MAR
Özet
2017
yılı verilerine dayanan DİSK-AR’ın raporuna göre, Türkiye işçi sınıfı adeta
ekonomik bir kıskaca hapsolmuş durumdadır. Yarısından fazlası kiracı olan,
dörtte biri asgari ücretin dahi altında gelire talim eden ve her iki işçiden
birinin "her an işsiz kalabilirim" korkusuyla yaşadığı bu tablo,
emeğin ne kadar değersizleştirildiğini açıkça göstermektedir. Kadınların
eğitimli olmalarına rağmen daha kötü koşullarda sömürüldüğü, çocuklu hanelerin
yoksulluk sınırında debelendiği ve sosyal yaşamın sadece televizyon izlemekten
ibaret kaldığı bu durum, işçinin sadece emeğinin değil; barınma hakkının,
geleceğinin ve insanca yaşam umudunun da elinden alındığı içler acısı bir sınıf
gerçeğini gözler önüne sermektedir.
DİSK-AR’ın
2017 verileri, Türkiye işçi sınıfının sadece ekonomik değil, sosyal ve
psikolojik olarak da bir "kuşatılmışlık" içinde olduğunu
kanıtlamaktadır. Sınıfın yarısından fazlasının (%53,5) kiracı olması ve asgari
ücretin altında gelire sahip olanların oranının %28,9’u bulması, barınma ve
beslenme gibi en temel insani ihtiyaçların/hakların bile birer lüks haline
geldiğini göstermektedir. Bu ekonomik sefalete, işyerlerindeki yapısal
güvencesizlik eşlik etmektedir; her iki işçiden birinin yaşadığı "her an
işsiz kalabilirim" korkusu, sermayenin işçi üzerindeki en büyük terör
mekanizmasıdır. Türkiye’de iş kapısını açan anahtar, kişinin mesleki becerisi
değil, sahip olduğu sosyal çevredir. İşe girişlerin %54 oranında tanıdık
vasıtasıyla gerçekleşmesi, işçiyi bir birey olmaktan çıkararak, kendisini işe
sokan 'torpil' ağlarına (siyasi ya da cemaat ağları gibi) veya patronun lütfuna
göbekten bağlamakta ve bağımlı kılmakta, bu durum sınıfsal köleliği kalıcı hale
getirmektedir.
İşçiler,
uzun çalışma saatleri nedeniyle ailelerine zaman ayıramazken (%42,4), maruz
kaldıkları siyasi görüş ve etnik köken ayrımcılıkları çalışma barışını
dinamitlemektedir. Kadın işçiler ise bu sömürü sarmalının en ağır yükünü
taşımakta; erkeklerden daha yüksek eğitim seviyesine sahip olmalarına rağmen,
vasıflarının altında, daha düşük ücretle ve %25’e varan cinsiyet ayrımcılığıyla
çalıştırılmaktadır. Aile yapısının "çift gelirli" modele zorunlu
dönüşümü, tek maaşla geçinmenin imkansızlaştığı bir hayatta kalma
stratejisidir.
Tüm
bu ağır sömürü koşullarına rağmen, Türkiye işçi sınıfının sınıf bilinci ve
örgütlülük düzeyi içler acısı bir durumdadır. İşçilerin %37’si kendisini hiçbir
sınıfa ait hissetmezken, nesnel olarak işçi olanların önemli bir kısmının
kendini "orta sınıf" olarak tanımlaması (muhtemelen sınıf bilinci
olmadığından “gelir durumumda orta halliyim, öyleyse orta sınıftayım” şeklinde
düşünülmektedir), kimliksel bir savrulmaya işaret etmektedir. Sendikal hakları
"çok önemli" bulanların oranının %20’nin altında kalması ve
grev/toplu sözleşme bilincindeki zayıflık, kolektif direnç mekanizmalarının
felç olduğunu göstermektedir. Sosyal yaşamın televizyon izlemek ve sosyal
medyada vakit öldürmek gibi pasif eylemlere sıkışması ise işçinin entelektüel
ve kültürel gelişiminin de sermaye tarafından gasp edildiğinin, sınıfın sadece
fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da bir çöküşe sürüklendiğinin açık
resmidir.
Öyleyse
ne yapmalı ve nasıl yapmalı? Yazımızın sonunda buna değiniyoruz.
1.0
Giriş
Bu
rapor, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi
(DİSK-AR) tarafından 2017 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir saha
araştırmasının bulgularını analiz etmektedir. Çalışmanın temel amacı,
Türkiye'deki işçi sınıfının sosyo-demografik yapısını, çalışma koşullarını, iş
memnuniyetini, sınıf aidiyetini ve sosyal yaşamını bütüncül bir bakış açısıyla
ortaya koymaktır. Rapor, 2018 ekonomik krizi öncesi döneme dair kritik bir
anlık görüntü sunarak, dönemin emek piyasasının temel dinamiklerini ve
işçilerin günlük yaşam gerçeklerini anlamak için zengin bir veri seti
sağlamaktadır. Bu analiz, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu yapısal sorunları
ve bu sorunların bireysel ve kolektif tutumlar üzerindeki yansımalarını
incelemektedir.
Raporun
ilerleyen bölümlerinde, ilk olarak analizin temelini oluşturan araştırmanın
metodolojik çerçevesi sunulacaktır. Ardından, işçi sınıfının demografik
portresi, hane yapısı ve barınma koşulları gibi temel yaşam göstergeleriyle
çizilecektir. Takip eden bölümlerde, istihdam türleri, sosyal güvence, iş bulma
kanalları ve ayrımcılık gibi somut çalışma koşulları mercek altına alınacaktır.
