Mahmut Boyuneğmez
“Diyalektik, Marksist düşüncenin grameridir, gramerin
yaşayan lisanla öğrenilmesi gibi, diyalektik de, formülleri düşünülerek değil,
‘tarihteki ve çağdaş sorunlardaki özgül, geniş ve hayati konularda yakalanarak’
sergilenebilir.”[1]
“Görgül bilimler bir yandan görüngünün tekilliğinin algılanışında durup kalmaz,
tersine, düşüncenin yardımıyla evrensel belirlenimleri, türleri, yasaları
bularak felsefeye gereç sağlarlar; böylece tüm bu tikellerin içeriklerini
felsefeye alınmaya hazır bir duruma getirirler (…) Felsefe böylece gelişimini görgül
bilimlere borçluyken (…) bununla onları salt verili olan ve görgülenen olgunun
onayına bağımlılıktan kurtarır.”[2]
Prolog
“Diyalektik
materyalizm” ile “materyalist diyalektik”
eş anlamlıdır, fakat bu makalede, diyalektik
teori incelendiğinden, başlık seçimi buna göre yapılmıştır.
Bize
göre materyalizmi, birbirleri arasında bağ yokmuş gibi, tarihsel materyalizm ve
diyalektik materyalizm olarak iki ayrı kompartmana ayırmak sağlıklı
değildir. Tarihsel materyalizmde diyalektik mantık mündemiçtir (içkindir).
Ancak elbette incelenen konu bakımından doğanın diyalektiği ile toplumsal
tarihin diyalektiğinin üzerinde ayrı ayrı durulabilir. Fakat doğa ve toplum
gerçekliğin farklı katmanları olsalar da, birliktelik gösterir. Gerçekliğin farklı
katmanları olsa da, bunların felsefi açıdan birlikte yorumlanması gerekir.
Doğadaki süreçlerde yakalanan diyalektik mantık, toplumsal ilişkiler alanına
transfer edilip, uygulanmaz, ya
da vice versa (tam tersi). Daha doğrusu, diyalektik mantığın kategorileri ve
ilkelerini, eldeki hazır formüller olarak görüp, incelenen konuya uygulamaya
çalışmamalıdır. Doğadaki veya toplumdaki süreçler/ilişkiler incelenerek,
diyalektik mantık yakalanıp, soyutlanmalıdır.
Materyalist
Diyalektik Teori (MDT), 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’ndeki aydınlar
tarafından oldukça geliştirilmiştir. Bu nedenle, bu makalede, bu aydınların
eserlerinin Türkçeye çevrilenlerinden yararlanılmıştır.
Öte
yandan, “yadsımanın yadsınması” ilkesinin kullanımı, “yasa” kavramının anlamı, diyalektiğin
bir düşünme yönteminden daha çok bir mantık olarak görülmesi gerektiği
konusunda, birçok yazardan faklı düşünmekteyiz. Ayrıca çelişkileri, karşıtların
mücadelesinin bir uğrağı olarak yorumluyoruz. Eşitsiz gelişme, katmanlılık ve
beliriş (emergence), dinamik denge, etkileşim türleri, yapı ve özne gibi konularda mutlak yeni
olması mümkün olmayan, ancak mevcut bilimsel bilgi birikimini gözeterek getirdiğimiz
yaklaşımla, kendi katkımızı ve yaklaşımımızı ortaya koyuyoruz.
Giriş
Materyalizm, iki aksiyom (belit, postulat) üzerinde yükselir. Bu iki
ilkeden birincisi, varlığın bilinçten bağımsız olarak nesnel gerçekliği
oluşturduğudur. Varlık, madde, enerji, karanlık madde ve karanlık enerji gibi
formlar dâhil olmak üzere, düşüncenin dışında olandır.[3] Düşüncelerin yanı sıra duyumları,
duyguları da kapsayan bilinç, her zaman bilinçli bir varlığa ve onun çevresiyle
etkileşimlerine işaret eder. İkinci ilkeyse, toplum ve bilinç dâhil nesnel
gerçekliğin öğelerinin ve sahip olduğu ilişkilerin, etkileşimlerin ve
değişimlerin insan aklı tarafından aslına uygun olarak/doğrulukla[4] kavranabilir olduğudur.[5] Bu nedenlerle materyalizm,
bir realizm türüdür.
Madde/enerjinin
farklı formları, bilimsel yasalara
göre hareket eder. Doğanın, toplumun ve bilincin çeşitli süreçlerinde bulunan
bazı özellikleri, değişim örüntülerini, etkileşim türlerini ve ilişkileri
soyutlayıp oluşturduğumuz diyalektik teorinin, bilimdeki gibi “yasa”ları
olduğundan bahsetmek, sağlıklı değildir. Herhangi bir felsefi teorinin, bilimin
sahip olduğu türde “yasaları” yoktur. “Felsefi yasalar”ın olduğu iddiası ise
kafa karıştırıcıdır.
Diyalektik teori, varlığın ilişkilerinin, etkileşimlerinin,
değişim/gelişiminin ve sahip olduğu oluş, süreç ve eğilimlerinin felsefi
düzeyde yorumlanmasıdır. Diyalektik teorinin kapsamında gerçekliğin farklı
katmanlarına ilişkin soyutlanmış genel felsefi ilkeler, kategoriler,
gerçekliğin taşıdığı değişim/gelişim örüntüleri ve etkileşim türleri bulunur.
Bize göre diyalektik, gerçekliğin “mantığı”dır.
Diyalektiğin bir akıl yürütme/düşünme yolu, yani felsefi bir yöntem olarak yorumlanması da mümkündür.
Diyalektiğin gerçekliğin mantığı olarak yorumlanması yanı sıra, bu biçimdeki
işlenişi, Hegel’in nesnel idealist felsefesinde gözlenir. Bize göre
biçimsel/klasik mantık (tasım), fuzzy mantık (bulanık mantık), analiz ve
sentez, tümevarım ve tümdengelim, senkronik ve diyakronik inceleme, “konumlanma
noktası”nı değiştirerek düşünme gibi yöntemlerin yanı sıra, diyalektiğin de bir
akıl yürütme yöntemi olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur. Uygun düşünme
momentlerinde “tez, anti-tez, sentez” şeklindeki üçlemeyle özetlenen diyalektik
akıl yürütme yordamının kullanılması, yadırganmayabilir. Bu yöntem Hegel’in
felsefi sisteminde “yadsımanın yadsınması” ilkesi olarak bulunmaktadır. Bu
yönteme kısaca değinmek yararlı olacaktır.
“Saf aklın hareketi
nelerden ibarettir? Kendisine durum almaktan, kendisine karşıt olmaktan,
kendisini oluşturmaktan; kendisini tez, antitez, sentez olarak formüle
etmekten; ya da, gene, kendisini olumlamaktan, kendisini yadsımaktan, kendi
yadsımasını yadsımaktan.
(…)
Ama bir kez tez olma
durumu aldı mı, kendisine karşıt olan bu tez, bu düşünce, iki çelişik düşünceye
ayrışır – olumlu olan ve olumsuz olan, evet olan ve hayır olan. Antitezin
içerdiği bu iki uzlaşmaz karşıtlıktaki öğenin arasındaki savaşım diyalektik
hareketi oluşturur. Evet hayıra dönüşerek, hayır evete dönüşerek, evet hem
evete hem hayıra dönüşerek, hayır hem hayıra hem evete dönüşerek, karşıtlar
birbirlerini dengelerler, etkisizleştirirler, felç ederler. Bu iki çelişik
düşüncenin kaynaşması, onların sentezi olan yeni bir düşünce oluşturur. Bu
düşünce bir kez daha iki çelişik düşünceye ayrışır ki, bunlar da yeni bir
sentez içinde kaynaşırlar. Bu sancıdan bir grup düşünce doğar. Bu düşünce grubu
basit kategorinin izlediği aynı diyalektik hareketi izler ve karşısında antitez
olarak çelişik bir grup vardır. Bu iki grup düşünceden, onların sentezleri olan
yeni bir grup düşünce doğar.
Basit kategorilerin
diyalektik hareketinden de diziler doğar ve dizilerin diyalektik hareketinden
ise tüm sistem doğar.”[6]
Marx, Hegelci diyalektik yöntemi
bu şekilde özetler. Engels, yadsımanın yadsınması “yasası” hakkında, Hegelci
“tüm sistemin yapısı için temel yasadır” der.[7] Engels tarafından “çelişki
yoluyla gelişme”[8]
olarak da nitelenen bu “yasa”dan, “çelişki” kavramlaştırmasını kendi başına
kullanmak üzere çıkarıp, bir akıl yürütme yolu olarak yararlanmak mümkündür.
Şöyle ki: Olumlama ile yadsımanın oluşturduğu karşıtlığın, bir dolayım
kullanıldığında bütünlük oluşturduğunun görüldüğü bu akıl yürütme yöntemine[9], “yadsımanın yadsınması”
yerine “karşıtlığın kavranıp kaldırılması/aşılması” denmesi daha uygundur.
Örneğin gece ile gündüz karşıtlığından, zaman dolayımıyla “gün” bütünlüğüne
ulaşıldığında, burada tekrar bir yadsımanın olmadığı, yapılan eski yadsıma
işleminin yadsındığı, yani karşıtlığın aşıldığı görülmektedir. Bu örnekte bir
sürecin iki yönü, karşıtlık olarak konmakta ve bütünlüğe sahip süreç akılla kavranmaktadır. Böylece düşünce düzeyinde bir soyutlama yapılmış olmaktadır.
Başka örnekler verelim… Doğum ile ölüm karşıtlığı, yaşam dolayımıyla
kaldırıldığında oluşan bütünlük, canlılık olarak görülebilir. Canlılardaki
anabolik tepkimeler ile katabolik tepkimeler arasındaki karşıtlık, enerji
alış-verişi dolayımı dikkate alındığında, metabolizma bütünlüğünü görmeyi
sağlar. Yıkıcı etkenler ile yapıcı etkenler arasındaki karşıtlığın, kuvvet
dolayımıyla kaldırılması, bunların, coğrafi şekillerin oluşmasındaki rolünü
açığa çıkarır.
Yadsımanın yadsınması ilkesi, nesnel
gerçekliğe taşındığındaysa ortaya gariplikler çıkmaktadır: “Gençlik çocukluğu
yadsır ve sırası geldiğinde olgunluk tarafından yadsınır ve o da yaşlılık
tarafından.”[10]
Oysa bir insanın büyüme ve gelişmesini, “yadsıma”yla anlatmaya ihtiyaç yoktur.
Bu cümlenin sadece retoriksel bir değeri olabilir.
