Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

23 Ekim 2025 Perşembe

Osmanlı Düzeni: Feodal mi, ATÜT mü, Haraççı mı?

1. Feodalizm ve Osmanlı Düzeni

Feodalizm, Marksist teoride, üretim ilişkilerinin toprak mülkiyetine dayalı olduğu, köylülerin toprağa bağlı olarak feodal beyler (aristokrasi) için çalıştığı ve artı-ürünün (üretim fazlasının) bu beyler tarafından alındığı bir üretim tarzıdır. Batı Avrupa’da feodalizm, serfler (toprağa bağlı köylüler) ve toprak ağalarının (lordlar) egemen olduğu bir sistem olarak 9.-15. yüzyıllarda gelişmiştir. Osmanlı düzeninde ise bazı feodal özellikler bulunsa da sistem Batı’daki feodalizmden önemli ölçüde farklıdır:

  • Tımar Sistemi: Osmanlı’da temel üretim birimi, devletin askerlere veya idari yöneticilere (tımarlı sipahilere) hizmet karşılığı tahsis ettiği topraklardı. Tımarlı sipahi, köylülerden vergi (öşür) toplar, ancak bu toprakların mülkiyeti devlete aitti. Bu, Batı’daki gibi özel mülkiyete dayalı bir feodal aristokrasinin oluşmasını engelledi.
  • Merkeziyetçilik: Osmanlı’da tüm güç padişahta toplanıyordu. Toprakların mülkiyeti devlete ait olduğu için, tımarlı sipahiler veya ayanlar (taşradaki yerel liderler) Batı’daki feodal lordlar gibi bağımsız bir güç oluşturamıyordu. Bu, “yönetmenlik devletçiliği” olarak adlandırılan bir sistemdi; devlet, üretimi düzenler ve artı-ürüne (üretim fazlasına) el koyardı.
  • Köylülük: Osmanlı köylüleri, Batı’daki serfler gibi toprağa tamamen bağlı değildi. Köylüler, tımarlı sipahilere vergi öderdi, ancak teorik olarak hareket özgürlüğüne sahipti. Ancak pratikte, ağır vergiler ve devlet kontrolü köylüleri bağımlı kılıyordu.

Marksist açıdan, Osmanlı düzeni feodal özellikler taşır (toprak temelli üretim, köylülerin artı-ürün üzerinden sömürülmesi), ancak Batı’daki feodalizmden farklı olarak, özel mülkiyetin sınırlı olması ve devletin artı-ürüne doğrudan el koyması, sistemi klasik feodalizmden ayırır. Örneğin, 16. yüzyılda Osmanlı’da devlet gelirlerinin %80’ı tarımsal vergilerden (öşür, cizye vd.) sağlanıyordu, bu da köylülüğün sömürüsüne dayalı bir altyapıyı (üretim ilişkilerini) gösterir.

2. Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) ve Haraççı Üretim Tarzı

Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT), Marx’ın özellikle Asya toplumlarını (örneğin, Hindistan, Çin) analiz ederken kullandığı bir kavramdır. ATÜT, merkezi bir devletin üretimi düzenlediği, toprak mülkiyetinin devlete ait olduğu ve artı-ürünün haraç (vergi) yoluyla toplandığı bir sistemi tanımlar. Bu sistemde, bağımsız bir feodal aristokrasi yerine devlet, ekonomik ve siyasi gücü elinde tutar. Haraççı üretim tarzı, ATÜT ile benzerlik gösterir, ancak artı-ürünün haraç (doğrudan vergi) olarak alınmasına vurgu yapar.

Osmanlı düzeninin ATÜT veya haraççı üretim tarzına uygun yönleri şunlardır:

  • Devletin Toprak Mülkiyeti: Osmanlı’da toprakların büyük kısmı “miri arazi” (devlet arazisi) olarak devlete aitti. Tımarlı sipahiler, toprağın sahibi değil, sadece kullanım hakkına sahipti. Bu, ATÜT’ün temel bir özelliğidir.
  • Haraç ve Vergi: Köylülerden alınan öşür ve diğer vergiler, artı-ürünün devlet tarafından toplanmasını sağlıyordu. Bu, haraççı üretim tarzının bir göstergesidir.
  • Merkezi Devlet Kontrolü: Osmanlı’da ayanlar (yerel liderler) veya tımarlı sipahiler, Batı’daki feodal lordlar gibi özerk değildi. Devlet, taşradaki güçleri sıkı bir şekilde denetlerdi.

Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler’de, Osmanlı düzenini “devşirme rejimi” olarak tanımlar ve ATÜT’ün bir varyantı olarak görür. Küçük’e göre, devşirme elitler (kapıkulu, ulema), artı-ürüne el koyarak bir “devlet sınıfı” oluşturmuş ve bağımsız bir burjuvazinin (ticaretle zenginleşen tüccarlar) veya feodal aristokrasinin gelişmesini engellemiştir. Bu, Osmanlı’yı klasik feodalizmden ayırır ve haraççı bir yapıya yaklaştırır.

Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu’nda, Osmanlı düzeninin feodal bazı özellikler taşıdığını, ancak merkezi devletin ekonomik kontrolünün, Batı’daki feodalizmden farklı bir yapı oluşturduğunu belirtir. Ahmad, tımar sisteminin, devletin askeri ve idari ihtiyaçlarını karşılamak için tasarlandığını ve köylülerin sömürüsüne dayandığını vurgular.

Marksist açıdan, Osmanlı düzeni, ATÜT’ün özelliklerini taşır, çünkü devlet, üretim ilişkilerini (altyapıyı) düzenler ve artı-ürüne haraç yoluyla el koyar. Ancak, tımar sisteminin köylülüğü sömürmesi ve taşradaki ayanların (yerel liderler) zamanla güç kazanması, feodal özelliktedir. Örneğin, 17. yüzyılda ayanların vergi toplama yetkisi, feodal özerkliğe benzer bir yapı oluşturmuştur, ancak bu özerklik devlet tarafından sınırlandırılmıştır.

3. Osmanlı Düzeninin Hibrit Yapısı

Osmanlı düzeni ne tam anlamıyla Batı feodalizmi ne de saf bir ATÜT/haraççı üretim tarzıdır; daha çok hibrit bir yapıdır. Bu hibrit yapının özellikleri:

  • Feodal Unsurlar: Tımar sistemi, köylülerin artı-ürün üzerinden sömürülmesi ve taşradaki ayanların (yerel liderler) güç kazanması, feodalizme benzerdir.
  • ATÜT/Haraççı Unsurlar: Devletin toprak mülkiyetine sahip olması, artı-ürünün haraç yoluyla toplanması ve merkezi otoritenin taşra üzerindeki denetimi, ATÜT’ü anımsatır.
  • Merkeziyetçi Devlet Sınıfı: Devşirme elitler (kapıkulu, ulema), Batı’daki feodal aristokrasi yerine bir “devlet sınıfı” oluşturmuş ve bağımsız sınıfların (burjuvazi veya feodal lordlar) gelişimini engellemiştir.

Marksist perspektifle Osmanlı düzeni, altyapıda (üretim ilişkileri) feodal ve haraççı unsurları birleştirirken, üstyapıda (devlet ve ideoloji) merkeziyetçi bir karakter sergiler. Örneğin, 17-19. yüzyılda devlet gelirlerinin yaklaşık %60’ı tarımsal vergilerden geliyordu, bu da haraççı bir yapıyı gösterir. Ancak, 17.-18. yüzyılda ayanların güç kazanması, feodal özerkliğe doğru bir kaymaya işaret eder.

4. Osmanlı Düzeninin Burjuva Devrimine Etkisi

Osmanlı’nın hibrit yapısı, burjuva devriminin (toplumun feodal-haraççı yapıdan kapitalist bir düzene geçiş süreci) özgün karakterini şekillendirmiştir:

  • Toplumsal Devrim (Üretim İlişkilerinin Dönüşümü): Osmanlı’da bağımsız bir burjuva sınıfının zayıflığı, toplumsal devrim’in devlet öncülüğünde ve yarı-sömürge koşullarda (Batı’ya ekonomik bağımlılık) gerçekleşmesine neden olmuştur. Gayrimüslim tüccarlar (Rum ve Ermeni burjuvazisi), 19. yüzyılda dış ticarette %60’lık bir paya sahipti ve Müslüman burjuvazi zayıf kalmıştır.
  • Siyasal Reformlar/Devrim (Devlet Yapısının Modernleşmesi): Merkeziyetçi yapı, Tanzimat ve sonrası reformların bürokrasi tarafından yönlendirilmesini sağlamıştır. Vaka-i Hayriye (1826) ile yeniçerilerin tasfiyesi, eski üstyapının yıkılması ve modern bir devlet aygıtının kurulması için bir dönüm noktası olmuştur.

Küçük, Osmanlı düzenini, ATÜT’ün bir varyantı olarak görür ve devşirme rejiminin, toplumsal devrim’i (kapitalist üretim ilişkilerine geçiş) engellediğini savunur. Tımar sisteminin çözülmesi ve ayanların güç kazanması, feodal-haraççı hibrit üretim tarzının çözülüşünün başlangıcıdır, ancak bu süreç devlet kontrolünde sınırlı kalmıştır.

Ahmad, Osmanlı düzeninin hibrit karakterinin, modernleşme sürecini bürokrasiye bağımlı kıldığını belirtir. Tımar sisteminin çöküşü, toplumsal devrim’in önünü açsa da bu süreç, Batı’daki gibi bir burjuva sınıfının değil, bürokratik bir elitin önderliğinde gerçekleşmiştir.

Osmanlı düzeni, feodalizm ve ATÜT’ün bir sentezi olarak analiz edilebilir. Tımar sisteminin çözülmesi (17.-18. yüzyıl), Celali İsyanları gibi köylü ayaklanmalarıyla hızlanmış, ancak bu, Batı’daki gibi bir burjuva devrimine değil, devlet öncülüğünde bir modernleşmeye yol açmıştır. Örneğin, 1838 Ticaret Anlaşması, Osmanlı’yı dünya kapitalist sistemine hammadde sağlayıcısı olarak entegre etmiş ve yerel sanayiyi %30 oranında zayıflatmıştır.

5. Feodalizm mi, ATÜT mü?

Osmanlı düzeni, klasik feodalizmden farklıdır, çünkü:

  • Toprak mülkiyeti devlete aitti, feodal lordlar gibi özerk bir aristokrasi yoktu.
  • Artı-ürün, haraç (vergi) yoluyla devlet tarafından toplanıyordu.
  • Merkeziyetçi devlet, taşradaki güçleri (ayanlar) sıkı bir şekilde denetliyordu.

