MAR
1.
Giriş: Bir "Fenomen" Olarak 'İmparatorluk' ve Eleştirisinin Çerçevesi
Michael
Hardt ve Antonio Negri'nin İmparatorluk adlı eseri, 21.
yüzyılın başında, Seattle eylemleriyle somutlaşan ve "küreselleşme
karşıtı" olarak adlandırılan hareketin küresel bir aktör olarak sahneye
çıktığı bir entelektüel ve politik iklimde yayınlandı. Kitabın olağanüstü
popülerliği, sadece akademik çevrelerle sınırlı kalmayıp New York Times gibi
burjuva basını tarafından övülmesi ve havaalanı kitapçılarında dahi kendine yer
bulması, onun dönemin ruhunu (zeitgeist) yakalamasından kaynaklanıyordu.
İmparatorluk, son otuz yılda solda geliştirilen tüm "topyekûn
yenilenme" teorilerini (postmodernizm, postFordizm, küreselleşme vb.)
sistematik bir çatı altında birleştiren ansiklopedik bir nitelik taşıyordu. Bu
özelliği, onu dönemin moda fikirlerine ilgi duyan geniş bir kitle için cazip
kılarken, aynı zamanda içerdiği teorik zayıflıkların ve siyasi sorunların da
temelini oluşturuyordu. Bu değerlendirmenin amacı, kitabın bu popülerliğinin
ardındaki temel savların eleştirel bir analizini sunarak, sunduğu dünya
tablosunun ve politik projenin neden sorunlu olduğunu ortaya koymaktır.
Bu
eleştirel değerlendirme, İmparatorluk'un temel iddialarını dört ana
eksende inceleyecektir. İlk olarak, metnin spekülatif felsefeye dayanan ve
ampirik dayanaktan yoksun metodolojik zaafları ele alınacaktır. İkinci olarak,
kitabın en merkezi tezi olan modern emperyalizmin sona erdiği ve ulus-devletin
çözüldüğü iddiası, günümüz dünyasının somut gerçekleri ışığında
sorgulanacaktır. Üçüncü bölümde, devrimci özne olarak önerilen
"çokluk" (multitude) kavramının teorik muğlaklığı ve siyasi
yetersizliği analiz edilecektir. Son olarak, bu eleştiriler sentezlenerek İmparatorluk'un
genel teorik ve siyasi mirasına dair bir sonuç çıkarılacaktır.
Değerlendirmemize,
bu iddialı teorik yapının üzerinde yükseldiği kırılgan zemini, yani metnin
metodolojik sorunlarını inceleyerek başlayalım.
2.
Metodolojik Zaaflar: Spekülatif Felsefe ve Ampirik Dayanak Yoksunluğu
İmparatorluk'un temel iddialarını desteklemek için
kullandığı teorik yaklaşım, en başından itibaren ciddi sorunlar
barındırmaktadır. Kitap, somut veriler ve olgusal analizler yerine, mevcut
teoriler arasında bir diyalog kurarak ilerleyen, bir "teorilerin
teorisi" niteliğindedir. Bu spekülatif felsefi tarz, kitabın en temel
tezlerini dahi ampirik bir temelden yoksun bırakmakta ve onu gerçek dünya
analizinden koparmaktadır. Bu bölümün temel amacı, metnin metodolojisinin nasıl
kaçınılmaz olarak hatalı bir dünya tablosu ürettiğini göstermektir.
2.1.
Somut Analizden Kopuş ve Teorik Kurgu
İmparatorluk, çağdaş kapitalizmin somut bir
analizine dayanmamaktadır. Yazarlar, "kapitalizm mucizevi bir şekilde
sağlıklı, birikim mekanizması her zamankinden daha iyi işliyor" gibi
iddialı bir savı ortaya atarken, bu tezi destekleyecek tek bir ekonomik veri
dahi sunmazlar. Bu durum, metnin genel yaklaşımını özetler niteliktedir: Olgular
yerine teorik kurgular önceliklidir. Argümanların maddi gerçeklikle ilişkisi
kopuktur; bunun yerine "metinlerarası" bir diyalog kurmayı, yani
teoriler üzerine bir teori inşa etmeyi tercih eder. Örneğin, Birleşmiş
Milletler'in günümüz egemenlik yapısındaki rolü analiz edilirken, somut kurumun
kendisi, fikir babası olarak görülen Hans Kelsen'in teorik görüşleri üzerinden
dolaylı bir şekilde analiz edilir. Bu yaklaşım, Hegelci "Tin'in
gelişimi" analizlerinin diyalektikten arındırılmış bir karikatürünü
andırır ve metni olgusal temelden tamamen koparır.
