mutlak ölçeği olan zaman ile belirtecek yerde, göreli, sallantılı, yetersiz, eskiden geçici çare olarak kaçınılmaz olan bir ölçüyle, üçüncü bir ürünle ifade etmek, toplumun aklına gelemez. Tıpkı atom ağırlıklarını, yeterli ölçüsü ile, yani gramın milyarda ya da katrilyonda biri biçimindeki gerçek bir ağırlıkla belirtebilecek bir duruma geldiğinde, yine hidrojen atomu üzerinden dolaylı bir yoldan göreli olarak ifade etmenin kimyanın aklına gelmeyeceği gibi. Dolayısıyla, yukarıdaki önkoşullar altında toplum, ürünlere değer de yüklemez. Toplum, yüz metrekare kumaşın üretimi için diyelim bin emek saati gerektiği şeklindeki basit olguyu, bu kumaş bin emek saati değerindedir gibi şaşı ve saçma bir tarzda dile getirmeyecektir. Kuşkusuz toplum o zamanda, her kullanım nesnesinin üretimi için ne kadar emek gerektiğini bilmek zorunda olacaktır. Üretim planını, özellikle iş güçlerini de kapsayan üretim araçlarına göre hazırlamak zorunda olacaktır. Çeşitli kullanım nesnelerinin yarar efektleri, birbirleriyle ve üretimleri için gerekli emek miktarları bakımından karşılaştırılarak, eninde sonunda planı belirleyecektir. İnsanlar, her şeyi, ünlü ‘değer’ işe karışmadan, çok yalın bir biçimde düzenleyeceklerdir." (Anti-Dühring)

Demek ki Robinson’un ıssız adasında yapabileceği şudur: Ürettiği ürünlere ne kadar emek harcamış, bunu saatle ölçebilir. Bu ölçüm farklı ürünlerdeki emek miktarlarının zaman cinsinden bir ölçümüdür. Burada Robinson ürünlerdeki “değeri” ölçmemektedir. Çünkü ürünleri, meta haline gelmemiş olup, değer bağıntısına sahip değildir. Değer bağıntısı, mübadele ilişkileriyle diğer metalardaki içerilmiş emek miktarlarıyla ilişkilenmeler kurulduğunda belirir. “Ürünlerde emek miktarlarıyla önce değer oluşur, sonra bunlar eğer dolaşıma/mübadele alanına sokulursa değişim-değerleri görünümünü edinir, bu biçime sahip olur” türünde bir kavrayış yanlıştır. Değer kendini sadece ve sadece değişim-değeri olarak gösterir, saklı ve mistik bir öz olmayıp, var oluşu değişim-değeri biçimindedir. Üründe saklı olan öz, üretilmesi için harcanan toplumsal olarak gerekli emek miktarı/zamanıdır. Değer bir ilişki, bağıntıdır; tek tek her bir üründe var olan mistik bir öz değildir.

Emek-değer teorisi

Metanın (malların) iki temel özelliği vardır:

i) Kullanım değeri; metalar, faydalı olmalı, gereksinimi karşılamalıdır, yoksa satılamazlar. (worth--->work (iş)).

ii) Değişim değeri; bir meta başka bir metayla belirli miktarlarda değişime girer. Değişim değeri, metaların niceliklerinin karşılaştırılabilir olduğunu gösterir. Metalarda ortak bir özellik olmalıdır ki karşılaştırılabilsinler ve değişim yapılabilsin. Bu ortak özellik ölçülebilir, niceliğe vurulabilir de olmalıdır. Metaların kullanım değerleri, şekilleri, büyüklükleri vb. ortak değildir. Bütün metaların ortak özelliği emek ürünü olmalarıdır. Değeri yaratan emektir. Emek, metanın üretimi için harcanan zaman ile ölçülür. İçerdikleri emek miktarına göre metalar değişime tabi tutulur (value--->labour (emek)).

Bir kişinin kendi gereksinimi için üretilen ürünler meta değildir. Kullanım değeri olmayan bir ürün de değişim değeri içermez, yani meta değildir. Toprak, su, hava kullanım değeri olan, ancak işlendiğinde, şişelendiğinde meta olabilen, kendi halinde meta olmayan emek nesneleridir. Bunların değeri yoktur, çünkü emek içermezler, ancak fiyatları vardır ve örneğin toprağın fiyatı ranta bağlıdır.