Ancak, ATÜT de Osmanlı’yı tam olarak açıklamaz, çünkü:

  • Tımar sistemi, köylülerin sömürüsüne dayalıydı ve feodal bir karakter taşıyordu.
  • 17.-18. yüzyılda ayanların güç kazanması, feodal özerkliğe benzer bir yapı oluşturdu.

Bu nedenle, Osmanlı düzeni, feodal ve haraççı unsurların birleştiği hibrit bir üretim tarzı olarak tanımlanabilir.

Samir Amin, Osmanlı’yı “haraççı-feodal” bir sistem olarak tanımlar; bu, devletin haraç yoluyla artı-ürüne el koymasını ve feodal sömürü unsurlarını birleştirir.

Sonuç

Osmanlı düzeni ne tam anlamıyla Batı feodalizmi ne de saf bir ATÜT/haraççı üretim tarzıdır; her iki sistemin unsurlarını barındıran hibrit bir yapıdır. Tımar sistemi ve devletin merkezi kontrolü, ATÜT’ü andırırken, köylülerin sömürüsü ve ayanların güç kazanması feodal özellik içerir. Bu hibrit yapı, Türkiye’nin burjuva devrimini (Tanzimat’tan Tek Parti rejimine uzanan süreç) devlet öncülüğünde ve yarı-sömürge koşullarda şekillendirmiştir. Küçük, bu yapıyı “devşirme rejimi” olarak adlandırır ve toplumsal devrim’in (kapitalist üretim ilişkilerine geçiş) devlet sınıfı tarafından sınırlandırıldığını savunur. Ahmad, Osmanlı düzeninin hibrit karakterinin, modernleşmenin bürokrasi ve ordu tarafından yönlendirilmesine yol açtığını belirtir. Osmanlı’nın hibrit yapısı, siyasal reform/devrim’i (modern devlet inşası) hızlandırmış, ancak toplumsal devrim’i (kapitalist üretim ilişkilerine tam geçiş) sınırlamıştır.

21 Ekim 2025 Salı

1979 İran Devrimi: ‘Çalınan Devrim’

MAR

Özet

1979 İran Devrimi, Pehlevi hanedanlığının Batı destekli otoriter rejimine karşı solcu, milliyetçi, liberal ve İslamcı grupların geçici ittifakıyla gerçekleşen, 20. yüzyılın en özgün ve sarsıcı halk ayaklanmalarından biridir. Devrimin kökenleri, Rıza Şah’ın 1921 darbesiyle başlayan otoriter modernleşme projelerine, 1953’te Musaddık’ın devrilmesiyle derinleşen meşruiyet krizine ve “Ak Devrim”in yarattığı toplumsal çelişkilere dayanır. Petrol gelirine dayalı eşitsiz kalkınma, gerilla hareketlerinin Şah’ın yenilmezlik imajını sarsması, bazar ve cami ağlarının İslamcı hareketi kitlesel mobilize etme gücü ve rejimin yozlaşmış yapısı devrimin başarısını mümkün kıldı. Ancak, Ayetullah Humeyni liderliğindeki köktenci İslamcılar, devrim sonrası iktidarı tekelleştirerek liberal, sol ve milliyetçi müttefikleri sistematik olarak tasfiye etti. ABD Büyükelçiliği rehine krizi, anti-emperyalist söylemi soldan devralmak ve liberalleri etkisizleştirmek için kullanıldı. Kadın haklarının kısıtlanması, etnik azınlıkların bastırılması ve muhalefetin kanlı tasfiyesiyle, devrim özgürlük ve adalet vaatlerini yerine getiremeden bir istibdat teokratik bir istibdatla yer değiştirdi. Solun teorik ve örgütsel zafiyetleri, bu “çalınan devrim” sürecinde kilit rol oynadı. İran Devrimi, din, modernleşme, anti-emperyalizm ve toplumsal krizlerin karmaşık etkileşimine dair evrensel dersler sunar. Ekim Devrimi’nin küresel etkisiyle şekillenen İran’daki komünist hareketin, geç kapitalistleşen bir toplumda eşitsiz gelişme örüntüsü uyarınca oluşan karşıtlıklar ve çelişkiler içerisinde mücadele ederken karşılaştığı açmazlar, devrimin hem yükselişini hem de İslamcılar tarafından ele geçirilmesini anlamak için kritik bir bağlam sağlar.

Bölüm 1: Pehlevi Hanedanlığı ve Devrimin Kökleri (1921-1960)

Rıza Şah ve Otoriter Modernleşme (1921-1941)

İran Devrimi’nin temelleri, 1921’de Britanya destekli bir darbeyle Kaçar hanedanlığını devirerek iktidara gelen Rıza Şah’ın otoriter modernleşme projeleriyle atıldı. Türkiye’deki Kemalist modelden esinlenen Rıza Şah, İran’ı merkeziyetçi, laik ve modern bir ulus-devlete dönüştürmeyi hedefledi. Yargı ve eğitimin laikleştirilmesi, şeriat mahkemelerinin yetkilerinin kısıtlanması ve modern okulların yaygınlaşması, ulema sınıfının yüzyıllardır süren toplumsal ve siyasal nüfuzunu doğrudan hedef aldı. Bu reformlar, bazar esnafı gibi geleneksel güç odaklarını da rahatsız ederek rejimle toplum arasında ilk fay hatlarını oluşturdu. Bu dönemde, İran’daki erken komünist hareket, özellikle Azerbaycan’da Bolşeviklerden etkilenen sosyal demokrat ve komünist partilerin kuruluşuyla şekillendi. İran Komünist Partisi (İKP), 1917-1920 arasında Adalet (Fereqa-ye Edalat) ve Himmet gibi devrimci grupların birleşmesiyle kuruldu ve 23 Haziran 1920’de ilk kongresini düzenledi. İKP, 1905-1911 Anayasa Devrimi’nin sosyalist hareketlere ilham verdiği politik ortamdan beslendi, ancak devrimde doğrudan bir rol oynamadı. 1921’de Sovyetler Birliği ile İran arasında yapılan anlaşma, İKP’nin faaliyetlerini kısıtlayarak komünist hareketin açmazlarını derinleştirdi. Rıza Şah’ın 1931’de çıkardığı “Kara Yasa” ile İKP yasaklandı, liderleri tutuklandı ve Dr. Taqi Arani gibi isimler hapishanede katledildi.

II. Dünya Savaşı ve Siyasi Canlanma (1941-1951)

II. Dünya Savaşı sırasında, Rıza Şah’ın Almanya ile yakınlaşması Müttefik Güçler’i rahatsız etti. 1941’de İran’ın işgaliyle Rıza Şah tahttan indirildi ve yerine oğlu Muhammed Rıza Şah geçti. İşgal, merkezi otoritenin zayıflamasıyla siyasi bir boşluk yarattı. Bu dönemde, 1941’de İran Tudeh (Kitle) Partisi kuruldu. Süleyman Muhsin İskenderi liderliğinde kurulan Tudeh, “gerici diktatörlüğe karşı özgürlükten yana tüm sınıf ve katmanların birleşik mücadelesi” sloganıyla hızla örgütlenerek, özellikle petrol zengini bölgelerde işçiler arasında güçlü bir taban oluşturdu. Tudeh’in yayınları, Marksist klasikleri Farsça’ya çevirerek aydınlar arasında da etkili oldu. 1944’te ilk kongresini düzenleyen Tudeh, işçi hakları, sosyal güvenlik, toprak reformu ve kadın-erkek eşitliği gibi ilerici taleplerle İran siyasetini dönüştürdü. Ancak, Sovyetler Birliği’nin bölgedeki hegemonya arayışı ve 1943 Tahran Anlaşması, Tudeh’in yerel ve küresel çıkarlar arasında sıkışmasına yol açtı. Azerbaycan’daki kalkışmaya verdiği destek, “dış güçlerin hizmetinde” yaftasıyla Tudeh’in meşruiyetini zedeledi.

1953 Darbesi ve Meşruiyet Krizi

1951’de Muhammed Musaddık liderliğindeki Ulusal Cephe, Britanya kontrolündeki petrolü millileştirme hareketiyle geniş halk desteği kazandı. Tudeh, başlangıçta Sovyet çıkarları nedeniyle mesafeli dursa da petrol bölgelerindeki grevlerle bu sürece dinamizm kattı. Ancak, Tudeh’in Musaddık’ı desteklemedeki tereddütü, Sovyetler Birliği’nin İran’daki diplomatik çıkarlarını koruma stratejisi ve parti içindeki ideolojik ve stratejik anlaşmazlıklar nedeniyle derinleşti. 19 Ağustos 1953’te, CIA ve MI6 destekli bir darbeyle Musaddık hükümeti devrildi, Şah mutlak iktidarını yeniden tesis etti. Darbe, özellikle Tudeh’i hedef aldı; 40 üst düzey üye idam edildi, binlercesi hapse atıldı veya işkenceyle öldü. Murtaza Keyvan gibi isimlerin katledilmesi ve Tudeh’in gizli mücadele çabaları, partinin iç tartışmalarını derinleştirdi. Bu travma, İran’ın kolektif hafızasında derin bir yara açtı, Şah’ın meşruiyetini sarstı ve seküler muhalefeti ezerek siyasallaşmış ulemanın önünü açtı.

Bölüm 2: “Ak Devrim” ve Muhalefetin Yeniden Şekillenmesi (1961-1977)

“Ak Devrim” ve Toplumsal Çelişkiler

1960’ların başında Şah, ABD desteğiyle “Ak Devrim” adını verdiği reform programını başlattı. Toprak reformu, kadınlara oy hakkı, işçilere kâr payı ve ormanların kamulaştırılması gibi adımlar, petrol gelirleriyle finanse edildi. Ancak bu reformlar, eşitsiz gelişme örüntüsü uyarınca toplumsal çelişkileri derinleştirdi:

  • Kırsal Çöküş ve Kentleşme: Toprak reformu, büyük toprak sahiplerinin arazilerini bölerek köylülere dağıtmayı amaçlasa da tarım ekonomisini tahrip etti. Milyonlarca köylü, kentlere göçe zorlandı, ancak sanayileşme bu işgücünü istihdam edemedi. Tahran gibi şehirlerde yoksul gecekondu mahalleleri oluştu ve bu mahalleler, devrimin tabanını oluşturan kent yoksullarının öfkesini besledi.
  • Eşitsizlik ve Yozlaşma: Petrol zenginliği, Şah’a yakın elitler arasında paylaşılırken, halk yoksullukla boğuştu. Bu eşitsizlik, rejimin meşruiyetini daha da erozyona uğrattı.
  • Kültürel Yabancılaşma: Batı tarzı modernleşme, İslami takvimin kaldırılması gibi uygulamalarla bazar ve ulema gibi geleneksel kesimleri rejimden kopardı. Bu süreç, eşitsiz gelişme örüntüsü uyarınca İran’da karşıtlıkları derinleştirerek ve çelişkiler oluşturarak devrimci bir potansiyel yarattı.