2.2.
Postmodernist Etkiler
Yazarların
metodolojisi, postmodern ve post-yapısalcı felsefeden, özellikle de Foucault
ile Deleuze/Guattari'den derinden etkilenmiştir. Yazarların eleştirel eksen
olarak benimsedikleri "yapıbozum" (deconstruction) yöntemi, mevcut
yapıları ve kavramları sorgulama imkânı sunarken, onları tutarlı ve kanıta
dayalı bir analiz inşa etme sorumluluğundan da kurtarır. Foucault'dan esinlenen
bu yapıbozumcu odaklanma, teoride ciddi boşluklar yaratır; örneğin tutarlı bir
karşı-hegemonya projesinin nasıl inşa edileceği sorusu yanıtsız kalır.
Bu
yaklaşıma göre, "teorinin açıklayamaz olduğu her eşikte kurucu olan
devrimci eylemdir". Başka bir deyişle, teorinin yetersiz kaldığı her
noktada oluşan boşluk, "eylem"in ya da "çokluğun kurucu
gücünün" muğlak ve mistik gücüne havale edilerek doldurulur. Bu, somut
analizin zorluklarından kaçan, teorik bir kurguyu pratik bir arzuyla
meşrulaştırmaya çalışan spekülatif bir kaçıştır.
2.3.
Kavramsal Tutarsızlıklar ve Teorik Tahrifat
Kitap,
ciddi iç çelişkilerle doludur. Örneğin, bir bölümde Laclau ve Mouffe'un
"hegemonya" nosyonu "tuhaf" bulunarak aşağılanırken, başka
bir bölümde aynı yazarların "yeni toplumsal hareketler" analiziyle
"büyük bir hizmet" gördükleri iddia edilir. Benzer şekilde, Giovanni
Arrighi'nin çevrimler teorisi bir paradigma değişimini anlamayı engellediği
için eleştirilirken, kitabın önsözünde adı "İmparatorluk"
doğrultusunda ilerleyen yazarlar arasında anılır.
Ancak
en vahim metodolojik sorun, yazarların Marksist teoriye yönelik
tahrifatlarıdır. Hardt ve Negri, Lenin'in emperyalizm teorisini kasıtlı olarak
çarpıtırlar. Lenin'i, emperyalistler arası barışçıl bir anlaşmanın mümkün
olduğunu savunan Kautsky'nin "ultra-emperyalizm" tezinin bir
habercisi gibi sunarlar. Bu, açık bir "entelektüel sahtekârlık" ve tahrifattır,
zira Lenin’in bütün teorisi, eşitsiz gelişimden kaynaklanan kaçınılmaz
emperyalistler arası çatışmaya dayanırken, Kautsky'nin
"ultra-emperyalizm" tezi tam tersini, yani barışçıl ve birleşik bir
küresel kapitalist kartel olasılığını öne sürüyordu. Hardt ve Negri, böylece
Lenin'i, onun bütün kariyeri boyunca yıktığı pozisyonun bir savunucusu olarak
göstermeye çalışırlar.
Spekülatif
felsefe, kavramsal tutarsızlık ve teorik tahrifattan oluşan bu temel, sadece
akademik bir zaaf değildir; kitabın merkezi ve gerçeklikle çelişen tezi olan
emperyalizmin ve ulus-devletin çözülüşü iddiasının zorunlu önkoşuludur.
3.