Başka bir örneğe bakalım:
“Tomurcuk çiçeğin
açmasıyla yiter ve denebilir ki birincisi ikincisi tarafından çürütülür; yine,
meyvenin görünmesiyle birlikte çiçek bitkinin yanlış bir varoluşu olarak
anlatılabilir ve bitkinin gerçeği olarak meyve çiçeğin yerini alır. Bu biçimler
yalnızca ayrı olmakla kalmaz, ama ayrıca aralarında geçimsiz olarak
birbirlerinin yerlerini de alırlar. Gene de akışkan doğaları onları aynı
zamanda örgensel bir birliğin kıpıları (momentleri-MB) yapar-bir birlik ki,
bunda yalnızca çatışmamakla kalmazlar, ama biri öteki denli zorunludur ve ancak
bu eşit zorunluluk bütünün yaşamını oluşturur.”[11]
Hegel’in bu tomurcuk-çiçek-meyve örneği, yadsımanın yadsınmasının bir
serimlenmesi olarak görülürse, spekülatif bir kurgu dahilinde düşünülüyor
demektir.
Tohumun bitki tarafından yadsınması, sonra bitkinin de tohum tarafından
yadsınması örneği de sıkça yadsımanın yadsınması ilkesini anlatmak için kullanılır.
Engels, Anti-Dühring’te bunun
üzerinde durur:
“Bir arpa tanesini
alalım. Böyle milyarlarca arpa tanesi öğütülür, pişirilir, sonra da tüketilir.
Ama eğer böyle bir arpa tanesi kendisi için normal koşullar bulursa, eğer
elverişli bir toprağa düşerse, ısı ve yaşlığın etkisi altında onda özgül bir
dönüşüm olur, çimlenir; tane, tane olarak yok olur, yadsınır, onun yerine ondan
doğan bitki geçer; tanenin yadsınması. Ama bu bitkinin normal ömrü nedir?
Büyür, gelişir, döllenir ve sonunda yeni arpa taneleri verir ve bu taneler
olgunlaşır olgunlaşmaz sap solar, yadsınır. Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu
olarak, elimizde gene başlangıçtaki arpa tanesi, ama tek başına değil, sayısı
on, yirmi, otuz kez artmış bir biçimde, bulunur.”[12]
Artık tohumların bitkilere gelişimi ve bitkilerin tohum oluşturma süreçleri
üzerine ayrıntılı bilgilerimiz bulunuyor. Bu süreçlere “yadsıma” nitelemesini
atfetmek, Engels’in zamanında değil ama günümüzde keyfi bir tutum olup,
bilimsel değildir.
Başka bir örnek: “Proletarya devrimi sırasında sosyalist kamu mülkiyetinin
kurulması, kamu mülkiyetinin baskın olduğu ilkel komünal sistemde gerçekleşmiş
olanın bir tekrarıdır.”[13] Burada akla şu soru
gelmelidir; neden bu “daha üst düzeyde tekrar” için, Asya tipi üretim tarzı,
köleci üretim tarzı, feodalizm ve son olarak kapitalizm aşamalarından geçilmesi
gerekmiştir? Nedeni basitçe şudur: Yadsımanın yadsınması ilkesine uydurulmaya zorlanan
tarihsel akışta, bu ölçekte bakıldığında böylesi bir örüntü yoktur.
Son olarak, ortaçağın simyacılarının, görece değersiz metallerden, altın
gibi değerli metalleri elde etme fikri---> 17.-19. yy.’lar arasında
atomların değişmezliğinin anlaşılması---> 20. yy.’da elementlerin birbirine dönüştürülebileceğinin
anlaşılmasının birbirlerini izlemesiyle şekillendirilen örnekte de, geçmişteki
bir fikre, yeni bir temelde geri dönüldüğü söylenmektedir.[14] Bu örnek “yadsımanın
yadsınması yasası” açıklanırken verilmektedir. Bize göre, buradaki akıl yürütme
biçimi çocukçadır.
Oysa Marx'ın Kapital'de "mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi" soyutlamasını yaparken bunu yadsımanın yadsınması olarak nitelemesinde durum farklıdır. Marx burada pre-kapitalist dönemde üreticilerin özel mülkiyetlerinin, kapitalistler tarafından tasfiye edilerek bir olumsuzlama (yadsıma) gerçekleştiğini, kapitalist üretim tarzında üretim araçlarının ve toprağın üreticiler tarafından ortaklaşa kullanımının sermayenin merkezileşmesiyle birlikte görüldüğünü, kapitalist özel mülkiyetin üretimin bu toplumsallaşması ile çelişki oluşturduğunu ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi şeklindeki olumsuzlama (yadsıma) ile aşılacağını belirtir. Kapitalist üretim tarzından sosyalizme geçilirken görülen bu örüntü, tarihsel gerçekliğin gelişiminden soyutlanmış olup, kafadaki bir şablonun tarihe giydirilmesi değildir. Dolayısıyla "olumsuzlamanın olumsuzlaması" (yadsımanın yadsınması) tarihsel gelişimde, bir üretim tarzından diğerine geçilirken görülen bir örüntü olarak saptanmalıdır. Doğadaki çembersel (döngüsel) süreçlerde, örneğin tohum-ağaç-meyve-tohum döngüsünde, yadsımanın yadsınması örüntüsü bulunmamaktadır.
İlkel topluluklar-sınıflı toplumlar-komünizm dizilimi, düşünsel olarak kurgulanmış bir şablon olup, tarihsel gelişime giydirildiğinden sorunludur. Tarihsel gelişim içerisinde soyutlanacak bir "çelişki yoluyla gelişme" ya da "yadsımanın yadsınması" örüntüsü, bir üretim tarzından diğerine geçilirken görülmektedir. Hegel'in "diyalektik" düşünme yönteminde çelişki, düşünsel düzlemdeki bir karşıtlık olarak konur ve akılla kaldırılırken, bize göre gelişimin içerisinde süreçlerin/eğilimlerin karşıtlığı/"çelişkisi" gerçektir ve kaldırılmasıyla ilerleme görülür.
Bilimsel/Realist Düşünme Yöntemi ve
Diyalektik Mantık
Realist/bilimsel inançlar taşıdıkları dört özellikle, bilgi (episteme)
niteliği gösterirler:[15]
i) Tutarlılık: Yeni geliştirilen realist/bilimsel düşünceler, teoriler, o
güne kadar üretilmiş bilimsel diğer düşüncelerle ve bilgilerle, ayrıca kendi içlerinde
tutarlıdır.
ii) Nesnellik: Realist/bilimsel bir düşünce ya da inanç, önyargılardan,
öznel beğenilerden ve saplantılardan uzaktır.
iii) Sınanabilirlik: Realist/bilimsel düşünceler, gerçeklikte yoklanabilir
ve yanlışlanabilirlik[16] özelliği gösterir.
iv) Gelişebilirlik: Realist/bilimsel bilgiler, düşünceler, teoriler,
geliştirilmeye açıktır.
Realist inançlar, günlük hayatta olduğu gibi bilimsel araştırmalarda da bir
tür “problem çözme süreci”nin (Yıldırım) ürünüdür. "Problem"le
kastedilen, beklentilere ya da varsayımlara uymayan, o güne kadar sınamalardan
geçerek doğrulanmış düşüncelerle açıklanmamış olaylarla, süreçlerle
karşılaşılması, gözlemler yapılmasıdır. İçerisinde bulunulan müşkül (zor, güç)
durum, bir çözüm arayışını getirir. Karşılaşılan ya da gözlenen
olaylar/süreçlerin açıklanması, diğer bir deyişle nedenlerinin bulunması,
problemlerin/müşkül durumların pratikteki çözümü için gereklidir. Bu süreç, günlük hayatta olduğu gibi
toplumsal bir faaliyet olan bilimsel araştırmalarda da realist düşünme
yöntemiyle yürütülüyorsa, sonuçta realist/bilimsel fikirlerin üretimine varır.
Bu yöntem, metafizik inançları, kanaatleri (doxa), bilgi (episteme)’den ayırır.
Metafizik inançlar, karşılaşılan problem üzerinde denetim sağlanmasına ve
pratikte bu problemle baş edilmesine ya da problemin gerçek bir çözümüne
götürmez. Oluşumlarında
psikolojik ve diğer zihinsel düzenekler iş başındadır[17]; bu inançların işlevi,
öncelikle problemlerle psikolojik olarak baş edebilmektir. Oysa gerçeklikteki olayları/süreçleri
algılayan ve barındırdığı problemlerle karşılaşan insanların, düşünce
düzleminde realist inançlar ve bilgiler üreterek, bunları tekrar gerçeklikte
sınaması da mümkündür.
Aristoteles bilimsel yöntemi, bir şemayla gösterecek olursak, şu şekilde
değerlendirir:[18]
Resim 1: Aristoteles’e
göre, bilim, gözlemlerden (1) başlayıp indüksiyon yoluyla gözlenen
olay/süreçleri açıklayan genellemelere ulaşma (2), sonra bu ilkelerden açıklama
konusu olay/süreçleri (3) dedüktif çıkarımla elde etme süreçlerini
içermektedir.
Gerçeklik ile düşünce arasındaki bu etkileşimde, önce gerçeklikten yola
çıkarak soyutlamalara ulaşılmakta, sonra tekrar bu soyutlamalardan gerçekliğe dönülmektedir.
Günümüzde ise geliştirilmiş haliyle, bilimsel düşünmenin yapısını şu şemayla anlatabiliriz:[19]
Resim 2:
Bilimsel/realist Düşünme Yöntemi
Bu şema genel hatlarıyla hem insan bilimleri hem de doğa bilimleri için
geçerlidir. Öyle ki, gerçeklik düzeyinden düşünsel düzeye gidildiğinde ve
sonrasında düşünsel düzeyden gerçeklik düzeyine ulaşıldığında, incelenen
süreçler ya da gerçeklik alanı üzerinde en azından bir yanıyla denetim/kontrol
sağlanmaktadır. İnsanlığın tarih boyunca doğal, toplumsal ve zihinsel süreçler
üzerindeki denetimi ortalama bir eğilim
olarak giderek artmaktadır. Dolayısıyla (ergo), bu şemadaki oklar, aynı
düzlem üzerinde bir çember çizmez, zaman (tarih) içerisinde giderek genişleyen (gerçekliğin
daha geniş ve derinlemesine incelenmesi) ve yükselen (gerçekliğin üzerinde
denetimin artması) bir sarmala benzetilebilir.
İnsan bilimlerinde geçerli olan, ampirik somuttan soyutlamalar yapma,
soyutlanmış kavramlardan düşünsel olarak yeniden üretilmiş/düşünülmüş somuta
ulaşma yöntemini bakın Marx nasıl anlatıyor:
“Başlangıç noktamız
olarak toplumu almak, o halde, bütünlüğün bulanık ve düzensiz bir tasavvuru
olacak, bizim de buradan, daha ileri düzeyde belirlemeler yoluyla, analitik
olarak gitgide daha basit kavramlara, veri alınan somutluktan hareketle gitgide
saydamlaşan soyutlamalara doğru ilerlememiz gerekecektir - ta en basit
karakteristiklere varıncaya kadar. O noktadan sonra ise, en sonunda yeniden
topluma ama bu kez bir bütünlüğün bulanık tasavvuru olarak değil, çok sayıda
belirlemeler ve ilişkilerden oluşan zengin bir bütünlük olarak topluma
ulaşıncaya kadar aynı yoldan geriye dönmemiz gerekecektir. Bunlardan birincisi
ekonominin yeni doğduğu sırada izlediği yoldur (…) Somut, çok sayıda
belirlemenin bir noktada bağdaşması, dolayısıyla çoğulluğun birliği olduğu için
somuttur. O halde somut, gerçek hareket noktası ve dolayısıyla gözlem ve
tasavvurun da hareket noktası olduğu halde, düşüncede bir hareket noktası
olarak değil bir toplama ve birleştirme süreci, bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır.