Ulemanın Siyasal Yükselişi: Humeyni ve 1963 Ayaklanması

Toprak reformu, ulema ve bazar arasındaki geleneksel ittifakı sarstı. Ayetullah Humeyni, 1963’te rejime karşı bayrak açarak öne çıktı. Humeyni’nin anti-emperyalist ve anayasal haklar vurgusu, eşitsiz gelişme zemininde geniş kitlelere hitap etti. Haziran 1963’teki ayaklanmalar, rejim tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı ve Humeyni sürgüne gönderildi, ancak bu olay devrimin “ilk provası” olarak Humeyni’yi muhalefetin sembolü haline getirdi.

Muhalefetin Farklı Kanatları

1960’lar ve 1970’lerde muhalefet üç ana kolda şekillendi:

  • İslamcı Entelektüel Akım: Ali Şeriati, Marksizm, varoluşçuluk ve Şii teolojisini sentezleyerek “devrimci İslam”ı geliştirdi. İslam Sosyolojisi ve İnsan ve İslam gibi eserleriyle üniversiteli gençler arasında Marksizm’e alternatif sundu. Şeriati’nin fikirleri, Humeyni’nin anti-emperyalist söylemini şekillendirdi, ancak Şeriati, teokratik bir rejimi savunmadı; aksine, özgürlükçü ve eşitlikçi bir İslam vizyonu önerdi.
  • Silahlı Sol: Halkın Fedaileri (Marksist-Leninist) ve Halkın Mücahitleri (İslamcı-sosyalist), rejimin baskısına karşı silahlı mücadele başlattı. Halkın Fedaileri ve Peykar gibi gruplar, uluslararası iklimin etkisiyle gerilla mücadelesini savundu, ancak aşamacı devrim perspektifleri ve işçi sınıfıyla bağ kuramama nedeniyle stratejik hatalar yaptılar.
  • Geleneksel Muhalefet: Tudeh, 1953 sonrası yurtdışında zayıf bir şekilde varlığını sürdürdü. Çin-Sovyet ayrışması iç bölünmelere yol açtı ve Tudeh’in Sovyetler Birliği’ne bağımlılığı (örneğin, 1943 Tahran Anlaşması’ndaki tavizler), partinin yerel dinamiklere uyum sağlamasını zorlaştırdı. Tudeh’in 1975’te yayımladığı program, Şah rejiminin devrilmesini ve Ulusal Demokratik Cephe’yi merkeze alarak devrimci bir ittifak önerdi.

Bölüm 3: Devrimin Patlaması (1977-1979)

İlk Kıvılcımlar ve “Kırklar Döngüsü”

1977’de, Jimmy Carter’ın insan hakları politikaları Şah’ı baskıyı gevşetmeye zorladı, bu da muhalefetin canlanmasını sağladı. Ocak 1978’de, Şah yanlısı İttilaat gazetesinin Humeyni’yi karalayan makalesi, Kum’da medrese talebelerinin esnafı kepenk indirmeye ikna etmesiyle protestoları ateşledi. Büyük Ayetullah Şeriatmedari’nin desteği, harekete ruhani ağırlık kattı. Polisin kanlı müdahalesi, Şii “kırkıncı gün” geleneğiyle birleşerek protestoları ülke geneline yaydı.

“Kara Cuma” ve Kırılma Noktası

8 Eylül 1978’de, Tahran’daki Jale Meydanı’nda sıkıyönetime rağmen toplanan göstericilere ordunun ateş açması, “Kara Cuma” katliamına yol açtı. Resmi rakamlar 88 ölümü bildirirken, muhalifler 4.000’i aşan kayıplar olduğunu iddia etti; tarihçiler (örneğin, Ervand Abrahamian) ölü sayısını 100-500 arasında tahmin etmektedir. Bu rastlantısal (tesadüfi) olay, reform umutlarını yok ederek muhalefeti radikalleştirdi. Petrol işçileri grevi, ekonomiyi felç ederek rejimin çöküşünü hızlandırdı.

Rejimin Çöküşü

Kara Cuma sonrası ordu içinde çözülmeler başladı; er ve astsubaylar halkın tarafına geçti. ABD, Şah’ı kurtaramayacağını anlayarak desteğini çekti ve Humeyni ile temas aradı, ancak CIA’nın HUMINT programındaki kısıtlamalar nedeniyle devrimin hızını öngöremedi. Şah’ın son çaresi, Ulusal Cephe’den Şahpur Bahtiyar’ı başbakan atamak oldu, ancak bu devrimi durduramadı. 16 Ocak 1979’da Şah ülkeyi terk etti. 1 Şubat’ta Humeyni, Paris’ten Tahran’a döndü ve milyonlarca kişi tarafından karşılandı. Fedailer ve Mücahitler’in saldırıları, ordunun 11 Şubat’ta tarafsızlığını ilan etmesiyle rejimi çökertti.

Bölüm 4: Çalınan Devrim ve Teokratik İstibdat

Devrimin Zaferi ve Kısa Bahar

Devrim, bazar esnafı, sanayi işçileri, kent yoksulları ve ara tabakaların “Şah’a ve emperyalizme karşı” birleşmesiyle başarılı oldu. Tudeh’in 1978’de önerdiği Ulusal Demokratik Cephe, sokakta, fabrikalarda ve üniversitelerde tabanda birleşen bir ittifak olarak şekillendi. Ancak, Humeyni’nin köktenci İslamcıları, işçi şuraları, mahalle komiteleri ve kadın hareketleri gibi demokratik kazanımları hızla yok etti. Örneğin, 8 Mart 1979’daki kadın yürüyüşleri, tesettür zorunluluğuna karşı bir direniş olarak ortaya çıktı, ancak İslamcılar tarafından bastırıldı.

Humeyni’nin İktidar Stratejisi

Humeyni, ikili bir strateji izledi:

  • Geçici Hükümet: Mehdi Bazargan liderliğindeki liberal hükümet, Batı’ya ılımlı bir imaj sunmak için kullanıldı.
  • Paralel Yapılar: Devrim Konseyi, Devrim Komiteleri, Devrim Mahkemeleri ve Pasdaran, cami ağları üzerinden gerçek gücü ele geçirdi.

Ayetullah Humeyni, 1979 İran Devrimi sürecinde anti-emperyalist söylemi, Şah rejiminin Batı destekli otoriter yapısına karşı kitleleri mobilize etmek için etkili bir araç olarak kullandı. Bu söylem, solun anti-emperyalist retoriğinden ve Ali Şeriati’nin Marksizm, varoluşçuluk ve Şii teolojisini sentezleyen devrimci İslam anlayışından beslendi. Şeriati’nin İslam Sosyolojisi gibi eserleri, Humeyni’nin söylemine ideolojik bir zemin sağlasa da Şeriati teokratik bir rejimi savunmamıştı. Ancak, Humeyni’nin anti-emperyalist duruşu, devrim sonrası dönemde çelişkili bir tablo sergiledi. Paris sürgününde (1978-79), Humeyni’nin temsilcilerinin (örneğin, İbrahim Yezdi) ABD’li diplomatlarla temas kurduğuna dair declassified ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri (örneğin, 1979’da yayınlanan bazı raporlar) mevcut. Bu temaslar, ABD’nin Şah rejiminin çöküşünü öngörerek Humeyni ile olası bir düzenleme arayışını yansıtsa da içeriği ve amacı tam olarak açık değildir. Benzer şekilde, İran-Contra skandalı (1985-86), Humeyni rejiminin İran-Irak Savaşı sırasında Reagan yönetimiyle gizli silah ticareti yaptığını ortaya koydu. ABD’nin İran’a silah satışı ve Nikaragua’daki Kontralara fon sağlanmasıyla şekillenen bu skandal, Humeyni’nin anti-emperyalist söyleminin pragmatik ve çelişkili doğasını gösterdi. Bu çelişkiler, Humeyni’nin devrim sürecinde kitle desteğini kazanmak için anti-emperyalizmi bir söylem olarak kullanırken, devrim sonrası dönemde Batı ile pragmatik ilişkiler kurduğunu ortaya koyuyor.

Muhalefetin Sistematik Tasfiyesi

Humeyni, rakiplerini şu adımlarla ortadan kaldırdı:

  • Kadın Haklarına Saldırı (Mart 1979): Aile Koruma Kanunu’nun kaldırılması ve tesettür zorunluluğu, rejimin gerici karakterini ortaya koydu. Tudeh ve diğer sol gruplar, bu saldırılar karşısında devrimin birliğini koruma adına yeterli direniş gösteremedi.
  • İslam Cumhuriyeti Referandumu (Nisan 1979): %99 “evet” oyuyla rejime meşruiyet sağlandı.
  • Etnik Azınlıkların Bastırılması: Kürt ve Türkmen özerklik talepleri kanla ezildi. Sol, bu taleplerle ittifak kurma fırsatını kaçırdı; örneğin, Tudeh’in Kürt hareketleriyle sınırlı ilişkisi, devrimin tabanını daralttı.
  • ABD Elçiliği Krizi (Kasım 1979): Bazargan’ı istifaya zorladı ve anti-emperyalist söylemi İslamcıların eline geçirdi. Bu kriz, Humeyni’nin Ali Şeriati’nin devrimci İslam söyleminden ve solun anti-emperyalist retoriğinden beslenerek kitleleri mobilize ettiğini gösterir.
  • Velayet-i Fakih Anayasası: Dini liderin mutlak otoritesini yasallaştırdı.
  • Nihai Tasfiye (1981-1983): Mücahitler, Fedailer ve Tudeh, kitlesel idamlarla yok edildi. 1982-1983’te Tudeh’e yönelik saldırılar, binlerce üye ve kadroyu hedef aldı (Abrahamian, tahmini sayılarla), parti örgütsel olarak çöktü.