Bu nesnel koşulların işçilerin memnuniyet, kaygı ve beklentilerine nasıl
yansıdığı incelendikten sonra, kolektif örgütlenme mekanizması olan sendikalara
bakış ve temel hak bilinci değerlendirilecektir. Rapor, sınıf aidiyeti ve
bilinci gibi kritik konuları ele aldıktan sonra, sınıf içi önemli bir
farklılaşma ekseni olan toplumsal cinsiyet dinamiklerini ve kadın işçilerin özgün
deneyimlerini detaylandıracaktır. Son olarak, işçilerin iş dışı yaşam
pratikleri ve sosyo-kültürel faaliyetleri incelenerek bütüncül bir portre
tamamlanacaktır.
Bu
genel çerçevenin ardından, analizin temelini oluşturan araştırma metodolojisine
geçebiliriz.
2.0
Araştırmanın Metodolojisi
Bu
raporda sunulan verilerin güvenirliği ve geçerliliği, analizin dayandığı
DİSK-AR araştırmasının titizlikle oluşturulmuş metodolojik çerçevesine
dayanmaktadır. Araştırmanın bilimsel altyapısı, elde edilen sonuçların doğru
yorumlanması ve genellenebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu
bölüm, araştırmanın künyesini ve metodolojik detaylarını özetleyerek bulguların
dayandığı temeli ortaya koymaktadır.
Araştırmanın
metodolojik özellikleri aşağıda özetlenmiştir:
• Yürütücü
Kurumlar: Araştırma, DİSK Araştırma Merkezi (DİSK-AR) tarafından
planlanmış, saha çalışması IPSOS Sosyal Araştırmalar Enstitüsü tarafından
yürütülmüştür.
• Saha
Çalışması Tarihi: Veri toplama süreci, 29 Eylül - 23 Kasım 2017
tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.
• Örneklem
Büyüklüğü: Raporun analizleri, kamu görevlileri (memurlar) hariç
tutularak belirlenen 1924 ücretli çalışandan elde edilen verilere
dayanmaktadır.
• Evren: Araştırmanın
evrenini, Türkiye'de 15 yaş ve üzerindeki tüm işçiler oluşturmaktadır.
• Coğrafi
Kapsam: Örneklem, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) İstatistiki Bölge
Birimleri Sınıflandırması (İBBS) 1 düzeyindeki 12 bölgeyi ve bu bölgelerdeki 30
ili temsil edecek şekilde tasarlanmıştır.
• Veri
Toplama Yöntemi: Veriler, anketörler tarafından tablet kullanılarak
yüz yüze görüşme tekniğiyle (CAPI - Computer Assisted Personal Interviewing)
toplanmıştır.
• Hata
Payı: Araştırma, yaklaşık olarak %95 güven düzeyinde +/- 2,2 hata
payına sahiptir.
Bu
metodolojik temeller ışığında, araştırmadan elde edilen verilerle çizilen
Türkiye işçi sınıfının sosyo-demografik portresinin incelenmesine geçilebiliriz.
3.0
Türkiye İşçi Sınıfının Sosyo-Demografik Portresi
Bu
bölümde, Türkiye'deki işçi sınıfının demografik yapısı ve temel yaşam
koşullarına ilişkin temel veriler analiz edilmektedir. Hane yapısı, barınma
koşulları ve gelir durumu gibi göstergeler, işçilerin ekonomik ve sosyal
gerçekliğini anlamak için temel bir zemin oluşturmaktadır. Sonraki bölümlerde
incelenecek olan çalışma koşulları, memnuniyet düzeyleri ve kanaatler, bu temel
zemin üzerinde şekillenmektedir.
Hane
Yapısı ve Aile Büyüklüğü
Araştırma
bulgularına göre, işçi hanelerinin ortalama büyüklüğü 3,54 kişidir. Bu oran,
Türkiye genelindeki 3,4'lük ortalama hanehalkı büyüklüğü ile paralellik
göstermektedir. Hanede çalışan sayısı ise ortalama 2,49 olarak tespit
edilmiştir. Bu durum, özellikle kentsel alanlarda tek gelirli aile modelinden
çok gelirli modellere doğru bir geçişin yaşandığına işaret etmektedir. İşçi
ailelerin geçimi için aile bireylerinden 2-3 kişinin (ebeveynlerin her iki ve
bazen bir çocuk daha) çalışması gerekmektedir.
Ancak
bu ortalamalar, bölgesel farklılıklar incelendiğinde önemli ölçüde
değişmektedir. Özellikle Doğu bölgelerinde ortalama hane büyüklüğü 4,6 kişiye
yükselirken, hanedeki istihdam oranı genel ortalamanın (%70) oldukça altına
düşerek %56'da kalmaktadır. Daha kalabalık hanelerde daha az sayıda kişinin
çalışması, bu bölgelerdeki işçi haneleri üzerinde ciddi bir ekonomik baskı
yaratmaktadır. Araştırmaya katılan işçilerin %35,6'sı çocuk sahibi olduğunu
belirtmiş olup, çocuk sahibi olanlar arasındaki ortalama çocuk sayısı ise
2,05'tir.
Konut
Sahipliği ve Barınma Koşulları
Barınma,
işçi hanelerinin en temel yaşam maliyetlerinden birini oluşturmaktadır ve konut
sahipliği oranı, ekonomik güvencenin önemli bir göstergesidir. Araştırma,
işçilerin önemli bir barınma kriziyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
İşçilerin %56’sı konut sahibi değilken, bu oran Türkiye genel ortalaması olan
%41’in oldukça üzerindedir.
Bu
tablonun en çarpıcı sonucu ise kiracı oranlarındaki makastır. Türkiye genelinde
kiracı oranı %24,4 iken, işçiler arasında bu oran iki katından fazlasına
çıkarak %53,5’e ulaşmaktadır. Bu durum, ücret gelirinin önemli bir kısmının
barınma maliyetlerine ayrılması anlamına gelmekte ve işçi hanelerinin ekonomik sefaletini
artırmaktadır. Düşük gelir gruplarında konut sahipliği oranlarının daha da
gerilemesi, barınma krizinin sınıfsal bir nitelik taşıdığını açıkça
göstermektedir.
