Mahmut Boyuneğmez
Tarihsel
materyalist anlayış, materyalist felsefe geleneği içerisinde belirgin bir
sıçramayı, Bottigelli’nin deyişiyle “felsefede bir devrimi”[1]
temsil etmektedir. Kutsal Aile (KA), Feuerbach Üzerine Tezler
(Tezler) ve Alman İdeolojisi (Aİ) böyle bir sıçramadan bahsetmeyi
olanaklı kılmaktadır. Ancak bu noktada takılıp kalmak doğru olmayacaktır.
Tarihsel materyalizm bir süreçte kurulur ve geliştirilir; bahsedilen eserler bu
sürecin ürünleridir. Marx’ın ve Engels’in düşüncesinde belirgin ilerlemenin
ürünü olan bu eserler, yazılmalarının öncesine ve sonrasına uzanan bir sürecin
içerisinde kavranmalıdır.
Demokritos
ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark adlı felsefe doktorası
tezinden de anlaşılacağı gibi, Marx 1840-41 gibi erken bir tarihte bile,
amiyane tabiriyle “kemikleşmiş” bir idealist değildir. Yahudi Sorunu, Hegel'in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (HHFE) adlı çalışmaları ve daha sonraki tüm
eserlerinde Marx’ın düşüncelerinde, materyalist felsefi bakışın oluşturduğu bir
süreklilik bulunmaktadır. Marx, Hegel’den etkilenir ve diyalektiği ilkin ondan
öğrenirse de, felsefe geleneğinde halef selef olmalarından bahsedilemez. Marx
hiçbir zaman katıksız bir idealist “yaşam felsefesi”ne sahip değildir. Akli
gelişim sürecindeki genç Marx, ailesinin O’nu yetiştirme tarzı, lise ve
üniversite okurken edindiği eğitim, dinin ve Prusya devletinin uygulamalarının
eleştirisini yapan Alman aydınlarıyla kurduğu ilişkiler yüzünden, Hegel’in
ortaya koyduğu idealist yaklaşımı katı bir şekilde benimsemez.
Cornu’nun
ayrıntılı incelemeleri birçok yararlı ve doğru saptama içerirse de, O’nun,
Marx’ın 1848 yılına kadarki ideolojik evriminde iki büyük evre olduğu
şeklindeki saptaması sağlıklı değildir. Marx’ın düşüncesinin gelişiminde, 1845
yılında Tezler’in yazılmasına kadarki dönemi, “kurgu” ve “çözümleme”nin
etkileşimli gelişmesine dayandıran[2] Cornu, bu dönemde
Almanya’nın siyasi durumunu, Marx’ın Odun Hırsızlığı Üzerindeki Tartışmalar,
Mozel Köylülerinin Durumu adlı yazılarını ve sansüre karşı gazetedeki
yazıları üzerinden verdiği politik mücadeleyi, Yahudi Sorunu ve KA’yi,
Engels’in 1842 sonlarında İngiltere’ye gidişinden sonra yazdığı
toplumsal-iktisadi konulardaki makalelerini ve İngiltere’de Emekçi
Sınıfların Durumu adlı eserini, bir an için unutmuş görünür. Bu çalışmalar,
politik olmayan çalışmalar değildir... 1845 öncesindeki dönemde Marx’ın
düşüncesinin gelişiminde, içerisinde bulunduğu toplumsal ve siyasal ortamların
önemi yadsınmamalıdır.
Öte yandan,
Marx’ın örneğin Fransız ve İngiliz materyalistlerinin düşüncelerinin anlamını
açıklıkla kavraması, ancak KA’yi yazmasıyla belirtik hale gelir. Yine,
Feuerbach’ın görüşlerini Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı.
Giriş (HHFEK. Giriş)’te ve 1844 Ekonomi Politik ve Felsefe Elyazmaları
(1844 EFE)’nda aşmış bulunsa da, O’nun felsefesinin anlamını ve sınırlarını
tam olarak kavraması, bunu bilince çıkarması, Tezler’de ve Aİ’nde
belirtiktir. Marx ve Engels’in materyalist bakış açılarına, tarihsellik
özelliğini vermeleri KA, Tezler ve Aİ’nde belirginleşir;
ancak, daha önce HHFE ve bunun Giriş’i, 1844 EFE,
Engels’in Deutsche-Französische
Jahrbücher (Alman-Fransız
Yıllıkları)’nda yayınlanan iki makalesi (İngiltere’nin Durumu, Ekonomi
Politiğin Bir Eleştiri Denemesi), İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu
eserlerinde toplumsal konulara ve tarihe yaklaşımları, temelde materyalisttir.
Marx ve Engels bu eserlerde, Hegel’den, Feuerbach’tan, onların da 18. yüzyıl
düşünürlerinden aldıkları kavramları kullanırsa da, bu kavramlara yükledikleri
anlam farklıdır. Örneğin 18. yüzyıl iktisatçılarından ve Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nden Hegel’in
devraldığı “yabancılaşma” kavramı, Feuerbach’ın “dinsel yabancılaşma”
kavramıyla aynı anlama sahip olmadığı gibi; Marx’ın 1844 EFE’ndaki “dinsel
yabancılaşma”yla birlikte düşündüğü “iktisadi yabancılaşma” kavramı,
“yabancılaşma” kavramı etrafında ördüğü tarihsel perspektif de, bu iki
filozofun yaklaşımlarının ötesindedir. Ancak elbette Marx’ın, bu filozofların
düşüncelerinden etkilendiği ve esinlendiği söylenebilir...
Cornu’nun 1844
EFE’nı “ütopyacı” ve “yarı-idealist” olarak nitelemesi doğru bir yaklaşım
değildir. 1844 EFE’nda Marx, materyalist bir bakış açısına sahiptir ve
“yarı-idealist” nitelemesinin, “yarım elma” gibi düşünülemeyeceği açıktır. Bu
eserinde Marx ayrıca, tarihsel bir perspektife de sahiptir; dolayısıyla
“ütopyacı” olarak nitelenemez. 1844 EFE’nda kapitalizmin salt “ahlaki”
bir eleştirisi yoktur; Marx burada sınırlı bilgilerle de olsa, materyalist
felsefi bir bakışla, kapitalizmi okuduğu iktisatçıların sunduğu bilgi ve
görüşler üzerinden eleştirip değerlendirir.
Toparlanırsa,
tarihsel materyalizmin doğuş sürecini, belirli eserlerle sınırlamak ya da
bunların yazıldıkları kısa tarihsel kesitler içerisine sıkıştırmak doğru ve sağlıklı
değildir. Marksist teorik sistem, deyim yerindeyse “bir hamlede” kurulmaz. Öyleyse,
günümüzde de geliştirilmesi devam eden Marksist sistemin ortaya çıkışında,
tarihsel materyalist anlayışın ilk önermelerinin oluşumu açısından anlamlı olan
olguları, etkileşimleri ve süreçleri değerlendirmek gerekir.[3]
Felsefi bakışla politik bakışın ayrılmaz birliği
Materyalizm, tarih boyunca birçok türü geliştirilmiş
olan bir felsefe cephesidir. Marx’ın Tezler’de belirttiği gibi,
Feuerbach’ınki dahil o güne kadar geliştirilmiş tüm materyalist felsefe
türleri, nesneyi, gerçekliği, duyumluluğu insan praksisiyle birlikte ele almaz,
tarihsel süreci konu edinmez. Marx öncesi materyalistler, doğadaki ve
toplumdaki olguları felsefi ideolojilerinde yansıtarak zihinsel bir temsille
dünyaya bakar, farklı şekillerde de olsa, düşünce ve varlık arasındaki ilişkiyi
soyut kavramlarla, epistemolojik düzeyde yorumlamakla yetinir. 18. yüzyılın
İngiliz ve Fransız materyalist filozofları, felsefelerinin yaşadıkları dönem
içerisinde taşıdığı ilerici işlevi, ideolojilerinin tarihsel rolünü,
fikirlerinin tarihsel açıdan rölatif realist niteliğini tam olarak kavrayamaz;
kendi öznelliklerini ve tüm eylemleriyle birlikte politik etkinliklerini,
nesnel tarihsel bir zemine oturtamaz. Düşüncelerinde bu dünyayı nesnel öğeleriyle
yorumlarken, insanları bu dünyadaki edilgen, nesnel bir öğe gibi görür, insan
etkinliğinin getirdiklerini, insanların toplumsal dünyayı kuran eylemlerinin
nesnelliğini yeterince dikkate almazlar. Onlar, düşüncelerin bu dünya içerisindeki
yerini ve bağımlı “gerçekliğini”, geçerliliğinin ve gücünün nasıl oluştuğunu,
düşüncelerdeki değişimin nereden kaynaklandığını, düşünce ile varlığın
ontolojik/tarihsel etkileşimli gelişimini sorgulamaz. Gerçi genelde
filozofların çoğunda görülen bir illüzyon olarak, sahip oldukları akılcı
fikirlerle gerçekliği, toplumsal dünyayı düzenleyebileceklerine, insanları
eğitip değiştirebileceklerine inanırlar. Ancak, bunun nasıl olanaklı olduğu
üzerinde durmaz, tarihin/toplumsal gelişmenin mantığını kavrayamazlar.
İnsanların ancak ve ancak toplumsal/tarihsel pratikleriyle, biyolojik
potansiyellerini kullanabildiklerini ve böylelikle ideolojiler/düşünceler
üretebildiklerini göremezler.
18. yüzyılda gözlenen mekanik materyalist felsefi
bakış ile ilerici-reformist/devrimci politik bakış arasında bir uyum ve
tümlenme vardır. Marx ve Engels’in bakışına gelince… Marx’ın yaşadığı dönemde,
komünizm tarihin çözülmeye başlayan bilmecesidir. Bu bilmecenin çözümünün
bilinçte kavranmasını tarihsel materyalizm temsil etmektedir. Marx’ın tarihsel
materyalist felsefi perspektifi ve onu tümleyen komünist politik görüşü,
realist ve devrimcidir. 18. yüzyıl materyalistlerinin, sağ ve sol hegelcilerin,
Alman topraklarındaki üniversitelerde akademik kadroda bulunan diğer filozofların,
felsefi düşünsel etkinliklerinden, düşünsel düzlemde bir sıçrama sayılabilecek
yeni tipte bir anlayışa geçişte, düşünme ya da felsefe etkinliğinin
sınırlarının tanınması ve bu etkinliğin işlevinin kavranması önemlidir. Yine,
Hegel’in ve Feuerbach’ın, felsefenin tarihsel sınırlanmışlığına ilişkin
öğrettikleri bir yana bırakılırsa, Marx’ın, felsefenin tarihsel işlevi ve
sınırları hakkında bilinçlenmesi, esasen Almanya’da gazetecilikle uğraştığı
dönemdeki politik faaliyetinden ve ardından kesintisiz biçimde devam eden
Paris-Brüksel-Londra’da yaşadığı politizasyondan kaynaklanır.
Marx ve Engels’in kişisel
yaşamlarının seyriyle, dönemin Avrupa’sının taşıdığı olanaklar ve koşullar
arasında uyumlu bir çakışma vardır. Bu koşullar ve olanakları yetkinlikle değerlendirmek
için gerekli donanımı sağlayan bir hayat süreci, örneğin Proudhon’un ya da
Dietzgen’in biyografilerinde görülmez. Böylelikle Marx ve Engels’in yaşam
sürecine tekabül eden bir dönemde, Avrupa’da tarihsel hareketin 19. yüzyıldaki
seyri içerisinde, yeni devrimci sınıf olan işçi sınıfının bir hareket
oluşturmasıyla birlikte, devrimci politik bir ideoloji olan “bilimsel
sosyalizm” doğar. Bu doğuş sürecinde, tarih ve toplum algısında/anlayışında,
yani felsefede bir devrim gerçekleşir. Tarihte ortaya çıkan toplumsal
sorunların çözümü için gerekli yanıtlar, bilinçte de yansımasını bulur.
Marksizm, emek-sermaye uzlaşmaz karşıtlığı ekseninde beliren tüm toplumsal
sorunların, tarihsel pratikteki çözümünün teorik ifadesidir. O’nu geçmişteki
diğer ilerici ve realist fikirlerden ayırt eden bir özellik, tarihsel
hareketin, toplumsal temel çelişkilerin
bir kez daha yeniden üretilmeyeceği ve kalıcı bir biçimde çözüleceği, belirli
bir aşamaya ulaşmasıdır. Bu aşamayla birlikte, insanlık Marksizm üzerinden,
tarihsel temel çelişkilerin ve çözümlerinin oluşumundaki diyalektiği ya da
tarihin gelişim mantığını kavramaya başlar. Tek cümleyle ifade edilirse,
komünizm “tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendini bu çözüm olarak bilir.”[4]
1842’de Rheinische Zeitung (Ren Gazetesi)’nde
çalışmaya başlaması, Marx’ı politik görüşünü ortaya koymaya ve somut konularda
görüş geliştirmeye zorlar. Bu gazetede ele aldığı somut sorunlar, iktisadi
sorunlara ilgisini uyandıran ilk vesileler olur. Ayrıca, bu gazetede yazar ve
başyazar olduğu 1842-1843 yılları arasında, 18. yüzyıl Fransız materyalizminin,
onun toplumsal konulardaki eğilimlerinin ve ilk sosyalist-komünist görüşlerin
asıl niteliğini anlama isteği oluşur. Bir yandan da, “1843’ten başlayarak
Almanya’da sosyalist fikirlerin yayılması”[5]
söz konusudur. 1840’lı
yıllarda, Alman aydınları üzerinde, Fransa kökenli görüşlerin etkisi gözlenir.
