Atilla Cemal Eşen
Hiçbir şeyin tek başına iyi ya da kötü olmadığına, onu iyi ya da kötü yapanın insan olduğuna inanırım. Örnek olarak nükleer enerjinin kullanımını ve buna bağlı olarak teknolojiyi ele alalım: Atomun parçalanmasıyla ortaya çıkan enerjiyi atom bombası yapımında kullanan da insandır, onunla kanseri tedavi eden de insandır. İnsanın her şeyi kötü yapmasına sebep olan şeyse ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmemesi, ne pahasına olursa olsun hep daha çok kazanmaya, servetini büyütmeye çalışmasıdır. Gelişen teknolojinin nasıl bir doğa ve çevre katliamına yol açtığına hepimiz tanığız. Oysa teknoloji de kendi başına ne iyi ne de kötüdür. Soruna yol açan, teknolojinin gelişmesi değil, gelişen teknolojinin özel mülkiyet ve kâr temelli kapitalizme ve emperyalizme hizmet ediyor olmasıdır.
Düşünceler ve inançlar da böyledir. Nitekim inançların ve düşüncelerin tarihini incelersek, tarih boyunca tüm inançların ve düşüncelerin farklı sınıfların çıkarları doğrultusunda, farklı yorumlanmış olduklarını görürüz. Marx'ın dediği üzere "şimdiye kadarki tüm toplum tarihi, sınıf çatışmaları tarihi"[3] ise, böyle olması da doğaldır.
Nietzsche'nin görüşlerini de bu olgunun dışında tutamayız. Bu açıdan baktığımda Nietzsche'nin faşistlikle yaftalanmasının, atom bombasının yapımından Einstein'in sorumlu görülmesiyle eşdeğer olduğunu düşünüyorum. Birçok oka hedef olmayı göze alarak bu yazıyı yazmaya gerek duymam da Nietzsche'ye haksızlık yapıldığını düşünmem nedeniyle oldu. Yapıcı, geliştirici tartışmalara yol açacağını ümit ediyorum ve diliyorum.
Nietzsche, 1844-1900 yılları arasında yaşamıştı. Avrupa burjuvazisinin egemen kesimlerinin gericileştiği bir dönemde adını duyurmaya başlamış, görüşlerini büyük bir cesaretle ortaya koymuştu. Bir atın kırbaçlanmasına gösterdiği tepki esnasında geçirdiği beyin kanaması nedeni ile felç olmuş ve son on senesini yatarak geçirmişti.
1848 devriminden yenik çıkan emekçi sınıfların olası yeni girişimine karşı baskısını artırma gereği duyan burjuvazi, düşünsel temellerini Nietzsche'nin görüşlerine dayandırdı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra işçilerin devrimci hareketleri, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde kamu kurumlarının demokratlaşmasını sağlamıştı. Bu nedenle, devrimler döneminin sonunda, devrimlerin sonuçlarını revizyona tabi tutan ve siyasi demokrasiyi bertaraf etmeyi amaçlayan karşı devrimci hareketler, faşizm biçiminde ortaya çıktı. Faşizm, sosyal bakımdan sınıflarından kopmuş yığınların ve ekonomik açıdan arka plana itilmiş küçük burjuva kitlelerin "paramiliter organizasyonu" aracılığı ile gelişti ve kendisine en ciddi hasım olarak gördüğü işçi sınıfını boy hedefi olarak seçti. 20. yüzyılın ilk yarısında gerek Mussolini, gerekse Hitler, baskıcı yönetimlerine haklı gerekçeler ararken onun görüşlerinden alıntılar yaptılar.
Friedrich Hegel (1770-1831), evrimleşmenin insanla durduğunu ve artık bundan sonra daha çok evrimleşmenin gerekmeyeceğini ileri sürmüştü. Friedrich Nietzsche, Hegel'in bu tezine karşı, evrimin İnsanüstü’ne (İng. Overman, superman; Fr. Surhomme; Alm. Übermensch) yöneldiğini savunmuştur. Üstinsan’ı, diğer bir deyişle “İnsanüstü”nü “maymuna karşı insan neyse, insana karşı İnsanüstü odur” diye tanımlar. Üstinsan deyimi "Böyle Buyurdu Zerdüşt" isimli kitabında çokça geçer. Kitabın önsözünde şöyle der: "Maymun, insan için nedir? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Ve işte üstinsan için insan da böyledir: Bir kahkaha veya acı veren bir utanç."
Duyguları ile ruhsal eğilimlerini yönetebilen insan, hayvanlara özgü varoluş durumundan sıyrılarak yükselir, kendisini bütünüyle gerçekleştirerek gerçek insanlık niteliğine ulaşır. Bu açıdan bakıldığında Nietzsche’nin üstinsan ideali bütün insanlığın temel amacı olmalıdır. Böyle bir insan önündeki hazır değerlerle yetinmez; iyi ve kötünün neler olduğunu anlatan otoritelerin söylediklerine körü körüne teslim olmaz. Bu dünyada insan yapayalnız, tek başına olduğunun farkında olarak, yaşamın anlamını, bağlanacağı değerleri tek tek yeni baştan kendisi özgürlük içinde yaratmakla yükümlüdür. Tam bu noktada Nietzsche’nin bir başka öğretisi olan “üç katlı insan” anlayışıyla karşılaşılır: “insanımsı”; “insan”; “üstinsan”. Nietzsche’nin sıradüzenli insan anlayışının en alt basamağında “insanımsı” diye adlandırdığı sıradanlığa konu “sürü insanı”nın doğası bulunmaktadır. Nietzsche “İnsanımsı insan”ı sürü mantığıyla yaşayan, kendisine verilenlerle yetinen, hiçbir şeyi sorgulamayan yığın insanı olarak tanımlar. Toplumun, törelerin, dinin, gelenek ve göreneklerin değerlerini kayıtsız şartsız baştan doğru diye kabul edenleri “insanımsı” diye adlandırır. "İnsanımsı" bu anlamda doğrudan sürü insanının değerlerini, o değerlerle girilen ilişkinin özniteliğini tasvir eder.
İnsanımsıdan daha üst bir katmanda bulunan ise “insan”dır. İnsan, Nietzsche’ye göre, var olan değerlerle ilgili yaşadığı sorunların ayırtında olan ama eyleme gücünün yeterince yüksek olmayışı nedeniyle bu değerlerin ancak bir bölümünü yıkabilme yetisi taşıyan kişidir. İnsan, doğası gereği var olan değerleri hiçbir zaman bütünüyle yıkamayacağı için değer yaratıcısı olmak gibi bir şansı da yoktur.
Sıradüzenin en üst aşamasında yer alan “üstinsan” ise insanın ve onun bütün değerlerinin aşıldığı, “iyinin ve kötünün ötesinde” var olunduğu anlamına gelmektedir.
Nietzsche, en başta devlet ve ruhban sınıfı olmak üzere tüm sosyal kurumları, yaşamı reddeden ve güçlü kişiliği ezen yapılar olarak niteler ve şiddetle eleştirir. Devlet, vatandaşlarını çiğneyip yutan, soğuk canavarların en soğuğudur. Din adamlarının terbiye ettiği insanları, hayvanat bahçelerinde korkuyla ve acıyla evcilleştirilmiş hayvanlara benzetir.