Ücret
ve Gelir Durumu
2017
yılı verilerine göre işçilerin aylık net gelir dağılımı, sınıfın karşılaştığı
ekonomik zorlukların boyutunu ortaya koymaktadır. Araştırma bulgularına göre,
işçilerin %28,9’u 1400 TL’den daha az ücret alırken, %22,9’u 1401-2000 TL
arasında ücret almaktadır. Bu veriler, 2017 yılı için net 1.404 TL olarak
belirlenen asgari ücret düşünüldüğünde, işçilerin dörtte birinden fazlasının
asgari ücretin dahi altında bir gelirle yaşamak zorunda kaldığını
göstermektedir. İşçilerin yarısından fazlasının (%51,8) 2000 TL'nin altında bir
gelirle geçinmesi, dönemin açlık ve yoksulluk sınırları verileriyle
birleştiğinde, büyük bir çoğunluğun temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamakta dahi
zorlandığı, kalıcı bir ekonomik sefalet içinde olduğu sonucunu doğurmaktadır.
İşçilerin
demografik ve temel yaşam koşulları portresini çizdikten sonra, şimdi bu
koşulların şekillendiği çalışma hayatının somut dinamiklerine ve istihdam
gerçeklerine odaklanabiliriz.
4.0
Çalışma Koşulları ve İstihdam Gerçekleri
Bu
bölümde, Türkiye işçi sınıfının karşılaştığı somut çalışma koşulları mercek
altına alınmaktadır. İstihdam türlerinden sosyal güvenceye, iş bulma
kanallarından işyerinde yaşanan ayrımcılığa kadar geniş bir yelpazede sunulan
veriler, işçilerin günlük hayatını ve gelecek kaygılarını doğrudan etkileyen
yapısal sorunları gözler önüne sermektedir. Bu bulgular, emek piyasasının
güvencesizlik ve enformellik üzerine kurulu yapısını net bir şekilde ortaya
koymaktadır.
İstihdam
Türü ve Güvence Durumu
Araştırma,
istihdam güvencesi konusunda çelişkili bir tablo sunmaktadır. İşçilerin
%79,7'si kendisini "düzenli/kadrolu" bir işte çalışıyor olarak
tanımlasa da, bu tanımın tek başına güvence anlamına gelmediği açıktır.
Nitekim, işçilerin %20,4'ü "düzensiz, geçici, taşeron veya kiralık
işçi" gibi doğrudan eğreti istihdam biçimlerinde çalıştığını
belirtmektedir. Bu durum, kadrolu çalışmanın dahi iş güvencesi sağlamadığı,
güvencesizliğin çalışma yaşamının geneline yayılan bir norm haline geldiğini
göstermektedir.
Sosyal
güvenceye erişim de benzer bir soruna işaret etmektedir. İşçilerin %79,9'u
işyerinde sigortalı olarak çalıştığını belirtse de, sigortasızlık belirli
gruplar için kronik bir sorundur:
• Genç
işçiler (15-19 yaş): Bu yaş grubunda sigortasız çalışma oranı %40,6'ya
ulaşarak endişe verici bir boyuta ulaşmaktadır.
• Doğu
bölgeleri: Bu bölgelerde sigortalı çalışma oranı %57,2'ye kadar
düşmekte, bu da kayıt dışılığın coğrafi bir yoğunlaşma gösterdiğini ortaya
koymaktadır.
İş
Bulma Kanalları
İş
bulma sürecinde kullanılan yöntemler, işgücü piyasasının ne kadar formel veya
enformel mekanizmalarla işlediğini gösterir. Araştırma sonuçları, enformel
ağların ezici üstünlüğünü ortaya koymaktadır. İşçilerin %54,1'i işlerini
"arkadaşlar, tanıdıklar" aracılığıyla bulduğunu belirtmiştir. Buna
karşılık, kamu istihdam kurumu olan İŞKUR'un rolü %5,3 gibi oldukça sınırlı bir
oranda kalmıştır. Bu tablo, işgücü piyasasında liyakat ve kurumsal mekanizmalar
yerine kişisel ilişkiler ağının (bunun içerisinde cemaat türü çıkar örgütleri
de bulunmaktadır) belirleyici olduğuna işaret etmektedir.
Sektörel
ve Mesleki Yoğunlaşma
İşçilerin
en yoğun olarak istihdam edildiği faaliyet alanları sırasıyla; imalat (%21,5), toptan
ve perakende ticaret (%10,6) ve konaklama ve yiyecek
hizmetleri (%8,2) sektörleridir. Mesleki dağılım ise eğitim düzeyiyle
yakından ilişkilidir:
• Lise
altı eğitimliler: "Zanaatkarlar ve ilgili işlerde
çalışanlar" ile "nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar"
gruplarında yoğunlaşmaktadır.
• Yüksek
öğrenimliler: "Profesyonel meslek mensupları" ile
"teknisyen, tekniker ve yardımcı profesyonel meslek mensupları"
gruplarında yer almaktadır.
Bu
ayrışma, eğitim düzeyinin işçilerin mesleki hiyerarşideki yerini belirlemede
kritik bir rol oynadığını göstermektedir.
İşyerinde
Ayrımcılık Deneyimleri
İşyerinde
ayrımcılık, çalışma barışını ve işçilerin psikolojik sağlığını tehdit eden
önemli bir sorundur. Araştırma, işçilerin en sık maruz kaldığı ayrımcılık
türlerini şöyle sıralamaktadır:
• Siyasi
görüş ve düşünce: %14,0
• Etnik
köken/din/mezhep/inanç: %13,2
• Cinsiyet: %9,7
Ayrımcılık
deneyimleri yaş gruplarına göre farklılaşmaktadır. Genç işçiler arasında
"yaş" ayrımcılığı öne çıkarken, 35-54 yaş grubunda en yaygın
ayrımcılık nedeni olarak "siyasi görüş" belirtilmiştir. Bu bulgular,
işyerlerinin farklı kimlik ve görüşlere karşı hoşgörü düzeyinin düşük olduğunu
ve bunun işçiler üzerinde bir baskı unsuru oluşturduğunu göstermektedir.