Solun Çöküşü

Solun başarısızlığı şu nedenlere dayandı:

  • Teorik Zafiyet: Tudeh ve diğer Marksist gruplar, Humeyni’nin gerici doğasını analiz edemedi. Tudeh’in aşamacı devrim stratejisi, İslamcıları “anti-emperyalist” bir müttefik sanmasına yol açtı, ancak Halkın Fedaileri’nin bazı fraksiyonları Humeyni’ye daha temkinli yaklaştı.
  • Stratejik Hatalar: Kadın hakları (örneğin, 8 Mart 1979 kadın yürüyüşleri) ve etnik azınlıkların özerklik talepleri, devrimin birliğini koruma adına ikinci plana atıldı. Tudeh’in bu konularda yeterli destek sağlayamaması, devrimin tabanını zayıflattı.
  • Örgütsel Zayıflık: Tudeh’in Sovyetler Birliği’ne bağımlılığı (örneğin, 1943 Tahran Anlaşması’ndaki tavizler) ve Halkın Fedaileri’nin gerilla odaklı stratejisi, işçi sınıfıyla bağ kurmayı zorlaştırdı. Fedailer’in iç bölünmeleri (örneğin, Peykar ile ayrışma), solun gücünü daha da azalttı.
  • Fırsatçılık: Mücahitler, demokratik güçlere destekte tereddüt etti, İslamcı hegemonyaya karşı net bir duruş sergileyemedi.

Bölüm 5: Tarihsel ve Teorik Çıkarımlar

İran Devrimi, Marksist-Leninist veya liberal-milliyetçi modellerden farklı olarak, siyasallaşmış ulemanın önderliğinde gerçekleşti. Eşitsiz gelişme örüntüsü uyarınca, Ak Devrim döneminde kırsalın çöküşü ve Tahran’daki gecekondu mahallelerinin oluşumu gibi süreçlerle İran bir “zayıf halka” haline geldi. Ancak, Tudeh’in aşamacı devrim stratejisi, sosyalist devrim perspektifinin eksikliğiyle birleşince İslamcıların hegemonyasına yol açtı. Humeyni’nin liderliği, farklı sınıfların öfkesini birleştirse de devrim sonrası özgürlük ve adalet umutlarını yok etti. Solun, İslamcıların gücünü küçümsemesi ve “liberal burjuva devrimi” yanılsaması, devrimin “çalınmasının” ve İslamcıların bir karşı-devrimi başlatmasının temel nedenlerindendir. İran Devrimi ve karşı-devrimi, din ve siyaset, gelenek ve modernite, yerel kimlik ve küresel güçler arasındaki karmaşık etkileşimlere dair dersler barındırmaktadır.

Sonuç

1979 İran Devrimi, bir halk hareketi olarak başlayıp bir karşı-devrimle teokratik bir istibdada dönüştü. Şah rejiminin çöküşü, geniş bir koalisyonun eseriydi, ancak Humeyni’nin stratejik hamleleri ve solun zafiyetleri, devrimin vaatlerini yok ederek dini bir diktatörlük kurdu. Tudeh’in Ulusal Demokratik Cephe politikası, devrimin tabanda birleşmesini sağlasa da sosyalist devrim stratejisinin eksikliği ve İslamcıların karizmatik liderliğinin küçümsenmesi, solun tasfiyesine yol açtı. Bu trajik tarihsel kesit, devrimlerin “çalınma” riskinin olduğunu göstermektedir.

17 Ekim 2025 Cuma

Erzincan Şûrası: Anadolu'da Bir Sovyet Deneyimi (1916-1918)

MAR

1. Giriş: Tarihsel Bağlam

1917 Rus Devrimi’nin ardından Doğu Anadolu’da ortaya çıkan Erzincan Şûrası, savaşın ve devrimin tetiklediği siyasi çalkantıların ortasında teşekkül etmiş özgün bir siyasi oluşumdur. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kurulan ilk Sovyet tarzı hükümet denemesi olması hasebiyle tarihsel açıdan benzersiz bir vaka teşkil eden “Şûra” (Sovyet), Bolşeviklerin “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin bölgedeki somut bir yansımasıdır. Erzincan Şurası, Rus işgali altında 1916’da başlayan geçici bir yerel yönetimle temellenmiş, ancak fiili bir Sovyet hükümeti olarak 1917 Ekim Devrimi ve Erzincan Mütarekesi (17-18 Aralık 1917) sonrası teşekkül etmiştir. Şura, 1918 başında Osmanlı ordusunun bölgeyi geri almasıyla dağılmıştır. Bu yazıda, Erzincan Şûrası’nın kuruluşuna yol açan koşulları, siyasi ve idari yapısını, karşılaştığı iç ve dış zorlukları ve nihayetinde dağılma sürecini analiz edeceğiz.

2. Kuruluşa Giden Tarihsel Zemin

Erzincan Şûrası’nın oluşumu, belirli tarihsel, askeri ve ideolojik koşulların bir araya gelmesinin bir sonucudur. Bu bölümde, Şûra’nın doğuşunu tetikleyen Kafkas Cephesi’ndeki askeri durum ve Rusya’da yükselen devrimci dalganın, bölgedeki güç dengelerini kökten değiştiren stratejik önemi ele alınacaktır.

2.1. I. Dünya Savaşı ve Kafkasya Cephesi’ndeki Askeri Durum

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun açtığı Kafkas Cephesi, ciddi askeri yenilgilere sahne olmuştur. Özellikle Enver Paşa komutasındaki ordunun Allahuekber Dağları’nda yaşadığı büyük kayıplar, cephedeki dengeyi Çarlık Rusyası lehine çevirmiştir. 20.000’den fazla Osmanlı askerinin çatışmaya dahi giremeden donarak hayatını kaybettiği bu hezimetin ardından, Rus orduları karşı saldırıya geçerek Doğu Anadolu’nun kuzeyini ve Doğu Karadeniz bölgesini hızla ele geçirmiştir. Ancak Rus ilerleyişi, Erzincan’a ulaştığında Dersim (bugünkü Tunceli) halkı ve aşiretlerinin yerel direnişiyle karşılaşmış ve bu direniş, dağınık olmasına rağmen Rus kuvvetlerini durdurmayı başarmıştır. Bu durumun akabinde, geri çekilen Osmanlı Ordusu’na bağlı 28. ve 36. tümenler Dersim’e gelerek burada konuşlanmış, böylece bölgede merkezi otoritenin zayıfladığı ve yerel güçlerin önem kazandığı karmaşık bir askeri tablo ortaya çıkmıştır.

2.2. Rusya’daki 1917 Devrimlerinin Bölgesel Etkisi

Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen Şubat ve ardından Ekim Devrimleri, Kafkasya Cephesi’ndeki Çarlık ordusunun yapısını temelden sarsmıştır. Bolşevik fikirler askerler arasında hızla yayılmış, ordudaki disiplin tamamen bozulmuştur. Askerler, “Devrimci Asker Konseyleri” kurarak askeri hiyerarşiye el koymuş ve Çar yanlısı subayları tutuklamaya başlamıştır. Bu ideolojik dönüşüm, savaşı anlamsız bulan Rus askerlerinin artık sivil halka karşı savaşmak istememesiyle sonuçlanmıştır. Anadolu’daki işgalci ordu, bir savaş gücü olmaktan çıkıp bir devrim odağına dönüşmüştür. Bolşevik liderler, işgal altındaki topraklarda bulunan halkları, “emperyalist savaşa” karşı çıkarak kendi yerel yönetimlerini kurmaları yönünde aktif olarak teşvik etmişlerdir. Bu teşvik, Erzincan Şûrası gibi oluşumların filizlenmesi için gerekli ideolojik zemini hazırlamıştır.

2.3. Erzincan Mütarekesi (17-18 Aralık 1917) ve Stratejik Sonuçları

İktidara gelen Bolşevikler, I. Dünya Savaşı’nı “emperyalist bir paylaşım savaşı” olarak nitelendirerek tüm cephelerde savaşı durdurma kararı almışlardır. Bu politika doğrultusunda, Anadolu’daki 1. Ordu komutanlığı, 17-18 Aralık 1917 tarihlerinde Osmanlı Hükümeti ile Erzincan Mütarekesi’ni imzalamıştır. Bu mütarekenin maddeleri, bölgenin kaderini şekillendirecek stratejik sonuçlar doğurmuştur:

  • Rus Ordularının Çekilmesi: Antlaşma uyarınca, Kızıl Muhafızlar da dahil olmak üzere tüm Rus birliklerinin üç ay içinde Anadolu topraklarından çekilmesi kararlaştırılmıştır.
  • Osmanlı Ordusuna Yönelik Yasak: Antlaşmanın en kritik maddesi, Rus ordusunun boşalttığı bölgelere Osmanlı Ordusu’nun girmesinin yasaklanmasıydı.
  • “Kendi Kaderini Tayin Hakkı”: Bolşeviklerin bu ilkesini Anadolu’da uygulama amacı, Osmanlı’ya karşı yerel hareketleri teşvik ederek Rusya’nın jeopolitik etkisini artırmaktı. Bu yasağın asıl amacı, bölge halklarının Sovyetler Birliği’ne sempati duyan yerel Sovyet hükümetleri kurmasına siyasi ve askeri bir alan açmaktı.

Osmanlı tarafı bu antlaşmaya derin bir şüpheyle yaklaşmıştır. Osmanlı mütareke komisyonu başkanı ve Enver Paşa’nın amcası olan yetkili, “Bu mütareke kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Bu topraklar Osmanlı idaresine geçecektir” diyerek niyetlerini açıkça ortaya koymuştur. Buna rağmen mütarekenin sağladığı bu geçici askeri ve siyasi boşluk, Erzincan Şûrası’nın fiilen kurulması için eşsiz bir fırsat yaratmıştır.

3. Erzincan Şûrası’nın Teşekkülü, Yapısı ve Politikaları

Erzincan Mütarekesi’nin ardından oluşan güç boşluğu, bölgedeki Bolşevik komutanlar ve yerel liderler tarafından hızla doldurulmuştur. Bu bölümde, Şûra’nın kuruluş süreci, çok uluslu etnik kompozisyonu ve bir hükümet olarak uygulamaya koyduğu siyasi, idari ve askeri politikalar incelenecektir.

3.1. Kurucu Aktörler ve Çok Uluslu Temsiliyet

Antlaşmanın hemen ardından Bolşevik komutan Arşak Cemalyan öncülüğünde, bölgedeki Türk, Kürt ve Ermeni ileri gelenleri ile bu uluslardan işçileri bir araya getiren tarihi bir toplantı düzenlenmiştir. Çok uluslu bir temsiliyete dayanan Şûra’nın oluşumunda rol alan kilit figürler şunlardır:

  • Ermeni Temsilciler: Muradov Paşa, Bolşevik ideolojiye yakın bir Ermeni lider olarak, Şûra’nın çok uluslu yapısını birleştirme çabalarında kilit bir figürdü. Ancak, onun liderliği, Türk ve Kürt delegeler arasında Ermeni hegemonyası korkusunu tetikledi.
  • Kürt Temsilciler: Alişer ve Alişan Beyler.
  • Türk Temsilciler: Erzincan Müftüsü.