Bu etki konusunda bazı örnekleri art arda sıralamak mümkündür... Feuerbach’ta,
Fransız ve Alman felsefe geleneklerinin birleştirilmesi düşüncesi bulunur.[6]
1830 yılından sonra, Börne ve Heine gibi adamlar, Almanya’da sansürle
savaşımlarının olanaksızlığını gördüğünden Fransa’ya sığınır. Bunlar Fransız
toplumsal hareketini önemser, Saint-Simon ve Fourier’nin ütopik sosyalist
düşüncelerinin önemini yazılarında belirtir. 1842 yılında yayınlanan Lorenz Von
Stein’in, Fransa’daki sosyalizm ve komünizm üzerine yazılmış olan kitabı,
Almanlara Cabet’nin, Considérant’ın, Leroux’nun, Villegardelle’in, Flora
Tristan’ın ve diğerlerinin görüşlerini tanıtır. 1840’ta Proudhon, Mülkiyet
Nedir? adlı eserini yayınlar ve bu Alman aydınlarının gözünden kaçmaz. Ren
Gazetesinin Paris muhabiri Moses Hess, 1842 sonları-1843 başlarında komünist
olduğunu belirtir. Paris’i “dünya tarihinin hazırlandığı büyük bir laboratuvar”
gibi gören Arnold Ruge, 1840’ların başında çoğu zanaatçı seksen beş bin
Alman’ın yaşadığı Paris’te, Alman-Fransız Yıllıkları* adlı dergiyi çıkarma fikrini geliştirir.
İkametgahında Almanya’dan
Fransa’ya (Paris), sonra da Fransa’dan Belçika’ya (Brüksel) zorunlu nakiller
yapan Marx, toplumsal olaylar ve hareketleri, siyasallaşmış kişilikleri ve
aydınları gözleyerek ya da tanışarak değerlendirir. Örnek olsun, Paris’te
tanıştığı kişiler arasında Louis Blanc, Etienne Cabet, Pierre Joseph Proudhon,
Pierre Leroux, Mikail Bakunin, Doğrular Birliği’nin ve diğer gizli derneklerin
yöneticileri yer alır. Bunların siyasal görüşlerine etkileri olur. İngiltere ve
Fransa’da gelişen toplumsal olaylarda, işçi sınıfının niceliğindeki artışın ve
mücadelesinin etkileri hissedilir. Bu mücadeleler, komünist fikirlerin
oluşumunda maddi bir temeldir. “Belli bir dönemde devrimci düşüncelerin
varoluşu, devrimci bir sınıfın varoluşunu gerektirir.”[7]
Marx ve Engels’in yaşadıkları dönemde, burjuvazi/kapitalist sınıf gericileşir;
devrimci sınıf, artık işçi sınıfıdır ve bu sınıfın somut mücadelesi gün
geçtikçe gelişir. Bu mücadelenin aldığı çeşitli biçimlere örnek olarak Luddizm*, İngiliz Çartist* hareketi, ilk sendikal örgütler, işçi ayaklanmaları
vb. verilebilir. Marx ve Engels’in felsefi-politik-bilimsel görüşleri,
kurdukları ilişkilerle birlikte gelişir. Marx için Paris’teki ikameti, iktisat,
tarih ve ütopyacı sosyalistlerin görüşleri başta olmak üzere, çeşitli alanlarda
bilgilerinin zenginleşmesini ve komünist politik ufkunun genişlemesini sağlar.
Marx’ın Engels’le kalıcı ortaklığı da, 1844 Ağustos ve Eylül aylarında Paris’te
yeniden karşılaşmalarıyla birlikte başlar. Marx ve Engels’in ilk önce, Haklılar
(Doğrular) Birliği (Alman İşçilerini Eğitim Derneği) yöneticileriyle ve Çartist
liderlerle temasları olur. Kardeş Demokratlar örgütüyle de ilişkileri vardır.
Daha sonra, Brüksel Komünist Haberleşme Komitesi’nde ve Komünistler Birliği
(Komünist Liga) içerisinde aktif politik faaliyet yürütürler. Bütün bu süreçte,
komünist perspektifleri yetkinleştikçe, materyalist perspektiflerinin de
geliştiği gözlenir. Tarihsel materyalizmin ilk kuruluşundan sonra, hayatları
boyunca bu iki bakış açısı birlikte geliştirilir.
Tezler’in ikincisi ve on
birincisine bakıp, Marx’ın felsefeye elveda diyerek, pratiğin önemine vurgu
yaptığı ve aldığı ani bir kararla “dünyayı değiştirme faaliyeti”ni öne
çıkardığı yolunda sığ bir değerlendirme yapılabilir. Böyle bir değerlendirmeye
göre Marx, Tezler’i yazdıktan sonra
aldığı karar gereğince, politikaya amiyane tabiriyle “balıklama atlamış”
olmalıdır. Bu sığ düşünüşle yorum yapılırsa, Tezler’in yazılmasından bir süre sonra, Aİ’nin yazılması
sırasında 1846 Şubat ayında Brüksel Yazışma (Haberleşme) Komitesi’ni kuran,
1847 yılında doğrudan Komünist Birlik (Liga)’nın üyesi olan Marx ve Engels,
politikayla uğraşmaya başlayınca, felsefeyi bir kenara bırakır. Marx ve Engels,
25-30 yaşları arasında, politik açıdan bu kof ve bıçkın tutuma kesinlikle sahip
değildir, fakat bu türden sığ düşüncelere sahip olanların, günümüzde, tepkisel
ve sağlam teorik temellere dayanmayan bir politik pratik sergiledikleri
kesindir.
Özetlenirse, Marx ve Engels’in
felsefi, ideolojik boyuttaki düşünsel-eleştirel faaliyeti, politik görüşleri ve
çalışmalarıyla birlikte ve etkileşim içerisinde gelişir. Süreç içerisinde, Marx
ve Engels, muhalif-demokrat kimlikten (1840-42), komünist bakış açısına (1843
sonları) doğru yönelir. Daha sonraki yaşamları boyunca tarihsel materyalist
bakışla, komünist bakış, birbirini tümleyen ve iç içe geçmiş bir perspektif
olarak geliştirilir.
Paradigmatik sentez
Marx ve Engels’in siyasal
iktisat ve tarih alanlarında, ayrıca Fransız devrimi ve 18. yüzyıl materyalizmi
üzerine okumaları, görüşlerinin oluşumunda önemlidir. Okudukları eserlerdeki
tarih, toplum ve iktisat üzerine olan bilgileri yorumlarlar. Toplumsal
ilerlemeyi ve toplumsal fenomenleri değerlendiren bu eserler, birçok realist
ideolojik yorumla, yetersiz ve parçalı bilimsel saptama içerir. Kapitalist
toplumlardaki değişim, toplumsal ilişkilerdeki gelişim bu eserlere yansır. Bu görüşler,
toplumsal ilişkilerdeki değişimin, toplumsal bilinç biçimlerinde yansımasını
ifade eder. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ve taşıdığı çelişkilerin gelişim
halinde olması, bu ilişkilerin, toplumsal fenomenlerin parçalı biçimde
yorumlanmasını, bilinçte yansımasını sağlar. Tümüyle organize edilmemiş, bir
sistem dahilinde bütünleştirilmemiş yığınla bilgi ve ideolojik fikir türetilir.
18. yüzyıldan 1848 devrimine
kadarki dönemde Avrupa’da, toplumsal hareketlilikler, devrimci alt-üst oluşlar
ve bunlara karşılık gelen düşünsel arayışlar belirgindir. Alman filozoflarının
görüşleri, İngiliz ve Fransız iktisatçılarının incelemeleri ve Fransız
aydınlarının, politikacılarının, filozoflarının, tarihçilerinin toplumsal,
siyasal, felsefi anlayışları, tarih/toplum alanında rakip yaklaşımları
oluşturur. Biriken deneyimleri, gözlemleri, toplumsal ilişkilerdeki alt-üst
oluşu ve zenginliği, bahsedilen bu yaklaşımlar tümüyle ve tam olarak
açıklayamaz. Toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerin nedenleri üzerinde ya
yeterince durulmaz ya da bu nedenleri değerlendiren yorumlar eksikli ve
yüzeyseldir. Siyaset-bilim-felsefe alanlarında birçok düşüncenin varlığıyla
gözlenen parçalanmışlığı ortadan kaldıran bir “teorik devrimin” ya da yeni bir
paradigmanın oluşması için gereken koşullar, tarihsel dönemde mevcuttur.
Hegel felsefesinin ve genç-hegelcilerin eleştirisi
Marx Hegel’den etkilenir ve O’nun felsefesinin bazı
kavramlarını alıp kullanır. Ancak, karşılaştığı sınıfsal hareketler ve
toplumsal fenomenler, gözlediği politik görüşler, Hegel’in karşılaştıklarından
ve gözlediklerinden farklıdır. Marx, Hegel’in idealist felsefesinde gerçekliğin
ve tarihin mantığı olarak, “baş aşağı” yansımış diyalektikten etkilenir. Bu
etkilenme, bir teori oluşturma işleminde kullanmak üzere, Hegelci diyalektiğin
bir şablon olarak alınıp kullanılması anlamına gelmez. Marx ve Engels,
toplumsal varlık (özneler) ile toplumsal bilinç biçimleri arasındaki ilişkiyi,
felsefeyle toplumsal gerçeklik arasındaki bağı, tarihsel ve materyalist
perspektifle kavramaktadır. Marx ve Engels’in realist düşünsel üretimlerinde,
toplumsal yaşamdaki, tarihteki diyalektik, materyalist yaklaşımla kavranır. Bu
kavrayışla, “ayakları üzerinde durarak” dünyaya bakarlar.
Hegel’in
idealist felsefesinde, diyalektik süreç “baş aşağı” dururken, tarihin ve
toplumun materyalist bakışla değerlendirilmesi, diyalektik sürecin “ayaklar
yere değecek şekilde” kavranmasını getirir.[8]
Hegel’in idealist felsefesinde, tüm tarihsel gelişim “yalnız Kavramın ilerleyişi” olarak, mutlak
fikrin, kavramın (İdea) “kendi kendini belirlemesi” sonucunda kavramların
gelişimi olarak anlaşılırken[9];
Marx’ın materyalist felsefesinde, tarihteki diyalektik gelişim süreci,
belirleyici/temel özellikteki maddi ilişkiler yönüyle kavranır, gelişim
sürecinin bir boyutu olan düşüncelerin ve kavramların oluşma koşulları
değerlendirilir. Marx, tarihsel gelişimi materyalist felsefi bakış ile
değerlendirir; soyut kavramlar arasında sabit bir mantıksal şablona baş vurup,
spekülatif ilişkiler kurmaz; tarihsel sürecin diyalektiğini, ampirik karşılığı
olan kavramlara, soyutlanmış kavramsal öncüllere başvurarak, somut incelemeler
üzerinden düşünsel olarak kavramaya çalışır.
Marx ve
Engels, tarihsel materyalist paradigma kapsamında, eski ve rakip anlayışlardan
devraldıkları bazı kavramların anlamı değiştirirken, yeni kavramları da zamanla
soyutlar. Tarihteki diyalektik mantığın ve Hegel’in ortaya koyduğu diyalektik
ilkelerin kavranması, aslında Marx ve Engels’in yaşamları boyunca devam eder.
Örneğin Grundrisse’i yazarken Marx,
Hegel’in eserlerini bir kez daha inceler. Hegel’in diyalektik ilkeleri
benimsenerek korunur ve geliştirilirken, bazı kavramları ve yaklaşımları
yadsınır. O’nun genel idealist yaklaşımıysa hep eleştirilir. Tarihsel
materyalist paradigmanın kapsamındaki kavramlar arasındaki örüntü Hegel’in
kavramları arasındaki örüntüden farklıdır. Bu durum, onun yeni bir perspektife
sahip olmasından kaynaklanır. Bu perspektif “realist”/materyalist bir tarih
anlayışıdır.