İşçilerin
fiili çalışma koşullarını detaylandırdıktan sonra, bu koşulların onların iş
memnuniyeti, gelecek algıları ve genel kanaatleri üzerindeki yansımalarının
inceleneceği sonraki bölüme geçebiliriz.
5.0
İş Memnuniyeti, Kaygılar ve Beklentiler
Bu
bölümde, önceki bölümde ele alınan somut çalışma koşullarının, işçilerin
psikolojik ve öznel deneyimlerine nasıl yansıdığı analiz edilmektedir. İşten
duyulan memnuniyet, memnuniyetsizliğin gerekçeleri ve işçilerin temel
kaygıları, onların sadece ekonomik değil, aynı zamanda ruhsal durumlarını ve
geleceğe bakışlarını anlamak için kritik göstergeler sunmaktadır. Bu veriler,
işçi sınıfının günlük yaşamındaki gerilimleri ve beklentileri ortaya
koymaktadır.
Genel
İş Memnuniyeti
Araştırma
sonuçları, ilk bakışta çelişkili bir tablo sunmaktadır. İşçilerin %76,9'u genel
olarak işinden memnun olduğunu belirtmektedir. Ancak bu yüksek oran, daha
spesifik konulardaki düşük memnuniyetle belirgin bir tezat oluşturmaktadır.
Örneğin, ücretten memnuniyet oranı %54'e, çalışma saatlerinden memnuniyet oranı
ise %58,2'ye düşmektedir. Bu çelişki, genel memnuniyetin "kötünün
iyisi" olarak nitelendirilebilecek bir durumu yansıttığını göstermektedir.
Raporun da işaret ettiği gibi, "işsizliğin yoğun olduğu bir ortamda iş
bulmuş olmak başlı başına bir memnuniyet kaynağıdır." (“Buna da şükür”
düşüncesi bu ortamda yeşermektedir). Dolayısıyla, bu genel memnuniyet, somut
koşulların olumlu olmasından ziyade, yüksek işsizlik tehdidi altında bir işe
sahip olmanın getirdiği göreli bir tatmin olarak yorumlanmalıdır.
Memnuniyetsizliğin
Temel Nedenleri
İşlerinden
memnun olmayan işçilere bunun nedenleri sorulduğunda, ekonomik sorunların ezici
bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. İşten memnun olmamanın en başta gelen
gerekçesi, %78,5 ile "düşük ücret"tir. Ücret sorunu, işçi sınıfının
en temel ve yaygın sorun alanı olmaya devam etmektedir. Düşük ücreti takip eden
diğer önemli memnuniyetsizlik nedenleri ise "uzun çalışma saatleri",
"iş güvencesinin olmaması/işi kaybetme endişesi" ve "işçi
sağlığı ve güvenliğinin yetersiz olması" gibi çalışma yaşamının temel
yapısal sorunlarıdır.
Temel
Kaygılar ve Tutumlar
İşçilerin
çalışma yaşamına dair temel kanaatleri ve kaygıları, onların kırılganlığını ve
gelecek beklentilerini ortaya koymaktadır:
• İş
Kaybetme Korkusu: "Her an işimi kaybetme korkusu yaşıyorum"
ifadesine katılanların oranı %50,5 gibi endişe verici bir düzeydedir. Bu korku,
iş güvencesinin ne kadar zayıf olduğunun en net göstergesidir. Korku, özellikle
güvencesiz koşullarda çalışanlarda daha da yoğunlaşmaktadır; sigortasız
işçilerde bu oran %57,6'ya, sendikasız işçilerde ise %52,9'a çıkmaktadır.
• İş-Yaşam
Dengesi: İşçilerin %42,4'ü "işim nedeniyle aileme ve kendime
yeteri kadar zaman ayıramıyorum" ifadesine katıldığını belirtmektedir. Bu
bulgu, uzun ve düzensiz çalışma saatlerinin işçilerin sosyal ve aile yaşamını
olumsuz etkilediğini, iş-yaşam dengesinin kurulamadığını göstermektedir.
• Girişimcilik
İsteği: "Yakın gelecekte kendi işimi kurmak istiyorum" diyen
işçilerin oranının %43 olması, ücretli çalışmanın getirdiği tatminsizlik ve
güvencesizliğe karşı bir alternatif arayışının ne kadar yaygın olduğunu
göstermektedir. Bu durum, mevcut çalışma koşullarından bir kaçış arzusunu
yansıtmaktadır.
İşçilerin
bireysel memnuniyet ve kaygılarını inceledikten sonra, kolektif bir mekanizma
olan sendikalara ve sendikal haklara bakış açılarının ele alınacağı bir sonraki
bölüme geçiş yapabiliriz.
6.0
Sendikalaşma ve Sendikal Haklara Bakış
Bu
bölümde, işçi sınıfının kolektif örgütlenme ve hak arama mekanizmalarıyla olan
ilişkisi incelenmektedir. Sendikalaşma oranları, sendikalara yönelik algılar ve
temel sendikal hakların önemine dair tutumlar, işçilerin kolektif eylem
potansiyeli, hak bilinci ve örgütlenmenin önündeki engeller hakkında önemli
ipuçları sunmaktadır. Bu analiz, işçilerin bireysel kaygılarının ötesinde,
kolektif çözümlere ne ölçüde yaklaştıklarını anlamamızı sağlamaktadır.