Basit/küçük meta üretimi dönemi boyunca, metaların değişimi gerçekleşmiştir. Bir eşdeğer üzerinde karar kılınmıştır. İş saati eşdeğeri sağlamıştır. Orta çağda her bir metanın belli bir niceliğinin üretimi için gerekli iş saati, değişildiği metanın belli bir miktarının üretimi için gerekli iş saatiyle eşitti. Bu olgu, tarihsel süreç içerisinde oluşur. Meta üretimi yaygınlaşıp genelleştikçe bu durum yetkinleşir. Bir meta bu süreçte evrensel eşdeğer olur ki bu paradır. Paranın başlangıçta bir değeri vardır, ama zaman içinde bundan bağımsızlaşarak evrensel değişim aracı olur. Para, aynı zamanda birikim aracı da olacaktır.

Kişilerin tembelliği ya da çalışkanlığı nedeniyle farklı metaların farklı niceliklerinin değerleri farklı olur önermesi doğru değildir. Metaların değeri, toplumsal ortalama gerekli emek zamanıyla ölçülür. Bir toplumda bir metanın üretimi için bu ortalama zamanın üzerinde çalışılarak bir meta üretiliyorsa, bu fazla çalışma boşa gider.

Değişim değeri yüzyıllar içerisinde oluşurken; eğer eşit iş saatleriyle değişim olmuyorsa, zarara uğrayan meta üreticisi, bu metayı üretmemeye ve başka bir metayı üretmeye başlar. Bu olanaklıdır, çünkü henüz iş bölümü yeterince gelişmiş değildir ve iş değiştirmeye engel yoktur.

Değişim değeri, metanın üretildiği iş süresi, metayı üretmek için gerekli emek miktarıdır. Değişim değerini bireysel üreticinin meta üretirken harcadığı emek miktarı belirlemez. Bir metayı üretmek için toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı, o metanın değişim değerini belirler. Toplumsal ortalama gerekli emek miktarı, belirli bir zamanda ve ülkede, emek verimliliğinin ortalama koşullarında metanın üretimi için gerekli emek miktarıdır.

Nitelikli işçinin iş saati, vasıfsız işçinin iş saatinin belirli bir katıdır. Nitelikli işçinin eğitim sürecinde yitirdiği zamanın karşılığı vardır; yoksa kimse nitelikli işçi olmazdı. Niteliklerin elde edilmesi için gerekli giderlerin miktarı, çarpma katsayısını belirler.

Sermaye, artık-değer üreten değerdir. Üretim araçları ve para kendi başlarına sermaye değildir. Bunlar toplumdan soyutlanarak ele alınmamalıdır. Bu nesnelerin üretim ilişkileri içerisinde anlamı vardır. Emek araçlarına sahip olmak, sermaye sahibi olmak demek değildir. Bir maymun bir sopaya sahip olduğunda, sermayedar olmaz. Sömürü ilişkilerine katılan para veya değerler, sermaye olur. Sermaye ücretli emek sömürüsünden kaynaklanır.

Kapitalizmde ayırt edici olan sermayenin ya da meta üretiminin var oluşu değildir (yine de sermaye asıl olarak kapitalizmle birlikte var olmuştur, para ve meta daha önce de vardı). Kapitalizmin varlık koşulu, üretim araçlarına sahip bir sınıfın ve bunlardan yoksun başka bir sınıfın olmasıdır. Bu sayede kapitalizmde emek-güçleri de birer metadır. İşçilerin sahip olduğu mülk emek-güçleridir. İşçilere emek-güçlerini satmayıp aç kalma “özgürlüğü” (!) tanınmıştır.

Emek-gücünün değeri, yaşamak için gerekli geçim metalarının, eğitim giderlerinin, çocuk ve eşin bakımının değeriyle bulunur. Bu metalardaki toplumsal gerekli emek miktarı, emek-gücünün değerini oluşturur. Tüm metalar emek-güçlerinin emek harcamasıyla oluşur. Metalarda somutlaşan emek-güçlerinin değerlerinin toplamıyla emek harcanması sonucu oluşan tüm değer arasındaki fark, artık-değerdir ve patronlarca buna el konur.