Ana Tezin Eleştirisi: Emperyalizmin Sonu ve Ulus-Devletin Çözülüşü
İmparatorluk'un en merkezi ve en çok tartışılan
iddiası, modern emperyalizm çağının sona erdiği ve yerini merkezsiz, sınırsız
ve hiyerarşik olmayan yeni bir küresel egemenlik biçimi olan
"İmparatorluk"a bıraktığı tezidir. Yazarlara göre, "emperyalizm miadını
doldurmuştur". Ancak bu bölümün ortaya koyacağı gibi, bu tez hem ampirik
gerçeklerle hem de tutarlı bir Marksist teoriyle çelişmektedir.
3.1.
Emperyalist Gerçeklik ve "İmparatorluk" Düşü
Hardt
ve Negri'nin emperyalizmin sonuna ilişkin iddiası, günümüz dünya kapitalizminin
temel dinamiklerini göz ardı etmektedir. Lenin'in klasik emperyalizm tanımının
temel özellikleri –üretimde ve sermayede tekelleşme, mali-sermayenin
egemenliği, sermaye ihracının önemi, dünyanın uluslararası tröstler arasında
paylaşılması– bugün eskisinden daha da geçerlidir. Yazarların bu gerçekliği
reddedebilmelerinin nedeni, teorik olarak Lenin'in sağlam analizini bir kenara
bırakıp, Rosa Luxemburg'un sorunlu "eksik tüketimci" emperyalizm
teorisine dayanmalarıdır. Bu dayanak, teorik olarak ölümcüldür, çünkü
Luxemburg'un, emperyalizmi sermayenin fazlasını emecek kapitalist olmayan
pazarlar arayışı olarak gören "eksik tüketimci" teorisi, kapitalizmin
temel çelişkilerini üretim yerine dolaşım alanına yerleştirdiği ve sermayeler
arası rekabet ile sermaye ihracının merkezi rolünü görmezden geldiği için Lenin
ve diğerleri tarafından eleştirilmiştir.
Aynı
şekilde, yazarların merkez/çevre veya Birinci Dünya/Üçüncü Dünya gibi
ayrımların anlamını yitirdiği yönündeki savları da ampirik gerçeklikle
bağdaşmamaktadır. "Küreselleşme" süreci küresel eşitsizlikleri
azaltmamış, tam tersine derinleştirmiştir. ABD gibi ülkelerdeki obezite sorunu
ile Malavi'deki açlık gerçeği arasındaki farkın "niteliksel değil
niceliksel" olduğunu iddia etmek, bu eşitsizliğin yarattığı tahakküm
ilişkilerini görmezden gelmektir.
3.2.
Ulus-Devletin Varlığı ve Süregiden Rolü
İmparatorluk, ulus-devletlerin egemenliğinin
çözüldüğü yönündeki liberal küreselleşme tezini eleştirel bir süzgeçten
geçirmeden benimser. Bu, kitabın en temel yanılgılarından biridir. Marksist
eleştirinin temel argümanları, bu tezin tam karşısında yer alır:
• Sınıf
İktidarının Temel Alanı: Ulus-devlet, sanılanın aksine, hâlâ sınıf
iktidarının sürdürüldüğü ve savunulduğu temel alandır. Sınıflar arası iktidar
mücadelesi öncelikle ulusal düzeyde verilmektedir.
• Küreselleşmenin
Yöneticisi: "Küreselleşme" süreci devletlerden bağımsız,
kendiliğinden işleyen bir süreç değildir. Bu süreç bizzat ulus-devletler
aracılığıyla yönetilmekte ve devlet, sermayeler arası rekabette kilit bir rol
oynamaya devam etmektedir.
• Emperyalist
Tahakküm Araçları: IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi uluslararası
kurumlar, ulus-devletlerden bağımsızlaşmış bir "emperyal iktidar"
odağı değil, tam tersine, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin
iradelerini “üçüncü dünya ülkeleri”ne dayattığı tahakküm araçlarıdır. Bu
kurumların başkanlarını atayanlar, "ulusal" çokuluslu şirketlerini
kurtaranlar ve bu kurumları piyasaları zorla açmak için kullananlar bizzat
emperyalist devletlerdir.