Birinci yol boyunca, tasavvurun bütünlüğü çözülüp soyut belirlemeler şekline
dönüşmüştü; ikincisinde soyut belirlemeler somutun düşünce yoluyla
yeniden-üretilmesine doğru giderler. Bu yoldan Hegel, gerçeği, kendini kendinde
toplayıp odaklaştıran, kendi derinliklerine dönen, kendi kendine, kendi
devinimine kaynak olan Düşünce’nin ürünü olarak kavrama hayaline kapıldı –
Oysaki soyuttan somuta yükselme yöntemi düşünce için sadece somutu kendine mal
etmenin, onu zihinde somut olarak yeniden-üretmenin yoludur. Ama somutun
kendisinin oluştuğu süreç bu değildir.”[20]
Marx Kapital’de bahsettiği ikinci
yolu, yani soyutlanmış kavramlardan, bunlar arasındaki gerçeklikte var olan ilişkileri
analiz edip, bulgularını sentezleyerek düşünülmüş somutlara ulaşma yolunu
kullanır. Fakat işaret ettiği her iki yol birlikte, toplum bilimleri alanında,
gerçeklik-teori arasındaki etkileşimsel süreci ve bilimsel yöntemi anlatır.
Marx’ın kapitalizm incelemesiyle oluşturduğu teoriden, ampirik olarak
sınanabilir çıkarımlar oluşturulabileceği gibi, aynı zamanda, siyasi açıdan
kullanılacak öngörülere de varılmaktadır (dedüksiyon). Örneğin, bir kapitalist
işletmede artık-değer oranı ampirik olarak hesaplanabilir. Yine örneğin,
kapitalizmin krizleri, sistemin kendini yenilemesinin olanaklarını doğurduğu
gibi, uygun siyasi koşullarda, işçi sınıfının mücadelesinin yoğunlaşması ve
yükselmesi için zemin de oluşturur.
Öyleyse, realist/bilimsel düşünme yönteminde diyalektik mantığın bir yeri
var mıdır?.. Bu konuda Bertell Ollman’ın yazdıklarına bakmak, düşünme
sürecimizi ilerletecektir. Ollman’a göre, “diyalektik yöntem”, ardı ardına
gelen altı uğrağa bölünebilir. Bunlar; 1) Ontolojik uğrak (bütünlük ve
karşılıklı bağımlılık içindeki sonsuz sayıda süreç, ampirik gerçeklik), 2)
Epistemolojik uğrak (değişimin ve etkileşimin başlıca örüntüleri olarak
diyalektiğin, incelenen gerçeklikte yakalanması çabasını anlatır), 3) Sorgulama
uğrağı (analiz süreci), 4) Düşünsel yeniden inşa ve akılda netleştirme uğrağı (düşünülmüş
somutlara ulaşılmasını anlatır), 5) Ulaşılan sonuçların sergilenmesi uğrağı, 6)
Praksis uğrağı.[21]
Görülebileceği gibi bu açıklama, Marx’ın bahsettiği iki yolu ya da bilimsel
araştırma yöntemini içerir. Fakat altı uğraktan geçen tüm bu süreçler
toplamına, “diyalektik yöntem” denmesi uygun değildir. Bilimsel/realist düşünme
yöntemi olan bu süreçler toplamında, analiz, sentez, indüksiyon (tümevarım),
dedüksiyon (tümdengelim), analoji, karşılaştırma, amprik somutluktan
soyutlamalara gitme, soyut kavramlardan düşünülmüş somuta varma gibi yöntemler kullanılır. Diyalektiğin,
gerçeklikteki ilişki ve etkileşim türleri, değişim ve gelişim örüntüleri gibi
var oluşsal bir “mantığı” temsil ediyor oluşu unutulmadan, araştırma yapılırken
gerçekliğin taşıdığı bu mantıksal desenlerin yakalanmasına da çalışılır.
Günlük hayatta, metafizik ideolojileri üreten psikolojik ve diğer zihinsel mekanizmaların
yanı sıra, sistemli olmayan, ancak kendiliğinden gelişen bir realist düşünme
yordamı da çoğu durumda işlemektedir. Karşılaşılan “problemler”in pratikte
çözümü için ve bu problemleri oluşturan gerçeklik kesitini kontrol altına almak
için, indüksiyona ve dedüksiyona, analiz ve senteze, hipotezvari düşünceler
geliştirmeye ve bunları pratikleştirmeye, analojiler ve karşılaştırmalar
yapmaya, geçmiş bilgilerle tutarlılık aramaya başvurulur. Yine süreçler,
ilişkiler, etkileşimler ve değişim örüntüleri gerçeklikte oldukları haliyle yakalanıp,
soyutlanır.
Soyutlama Sürecinde Kapsam, Genellik
Düzeyleri, Konumlanma Noktasının Değiştirilmesi
Ollman, Marx’ın soyutlamalarının değişim ve etkileşim öğelerini
barındırdığı için başkalarının yaptığı soyutlamalardan ayrıldığını belirtir.
Marx, süreçleri farklı “uğrak”larını değerlendirerek; ilişki/etkileşimleri,
aldıkları farklı görünümler olan “biçim”leri içerisinde inceleyerek soyutlar.
Soyutlamalarının zamansal kapsamı, ilişkilerin tarihi ve potansiyel gelişimini
anlatırken, uzamsal kapsamı, süreçlerin taşıdığı ilişki ve etkileşimlerin
sınırını ifade eder. Soyutlamalarında Marx, farklı genellik düzeylerinde
çalışır. Bu genellik düzeyleri Ollman’a göre şunlardır: i) Herhangi bir insana
veya duruma mahsus olan ilişkiler, ii) İnsanlardaki, etkinliklerindeki ve
ürünlerindeki son 20-50 yıl içerisinde ortak olan ilişkiler/süreçler, iii)
Kapitalist toplumdaki ilişkiler/süreçlerin görünümü ve işleyişi, iv) Sınıflı
toplumlar düzeyi, v) İnsan toplumu, v) Hayvanlar âleminin genellik düzeyi, vii)
Maddi doğa düzeyi. Konumlanma noktasının (vantage point) soyutlama sürecinde
değiştirilmesi ise, aynı ilişkiye farklı taraflardan bakılmasını veya aynı
sürece farklı uğraklarından hareketle yaklaşılmasını, başka bir deyişle farklı
perspektiflerin kullanılmasını anlatır.[22]
Ollman, Marx’ın soyutlamalar yaparken kullandığı bu yöntemleri, diyalektik yöntemin kapsamında değerlendirir. Bize
göre, toplum bilimlerinin geniş alanında soyutlamalar yaparken dikkate
alınması/izlenmesi gereken bu düşünme biçimleri, bilimsel/realist düşünme yöntemi
dâhilinde görülmelidir. Ollman’ın da işaret ettiği gibi, soyutlamaların
kapsamının incelenen gerçeklik kesitine göre dar ya da geniş tutulması, bir
genellik düzeyinde yapılan soyutlamaların başka bir genellik düzeyine
transferi, tek bir perspektifin kullanılması ya da bir/birkaç perspektifin
incelenen ilişki/süreçlerin özsel yanlarını gizlemesi veya çarpıtması, toplum
bilimleri alanında aslında birer ideoloji olan sahte bilimsel görüşlerin
oluşumunda önemlidir. Başka bir deyişle toplum bilimleri alanındaki
ideolojilerin oluşumunda, “soyutlama sürecinin hatalı işletilmesi” veya
“yetersiz soyutlamalar” (Ollman) yapılması gündemdedir.[23] Doğa bilimleri alanında,
deney/gözlem verilerinden hipotezlere/teorilere doğru yapılan soyutlamalarda,
yine süreçlerin/etkileşimlerin belirli bir kapsamda değerlendirilmesi, maddenin
organizasyon düzeylerine karşılık gelen genellik düzeylerinde çalışılması ve
süreçlerin/ilişkilerin belirli açılardan yaklaşılarak yorumlanması söz
konusudur. Başka bir deyişle bize göre, genel olarak bilimsel/realist düşünme
yöntemi dâhilinde soyutlamalar yapılırken, bu tarzlar/yöntemler devrededir. Bilimsel/realist
soyutlama ve araştırma sürecinde kullanılan bu yöntemleri, “diyalektik
yöntem”in bileşeni saymak yanlıştır.
Diyalektik Teorinin Temel Kavramları,
Kategorileri ve Örüntüleri
1. Değişim/devinim, Oluş, Başkalaşım, Süreç,
Denge, Eğilim
Değişim ya da devinim (“hareket”), gerçeklikteki etkinlik olarak
düşünülebilir. “Durağanlık”,
mutlak değişim yokluğu olarak değerlendirilemez, göreli denge durumlarını ifade
eder. Aristoteles
değişim/devinimin altı türünü tanımlamıştır: Oluş, yok oluş, artma, azalma, başkalaşma,
yer değiştirme.[24]
Genel olarak niceliksel ve niteliksel değişimler olmak üzere iki tür değişim
vardır. Artma, azalma, yer değiştirme gibi değişimler niceliksel; oluş,
başkalaşma gibi değişimler nitel değişimlerdir. Niteliksel değişimlere, dönüşüm
de denir. Her gelişim, değişimler içerirse de, her değişim bir gelişme
oluşturmaz.
Varlığın
bir formdan bir diğerine geçişine oluş (genesis) denir. Madde/enerji vardan
yok, yoktan var olmaz. Bu enerjinin korunumu yasasıdır. Aristoteles’te bu yasa
şu şekilde sezilmiştir: “Bir şeyin her oluşu diğer bir şeyin yok oluşu ve bir
şeyin her yok oluşu, diğer bir şeyin oluşu(dur).”[25] Varlıkların temel
karakteristiği, değişim içerisinde eş deyişle “hareket” içerisinde olmalarıdır.
“Bozuluş” ve “yok oluş”, göreli anlamlara sahiptir; aslında form değişimleri
olarak bir tür oluşu anlatırlar.
Felsefe
tarihinde ilk olarak, değişim ve oluşa felsefesinde belirleyici bir konum veren
filozof Herakleitos’tur.