Artık-değer, iş gününün kapitalist tarafından karşılığı ödenmeyen kesiminde üretilen, artık-emekle üretilen değerdir. Emek-gücünün değerine eşit bir değeri üretense, gerekli emektir.

Artık-değer teorisini Marx’a borçluyuz. Artık-değer, toplumsal artık-ürünün para biçimidir. Toplumsal artık-ürün sınıflı toplumların tümünde vardır. Artık-değer, işçinin ürettiği değer ile onun kendi emek-gücü değeri arasındaki farktır. Artık-değer üretimde oluşur, değişim/dolaşımda gerçekleşir.

Artık-değerin (a diyelim) 2 biçimi vardır:

1)    Mutlak a: İşgününün uzatılmasıyla artırılır. Buna karşı işçi sınıfı mücadeleleri yaşanmıştır. Bu mücadele içerisinde sendikalaşma gözlenir. Kapitalist devlet, işgününü sınırlandırmak zorunda kalmıştır.

2)    Nispi a: Gerekli emek zamanı (emek-gücünün değerini üretmek için gerekli zaman) + fazla emek zamanı = işgünüdür. Emek verimliliği artırılırsa (makineleşmeyle ve makineleşmedeki gelişmeyle), gerekli emek zamanı azalır, fazla emek zamanı artar. Geçim metalarının üretildiği işkollarında emek verimliliği artınca, bunların değeri ve dolayısıyla emek-gücünün değeri düşer.

- d=değişen sermaye=emek-güçlerinin değeri, s=sabit sermaye=üretim araçları, hammaddeler vb.

- Sömürü oranı=artık-değer oranı=a/d

- Kâr oranı=a / (d+s)

- Kâr=artık-değerdir ve her türden kâr, üretimdeki artık-değerin bir kısmıdır.

- Artık-değeri makine üretmez. Makinenin değerinin ister bir kısmı ister tümü bir metaya aktarılsın, o metanın içerdiği artık-değer miktarı aynı kalır. Bu nedenle değişmeyen sermaye makineleri, hammaddeleri, yardımcı malzemeleri vb. kapsar ve ismi artık-değeri değiştirmemesinden gelir. Artık-değeri, emek-gücünün harcanması (emek gücü olarak yatırılan sermaye) üretir. Bu nedenle adı değişen (artan) sermayedir. “Nil posse creari de nihilo” (“yoktan hiçbir şey yaratılamaz”); sabit sermaye üzerinde emek harcanarak artık-değer oluşturulur. Artık-değerin tümü canlı emek harcamasından doğar. Değer yaratımı, emek-gücünün emek halindeki devinimidir.

- İşgünü=gerekli emek zamanı + artık-emek zamanıdır. İşgününün alt sınırı vardır ama belirsizdir. Artık-emek zamanı=0 olamaz, kapitalist üretime aykırıdır. İşgününün alt sınırı sınıf mücadelesinin konusudur. Üst sınır ise, emek-gücünün fiziksel ve moral sınırlarıyla belirlenir. Bunu da toplumsal ilerlemenin durumu saptar. İşgününün sınırlarını kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi belirler.

Sermayenin değişmeyen sermaye kesimi büyümektedir. s / (d+s) oranına sermayenin organik bileşimi denir. Artık-değeri işçi sınıfı yaratır. Artık-değerin patronların tüketimi ve lüks tüketimi dışında kalan kısmı, ek s ve ek d olarak yatırılır. Toplumsal ortalama gerekli emek harcaması ile üretim yapanlar, bunun üstünde bir emek harcaması yapanlar, bunun altında emek harcaması yapanlar şeklinde işletmeler arasında farklar vardır. İşletmelerdeki bu farklılık, emek üretkenliğinin yüksek olduğu, zorunlu-gerekli emek harcamasının düşük olduğu işletmelerin, artık-değerden daha çok pay kaptıklarını anlatır. Organik bileşimi düşük ya da s’si küçük işletmeler, büyük işletmeler tarafından yutulur. İşte bunun adı “yoğunlaşma”dır. Rekabet yoğunlaşmaya ve tekellere neden olur.