3.3.
Merkezsiz Bir Güç Ağı mı, ABD Hegemonyası mı?
Yazarların
"İmparatorluk"u merkezsiz, köksüz ve bir "yok-yer" (ou-topia)
olarak tanımlaması, kitabın en spekülatif ve gerçeklikten kopuk iddialarından
biridir. Bu "merkezsiz ağ" fantezisi, ABD'nin dünyanın 80 ülkesinde yaklaşık
800 askeri üs bulundurduğu ve müdahalelerinin soyut bir "küresel hak"
için değil, somut ulusal ve sınıfsal çıkarlar için yapıldığı gerçeği karşısında
buharlaşmaktadır.
Daha
da endişe verici olanı, İmparatorluk'un bu hegemonyayı sadece
gizlemekle kalmayıp, onu meşrulaştırmasıdır. Yazarlar ABD anayasasını ve
kuruluş projesini emperyal bir ilke olarak olumlamakta ve Körfez Savaşı gibi
ABD müdahalelerini "küresel hak" ve "uluslararası adalet"
adına yapılmış eylemler olarak sunmaktadırlar. Bu yorum, nihayetinde bir özür
dileme işlevi görür; ABD emperyalizminin kanlı tarihini ve yakın zamanlı pratiğini
aklayarak, kitabı, “devrimci” retoriğine rağmen, mevcut güç yapısının dolaylı
bir savunusu konumuna getirir.
Bu
sorunlu dünya analizi, doğal olarak, aynı derecede sorunlu bir devrimci özne
tanımına ve mücadele stratejisine yol açmaktadır.
4.
"Çokluk" Kavramı: Muğlak Bir Devrimci Özne
İmparatorluk, mevcut sisteme karşı mücadeleyi
yürütecek politik özne olarak "proletarya" yerine "çokluk"
(multitude) kavramını önerir. Bu kavram, kitabın politik projesinin merkezinde
yer alır. Ancak, "çokluk" kavramının hem teorik olarak son derece
belirsiz hem de politik olarak yetersiz olduğu görülmektedir.
4.1.
"Çokluk"un Tanımsal Belirsizliği ve Sınıf Analizinin Reddi
"Çokluk"
kavramı somut bir analizden ziyade muğlak ve şiirsel bir dille tanımlanır.
Kavram, "halk"ın homojenliğine karşı bir çeşitlilik, bir tekillikler
alanı olarak sunulur, ancak bu çeşitliliğin hangi toplumsal kesimlerden
oluştuğuna dair net bir tanım yapılmaz. Bu belirsizlik, yazarların sınıf
analizini terk etmesiyle doğrudan ilişkilidir. Hardt ve Negri,
"proletarya" kavramını, "sermayenin tahakkümüne tabi olan
herkes"i kapsayacak şekilde aşırı genişleterek analitik içeriğini tamamen
boşaltırlar. Bu yaklaşım, sömürü ilişkisinin merkezinde yer alan ücretli emek
ile toplumun diğer ezilen kesimleri arasındaki özgül farkları ortadan kaldırır.
Sonuçta, var olmayan bir "yok-yer"i (İmparatorluk) yıkacak, tarihte
ve günümüzde var olmayan bir "yok-fail" (çokluk) icat edilir.
4.2.
Devrimci Potansiyelin Sorgulanması
Yazarların
"çokluk"un devrimci potansiyeline dair sundukları gerekçeler son
derece zayıf ve spekülatiftir. Yazarlar, "çokluk"un eylemlerinin
nasıl politik olabileceği gibi doğru bir soru sorarak işe başlarlar. Ardından,
eylemlerin İmparatorluğun baskısı karşısına bilinçle dikildiği zaman politik
hale geleceği şeklinde totolojik bir yanıt verirler. Bu yanıtın soyutluğunu
kendileri de fark ederek daha somut bir soruya yönelirler: "Hangi özgül ve
somut pratikler bu politik projeye can verecek?". Bu can alıcı sorunun
ardından ise argümanları tamamen çöker ve aciz bir itirafta bulunurlar: "Bu
noktada bir şey söyleyemiyoruz."