Nietzsche Bonn Üniversitesi’nde ilâhiyat ve klasik filoloji eğitimi almıştı. "Tanrı'nın ölümü" adıyla bilinen felsefe bildirisinin temellerini de o sıralarda attı. Tanrı ölmüştür, çünkü Tanrı günlük yaşamın dışına itilmiştir. Tanrı yalnızca ibadetlere hapsedilmiş ve Tanrı buyrukları insanoğlu tarafından günlük yaşamda yok sayılmıştır. Ahlaki çöküntüler, hırsızlıklar, insani ilişkilerdeki bozukluklar, Tanrı’nın ölümü ile ilişkilidir. Tanrı'nın ölümü, modern dünyadaki geleneksel bütün değer yapılarının bir daha onarılamayacak şekilde çökmesidir. Bunun sonucu olarak insanlığın içine düştüğü değersizlik durumu, geleceğinin önünde ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Nietzsche'ye göre "Tanrı'nın ölümü" ile yok sayıcılığın (Nihilizm)[4] baş göstermesi arasında çok yakın bağlantı vardır. Ancak Nietzsche, bu yok sayıcılık durumunu, kabullenip ona katlanmak yerine, bütün değerlerin yeni baştan değerlendirilerek yeni değerlerin yaratılmasına ve buna bağlı olarak "üstinsan"ın doğuşuna hazırlanmak için kaçırılmaması gereken son fırsat olarak görür.
Ancak, Nietzsche'nin eleştirileri haklı olmakla birlikte önerdiği çözümler bireyseldir; toplumsal değişim için kitlesel değil, bireysel karşıtlığı savunur. İnsanlığın gelişmesi ve yücelmesi, bireylerin gelişmesine ve yücelmesine bağlıdır. Ona göre örgütlü ve toplumsal değişim arayan sosyal hareketler, "yüksektekileri kıskanan sürünün" psikolojisine dayanır. Şikâyetçi olmak zayıflıktan kaynaklanmaktadır. Nietzsche, "sosyalist ayak takımı" olarak adlandırdığı işçi sınıfının, kendilerine özgü ucube, değersiz, bayağı ve yozlaştırıcı, bu yüzden de yok edilmesi gereken bir kültüre sahip olduğunu söyler.
Marksist bakış açısıyla baktığımızda otoriter, baskıcı yönetimlerin en çok emekçi sınıflar tarafından destekleniyor olması çelişkili gibi görünür. Oysa emekçi sınıfların büyük ölçüde köyden kente göçmüş, dinsel inançlarına bağlı kişilerden oluştuğunu göz önüne aldığımızda, bu tercihlerinde dinin ne derece etkili olduğunu görürüz.[5] Bu kitleler için kayıtsız şartsız, sorgulamaksızın kabul edilen değerlerden bir diğeri de milliyetçiliktir. Nietzsche'ye göre milliyetçilik fikrinin de budalalıktan öte manası yoktur; milliyetçiliği, birey olarak kimlik oluşturamamış kişilerin toplum kimliği üzerinden kendisini değerli kılabilme çabası olarak görüyordu.[6] Buradan Nietzsche'nin, işçi sınıfını "insanımsı" olarak tanımladığı basamağa dâhil ettiği anlaşılıyor.
Nietzsche, insanlık tarihini güçlülerin ve zayıfların mücadelesi üzerine kurar. Nietzsche'nin bu düşüncesinde de bazı solcuların öne sürmüş oldukları gibi herhangi bir ırk kastedilmez. Güçlüler efendilerdir, zayıflar ise kölelerdir. Nietzsche'nin bu tezi, bu noktada, Marx'ın "şimdiye kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir" tezini doğrular. Aradaki ayrım, Marx'ın sınıf karşıtlıkları konusunu ekonomik açıdan ele almış olmasıdır. Nietzsche'nin tezine temel olan karşıtlık ise bilinç düzeyleri ve buna bağlı olarak ahlak anlayışlarıdır. Gerek hayatın bizatihi kendisindeki gerekse tek tek bireyler arasındaki ilişkiler güç ilişkileri olduğuna göre, ahlakın mahiyetini belirleyen şey de bireyin güçlü ya da zayıf olmasıdır. Zayıf, güçsüz karakterli insanların oluşturduğu ahlak köle ahlakıdır. Buna karşılık güçlü, kendine güvenen, sağlıklı insanlar arasında oluşmuş olan ahlak ise efendi ahlakıdır. Nietzsche'ye göre son iki bin yıllık dönemde, köle ahlakı ekseninde oluşturulmuş olan ahlak anlayışı egemen olmuş, bunun sonucunda da güçsüz ruhlar zafer kazanmıştır. Hıristiyanlık bunda önemli rol oynamıştır. Hıristiyanlığın zayıfın, ezilmişin, alçakgönüllülüğün yanında olması, güce, kudrete ve aristokrat ahlakına yönelik olan gizli hıncından ve nefretinden kaynaklanmaktadır.
Nietzsche'nin “İnsanımsı” diye adlandırdığı yığın insanlarının varoluş bakımından anlamları, kendilerini feda ederek üstinsanın gelişimini ya da oluşumunu hazırlamaktır. Nazizm'in onu en çok kullandığı nokta da burasıdır.
Gerek Hitler gerek propaganda bakanı Goebbels bu gerçeği biliyorlardı; bu yüzden büyük kitlesel gösterilere çok önem verdiler. “Ben dünyaya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim” diyen Hitler de gerçekte destek gördüğü geniş halk kitlelerinden tiksiniyor, hatta onlardan nefret ediyordu. Görüşlerini topladığı “Kavgam” adlı kitabının parlamenter sistemi ve parlamentodaki milletvekillerini eleştirdiği bir bölümde, halk kitleleri hakkında şöyle söylüyordu:
“Halk temsilcileri olan beyefendilerin ne şekilde seçildiğine ve özellikle makamlarını ve mevkilerini nasıl ele geçirdiklerine bakalım. Bunların büyük bir milletin istek ve dileklerinin ancak çok az bir kısmını karşılamış olduğu gayet açıktır. Halk kitlelerinin siyasi zekâsının kendiliğinden genel ve özel siyasi fikirlerin uygulamaya yetenekli adamları bulup çıkarmaya yetecek derecede gelişmemiş olduğu göz önüne alınırsa, bu milletvekillerinin seviyesi de rahatlıkla anlaşılabilir.”[7]
Hitler’e göre, olağanüstü yeteneklere sahip olanlar, basit insanlar gibi aynı kurallara bağlı değildirler. Tarihte kararların çoğunluk tarafından alınması, milletlerin ve devletlerin harap olmalarıyla sonuçlanmıştır. “Ekseriyet tarafından karar verme söz konusu olamaz. Yalnız şefler vardır. İstişare (danışma) kelimesi ilkel anlamına geri dönmelidir. Herkesin yanında danışmanlar bulunabilir. Fakat son söz tek kişinindir”[8] diyordu.