Sendikalaşma
Durumu ve Üye Olmama Gerekçeleri
Araştırma,
Türkiye'de sendikalaşma oranlarının genel olarak düşük olduğunu teyit
etmektedir. Sendikaya üye olmayan işçilere bunun nedenleri sorulduğunda,
örgütlenmenin önündeki hem yapısal hem de bireysel engeller açıkça
görülmektedir. En sık belirtilen gerekçeler şunlardır:
• "İşyerinde
sendika olmaması": Bu yanıt, sendikal örgütlenmenin işyerlerine
ulaşmadaki yapısal zorluklarını göstermektedir.
• "Gerek
duymama": İşçilerin bir kısmının sendikaların rolünü ve faydasını
görmediğini veya sendikalara karşı bir ilgisizlik içinde olduğunu ortaya
koymaktadır.
• "Patrondan
çekinme": Bu gerekçe, sendikalaşmanın önündeki en önemli
engellerden biri olan patron baskısı ve işini kaybetme korkusunun varlığını
doğrulamaktadır.
Sendikal
Haklara İlişkin Bilinç Düzeyi
Araştırmanın
en dikkat çekici bulgularından biri, temel sendikal haklara ilişkin bilinç
düzeyinin zayıflığıdır. Sendikaya üye olma, toplu iş sözleşmesi yapma ve grev
hakkını "çok önemli" olarak değerlendirenlerin oranı %20'nin altında
kalmaktadır. Daha da endişe verici olan, işçilerin yaklaşık dörtte birinin bu
temel hakları "önemsiz" veya "hiç önemli değil" olarak
görmesidir. Bu durum, hak bilincindeki erozyona ve kolektif mücadele
kültüründeki zayıflamaya işaret etmektedir.
Sendikaların
Performansına Yönelik Algılar
İşçilerin
sendikaların performansına yönelik değerlendirmeleri, beklentileri ve
eleştirileri hakkında önemli veriler sunmaktadır. İşçiler, sendikaları en
yetersiz buldukları alanları şöyle sıralamaktadır:
• "Siyasi
iktidarın politikaları üzerinde etkili olmak" (%45,2 yetersiz)
• "Çalışanların
daha iyi ücret almaları" (%46 yetersiz)
Bu
bulgular, işçilerin sendikalardan hem makro politikalar düzeyinde hem de temel
ekonomik kazanımlar konusunda daha etkin bir rol beklediğini göstermektedir.
Buna karşılık, sendikaların en başarılı bulunduğu alanlar ise "işçi
sağlığı ve güvenliği" ve "iş güvencesini güçlendirmek" olmuştur.
Bu algı, sendikaların koruyucu ve güvence sağlayıcı işlevlerinin işçiler
tarafından daha fazla takdir edildiğini, ancak temel ekonomik ve politik etki
alanlarında zayıf kaldıklarının düşünüldüğünü ortaya koymaktadır.
İşçilerin
kolektif örgütlenme ile ilişkisini analiz ettikten sonra, kendilerini toplumsal
yapıda nasıl konumlandırdıklarını ve sınıf aidiyeti duygularını inceleyen
bölüme geçilebiliriz.
7.0
Toplumsal Sınıf Aidiyeti ve Sınıf Bilinci
Bu
bölümde, raporun en kritik bulgularından biri olan işçi sınıfının sınıf
aidiyeti ve bilinci analiz edilmektedir. İşçilerin kendilerini toplumsal
sınıflar hiyerarşisinde nasıl gördükleri, hangi sınıfa ait hissettikleri ve bu
aidiyeti nasıl tanımladıkları, onların sosyal ve politik tutumlarını anlamak
için temel bir göstergedir. Bulgular, sınıf kimliğinin karmaşık, zayıf ve
çelişkili bir yapı sergilediğini ortaya koymaktadır.
Sınıf
Aidiyeti Duygusu
"Kendinizi
herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissediyor musunuz?" sorusuna verilen
yanıtlar, sınıf kimliğinin ne kadar zayıf olduğunun altını çizmektedir.
İşçilerin sadece %37'si bir toplumsal sınıfa ait olduğunu hissederken, eşit
oranda (%37) bir kesim herhangi bir sınıfa ait hissetmediğini belirtmiştir.
Geriye kalan %26'lık kesim ise bu konuda fikrinin olmadığını veya cevap
vermediğini ifade etmiştir. Bu tablo, işçilerin yarısından fazlasının kendisini
belirli bir sınıf kimliği içinde tanımlamadığını, bu durumun da sınıf
bilincinin ve farkındalığının düşük olduğuna işaret ettiğini göstermektedir.
Kendini
Tanımlama Biçimleri
Kendisini
bir toplumsal sınıfa ait hissedenler arasında dahi, "işçi sınıfı"
kimliği baskın değildir. Bu gruptaki işçilerin %42,5'i kendini "işçi
sınıfı" olarak tanımlarken, %36'sı "orta sınıf" olarak
tanımlamıştır. "İşçi" olarak çalışan bireylerin dahi kendilerini
"orta sınıf" olarak tanımlama eğilimi, "işçi" kimliğinin
benimsenmesindeki tereddütleri ve orta sınıfa yönelik aspirasyonel (özentiye
dayalı) bir yönelimi ortaya koymaktadır. Bu durum, "işçi" kelimesine
atfedilen olumsuz anlamlardan kaçınma ve daha yüksek bir sosyal statü
arayışıyla açıklanabilir.
Sınıf/Katman
Aidiyeti
İşçilere
doğrudan seçenekler ("üst sınıf", "orta sınıf", "işçi
sınıfı", "alt sınıf") sunulduğunda, tablo daha da
netleşmektedir. Bu durumda "işçi sınıfı" (%36,7) ve "orta
sınıf" (%37,3) yanıtları neredeyse başa baş çıkmıştır. Bu bulgu, nesnel
olarak işçi sınıfına mensup olan önemli bir kesimin, öznel olarak kendisini
orta sınıfta konumlandırdığını doğrulamaktadır.