Bu
teorik acizlik, önerilen mücadele stratejisine de yansır. Hardt ve Negri,
mücadelenin yerel ve ulusal düzeyleri atlayarak dolayımsız bir biçimde küresel
olması gerektiğini savunur. Bu, temel bir Marksist gerçekten kopuştur.
Emperyalist-kapitalist sistem küresel bir bütün olsa da, bu sistem
ulus-devletler aracılığıyla işler ve sınıf iktidarı ulusal düzeyde somutlaşır.
Bu nedenle, sisteme karşı verilecek her anlamlı mücadele, zorunlu olarak
ulus-devletler dolayımından geçmek zorundadır. Bu dolayımı reddetmek, sömürü ve
ezilmenin somut koşullarından soyutlanmak ve devrimin dinamiklerini keşfetme
olanağını ortadan kaldırmaktır.
5.
Sonuç: 'İmparatorluk'un Teorik ve Siyasi Mirası
Bu
eleştirel değerlendirmenin ortaya koyduğu gibi, Michael Hardt ve Antonio
Negri'nin İmparatorluk'u, “devrimci” ve “komünist” bir retorik
kullanmasına rağmen, Marksist teori ve devrimci politika açısından son derece
sorunlu bir metindir. Temel savları, birbiriyle ilişkili bir hatalar zinciri
oluşturur: spekülatif bir metodoloji, hatalı bir teşhise yol açar ve bu da
politik olarak yetersiz bir stratejiyle sonuçlanır.
• Metodolojik
Zaaflar: Metnin ampirik verilerden metodolojik olarak kaçınması, onu
spekülatif felsefeye ve postmodern çağrışımlara dayalı bir "teorilerin
teorisi" haline getirir. Bu yaklaşım, ciddi iç çelişkilere ve Lenin'in
teorisi gibi temel Marksist metinlerin tahrif edilmesine zemin hazırlamıştır.
• Yanlış
Teşhis: Bu metodolojik temel, doğrudan, merkezsiz bir dünya ve
çözülmüş bir ulus-devlet hakkında hatalı bir teşhise yol açar. Emperyalizmin
aşıldığı iddiası, emperyalistler arası rekabetin, küresel eşitsizliklerin ve
ulus-devletin sermaye birikimindeki merkezi rolünün devam ettiği günümüz
kapitalizminin temel gerçekleriyle açıkça çelişmektedir.
"İmparatorluk" kavramı, ABD'nin küresel hegemonyasını gizleyerek ve
hatta meşrulaştırarak, bir analiz aracı olmaktan çok bir ideolojik perde işlevi
görür.
• Siyasi
Yetersizlik: Bu hatalı teşhis ise, kaçınılmaz olarak, politik açıdan
güçsüz bir stratejiye yol açar. "Çokluk" kavramı, sınıf analizini
terk eden muğlak bir devrimci özne sunar ve önerilen mücadele (alternatif
küreselleşme), sistemi dönüştürmekten ziyade reforme etmeyi hedefleyen
reformist bir ufka sahiptir. Böylece olmayan bir düşman, olmayan bir fail ile
karşı karşıya getirilir.
Sonuç
olarak, İmparatorluk'un tüm bu zaaflarına rağmen geçmişte küresel
bir fenomene dönüşmesi, onun dönemin ruhunu yakalamasından, yani
"küreselleşme karşıtı" hareketin yükseldiği bir dönemde, yaygın
"topyekûn yenilenme" teorilerini sözüm ona devrimci bir dille
sistematize etmesinden kaynaklanmıştır. Ancak kitabın sunduğu bu "iyimser
metafizik", emperyalizmin ve sınıf mücadelesinin somut gerçekleri
karşısında yetersiz kalmaktadır. Gerçek dünyada emperyalizm varlığını
sürdürürken, İmparatorluk bir ütopya olarak kalmaya mahkûmdur.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.