Bir endüstri dalında sermayenin organik bileşimi ne kadar yüksekse, yoğunlaşma da o kadar büyüktür. O dalda yatırım yapmak için ilk sermaye miktarı yüksek olduğundan, o dala girmek zordur. Bu endüstri dalında tüm sermaye birkaç işletmede yoğunlaşmıştır. Örneğin, 20. yy. başında ABD ve İngiltere’de 100’e yakın otomobil firmasından bugüne az sayıda tekel kalmıştır.

“Toplumsal gerekli emek” kavramı anlaşılırken, şunlar bilinmelidir:

1) Arz-talep: Bir endüstri dalında toplumsal gerekli emek miktarından daha fazla emek harcanarak metalar üretiliyorsa, ortalamanın üzerinde harcanan emek boşa harcanır ve metaların satış fiyatı üretim fiyatına doğru düşer, hatta üretim fiyatının altına iner. Bu endüstri dalında kâr oranı düşüktür. Talep düşüktür, arz bunu aşar ve bunun sonucunda fiyat düşer. Tersi durumdaysa, ortalamanın altında emek harcanarak meta üretilir ve satış fiyatı yükselir. Bu durumda ortalamanın üzerinde yüksek bir kâr elde edilir. Arz fazladır, talebi aşar ve fiyatlar yükselir.

2) Rekabetle her bir işletme emek verimliliğini artırır. Böylece toplumsal gerekli emekten daha azıyla üretim yapılır; ortalama kârın üstünde bir kâr elde edilir. Diğer işletmelerde de rekabetle verimlilik artırılarak, eğilim olarak kâr oranı eşitlenir. Bu endüstri dalları arasında da böyledir; kâr oranının yüksek olduğu endüstri dalına sermaye akar ve toplumda ortalama bir kâr oranı oluşur (bu genel bir eğilimdir ve dinamik dengedir). Bu noktada kapitalist üretimin anarşik/plansız yapısı fark edilmelidir. Sermaye sahipleri bireysel kâr oranlarını artırmak için rekabet halindedir ve bu durum tüm kapitalist sınıfın kâr oranını ortalama bir düzeye getirir. Üstelik bu ortalama, gelişim içinde sürekli düşer, yani eğilim ortalama kârın sürekli düşmesi yönündedir.                  

a / (d+s)=toplumsal ortalama kâr oranı= bir ülkede bir yıl içinde üretilen a kütlesi / yatırılan toplam sermayedir. Bu orana bütün kapitalistler uyar. Kâr oranı artmış olan endüstri kollarına sermaye akar, düşük kâr oranı olan endüstri dallarından sermaye kaçar. Böylelikle bütün sektörler için ortalama bir kâr oranı oluşur.

Artık-değer, meta fiyatı ile değeri arasındaki fark değildir. Artık-değer, meta değerinin bir parçasıdır. Patron emeği değil, emek-gücünü satın alır, fakat bütün emeği satın almış gibi görünür. İşte bu durum sömürünün gizlenmesidir.

Her bir kapitalistin düşen ortalama kâr oranına verdiği refleks sömürü oranını artırmaktır. Ancak bu toplumsal ortalama kâr oranının düşüş eğilimini daha çok artırır.

Örnek:

Bir ülkede 100 milyarlık toplam sermaye ---- (20 yıl sonra) --->200 milyar olsun.

                  d=30, s=70, a=30, kâr=30 ---------------------->d=40, s=160, a=40, kâr=40

                                      kâr oranı=%30 -----------------------> kâr oranı=%20

-   Mutlak kâr miktarı arttığı halde, kâr oranı düşer. Burada şu görülmelidir:

-   s=70 ------>s=160; artış oranı>%100

-  Toplam sermaye=d+s, 100--->200; artış oranı %100. Yani s’nin artış hızı> d+s’nin artış hızı. Organik bileşim=s / (d+s) formülünde pay, paydadan daha hızlı artar.

-   Bu örnekte sömürü oranı (a/d) %100 varsayıldı. Diyelim ki sömürü oranı 20 yıl sonra %125 olsun. Bu durumda;

-   d=30 -------> d=40

    a=30 -------> a=50 (a/d=50/40=%125)

  Kâr%=30/100=%30---->kâr%=50/200=%25. d sıfırlanamaz, bu nedenle kâr oranı düşerken, bunu dengeleyecek bir a%=sömürü oranı oluşmaz. d’yi, yani gerekli emek zamanını bir yere kadar düşürmek mümkündür.