“Güneş
her gün yeni./ Aynı ırmaklara girerler başka ve başka sular akar. Ve ruhlar
nemliden doğar./ Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz. Biziz ve değiliz./ Aynı
ırmağa iki kez girilmez./ Ruhlar için ölüm, suya dönüşmektir, su için ölümse
toprak olmak. Su topraktan doğar, ruh da sudan./ Tanrı, gündüz gece, kış yaz,
savaş barış, bolluk kıtlıktır. Değişir, nasıl buhurlara karıştığında dileyen
dilediği adla anarsa./ Aynı şeydir burada diri ve ölü, yaşayan-ölen uyanıklığı
ve uykusu ki genç ve yaşlıdırlar. Çünkü bu şeyler değişir, birileri ötekiler
olur ve ötekiler yeniden değişip öncekilere döner./ Her şey ateşle değişilir
ateş de her şeyle, altının mallarla, malların da altınla değişilmesi gibi./
Soğuk ısınır, sıcak soğur, nemli kurur, kuru ıslanır.”[26]
Hegel oluşu, varlık ile yokluğun çelişkisinin, akılla yapılan bir sentez sonucu
aşılması yoluyla ulaşılan ilk belirlenim olarak görür. Hegel şöyle yazmaktadır:
“Oluş ilk somut
düşünce-belirlenimi olarak aynı zamanda ilk gerçek düşünce-belirlenimidir.
Felsefe Tarihinde mantıksal İdeanın bu basamağına karşılık düşen dizge Herakleitos’un felsefesidir. Herakleitos
‘Herşey akıyor’ (panta rei) dediği zaman, bu Oluşun var olan her şeyin temel belirlenimi olduğunu anlatıyordu.”[27]
Başkalaşma, morfolojik ve niteliksel değişimi anlatır. Örneğin canlılarda
gözlenen bir çeşit başkalaşmaya, metamorfoz denir ve bazı hayvanların embriyo
evresinden yetişkin döneme kadar geçirdiği morfolojik ve niteliksel değişimleri
ifade eder. İribaştan erişkin kurbağaların metamorfozunda ya da yumurta-larva (tırtıl)-pupa-kelebek şeklindeki metamorfozda olduğu gibi… Mermer,
elmas gibi başkalaşım (metamorfik) kayaçları da, iyi bilinen örneklerdir. Bu
kayaçlar, magmatik ya da tortul kayaçların, sıcaklık ve basınca maruz kalmaları
sonucunda fiziksel ve kimyasal dönüşüme uğramalarıyla biçimlenir. Yine örneğin,
kapitalist üretim tarzında yabancılaşmış emek, değer üretim süreciyle metalar
üretir; bu değer, dolaşımda metaların parayla değiştirilmesiyle önce paraya
dönüşür, sonra sermaye, ücret, kar, rant ve faiz olarak başkalaşıma uğrar.[28]
Süreç, “aralarında birlik olan veya belli bir düzen veya zaman içinde
tekrarlanan, ilerleyen, gelişen olay ve hareketler dizisi”[29] olarak tanımlanır. Doğada
her fiziksel süreç, tersinmezdir
(irreversible). Hiçbir fiziksel
sistem, termodinamiğin 2. yasası uyarınca, tersinir (reversible) ya da geri
dönüşümlü değildir. Doğada döngüsel süreçler, ilerleyen ve geriletici süreçler
vardır. Dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin etrafında dönüşü, döngüsel
bir süreç olarak kabul edilebilir. Mayoz bölünme, eşey hücrelerinde gözlenen ve
genetik varyasyonu artıran ilerletici bir süreçtir. Yaşlanmayla gözlenen beynin
atrofi süreci, sinir hücreleri olan nöronlarda Tau proteininin yapısal bozulma
süreci ya da hücrelerin içerisinde Amiloid Beta proteininin birikme süreciyse,
geriletici süreçlerdendir.
Hücrelerde ve organizmalarda giderek artan düzensizlik eğilimine karşıt
olarak madde girişiyle sağlanan “negatif entropi” eğilimi, dinamik bir denge sağlar. Bir hücre ya da organizma, termodinamiğin
2. yasasının geçerli olmadığı açık bir sistemdir; bunlar kararlılıklarını madde
ve enerji alışverişi sayesinde korurlar. Çevrelerindeki entropi artarken,
kendilerinde düzenlilik korunur.
Kimyasal değişim süreçlerini oluşturan tepkimelerde, çoğu durumda iki yönlü
reaksiyon vardır. Bunlara tersinir tepkime denir. Tepkimeye girenler ile
ürünler karşılıklı olarak bir sürecin iki yönü olarak birbirlerini oluşturur.
Belli süreler sonrasında bu karşıt yönlerdeki tepkime hızları eşitlenerek,
dinamik bir denge oluşur. Tek yönlü tepkimelere ise tersinmez tepkime adı
verilmektedir.
Resim 3: Kararlı ve kararsız dengenin örnek çizimi
Denge, statik ya da dinamik olabilmektedir. Statik denge, kararlı ya da
kararsız olabilir. Örneğin, bir sarkaç aşağıya doğru sarkıksa, konumu
değiştirildiğinde başlangıç konumuna döner; bu kararlı bir dengedir. Sarkacın
topu yukarıdaysa ve bırakıldıysa, bir daha başlangıç konumuna gelmeyecektir;
burada kararsız bir denge vardır (Resim 3[30]). Bir tepenin üstünde
duran top da, kararsız denge örneği oluşturur.
Dinamik denge, rakip süreçlerin oluşturduğu etkiler birbirini
nötrleştiriyorsa söz konusudur. Örneğin, ozon tabakasındaki O3
konsantrasyonu, oluşumu ile yok oluşu arasındaki dinamik denge nedeniyle sabit
kalmaktadır. Ozon tabakasındaki incelmeler, bu dinamik dengenin bozulmasını
anlatır.[31] Canlılarda gözlenen
homeostaz (dengeleşim) mekanizmaları, dinamik dengenin oluşmasını sağlar. Örneğin,
insanda vücut sıcaklığının belirli bir aralıkta tutulması, dinamik bir denge
örneğidir. Toplumsal ölçekteyse dinamik dengenin varlığı açık bir konudur.
Örneğin, devrimci durum, toplumsal sistemin kendini yeniden üreten ve koruyan
mekanizmalarıyla, dönüşüme zorlayan nedenlerin arasındaki dinamik dengenin
yitirilmesi süreçlerini anlatır.
Başka
dinamik denge örnekleri verelim. Kutuplarda buzulların oluşumu ve erimesi
süreçleri arasındaki karşıtlık bir dinamik denge oluşturur. Yerküre üzerindeki
tuzlu ve tatlı suyun buharlaşması ile yağışlar yoluyla yerkabuğuna dönmesi
süreçleri, yeryüzünde suyun var oluşunu dinamik dengede tutar. Bir yeşil
yapraklı bitkinin fotosentez ile oksijenli solunum reaksiyonları/süreçleri,
gündüzleri fotosentezin solunum için besin ve oksijen üretimi ile solunumun
fotosentez için karbondioksit (CO2) ve su (H20)
oluşturması, bunların yanı sıra doğal çevreden de H20, C02
ve 02’nin alınıp verilmesiyle birlikte, dinamik bir dengeyi anlatır.
Eğer bitkiyi karanlık bir ortama uzun süre bırakırsanız, dinamik dengenin
bozulması, solunum süreçlerinin baskın gelerek, bitkinin solup, çürümesi
gerçekleşir. Gaz ile doldurulan bir balon örneğinde, balon içerisindeki gazın
basıncı arttıkça, bunu dengeleyen balon duvarındaki esneme kapasitesidir.
Balonun şişirilme sürecindeki karşıt süreçler arasındaki dinamik denge, balon
içi basıncın, duvarın esneme yeteneğiyle karşılanamadığı bir noktada bozulur ve
balon patlar. Bu örneklerde dinamik dengenin bozulmasıyla karşıtların
mücadelesi çelişki forumunu almaktadır.
Eğilimi
ise şu şekilde değerlendirebiliriz: Farklı süreçler bir sonucun oluşmasına
doğru bir yöne sahipse, bir eğilimin varlığından bahsedilebilir. Örneğin, sudan
karaya çıkış canlıların evriminde bir eğilimdir. Tekhücreliler, mantarlar, bitkiler,
omurgasızlar ve omurgalılarda olduğu gibi birbirinden bağımsız bir şekilde
gelişmiş ve birden çok olayda tekrarlanmış bir süreçtir.[32] Başka bir örnek, kapitalist üretim biçimindeki genel kar oranlarının
düşme eğilimidir. Rastlantısal olayların (tesadüflerin) oluşturduğu düzensizlikler
içerisinden geçen, dinamik yasaların belirli bir sonuç üretmesi yoluna da,
“eğilim” denebilir.[33]
2. Uzay-Zaman
Klasik mekanikte/Newton fiziğinde, zaman, gözlemcinin hareket durumundan
bağımsız olarak evrenseldir; evrenin her yerinde aynıdır. Özel ve Genel
Görelilik Teorisi’ne göre, zaman, uzayın üç boyutundan bağımsız olarak
düşünülemez; gözlemcinin hareketine ve kütle çekimsel alanlara bağlıdır. Başka
bir deyişle, zaman görelidir. Büyük kütleler, uzay-zamanda eğrilikler oluşturur
ve etraflarında zamanın daha yavaş akmasına yol açar (kütle çekimsel zaman genişlemesi).
Özel Görelilik Teorisi, ışık hızına oranla düşük hızlardaki hareketlerde,
Newton mekaniği ile aynı sonuçları verir.
Özel Görelilik Teorisine göre:
- Uzay
ve zaman, birbirlerinden ayrı olarak ele alınamaz; uzay-zaman bir bütündür.
- Cisimlerin
uzay-zamandaki toplam hareketi sabittir. Bu nedenle uzayda daha hızlı hareket
eden kütleli bir cisim, zamanda daha yavaş hareket etmek zorundadır.
- B gözlemcisi, A gözlemcisine
göre sabit bir hızda gidiyorsa A gözlemcisine göre B gözlemcisi
için zaman daha yavaş geçiyordur. Fakat B gözlemcisine göre kendisi
için değil A gözlemcisi için zaman daha yavaş geçiyordur.
- Eş
zamanlılık, gözlemciler arasında farklılık gösterebilir. Bir gözlemci için aynı
anda gerçekleşen bir olay, başka bir gözlemci için aynı anda gerçekleşmeyebilir.
- Belli
bir gözlemciye göre sabit hızda giden cismin gittiği yön doğrultusunda boyu
kısalır.
- Kütleli
cisimleri ışık hızına çıkartmak için sonsuz momentum ve enerji gerektirdiğinden
asla ışık hızına ulaşamazlar. Kütlesiz cisimler ise ışık hızında gitmek
zorundadırlar.
- Bir
cisme durağan haldeyken (bir hıza sahip değilken) enerji verirsek ışık hızının
karesine bölünmüş hali kadar kütlesi artar (E=mc2).[34]
Einstein
şöyle demektedir: “Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle
vardır. O halde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği
yoktur.”[35]
Uzay-zaman mutlak değil, maddeyle ve hareketiyle ilişkilidir.