Sınıf
algısının ekonomik koşullarla ne kadar yakından ilişkili olduğu da açıkça
görülmektedir. Aylık ücret arttıkça, kendini "orta/üst sınıf" olarak
tanımlayanların oranı (%51,6'ya kadar) artarken, "işçi/alt sınıf"
olarak tanımlayanların oranı (%30,5'e kadar) azalmaktadır. Bu durum, sınıf
aidiyeti üretim ilişkilerindeki konumla belirlense de, gelir düzeyi ve yaşam
tarzı gibi faktörlerin aidiyet hissini ve bilincini şekillendirmede
önemli olduğunu göstermektedir.
Sınıf
aidiyeti ve aidiyet hissine dair tabloyu sunduktan sonra, sınıf içi önemli bir
farklılaşma ekseni olan toplumsal cinsiyetin çalışma yaşamındaki rolünün ve
etkilerinin inceleneceği bölüme geçebiliriz.
8.0
Çalışma Yaşamında Toplumsal Cinsiyet Dinamikleri
Bu
bölümde, işçi sınıfı içindeki toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve kadın
işçilerin özgün deneyimleri analiz edilmektedir. Aile modelindeki dönüşümden
ücret farkına, mesleki ayrışmadan sendikal katılıma kadar birçok alanda kadın
ve erkek işçiler arasındaki farklılıkları ortaya koymak, sınıfın homojen bir
yapı olmadığını ve içsel farklılaşmalar barındırdığını göstermektedir. Bu
analiz, sınıfın bütüncül bir resmini çizmek için toplumsal cinsiyet
perspektifinin zorunluluğunu vurgulamaktadır.
Aile
Modelindeki Dönüşüm
Araştırmanın
en çarpıcı ve önemli sonuçlarından biri, Türkiye işçi sınıfı ailesinde yaşanan
yapısal dönüşümdür. Geleneksel olarak erkeğin ailenin tek geçindiricisi olduğu
modelden, her iki ebeveynin de çalıştığı "çift gelirli" (dual-earner)
aile modeline doğru belirgin bir geçiş yaşanmaktadır. Bu dönüşümün en somut
kanıtı, işçi hanelerinde ortalama 2,5 kişinin çalışıyor olmasıdır.
Kadın
ve Erkek İşçilerin Profillerinin Karşılaştırılması
Kadın
ve erkek işçilerin profilleri karşılaştırıldığında, toplumsal cinsiyete dayalı
eşitsizlikler net bir şekilde görülmektedir:
|
Kriter |
Kadın
İşçi |
Erkek
İşçi |
Analiz |
|
Eğitim
Seviyesi |
Daha
yüksek |
Daha
düşük |
Kadınların
eğitim seviyeleri daha yüksek olmasına rağmen... |
|
Vasıflarına
Uygun İş |
%23'ü
vasfına uygun olmadığını düşünüyor |
%11'i
vasfına uygun olmadığını düşünüyor |
...eğitimlerine
uymayan işlerde çalışma oranları erkeklerin iki katından fazladır. |
|
Mesleki
Yoğunlaşma |
Hizmet
ve satış elemanı (%33,5), büro hizmetleri (%15,3) |
Zanaatkarlar,
tesis/makine operatörleri |
Kadınlar
"kadın işi" olarak görülen, genellikle daha güvencesiz ve düşük
ücretli hizmet sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. |
|
Sendikalaşma |
Daha
düşük |
Daha
yüksek |
Kadınların
istihdam biçimleri ve ailevi sorumlulukları gibi nedenlerle sendikal
süreçlere katılımı daha sınırlıdır. |
Cinsiyete
Dayalı Ayrımcılık ve Ücret Farkı
Kadın
işçilerin maruz kaldığı ayrımcılık, çalışma yaşamındaki eşitsizliğin en somut
yüzünü oluşturmaktadır. Kadın işçilerin %13,7'si doğrudan cinsiyetlerine dayalı
ayrımcılık yaşadığını belirtmiştir. Bu orana medeni durum ve çocuk sahibi olma
gibi faktörlere dayalı ayrımcılıklar da eklendiğinde, her dört kadın
işçiden birinin cinsiyet temelli bir ayrımcılığa maruz kaldığı
görülmektedir.
Ücret
eşitsizliği de bu ayrımcılığın bir diğer boyutudur. Kadınların %13,6'sı, aynı
işi yaptıkları erkek meslektaşlarından daha düşük ücret aldıklarını ifade
etmiştir. Bu durum, "eşit işe eşit ücret" ilkesinin pratikte ne kadar
yaygın bir şekilde ihlal edildiğinin ve cinsiyete dayalı ücret farkının bir mit
değil, somut bir gerçeklik olduğunun kanıtıdır.
Çalışma
hayatının zorluklarını ve dinamiklerini inceledikten sonra, işçilerin iş dışı
zamanlarını nasıl geçirdiklerini ve sosyal yaşam pratiklerini ele alan son
bölüme geçiş yapabiliriz.
9.0
İş Dışında Yaşam: Sosyal ve Kültürel Faaliyetler
Bu
bölümde, işçilerin çalışma saatleri dışındaki yaşamlarına odaklanılarak,
sosyo-kültürel profilleri tamamlanmaktadır. İş dışı zamanın nasıl
değerlendirildiği, hangi sosyal faaliyetlere ne sıklıkla katılım gösterildiği
gibi veriler, işçilerin yeniden üretim süreçleri, dinlenme biçimleri ve
kültürel birikimleri hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Bulgular, uzun
çalışma saatleri ve düşük gelirlerin sosyal yaşama katılımı ciddi şekilde
kısıtladığını ortaya koymaktadır.
Sosyal
Faaliyet Tercihleri
Araştırma
sonuçlarına göre, işçilerin en sık gerçekleştirdiği sosyal faaliyetler,
genellikle pasif, düşük maliyetli ve ev merkezli aktivitelerdir. Bu durum,
işçilerin sosyal yaşam pratiklerinin ekonomik ve zamansal kısıtlarla
şekillendiğini göstermektedir:
• En
Sık Yapılan Faaliyetler: Listenin başında "televizyon
izleme" (%50 sık sık) ve "sosyal medyada zaman
geçirme" (%44 sık sık) yer almaktadır. Bu faaliyetler, erişimi
kolay ve maliyetsiz olmaları nedeniyle öne çıkmaktadır.