Nitekim Hitler’in iktidara gelmesinde arkasındaki sermaye sınıfı kadar, onu destekleyen geniş halk kitlelerinin de payı vardı. Bu halk kitlelerinin büyük bir kısmı da yoksul emekçi sınıflara mensuptu.
Yine "Kavgam" kitabında şu ifadeleri kullanıyordu:
“Halkın anlayışı hiçbir zaman kamuoyuna yutturulanın ötesinde olmamıştır.”[9]
“Her türlü ciddi düşünce ve incelemeden aciz bir kitle üzerinde çeşitli sloganların yapacağı etkiye hayret etmemek gerekir.”[10]
Nietzsche ile hemen hemen aynı yıllarda yaşamış bir İngiliz doğa bilimci olan Charles Darwin (1809-1882), evrim kuramını geliştirmiş, bu kuramını “Beagle Yolculuğu” ve “Türlerin Kökeni” adlı kitaplarıyla ortaya koymuştu. Bu kurama göre değişmemiş bir tür yoktur, tüm türler “yaşama savaşı”, “doğal ayıklanma” ve “çevreye uyum sağlama” gibi sebeplerle başka türlerin evrim geçirmesiyle ortaya çıkmışlardır. Tüm organizmaların ve türlerin varoluş süreci, bireyin birbiriyle rekabeti, hayatta kalma ve üreme yeteneklerini artıran küçük, kalıtsal varyasyonlarla tetiklenen doğal ayıklanmayla oluşmuştur. Darwin, 1871 yılında bir diğer önemli yapıtı olan “İnsanın Türeyişi”ni yayınladı. Günümüzde biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesi olan Darwin’in evrim kuramı, Tanrı’nın varlığına ve yaratılışa ilişkin inançları sarstığı gerekçesiyle şimşekleri üstüne çekmişti. Diğer taraftan "Doğal ayıklanma" düşüncesi ezen-ezilen uluslar ölçeğinde yorumlanarak "Sosyal Darvinizm" tezi ortaya atıldı. Sosyal Darvinizm'e göre, canlıların evriminde rol oynayan doğal ayıklanma mekanizması yani biyolojik evrim, insan topluluklarının evriminde de rol oynamaktadır. Bu tezin ortaya atılmasıyla, bazı ulusların diğer ulusları ezmesi ve köleleştirmesi olgusuna meşruluk kazandırılmaya çalışıldı; böylece bu tez, faşizmin dayanaklarından birini oluşturdu. Nitekim bazı felsefe analizcileri, Nietzsche'nin "üstinsan" kavramıyla Darwin'in evrim teorisinin bir sonraki basamağını kastettiğini savunurlar.
Hitler'in aradığı üstün ırk; özünde fiziksel bir üstünlüğe dayanmaktadır. Bilindiği üzere Hitler, sadece Yahudileri değil, kısa boylu Almanları, aşırı şişman obezleri, yaşlıları ve hastalıklı kişileri, koyu tenli olanları da katletmiştir. Peşinde olduğu üstün ırkın önünde engel olarak gördüğü herkesi katlederken, fiziksel ve/veya dinsel ölçütlere göre hareket etmiştir. Nietzsche'nin "üstinsan" dediği ise, fiziksel ya da dinsel ölçütlere dayanmaz, ruhsal bir aydınlanmaya işaret eder. Nietzsche'nin bu görüşleri savunuyor olmasına rağmen faşizm, onun üstinsan düşüncesini çarpıtarak üstün ırk düşüncesini oluşturmuştur.
Nietzsche, bütün insanların eşit derecede iyi olma ve güzeli yaratma yetisi taşımadıklarını öne sürer. Örneğin, "Putların Batışı" adlı eserinde, Alman kültürünün çöküşünü, Almanya'daki yüksek öğrenimin ayrıcalıklı kişilere değil de herkese açık olmasına bağlar. "Yüksek eğitim ve çok sayı en baştan çelişir birbirleriyle. Her yüksek eğitim yalnızca istisnaya aittir: Böyle yüksek bir ayrıcalık hakkına sahip olmak için, ayrıcalıklı olmak gerekir. Tüm büyük, tüm güzel şeyler asla herkesin ortak malı olamazlar" der.[11] Doğa kimi insanlara diğerlerine göre çok daha iltimaslı davranmıştır. Bu, onun sosyalizme ve demokrasiye karşı çıkmasının sebebidir. Jean Jack Rousseau (1712-1778), insan türünde iki çeşit eşitsizlik olduğunu söylemiş, birini doğal eşitsizlik, diğerini ise politik eşitsizlik olarak adlandırmıştı. Doğal eşitsizlik, doğa tarafından tesis edilen, yaş, sağlık, beden güçlerinin ve zihne ya da ruha ait vasıfların farklılığından ibaret olanıdır; fiziksel eşitsizlik diye de adlandırılabilir. Politik eşitsizlik ise, özel mülkiyetle birlikte sonradan ortaya çıkmış bir eşitsizliktir. Anlaşılacağı üzere Nietzsche, J. J. Rousseau gibi doğal eşitsizlikle sosyal eşitsizliği birbirinden ayırmamış, sosyal eşitsizliği doğal eşitsizliğe dayandırarak meşrulaştırmıştır. Bu görüşünde herhangi bir ırkı kastetmemiş olmasına rağmen, ırkçıların Nietzsche’nin görüşleri içinde temel aldıkları bir diğer görüşü de budur. Hitler bunu, tüm görüşlerini topladığı “Kavgam” adlı kitabında, “Medeniyet yaratma melekesi, yalnız üstün ırka verilmiştir” diye ifade eder. Nazizm'e göre bazı insanlar ve kavimler ikinci sınıf insanlardır, diğer üstün ırklara, (yani en üstün ırk olan Cermenlere) kölelik yapmaya mahkûmdurlar.
Hitler "Kavgam" kitabında ırkçılığını şöyle savunur:
"Irkçılık, dünyayı idare eden ebedi iradeye uyarak, en iyinin ve kuvvetlinin zaferini kolaylaştırmak, fena ve zayıf olanların boyun eğmesini sağlamak görevi ile yükümlüdür. Böylece tabiatın aristokratik ilkelerine hürmet gösterir ve canlıların hayat grafiklerindeki son noktaya kadar bu kanunun değerine inanır."[12]
Nietzsche, tarih boyunca insanlara dayatılmış olan ahlak anlayışının yerine, doğal ahlak anlayışından yanadır. Ahlaklılığı akılcı temeli olmayan bir şey olarak görür ve ahlaka akılcı bir temel sunmaya çalışmayı gülünç bulur. Zevk almayla, seksle ve insanın doğal arzularıyla ilgili birçok şeyin ahlaka bağlanarak yasaklanmasını şiddetle eleştirir. Yunan Uygarlığı’ndan sonra kurulmuş bütün uygarlıkların yetersizliklerini Apolloncu / Dionysosçu ilkeleri temel alarak yorumlar. Karşıtlığın bir yanında bulunan Apolloncu ilke akla, özdenetime, uyuma, dengeye gönderirken, karşıtlığın öbür yanında yer alan Dionysosçu ilke çılgınlıkla, taşkınlıkla, akıl dışıyla, düzensizlikle ilişkilidir. Nietzsche, "Dionysosçu" yaratma enerjisinin, "Apolloncu" mantıksal ve akılcı güçler yoluyla bastırıldığını ve iğdiş edildiğini öne sürer. Dionysoscu simgeselliğin üstüne simgesellik tanımaz. Bu simgesellikte yaşamın en derin içgüdüsü (cinsellik, dölleme, hamilelik, doğum), yaşamın geleceğine ve bengiliğine[13] yönelik içgüdü, dinsel olarak duyumsanmıştır. Temelinde yaşama karşı duyulan bir hınç bulunan Hıristiyanlık ise cinselliği pis bir şey yapmıştır.[14] Yüzyıllardır bastırılan ya da unutturulan sanatsal Dionysoscu enerjilerin yeniden açığa çıkarılması gerekmektedir; yeni bir kültürün doğuşunun baş koşulu budur.