3. İlişki (relation) ve etkileşim (interaction)
İlişki, nesnelerin ve süreçlerin arasındaki zamansal-mekânsal bağlardır,
bağlantılardır. Varlığın özellikleri ve nitelikleri[36], diğer varlıklarla
kurulan ilişkilerde ortaya çıkar. İlişkilere örnekler verelim: Mıknatısların
manyetik alanları reel olarak vardır, fakat metallerle ilişkilerinde görünür
hale gelir. Bir atomun nitelikleri, çekirdekteki parçacıklar ve elektronları
arasındaki ilişkilerden oluşur. Canlılardaki organlar, barındırdıkları dokular
ve hücreler arasındaki ilişkiler, diğer sistemlerle olan ilişkileri içerisinde
işlevlere sahiptir. Hücrelerin organelleri arasındaki ilişkiler, onun
bütünlüğünü oluşturur. Güneş sistemindeki öğeler arasındaki kütle çekimsel
ilişkiler ve hareketleri, yine bir bütünlük oluşturur. Toplumsal ölçekte,
insanlar arasındaki ilişkiler ve insanların doğayla kurduğu ilişkilerse,
herkesçe bilinir. Yine örneğin, üretim, coğrafyayla ilişkilidir; “toplumsal
üretimin seviyesi ve gelişim eğilimleri toprağın verimliliğine, doğal
kaynaklara (su dâhil), iklim koşullarına ve başka şeylere bağlıdır.”[37]
Maddenin organizasyon düzeylerine göre ilişki biçimleri farklılaşır.
Mekanik ilişkiler, fiziksel ilişkiler, kimyasal ilişkiler, organizmalardaki
içsel ilişkiler, türler dâhilindeki/arasındaki ilişkiler ve türlerin
çevreleriyle olan ilişkileri, toplumsal katmanda ise insanlar arası ilişkiler,
sınıflar arası ilişkiler gibi. Bilinç, sinir sisteminin doğal ya da toplumsal
çevreyle olan ilişkilerini anlatır. Öte yandan, dışsal ile içsel, doğrudan ile
dolaylı, işlevsel ile genetik (kalıtsal), uzamsal ile zamansal, yasayla
yönetilen ile rastlantısal, neden ile sonuç vb. ilişki biçimleri vardır.[38] İlişkiler sürekli ya da
geçici olabileceği gibi, tek yönlü, çift yönlü ya da çok yönlü olabilmektedir.[39]
Bu noktada, ilişki (relation) ile göreli (relative) kavramlarının farklı
olduğu görülmelidir. Görelilik, bazı kavramların karşılıklı bağlılığını
anlatır. Başka bir deyişle, görelilikte, bir kavram diğeri ile birlikte
düşünülür. Örneğin, iki misli-yarım, büyük-küçük, sevgi-nefret, iyi-kötü de olduğu
gibi. Aristoteles, görelik (Yunanca “pros ti”), kavramını bir kategori olarak
öne sürer.[40]
Örneğin, baba-oğul ya da kuzey-güney birbirlerine görelidir fakat aralarında
ilişki de vardır.
Nesnelerin ve süreçlerin birbirleri üzerinde karşılıklı etkilerine,
etkileşim denir. İlişkiler, etkileşimler yoluyla kurulur. Örneğin fizikte kütle
çekimi, elektromanyetizma, zayıf ve kuvvetli etkileşim olmak üzere dört
etkileşim türü bilinmektedir. Etkileşimler de yine, moleküler etkileşimler,
hücresel etkileşimler, organizmadaki etkileşimler, türler içindeki ve
arasındaki etkileşimlerle, canlıların çevreyle olan etkileşimleri, psikolojik
etkileşimler vb. şeklinde sınıflandırılabilir.
Karşıtlık ve çelişki dışarıda bırakılırsa, etkileri açısından bakıldığında,
çeşitli öğeler arasındaki etkileşim
türleri şunlardır:
a. Aditif/sumatif etkileşim (additive interaction): İki ya da daha fazla öğenin/etkenin
birlikte etkin olduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamı
kadar bir sonuç üretmeleridir. Örneğin bir kayanın rüzgârın ve akarsuların etkisiyle aşındırılması
sürecinde, aditif bir etkileşim bulunur.
b. Güçlendirme (potentiation): Bir etkenin işlevinin, o işleve yol açmayan
başka bir öğe tarafından güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Örneğin, dere yatağındaki taşların yüzyıllar boyunca köşe-kenarlarının
aşınıp pürüzsüzleşmesi sürecinde, derenin debisini/akan su hacmini artıran
yağışlar, aşındırma sürecini güçlendirici etkiye sahiptir.
c. Sinerjistik etkileşim (sinergistic interaction): Synergy (İng.) terimi,
Yunanca “sinergos” kelimesinden köken alır ve anlamı “birlikte
çalışmak/etkimek”tir. İki etken kombine etkinlikte bulunduklarında, tek başlarına
oluşturdukları etkilerin toplamından daha büyük, daha güçlü bir sonuç oluşur.
Bir örnek verelim: İnsanlar üretim sürecinde ayrı ayrı olarak değil,
işbirliği/işbölümü yaparak çalışırlar; bu durumda üretkenliklerinin tümü, tekil
üretkenliklerinin aritmetik toplamından daha fazladır. Başka bir deyişle
işbirliği/işbölümü, sinerjistik etki yaratır.
d. Stimülasyon ve inhibisyon: İnhibisyon, bastırma/ezme, baskılama,
durdurma ya da frenleme, etkisini sınırlama anlamlarına gelir. Stimülasyon,
inhibisyonun tersidir. Örneğin, sivrisineklerin
üremelerine uygun nem ve sıcaklığa sahip yerlerin artışı, sivrisinek
sayılarının artışında stimüle edicidir. Tersine, sivrisineklerin sayılarını
azaltan avcıların sayısındaki artış, sivrisineklerin var oluşu için inhibe
edici olarak kavranabilir.
e. Antagonizm (karşıtlık) ve çelişki: Karşıtlık kavramıyla, zıt anlamlı
kavram çiftleri kastedilmemektedir. Bir sürecin karşıt ve birbirlerini
bütünleyen yönlerinin, farklı süreçlerin karşıt eğilimlerinin etkileşimleri, dinamik
aktörlerin ya da kuvvetlerin karşıtlık içerisinde bütünlük oluşturması
anlatılmaktadır. Her karşıt süreç ya da süreçlerin yönleri, çelişki oluşturmaz.
Karşıtların etkileşimine ve çelişki yoluyla gelişime ileride daha ayrıntılı
olarak değinilecektir.
f. Negatif geri-besleme (negative feed back): Bir ara ya da nihai sonuç,
işleyiş üzerinde geri bildirimde bulunup, kararlı durumun, dinamik dengenin ya
da homoestaz'ın[41]
oluşmasını sağlar. Örneğin, kapitalist pazardaki fiyat dalgalanmaları, negatif
geri bildirim yoluyla dengelenir. Avcı-av etkileşiminde, bunların
popülasyonlarının büyüklükleri negatif geri bildirim yoluyla dengeye çekilir
(Resim 4[42]). Örneğin, alabalık-turna
balığı arasındaki, kar baykuşu-kutup yaban tavşanı arasında negatif geri
bildirim türünde bir etkileşim vardır.
Resim 4: Avcı-av etkileşiminde, popülasyonların zaman içerisindeki
değişimini gösteren Lotka-Volterra modelinin grafik gösterimi. Avcılar,
avlarının sayısını azaltırlar ve böylelikle besin kaynakları azaldığından,
kendilerinin sayısı azalmaya başlar; bu durum ise avlar üzerindeki avcıların
oluşturduğu baskıyı azaltıp, yeniden sayıca artmalarına yol açar.
g. Pozitif geri-besleme (positive feed back): İşleyişin sonunda oluşan
sonuç, mevcut süreci güçlendirir. Ampilifikasyon oluşur. Kısır döngü (fasit
daire, vicious cycle), pozitif geri bildirimlerin ölçüsüz şekilde artarak
olumsuz sonuçlar doğurduğunda, bunlara verilen isimdir.[43] Pozitif geri bildirim,
açık sistemlerde yeni düzenlerin ortaya çıktığı mekanizmadır. Örneğin özel bir
çevrede yeni bir bitki ya da hayvan melezi, rakiplerine karşı küçük bir
avantaja sahipse, pozitif geri bildirim mekanizmasıyla birkaç nesil sonra
bulunduğu bölgeye hâkim olabilir.[44]
4. Gelişme, Eşitsiz Gelişme, İlerleme
19. yy.’dan bu yana bilimsel ilerlemeler sayesinde örneğin evrenin,
dünyanın ve canlıların gelişimini, kozmolojide, jeolojide ve biyolojide
inceliyoruz. Öyleyse, nedir gelişim?..
“Gelişim, maddi ve ideal nesnelerin yeni niteliklerinin ortaya çıkışıyla
sonuçlanan, geri döndürülemez, kesinlikle yönelmiş ve yasayla yönetilen
değişimidir.”[45]
Gelişim, geri döndürülemezdir çünkü zaman içerisinde meydana gelir; bir
sistemin döngüsel işleyişini anlatmaz. Organizmaların büyümesinde olduğu gibi,
gelişimde, önceden geçilmiş durumlara geri dönüş imkânsızdır. Aynı nitelikteki
değişikliklerin birikmesiyle, gelişim bir yön kazanır. Yasayla yönetilen
değişimse, rastlantısal olayların oluşmasını dışlamadan, zorunlu olay ve
süreçlerin, gelişimde bulunduğunu anlatır. Yeni nitelikler, nesnelerin
niteliksel ve niceliksel özelliklerinde, bir sistemin öğeleri arasındaki
ilişkilerde, nesnelerin işlevleri veya davranışında, varlıklar arasındaki
etkileşim türlerinde ya da bütün bunların hepsinde ortaya çıkabilir.[46]
“Eğer yeni nitelik bazı açılardan eskisine göre üstünse, gelişimin
ilerleyen eğilimine sahibizdir, ancak daha aşağı ise, gerileyen bir eğilime
sahip oluruz (…) Gerileme, tam da ilerleme gibi, geri döndürülemeyen bir
süreçtir.”[47]
Örnekler üzerinden “gelişimi” inceleyelim… Canlıların evrimi, ilerleyen gelişimsel süreçler içerir.
Çünkü her yeni evre, daha önceki evrelerin zemini üzerinde yükselir. Canlıların evriminde genel gelişme yönü,
ilerleyen bir seyirdedir. Ancak, “geri evrim” süreçleri de vardır. Bir canlının
bütün özellikleri bakımından değil de, spesifik bir ya da birkaç özelliği
bakımından, atalardan torunlara evrimleştiğini bildiğimiz bazı özelliklerin,
tekrar atasal formlara ya da benzerlerine evrimleşmesi gözlenmektedir. Buna tersine
evrim (devolution) denir. Tipik bir tersine evrim örneği şudur; kurbağaların
neredeyse tamamı milyonlarca yıllık evrim süreçlerinde üst çenelerindeki
dişleri yitirmiştir; ancak günümüzde yeni görülen kurbağa türlerinde, bu atasal
dişlerin yeniden evrimleştiği görülmektedir.[48] Kozmolojiye bakalım… Küçük
ve büyük kütleli yıldızlar oluşurlar, ilerleyen bir gelişimleri vardır ve
gerileyen gelişimle sonlarına ulaşırlar (bkz; resim 5).