Not: [1] Abstract from Marx to L. Kugelmann in Hanover, London, July 11, 1868 https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_Engels_Correspondence.pdf

26 Ekim 2024 Cumartesi

Paradigmalar ve Marksizm

 Mahmut Boyuneğmez

Özel ve genel görelilik teorisi, Newtoncu klasik fiziği geçersiz kılmamış, onu kapsayıp aşmıştır. Kuantum mekaniği ise, mikrokozmoz ölçeğinde geçerli yeni bir paradigma oluşturduğu için, klasik fiziğin pabucunu dama atmamıştır.

Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre, bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir. Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla eski bilimsel teoriler yenileri tarafından kapsanarak aşılabilir ve gerçekliğin içerdiği yeni/farklı ilişkilerin kavranmasıyla, eski teoriler göreli olarak geçerliliklerini korumaya devam ederken, yeni teorilerin getirdiği bilgiler bunlara eklenir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut teoriyle/paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin yanlışlanabilirliği, aslında geliştirilebilirlik olarak okunmalıdır.

Doğa bilimleri alanında, paradigmaların kuruluşu öncesindeki “bunalım” dönemini ilk tasvir eden Kuhn’dur. Kuhn, bilimsel ilerlemenin doğası konusunda kısmen sağlıklı değerlendirmeler yapar. Ona göre, bilimsel ilerleme birikimci bir tarzda gerçekleşmez. Bilim tek tek keşif ve icatların birikmesiyle değil, “bilimsel devrim”, “olağan bilimsel faaliyet”, “bunalım” ve “yeni bir paradigmanın kuruluşuyla birlikte gerçekleşen yeni bir bilimsel devrim”[1], dönemlerinin birbiri ardına gelmesiyle ilerler.

“Bilimsel gelişmedeki büyük dönüm noktaları” olan bilimsel devrimlere örnek olarak Copernicus, Newton, Lavoisier, Maxwell, Einstein gibi isimlerin çağrıştırdığı bilimsel başarılar verilir. Örneğin, Copernicus ve Kepler’in, yeni bir paradigma kurarak astronomi biliminin temellerini atmasından önce, astrolojinin ideolojik söylemleri, Tycho Brahe’nin sayısız ölçüm ve gözlemleri bulunur. Bilimsel devrim öncesinde rakip paradigmalar birbirleriyle yarışır. Her biri, inceleme konusu olan fenomenleri kısmen açıklayabilir ve her biri için kendi yapısıyla uyuşmayan gözlemler vardır. İçlerinden biri, temel bir ya da birkaç yasanın ortaya koyulmasıyla, bu fenomenlerin ve aykırı gözlemlerin açıklamasını yapar. Bu paradigma, kendisinden çıkarılan öngörülerin deneyle gösterilmesiyle bilim adamlarını bir süre sonra ikna eder. Çoğu kez bu ikna süreci, eski paradigmayı savunmakta direnen bilim adamlarının dışlanması ya da ölmesiyle ve yeni kuşak bilim adamlarının, yeni paradigmayı benimseyip, bu çerçevede olağan bilimsel faaliyetlerini gerçekleştirmeleriyle tamamlanır.

Yeni paradigmalar, bakılan sürecin, olayın farklı algılanmasını temsil eder. Kuhn bu durumu, bir görsel kalıptan (Gestalt’tan) diğerine atlama örneklerine (genç-yaşlı kadın, ördek-tavşan figürü) benzetir. Yeni paradigma, eskiden kullanılan kavramlar, terimler arasındaki ilişkileri, kavramlar setini ya da ağını, deneylerin düzenlenme biçimini vb. değiştirir. Çoğunlukla, yeni paradigmanın ortaya konması, bunalım belirtilerinin üzerinden birkaç yıldan daha uzun bir süre geçmeden olur. Bir/bir kaç keşif, yasa ya da teorinin ortaya konmasıyla beliren yeni paradigmayı, çoğu kez eski paradigmalardan biriyle kendini sınırlamamış, çok dar bir uzmanlık alanı içine girmemiş, genç yaştaki insanlar geliştirir.[2]