Hegelci
okulun 1837 yılından sonra felsefi-siyasal görüşlerindeki ayrılıklarla ikiye
bölünmesi ve birbirini eleştirmesi sürecinde Marx, Hegel’in düşüncelerinden
etkilenmiş genç bir üniversite öğrencisidir. Sağ hegelciler bu süreçte, Halle
Yıllıkları’nı çıkarır; din ve Prusya devletini savunur. Sol hegelciler ya
da genç-hegelciler, bunlara genel olarak muhaliftir. Marx, genç-hegelcilerin
yanında yer alır. 10 Kasım 1937 günlü bir mektubunda, “tanrısallığın felsefi ve
diyalektik evrimini göstermeye çalıştığı zaman”, kendini “düşmanın kolları
arasında bulduğunu” (düşman Hegel felsefesidir) yazsa da, Hegelci bir
terminolojiyi kullanarak Hegelciliğe karşı savaşır. Bu sırada 19 yaşındadır ve
genç-hegelciler çevresiyle tanışması da 1937 yılında gerçekleşir. 1836-1842
yılları arasındaki dönemde, felsefi radikalizmi ve düşünsel-ilkesel kesinlik
tutkusu oluşur.[10] Aslında hiçbir zaman tam
olarak bağlanmadığı Hegel felsefesinden, din ve devlet konularında ayrılır.
Hegel’in devlete ilişkin düşünceleriyle Prusya devlet gerçekliği arasındaki
zıtlığın genç-hegelcilerce görülmesi, Hegel’in var olan sisteme bilinçli olarak
ödünler verdiğini düşünmelerine yol açtığında, Marx, genç-hegelcilerin, Hegel
felsefesinin bu tutarsızlıklarını yadsımaları ve sistemin geri kalanını
benimsemeleri karşısında, Hegel’in sisteminin ve ilkesinin yetersiz olduğu görüşünü
savunur. Yazımı 1839-41 arasında yapılan doktora teziyle felsefe doktoru
unvanını aldığı 1841 yılında, Marx, Hegel felsefesinin temelden bir
eleştirisini yapmakta kararlıdır.[11]
1842 yılı son aylarında Ren Gazetesi
başyazarı olmasından sonra, genç-hegelcilerle olan ilişkilerini koparmaya
başlar. Onları cafcaflı cümleler kurmakla, belirsiz akıl yürütmelerle, somut
durumları çözümlemeyen, belgin bilgilere dayanmayan irdelemeler yapmakla
eleştirir. Marx’ın düşünceleri giderek somutlaşır. Özetle, Marx Hegelci
anlayışı tümüyle benimsemiş bir tilmiz, üniversite kürsüsünde O’nun yaklaşımını
savunma durumunda olan basit bir öğrenci olmaz. O’nun tarihsel materyalist
paradigmayı Engels’le birlikte geliştirdiklerinde, Hegel’in fikirleri dahil
dönemin önemli yaklaşımlarından az çok haberdar oldukları, ancak bütünüyle
bunlara angaje olmadıkları ve iyi eğitilmiş genç “beyinler”in sahip olduğu
zihinsel dinamizmi taşıdıkları dikkati çekmektedir.
Marx,
Hegel’in görüşlerinin eleştirisine, O’nun Hukuk
Felsefesinin Prensipleri adlı
eserini eleştirerek başlar. İktisadi ve toplumsal konularda kafasında
biriken şüpheleri gidermek için ilk giriştiği çaba, Hegel’in “hukuk
felsefesi”ni eleştirici bir gözle incelemek olur (1843 yaz ayları). 1843
Aralık-1844 Ocak tarihleri arasında yazılan HHFEK.
Giriş adlı makale, 1844 yılı Şubat ayı başında Paris’te Alman-Fransız Yıllıkları’nda yayınlanır.
Bu yazı, Marx’ın komünizme ilk açık geçişini belirtir.[12]
Daha önce yazılmış olan HHFE adlı eserinde henüz bu geçişin belirtisi
yoksa da, burada Marx, tarihsel materyalizmin genel bir formülüne ulaşır:[13]
Hukuki ilişkiler, devlet biçimleri, kendi kendilerine ya da insan zihninin
evrimiyle anlaşılamaz; bunların kökleri, 18. yüzyıl Fransız ve İngiliz
düşünürleri (özellikle İskoç Adam Ferguson) gibi, Hegel’in de ele aldığı “sivil
toplum”da bulunmaktadır.[14]
Marx, “sivil toplum”un şekillenmesini, siyasal iktisatla değerlendirmenin
gerekli olduğunu Hegel’in “hukuk felsefesi”nde gördüğünden ve Engels’in (1843
sonlarında yazılan ve Alman-Fransız Yıllıkları’nda yayınlanan, İngiltere’nin
Durumu ve özellikle Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi adlı
makalelerinin) de etkisiyle, bu alanda okumaya başlar.
Genç-hegelcilerin “özerk
felsefe”leri, felsefi karikatürleştirmeleri ortadadır. Marx ve Engels’in
bunları eleştirmesinde, Alman felsefe ekolüne, “dışarıdan” bakabilmelerinin de
etkisi vardır. Almanya’da bir öğretim üyeliği bulma ümidi gerçekleşmeyen Marx,
1840 yılında tahta çıkan kral 4. Friedrich Wilhelm’in bir anayasal reform
olmayacağını bildirmesi ve liberal bir hükümetin kurulmasının imkansızlaşması
sonrasında, siyasal alana itilir. Baskılara ve gerici uygulamalara karşı
muhalefet, gazetecilik üzerinden yapılır. Bu gazetecilik deneyimi sırasında
uygulanan sansür ve baskılar, muhalifleri susturmaya yetmez. Ancak, geri
koşullar içindeki Prusya’dan ayrılmaya karar veren Marx*, önce 1843 Mayıs’ında Kreuznach’a, kısa süre sonra,
1843 Ekim ayı sonuna doğru da Paris’e gider. Marx’ın genç-hegelcilere karşı ilk
eleştirileri, Ren Gazetesi’nde Max
Stirner’in de aralarında olduğu kendilerine “Özgürler” (“Kurtulmuşlar”) adını
veren genç-hegelci grupla tartışmasıyla başlayıp, Alman-Fransız Yıllıkları’nda yayınlanan Bruno Bauer’e karşı yazmış
olduğu Yahudi Sorunu adlı makaleyle
devam eder. Ancak bu eleştiri, etkin bir biçimde ve daha kapsamlı olarak,
Engels’le birlikte yazdıkları, KA ve
sonra da Aİ’nde yapılır. Önce
Paris’e, bir süre sonra da Brüksel’e geçmek zorunda kalan Marx böylece, Alman
aydınlarının düşünsel üretimlerine ve güdük pratiklerine “dışarıdan” bakma
imkanı bulur. Genç-hegelcilerin ideolojik yönelimlerindeki soyut,
metafizik-spekülatif yönün ve birçok genç-hegelcide gözlenen politik anlayış
kısırlığının fark edilmesinde, Paris ve Brüksel’de yaşanan politizasyon
önemlidir. Marx ve Engels, klasik Alman felsefesinin teorik mirası olan
diyalektiği, yani tarihsel gelişimin mantığı olduğu fikrini devralır ve bunu
var olan işçi sınıfı hareketiyle buluştururken, Hegel felsefesi ekolünün
dağılmasının bir sonucu da, bir “ex-filozoflar” kuşağının oluşmasıdır.[15]
Bu ex-filozoflar arasında, sol hegelciler yanı sıra, sağ hegelciler de vardır.
Marx, Feuerbach’ın açtığı
yoldan Hegel’in idealist felsefi sisteminin eleştirisine HHFE'nde
başlar. Ancak, daha yetkin ve genel bir eleştiriyi, Paris’te oturduğu sırada
yapar. Diğer alanlar bir yana, siyasal iktisat alanında okumalara da burada
başlar. Hegel’in idealist sisteminin genel bir eleştirisi, 1844 EFE’nda ve sonra 1844’ün son aylarında yazılan KA’de (ünlü “meyve” örneği verilerek)
yer alır. Marx ve Engels, KA’de
genç-hegelcilerin eleştirisini yaparken, aslında düşüncelerindeki gelişimi
ortaya koyar. Bu eserde, tarihsel materyalizmin embriyon biçimdeki bazı
yaklaşımlarının geliştirilmiş olduğu görülür. Üretim pratiğinin önemi kavranır;
burjuva (sivil) toplumsal ilişkilerin realist bir şekilde kavranışı yönünde
ileri adımlar atılır; 18. yüzyıl materyalizmiyle ilk sosyalist-komünist
görüşler arasındaki bağ (felsefe-siyaset ilişkisi) anlaşılır. Aİ'nde bir
kez daha, Hegel'in metafizik kurgusundaki “hile” ve “cambazlık” ortaya serilir.
Marx'ın, Hegel'in metafizik kurgusunu eleştirme konusunda, farklı eserlerinde
sergilediği yaklaşımları hep birbiriyle tutarlıdır. Öyle ki, bu konuda, Kapital'de
yaptığı yorumlarla, yıllar önce HHFE'nde yaptığı eleştiriler bile
birbirini tamamlar.
Feuerbach’ın etkisi ve
eleştirisi
Feuerbach’ın
spekülatif felsefi düşünceleri eleştirerek, felsefeyi göreceli olarak
somutlaştırma eğilimi önemli bir etki oluşturur.[16]
İnsan, aşk, din vb. kullandığı kavramlar, gerçeklikte mevcut olan olguların,
felsefi düzlemde belirli bir “somut”lukla kavranmasını temsil eder. Düşünenin,
duyumsayanın insan olduğunu vurgulaması, insanı duyumsayan bir varlık olarak
görmesi, dinsel yansımanın insanla ilişkilendirilmesi önemlidir. Ancak,
Feuerbach klasik materyalist felsefi düzlemden kurtulmayı başaramaz. İnsanları,
olguları, dini, değişmez/gelişmez, sabit tarih-dışı öğelermiş gibi
değerlendirir. Toplumsal/tarihsel insan pratiklerini ve tarihsel gelişmeyi
dikkate almaz. Toplumsal ve tarihsel olan gerçekliği, var olan düzeni, insanlar
arası ilişkileri değiştirme tutkusuyla hareket etmez. Sonuçta Hegel, idealist
bir tarih anlayışına sahiptir; Feuerbach ise büsbütün tarihi bir yana bırakır.[17]
Marx’ın,
Hegel felsefesinin ilk eleştirisini devlet/hukuk konusunda yapmasının bir
nedeni, bu eleştiriyi yapmadan önceki bir yıllık gazetecilik faaliyetinde
karşılaştığı somut güçlerin bunlar olmasıdır. Marx’ın Ren Gazetesi’ndeki gazetecilik faaliyeti, dine ve devlete karşı
muhalif olmasını getirir ve bu kimliğini geliştirir. Bu eleştiriyi HHFE’nde
gerçekleştirirken, Feuerbach’ın özne-yüklem evrikliği ya da devriklemesini, bir
eleştiri silahı olarak kullandığı belirtilmelidir. Bu silah, aslında bir
demistifikasyon yolu ya da mekanizmasıdır. “Devletin, temeli sivil toplumdur”
cümlesine, “sivil toplumun temeli devlettir” cümlesinin özne-yüklemi
devriklenerek varılmaktadır. Baş aşağı duran bir metafizik fikir, böylece
ayakları üzerine, materyalist bir zemine oturtulur.*
Tarihsel materyalist anlayış geliştirilirken, daha
özel olarak Feuerbach materyalizminin eleştirisi yapılırken, yakalanan kritik
halka, düşüncelerle toplumsal pratik arasındaki ilişkidir. Bu noktada, insan
kavramı hakkında spekülatif düşünceler üretmek yerine; gerçekte yaşayan
insanlar dikkate alınır; tarihsel pratikleri içinde insanlar, etkinlikleri ve
düşüncelerinin oluşumuyla birlikte değerlendirilir. İnsanların fikirleri, dini
inançları, duyguları ve düşünceleri, tarihsel ve toplumsal süreç içinde
kavranır. Örneğin Feuerbach’taki soyut, yalıtılmış ve bir birey olarak kavranan
insan anlayışı, “toplumsal ilişkiler içerisindeki insanlar, bu ilişkileri
değiştirebilen, aktif insanlar”, “toplumsal insanlık” kavrayışına dönüşür.
Yine, Feuerbach gerçekliği, bireyin edilgen duyumluluğuyla yansıtılmış düşünsel
temsile indirgerken, gerçeklikle düşünsel temsil arasında özdeşlik kurma
illüzyonuna düşerken; Marx, düşünsel temsillerin, değişen/gelişen ve
dolayısıyla duyumsanması, düşünsel temsillerle kavranması da gelişen bir
gerçeklik içindeki yeri ve işlevlerini kavramaya başlar. Feuerbach’ın Alman
felsefesine getirdiği katkı, Fichte’nin “ben”, Hegel’in “tin” (Geist, zihin)
kavramı etrafında türettikleri spekülatif fikirlerden sonra, “özne”nin göreli
bir somutlukla ele alınması ve bu özne ya da insan anlayışıyla yaptığı din
eleştirisidir. Ancak, bireyi referans alan bir bakış açısı, toplumsal
fenomenleri gerçekçi bir biçimde anlamak için yeterli olmamaktadır.