Resim 5: Yıldızların oluşumu ve
gelişimi[49] Toplumların gelişimindeyse, yeni üretici güçlerin filizlenmesi ve
aralarında kurulan yeni üretim ilişkilerinin ilerleyen gelişimiyle
kuruluş-yükseliş dönemlerini, bu üretim ilişkilerinin üretici güçlerin
gelişimine ayak bağı olduğu gerileyen gelişim süreçlerinin yaşandığı gerileme-çözülüş
dönemlerinin izlediğini biliyoruz.
Eşitsiz gelişim, canlıların evriminde ve insanlık tarihinde görülür.
Sıçramalı Evrim Teorisi (Kesintili Denge Teorisi olarak da bilinir), şu
gözleme dayanır: Fosil
kayıtlarındaki boşluklar, bir soyun evriminin farklı hızlarda
ilerleyebileceğini gösterir. Bu teoriye göre, türleşme, milyonlarca yıl yerine
binlerce yıl içinde nispeten hızlı bir şekilde gerçekleşir.[50] Niles Eldredge ve Stephen
Jay Gould tarafından 1972'de ileri sürülen bu teori, türlerin uzun zaman dilimleri
boyunca doğal seçilim etkisi altında aslında oldukça az değişime uğradığını;
ancak asıl evrimsel değişimlerin, ciddi çevresel değişimlerin olduğu
zamanlarda, belli popülasyonlarda, göreceli olarak hızlı bir şekilde, kısa bir
zaman aralığında meydana geldiğini ileri sürer.[51] Kesintili Denge Teorisi
günümüzde daha geniş bir çerçevenin bir bileşeni olarak görülmektedir. Evrimsel
süreçler, çevre şartlarına ve türün genetik havuzuna bağlı olarak farklı mod ve
tempolarda (hız ve biçimlerde) yaşanabilmektedir. Belli şartlar altında evrim
çok daha hızlı yaşanabilirken, belli koşullar sağlandığında çok uzun denge
dönemleri görülebilir.[52]
İnsanlık
tarihindeki eşitsiz gelişmeyi, kapitalizm dönemiyle sınırlamamak gerekir.
Çulhaoğlu pre-kapitalist dönemler ile kapitalizmdeki eşitsiz gelişmenin farkını
şu şekilde değerlendirmektedir:
“Çok
genel olarak eşitsiz gelişme olgusundan, kapitalizmi önceleyen tarihsel
dönemler için de söz edilebilir. Ancak, bu dönemlere özgü eşitsiz gelişme
savaş, kıtlık, göç, salgın hastalıklar ve benzeri olgulardan kaynaklanır. Oysa
kapitalizmle birlikte gündeme gelen eşitsiz gelişme, doğrudan doğruya, belirli
bir üretim tarzına özgü, süreklilik taşıyan, açıklanabilir, kimi durumlarda da
öngörülebilir süreçlere bağlıdır. Dolayısıyla, yalnızca kapitalizmin egemen
olduğu dönemdeki eşitsiz gelişme olgusunun yasallıkları ortaya konulabilir.”[53]
İlerleme,
varlıkların gelişiminde farklılaşmanın, karmaşıklığın ve organizasyonun
artışıdır. İlerleme, birçok patikadan gerçekleşir. Sistemlerin içerisindeki ve
aralarındaki ilişkilerin zaman içerisinde artan karmaşıklığı, ilerlemenin bir
ölçütüdür. Varlıkların organizasyonundaki gelişim, giderek artan oranda
hızlanır. Bu da, ilerlemenin diğer bir ölçütüdür.[54] Burada gelişimin genel
yönü olan ilerlemeyi, evrenin gelişimindeki kozmolojik dönemlerle örneklemek
yararlı olacaktır:
*13,5 milyar Büyük
patlama ile maddenin evriminin başlaması: Big Bang
*Büyük patlamadan
10-35 saniye sonra atom altı parçacıkları; kuarkların oluşması
*Büyük patlamadan 1
saniye sonra Gama ışınları
*Büyük patlamadan 3
dakika sonra genişleyen evrenin yarıçapı 40 ışık yılı noktaya ulaşması
*Büyük patlamadan 100
bin yıl sonra maddenin görünmesi
*Büyük patlamadan 3
milyon yıl sonra ilk elementler Helyum ve Hidrojen’in
ortaya çıkması
*5 milyar yıl
önce, Güneş’in oluşması[55]
Resim 6: Evrenin Tarihi[56]
Öte yandan, “gelişimin sarmal biçimi”
(Engels) kavramlaştırmasının kendisi değil, ama ona büyük önem atfedilmesi
sorunludur. Lenin şöyle yazıyor: “Zaten geçmiş olan aşamaları adeta yineleyen,
ama onları farklı bir yoldan daha yüksek bir temel üzerinde yineleyen
(“yadsımanın yadsıması”) bir gelişme, düz bir çizgi boyunca değil de deyim
yerindeyse sarmal bir yolda olan bir gelişme (…)”[57] Burada gözden
kaçırılmaması gereken nokta, gelişimin bir çember misali döngüsel olmadığını,
düz bir çizgi boyunca da ilerlemediğini anlatmak için, “sarmal”a
benzetilmesidir. Örneğin farklı üretim tarzlarının kuruluşu-yükselişi ve
gelişmesi-çözülüşü şeklinde birbiri ardı sıra gelen yineleyişler, bir sarmala
benzetilebilir. Fakat bu bir benzetmedir
ve bir gelişim yasası olarak görülmemelidir. Dolayısıyla şu satırlar bir
mutlaklaştırma yapılmadan, benzetme yapıldığı dikkate alınarak okunmalıdır:
“Tarih, dışarıya ve yukarıya doğru genişleyen bir sarmalın bir dizi dönüşüdür.
Sonra gelen hiçbir gelişim çevrimi öncekini tekrar etmez, o yeni ve daha üst
bir düzeydir.”[58]
“Yadsımanın yadsınması” ilkesinin ise, Hegel’in akıl yürütme yolundaki
temel ilke olduğu, bunun nesnel gerçekliğe transferinin uygun olmadığı daha
önce vurgulanmıştı. Bu noktada, Brosius'un, ilkel toplum ---> sınıflı toplumlar
---> komünizm şeklindeki şemanın yanı sıra, “üreticilerin üretim araçlarını
kullanım hakkının olup olmaması” kriterini temel alarak oluşturduğu ilk sınıflı
toplumlar ---> köleci toplum —-> feodalizm ile köleci toplum --->
feodalizm ---> kapitalizm şemalarını[59], "yadsımanın
yadsınması" ilkesiyle açıklamasının sağlıklı olmadığını da belirtelim.
5. Nedensellik, Zorunluluk ve Rastlantı
(=tesadüf), Belirlenim, Yasa, Refleksivite
Nedensellik, fenomenler arasındaki bir ilişki türüdür. Uzay-zamansal ilişkiler,
işlevsel bağımlılıklar, simetri ilişkisi gibi ilişkiler, neden-sonuç
(neden-etki) ilişkilerine sahip değildir.[60] Nedensellik, bir
fenomenin (neden) belirli koşullar altında başka bir fenomene (sonuç/etki) yol
açmasıdır. Nedensellik süreci, zaman içerisinde asimetriktir; neden ile sonuç
(etki) yer değiştirebilirse de, zamansal asimetrik ilişki değişmez.[61] Nedenselliğin olmadığı
bir gerçeklik olsaydı, yaşamsal pratiklerimiz ve bilimsel açıklama yapmak imkânsız
olurdu.
Nedensellik, evrenseldir. Her olayın ve sürecin nedenleri vardır. Mantıksal
bir antinomi (çatışkı) oluşturan bir örnek verelim. İnsanların göbek çukurunun
var olmasının nedeni, anne karnında plasenta ile fetüsün arasında uzanan göbek
kordonunun olmasıdır. Bu nedenle, ortaçağda Hıristiyan din adamları, Âdem ile
Havva’nın göbek çukurunun olup olmadığı ve nasıl resmedileceği konusunda
tartışmışlardır. Âdem ve Havva’nın anne-babası olmadığından, Tanrı onları neden
göbek çukurlu yaratsındı ki?.. Fakat göbek çukurlu olma özelliği genetik olarak
belirlendiğinden, Âdem ve Havva’nın göbek çukuru yoksa gelecek nesillerin de
göbek çukuru olamazdı… Evet, nedensel bağlantılar zinciri bir başlangıca ya da
sona sahip değildir.
Bir sonucun birden fazla nedeni ve oluşturucu nedensel mekanizması
olabilir. Doğada ve toplumdaki olayların çoğunda, birden çok oluşturucu
mekanizmanın birleşik etkisiyle bir olay ardından gelen diğer bir olayın
meydana gelmesine neden olur. Yani doğada ve toplumda meydana gelen olayların
çoğu “konjonktürler” olarak ortaya çıkar.[62]
Nedenlerden bazıları rastlantısaldır. Rastlantılar, bir olayın oluşumunda,
bir sürecin ilerleyişinde, zincirleme etkileşimlerin dışından gelerek
olayın oluşumuna ve sürece katılan nedenlere denir. Rastlantı olan nedenlerin oluşumununsa,
kendi “mantığı”, yani saptanabilir bir nedensel etkileşim zinciri mevcuttur.
Zorunluluk, neden-sonuç ilişkisinde bir ya da birkaç oluşturucu mekanizmanın,
eş deyişle yasaların varlığını anlatır. Uygun koşullarda aynı nedenler, aynı
sonuçları zorunlulukla üretir.
Farklı nedenlerin, özdeş sonuçlar üretmesi ve bir ve aynı nedenin farklı
koşullarda farklı sonuçlar üretmesi mümkündür. Koşullar, doğrudan neden
değildir, fakat nedenlerin sonuçlar üretmesine katkıda bulunur.[63]
Bir örnek verelim: İşine gitmek için A yolunda yürüyen X kişisinin başına,
B apartmanının önünden geçerken, çatıdan düşen bir kiremit çarpıp, kafatası
içerisinde kanamaya yol açarak bir süre sonra onu öldürsün. Burada çatıdan
kiremitin düşmesinin oluşturucu mekanizmaları olarak diğer kiremitlerle olan
ilişkisinde rüzgârların, yağmurların vb. etkisiyle oluşan gevşeme yer alır. Bir
kiremitin düşeceği zorunludur, fakat hangi kiremitin düşeceği ve ne zaman
düşeceği rastlantısaldır. Düşüp, X kişisinin başına isabet etmesi sürecinde,
yer çekimi, rüzgârın savurma kuvveti gibi oluşturucu mekanizmaların bileşkesi
rol oynar. Yani yine neden-etki ilişkisi zorunlu niteliktedir, fakat o sırada X
kişisinin B apartmanı önünde olması ve çarpma olayı rastlantısaldır. X kişisinin
A yolundaki B apartmanı önünden geçişinde, kişinin işine varmak için seçtiği en
kısa yol olduğundan, bu güzergâhtan gitmeye niyetlenmesi bir neden olarak iş
başındadır. Kiremitin çatıdan düşmesi süreciyle, X kişisinin A apartmanı
önünden geçmesi sürecinin çakışması, rastlantısaldır. Bu iki sürecin/olaylar
dizisinin zamanda çakışmasının oluşturucu mekanizması yoktur, aralarında
zorunluluk bulunmaz. Çabucak tıbbi yardıma ulaşamama koşulu varsa, kiremitin X
kişisinin başına çarpması sonucu oluşan kafa içi kanamanın ölüme neden olması
gerçekleşecektir. Rastlantısal olarak X kişisi kask takmışsa, bu neden zorunlu
olarak, yani koruma sağlayıcı mekanizmayla, kafa içi kanamayı
oluşturmayacaktır.