Nietzsche, yaratıcılığı doğrudan doğruya erk istenciyle ilişkilendirmiş ve üstinsanın en belirleyici özelliği olarak öne çıkarmıştır. "Erk İstenci" Nietzsche'nin tüm öğretisine egemen olan felsefe tasarımıdır. İnsanın kendisiyle, yani insan olmaktalığıyla asla yetinmemesi gerektiğini, dolayısıyla hep kendisini aşmaya yönelik bir yaşam savaşımı içinde olarak bütün yaşamını üstinsan olma amacı doğrultusunda kurması gerektiğini vurgular. "Erk İstenci" düşüncesine göre, tüm yaşam kesintisiz bir savaşım içinde olunarak geçmektedir. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde, tüm düşüncelerin ve eylemlerin temelinde yatan tek gerçek, tüm varlık teklerinin hep daha güçlü olmayı arzuluyor olmalarıdır. En yalın anlatımıyla, "Dünya Erk İstencidir, ondan başka da bir şey değildir" şeklinde özetlenebilir.
Tartışmalı "Güç İstenci" kitabı (Erk İstenci: Değerlerin Yeni Baştan Değerlendirilmesi Çabası) Nietzsche'nin kendisi tarafından yazılmamış, ölümünden sonra Nietzsche Arşivi tarafından hayatının farklı dönemlerinde yazdığı notlardan derlenmiştir. Bu eserin basım tarihi konusunda karışıklıklar mevcuttur ve Nietzsche'nin görüşlerini tam olarak yansıtıp yansıtmadığı bilinmemektedir.[15] Kitabın özellikle kız kardeşi ve yayına hazırlayanlar tarafından Nietzsche’nin 1883 ile 1888 arasındaki not defterlerinden seçilip derlenmiş bir yapıt olmasına da bağlı olarak, Nietzsche’nin kız kardeşinin Hitler hayranı kocasından ötürü bu kitabın ana kavramlarını kendi adına çarpıttığı, belli bölümleri atıp belli bölümleri alırken seçimlerinde bütünüyle taraflı davrandığı söylenmektedir.[16]
Modernizm nasıl kapitalizmin kültürel mantığı ise, Postmodernizm de kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki kültürel mantığıdır.[17] 1960-70’lerde başlayan postmodern nitelikli dönüşüm emperyalizm dönemine damgasını vurdu. Emperyalist güçlerin ve işbirlikçilerinin “küreselleşme” adıyla yutturdukları bu yeni dönem, kültürün tüm alanlarında, gündelik yaşamda, algı ve ilişkiler düzeninde büyük dönüşümlere yol açtı. Toplumsal ve kültürel yaşamın tüm alanlarında (üretimde, felsefede, ideolojide, siyasette, ahlakta ve sanatta) egemen oldu. Görüşleriyle postmodernizmin temellerini atan Foucault (1926-1984), Derrida (1930), Saussure (1857-1913) gibi düşünürler, özellikle kuşkucuların ve adcıların görüşlerini temel aldılar.
Kuşkuculuk (İng. Scepticism, Fr. Scepticisme, Alm. Sceptizismus.), düşünülebilecek hiçbir konuda kesin bilgi diye bir şeyin olmadığını, olsa bile insanın eldeki yetileriyle kesin bilgilere ulaşmasının olanaklı olmadığını öne sürerek, nesnel bilgiyi ve nesnel bilme olanağını bütünüyle yok sayar.[18]
M. Ö. yaklaşık 371 ile 322 yılları arasında yaşadığı sanılan Demosthenes, “her insan, neye inanmak istiyorsa ona inanır” düşüncesiyle bilginin nesnelliğinden söz edilemeyeceğini, var olan bütün bilgilerin insan öznesine bağımlı olduğunu savunmuştur.[19] Protagoras (M. Ö. yaklaşık 490-420) için duyu algısı ve bundan doğan sanı biricik bilgimizdir. Bundan da her sanının doğru olduğu, hiç kimsenin yanlış bir şey düşünemeyeceği görüşü ortaya çıkar. Protagoras bunu ün salmış olan şu sözüyle ifade etmiştir: “İnsan her şeyin ölçüsüdür, var olanların varlıklarının da, var olmayanların var olmadıklarının da.” Bu anlayışa göre “doğru” olacak, herkesin doğru sayacağı bir yargıya varmanın olanağı da yoktur.
Adcılık (İng. Nominalism. Fr. Nominalisme. Al. Nominalismus.) ise, XI. yüzyılın sonunda Compiégne papazı Roscelin’in ortaya attığı bir öğretidir. Kavramların gerçek anlamda bir varlıkları olduğu düşüncesine bütünüyle karşı çıkar, bütün tümel kavramların tek tek şeylerin aralarındaki ortaklıklar üzerinden gidilerek oluşturulmuş genel adlardan, göstergelerden ya da sözcüklerden öte bir anlamları olmadığını savunur. Kullandığımız sözcüklerin, yaptığımız tanımların, kendileri aracılığıyla düşündüğümüz tasarımların, hatta konuştuğumuz dillerin şeylere gönderilmek anlamında nesnel bir anlamları bulunmadığını, bunların gerçek nesnelerle de, gerçekliğin herhangi bir yönüyle de ilintili olmayıp, bütünüyle insanoğlunun şeylere yüklediği adlarla belirlendiğini savunan felsefe görüşüdür.
Adcılık, bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, hem şeylerin gerçekliklerini oluşturan belli bir özleri bulunduğunu savunan “özcülük” yaklaşımına, hem de kavramların gerçek varlıkları bulunduğu düşüncesi üzerine kurulu “kavramcılık” anlayışına karşı çıkmaktadır. Tasarlanabilecek her durumda genel düşünceler ile kavramları birer sözcük olarak değerlendiren adcılık, “türler” ile “cinsler” arasında yapılan ayrımların da gerçek varlıklarla uzaktan yakından bir ilintileri olmayıp bütünüyle insan yapımı olduklarını ileri sürmektedir.[20]
İsviçreli dilbilimci Saussure’ün dil kuramında “gösteren” ve “gösterilen” arasındaki ilişkide, “gösteren”, yani sözcük, Postmodernistler tarafından gerçeğin reddine kadar götürülmüş, bu ikili arasındaki ilişkide belirleyicilik “gösteren”e verilmiştir.