• En
Nadir Yapılan Faaliyetler: Buna karşılık, aktif katılım ve kültürel birikim
gerektiren faaliyetlerin yapılma sıklığı oldukça düşüktür. "Kitap
okuma" (%8 sık sık) ve "sinema, tiyatro, konser gibi
sanatsal faaliyetlere katılma" (%7 sık sık) gibi aktiviteler,
işçilerin büyük bir çoğunluğu için nadiren gerçekleştirilen veya hiç yapılmayan
faaliyetler arasında kalmaktadır.
Bu
tablo, uzun ve yorucu çalışma saatlerinin ardından işçilerin dinlenmek ve
yeniden enerji toplamak için daha pasif yöntemlere yöneldiğini göstermektedir.
Aynı zamanda, düşük ücretler, kültürel ve sanatsal etkinliklere katılımın
önünde önemli bir ekonomik engel teşkil etmektedir.
Spor
Taraftarlığı
Sosyal
kimliğin önemli bir parçası olarak futbol takımı taraftarlığı, işçiler arasında
oldukça yaygındır. En çok desteklenen takımlar sırasıyla Galatasaray,
Fenerbahçe ve Beşiktaş'tır. Bu üç büyük takım, işçilerin büyük çoğunluğunun
taraftarlık kimliğini oluşturmaktadır. Taraftarlık tercihleri, İstanbul, Ege,
Marmara gibi farklı bölgelere göre anlamlı farklılıklar göstermekte ve yerel
kimliklerle iç içe geçmektedir.
İşçilerin
sosyal yaşam pratiklerini de ele alarak genel portreyi tamamladıktan sonra, tüm
bu bulguları bir araya getirerek sentezleyen sonuç bölümüne geçilebiliriz.
10.0
Sonuç ve Sentez
Bu
rapor, DİSK-AR tarafından 2017 yılında gerçekleştirilen kapsamlı alan
araştırmasının verilerine dayanarak Türkiye işçi sınıfının sosyo-ekonomik
durumu, çalışma koşulları ve temel eğilimleri üzerine bütüncül bir analiz
sunmuştur. Araştırma bulguları, 2017 itibarıyla Türkiye işçi sınıfının
çelişkili bir tablo sergilediğini ortaya koymaktadır. Bir yanda, yüksek
işsizlik tehdidi altında, düşük ücretli, güvencesiz ve uzun çalışma saatlerine
dayalı ağır koşullarda bir varoluş mücadelesi verirken; diğer yanda zayıf bir
sınıf bilinci, düşük bir kolektif örgütlülük düzeyi ve sendikal haklara karşı
mesafeli bir duruş sergilemektedir. Bu tablo, ekonomik yoksulluğun/kırılganlığın
ve güvencesizliğin, kolektif bir hak arama bilincine dönüşmek yerine bireysel
kaygıları ve hayatta kalma stratejilerini derinleştirdiğini göstermektedir.
Raporun
temel bulguları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
1. Ekonomik
Sefalet ve Barınma Krizi: İşçilerin yarıdan fazlasının (%53,5) kiracı
olması ve %56’sının konut sahibi olmaması, barınmanın sınıfsal bir krize
dönüştüğünü göstermektedir. Düşük ücretler, haneler üzerinde kalıcı bir
ekonomik baskı yaratarak temel yaşam koşullarını zorlaştırmaktadır.
2. Güvencesizliğin
Normalleşmesi: İşçilerin yarısından fazlasının her an işini kaybetme
korkusu yaşaması, güvencesizliğin istisnai bir durum olmaktan çıkıp çalışma
yaşamının temel bir karakteristiği haline geldiğini kanıtlamaktadır. Her beş
işçiden birinin doğrudan eğreti (geçici, taşeron vb.) işlerde çalışması ve
"kadrolu" statüsünün dahi tek başına güvence sağlamaması bu durumu
pekiştirmektedir.
3. Zayıf
Sınıf Bilinci ve Kolektif Örgütlenme: İşçilerin önemli bir kısmının
kendisini herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissetmemesi ve kendini tanımlarken
"işçi sınıfı" kimliği yerine "orta sınıf" kimliğine
yönelmesi, sınıf bilincindeki zayıflığı ortaya koymaktadır. Buna paralel olarak
sendikalaşma oranlarının düşüklüğü ve temel sendikal haklara yönelik
farkındalığın zayıflığı, kolektif örgütlenmenin önündeki ciddi engellere işaret
etmektedir.
4. Derinleşen
Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri: Kadın işçiler, erkeklere göre daha
yüksek eğitim seviyesine sahip olmalarına rağmen, vasıflarına uygun olmayan,
daha düşük ücretli ve güvencesiz işlerde yoğunlaşmaktadır. Yaygın ayrımcılık
deneyimleri ve eşit işe rağmen devam eden ücret farkı, çalışma yaşamındaki
cinsiyet eşitsizliklerinin ne kadar derin ve yapısal olduğunu göstermektedir.
5. Değişen
Aile Yapısı: Geleneksel tek erkeğin geçindirdiği aile modelinden, her
iki ebeveynin de çalıştığı "çift gelirli" modele geçiş, araştırmanın
en önemli sosyolojik bulgularından biridir. Marx’ın zamanında belirttiği gibi, emek
gücü metasının fiyatı (ücreti), değerinin altına doğru baskılandığından her iki
ebeveyn çalıştığında işçi ailesinin kendini yeniden üretmesi ancak/zar zor
gerçekleşebilmektedir.