Başka örnekler verelim: Yoldan geçen bir yayaya, bir arabanın çarpması
sonucu o kişinin ölmesi belirli koşullar altında zorunludur, fakat arabayla
yayanın çarpışması olayı rastlantısaldır. Toprağın verimli olduğu bir yerdeki
bir tohumun yeşerip bitki olması zorunluluktur, fakat tohumun o verimli toprak
parçasına ekilmiş olması rastlantısaldır.[64]
Öte yandan, neden-sonuç ilişkileri makro-kozmosta, dinamik (tek-değerli) ve
olasılıksal olarak sınıflandırılabilir. Kuantum mekaniği yasalarıysa, atom altı
ölçekte geçerli olup, özsel/içsel (“kalıtsal”) olarak olasılıksaldır. Mikro-kozmosun
süreçleri için tek-değerli öngörülerde bulunmak olanaksızdır. Başka bir deyişle
gerçekliğin bu katmanında süreçlerin olasılıksal bir doğası vardır. Ancak bu
durum, mutlak bir belirlenmezliği (indeterminizm) anlatmaz.[65] Tarihte kritik bir
dönemde önemli bir rol oynayan bir bireyin görülmesi de, olasılıksaldır.[66]
Bir nihai ya da ara sonucun, nedeniyle olan etkileşimine geri besleme
(feedback, dönüt) denir ve organizmalarda, toplumda, açık sistemlerde görülür.
Daha önce belirtildiği gibi, pozitif ve negatif geri besleme türleri vardır.
Negatif ve pozitif geri besleme türündeki etkileşimler, sistemlerin
kararlılığını sağlar.
Yasalar, gerçeklikteki genel ve zorunlu, tekrarlanan, istikrarlı
bağlantılardır.[67]
“Bir yasa (…) görüngüler arasındaki zorunlu, kararlı, düzenli ve gerekli türden
bir bağlantıdır.”[68]
Yasalar, önermeler olarak formüle edilirlerse de, nesnel gerçeklikte objektif
olarak vardır. Bhaskar’ın Eleştirel Gerçekçi teorisine göre, nedensel yasalar,
gerçeklikteki “yaratıcı mekanizmalar”ı ve “eğilimler”i anlatır; görüngüler
arasındaki düzenlilikler, yasalarla özdeşleştirilemez, bunlar yasaların
varlığının belirtileri olarak anlaşılmalıdır.[69] Bilimsel faaliyetlerle,
yasalar keşfedilir. Gerçeklikteki ilişkilerin düzenliliği ve zorunluluğu,
yasalarda yansıtılır. Gerçeklikte bir nedensel yasanın aktif işlerliği
sayesinde, bir olay, diğer bir olayın oluşumuna yol açar. Yasalar, göreceli de
olsa öngörülebilirliği sağlarlar. Yasalar, “yapısal yasalar”, “işlevsel
yasalar”, “gelişme yasaları” şeklinde içeriklerine göre[70]; “genel” ve “özel”
yasalar olarak kapsadıkları gerçeklik alanının ölçeğine göre
sınıflandırılabilirler.[71]
Neden-sonuç arasındaki zorunluluğun dinamik ve istatiksel-olasılıksal
biçimleri, yasaların da, dinamik ve istatiksel/olasılıksal biçimde
sınıflandırılmasını getirir. Örneğin yerçekimi yasası uyarınca, yukarıya doğru
atılan her taş, herhangi bir belirsizlik olmadan yere düşecektir. Bu dinamik
bir yasadır. Ancak bir zarın atılması sonucunda hangi sayının geleceği
belirsizdir; hangi sayının geleceği olasılıksal bir yasaya tabi olarak
öngörülebilir.[72]
Belirlenimcilik (determizm), Pierre-Simon Laplace’ın mekanikçi-mutlak
zorunluluk yorumuna göre, evrendeki tüm kuvvetlerin ve uygulandıkları
noktaların bilgisine sahip bir “cin” olsaydı, bu “cin”in gözünde gelecek kesin
olarak öngörülürdü. Yani evrenin bugünkü durumu, geçmişinin mutlak zorunlu
sonucu ve geleceğinin mutlak zorunlu nedenidir. Bize göreyse, nedensellik
evrensel olsa da, evrende rastlantısal nedenler, zorunlu oluşturucu
mekanizmalar ve olasılıksallık da vardır. Bunlar, diyalektik-tarihsel
materyalizmin belirlenimcilik görüşüne içkindir.
Refleksiyon/refleksivite kavramını ise, klasik anlamıyla kendi üzerine
kıvrılan düşünce olarak, yani “düşünümsellik” olarak kullanmıyoruz. Bu
kavramla, insanların pratiklerinin ürünü olan bilinçlilik formlarının, nesnel
gerçekliğe geri dönüşü ve arzuların, niyetlerin, isteklerin aracılığıyla
düşüncelerden/inançlardan pratik edimlere geçişi anlıyoruz. Bilinçlilik,
pratikler aracılığıyla insanların çevreleriyle kurduğu ilişkileri yansıtır ve
fakat bu bilinçlilik, nesnel gerçeklikle nedensel olarak etkileşimde bulunur ve
çeşitli pratiklere yeniden yol açar. Bu geriye yansımaya, refleksivite diyoruz.
Bhaskar’a göre, inançlar, sebeplerdir (reason). İnsanlar inançlarıyla eylemlere
yol açarak nedensel etkilerde bulunurlar (cause=neden), yani nesnel gerçeklikte
neden-etki (sonuç) ilişkilerine yol açarlar.[73]
İnsanların bilinçleri, toplumsal ilişkiler tarafından
koşullanır/belirlenir. İnsanların bilincinin, belirivermiş (emergent) olması,
sinir sisteminin nöro-fizyolojik mekanizmaları zemininde, toplumsal ilişkiler
katmanının belirleniminde işliyor olmasını anlatır. İnsanların zihinsel
süreçleri, tamamıyla sinir
sistemlerindeki nörofizyolojik süreçler tarafından oluşturulursa da,
inançların/düşüncelerin belirmesi (emergence) çevreyle etkileşimlerin,
toplumsal ilişkilerin ürünüdür. Kanımızca, insanların bilincinin belirlenimi ve
belirmesi, bu şekilde anlaşılmalıdır.
6. Olanaklılık, Gerçeklik, Olasılık (Şans,
Rastgelelik)
Gerçeklik, olanaklı olanı, yeni olanın yaratılma sürecini ve oluşunu, var
olanı kapsar.[74]
Gerçeklik, gelişimi/tarihselliği içerisindeki evrendir. Dar anlamıyla “gerçek
olan” ise, gerçekleşmiş bir olanaktır. Olanaklılık, gerçekliğin potansiyel
gelişme eğilimleridir.[75] Olanaklılık, aktüel hale
gelmemiş, var olan içerisinde içerilen ve gerçekleşebilecek olandır.
Bir olanak, bir yasanın işlemesiyle, yani zorunluluğun varlığıyla ve uygun
koşullar varsa, gerçeklik haline gelebilir.[76] Yine de olanakların
gerçeklik haline gelmesinde, şansın etkisi, karşıt güçlerin mücadelesi ve
kutupsal olanakların birbirlerinin etkisini nötrlemesi gibi süreçler
devrededir.[77]
Olanak tipleri, gerçek ve biçimsel olanak, somut ve soyut olanak, tersinir
ve tersinmez olanak, birlikte var olan ve birbirini dışlayan olanak, öze
ilişkin ve görüngüye ilişkin olanak olmak üzere sınıflandırılabilir. Varlığın
zorunlu ilişkilerinden, işleyişini ve gelişimini yöneten yasalardan kaynaklanan
olanaklar gerçek olanak; varlığın rastlantısal ilişkilerinden kaynaklanan
olanaklar biçimsel olanaklardır. Bir olanağın gerçekleşmesi için uygun koşullar
oluşmuşsa/oluşabiliyorsa, bu olanak somut olanak; bu koşullar yoksa soyut
olanak olarak adlandırılır. Soyut olanakların gerçekleşmesi için süreçlerin
gelişimi gereklidir. Bir olanağın gerçekliğe dönüşümü süreci için geriye doğru
da süreç işleyebiliyor ve ilk durum tekrar olanaklı olanın gerçekleşmesiyle
oluşuyorsa, tersinir olanaktan; bir olanağın gerçekliğe dönüşümü ters yönde
oluşamıyorsa tersinmez olanaktan bahsedilir. Bir olanağın gerçekleşmesi başka
bir olanağın ortadan kaybolmasına yol açmıyorsa birlikte var olan olanaklardan;
bir olanağın gerçekleşmesi başka bir olanağın yok olmasına neden oluyorsa,
dışlayıcı olanaktan söz edilmektedir. Bir olanağın gerçekleşmesi varlığın özünü
değiştirmiyorsa, bu görüngüye ait olanaktır; gerçekleşmesi varlığın özünü
değiştiriyorsa öze ait bir olanaktır.[78]
Somutlayalım… Canlılarda yeni türlerin ortaya çıkması, gerçek olanaklardır.
Ancak, bir canlı türünün bir üyesinde olasılıksallıkla oluşan bir mutasyonun,
çevre koşullarına adaptasyonda avantaj sağlaması rastlantısal olduğundan
biçimsel bir olanaktır. Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda,
iktisadi krizler, gerçek olanaklardır. Karaciğer, böbrek, akciğer ve kalp
nakli, gerçek olanaklardır. Bir meteorun, bir insanın üzerine düşmesi
rastlantısal bir olay olduğundan, biçimsel bir olanaklılığa sahiptir. Organ
nakilleri aynı zamanda somut olanaklardır, fakat örneğin Hipokrat döneminde
soyut olanaklardı. Mekanik hareketin elektriğe, elektrik enerjisinin de mekanik
harekete çevrilmesi olanağı var olduğundan, burada tersinir bir olanaklılık söz
konusudur. Bir ülkede sosyalist devrim olanağının gerçekleşmesi, sömürü
olanağını dışlar. Ancak proletarya diktatörlüğünün kurulması olanağıyla
birlikte var olur. Kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçiş, öze ilişkin
bir olanağın gerçekleşmesidir. İşgününü azaltma mücadelesinin sunucunda,
çalışma saatlerinin 8 saatten 6 saate düşmesi, sömürü ilişkisini (öz) ortadan
kaldırmayan ve fakat görüngüye ait bir olanağın gerçekleşmesidir.