Marx gibi Feuerbach da,
1840’larda Almanya toprakları üzerindeki üniversitelerde felsefe kürsülerini
işgal eden, eklektik ve dar görüşlü akademisyenlerden/filozoflardan biri
değildir. Ancak Feuerbach, hem materyalizmiyle, hem de politik perspektifiyle,
Almanya’nın geri kalmış toplumsal ilişkilerinin ufkunu yansıtmaktadır. O’nun
filozof gözlükleriyle göremediği bir ufuk ötesi, Almanya’dan daha ileri bir
Avrupa toplumsal gerçekliği vardır. Feuerbach bir Alman’dır ve 1840’lı yıllarda
Almanlar tarihsel bir anakronizm içindedir. Bu dönemde bir burjuva Alman
devrimi henüz gerçekleşmez, tek bir ulus-devlet oluşmaz. Feuerbach’ın 1840’lı
yıllardaki felsefesi ve bunu tümleyen politik bakışı, Almanya’nın bu dönemdeki
anakronik durumunun düşünsel bir temsilini sunmaktadır.[18]
Feuerbach’ın
insan, duyumluluk gibi öğeleri içeren bir kavram setiyle oluşturduğu
materyalist perspektif, aslında değişmeye yüz tutmuş bir Alman toplumsal
gerçekliğini yansıtmakta ve Alman felsefesine materyalizm cephesinden gelen ilk
belirgin katkıyı oluşturmaktadır. Feuerbach’ın 1840’larda oluşturduğu
felsefenin, Almanya’nın, İngiltere ve Fransa’ya göre tarihsel gelişimdeki
geriliği nedeniyle, bu ülkelerde 18. yüzyılda oluşturulmuş materyalizm ve
duyumculuk türleriyle aynı karaktere sahip olduğu görülmektedir. Feuerbach’ın
felsefesi, 18. yüzyılın “yalıtılmış birey” anlayışına/fantezisine uyarak,
insanı tarihsel akıştan yalıtık Robinson gibi bir birey, bir “atom” olarak ele
almaktadır. O insanı, “toplumsal insanlık” olarak, tarihsel gerçekliği
içerisinde ele almaz. Topluma ilişkin yorumunda en ileri gidebildiği nokta,
“dinsel yabancılaşma”yı değerlendirirken kullandığı, insanların kolektif
güçlerini anlatan “türsel ya da cinsil varlık” (Gattungswesen) kavramıdır.
Böyle olunca da toplumsal olgular hakkında, insan, din, sevgi, duyumluluk gibi
kavramlar üzerinden spekülatif fikirler türetir. Feuerbach, toplum ve tarih
alanında materyalist bir perspektife sahip değildir. Sonuçta Feuerbach
felsefesindeki “insan” kavramı, felsefi düzlemde göreli bir somutluk
oluşturursa da, aslında insanların toplumsal pratiklerinin, toplumsal
ilişkilerin kavranamamış olduğunu da gösterir. Feuerbach dünyaya “filozof
gözlüğüyle” bakar; insanların dünyayı, koşulları değiştirme, dönüştürme
eylemine katılmaz ve insanların praksisinin önemini anlamaz. Marx ve Engels Tezler’de
ve Aİ’nde, bu durumu belirtir ve eleştirisini yaparken, topluma,
tarihsel materyalist-komünist bir perspektifle bakmaktadır.
Vorwarts! (anlamı “ileri”) gazetesindeki yazıları nedeniyle
Paris’ten sürgün edilen Marx, Şubat 1845 başlarında Brüksel’de yaşamaya
başladıktan sonra, yazdığı Tezler’de
Feuerbach felsefesini, tarihsel materyalizm açısından eleştirir. Bu eleştiriyi
güdüleyen materyalist-komünist bir felsefi-politik bakış açısıdır. Aslında
Marx, Feuerbach’ın felsefi anlayışını, 1843 yılındaki çalışmalarıyla daha önce
aşar. Yine Aİ’nde, tarihsel
materyalizmin temel formülleri derli toplu ortaya konurken, Feuerbach dahil,
Alman aydınlarının (genç-hegelciler, Max Stirner) felsefi-ideolojik eğilimleri,
Hegelci metafizik kurgu ve idealist tarih anlayışı eleştirilir. Bu eserde de
aslında, daha önceden aşılmış olan bu görüşlerin eleştirisi bilince çıkarılır.
1847’de yayınlanmış olan Felsefenin Selaleti (FS)’ndeyse, Proudhon’a
karşı daha önce KA’de yapılan
eleştiri geliştirilir. KA’de Marx, Proudhon’a karşı “her bilimin ilk
eleştirisi, savaştığı bilimin bazı ön varsayımlarının zorunlu tutsağıdır”
şeklinde bir eleştiri yapar ve Proudhon’un özel mülkiyetin tümüyle
kaldırılmasını savunmadığını gösterir.[19]
Proudhon’un ütopik anlayışı da, yukarıdakilere benzer bir biçimde ve bir süreç
içerisinde aşılır. Marx’ın çalışmaları bu noktaya kadar hep polemik ve eleştiri
tarzında yazılır.
Engels’in katkıları
1842 yılı Kasım’ında tanışmalarından sonra Marx ve
Engels’in düşünceleri ve politik pratikleri büyük ölçüde birlikte ve etkileşim
içinde gelişir. Engels, Marx’ın düşüncelerinin gelişimine katkılar yapar.
Engels, 1844 Şubat ayı başında Paris’te yayınlanan Alman-Fransız Yıllıkları’nda yer alan
iki yazısından biri olan, Ekonomi
Politiğin Eleştirisinin Ana-hatları (ya da Ekonomi Politiğin Bir
Eleştiri Taslağı (Denemesi)) adlı makalesiyle ve yine 1845 yılında
yayınlanan İngiltere’de Emekçi Sınıfın
Durumu adlı eserle, iktisadi kategorilerin eleştirisine katkı getirir. 1843
sonlarında Engels tarafından yazılan Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Taslağı
(Denemesi), Marx ve Engels’in siyasal iktisatla ilgili ilk yazıları olup,
komünist bakış açısına sahiptir.[20]
Marx’ın dikkatini siyasal iktisat üzerine çekenin Engels olduğu ve Marx’ın
siyasal iktisat irdelemelerine büyük bir olasılıkla, bahsedilen bu yazıyı
okuduktan sonra giriştiği belirtilmelidir.[21]
Marx ve Engels’in düşünsel ve politik gelişimleri,
aralarındaki iletişimle (görüşmeler ve mektuplaşmalar) birlikte yürür. KA, Aİ,
Komünist Manifesto (KM) ortak ürünleridir.
Engels’in bazı özellikleri, Marx’ın özelliklerini
tamamlar. Daha derin düşünen ve kavrayışı daha güçlü olan Marx'ın, temel
kavramların soyutlamasını ve çözümlemesini büyük bir yetkinlikle yaptığı,
Engels'inse, ilkelerinin, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin ele alındığı
konulara uygulanmasında üstünlük gösterdiği belirtilir.[22]
***
Tarihsel
materyalizmin doğuşu açısından anlamlı bulduğumuz faktörleri değerlendirmiş durumdayız.
Bu değerlendirmeye temel ve tali önemde başka faktörler de eklenebilir.
Örneğin, Moses Hess, Wilhelm Schulz’un yazdıkları eserlerin Marx üzerindeki
etkileri gibi tali faktörler... Bu böyledir, çünkü toplumsal yaşam ve tarihsel
pratik, soyutlamalardan, ifadelerden her zaman daha zengindir. Ancak önemli
olan ve kavranması gereken nokta, tarihsel materyalist önermelerin görece
gelişkin biçimleriyle ortaya konduğu metinlerle (Aİ, FS, KM), Marx ve
Engels’in daha önce yazdığı metinler arasındaki sürekliliğin görülmesidir. Bu
sürekliliği sağlayan, eleştirel politik bir perspektifle, materyalist
perspektifin birbirini tümleyen birleşimidir. Bu sürekliliği oluşturan, Marx ve
Engels’in fikirlerinin, dönemin Avrupa’sındaki görüşlerle ve toplumsal
koşullarla olan bağıdır. 1840’larda Marx ve Engels’in ürettikleri eserler, bir
bütün olarak diğer görüşlere eleştirel bir yaklaşımın şekillenmesi çerçevesinde
ve zaman içinde gösterdikleri ideolojik gelişimle birlikte değerlendirilmelidir.
Burjuva devrimleri çağından, proleter devrimleri çağına geçişteki tarihsel
süreklilik-kopuş eksenindeki gelişme, yeni bir paradigmanın ve bu zemin
üzerinde kurulan yeni bir toplum biliminin oluşumunu sağlamakta, bu içeriklerle
düşünsel düzleme yansımaktadır. Gerçekten de bir “kopuş”tan bahsedilmelidir;
ancak bu teorik kopuş ya da atılım, baştan sona bütüncül bir oluşum sürecindeki
tarihsel materyalizmin doğuşuyla ve sonrasında devam eden gelişmesiyle birlikte
gerçekleşir…
Tarihsel materyalizm teleolojik midir?
Hegel’in
felsefi kavramsal mirasının zenginliği, bu mirasın eleştirilmesi faaliyeti ve
esinlendirici etkisi, tarihin mantığı ve bir yönü olduğu yönünde devralınan
duygu ve inanç, “sentezlenme süreci”nde tarihsel materyalizmin şekillenmesinde
önemlidir. Ancak, başka ve daha somut olarak ne söylenebilir?..
Çulhaoğlu,
Hegel felsefesinin Marx üzerindeki esinlendirici etkisini belirterek, “Hegel’in
en anlamlı mirası, tarihin bir yönü, bir hedefi bulunduğu yolundaki ısrarıdır”[23]
demektedir. Bu yorum sağlıklıdır, ancak bu yorum doğruysa, Aİ’ndeki şu yaklaşımı nasıl değerlendirmelidir?..
“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken
bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür.
Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu
hareketin koşulları (kendileri de maddi gerçeklikteki değişikliklere uygun
olarak yargılanmalıdır -El yazmasında çizilmiş pasaj), şu anda var olan
öncüllerden doğarlar.”[24]
Aİ’ndeki bu yaklaşım, tarihi anti-teleolojik
bir süreç olarak kavramanın ürünüdür. Tarihin teleolojik bir süreç olarak
algılanması reddedilmelidir. Tarihsel materyalizm, tarihe teleolojik bir
yaklaşım örneği sunmaz. Marx’ın düşüncelerindeki ilerlemenin erken evrelerinde
bile tarihe anti-teleolojik bir yaklaşım gözlenir. Eylül 1843 tarihinde yazdığı
bir mektubunda bu yönde bir eğilim açıkça görülür: “Biz dünyanın karşısına,
ona; işte gerçek, işte burada diz çökmek gerekiyor diyerek, yeni bir ilkeyle,
doktrinciler olarak çıkmıyoruz. Biz dünya ilkelerinden, dünya için yeni ilkeler
çıkartıyoruz.”[25]
Yine Marx’ın 1844 EFE’nda
yer alan bazı ifadeleri de, sağlıklı bir şekilde yorumlanmalıdır:
“Komünizm, insanın yeniden bütünlenmesi ya
da kendine dönüşü, insanın kendi yabancılaşmasının ortadan kaldırılmasıdır...
Komünizm... insanın kendi yoluyla ve kendisi için insanın özüne ulaşması; onun
kendini toplumsal ve insani bir varlık olarak yeniden yaratmasıdır... Bu
komünizm, tamamıyla natüralizm olarak gelişir ve hümanizme eşittir... Tarihin
bütün hareketi, bu yüzden... komünizmin fiili olarak yaratılması hareketidir.”[26]
Bu cümlelerde
tarihe keyfi bir ereksellik mi yüklenmektedir, yoksa tarihin mantıksal açıdan
kavranabilir gelişim mekanizmalarının olduğu mu belirtilmektedir?.. Marx’ın
tarihe, keyfi bir hedef yakıştırmadığını düşünmek gereklidir. 1844 EFE’nda
komünizm, tarihsel gelişmenin sahip olduğu yönle ulaşılacak bir son hedef ya da
sonuç olarak görülür. Tarihin mantığı ve dolayısıyla bir yönü olduğundan, bir
kestirim ya da öngörü (prediction) yapılır. Komünizm, a priori bir tasarım değil, tarihsel a posteriori bir sonuçtur. “Natüralizm” nitelemesiyle kastedilen
daha çok budur. Hegel’de, tinin kendini bilmesi, öz-bilince ulaşması bir son
erek olarak konur ve bu metafizik telos’un (erek) tarihte gerçekleştiği
savunulurken, Marx’ın erken dönem yazılarında bile, tarihin materyalist yönden
kavranmış nedensel mekanizmalar ve kurallarla geliştiği yönünde bir inancın
olduğu gözlenir. Doğanın, fiziksel gerçekliğin nasıl ki bir “mantığı” vardır ve
bu “mantık” insanlar tarafından soyutlanabilir, kavranabilir; tarihin,
toplumların gelişiminin de, insanlar tarafından kavranabilir bir “mantığı”
bulunmaktadır. Hegel bu mantığı idealist felsefesinde teleolojik biçimde, “baş
aşağı” ortaya koyarken; Marx materyalist bakışla değerlendirme yapmakta, ömrü
boyunca oluşturduğu teoride, diyalektik mantığı bir çok yönüyle sunmaktadır.