Kuhn’un kusuru, saptamalarını toplumsal yapı içerisine oturtmayışı ya da toplumsal ilişkilerle bağlantılı bir şekilde soyutlamalarını yapamayışıdır. Kuhn, bilimsel başarıları, tarihsel dönemlerin genel dünya görüşü çerçevesi içerisinde dikkate almaz. Bilimsel ilerlemenin doğası üzerine geliştirdiği tezlerin, bilimi, sanat ve felsefe gibi alanlarda kaydedilen başarılardan ayırt eden özelliklere işaret ettiğini düşünür.[3] Kuhn, “bunalım dönemleri”nin “bilimsel devrim”le aşılması sürecinde, bir paradigmanın rakip paradigmalara üstün gelmesinden bahsederken, rakip bilimsel yaklaşımları/anlayışları da “paradigma” kelimesiyle adlandırır. Kuhn, “siyasi devrim” ile “bilimsel devrim” arasında biçimsel bir benzerlik, koşutluk bile kurmuştur.[4] Ancak, bilimsel ilerlemeyi, bilim adamları topluluğuyla sınırlı bir “toplumsal” boyutta ele almanın ötesine gidemez. Bize göre, “paradigma”nın anlamını, Khun’un düşündüğünden daha geniş bir kapsama sahip olarak düşünmek gerekir. Ayrıca, bilimsel düşünceleri, diğer alanları (felsefe, siyaset, sanat) da içeren, daha genel bir “dünya görüşü” düzeyinde değerlendirmek de mümkün olabilir.

Khun’un yaklaşımının bizde uyandırdığı çağrışımlara bakalım…

Marx ve Engels’in siyasal iktisat ve tarih alanlarında, ayrıca Fransız devrimi ve 18. yüzyıl materyalizmi üzerine okumaları, görüşlerinin oluşumunda önemlidir. Okudukları eserlerdeki tarih, toplum ve iktisat üzerine olan bilgileri yorumlarlar. Toplumsal ilerlemeyi ve toplumsal fenomenleri değerlendiren bu eserler, birçok realist ideolojik yorumla, yetersiz ve parçalı bilimsel saptama içerir. Kapitalist toplumdaki değişim, toplumsal ilişkilerdeki gelişim bu eserlere yansır. Bu görüşler, toplumsal ilişkilerdeki değişimin, toplumsal bilinç biçimlerinde yansımasını ifade eder. Tümüyle organize edilmemiş, bir sistem dâhilinde bütünleştirilmemiş yığınla bilgi ve ideolojik fikir türetilmiştir.

18. yüzyıldan 1848 devrimine kadarki dönemde Avrupa’da, toplumsal hareketlilikler, devrimci alt-üst oluşlar ve bunlara karşılık gelen düşünsel arayışlar belirgindir. Alman filozoflarının görüşleri, İngiliz ve Fransız iktisatçılarının incelemeleri ve Fransız aydınlarının, politikacılarının, filozoflarının, tarihçilerinin toplumsal, siyasal, felsefi anlayışları, tarih/toplum alanında rakip yaklaşımları oluşturur. Biriken deneyimleri, gözlemleri, toplumsal ilişkilerdeki alt-üst oluşu ve zenginliği, bahsedilen bu yaklaşımlar tümüyle ve tam olarak açıklayamaz. Toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerin nedenleri üzerinde ya yeterince durulmaz ya da bu nedenleri değerlendiren yorumlar eksikli ve yüzeyseldir. Siyaset teorisi-toplum bilim-felsefe alanlarında birçok düşüncenin varlığıyla gözlenen parçalanmışlığı ortadan kaldıran bir “teorik devrimin” ya da yeni bir paradigmanın oluşması için gereken koşullar, tarihsel dönemde mevcuttur.

