Mahmut
Boyuneğmez
“Geçmişte bir arada yaşamış, şimdi bir
arada yaşama inancında, istek ve kararında olan; aynı vatan ve o
vatanın maddi ve manevî değerlerine sahip çıkan; aralarında din, dil, kültür,
tarih ve duygu birliği olan insanların oluşturduğu toplum.”[1]
Ulus’un bu tanımında sorunlu yanlar bulunuyor.
Halklar tarih boyunca iç içe
geçmiş ve kaynaşmıştır. Ulusları tanımlamakta ve birbirinden ayırt etmede
kullanılan dil, din, etnisite, tarih ve gelenek gibi parametreler ise, ulusları
betimlemede yetersizdir. Örneğin, Amerikalılar, Avustralyalılar ve Yeni
Zelandalılar ilk dil olarak İngilizceyi konuşmakla beraber, kendilerini
“İngiliz milleti”nin üyeleri olarak görmezler. İsviçre toplumunda Fransızca,
Almanca ve İtalyanca konuşulmaktadır. Kuzey İrlanda’da aynı dili konuşan
insanlar dini saflar (Protestan ve Katolik) halinde ayrışır.[2] Türkiye’de birçok
halk/etnisite var olmasına karşın, hepsinin bir ve aynı “milleti” oluşturduğu
öne sürülür vb… Burada önemli olan “milli kimliğin”, dinsel inanç ve “ırk”
birliği, abartma ve uydurmanın işlevsel olduğu ortak bir tarih anlayışı gibi
unsurlarla zihinlerde oluşturulduğunun görülmesidir. Geçmiş zaferlerin,
kurtuluş günlerinin, “milli” liderlerin askeri başarılarının hatırlatıldığı
belirli özel günlerin saptanması ve bu günlerde törenlerin düzenlenmesi,
okullardaki eğitim süreci, vatanseverlik duygusuyla yüklü edebi eserlerin
okunmasının teşviki de yine “milli kimliğin” oluşumuna katılır.
Öyleyse uluslar bir
tarihsel-toplumsal gerçeklik değil de “hayali cemaatler” midir?.. Ulusların
oluşumunda ve varlıklarını yeniden üretmelerinde, ulus bilincinin önemi
yadsınamaz. Yani bir ülkedeki insanlar topluluğunun bir ulusu oluşturması için,
her gün yeniden üretilmesi gereken bir “milli kimlik” ve “milli bilinç”
gereklidir. Fakat bu durum, bu insanlar topluluğunun toplumsal gerçeklik olarak
var olmadıkları anlamına gelmez.
Bize göre uluslar, ulus-devletlerden
ayrı olarak incelenemez. Ulus, özünde bir ülke ölçeğinde siyasal iktidara
bağlı insan topluluğudur. Ülkeler ölçeğinde insanların siyasal iktidara
bağlılıkları ve bağlanmaları, ideolojik hegemonya kapsamındaki “milli” olarak
adlandırılan kültürel değerlere, fikirlere ve duygulara sahip olmaları
üzerinden sağlanır. “Ulusal” ya da “milli” değerlerin, duygulanımların,
davranış kalıplarının ve fikirlerin işlevi, kapitalist siyasal iktidarın
yeniden üretimine katılmak, bu iktidarın sürdürülmesini sağlamaktır.
Özetle, uluslar, insan
toplulukları olarak vardır ve belirli bilinç biçimleri ile kimliklere sahip
olunarak var olurlar. Kendileri “hayali” değildir, fakat oluşumları ve her gün
yeniden üretilmeleri için ideolojik düşünce, duygu ve davranış kalıplarına
gereksinimleri vardır. Bir ülkedeki siyasal iktidara bağlanmayı sağlayan
başlıca ideolojik kümelenme, ulus bilincidir. Ulus günümüzde, kapitalist
devletin siyasal egemenliği altında yaşayan insan topluluğudur. Gelecekte ise,
sosyalist devlete bağlanan üreticilerden oluşacak toplumu anlatır.
[2] Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler; Bir Giriş, s.
197-198
Ulus kavramı, burjuva demokratik devrim sürecinin yani anti feodal mücadelenin bir ürünüdür. Kapitalizmin gelişimine bağlı olarak ortaya çıkan ortak pazar, değişik toplulukları(kabile-aşiret-boy vb.) bir araya getirerek onların ulus olarak ortaya çıkmasını sağlayan temel unsurdur. Uluslaşmanın bu doğal ve demokratik süreci Aydınlanmanın da bir parçasıdır. Çünkü feodal kulluk pozisyondan, vatandaşlık statüsüne gelmek bir ilerleme ve aydınlanmadır. Bu nedenlerle; kapitalizm öncesi herhangi bir uluslaşma sürecinden bahsedilemez. Ayrıca ulus kavramı burjuvazinin tarifleri içerisinde de aranmaz. Daha da önemlisi; uluslasma süreci eğer proletarya hareketi tarafından değil emperyalist tarafından yönetiliyor ise eğer uluslasma demokratik içeriğini kaybederek önce milliyetçiliğe, giderek ırkçılığa ve fasizme dönüşecektir. Bu nedenle ulusların kaynaşması ve aralarındaki çiftlerin yıkılması gerekmektedir. Bunu da yapacak olan proletarya hareketidir. Selamlar..
YanıtlaSil