Hegel’de gerçeklik akli yapıdadır, töz akıldır; Marx’ta gerçeklik maddi
yapıdadır, töz maddedir. Hegel, gerçekliğin zaten akli yapıda olduğunu ve
değiştiğini, geliştiğini benimser. Marx ise, nesnel gerçekliğin kavranabilir,
aklileştirilebilir bir mantığa sahip olduğunu, bu nedenle bu mantığı kavrayarak
akılcı biçimde değiştirilebilir de olduğunu belirten argümanı benimseyerek, bunun
tarih alanında da geçerli olduğuna inanır. Marx’ın yaklaşımını göstermesi
açısından yukarıda alıntılanan cümlelerle birlikte şu cümleleri de yazmış
olması dikkat çekicidir:
“(Komünizm –MB), tarihin çözülmüş
bilmecesidir ve kendini bu çözüm olarak bilir.
“Demek ki, tarihin tüm hareketi, bir yandan
bu komünizmin gerçek doğurma belgesi –deneysel varlığının doğum belgesi-
öte yandan onun düşünen bilinci için kendi oluşunun kavranmış ve bilinen
hareketidir (...)
“Eğer tüm devrimci hareket, deneysel olduğu kadar
kuramsal temelini de özel mülkiyet hareketi, iktisat hareketi içinde
buluyorsa, bu devrimci hareketin zorunluluğu kolayca anlaşılabilir.”[27]
1844 EFE’nda, böylesi bir ideolojik
bakış açısının, materyalist/realist bir inancın varlığı gözlenmektedir. Bu
eserde Marx, “yabancılaşma” fenomeninin değerlendirmesini yapmakta ve bu
fenomenle komünizmi ilişkilendirmektedir. Daha çok betimleyici ve fenomenal
düzeyde bir açıklama yapan Marx, henüz burada, “yabancılaşma” fenomenini üreten
temel mekanizmayı, özsel olanı bulup ortaya koymamıştır.
Marx’ın HHFE’ndeki
yaklaşımı da materyalisttir. Bu eserin yazılmasından sonra gelişen süreçte,
materyalist bakış açısı, komünist perspektifle bütünleşir. Tarihsel
materyalizmin oluşumu, böylelikle gerçekleşir. Materyalist-komünist perspektif
ya da zemin, toplum bilimsel gerçekçi değerlendirmeler için gereklidir.
Tarihsel materyalist perspektifin oluşmasıyla, toplum bilimsel incelemelere,
dolayısıyla toplumsal temel mekanizmaların keşfedilmesine doğru ilerlenir.
Toplum bilimsel incelemeler, ideolojik perspektiften yalıtılamaz. Ayrıca her
bilim, kendinden önceki, terminolojiyle bir süre daha konuşmaya devam eder.[28] 1844 EFE’ndaki “yabancılaşma” ve
“hümanizm” gibi kavramlar, bu duruma örnektir. Marx, Kapital’i
yazdığında da, 1843’ten beri sahip olduğu komünist-materyalist ideolojik bakış
açısına sahiptir. Ancak, bu realist ideolojik perspektif, bilimsel
incelemelerle, tarihsel-siyasal süreçlerin politik değerlendirmesiyle, elbette
zenginleşerek yeniden üretilir ve üretilmektedir.
Özetle,
Hegel’in idealist felsefesinde teleolojik (erekselci) bir tarih anlayışının
olduğu bilinir.[29] Bu anlayış doğrudan
Marksizm’e miras olarak kalmaz. Daha çok Hegel’in tarihsel yaklaşımının
getirdiği sezgi, esinleyici etkidir miras kalan… Tarihin mantığı ve yönü
olduğuna ilişkin inanç, Marx tarafından, metafizik/idealist bir kurgunun
bileşeni olmaktan kurtarılır ve materyalist, bilimsel bir inceleme zemininde
ele alınır.
Öyleyse, Marx
ve Engels’in, komünizmi, tarihin kaçınılmaz, zorunlu bir sonucu olarak görmelerini
de sağlıklı bir biçimde yorumlamak gerekmektedir. Bu ifadelerdeki “zorunlu”, ya
da “kaçınılmaz” kelimelerinin anlamı doğru kavranmalıdır. Komünist ideoloji
realisttir ve komünistlerin toplum bilimsel incelemelerinden ayrılmaz. Bu
realist ideoloji, çağımızda toplumsal gerçeklikteki çelişkilerin aşılması
yönünü, ilerletici yönünü temsil etmektedir. Bu temsil, işçi sınıfının
bilincinde kendiliğinden oluşmaz. Bu sınıfın ideolojik-siyasal düzlemdeki
temsilcilerinin fikirlerinde yansır. Komünist ideoloji, tarihsel hareketin
kendi üzerine realist bir “refleksiyonu” (düşünümü)’dür. İşçi sınıfı çağımızın
devrimci kapasitesi olan sınıfıdır ve onun devrimci hareketlenmeleri, komünist
ideolojinin alabileceği biçimlere genel bir çerçeve oluşturur. İşçi sınıfının
nihai çıkarı, toplumsal ilerlemenin nesnel yönünü gösterir. Marksist komünist
perspektif veya tarihsel materyalist perspektif, erekselcilikle (teleolojik
olmayla) ya da ütopyacılıkla nitelenemez.[30]
Çünkü bu perspektifler, realisttir. Ayrıca, bu ideolojiler bilimsel incelemelerle
yenilendiklerinden, bilimsel verilere dayanarak gelecek öngörüleri
oluşturulmaktadır.
Marksizm,
kapitalizmin gelişiminin kavranmış mantığına dayanarak, geleceğe ilişkin
öngörülerde, kestirimlerde bulunmamızı sağlar ve bu mantıktaki farklılaşmalarla
birlikte geliştirilmektedir. Tarihin mantığı olduğuna inanmak ve içinde
bulunduğumuz çağda bu mantığın mekanizmalarını saptamak, buna dayanarak genel
bir ilerleme yönünden bahsetmek realist tutumlardır. Komünistlerin “kaçınılmaz”
ya da “zorunlu” gibi nitelemeleri, saptanan bu mekanizmalara, bu mekanizmaların
oluşturduğu mantığa işaret etmektedir. Yaşanan toplumsal deneyimler üzerinden
bu gelişimin mantığının soyutlaması da yetkinleştirilir. Bir örnek vermek
gerekirse; Marx Kapital'de kapitalizmin gelişiminde ülkeler arasındaki
eşitsizliklere değinirse de, “eşitsiz gelişme” ilkesinin, soyutlamalarımıza
büyük ölçüde ve net bir biçimde dahil olması, Ekim devrimi süreciyle ve
emperyalizmin ilk evrelerinde gerçekleşir…
Hegel’in felsefesi ve bıraktığı
miras
Aydınlanma
döneminin materyalistleri, doğadaki nesneleri, olayları değerlendirirse de
doğadaki süreçleri ve gelişimi yetkinlikle soyutlayamaz, nesnelerin ve
olayların insan aklına nasıl yansıdığını yeterince değerlendiremeden bir
yansımanın gerçekleştiğini kabul eder. Onlar, doğanın ve aynı zamanda toplumsal
gerçekliğin süreçlerini, gelişimini yeterince incelemez. Engels’in de
belirttiği gibi, yer yüzünün nasıl bir evrimden geçtiğinin (jeoloji),
canlıların yapı taşı olan hücrenin hangi özelliklere sahip olduğunun,
canlıların evriminin nasıl olduğunun, enerjinin bir formdan diğerine nasıl
dönüştüğünün bilinmediği bir dönemde[31],
materyalistlerde doğal olarak gelişimsel bir madde ya da doğa anlayışı da
olamaz. Bu materyalistlerdeki düşünsel yetersizliğin bir başka yanıysa,
“yansıma teorisi”nin irdelenmeden, bir kabul olarak benimsenmesi ya da en fazla
birey ölçeğinde kısmen değerlendirilebilmesidir. Bu da, zihin ve bilinç
konularındaki bilimsel incelemelerin yanı sıra, ideoloji üzerine toplum bilimsel
çalışmaların da, henüz yeterince geliştirilmemiş olmasından kaynaklanır. Yine
Engels’in belirttiği gibi, “eski materyalizm”in tarih anlayışı pragmatist
yaklaşımlı, “tarihin incelenmesinden hiçbir ders alınamayacağını” telkin eden,
tarihin ilerlemesinde “ülküsel devindirici güçleri”, fikirleri son nedenler
olarak gören bir anlayıştır.[32]
İdealizmin
öznel çeşidindeki (örneğin Berkeley, Fichte) kusur ise, nesnel gerçekliği algı,
duyum ya da düşünce biçimleri olarak kabul etmesi nedeniyle, algı, duyum ve
düşünce içeriklerinin nasıl geliştiğini, değiştiğini dikkate almamasıdır.
İşte
bu felsefelere karşıt olarak Hegel, Kant ve Fichte’nin özne merkezli felsefe
anlayışını geliştirerek, gerçeklikle düşünceler arasındaki ilişkiye eğilir ve
bu konuda yüzeysel gözlemlerle yetinmez. Hegel, hem doğada, İdea’nın bir formu
olan nesnel aklın varlığını, döngüsel ve biçimsel de olsa bir gelişimi olduğunu
savunur; hem de tarihsel gelişimde, İdea’nın bilinçli bir formu olan tinin,
dolayısıyla ulusların tininin, sonlu öznelerin tininin gelişimini
değerlendirir.
Hegel’in en belirgin
özgünlüğü, felsefeye tarihsel anlayışı getirmesidir. Hegel’in felsefesinde, soyut bir süreç ve gelişim
kurgusu, metafizik/idealist bir “tarih anlayışı” bulunur. Tarihsel süreçteki
gelişim mantığı olan diyalektik, Hegel’in idealist felsefesinde kavramsal,
soyut biçimde, bazı yönleriyle kavranır ve idealist yaklaşımla baş aşağı
çevrilir. Edindiği bilgileri kullanarak ve kavramları akıl yürütme yoluyla
devindirerek, örneğin çoğu durumda “üçleme”[33]
kalıbını uygulayarak, gerçekleştirdiği zihinsel bir süreçle Hegel, tarihsel
süreçteki mantığı ya da gelişimin diyalektiğini, tepe taklak olmuş şekilde, tümdengelimli, idealist bir
perspektifle açıklar. O’na göre, tüm doğal gerçekliğe egemen olan nesnel akıl
ve tarihe egemen olan da tindir (öz-bilincine ulaşma yolundaki akıl). O’na
göre, bu ikisini ve mantığın inceleme alanındaki “düşünce”yi, felsefede
İdea’nın farklı biçimleri olarak adlandırır ve inceleriz. Gerçeklik
idesel/aklidir ve gelişir; İdea’nın mekanda varoluşu doğayı, tinin zamanda
varoluşu tarihi oluşturur. Tinin kendini bilip tanıma yolundaki ereği tarihsel
gelişimi içerisinde gerçekleşir. Hegel, tarihte bilinçli akıl olan tinin, sanat, din ve
felsefe biçimlerinde öz-bilinç kazanarak kendini bilme, kendi varlığını kavrama
sürecini (refleksiyon) ortaya koyar. Halkların
ve bireylerin farklı tasarımları, algıları, tutkuları, düşünceleri, duyguları,
ilkeleri üzerinden tinsel/zihinsel içerik gerçekleşir, varoluş kazanıp kültürü
yaratır; tin, sanat, din ve felsefe üzerinden kendini geliştirerek,
öz-bilincine ulaşır. Bu gelişimin düzeyi felsefede kavramlarla dışa vurulur…[34]
Hegel,
Mantıkbilimi adlı eserinden de anlaşılacağı gibi, sadece döneminin doğa
bilimlerinin sunduğu kavramları (nicelik, nitelik, ölçü, hareket, kuvvet, doğa
süreçlerinden verdiği diyalektik örnekler vb.) kullanmakla kalmaz, Tinin
Fenomenolojisi, Tarihte Akıl, Hukuk Felsefesinin Prensipleri
adlı eserlerinde, birçok tarihsel olguya materyalist bir bakış açısıyla da
değinir.[35]
Hegel, merkantilist iktisatçı Stewart’ın ve ayrıca Smith gibi iktisatçıların
eserlerini okumuş olup, Montesquieu gibi Aydınlanma dönemi aydınlarının
görüşlerini de bilir.[36]
Bu bilgilerle Hegel’in bazı tarihsel olguları materyalist/realist bir şekilde
yorumlaması yadırganmamalıdır. “Ansiklopedik bilge”, Fransız ve İngiliz
ulusunun ürettiği birçok bilgiyi kendince yorumlayarak, sistemi içinde felsefi
görüşüyle bütünleştirir.