Erzincan, Bayburt ve Dersim’den seçilen toplam 25 temsilci (Ermeni kaynaklarına göre bu sayı 75’tir) ile Şûra Hükümeti resmen kurulmuştur. Muradov Paşa’nın göreve başlama konuşması, Şûra’nın Bolşevik ideolojiden devşirdiği sınıf temelli, enternasyonalist ve anti-emperyalist söylemi net bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Türkler, Kürtler ve Ermeniler kardeştir. Bizi birbirimize kırdıranlar emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileridir... Bütün Kürt, Ermeni ve Türk emekçileri ve işçileri birleşerek kendi şûramızı kuralım... Lenin ve ordusu bizi destekliyor.”

3.2. Siyasi, İdari ve Askeri Yapılanma

Erzincan Şûrası, Sovyet Rusya’dan aldığı siyasi, askeri ve ekonomik destekle kısa sürede bir iktidar organına dönüşmüştür. Yönetim, Sovyet modelini örnek alarak kapsamlı idari ve yasal düzenlemeler yapmıştır. Hükümetin temel politikaları ve kurduğu teşkilatlar aşağıdaki tabloda özetlenmiştir:

Alan

Uygulama / Kurum

Açıklama

Ekonomi

Kolektif Üretim Çiftlikleri

Sovyetler Birliği’ndeki “Kolhoz” modeline benzer tarımsal üretim birimleri kuruldu.

Toprak Reformu

Toprak Kanunu

Topraksız köylülere toprak dağıtımı yapıldı.

Maliye

Vergi Kanunu

Vergilerin İstanbul Hükümeti yerine Şûra’ya ödenmesi kararlaştırıldı ve vergi miktarları belirlendi.

Askeri

Ordu Teşkilatı

Türk, Kürt ve Ermenilerden oluşan 3.000 kişilik yarı düzenli bir milis ordusu kuruldu.

Güvenlik

Polis ve İstihbarat

500 kişilik bir polis teşkilatı ve istihbarat birimi oluşturuldu.

Hızla kurulan bu düzen hem içeriden gelen etnik gerilimler hem de dışarıdan yönelen askeri ve siyasi tehditlerle kısa sürede yüzleşmek zorunda kalmıştır.

4. İç ve Dış Baskılar: Şûra’nın Zayıflaması

Erzincan Şûrası, kurulduğu andan itibaren hem Osmanlı Hükümeti’nin dış baskıları hem de kendi bünyesindeki etnik ve siyasi gerilimlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu faktörler, Şûra’nın ömrünü kısaltmış ve stratejik zafiyetlerini açıkça ortaya çıkarmıştır.

4.1. Osmanlı Hükümeti’nin Karşı Hamleleri ve Propagandası

Osmanlı Hükümeti, Erzincan Şûrası’nı bir isyan ve işgal uzantısı olarak görmüş ve onu zayıflatmak için iki yönlü bir strateji izlemiştir:

  1. Anti-Komünist Propaganda: İstanbul Hükümeti, muhafazakâr halkı Şûra yönetimine karşı kışkırtmak için “Komünistlerin dinsiz olduğu” tezini etkili bir araç olarak kullanmıştır. Bu propaganda, Cemiyet-i İslamiye gibi muhafazakâr yapılar aracılığıyla yürütülmüştür.
  2. Bölgesel Silahlanma: Osmanlı Hükümeti, Erzincan Şurası’na karşı bölgedeki Müslüman halkı (Türk ve Kürt aşiretlerini) Ermenilere ve Şura yönetimine karşı aktif olarak silahlandırmıştır. Bu strateji, Şura’nın Rus destekli ve Bolşevik ideolojisine dayalı yapısını bir “isyan ve işgal uzantısı” olarak gören Osmanlı’nın, muhafazakâr ve İslamcı söylemlerle yerel halkı mobilize etme çabalarının bir parçasıydı. Bu süreçte Binbaşı Cibranlı Halit Bey gibi figürler, Dersim bölgesindeki yerel aşiretleri Osmanlı saflarına çekmeye çalışmış ve Şura’ya karşı askeri operasyonlar için zemin hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. Halit Bey, Cibran aşiretinin lideri olarak ve Osmanlı subayı kimliğiyle, Osmanlı’nın muhafazakâr propaganda araçlarıyla (örneğin, Cemiyet-i İslamiye gibi yapılar) dolaylı bir uyum içinde hareket ederek Şura’nın bölgedeki etkisini kırmada önemli bir rol oynamıştır.

Bu dış müdahaleler, Şûra’nın kırılgan çok uluslu yapısı içindeki mevcut güvensizlikleri derinleştirmek için tasarlanmış ve büyük ölçüde başarılı olmuştur.

4.2. Etnik Gerilimler ve İttifakların Kırılganlığı

Şûra’nın çok uluslu yapısı, teoride bir güç unsuru iken pratikte en büyük zayıflığı haline gelmiştir. Farklı gruplar arasındaki güvensizlik, ittifakı temelinden sarsmıştır:

  • Türk delegeler, yönetimin Ermeni kökenli Muradov Paşa’nın kontrolüne geçmesinden ciddi rahatsızlık duymuştur. Bu rahatsızlık o kadar ileri gitmiştir ki, Kızıl Muhafızların çekildiği gün İstanbul Hükümeti’ne bağlılıklarını bildirerek 9. Osmanlı Ordusu’nu “Şûra adına” bölgeye davet etmişlerdir.
  • Aynı dönemde Erivan merkezli ayrı bir Ermeni devletinin kurulmuş olması ve bu devletin Sovyetler Birliği’ne karşı savaşması, Şûra içindeki Ermenilerin Bolşeviklere olan bağlılığının sorgulanmasına neden olmuştur.
  • Kızıl Muhafızların bölgeden çekilmesi, farklı etnik gruplar arasındaki hassas dengeyi koruyan ana askeri güvenceyi ortadan kaldırmış, bu durum güvensizliği ve iç bölünmeleri derinleştirmiştir.

4.3. Sovyet Desteğinin Sona Ermesi ve Stratejik İzolasyon

Şûra’nın ayakta kalması, büyük ölçüde Sovyet askeri varlığına ve desteğine bağlıydı. Ancak Erzincan Mütarekesi gereği, Kızıl Muhafızların Şubat 1918 sonuna kadar bölgeden tamamen çekilmesi zorunluydu. Bu çekilme, Şûra’yı askeri olarak savunmasız bırakmıştır. Osmanlı müdahalesinden endişe duyan Şûra yönetimi, Sovyet Rusya’dan askeri yardım talebinde bulunmuştur. Ancak bu talep, iki temel nedenden ötürü karşılıksız kalmıştır: Birincisi, Rusya kendi içinde kanlı bir iç savaşla meşguldü; ikincisi ise Şûra’ya yapılacak bir yardım, Erzincan Mütarekesi’ni ihlal ederek Osmanlı ile yeni bir savaşa yol açma riski taşıyordu. Bu durum, Şûra’yı stratejik bir yalnızlığa itmiş ve çöküşünü hızlandırmıştır.

5. Dağılış Süreci ve Tarihsel Sonuç

İçeriden ve dışarıdan gelen baskılarla giderek zayıflayan Erzincan Şûrası hükümetinin dağılma süreci kaçınılmaz hale gelmiştir. Yönetimin merkezini taşıma kararı, bu çöküşü yavaşlatmaya yetmemiş, askeri müdahalelerle son bulmuştur.

5.1. Hükümet Merkezinin Yeşilyazı’ya Taşınması

Türk delegelerin Osmanlı 9. Ordusu’nu bölgeye davet etmesi, Şûra içinde büyük bir paniğe yol açmıştır. Osmanlı ordusunun ateşkesi tanımayarak bölgeyi işgal edeceği söylentilerinin yayılması üzerine, hükümetin güvenliği ciddi bir tehdit altına girmiştir. Bu tehdit karşısında Dersim delegeleri, hükümet merkezinin Erzincan’da güvende olmadığını belirterek Dersim’e taşınmasını önermiştir. Bu öneri kabul edilmiş ve Şûra hükümetinin merkezi, hem coğrafi olarak daha korunaklı olan hem de demografik destek bulabileceği Ovacık ilçesindeki Yeşilyazı’ya nakledilmiştir. Bu karar, Şûra’nın artık savunmaya çekildiğinin ve kontrolü kaybettiğinin açık bir göstergesiydi.

5.2. Askeri Müdahaleler ve Şûra’nın Sonu

Şûra’nın sonu, Osmanlı Hükümeti’nin askeri operasyonlarıyla gelmiştir. Dağılış süreci kronolojik olarak şu şekilde özetlenebilir:

  • Erzincan’ın Düşüşü (Şubat-Mart 1918): Kızıl Muhafızların Şubat 1918 sonunda çekilmesini fırsat bilen ve Türk delegelerin daveti üzerine harekete geçen Osmanlı ordusu, Sivas üzerinden Erzincan’a girerek ciddi bir direnişle karşılaşmadan kenti ele geçirmiştir. Bu, Şûra’nın ana merkezini ve meşruiyetini kaybetmesi anlamına geliyordu.
  • Yeşilyazı’nın Düşüşü (1918): Hükümetin taşındığı Yeşilyazı’daki yönetim, 1918 başında kısa bir süre varlığını sürdürmeye çalıştı. Ancak Kızıl Muhafızların çekilmesi ve Osmanlı ordusunun Şubat-Mart 1918’de Erzincan’ı geri almasıyla Şûra tamamen dağıldı. 1921’de aynı bölgede Koçgiri İsyanı patlak verdi, ancak bu, Şûra’nın devamı değil, Kürt ulusal hareketinin bir parçasıydı.

5.3. Tarihsel Miras ve Değerlendirme

Erzincan Şûrası, kısa ömrüne rağmen Osmanlı topraklarında kurulan ilk Sovyet hükümeti denemesi olarak tarihte önemli bir yer tutar. Bu olay, sadece yerel bir hareket olmanın ötesinde, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç dinamikleriyle de dolaylı bir ilişkiye sahiptir. Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye gönderilme görevinin, Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış olan bu konsey hareketlerinin sonrasındaki durumu yerinde incelemek ve gerekli önlemleri almak amacını taşıdığı belirtilmektedir. Bu kısa ömürlü deneyim, bölgedeki siyasi ve toplumsal dinamiklerin ne denli karmaşık olduğunu anlamak için de önemlidir.