Derrida’nın açık ifadesiyle, “metnin dışında gerçek yoktur”. Derrida’ya göre gösteren, doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Gösteren ile gösterilen arasında birebir karşılıklı ilişkiler yoktur; sözcük ile “şey” ya da düşünce gerçekte asla bir ve aynı olamazlar. Gösteren ile gösterilenler sürekli olarak yeni birleşimler (combination) içinde ya birbirlerinden koparlar ya da bir araya gelirler. Anlam asla tek bir göstergeye bel bağlamaz. Bundan çıkarılacak anlam şudur: Bilginin yansıtılan “son”unu anlamlar ile örtüştürmeye çabalamak, hiç gerçekleşmeyecek bir düştür. Hiç kimse “anlamlar” (gösterge) ile “son”u (anlam) özdeş kılamaz.
Nietzsche'ye göre sistem kurma istenci gerçekte bütünlükten yoksun olmanın bir göstergesidir. "Bütün ön kategoriler sorguya çekilmelidir. Hiçbir sistem tek başına doğruyu ortaya çıkaramaz; olsa olsa her sistem belli bir görüş ya da bakış açısı edinmek anlamına gelir. Bu nedenle kendimizi tek bir sisteme hapsetmemeli, var olan çeşitli bakış açılarını dikkate almalıyız” der. Nietzsche, hiçbir sonlu sistemin iç tutarlılığının asla kendi doğruluğunun garantisi olamayacağını ifade eder.[21]
Nietzsche, sistemlere karşı çıkarken, her sistemin belli bir bakış açısı olduğu için, hiçbir sistemin “bütün”ü açıklamaya yeterli olamayacağı düşüncesinden hareket eder. “Bütün”ü görebilmek için tüm sistemlerin reddedilip, “tüm sistemlerin üstünde” bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini savunur. Bu, “üstinsan”a dönüşme istenci olan, yani "kendini aşma" çabası gösteren insan için gereken bakış açısıdır.
Bir Alman düşünürü olan Moses Hess, 1843’te şöyle yazmıştır:
“Düşüncelerimizin en yüksek katında artık hiçbir önyargı, hiçbir nefret yoktur; insan soyluluğuna kesin değer verilir ve onun ezeli hakları açıkça bildirilir. Orada tüm insanlar kardeş ve aynı ailenin üyeleridirler; barbar çağların kör bencilliğinden çıkma kurumlar artık yoktur, tersine mutlak eşitlik egemendir.”[22]
Hess'in bu cümlelerindeki "en yüksek kat", Nietzsche'nin "üstinsan" diye adlandırdığı insanın bilinç düzeyini tanımlıyor gibi. Bana Muhyiddin İbn-i Arabi'nin "Arif için din yoktur" sözünü de hatırlattı.
Postmodern felsefeciler tarafından kullanılmış olan bir görüş de Nietzsche’nin bu görüşüdür. Bu felsefecilerin çoğu geçmişlerinde Marksisttirler. Ancak SSCB'de rejimin giderek bir baskı rejimine dönüşmesinin sorumluluğunu Marksizm'e yüklemişler, bu yüzden de Marksizm'e olan güvenlerini yitirmişlerdir. “Marksizm doğru değilse, başka hiçbir şey doğru olamaz.” düşüncesindedirler. Nietzsche'nin "her türden sisteme karşı çıkma" düşüncesine katılmalarının bir nedeni de budur.
Postmodern felsefeciler Post-Yapısalcılar olarak da bilinirler. Yapısalcılık, yapıtı belli bir yapı içine yerleştirerek bütününde kavramaya dayalı bir araştırma yaklaşımı ya da kuramıdır. Yapısalcılığın temel çıkış noktasına göre yapının öğeleri, hem birbirlerine hem de yapının kendisine ayrılmaz bir biçimde bağlıdırlar. Post-yapısalcılık ise başındaki "post" ekinden de anlaşılacağı üzere, yapısalcılığa karşı eleştirileri içeren bir felsefi çerçevedir. Bu yüzden, Nietzsche ile post-yapısalcıların her türlü sisteme karşı olmalarının amacı çok farklıdır. Post-yapısalcılar, sistemlerin hiç birinin tek başına “bütün”ü açıklamaya yeterli olmamasını kabullenirler. Ancak, Nietzsche’nin “her türden sisteme karşı çıkma” düşüncesi postmodernizmde kapitalist sömürü sisteminin çıkarına uygun olacak şekilde kullanılır. Tüketim toplumu için “ideal” olan insan, “bütün”ü kavramak gibi bir amacı olmayan, sıradan insan olarak gelmiş, her zaman da sıradan olarak kalması gereken insandır. “Bütün”ü kavraması gerektiği için değil, kavramaması gerektiği için sistemlerden uzak durmalıdır. Post-yapısalcılara göre mutlak doğru diye bir şey yoktur, herkesin görüşü kendi bakış açısına göre doğrudur. Her şey birbirine zıt olabilir; bu durum her şeyin her şeyle birlikte olabilmesi için engel değildir. Tüm bunlar “farklı görüşlere yer verme”, “toplumda farklılığın yansıtılması”, “çeşitliliğin getirdiği zenginlik” ve "her çeşit görüşe hoşgörüyle bakma" gibi söylemlerle desteklenir. Bunun sonucunda insanlar, olaylar arasındaki ilişkileri algılayamaz, gerçekliklerin arkasındaki “mutlak” gerçekliği fark edemez hale gelirler. Her çeşit karşıtlığın hoş görülmesi, sömüren-sömürülen ayrımının da doğal karşılanması anlayışına götürür.