Marx
HHFE. Giriş'te, Almanya’nın “siyasal ve toplumsal kurumları”nın
anakronik durumunu dikkate alarak, Hegel’in Almanya’da oluşturduğu “teorik
tinsel bilinç”, başka bir ifadeyle “kurgusal hukuk felsefesi” için şu yorumu
yapar: “Siyasette Almanlar, öteki halkların yaptığı şeyleri düşünüyor.
Almanya, öteki halkların teorik tinsel bilincini oluşturuyor.”[37]
Çünkü Hegel hukuk felsefesiyle, Fransa’nın “restorasyon dönemi”nin ardından
gelen 1830-1848 yılları arasındaki toplumsal gerçekliğiyle uyumlu bir biçimde,
meşruti monarşiyi onaylar. Hegel 1821 yılında Hukuk Felsefesinin Prensipleri adlı eserini yayınladığı sırada, “Almanya’nın
güncel olarak Devrime katılmaksızın Avrupa karşı-devrimine, Restorasyona
katılması” söz konusudur. Prusya, Fransa’da monarşinin restorasyonu
gerçekleştiğinde, Viyana Kongresi’yle gerici Kutsal İttifak’a monarşik bir
devlet olarak katılır. Prusya ve diğer Alman devletlerinin yönetim biçimi
monarşidir ve henüz bir burjuva devrimi gerçekleşmez. Marx HHFEK. Giriş'i
yazdığında, 1840 yılında Friedrich Wilhelm IV’ün tahta gelişinin ve anayasa
fikrini onaylamadığını belirtmesinin üzerinden üç yıl geçmiş bulunmaktadır.
Marx burada, Alman felsefesi'nin, aslında Hegel felsefesinin, Alman tarihinin
tinsel düzeydeki uzantısını
oluşturduğunu ve bunun da Almanlar’ın, tarihsel gerçeklik düzeyinde “şimdiki”
zamanların çağdaşları olmamalarına karşın, öteki halkların gerçekleştirmiş
oldukları şeyleri düşünmüş olmak üzere, felsefe düzeyinde “şimdiki” zamanların
çağdaşı olmaları anlamına geldiğini belirtir. Tarihsel olarak Alman'lar, 1789
öncesi Fransa'nın sahip olduğu monarşik toplumsal kurumlara sahipken, Hegel'in felsefesiyle,
anayasal bir monarşiyi onaylıyor olmakla, bu “tinsel” düzeyde, Fransa'nın 1848
öncesindeki durumunu kavramış olmaktadır.
1831
yılında kolera yüzünden ölen Hegel, iktisat, tarih, doğa bilimleri, felsefe
tarihi, edebiyat gibi birçok alanda sahip olduğu bilgi ve fikirlerle, 18.
yüzyılda Fransa, İngiltere ve Almanya’da biriken belli başlı kazanımları
soyutlar. Örneğin Hegel, tarihte ilerlemeci bir gelişme olduğu halde, doğada
döngüsel bir gelişme olduğundan bahsederken bile, döneminin bilgilerine ve
genel eğilimine uymaktadır. Çünkü Hegel’in ölüm tarihinde, henüz Darwin’in
evrim teorisi geliştirilmemiştir ve yeryüzünün jeolojik evrimi tam olarak
bilinmemektedir. Hegel’in politik perspektifiyse, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın
ilk üç dekadında Kıta Avrupa’sının sahip olduğu siyasal iklimi ana hatlarıyla
yansıtmaktadır. Hegel’in gençliğindeki ve yaşlılık dönemindeki görüşleri
farklıdır. Gençken din ve devlet konularında radikal görüşlere sahiptir. Yine
genç bir öğrenciyken, Büyük Fransız Devrimi’nin başlangıcı olan “Bastille’in
düşüşü”nün haberi geldiğinde, arkadaşlarıyla birlikte, yeşeren umutların
sembolü olarak özgürlük ağacı dikimine de katılır. Fransız devriminin ardından
gelen, savaşların yapıldığı “İmparatorluk dönemi”nde Napoléon’a hayranlık duyan
Hegel, Fransa’nın “restorasyon dönemi”nde (1815-1830) bulunduğu bir sırada,
1821 yılında, 51 yaşındayken yayınladığı Hukuk
Felsefesinin Prensipleri’ndeyse, Prusya için, Friederich Wilhelm III’ün
savaş sırasında vaat ettiği, meşruti bir monarşiyi onaylıyor görünür.[38]
Sonuçta Hegel’in politik perspektifi söz konusu olduğunda, Almanya’nın
anakronik durumu O’nun da görüşlerinin ufkunu daraltmaktadır. Her ne kadar bazı
görüşleri geçerliliğini hala koruyorsa da, Hegel’in sahip olduğu görüşlere
bakarak, kendi felsefesi için de, şu saptamasına hak vermemek mümkün değildir:
“Bireye gelince, herkes
kendi zamanının çocuğudur; felsefe de aynı şekilde kendi zamanını düşüncede
özetler. Herhangi bir felsefenin çağdaş dünyayı aşabileceğini hayal etmek, bir
kimsenin kendi zamanının üstünden atlayabileceğini, Rodos’u sıçrayıp
aşabileceğini sanmak kadar saçmadır.”[39]
Hegel’in
bir yandan, 18. yüzyılda, İngilizlerin iktisat alanında, Fransızların toplum ve
tarih alanında biriktirdikleri bazı bilgi ve düşünceleri yorumlayarak sahiplenişi,
bu yüzyıldaki doğa bilimlerinin ulaştığı bazı sonuçları değerlendirişi, diğer
yandan, hukuk/devlet anlayışı, felsefeye tarihsel ve diyalektik anlayışı
getirişi, doğanın yanı sıra tarihte de mantıksal/akli bir yan olduğunu felsefi
düzlemde kavrayışı, zihnin işleyişi üzerine görüşü, birlikte göz önünde
bulundurulursa, O’nun için “kökleri 18. yüzyılda bulunan, çiçek vermesi 19.
yüzyılda gerçekleşen bir ağaçtır” benzetmesini yapmak uygun olacaktır.
Hegel’in
tarih, iktisat alanlarında derlediği ve yorumladığı bilgilerin, Marx’a miras
kaldığı söylenebilir. Şimdi bunlardan bazı örnekler vermek, yerinde olacaktır.
İşte
“sivil toplum”un anatomisinin nerede ve hangi ülkede aranacağına işaret eden
bir anlatım... Bu anlatımın benzerlerini, Marx’ın Kapital’de kısmen
onaylayarak alıntı yaptığı siyasal iktisatçıların eserlerinde de bulmak
mümkündür:
“Sivil toplum, aksaksız bir faaliyet içinde
bulunduğu sürece, nüfusun ve sanayinin kesintisiz bir iç gelişmesi olarak
görülebilir. İhtiyaçlar dolayısıyla insanlar arasındaki dayanışmanın ve bu
ihtiyaçları tatmine yarayan tekniklerin evrenselleşmesi sayesinde servetlerin
birikimi artar, çünkü bu çifte evrenselleşme süreci son derece büyük kazançlar
meydana getirir. Ama bir yandan böyle olurken, öbür yandan özel emeğin parçalanması
ve sınırlanması yüzünden, bu emeğe bağlı sınıfın bağımlılığı ve yoksulluğu da
büyür ve, aynı zamanda, emekten başka melekelerden, sivil toplumun sunduğu daha
geniş özgürlük imkanlarından ve, bilhassa, entelektüel nimetlerden yararlanmak
ve kam almak imkanları azalır.
“Geniş bir kitle, asgari geçim düzeyinin –bir
toplum üyesi için zorunlu olan ve kendiliğinden ayarlanan düzeyin- altına
düştüğü ve, böylece, kendi öz faaliyeti ve öz emeği ile yaşamak onurunu, hak,
hukuk ve kendine güven duygusunu kaybettiği zaman, ortaya bir pleb yığınının
çıktığı görülür. Bu oluşum, aynı zamanda, nispetsiz ölçüde büyük servetlerin az
sayıda ellerde toplanmasını büsbütün kolaylaştıran şartları da beraberinde
getirir.
“(...) sivil toplum yeterince zengin değildir, yani
bütün zenginliğine rağmen, doğurduğu aşırı sefaletin ve pleb kitlesinin
kefaretini ödeyebilecek güçten yoksundur.
“Bütün bu fenomenleri, İngiltere örneği üzerinde
geniş ölçüde inceleyebiliriz (...)”[40]
Benzer
ifadeler, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler’den de aktarabilir:
“(...) Büyük bir kitlenin, toplumun bir üyesi için
gerekli en düşük geçim biçimiyle yetinmek zorunda bırakılması ve oransız ölçüde
fazla servetlerin az sayıdaki ellerde toplanması, zorunlu olarak öyle bir
durumun ortaya çıkmasını sağlamıştır ki, burjuva toplumu (İngiltere)
zenginliğinin zirvesine ulaştığı zaman bile yeteri kadar zengin değildir, şu
anlamda ki, burjuva toplumunun sahip olduğu servet, aşırı sefaleti ve nüfus
artışını ortadan kaldırmaya yetmez.”[41]
Her
ne kadar Hegel, gençlik eserlerinden biri olan Hristiyanlığın Ruhu adlı
eserinde “özgürlüğün nesnesi yalnızca ideadır. O halde Devleti aşmak gerekir!
Çünkü tüm Devlet özgür insan varlığını, bir makinenin (raderwerk) parçalarıymış
gibi görmüştür. Ve bu böyle olmamalıydı. O halde devlet ortadan kalkmalıdır
(...)”[42]
şeklinde bir ifadeye sahipse de, daha sonra bu görüşünün değiştiği
bilinmektedir. Tarihte Akıl adlı eserinde O, “devlet dünyaya uygulanmış
ustur”[43]diye
yazar ve devlet biçimleri olarak cumhuriyet (demokrasi) ve monarşiyi eleştirerek[44],
“meşruti monarşiyi” olumlu buluyor, onaylıyor[45]
görünür. Buna karşın, Hegel’in materyalist denilebilecek bir yaklaşımla
devletin doğuşu konusunda ettiği bir kelam da vardır:
“(...) Gerçek bir devlet, gerçek bir hükümet ancak
toplumsal koşullarda bir ayrımlaşma başladığı, zenginlik ve fakirlik çok
büyüdüğü, büyük bir kitle artık gereksinimlerini alışageldiği biçimde doyuramaz
olduğu zaman ortaya çıkar.”[46]
Başka
örnekler de verilebilir; ancak burada bu kadarı yeterli görünmektedir.
Bu
noktada, Hegel’in Marx’ı etkilemiş olması kuvvetle muhtemel olan, felsefeyle
ilgili düşüncesine de değinmek gerekir. Felsefenin tarihsel özgünlüğü ve
sınırlılığını anlatan şu cümlelerin, Marx’ı etkilememesi mümkün müdür?..
“Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğretmek iddiası
üzerine bir söz daha söyleyelim: felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın
düşüncesi olarak, felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş
olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğrettiğini, tarih aynı zorunlulukla
gösterir: ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal, reel’in karşısında
boy gösterir ve aynı dünyayı cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler
alemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi*
solgun zemine vurduğu zaman, hayatın bir tezahürü ihtiyarlık günlerini
tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle, o gençleştirilemez, sadece
bilinebilir. Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar.”[47]
Hegel
Berkeley’i eleştirirken, O’nun öznel idealist felsefesinde, birey öznenin
düşüncesinin içeriğinin nesnellik, dışsal gerçeklik taşımadığını kabul
etmesini, “böyle bir idealizmle (...) hiç bir şey kazanılmamaktadır, çünkü
kaybedilen hiç bir şey yoktur”[48]
şeklinde değerlendirir. Hegel, birey öznenin düşünceleri ile nesnel-dışsal
gerçeklik arasındaki ilişkide, üç evreli bir süreci ortaya koyarak,
diyalektiğinin bu yanıyla, doğa bilimlerindeki yöntemsel yönü idealistçe dile
getirmektedir. Örneğin, “şimdi” ya da “burada” soyut, içeriksiz kavramlarıyla
yola çıkılarak düşünüldüğünü, sonra nesnel-dışsal gerçeklikte birçok “şimdi” ya
da “burada” momentinden/ uğrağından (zaman/mekan) geçildiğini, üçüncü evrede
bunların dolayımıyla kavranmış somut bir “şimdi” ya da “burada” kavramına
ulaşıldığını belirtir.[49]
Yine örneğin, “varlık kavramı”yla, soyut içeriksiz, anlamdan yoksun olan
dolayısıyla hiçlik olan bu kavramla başlayarak, onun nicelik, nitelik, özellik,
ölçülebilirlik, öz, görünüş gibi özelliklerini değerlendirdiği ikinci düşünme
evresindeki momentleri geçerek, bunların dolayımı sonucunda, üçüncü evredeki
“kavram” kavramına ulaşır.[50]
Bu kavrayış, bilimdeki eylem ve düşünce arasındaki ilişkinin, dolayısıyla
bilimsel incelemedeki yöntemin, idealist biçimde, kabaca ve bir yönüyle kavrandığını göstermektedir. Doğa
bilimlerinde izlenen yol, hipotezlerden pratik dolayımıyla, deneyler yaparak
yasa ya da teorilere varma yolu, Hegel’in düşüncelerine yansımış görünür. 17.
ve 18. yüzyıldaki fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarında yapılan
incelemeler sonucunda birikmiş bilgileri kullanan Hegel, aynı zamanda bundan
daha önemli olarak, özellikle fizik ve kimyanın gelişimiyle artık kavranması
mümkün olan bilimsel çalışma yöntemini, bir boyutuyla soyutlar.