Avrupa’da orta çağ boyunca, feodal toplumsal üretici güçler-üretim ilişkilerinin gelişimindeki göreli durgunluk, sınıflar arası karşıtlıkların toplumsal ilişkileri ilerleten yönündeki güdüklük, felsefi, siyasal, sanatsal, bilimsel alanlardaki göreli durgunluğa ve karşıtlıkların korunmasına, statükoya yarayan dinsel metafizik ideolojik kalıpların derinleşmesine, yayılmasına yol açar. Toplumsal yaşamda sınıflar arasındaki karşıtlıkların çelişkilere dönüştüğü, eski feodal üretim tarzının çözülüşü ve yeni toplumsal ilişkilerdeki karşıtlıkların, kapitalist üretim tarzı çerçevesinde kuruluşunun gerçekleştiği dönemde, büyük çaplı, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişimle uyumlu ve ilerici siyasal arayışlar, bilimsel, sanatsal, felsefi üretimler oluşur. Bu dönemde bu dört büyük alanda gerçekleşen üretimlerin, geniş bir ideolojik ve bilgi spektrumu gösterdiği doğruysa da, ağırlıklı olarak, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişim eğilimine uygun, “realist” temel eğilimler, açıklamalar/yaklaşımlar içermeleri, toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ilerletici yönünü temsil etmeleri yüzündendir. Bu dönemde bunlarla, metafizik, mistik, gerici ideolojik kalıplar ve arayışlar, açıklamalar arasındaki savaşım belirgindir. Örnek olarak, kabaca Büyük Fransız Devrimi’ne kadarki dönemde Avrupa’da, bu dört alanda gerçekleşen büyük atılımlar verilebilir. 16. yüzyıldan Aydınlanma dönemine kadarki tarihsel süreçte Avrupa’da, İngiliz ve Fransız materyalist felsefesini, doğa bilimlerindeki büyük ilerlemeleri, siyasal düşüncelerdeki gelişmeleri ve edebiyat, müzik gibi alt-alanlarıyla beraber sanattaki atılımları düşünmek, bunu görmeye yeter. Bu atılımlar, çeşitli alanlarda ve alt-alanlarda az çok ortak olan özellikleri ve yönleriyle, genel hatlarıyla ilerici bir dünya görüşünün kuruluşunu gösterir. Avukatlardan, hekimlerden, politikacılardan, bilim adamlarından, filozoflardan, aydınlardan oluşan “burjuvazi”nin, bütün bu ilerici üretimleri, onların “eski düzen” (ancien régime)’le oluşturduğu karşıtlıkta, ilerletici kutbu temsil etmeleriyle ilişkilidir. Bu alanlardaki atılımlar ya da “devrimler”, bilimsel aktivitelerdeki devrimlerin yanı başında, “toplumsal devrim”in sanat, siyaset ve felsefe alanlarındaki üst-yapısal bileşenleri olur.

Doğanın birçok temel gücü ve olgusuna egemen olmayı getirecek, doğa bilimlerindeki büyük atılım dönemi Avrupa’da, kabaca “yeni çağ”la birlikte başlar. Toplumların geleceği ve tarihsel akış üzerinde, insani olgular ve süreçler üzerindeyse, bu çağda “bilinçli” bir egemenlik kurulması mümkün değildir. Toplumsal ilişkilerin, ideolojilerin, insani olguların oluşum ve gelişim mekanizmalarını realist bir biçimde açıklamak, ancak bu oluşum ve gelişim üzerinde bir denetim kurma potansiyeli oluştuğunda mümkün olabilir. Komünizm ve tarihsel materyalizm, bu potansiyelin oluşmasıyla birlikte 19. yüzyılda doğar.

Özetle kapitalist üretim ilişkilerinin filizlendiği ve geliştiği bir çağın dünya görüşüne “liberalizm” denirse, bu çağın sanat, siyaset teorisi, felsefe ve bilim alanındaki gelişmeleri, “liberal dünya görüşünü” oluşturmuştur ve bu bir “paradigma”dır… Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin bir evresinde içerdiği karşıtlıklar ise, komünist dünya görüşünün kapsamında Marksist teorik sistemi, toplum bilimlerini, sanatsal ve kültürel üretimleri var etmeye başlamıştır. İşte bu da antagonist “paradigma”dır.


[1] Bu dizilim, “olumsuzlamanın olumsuzlaması” örüntüsünü anımsatıyor.

[2] Bkz; Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Alan yayıncılık, Üçüncü Baskı, 1991

[3] Thomas S. Kuhn, a. g. e., s. 152-160, 185

[4] a.g. e., s. 105-106

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...

Son Haftada En Çok Görüntülenenler