Solun Nietzsche'ye karşı olmasının önemli sebeplerinden biri, hiç kuşkusuz işçi sınıfını "insanımsı" olarak tanımladığı basamağa dahil etmiş olmasıdır. Ancak bunun nedeni, anlaşılacağı üzere ezilen, sömürülen sınıfların ekonomik yapıları değil, sorgulayamadıkları, bu yüzden aşamadıkları inançlarıdır. Lenin de işçi sınıfını bu denli hor görmemekle birlikte, onun kendi başına devrim yapamayacağını, bu yüzden öncü bir partiye ihtiyacı olduğunu öne sürmüştü. Ona göre bu tarihi bir zorunluluktu. Şöyle diyordu:
"Bütün ülkelerin tarihi tanıklık etmektedir ki, işçi sınıfı kendi gücüyle sadece sendikalist bir bilince, yani sendikalar halinde birleşmek, patronlara karşı mücadele etmek, hükümetten işçilerin yararına olan kanunları çıkartmasını talep etmek gerektiği inancına erişebilir. Sosyalizm öğretisi ise, hâkim sınıfların seçkin temsilcileri, aydın zümresi (entelijensiya) tarafından ortaya konmuş felsefi, tarihi ve ekonomik teorilerde doğmuştur. Çağdaş sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels, sosyal kökenleri bakımından, burjuva aydın zümreden geliyorlardı. Aynı şekilde, Rusya'da sosyal demokrasinin teorik öğretisi de, işçi sınıfının kendi kendine gelişmesinden tamamen bağımsız bir şekilde ve devrimci sosyalist aydın zümrenin zihinsel gelişmesinin doğal, kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmıştır."[23]
Böylece Lenin, Alman sosyal demokrasisinin teorisyeni Kautsky'nin şu sözlerini de doğrulamış oluyordu:
"Çağdaş sosyalist hareket, derin bir bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir ancak. Bu bilginin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın zümredir; çağdaş sosyalizm bu sosyal sınıfa mensup bazı aydınların zihninde doğmuştur."[24]
Gerçekten de devrimin öncüsü olan kadroların büyük bir kısmı varlıklı ailelerden geliyorlardı. Bu da son derece doğal karşılanması gereken bir olgudur. Özel mülkiyetle birlikte sınıflı toplumların ortaya çıkmasından itibaren emekçi sınıfların tüm yaşamları geçinme çabasıyla ve hatta hayatta kalabilme mücadelesiyle geçerken, geçinmek için çalışmaya ihtiyacı olmayan sınıflar entelektüel yönlerini geliştirmek için para ve zaman ayırabilmişlerdir. Nitekim Marx, "insanların yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, maddi koşullar onların bilinçlerini belirler" demiştir.
1917 Sovyet Devrimi, 1871 Paris Komünü denemesini saymazsak, Bilimsel Sosyalizm'in Marx ve Engels tarafından ortaya konmasından sonraki ilk sosyalizm denemesidir. Bu yüzden Sovyet Devrimi'nden ve çözülüş sürecinden alınacak çok ders vardır.
Lenin’e göre devleti ortadan kaldırabilmek için, kamu hizmetlerini toplumun büyük çoğunluğunca ve ileride, tek tek her birey tarafından yapılabilecek basitlikte denetim ve muhasebe işlemlerine dönüştürmek gerekiyordu. Devletin önemli işleri işçilerin kendi kendilerine yapabilecekleri muhasebe ve denetim işlerine indirgendiğinde, devletin bir ‘siyasal devlet’ olmaktan çıkacağını ve kamu işlerinin siyasal niteliklerini kaybederek basit yönetim işlerine dönüşeceğini düşünüyordu.
Ancak bu yolda alınan önlemlerin uygulanamadığı biliniyor. Lenin ve Troçki, iç savaşın getirdiği zorunlulukla diktacı ve disiplinli bir savaş sosyalizmine yöneldiler. Proletaryaya sonradan özgürlüklerini verebileceklerini düşünüyorlardı. Devrimden sonraki üç yıl, yani iç savaş dönemi boyunca, devlet yönetiminde verimliliği artırmak için yapılan mücadele, sanayi üzerinde işçi denetiminin başarılı olamayışı ve savaştan ekonomik örgütlenmeye kadar bütün alanlarda, burjuva uzmanların teknik kapasitelerinin gerekli olduğunun ortaya çıkması, Lenin’i devlet işlerinin, boş zamanlarında işçiler tarafından yönetilmesi hakkındaki görüşünden vazgeçirdi.
1921 yılının başlarında, NEP’in[25] başlamasının hemen öncesinde Lenin, eski tutumunu reddettiğini gösteren bir dil kullanıyordu:
“Her işçi, devlet yönetmesini bilebilir mi? Tecrübeli insanlar bunun bir masal olduğunu bilirler… Sendikalar bir komünizm ve yönetim okuludur… İşçiler bu okula devam edince çok şey öğrenecekler, fakat ilerleme yavaş olacaktır… Yönetime kaç işçi katılmaktadır? Bütün Rusya’da topu topu birkaç bin.”[26]
Lenin'in Bolşevik önderliğin otoritesini artırma çabaları, işçi sınıfının zayıflığı sebebiyle ortaya çıkmış geçici bir önlemdi. Ancak, bürokratlaşmanın ve yozlaşmanın türemesi süreci de bu geçici önlemle başlamıştı.
Marksist teorisyen ve Polonya ve Alman komünist hareketinin önderlerinden olan Rosa Luxemburg (1871-1919), 1918’in Eylül ve Ekim aylarında “siyasal özgürlük yoksa proletarya diktatörlüğü yoktur. İşçi sınıfı sosyalizmi inşa edecek enerjiyi toplayamaz olur ve önderler ve politikacıların hâkimiyeti ortalığı toza dumana katar” uyarısını yapmıştı.[27]
Rosa Luxemburg’a göre işçi iktidarı, her şeyi sınıf adına yöneten bir azınlık tarafından değil, sınıf tarafından yönetilmelidir. Kitlelerin etkin katılımından çıkmalı, doğrudan etkileri altında kalmalı, bütün nüfusun denetimine sunulmalı, halkın artan siyasal farkındalığından doğmalıdır.[28]
Anarşist hareketin önemli düşünürlerinden olan Kropotkin (1842-1921), Sovyetler Birliği'ndeki rejimi eleştirirken şunları söylüyordu:
“Gerçekten de, tüm geçmiş devrimlerin
başarısızlığa uğramasına yol açan engel, halk kitlelerinde örgütleyici inisiyatif
yokluğuydu. Saldırıda hayran olunacak bir zekâ sergileyen halk, yeni yapının
inşasında inisiyatif gösteremiyordu. Bu durumda, inşa görevini mecburen
eğitimli sınıflara, kendi toplum ideali olan ve kargaşadan kendi yararına elde
etmek istediği şeyi bilen burjuvaziye terk ediyordu.
Bir devrimde, yıkmak, devrimci görevin
ancak bir bölümüdür. Yeniden inşa etmek gerekir ve yeniden inşa, ya kitaplardan
öğrenilen geçmişin formüllerine göre yapılacak ve halka bu dayatılmaya
çalışılacaktır; ya da her küçük köyde ve her şehir merkezinde, sosyalist
toplumu inşa etmek için kendiliğinden işlemeye başlayan halkın dehasına göre
yapılacaktır. Ama bunun için halkın bir ideali olması gerekir. Bu nedenle,
halkın bağrında inisiyatif sahibi insanların olması özellikle gereklidir.
Oysa, otoriter sosyalist parti de dahil
tüm partilerin, parti disipliniyle, bilerek ya da bilmeyerek her zaman
boğdukları şey, özellikle emekçilerin ve köylülerin inisiyatifidir. Her şeyi
emreden komitelerdir, merkezdir, örgütlenmenin birliğini tehlikeye atmamak için
yerel organların itaat etmekten başka yapacakları bir şey yoktur. Tüm öğreti,
tüm yanlış tarih, tüm anlaşılmaz bilim bu amaçla hazırlandı.