Doğa bilimlerinde 17-18.
yüzyılda yaşanan ilerlemeler, Aydınlanma döneminde, Hegel’e de ulaşan bir
anlayışın şekillenmesini sağlar: Doğanın, gerçekliğin bir mantığı, nedenselliği
vardır ve insan aklı bu mantığı kavrayabilir. Hegel idealist biçimde,
gerçekliğin bu mantık ya da akıl yapısında olduğunu ve doğanın tözünün var oluş
durumundaki akıl olduğunu savunur. İnsan aklı, nesnel aklın bir parçasıdır ve
bu tözü, mekan içerisinde açılıp gelişen nesnel aklı, kavrayarak, ona biçim
verir. Tözsel olan tin de, tarih olarak görünüş kazanır, kendini var oluş
alanında gösterir, “halkların tini” olup nesnelleşir, zaman içinde açılıp gelişerek
içerdiği öğelerin çeşitliliğiyle birlikte kültürü oluşturur. Din, sanat ve
felsefe aracılığıyla kendini bilmeye başlar, kendinin bilincini kazanır. İnsan
aklı, nesnel aklın kendini kavradığı öznel biçim olduğundan, “mutlak” ya da
İdea, öznel olanla nesnel olanın, düşünce ile gerçekliğin birliğidir. Özetle,
Hegel’de bireysel zihnin, doğanın ve tarihin işleyiş mantığı, idealist bir
yaklaşımla değerlendirilmektedir. Bu mantığın adı ise diyalektiktir. Hegel’in
sistemli biçimde ortaya koyduğu, ancak kullandığı soyut kavramların anlaşılması
güç anlamlarıyla mistikleştirdiği diyalektik mantık, tümüyle geçerliğini
yitirmiş bir çeşit düşünme biçimi, keyfi bir öznel akıl yürütme yolu değildir.
Tarihsel
anlayış, gelişim ve ilerleme fikri, felsefenin kültürle olan ilişkisi
(“Minerva’nın baykuşu gün batımından sonra uçmaya başlar”), tarihe ilişkin bazı
yorumlar, bütünsel/anti-eklektik sistem anlayışı, olanaklı olan/olması gereken
(sollen) durum ile mevcut durum (sein) arasındaki “çelişki”, “sivil toplum”,
“yabancılaşma”, “yadsımanın yadsınması”, “aşma” (aufgehoben), “organik bütün” gibi
kavramlar... İşte bunlar, “ansiklopedik bilgenin” bir sonraki kuşağa bıraktığı
felsefi ve diyalektik miras arasında yer alır. Her ne kadar Marx ve Engels’in
eleştiri süzgecinden geçmişse de, günümüzde bile üzerinde durulup eleştirel bir
gözle değerlendirilmesi, bilimlerdeki gelişmelerin sundukları üzerinden
zenginleştirilmesi ve bazı yönleriyle ayıklamaya tabi tutulması yararlı olabilecek
kavramlar, ilkeler, yaklaşımlardır bunlar... Diyalektik kavramların ve
ilkelerin sağlıklı kullanımını, genç Marksistler arasında yaygınlaştırmak için,
yeni çalışmaların yapılmasına da ihtiyaç vardır.
1 ocak 2007
[1]
“Marksizm felsefede bir devrimi simgeliyorsa, belki tarihini çok kesin bir
biçimde saptamaktan sakınmak gerekir. O da her şey gibi, kerteli bir biçimde
hazırlanmıştır.” [Émile Bottigelli, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Bilim
ve Sosyalizm Yayınları, Çeviren: Kenan Somer, İkinci Baskı, 1997, s. 187, 195].
Bottigelli’nin bu eseri, “KM ile birlikte bilimsel sosyalizmin
oluşumunun ana çizgileriyle tamamlanmış olduğu” 1848 Devrimlerine kadarki
süreci inceler. Bu süreci biyografik ve kronolojik açıdan güzel değerlendirir.
Ayrıca bu süreçte, Marx ve Engels’in yazıları, mektupları, eserlerini mercek
altına alarak, bilimsel sosyalizmin doğuşunu, bu metinlerdeki düşünsel gelişme
üzerinden irdeler. Değerli saptamaları olan bu eserin eksiği, genel bir
tarihsel yaklaşıma yeterince önem vermemesidir.
[2]
Auguste Cornu, “Marx ve Engels’in 1848 Devrimine Kadarki İdeolojik Evrimleri”,
Karl Marx; 1844 Elyazmaları-Ekonomi Politik ve Felsefe içinde ek 2,
Çeviren: Kenan Somer, Sol yayınları, Üçüncü Baskı, 2005, s. 338-351
[3] Bu
faktörlerin yazılması sırasında gerekli kronolojik bilgiler ve bazı yorumlar
için, özellikle başvurduğumuz kaynaklar dört tanedir: 1) SSCB Bilimler
Akademisi; Karl Marx Biyografi,
Çeviren: Ertuğrul Kürkçü, Sorun Yayınları, İkinci Baskı, 1995. 2) Émile
Bottigelli, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Bilim ve Sosyalizm Yayınları,
Çeviren: Kenan Somer, İkinci Baskı, 1997. 3) Georges Cogniot, Çağdaşımız
Karl Marx, Çeviren: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, İkinci
Baskı, 1996. 4) Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın (Sol
Yayınları) Önsöz’ü. “Marksizm’in
doğuşu” konusunda bunların dışında, bizim dikkate aldığımız ve kolaylıkla
ulaşılabilecek incelemelerden bazıları şunlardır: i) Metin Çulhaoğlu, Bir Mirasın Güncelliği: Tarih Türkiye
Sosyalizm, Felsefe ve Aktivizm
bölümü, (YGS yayınları); ii) Louis Althusser, Marx İçin (İthaki Yayınları). Bu kitap Althusser’in fikirlerinde
önemli düzeltmeler yaptığı Özeleştiri
Öğeleri (Belge Yayınları) ile birlikte okunmalıdır; iii) Etiene Balibar, Marx’ın Felsefesi (Birikim Yayınları);
iv) Karl Korsch, Marksizm ve Felsefe (Belge
yayınları); v) Auguste Cornu, Kutsal Aile
ve 1844 Elyazmaları-Ekonomi Politik ve Felsefe (Sol Yayınları) içinde Ek’ler;
vi) Émile Bottigelli, 1844
Elyazmaları-Ekonomi Politik ve Felsefe (Sol Yayınları) içinde Sunuş yazısı; vii) Derleyen: Howard
Selam, Harry Martel, Marksist Felsefe
Klavuzu-Marx-Engels-Lenin, (NK Yayınları); viii) David Riazanov, K. Marx-F. Engels-Hayat ve Eserlerine Giriş
(Belge yayınları); ix) Ernest Mandel, Marksizm’in Tarihteki Yeri (Yazın
Yayıncılık); x) David Fernbach, Siyasal Marx (YeniHayat
Kütüphanesi).
[4]
Karl Marx, 1844 Elyazmaları Ekonomi Politik ve Felsefe, Çeviren: Kenan
Somer, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 2005, s. 172
[5]
Karl Marx, Friedrich Engels, Kutsal Aile, Çeviren: Kenan Somer, Sol
Yayınları, Üçüncü Baskı, 2003, s. 153
[6] “Demek ki yaşam ve hakikat,
sadece varoluşun özle, görüşün düşünmeyle, edilgenliğin etkinlikle, Fransız
duyumculuğunun ve materyalizminin anti-skolastik, canlı (sanguin) ilkesinin
Alman metafiziğinin skolastik soğukkanlılığıyla (phlegma) birleştiği yerde,
sadece buradadır.” [Ludwig Feuerbach, “Felsefe Reformu İçin Geçici
Tezler (1842)”, Geleceğin Felsefesi içinde, Çeviren: Oğuz Özügül, Say Yayıncılık, İkinci Baskı, 2006,
s. 73-74]
* Aktarılan bu verilerle, derginin
adının nereden kaynaklandığını anlamak zor değildir. Burada bir nokta daha
belirtebilir: Çoğu zanaatçı olan ve çeşitli Avrupa kentlerinde göçmen olarak
yaşayan, arada sırada ikametgahlarını değiştiren Alman entelektüeller,
sosyalist-komünist düşüncelerin yayılmasında önemli rol oynar. 1840’ların
Avrupa’sında aydınlar arasında gözlenen hızlı etkileşimlere ve mektup
aracılığıyla gerçekleştirdikleri iletişim ağının büyüklüğüne de şaşmak
mümkündür. Bu iletişim ve etkileşim ağını gösteren bir örnek verelim; Alman-Fransız
Yıllıkları Rusya’ya bile ulaşır, Vissarion Belinsky dergiyi okur ve Marx’ın
yazısının üzerinde bıraktığı etkiyi Alexander Herzen’e bir mektupla bildirir.
[7]
Derleyen: Howard Selam, Harry Martel, Marksist
Felsefe Klavuzu-Marx-Engels-Lenin içinde, “Sınıflar ve İdeoloji” (Aİ’nden
alınmış parça), Çeviren: Mesut Odman, NK Yayınları:11, Gelenek Dizisi 5, 2004,
s. 207
** Luddist hareket (1811-1812);
özellikle Nottingham bölgesine dayanan, içlerine muhbirin, grev kırıcıların ve
polisin hemen hemen hiç sızamadığı, grevi genel hale getirmek ve grev
kırıcılarına karşı etkin mücadele edebilmek için makineleri kullanılamaz hale
getirme tavrını geliştiren harekettir. “Makine kırıcıları”, makinelerin
kendisine karşı değildir [Ernest Mandel, Marksizmin Tarihteki Yeri,
Çeviren: Masis Kürkçügil, Yazın yayıncılık, Birinci Baskı, 1986, s. 60]
*** İngilizce “chart”; grafik,
çizelge anlamındadır. Çartist hareket, erkeklere oy hakkı, parlamentonun her
yıl yenilenmesi gibi politik talepler için mücadele eder.
[8]
“Hegel’in elinde diyalektiğin mistisizmle bozulması, ayrıntılı ve bilinçli bir
biçimde diyalektiğin genel işleyiş biçimini, ilk kez onun sunmuş olduğu
gerçeğini örtemez. Hegel’de diyalektik baş aşağı duruyor. Mistik kabuk
içerisindeki usa uygun özü bulmak istiyorsanız, onun yeniden ayakları üzerine
oturtulması gerekir.” [Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çeviren:
Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, 2004, s. 27-28]; “(…) benim sunuş
yöntemim hegelci değildir, çünkü ben
bir materyalistim ve Hegel bir idealist. Hegel’in diyalektiği her türlü
diyalektiğin temel formudur, fakat ancak o gizemli formundan ayrıştırıldıktan sonra, işte benim yöntemimi ayırt eden şey de budur.” [Karl Marx, Friedrich
Engels, “Marx’tan Hanover’deki Ludwig Kugelmann’a 6. 3. 1868 tarihli mektup”, Selected Correspondence, Progress
Publishers, Üçüncü Baskı, 1975, s. 187]
[9]
Karl Marx, Friedrich Engels, Alman
İdeolojisi-Feuerbach, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Beşinci
Baskı, 2004, s. 78
[10]
Émile Bottigelli, a. g. e., s. 68
[11] a.
g. e., s. 68
[12]
“Bu ‘Giriş’ ile Marx’ın, onun komünizme ilk açık geçişi olan bu metnin (...)” [a.
g. e., s. 107]
[13]
David Fernbach, Siyasal Marx, Çeviren: Murat Akad, YeniHayat
Kütüphanesi, Birinci Baskı, 2004, s. 19
[14]
Karl Marx, Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Altıncı Baskı,
2005, s. 38-39
* Bütün büyük devrimcilerde
gözlenen bir özellik, “ilkelerine tutkuyla bağlanma” özelliği, Marx’ta da
gözlenmektedir. Prusya hükumeti Marx’a, O’nu “yola getirmek” için, babasının
eski bir arkadaşı aracılığıyla, çalışmadan maaş alabileceği bir memurluk
teklifi yapar. Marx bunu reddeder. İdeallerine sıkıca bağlılık, “sonuna kadar
gitmek”te kararlı Büyük İskender’de, “yoldan çıkarılamaz”
(incorruptile/incorruptible) Robespierre’de ve oğlu Alman faşistlerine esir
düştüğünde, onların takas teklifini reddeden “sarsılmaz” (Koba) Stalin’de de
görülmektedir.