6. Sonuç

Erzincan Şûrası, I. Dünya Savaşı’nın sonu ve Rus Devrimi’nin yarattığı olağanüstü siyasi ve askeri koşulların doğrudan bir ürünüdür. Yükselişi, devrimci bir dalganın ve “kendi kaderini tayin hakkı” idealinin bir yansımasıdır. Ancak çöküşü, daha öngörülebilir ve klasik tarihsel faktörlerin birleşiminden kaynaklanmıştır: Osmanlı Hükümeti’nin kararlı askeri müdahalesi, Şûra’yı oluşturan Türk, Kürt ve Ermeni unsurlar arasındaki iç etnik ve siyasi bölünmeler ve en önemlisi, varlığını borçlu olduğu stratejik müttefiki olan Sovyet Rusya’nın desteğini çekmesi. Bu kısa ömürlü siyasi deneyim, acımasız jeopolitik gerçekler ve içsel kırılganlıklar karşısında bir işçi iktidarının nasıl dağılabildiğini gösteren önemli ve öğretici bir tarihsel derstir.

Nota Bene:

Binbaşı Cibranlı Halit Bey’in Kimliği ve Erzincan Şurası’ndaki Rolü

Binbaşı (sonradan miralay) Cibranlı Halit Bey (Kürtçe: Xalîd Beg Cibranî, 1882-1925), Osmanlı ordusunda önemli bir Kürt subayıydı. Varto’da doğan Halit Bey, Cibran aşiretinin lideri Mahmud Bey’in oğluydu. Aşiret Mektebi’nde eğitim aldıktan sonra Harp Okulu ve Erkan-ı Harbiye’yi bitirerek subay oldu. I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’nde Ruslara karşı mücadele etti ve Cibran Süvari Alayı’nı komuta ederek “Ruslara kök söktüren kişi” olarak ünlendi. Savaş sonrası dönemde Kürt ulusal bilincinin güçlendiği bir ortamda, 1921’de Erzurum’da Azadi (Kürdistan İstiklal Cemiyeti) adlı gizli örgütü kurdu ve liderliğini üstlendi. Azadi, Kürt bağımsızlığını hedefleyen seküler ve modern bir örgüttü; aşiret reisleri, subaylar, aydınlar ve din adamlarından oluşan heterojen bir yapıya sahipti. Örgüt, Erzurum, Diyarbakır, Van, Siirt gibi şehirlerde şubeler kurmuş, gizli yeminler ve hücre tipi örgütlenme ile faaliyet göstermişti.

Erzincan Şurası’nın Yıkılışındaki Rolü

Erzincan Şurası, I. Dünya Savaşı sırasında 1916’da Rus işgali altında Doğu Anadolu’da kurulan kısa ömürlü bir Bolşevik-sosyalist oluşumdu. Rus Devrimi’nin etkisiyle yerel Ermeni, Türk ve Kürt unsurların öncülüğünde örgütlendi; amacı Sovyet tarzı bir yönetim kurmaktı. Şûra, Osmanlı’ya ve bölgedeki geleneksel yapılara karşıydı, ancak iç çekişmeler ve dış baskılarla zayıfladı.

Cibranlı Halit Bey’in rolü, bu Şûra’nın yıkılışında stratejik ve diplomatik bir konumda yer almasıdır:

  • Askeri Katkı: Savaş sırasında (1915-1916), Rus birliklerinin Erzincan’dan çekilmesiyle Osmanlı ordusu bölgeye harekât düzenledi. Halit Bey, komuta ettiği Kürt Süvari Alayı ile Osmanlı kuvvetlerine destek verdi. Bu alay, iki koldan ilerleyen Osmanlı ordusunun sol kanadını güçlendirdi ve Şûra’nın askeri direnişini kırmada etkili oldu. Amacı, Ermeni ve Rus destekli Sovyet örgütlenmelerini dağıtmak ve Osmanlı kontrolünü yeniden sağlamak idi.
  • Diplomatik Rol: Erzincan Şurası’na karşı Osmanlı ordusunun harekâtı sırasında, Halit Bey, Osmanlı adına stratejik ve diplomatik bir rol üstlendi. Rus ve Ermeni destekli Şûra’nın sosyalist yapısına karşı, Dersim bölgesindeki yerel aşiretleri Osmanlı saflarına çekmek için çalıştı. Bu dönemde Azadi örgütü henüz kurulmamıştı (Azadi, 1921’de kuruldu). Halit Bey, Cibran aşiretinin lideri olarak ve Osmanlı subayı kimliğiyle, Osmanlı’nın muhafazakâr propaganda araçları (örneğin, Cemiyet-i İslamiye gibi yapılar) ile dolaylı bir uyum içinde, Şûra’nın genişlemesini engelledi ve Ovacık’taki Osmanlı idari yapısının yeniden kurulmasına katkıda bulundu. Bu çabalar, Osmanlı’nın bölgedeki kontrolü yeniden sağlamasında etkili oldu.
  • Sonuç: Halit Bey’in alayı ve diplomatik girişimleri, Şûra’nın yıkılmasında kilit unsurlardan biriydi; Osmanlı zaferi, bölgedeki Kürt aşiretlerini de mobilize etti.

Halit Bey Hangi Tarafın Yanında Çalıştı?

Halit Bey, bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu tarafında çalıştı. Azadi örgütü henüz kurulmamıştı (1921’de kuruldu), ancak Halit Bey’in askeri kariyeri Osmanlı ordusuna bağlıydı. Kürt kökenli bir subay olarak, Rus ve Ermeni işgaline karşı Osmanlı’yı destekledi; amacı hem imparatorluğun bütünlüğünü korumak hem de Kürt aşiretlerini (Cibran gibi) güçlendirmekti. Savaş sonrası Kemalist harekete (TBMM’ye) kısa süre katıldı (Erzurum Kongresi’ne davet edildi), ancak Kürt özerkliği talepleri reddedilince Azadi üzerinden Kürt bağımsızlıkçı bir çizgiye evrildi. 1925 Şeyh Said İsyanı’nda Azadi’nin lideri olarak isyanın ideolojik ve örgütsel öncüsü oldu, ancak 20 Aralık 1924’te (bazı kaynaklarda 24 Aralık) tutuklandığı için fiziksel olarak katılmadı; 15 Nisan 1925’te idam edildi.

Bu rol, Halit Bey’in Osmanlı’dan Kemalist döneme geçişteki karmaşık konumunu gösterir: Başlangıçta sadık bir Osmanlı subayı, sonradan Kürt ulusalcılığının öncüsü. Kaynaklar, onun seküler ve stratejik vizyonunu vurgular; örneğin, Azadi’nin yemin ritüelleri ve hücre yapısı, modern bir örgütlenme örneğidir.

16 Ekim 2025 Perşembe

Davranışlarımızın Kökeni | Serol Teber

Özet

Bu yazı, Dr. Serol Teber'in "Davranışlarımızın Kökeni" adlı eserinden alınan kesitleri sentezleyerek, insan davranışının kökenlerine dair temel argümanları ve bilimsel kanıtları özetlemektedir. Eser, davranışları diyalektik materyalist bir çerçevede ele alarak, konuyu metafizik ve idealist yorumlardan arındırmayı ve doğa bilimlerinin bütünlüğü içinde açıklamayı amaçlamaktadır. Temel çıkarımlar dört ana eksende toplanabilir:

1. Materyalist ve Evrimsel Temel: Davranış, soyut bir "ruh"un ürünü değil, evrenin ve canlılığın evrimsel sürecinin bir sonucudur. İnsanın evrimi, jeolojik zamanlardan modern insana uzanan fosil kayıtları ve anatomik özelleşmelerle (iki ayak üzerinde durma, elin gelişimi, beyin hacminin artması) kanıtlanan somut bir süreçtir. Davranış bilimleri, bu maddi temelden koparılarak anlaşılamaz.

2. Dinamik ve Öğrenen Beyin: İnsan beyni ve sinir sistemi statik bir yapı değildir. Pawlow'un şartlı refleksler ve iki sinyal sistemi (doğrudan duyusal algıyı içeren 1. Sinyal Sistemi ve dili/soyut düşünceyi içeren 2. Sinyal Sistemi) kuramı, öğrenmenin ve bilincin fizyolojik temelini oluşturur. Bellek, RNA gibi moleküler mekanizmalarla kodlanan ve sinaptik bağlantıların değişimiyle pekişen dinamik bir süreçtir. Son araştırmalar, beynin yaşam boyu yeni sinir hücreleri üretebildiğini ve yapısının çevresel uyaranlara göre şekillendiğini göstermektedir.

3. Toplumsal Belirleyicilik ve Üretim: Hayvan topluluklarında dahi "kültür" olarak nitelendirilebilecek öğrenilmiş davranışlar (örneğin, Koshima adası maymunlarının patates yıkaması) mevcuttur ve bu davranışlar çevre koşullarına sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanlaşma sürecindeki niteliksel sıçrama, hayvanlardaki "toplama" eyleminden insanın "üretim" eylemine geçişidir. Modern insan davranışını ve onun patolojilerini anlamak için üretim, üleşim ve tüketim ilişkileri dikkate alınmalıdır.

4. Yabancılaşma ve Davranış Bozuklukları: Kapitalist üretim ilişkileri altında emek, ürününe ve kendine "yabancılaşır". Bu süreç, insanın doğa ve toplumla sağlıklı bütünleşmesini engeller, duyularını köreltir ve onu nesnelerin egemenliği altına sokar. Teber'e göre, nevroz ve şizofreni gibi modern psikiyatrik bozuklukların temelinde bu yabancılaşma sürecinin yarattığı yoğun korku ve çatışma yatar. Bu durum, Pawlow'un "deneysel nevroz" modelinde gözlemlenen, beynin uyarım ve inhibisyon süreçleri arasındaki dengenin bozulmasıyla fizyolojik olarak açıklanabilir.

1. Felsefi ve Bilimsel Çerçeve: Diyalektik Materyalist Yaklaşım

Teber, insan davranışını incelerken temel bir felsefi duruşu benimser. Bu duruş, metafizik ve idealist açıklamaları reddederek, olguları doğa bilimlerinin bütünlüğü ve diyalektik materyalist perspektifle açıklamayı hedefler.

a) Bilimin Sınıfsal Niteliği ve Bilimsel Yöntemin Önemi

• Bilimin Kökeni: Bilim, insanın doğayı tanıma, kavrama ve kendi gereksinimleri doğrultusunda değiştirme zorunluluğundan doğmuştur.