Bu durumda, bu bayatlamış taktiği parçalamak için çalışacak olanlar, bireylerde ve gruplarda inisiyatif ruhunu uyandıracak olanlar, onların karşılıklı ilişkilerinde bu ilkelere dayanan bir eylem ve bir yaşam yaratmayı başaracak olanlar, çeşitliliğin, hatta çatışmanın yaşam olduğunu, tek tipliliğin ise ölüm demek olduğunu anlayanlar yalnızca gelecek yüzyıllar için değil, ama açıkça gelecek devrim için çalışmış olacaklardır.”[29]
Bu eleştirilerin, yalnız SSCB için
değil, yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırılamadığı tüm sosyalist
uygulamalar için geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bireysel
kapitalizmin ortadan kaldırılması, özel kapitalizmin yerine devlet
kapitalizminin konması, insan kitlelerinin şimdiki en yaygın, zayıf, köleliğe
yatkın kişilik yapılarında değişiklik yaratmaz. Toplumsal üretim araçlarının
topluma mal edilmesi, ancak işçi kitleleri yapısal açıdan buna hazır oldukları,
yani zihinsel açıdan onları yönetebilecek hale geldikleri zaman tartışılabilir
ve gerçekleştirilebilir. Halk kendi kendisini yönetemedikçe, halk adına
birileri devlet kurduğu sürece, bu devletin önünde sonunda bir baskı aracına
dönüşmesi kaçınılmazdır. Sosyalist bir devrimi amacından saptıran, kirleten ve
gerçek demokrasi yerine baskı rejimine dönüştüren, yönetim erkinin bir
azınlığın elinde olmasıdır. Bunu önlemenin yolu, yönetim erkini toplumun tüm
kademelerine yaymak, bunu yaparken de bireylerin bilinç düzeyini yükselterek,
kendi kendini yönetebilecek yetiye sahip bir toplumu oluşturmaktır. Sömürünün
olmadığı, herkesin yeteneğine göre vereceği ve ihtiyacı kadarını alacağı ideal
toplum kurulduğunda, hiç kimse yaşamını geçinme çabasıyla harcamayacak,
toplumun tüm bireyleri entelektüel yönlerini geliştirmeye ve bilinç düzeylerini
yükseltmeye zaman ayırabilecektir. Toplumun büyük çoğunluğunun “Ben sendeyim,
sen bendesin; biz dünyadayız, dünya da bizde. Hepimiz biriz ve bütünüz.
İnsanlara, hayvanlara ve dünyaya zarar verirsek kendimize kötülük yapmış
oluruz” bilincine sahip olmasıyla ve “başkalarına bize davranılmasını
istediğimiz gibi davranalım” şeklinde özetlenen ahlak anlayışını ilke
edinmesiyle yeni bir dünya kurulacaktır. Karl Marx'ın "sınıfsız toplumun
kurulması, son değil başlangıçtır" sözüyle anlatmak istediği de bence budur.
Marx, "filozoflar dünyayı sadece
farklı yorumladılar, fakat aslolan onu değiştirmektir"[30] der. Bu değişimin önce devrime önderlik
edecek kadrolarda, sonra da tüm iktidar organlarında yapılması gerektiği
açıktır. Devrimlerin karşıtına dönüşmemesi, devrime önderlik edenlerin ve onu
sürdürecek kadroların, devrimi "önce kendi içlerinde" yapmış olmalarıyla
mümkündür. Nietzsche'nin görüşlerinin doğru okunmasının ve doğru anlaşılmasının
bu noktada çok önemli olduğunu düşünüyorum.
** MAR notu: 1) Marx ve Engels ve sonraki komünistler, işçi sınıfının “organik aydın”larıdır. İdeolojik ve politik bağlanmaları, işçi sınıfının çıkarlarınadır. Komünistlerin sınıfsal aidiyetleri, ideolojik ve politik angajmanlarına bakılarak yapılmalıdır. Onlar bir “burjuva aydın zümre”nin üyeleri değildir. 2) “SSCB’de rejimin giderek baskıcı bir rejime dönüşmesi” türünde cümleler, ideolojik bir kodlama ve karalama olmanın ötesine geçmez. Bunun yerine sosyalist devletin yaptığı yanlışları kabul ederek, SSCB’de halkların, emekçilerin özgürlük ve refah içerisinde yaşadıklarını gösteren sayısız bilgi, belge, veriyi görmek gerekir. 3) “Milli çıkarlar” günümüzde, kapitalistlerin, onları siyasal ve ideolojik kimi nüanslarla temsil eden çeşitli politik aktörlerin çıkarlarıdır. Ulusal çıkarların, işçi sınıfının çıkarları olması yolunda verilecek bir mücadele ise elbette gereklidir.
*** Doğan Göçmen'in Nietzsche hakkındaki şu değerlendirmesi anlamlıdır:
MARX MI YA DA NIETZSCHE Mİ?
Soru bu kadar basittir ve
dünyaya bakışta tüm büyük ve ağır sonuçlarıyla ya biri ya da diğeri diye
yanıtlanmak zorundadır. İkisinin arası yoktur. Soru özgürlük mü ya da değil mi
sorusu olarak da alımlanabilir. Bu mesele bu kadar basittir.
Türkçede de mevcut olan
bunca bilimsel çalışmaya rağmen (örneğin Lucien Sève, Marksizm ve Kişilik
Kuramı) hala Marx’ta birey kuramı, öznellik olmadığı ileri sürülür. Bu nedenle
Marx, bir bakarsınız Nietzsche ile bir bakarsınız Weber ile, bir bakarsınız
Durkheim ile “zenginleştirilmeye” çalışılır. Ama Marx ne Nietzsche ile ne
Durkheim ile ne de Weber ile zenginleştirilebilir. Zira onlar ancak Marx’a karşı
okunduğu zaman anlaşılırlar.
Marx’ın ve Engels’in bireye
ilişkin görüşleri elbette anekdotlardan çok daha fazlasıdır. Bireyin özgürlüğü
Marx ve Engels’in temel kuramlarının ve bütün eserlerinin merkezinde olan temel
düşüncedir, çünkü ancak bireyleri özgürleşmiş bir toplum özgür olabilir.
Marx ve Engels’e göre ezilen
toplumsal sınıflar, ezilen halklar ve sonunda adım adım tüm bireyler özgür
olduğu oranda insanlık gerçek anlamda kurtulmuş ve özgür olur.
Modern felsefenin anlamı
bireyin özgürlüğüdür. Modern çağ ‘insanın insan olarak’, insanın insan olarak
özgürlüğünün insanlığın gündemine taşındığı çağdır. Marx, bu düşüncenin gerçek
mirasçısıdır. Marx’ın bu konudaki özgün katkısı, uzun mücadeleler sonucu bunun,
yani bireyin uzun perspektifte özgürleşmesinin nasıl mümkün olduğunu göstermiş
olmasıdır.
Nietzsche bireyi temel
almaz. Bu konudaki iddialar ya bir masalın ya da büyük bir yanılsamanın
ürünüdür. Nietzsche’de bir birey teorisi olduğu iddia etmek bile mümkün
değildir ya da bu ancak onun anti-felsefi tutumuna karşı şiddet uygulayarak
mümkün kılınabilir. İlk eserleriyle son eserleri arasında aristokrasinin
sözcüsü olması bakımından hiçbir fark yoktur. Onun erken döneminde çok kısa bir
süre için demokrat olduğu söylenir ki bu bile sorgulanabilir, sorgulanmalıdır.