[15]
Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu,
Çeviren:Sevim Belli, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, s. 40-41, 58. “Ex-filozoflar”
nitelemesiyle kastettiğimiz, fikirleri “ölmüş”, unutulmuş filozoflardır.
[16]
“Feuerbach, Hegel idealizmine karşı bir silah olmuş, ustanın idealist
kurgularından kurtulmakta Marx’a yardımda bulunmuştur” [Émile Bottigelli, a. g. e., s. 92]
[17]
“(...) hemen hemen her ideoloji ya bu tarihe (insanların tarihine –MB) değgin
yanlış bir anlayışa indirgenir ya da bu anlayışı büsbütün bir yana bırakmak
gibi bir tutuma varır.” [Karl Marx, Friedrich Engels, Alman
İdeolojisi-Feuerbach, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Beşinci Baskı,
2004, s. 38, El yazmazında çizili pasaj]
* Metafizik ideolojiler, serabi,
hayali ya da düşseldir; içerikleri gerçekleştirilebilir değildir. Metafizik
ideolojiler ayrıca, gerçekliği “camera obscura” gibi “baş aşağı” yansıtır. Metafizik
ideolojilerdeki bu evrikliğe iki örnek daha verebiliriz: “Tanrı, dünyayı ve
insanı yaratır” cümlesindeki evrikliğin, materyalist (realist) biçimdeki
ifadesi “dünya ve insanlar tanrıları yaratır” şeklindedir. “Güneş, dünyanın
çevresinde dönüyor” illüzyonlu algısı ve fikri yerini, Copernicus’un
çalışmalarıyla birlikte “dünya, güneşin çevresinde dönüyor” şeklinde bir
bilimsel/realist düşünceye bırakır (aslında Helenistik dönemde yaşayan
Aristarkhos (M. Ö. 310-230) bu düşünceye sahiptir, fakat düşüncesi
yaygınlaşmaz).
[18] Feuerbach’ın
felsefi/politik fikirleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için bkz; Mahmut
Boyuneğmez, “`Feuerbach Üzerine Tezleri’ Anlamak”, http://marksistarastirmalar.blogspot.com.tr/2013/07/feuerbach-uzerine-tezleri-anlamak.html
[19] Karl
Marx, Friedrich Engels, Kutsal Aile, Çeviren: Kenan Somer, Sol
Yayınları, Üçüncü Baskı, 2003, s. 42-80
[20]
Émile Bottigelli, a. g. e, s. 122
[21] a.
g. e., s. 126, 127. Burada, genellikle gözden kaçırılan bir nokta vardır.
Hegel Hukuk Felsefesinin Prensipleri adlı eserinde “sivil toplum”un
anatomisinin nerede (siyasal iktisat) ve hangi ülkede (İngiltere) aranması
gerektiğini açıkça belirtir. Marx, siyasal iktisat okumasına girişmeden önce bu
eseri okur ve bununla ilgili olarak yayınlamadığı bir metin (HHFE) ve
yayınladığı bir makale (HHFEK. Giriş) yazar.
[22]
Auguste Cornu, “Kutsal Aile’ye ek 1”, Karl Marx, Friedrich Engels, Kutsal
Aile içinde, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 2003, s.
278
[23]
Metin Çulhaoğlu, Bir Mirasın Güncelliği: Tarih Türkiye Sosyalizm, YGS Yayınları, Üçüncü Baskı, 2002,
s. 28
[24]
Karl Marx, Friedrich Engels, Alman
İdeolojisi-Feuerbach, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Beşinci
Baskı, 2004, s. 62
[25]
MEW, Birinci Cilt, s. 345’ten aktaran Émile Bottigelli, a. g. e., s. 99
[26]
Marx (Early Writings)’ten aktaran Jorge Larrain, Tarihsel Materyalizmi
Yeniden Yapılandırmak, Çeviri: S. Çeviker, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,
Birinci baskı, 1998, s. 39. 1844 EFE’nın Sol Yayınlarınca Kenan
Somer tarafından yapılmış Türkçe çevirisi bazı nüanslar içeriyor. Örneğin, bu
çeviride “doğalcılık” kavramının anlamı, daha farklı yorumlanmaya uygun
görünür. Ne olursa olsun, Marx’ın Hegel’in idealizmindeki teleolojik
(erekselci) yaklaşımı, materyalist “zorunluluk” kavramıyla ayakları üzerine
oturttuğu düşünülmelidir.
[27]
Karl Marx, 1844 Elyazmaları Ekonomi Politik ve Felsefe, Çeviren: Kenan
Somer, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 2005, s. 172
[28]
“Her bilimin ilk eleştirisi, savaştığı bilimin bazı ön varsayımlarının zorunlu
tutsağıdır.” [Karl Marx, Friedrich Engels, Kutsal Aile, Çeviren: Kenan
Somer, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 2003, s. 52]
[29]
Örneğin bkz; David Hillel Ruben, Marksizm ve Materyalizm-Marksist Bilgi
Kuramı Üzerine Bir Çalışma, Çeviren: Kudret Emiroğlu, Verso Yayıncılık,
Birinci Baskı, 1989, s. 62
[30] Marksizm’i
erekselci yaklaşıma sahip olmakla itham eden iki örneği vermekle yetinelim: i)
O. P. Georges Cottier, Marx ve Beşeri Bilimler, Derleyen: Gerhard Seel
içinde “Praksis Felsefesinin Önemi (Feuerbach Üzerine 11 Tez)”, Ütopya
Yayınları, Birinci Baskı, 2000, s. 67-96. ii) Yılmaz Öner, Canlıların
Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi-Prodeterministik I, Gençlik Basımevi,
1978. Bu kitapta (örneğin s. 5-15 “giriş” bölümüne bakınız) Darwin ve Marx’ın
görüşlerine dair yapılan yorum, genel hatlarıyla yanlıştır ve doğrudan
belirtilmese de bu görüşler hatalı bir biçimde teleolojik olarak nitelenir.
Aslında Marx, Öner tarafından, genel bir determinizm teorisinden yoksun olmakla
eleştirilir. Öte yandan, bahsedilen “giriş”te, Engels’i eleştirmenin dozunda
ölçüsüz davranılarak, karalama/küfre kadar varılır. Yeni kuşakların Öner’in
biraz karmaşık olan fikirlerini anlayabildikleri bilinmelidir ve O’nun
çalışmalarının hak ettiği yer ne ise oraya konacağı kesindir.
[31]
Friedrich Engels, a. g. e., s. 44-45
[32] a.
g. e., s. 47-48
[33] Türkiye solunda diyalektik “yöntem”in ya da
akıl yürütmenin, “tez, antitez, sentez” üçlüsü biçiminde algılanışı çok
yaygındır. Bu üçlünün gelişigüzel her konuda kullanılması, diyalektik mantığın
değersizleşmesi, anlamsal yoksullaşması sonucunu doğurmaktadır. Üstelik, bu
üçlüyü icat edenin Hegel olduğu kanısı da tümüyle yanlıştır. Hegel’in
felsefesinde diyalektik sürecin gerçekten üç evresi vardır; ancak “efsanenin
tersine, Hegel, bu üç evreyi sırasıyla ‘tez’, ‘antitez’ ve ‘sentez’ olarak
adlandırmaz.” [Alex Callinicos, Toplum Kuramı,
Çeviren: Yasemin Tezgiden, İletişim Yayınları, Birinci Baskı, 2004, s. 81].
Hegel’in felsefesine ilişkin bu saptamayı Kojève de yapar: “‘Tez’, ‘Antitez’ ve
‘Sentez’ sözcükleri ise, (Hegel’in –MB) yazılarında hemen hiç yer almaz”
[Alexandre Kojève, Hegel Felsefesine Giriş,
Çeviren: Selahattin Hilav, YKY, Üçüncü Baskı, 2004, s. 216, dipnot 14]. Böyle
olsa da, “tez, anti-tez, sentez” üçlüsünü yerinde kullanmakta bir sakınca
yoktur. Nitekim Marx, Felsefe’nin
Sefaleti’nde bu üçlüyü kullanır.
[34]
Bkz; G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, Çeviren: Önay Sözer, Ara Yayıncılık,
Birinci Basım, 1991, özellikle 150-155; G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin
Prensipleri, Çeviren: Cenap Karakaya, Sosyal Yayınları, İkinci Baskı, 2004,
s. 266-274. Cohen, Hegel’in felsefi sisteminin kısa bir özetini, O’nun “zihin”
üzerine anlayışını temel alarak, başarılı biçimde sunar [Gerald A. Cohen,
“Hegel ve Marx’ta Tarih İmgeleri”, Karl
Marx’ın Tarih Teorisi, s. 15-42]. Aslında Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde yazdıklarının anlaşılması için
okuyucuya, kendi zihinsel yapısını, psikolojisini incelemesini salık verir [G.
W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Çeviren: Cenap Karakaya,
Sosyal Yayınları, İkinci Baskı, 2004, s. 41]. Hegel felsefesini kurarken, tarih,
iktisat, doğa bilimleri gibi bir çok bilim dalının yanı sıra, psikolojiyi,
kendi zihinsel süreçlerini de değerlendirir.
[35]
Bu saptamayı ilk olarak yapanlardan biri Plehanov’dur. Plehanov’un Hegel
felsefesini ve diyalektiğini değerlendirdiği yazıları, her ne kadar “coğrafi
çevre”ye gereğinden fazla önem verse de, birçok doğru saptama içerir [G. V.
Plehanov, Marksizmin Temel Sorunları,
Çevirenler: Erdem Buri, Selahattin Hilav, Cenap Karakaya, Orhan Suda, Sosyal
Yayınları, İkinci Baskı, 1994, s. 119-163]
[36]
Volter, Montesquieu, Rousseau (Hegel Aydınlanmanın bu “asi çocuğu”nun
görüşlerini onaylamaz), Diderot gibi Aydınlanma dönemi Fransız aydınlarının ve
İngiliz siyasal iktisatçıların, ortaya koydukları bilgilerle ve görüşlerle,
Hegel üzerindeki etkilerini inceleyen bir çalışma için bkz; Guy Planty-Bonjour,
Vitaly Kuznetsov, Marie-Jeanne Königson, Guy Besse, Pierre Méthais, Michele
Jalley, Jacques D’hondt, Hegel ve Aydınlanma Yüzyılı, Çeviren: Hüsen
Portakal, Cem yayınevi, Birinci Baskı, 2002
[37]
Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş”, Hegel’in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisi içinde, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları,
Birinci Baskı, 1997, s. 200
[38]
G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Çeviren: Cenap Karakaya,
Sosyal Yayınları, İkinci Baskı, 2004, s. 222
[39] a. g. e., s. 30
[40]
G. W. F. Hegel, a. g. e., s. 192-193
[41]
Çeviren ve yayına hazırlayan: Nejat Bozkurt, Hegel içinde, “Tarih Felsefesi Üzerine
Dersler”nden seçilmiş parça, Say Yayınları, İkinci Baskı, s. 145
[42]
Hegel’den aktaran Ernest Mandel, a. g.
e., s. 21
[43]
G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, Çeviren: Önay Sözer, Ara Yayıncılık,
Birinci Basım, 1991, s. 144
[44] a.
g. e., s. 142, 144
[45] a.
g. e., s. 148. Ayrıca bkz; dipnot 38.
[46]
Çeviren ve yayına hazırlayan: Nejat Bozkurt, a. g. e. içinde, “Tarih Felsefesi
Üzerine Dersler”nden seçilmiş parça, s. 144
* Goethe’nin Faust’unda
Mephistopheles’in sözüne telmihte bulunmaktadır: “Değerli dostum, bütün
teoriler soluktur. Yalnız hayatın altın ağacıdır yeşil olan.”
[47]
G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Çeviren: Cenap Karakaya,
Sosyal Yayınları, İkinci Baskı, 2004, s. 31
[48]
Çeviren ve yayına hazırlayan: Nejat Bozkurt, a. g. e. içinde, “Mantıkbilimi”nden seçilmiş parça, s. 105
[49]
G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, Çeviren: Aziz Yardımlı, İdea
Yayınevi, İkinci Baskı, 2004, 77-86
[50]
Bkz; G. W. F. Hegel, Mantıkbilimi, Çeviren: Aziz Yardımlı, İdea
Yayınevi, Üçüncü Baskı, 2004. Burada yeri gelmişken, Hegel’in eserlerini
çeviren Aziz Yardımlı’ya, neden Hegel felsefesini bu kadar anlaşılmaz bir hale
getirdiği sorulmalıdır. Nejat Bozkurt’a ise, Hegel’den seçilmiş parçaların
güzel çevirisi için teşekkür edilmelidir.