• Sınıfsal Dönüşüm: Başlangıçta tüm insanlığın ortak malı olan bilim, sınıfların ortaya çıkışıyla egemen sınıfların emrine girmiş ve geniş halk kitlelerinin yeterince yararlanamadığı, hatta bazı durumlarda onlara karşı kullanılan bir araç haline gelmiştir.

• Yöntemin Rolü: Beynin üretici olabilmesi için bilgiden daha önemli olan şey "bilimsel yöntem"dir. Yöntem olmadan beyin, bilgileri sadece depolayan bir "ayaklı kütüphane" olur, üretemez.

b) Materyalizm ve Metafizik Arasındaki Temel Ayrım

Davranışı açıklama çabaları, varlığın doğasına verilen cevaba göre iki ana kampa ayrılır:

Düşünce Sistemi

Temel Argümanlar

Materyalizm

- Doğanın ve maddenin öncelikli olduğunu savunur.

- Düşünce ve kavramlar, dış dünyanın canlı beyne yansımasıyla oluşur.

- Nesneler, bilincimizden bağımsız olarak mevcuttur.

- Karl Marx'tan alıntı: "İnsanların varlığını tayin eden şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini tayin eden sosyal varlıklarıdır."

Metafizik

- Doğayı tanrısal bir gücün yarattığını savunur.

- Düşüncelerimiz ve kavramlarımız bu gücün eseridir.

- Maddi dünya, sadece duyularımızda şekillenir.

İlk insanlar, doğa karşısındaki çaresizlikleri ve pratik bilgilerinin kısıtlılığı nedeniyle dinsel-metafizik inançlar geliştirmiştir. Örneğin, Trobriand adası yerlileri, tehlikeli açık deniz avcılığında büyü ve ayinlere başvururken, güvenli göl balıkçılığında bunlara ihtiyaç duymazlar. Bu, metafiziğin ussal şaşkınlığın "sonucu" olduğunu, "nedeni" olmadığını gösterir.

c) Doğa Bilimlerinden Doğan Yeni Mantık: Diyalektik

Orta Çağ’da kilise tarafından baskılanan bilim, burjuvazinin devrimci döneminde yeniden yükselmiş, ancak bu ilerleme formel metafizik düşünceyle çelişkiye düşmüştür. Buharlı makine, canlı hücre ve enerjinin dönüşüm yasaları gibi buluşlar, yeni bir düşünce tarzını zorunlu kılmıştır: Diyalektik Materyalizm.

• Modern Fiziğin Katkısı: Modern fizik, diyalektik materyalizmi zenginleştirmiş ve doğrulamıştır.

    ◦ Max Planck: Kuantum teorisi ile enerjinin kesintisiz bir dalga değil, "paketçikler" (kuantumlar) halinde sıçrayarak yayıldığını göstermiştir. Bu, "niceliksel birikimlerin niteliksel sıçramalara" dönüşmesi ilkesinin bir örneğidir.

    ◦ Albert Einstein: Madde ve enerjinin birliğini (E=mc²), zaman ve uzayın göreliliğini ve hareket halindeki madde ile durgun madde arasındaki farkları ortaya koymuştur. "Sıcak bir demir parçası soğuk bir demir parçasından daha ağırdır."

• Çelişkinin Rolü: Doğadaki hareketin kökenini uyum değil, "karşıtlık ve çelişki" oluşturur. Süreçler, karşıtlıklar ve çelişki barındırır ve evrim, bu çelişkilerin bir üst düzeyde çözülmesiyle gerçekleşir.

• Felsefeden Psikolojiye: Psikoloji de felsefe gibi, beyni "ana sevgisi", "dua etme" gibi ayrı merkezlerin bir yığını olarak gören metafizik yaklaşımlardan, bütüncül ve diyalektik materyalist görüşlere doğru evrilmiştir.

2. İnsanın Evrimsel Kökeni

Davranışın kökenini anlamak için jeolojik zamanlara uzanan bir evrimsel yolculuk gereklidir.

a) Jeolojik Zaman ve Fosil Kayıtları

• Zaman Çizelgesi: İnsanın atalarının evrimi, Üçüncü ve Dördüncü jeolojik zamanlarda gerçekleşmiştir.

    ◦ İlk Memeliler: ~70-60 milyon yıl önce

    ◦ İlk Maymunlar: ~50 milyon yıl önce

    ◦ İnsan ve Maymun Soylarının Ayrılması: ~20-30 milyon yıl önce

    ◦ Homo Sapiens'in Ataları: ~10-12 milyon yıl önce

• Anahtar Fosiller:

    ◦ Australopithecus Africanus (Güney Maymunu): Maymun ile insan arasındaki kayıp halka olarak kabul edilir. Beyin hacmi şempanzeden farklı olmasa da, diş-çene yapısı insana benzer ve iki ayak üzerinde yürüyebilmektedir. Alet yapıp kullandığı ve bir "Kemik-Boynuz-Diş" kültürü oluşturduğu saptanmıştır.

    ◦ Pitekantropus Erectus (Java Adamı): 900 cm³ beyin hacmiyle özelleşmiş bir insan türüdür. Ateşi bulup eti pişirerek yediği bilinir.

    ◦ Pekin Adamı: Java Adamı'ndan daha gelişmiş (1100 cm³ beyin hacmi) ve Homo Sapiens'in atası olduğu düşünülen türdür.

b) Evrimsel Süreçteki Temel Organsal Özelleşmeler

İklim değişikliğiyle tropikal ormanların azalması, maymun atalarımızı ağaçlardan inerek savanlarda yaşamaya zorlamıştır. Bu yeni koşullar, bir dizi yapısal özelleşmeyi tetiklemiştir:

• Hareket Sistemi: İki ayak üzerinde durma (bipedalizm), omurganın, leğen kemiğinin ve kasların bu duruşa göre yeniden şekillenmesini gerektirmiştir. Ön ayaklar yürüme işlevinden kurtularak alet kullanmak için özelleşmiş ve "maymun pençesi, bilinçli insan eline" dönüşmüştür. Başparmağın gelişimi bu süreçte kritik bir rol oynamıştır.

• Çene ve Diş Yapısı: Avcılık ve etoburlukla birlikte proteinli beslenmeye geçiş ve ateşin bulunmasıyla besinlerin pişirilmesi, çiğneme organlarına olan ihtiyacı azaltmış, çenenin küçülmesine yol açmıştır.

• Beyin Gelişimi: Dik duruşla birlikte ense kaslarının yapısının değişmesi, arka kafa (beyincik) bölgesinin gelişmesine olanak tanımıştır. Küçülen çene kasları, beynin daha serbestçe şekillenmesine imkân vermiştir.

• Görme ve Koku Duyuları: Avlanma ve savunma ihtiyacı, gözlerin yüzün önüne kayarak üç boyutlu (hacimli) görmeyi sağlamasını gerektirmiştir. Buna karşılık, koku duyusu gerilemiştir.

• Toplumsallaşma: Savunması zor savanlarda yaşamak, toplumsallaşma gereksinimini yoğunlaştırmıştır. Toplumdan yalıtılan bir canlı ("Kurt Çocuk" örnekleri gibi), konuşma ve yürüme gibi en temel insani yeteneklerini yitirir.

c) Beynin Evrimi ve Nöroplastisite

Beynin gelişimi statik bir program değil, dinamik bir süreçtir.

• Gelişimsel Dinamikler: Embriyonik gelişim sırasında sinir sistemini oluşturan hücrelerin göçü, iç (beyin dokusu, beyin sıvısı) ve dış (çevre dokular) dirençlerin etkileşimiyle şekillenir.

• Yaşam Boyu Gelişim: Yakın yıllara kadar sinir hücrelerinin sayısının doğumdan sonra sabit kaldığı sanılıyordu. Ancak Altman'ın araştırmaları, yaşam boyunca merkez sinir sistemindeki santral kanal duvarlarından yeni sinir hücrelerinin çoğalabildiğini ve beyin yarımkürelerine göç ettiğini kanıtlamıştır.

• Çevresel Etkinin Kanıtı: Krech-Ronzweig'ın deneyi, bu tezi destekler niteliktedir. Yeterli besin ve toplumsal ilişki içinde yaşayan (zenginleştirilmiş ortam) tavşanların beyin kabuğunun, yalıtılmış bir kafeste yaşayanlara oranla çok daha kalın ve iyi geliştiği saptanmıştır. Bu, "dış dünya ve toplumsal uyarımlar olmadan, Sinir Sisteminin ve Beynin gelişmesinin olası olmadığı" gerçeğini ortaya koyar.

3. İçgüdüden Davranışa: Sosyal Yaşam ve İletişim

İçgüdüler sabit ve değişmez değildir, sosyal öğrenme ve çevre koşullarıyla şekillenen dinamik yapılar olduğunu hayvan topluluklarından örneklerle görelim.

a) Hayvan Topluluklarında Sosyal Öğrenme ve "Kültür"

• Koshima Adası Maymunları: Japonya'daki Kırmızı Yüzlü maymunlar üzerinde yapılan uzun süreli gözlemler, "kültür"ün hayvanlarda da var olabildiğini göstermiştir.

    1. Patates Yıkama: 1953'te "İmo" adlı genç bir dişi maymun, kumlu patatesleri derede yıkayarak yeme davranışını icat etmiştir.

    2. Yayılım: Bu yeni davranış, önce İmo'nun oyun arkadaşlarına, sonra annesine ve kolonideki diğer genç maymunlara yayılmıştır. Yaşlı erkekler ise bu yeniliğe direnç göstermiştir.

    3. Gelişim: Davranış zamanla dere suyundan deniz suyuna geçmiş, hatta bazı maymunlar patatesleri tuza batırır gibi yiyerek davranışı geliştirmiştir.

    4. Yeni İcat: Daha sonra aynı grup, kumla karışık buğday tanelerini suya atarak kumu ayıklamayı öğrenmiştir. Bu eylem, iki elleri dolu olduğu için onları iki ayak üzerinde yürümeye zorlamıştır.

• Şempanzelerde Alet Kullanımı ve Ritüel:

    ◦ Avcılık ve Aletler: Lawick-Goodall'ın Tanzanya'daki gözlemleri, şempanzelerin kurak mevsimde avcılaştığını, aletler kullandığını (karıncalar için sopa, su içmek için yapraktan sünger) ve avlarını paylaştığını ortaya koymuştur.