Birey olmak, diğer bireyleri, bütün bir toplumu, bütün bir dünyayı kucaklayarak
mümkün olabilecek bir şeydir. Ama ‘güç istenci’ ve bunun mümkün kıldığı ‘üstün
insan’ diğerlerini ezerek, diğerlerini dışlayarak, tahakkümü altına alarak,
diğerlerini tepeleyerek vücuda gelebilir. Her şeyden önce sözüm ona ‘üstün
insanın’ neyden ve kimden üstün olduğunu sormak gerekir. Bu nedenle rahatlıkla
söylenebilir ki Nietzsche, herkesin herkese karşı savaşı anlamına gelen
rekabetin teorisyenidir.
Marx, herkesin herkesi
sahiplendiği dayanışmanın filozofudur. Marx, birbirlerini ezen bireylerin
değil, birbirleriyle pekala yarışan, ama asla birbiriyle rekabet etmeyen
bireylerin filozofudur. Zira rekabet hâlihazırda Hobbes’un gösterdiği gibi
düşmanlık çerçevesinde işlem gören bir kavramdır. Yarış ise farklılıkları
mümkün kılan dostluk çerçevesinde gerçekleşen bir eylem biçimidir. Bu nedenle
Marx, ‘üstün insanın’ değil, dayanışmacı ‘farklı bireyin’, kendi
farklılıklarını kendileri yaratan insanların filozofudur.
Sonuç olarak; Marx ile
Nietzsche arasındaki fark, yani aslında zıtlık çok nettir, benzerliğe dair
iddialar birer uydurmadır, gerisi masaldır.
[1]Prof. Dr. İrfan Erdoğan, Bilim ve
Ütopya Dergisi Sayı: 245
[2] Emrah Maşaro, Bilim ve Ütopya Dergisi
Sayı: 245
[3] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz
Kitap, İstanbul, 2011, s: 38
[4]Yok sayıcılık (Nihilizm): Kökence
Latince'deki hiçbir şeyin var olmadığı anlamında hiçlik bildiren
"nihil" sözcüğünden türetilmiş, insan varoluşunu, bilgiyi, değerleri
bütünüyle yok sayan, şeyler arasında anlamlı ya da yararlı birtakım ayrımlar
yapmanın gereksiz olduğunu düşünen, bütün değerlerin temelsiz olduğunu, hiçbir
şeyin ilkece bilinmesinin ya da iletilmesinin olanaklı olmadığını savunan
felsefe anlayışı. (Abdülbaki
Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve
Sanat yayınları, Ankara, 2003, s. 1605.)
[5]Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla
Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve
Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021.
[6]Modern milliyetçi
düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi'nin fikirlerinden doğmuştur.
Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve hanedan
zemininde tanımlanan siyasi aidiyetin, hükümdardan bağımsız olarak, “halk”a
verilmesinin gereğiydi. Siyasi aidiyet ve itaat, “halk”ın ortak iradesine
dayandırılmalıydı. Avrupa tarihindeki
ilk milliyetçi hareketlere, 1804 ile 1815 yılları arasında Napoleon istilası
altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya'da
güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821'de Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Yunanistan,
Avrupa'nın milliyetçi çevrelerinde çok destek buldu. 1848'de Avusturya İmparatorluğu'na
karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar,
milliyetçilik akımını Orta Avrupa'ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında
gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük
zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870'lerde Rusya'da doğan Pan-Slavizm
akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biriydi. Bizde ise millet
kavramının, ırk ve din birlikteliğinden ayrı ve farklı şekilde kullanılması,
Millî Mücadele hareketi ile birlikte başlamıştır. Emperyalizm aşamasına gelmiş
olan kapitalizmde sermayenin vatanı yoktur, sermaye milli çıkarları yok etmek
için “küreselleşme” maskesinin ardına saklanmıştır. Bu durum vatana ve
bağımsızlığa sahip çıkma gereğini doğurmuştur. Ancak ne yazık ki, gerçekte
emperyalizme karşı durmak için milli sermayenin saflarında olması gereken
milliyetçi güçlerin, sosyalistlere karşı faşizmin saflarına katılmış
olduklarını görüyoruz. Bu, İkinci Dünya
Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde yapılmış bir ABD planıydı ve büyük
ölçüde başarılı oldu. Sermaye
sınıfı uluslararası sermaye ile işbirliği yaparken, bir taraftan milli
çıkarlara karşı tavır almış, diğer taraftan, ezilen, sömürülen sınıfların
örgütlenmesini ve güçlenmesini "milli çıkarlar" için tehlikeli bir
şey olarak göstermeyi başarmıştır. Sermaye sınıfı için "milli
güvenlik", ezdiği, sömürdüğü sınıflara karşı kendi güvenliğidir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz:
Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin
Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019.)
[7] Adolf Hitler, Kavgam,İnciraltı Yayınları, İzmir, 2012, s.76.
[8] Adolf Hitler, Kavgam,İnciraltı Yayınları, İzmir, 2012, s.367.
[9] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002,
s.71.
[10] Adolf Hitler, Kavgam,İnciraltı Yayınları, İzmir, 2012, s.45.
[11]Friedrich
Nietzsche, Putların Batışı,İthaki
Yayınları, İstanbul 2005, s: 58
[12]
Hitler'in "Kavgam" kitabından aktaran: Cazim Gürbüz, Doğa, Çevre ve Sosyalizm, Berfin Bahar
Dergisi, sayı: 284
[13]
Bengi: Sonu olmayan, hep kalacak olan, ebedî. (TDK Sözlüğü)
[14]Friedrich
Nietzsche, Putların Batışı,İthaki
Yayınları, İstanbul 2005, s: 111-112
[15]YvonneSherratt,
Nietzsche'nin Hitler Üzerindeki Etkisi, Bilim
ve Ütopya Dergisi. Sayı 245.
[16]
Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü,
Bilim ve Sanat yayınları, Ankara, 2003, s. 1040.
[17]Postmodernizm konusunda ayrıntılı
bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve
Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019
[18] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan
Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü,
Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.862.
[19] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan
Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü,
Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1606.
[20] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan
Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü,
Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.13.
[21]Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997,
s.138.
[22]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.1228.
[23] E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, cilt: 1 s: 27
[24] Aynı yerde.
[25] NEP: Yeni Ekonomi Politikası (New
EconomicPolitics)
[26] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı,
Dipnot Yayınları, Ankara, 2006, s. 183
[27] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı,
Dipnot Yayınları, Ankara, 2006. s.136.
[28] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı,
Dipnot Yayınları, Ankara, 2006. s.122.
[29]PyotrKropotkin, Anarşi Felsefesi – İdeali, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 44
[30] Karl Marx'ın"Feuerbach Üzerine Tezler" kitabında 11. tez
olarak geçer. (Y.N.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.