Bu
verilerin, Türkiye ekonomisini derinden sarsan 2018 krizi öncesi bir döneme ait
olduğu unutulmamalıdır. Kriz sonrası artan işsizlik, enflasyon ve alım
gücündeki düşüş göz önüne alındığında, raporda çizilen tablonun mevcut durumda
daha da zorlaşmış olabileceğini öngörmek mümkündür.
11.0
Ne Yapmalı? Sahadan Örgütlenmeye: "Hareket" Modeli
DİSK-AR
raporunun sunduğu veriler, Türkiye işçi sınıfının sadece ekonomik bir yıkım
içinde olmadığını, aynı zamanda derin bir sosyalleşme ve aidiyet krizi
yaşadığını göstermektedir. İşçiler kendilerini bir sınıfa ait hissetmemekte,
zamanlarını televizyon başında pasifize olarak geçirmekte (%50) ve iş bulmak
için enformel (arkadaş/tanıdık) ağlara muhtaç kalmaktadır. Bu tablo karşısında
klasik "ajitasyon-propaganda" yöntemleri (bildiri dağıtımı, didaktik
çağrılar) duvara çarpmaktadır. Çözüm, işçiye dışarıdan yaklaşan bir
"öğretmen" gibi değil, yaşamın içinde saf tutan bir "yoldaş/arkadaş"
gibi yaklaşan organik bir hareket modeli inşasından geçmektedir.
A.
İşyerinde "Sempatik" Örgütlenme ve Arkadaşlık Hukuku
Sendikal
hak bilincinin %20’lerin altında olduğu bir iklimde, sendikaya ya da öncü
partiye örgütlenme süreci profesyonel bir üyelik çağrısından önce arkadaşlık
hukuku üzerine kurulmalıdır. İşçi, kendisine direkt bir
"ideoloji" sunan siyasi bir figür değil, dertleşebildiği, ortak
hobiler geliştirebildiği ve güven duyduğu bir çalışma arkadaşı görmelidir.
Ortak meşgaleler, basit ama sürekliliği olan kültürel paylaşımlar, işyerindeki monotonluğu,
zorlukları, ezilmişliği ve baskıyı dağıtacak olan o ilk "insani"
barajı yıkacaktır.
B.
Mahalle Merkezli "Yaşam Alanları" ve Sosyalleşme Araçları
İşyerinde
baskı ve korku, imkânsızlık nedeniyle geliştirilemeyen ilişkiler, mahalle
ölçeğinde kurulacak alternatif mekanlarla telafi edilmelidir. Bu
mekanlar; soğuk birer parti bürosu değil, işçi ailelerinin tüm bireyleriyle
(kadın, genç, çocuk) dahil olabileceği canlı merkezler olmalıdır.
- Spor
ve Yaratıcı Yarışmanın Kolektif Gücü: Mahalleler arası futbol turnuvaları, stratejik
düşünmeyi teşvik eden satranç yarışmaları ve dayanışmayı
güçlendiren spor etkinlikleri düzenlenmelidir. Bu, işçiyi pasif izleyici
konumundan çıkarıp aktif bir aktör haline getirir.
- Kültürel
Üretim ve Sanat:
İşçilerin %90’ından fazlasının sanatsal faaliyetlere katılamadığı gerçeği
karşısında; mahalle bazlı işçi koroları, halk dansları ekipleri ve
tiyatro toplulukları kurulmalıdır. Birlikte türkü söylemek, "birlikte
gazel okumanın" en somut halidir.
- Yöresel
Festivaller ve Mutfak:
İşçi sınıfının geldiği yerel kökleri dışlamak yerine, bu kökleri sınıfsal
bir potada eriten yöresel festivaller, kolektif mutfaklar ve
dayanışma yemekleri organize edilmelidir. Bu etkinlikler, "biz"
duygusunu inşa eder.
C.
"Birlikte Gazel Okumak": Dışarıdan Değil, İçeriden
İşçiye
bir bildiri uzatıp "bunu oku ve bize katıl" demek, mesafeyi koruyan
ve hiyerarşi kuran bir tutumdur. Oysa ihtiyaç duyulan şey, işçinin yaşadığı
hayatı onunla birlikte teneffüs etmektir.
- Didaktizmden
Uzak Durmak:
"Biz biliyoruz, sana öğreteceğiz" üstten bakışı reddedilmelidir.
İşçinin günlük meşgalelerine, sevinçlerine ve hobilerine samimiyetle ortak
olunmalı; birlikte eğlenilmeli, birlikte üretilmelidir.
- Hariçten
Gazel Okumamak:
Siyasi sloganların soğukluğu yerine, hayatın sıcaklığı içinde bir karşı-hegemonya
inşa edilmelidir. İşçi, sosyalistlerin kurduğu o atmosferde (bir satranç
masasında, bir koro provasında veya bir festival hazırlığında) kendini
daha değerli, daha bilgili ve daha "insan" hissettiğinde, sınıf
bilinci de bu kültürel zeminde kendiliğinden filizlenecektir.
Sonuç:
Bir Çağrı Değil, Bir Atmosfer
Özetle; işçiyi "çağırmak" yerine, işçinin zaten olduğu yerde (mahallede, sokakta, kahvede, işyerinde) yeni bir yaşam tarzı ve güzel ilişkiler örgütlemek gerekmektedir. Toplumsal çürümenin ve cemaatleşmenin panzehiri de budur. Bildiri okutmaktan ziyade, birlikte aynı havayı solumak, birlikte kupa kaldırmak ve birlikte türkü söylemek; Türkiye işçi sınıfının o "içler acısı" kuşatılmışlığını kırmamızın ilk adımlarını oluşturacak olan tek gerçek devrimci pratiktir. Bu atmosfer içerisindeki birçok işçinin zamanla öncü parti örgütlenmesine kendiliğinden katılmayı isteyeceği görülecektir. Başka bir deyişle “hareket” modeli ile “parti” modeli birbirini dışlamaz, tersine uyumla tümlenirler.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.