    ◦ "Yağmur Dansı": Kurak mevsimin bitip yağmurların başlamasıyla şempanzeler, "yağmur dansı" adı verilen ritüelistik kutlama törenleri düzenlerler. Bu, insanın mevsimsel ve dinsel törenlerinin (Paskalya, hasat şenlikleri) evrimsel kökenlerine işaret eder.

b) Canlılar Arası İletişim Yöntemleri

Toplumsallaşma, üyeler arasında bir haberleşme sistemi gerektirir. Bu sistem, insan öncesi canlılarda üç ana grupta incelenir:

İletişim Türü

Açıklama ve Örnekler

Cinsel İşaretler

Vücudun belirli bölgelerindeki renklenmeler (örneğin, babunların kırmızı arka kısımları, Meerkatze maymunlarının mavi/kırmızı cinsel organları), duruşlar ve hareketlerle cinsel isteği veya sosyal hiyerarşideki konumu belirtir. Bu işaretler, insan kültüründe güç, bereket ve koruma simgelerine (fallik semboller, muskalar, korkuluklar) dönüşmüştür.

Mimik ve Yüz İfadeleri

Maymunlar, karmaşık duygusal durumları (tehdit, korku, sevinç, dikkat çekme) yüz ifadeleriyle aktarırlar. Örneğin, dudakların şapırdatılması bir dostluk ve sevinç belirtisidir. Harlow'un toplumdan yalıtılmış maymun yavruları üzerine yaptığı deneyler, bu mimiksel yeteneklerin gelişimi için sosyal etkileşimin mutlak zorunluluğunu göstermiştir. Yalıtılmış yavrular, otizmli çocuklara benzer şekilde anormal, tekrarlayıcı davranışlar sergilerler.

Sesli İşaretler

Maymunlar, tehlike, sosyal çağrı gibi durumlar için farklı frekanslarda sesler çıkarırlar. Bu ses repertuvarı, içinde yaşanılan sosyal gruba ve çevreye ("diyalekt" farklılıkları) göre değişir. Ploog'un beyin stimülasyonu deneyleri, beynin belirli bölgelerinin (özellikle limbik sistem) uyarılmasıyla spesifik seslerin üretilebildiğini göstermiştir.

Bu iletişim biçimleri, Pawlow'un 1. Sinyal Sistemi'ne (doğrudan, somut işaretler) karşılık gelir. İnsan dilini ve soyut düşünceyi içeren 2. Sinyal Sistemi ise niteliksel bir sıçramayı temsil eder.

4. Belleğin Biyokimyasal Temelleri

Bellek, soyut bir "ruh"un özelliği değil, somut biyokimyasal süreçlere dayanan fizyolojik bir işlevdir.

• Bellek ve Limbik Sistem: Alkoliklerde görülen Korsakoff sendromu gibi bellek bozuklukları üzerine yapılan çalışmalar, hafıza işlevinin beyindeki limbik sistem ve özellikle hipokampus ile yakından ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu bölgelerdeki hasarlar, özellikle yeni bilgileri öğrenme ve kısa süreli belleği uzun süreli belleğe aktarma (pekiştirme) yeteneğini bozar.

• Belleğin Moleküler Mekanizması: RNA'nın Rolü:

    ◦ Planarya Deneyleri: Yassı solucanlar (planarya) üzerinde yapılan deneyler, belleğin kimyasal olarak aktarılabileceğine dair kanıtlar sunmuştur. Şartlandırılmış (bir şey öğrenmiş) bir planarya, şartlandırılmamış bir yamyam planarya tarafından yendiğinde, yamyam planarya öğrenilmiş davranışı daha hızlı kazanır. Bu, bilginin bir molekül aracılığıyla aktarıldığını düşündürmüştür.

    ◦ RNA Enjeksiyonu: McConnell, şartlanmış planaryalardan izole ettiği RNA'yı, şartlanmamış planaryalara enjekte ederek öğrenilmiş davranışı aktarmayı başarmıştır.

• Hücresel Düzeyde Öğrenme:

    ◦ Hyden'in Araştırmaları: Hyden, belirli bir görevi (ince bir tele tırmanma) öğrenen farelerin, bu görevle ilgili sinir hücrelerinde (denge çekirdeklerindeki Deiters hücreleri) hem RNA miktarının arttığını hem de RNA'nın baz diziliminin (niteliksel olarak) değiştiğini göstermiştir.

    ◦ Nöron-Glia Birliği: Bu değişim sadece sinir hücresinde (nöron) değil, onu çevreleyen destek hücrelerinde de (glia) gözlemlenmiştir. Bu bulgu, nöron ve glianın öğrenme ve bellek süreçlerinde işlevsel bir bütün olarak çalıştığını ortaya koymuştur.

• Sinaptik Plastisite: Öğrenme, aynı zamanda sinir hücreleri arasındaki bağlantıların (sinapslar) güçlenmesini ve yeni bağlantıların kurulmasını içerir. Beyin, gereksinimlere yanıt olarak sürekli kendini yeniden yapılandırır.

5. Biyolojik Ritimler: Uyku ve Biyolojik Saat

Canlılar, evrenin ritmik döngüleriyle (gece-gündüz, ayın evreleri) uyum içinde çalışan içsel biyolojik saatlere sahiptir.

a) Biyolojik Saat

• Kökeni: Canlılığın ilk ortaya çıkışından beri fiziksel dünyanın ritimleri, hücrelerin moleküler belleğine (DNA/RNA) kazınmıştır.

• Örnekler:

    ◦ Ateş böceklerinin ayın belirli evrelerinde çiftleşmesi (Kolomb'un Amerika'yı keşfederken gördüğü ışıkların kaynağı).

    ◦ Bitkilerin 24 saatlik döngülerle yapraklarını açıp kapaması (Mimoza).

    ◦ İnsanlarda vücut ısısı, nabız, kan basıncı gibi fizyolojik işlevlerin günlük (sirkadiyen) ritimler göstermesi.

• Düzenleyici Mekanizmalar: Yüksek memelilerde bu ritimler hipotalamus, limbik sistem, pineal bez ve çeşitli hormonlar aracılığıyla düzenlenir. Temel dış uyaran ise ışıktır.

b) Uyku

Uyku, pasif bir dinlenme hali değil, aktif ve karmaşık fizyolojik süreçleri içeren temel bir biyolojik ritimdir.

• Uykunun Evreleri: Uyku, iki ana döneme ayrılır:

    1. Yavaş Uyku (Non-REM): Beyin dalgalarının yavaşladığı, kasların gevşediği ve bedenin onarıldığı derin uyku dönemidir.

    2. Paradoksal Uyku (REM - Rapid Eye Movement): Beyin aktivitesinin uyanıklığa benzediği, ancak kasların tamamen gevşek (atoni) olduğu dönemdir. Hızlı göz hareketleri bu dönemin en belirgin özelliğidir.

• Düşler ve REM Uykusu: Görülen düşlerin yaklaşık %95'i bu dönemde gerçekleşir. REM uykusu sırasında erkeklerde ve kadınlarda fizyolojik cinsel uyarılma (ereksiyon vb.) gözlemlenir, ancak bu durum düşlerin cinsel içeriğiyle doğrudan ilişkili olmak zorunda değildir.

• Pawlow'un İnhibisyon Kuramı: Pawlow'a göre uyku, beyin kabuğuna yayılan genel bir inhibisyon (bastırma) sürecidir. Düşler ise bu genel inhibisyon dalgası içinde aktif kalan "uyanık hücre adacıkları" tarafından oluşturulur.

6. Sentez: Toplumsal Varlık Olarak İnsan ve Yabancılaşma Sorunu

Tüm biyolojik ve evrimsel verileri toplumsal bir çerçevede sentezleyerek modern insanın davranış sorunlarına odaklanalım.

a) Pawlow'un Sinyal Sistemleri ve Bilincin Evrimi

• 1. Sinyal Sistemi: Hayvanlar ve insanlarda ortak olan, dış dünyadan gelen somut, duyusal sinyallere (görüntü, ses, koku) dayalı sistemdir.

• 2. Sinyal Sistemi: Sadece insana özgü olan, "sinyallerin sinyalleri" yani kelimeler, dil ve soyut düşünceye dayalı sistemdir. Bu sistem, insanın doğadan niteliksel olarak kopuşunu ve bilincin en üst düzeyini temsil eder.

Evrimsel olarak en son gelişen yapı 2. Sinyal Sistemi olduğu için, hastalık, yorgunluk, korku ve baskı durumlarında ilk bozulan da bu sistemdir. Bu durumda, daha ilkel olan 1. Sinyal Sistemi'nin (içgüdüsel eğilimler) kontrolü artar. Egemen sınıfın kitleleri kontrol altında tutmak için din gibi araçlarla yaydığı korku, bu fizyolojik mekanizma üzerinden özgür ve yaratıcı düşünceyi (2. Sinyal Sistemi) baskılar.

b) Toplama'dan Üretim'e: İnsanlaşmanın Başlangıcı

Hayvanlar doğadan toplarken, insan doğayı değiştirerek üretir. Bu niteliksel sıçrama, insanlaşma sürecinin başlangıcıdır. İnsan davranışını anlamak için üretim, üleşim ve tüketim ilişkileri dikkate alınmalıdır.

c) Yabancılaşma: Ürünün Üreticiye Egemenliği

• Tanım: Yabancılaşmış emek koşullarında (kapitalizm), insanın ürettiği ürünler kendi kontrolünden çıkar ve onun karşısına yabancı, egemen bir güç (sermaye, fetişleşmiş metalar) olarak dikilir.

• Sonuçları: Bu süreç, insanın kendine, emeğine, diğer insanlara ve doğaya yabancılaşmasına yol açar. Duyuları körelir; sahip olduğu, tükettiği şeyler kadar var olur.

• Yabancılaşma ve Akıl Hastalıkları: Yabancılaştığını ve "hiçleştiğini" sezen ancak kurtuluş yolunu bulamayan birey, yoğun bir korku ve güçsüzlük hisseder. Batı toplumlarında akıl hastalıkları, alkolizm ve uyuşturucu bağımlılığındaki artışta yabancılaşmanın payı vardır.

Sonuç olarak, insanın evrimsel mirası ve biyolojik yapısı inkâr edilmeden, davranışlarının eninde sonunda içinde yaşadığı toplumsal koşullar ve üretim ilişkileri tarafından şekillendirildiği anlaşılmaktadır. İnsanlığın bir sonraki evrimsel sıçraması, yabancılaşmanın aşılması ve insanın kendi ürettiği dünyaya yeniden egemen olmasıyla mümkün olacaktır.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]