Olasılık, olanaklılığın ölçüsüdür ve istatistiksel yasaların hükmü
altındadır; verili koşullarda ve verili bir yasa altında verili bir olayın
gerçekleşme olanağının derecesidir.[79] Bir olayın olma olasılığı
0 ile 1 aralığındaki bir değerdir. Olasılık (şans), rastgeleliğin
niceliklendirilmesidir. Olasılık, Newton fiziğinde, bir olayın olması için
gerekli bütün faktörlerin/kuvvetlerin bilgisine sahip olmamaktan, bilgi
yetersizliğinden kaynaklanır. Kuantum mekaniğinde ise, gerçekliğin bu
ölçeğinde/katmanında geçerli olacak şekilde, içsel bir olasılıksallık vardır;
olasılıksallık, mikrokozmosda nesnel gerçekliğin özsel bir özelliğidir.
Olasılıksal olaylara verilebilecek bir örneği mutasyonlar oluşturur.
Mutasyonların oluşması olasılıksaldır ve genetik yapıdaki bu kaza eseri
“sapmalar”, yeni bir canlı türünün özellikleri durumuna gelebilmektedir. Yine
örneğin, insanlarda uygun koşullar altında yalnızca bir spermin, ovumu
(yumurta) döllemesi (fertilizasyon) olanaklıdır. Fertilizasyon bölgesine
yaklaşık her bir milyon spermden yalnızca biri ulaşabilir. Hangisinin
fertilizasyonda yer alacağı olasılıksaldır. Toplumsal katmana geçelim… Ekim
Devrimi’ne giden süreçte Lenin’in oynadığı kritik rolü dikkate alalım. Bu rolü
başka birinin değil de, Lenin adındaki kişinin oynaması, yani o dönemde
Lenin’in doğmuş ve yaşar durumda olması, olasılıksaldır. Fakat bu toplumsal
rolü oynayacak birinin olması sonucunu üreten toplumsal nesnel bir eğilimin
olduğu belirtilmelidir.
7. Parça ve Bütün, Sistem, Yapı ve İşlev,
Öğe
Toplumsal
formasyonlardaki bütünlük (totality) kavramına dair Çulhaoğlu’nun yazdıkları,
bütün-parça ilişkilerini kavramayı kolaylaştıracaktır:
- “Bütünlük,
toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş
biraradalığını ifade eder.”
- “(…) parçaların ya
da bütünü oluşturan unsurların, ancak bütün aracılığıyla, yani bütünle olan
ilişkileri bağlamında kavranabilmesi ve çözünlenebilmesi (…)”
- “Toplumsal olgu ve
gerçeklerin güncel durumunun yanı sıra, bunların tarihsel geçmişi ve geleceğe
yönelik uzantıları da bütünlük kavramının içindedir.”
- “(…) dolayım, bütün
içindeki parçaların, diğer parçalarla ve bütünün
kendisiyle ilişkilenmesidir (…) bütünlüğün hareketi, kendisini oluşturan
unsurların ayrı ayrı hareketlerinin toplamı değil, bütünlük içindeki
dolayımların büründükleri biçimlerin değişimi ve dönüşümüdür.”
- “(…) parçaların
bütünle olan dolayımlarının, kendi içlerindeki ve aralarındaki dolayımlara
başatlığını görmek önemlidir. Sözgelimi, kapitalist üretim ilişkilerinin
hukukla dolayımı, bu ikisi arasındaki yalıtık ilişkiyle değil, her ikisinin bir
bütün olarak tarihsel-toplumsal formasyon tarafından belirlenmesiyle
gerçekleşir. Bu nedenle, hukuksal biçimler, üretim ilişkilerinin basit doğrusal
uzantıları olarak görülemezler.”
- “ Üretim tarzı,
üretici güçlerle üretim ilişkilerinin özgül bir kaynaşımını (kombinasyon)
anlatır (…) Bir kere, belirli bir üretim tarzı, özgül hukuksal, siyasal,
ideolojik, etik, kültürel vb. üstyapıların temelini oluşturuyor ve onlarla
birlikte var oluyor. Sonra, herhangi bir toplumda, farklı üretim tarzları bir arada var olabiliyorlar. Bu üretim
tarzlarının biraradalıkları da toplumsal
formasyonu oluşturuyor.
“Peki, bu
tanımlamalardan sonra, bütünlük neden oluşuyor? (…) Kendi özgül üstyapısıyla
birlikte kapitalist üretim tarzı, artı
bu üretim tarzıyla birlikte var olan başka üretim tarzları, artı bu başka üretim tarzlara özgü
üstyapısal ilişkiler ve artı böylece
oluşan toplumsal formasyonun, geçmiş, güncellik ve gelecek boyutlarındaki
devinimi…”[80]
Bu
yazılanlarda, üzerinde durulması gereken nokta şudur: Üretim tarzının/tarzlarının,
örneğin hukuku koşullarken, üstyapısal diğer öğelerle etkileşimleri üzerinden, üstyapısal düzenleniş ve
işleyişin taşıdığı ilişki biçimlerinin tamamı üzerinden bu koşullamayı
oluşturmasıdır. Örneğin, üretim ilişkileriyle, hukuksal biçimler arasında
karşılıklı etkileşimler, ahlaki ve ideolojik değerler, ilkeler, zora dayanan
devletsel müdahaleler vb. aracılığıyla, bunlar üzerinden kurulur. Maddi yaşamın
üretilmesi süreçlerinin diyakronik sürekliliği, toplumsal formasyonun
düzenlenişi ve işleyişinin oluşturduğu yapının tamamı tarafından sağlanır.
Toplumsal formasyonun düzenlenişi ve işleyişinin oluşturduğu yapı içerisinde
üretim ilişkileri-üretici güçler, üstyapı öğelerini koşullar (condition).
İktisadi ilişkiler temeli üzerinde üstyapısal öğeler yükselir. Üstyapısal
öğeler de, üretim ilişkileriyle etkileşimde bulunup onları diyakronik olarak
değiştirir ya da yeniden üretir.
Sistem, belirli parçalardan/öğelerden oluşan, bu
parçalar/öğeler arasında belirli karşılıklı ilişkiler bulunan, bu parçaların/öğelerin
aynı zamanda dış çevre ile de ilişkili olduğu, bir sonuca ulaşmak üzere
fiziksel veya kavramsal, birden çok bileşenin oluşturduğu bütündür. Sistem
içerisindeki bileşenler dinamik olarak birbirleri ile karşılıklı ilişkili veya
bağımlıdırlar. Sistemin dışında kalan öğeler, onun çevresini oluşturmaktadır.[81]
Sistemler
için “bütün, parçaların toplamından daha fazladır” (Aristoteles) sözü
geçerlidir. Bir sistem, bileşen öğelerinin basit bir aradalığı ya da toplamı
değildir. Çünkü bir bütün/sistem, onu oluşturan parça/öğelerden türetilemeyecek
yeni niteliklere sahiptir. Örneğin bir H2O molekülünde, oluşturucu
öğelerden hidrojen yanıcı, oksijen yakıcı olduğu halde, oluşturdukları bütün ya
da sistem olan su molekülleri, ateşi söndürücü niteliktedir.[82]
Bu yeni nitelik “belirmiştir” denir.[83]
Sistem,
birbiriyle etkileşim içinde olan parçaların oluşturduğu bir bütün olarak,
belirli bir girdiyi işleyerek çıktıya dönüştüren süreçleri içerir. Bir sistemin
öğesi, sistemsel bütünün parçası olarak belirli bir işleve sahip en küçük
birimdir. Karmaşık sistemlerin, alt-sistemleri vardır. Yapı, sistemin
düzenlenişi ve işleyişi olarak, öğeler arasındaki karşılıklı
ilişkileri/bağlantıları anlatır. İşlev, bütün içerisindeki her bir öğenin
oynadığı roldür.
Bu
noktada, toplumsal süreçler incelenirken, dikkate alınması gereken özne-yapı
ilişkisi üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Yapılar, özneler arasındaki ilişkilerdeki
ve öznelerin oluşturduğu iktisadi, siyasal örgütlenmeler (örneğin bir ekonomik
işletme, devlet vb.) içerisindeki “düzenleniş ve işleyiş” olarak görülmelidir.
Başka bir deyişle yapılar, örneğin devlet kurumlarını, statik insan grupları
olarak sınıfları, yazılı hukuk kuralları manzumesini, ideolojik doktrinleri
anlatmaz. Bunların yerine proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki iktidar
ilişkilerinin düzenlenişi ve aktif işleyişi olarak devlet örgütlenmesini; alt
tabakaları arasındaki ilişkiler dâhil olmak üzere temel sınıflar arasındaki
ilişkilerin ve karşılıklı etkileşimlerin biçimlenişi olarak sınıfları; sınıflar
ve insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenişi ve işleyişinin hukuksal
boyutunu; insanların gerçeklik hakkındaki tutumlarının, davranış kalıplarının,
duygu ve düşüncelerinin oluşumu ve yeniden-oluşumundaki düzenleniş ile günlük
hayattaki faal durumunu anlatır. Yapı ve özne, birbirinden farklı öğeler
değildir ve aralarında dışsal ilişkiler yoktur. Yapılar, öznelerin ve onların
örgütlenmelerinin sahip olduğu ilişkilerin/etkileşimlerin düzenleniş ve işleyiş
kalıbı olarak kavranmalıdır. Toplum bilimindeki, yapı-özne (fail) dikotomisi ya
da “sorunu”, bir tür kavrayış/soyutlama yetersizliğinin ürünüdür.
Sistemlerin
özelliklerine kaldığımız yerden devam edelim… Sistem
birbiriyle madde, enerji veya bilgi alışverişinde
bulunan öğelerden oluşur. Sistemde düzenli ve uyumlu bir işleyiş vardır.
Düzenli ve uyumlu işleyişteki bir aksaklık veya uyumsuzluk soruna yol açar. Bu
sorunun büyümesi ise krize dönüşür. Örneğin siyasal sistem krizleri veya
ekonomik krizler gibi… Sistemlerin, girdileri, işleyişi, çıktıları, dengesi,
denetimi ve geri bildirimi vardır. Sistemler, dinamik bir denge barındırır.
Mekanik, kimyasal, biyolojik, organik, jeolojik, sosyal sistemler bulunur.
Örnek olarak, güneş sistemi, hücre, organizmalar, ekolojik sistemler,
fizyolojik sistemler, toplum, şehirler,
atom, moleküler sistem, teorik sistemler vb. verilebilir.[84]
Çevreden
girdiler alan, bunları işleyerek çevreye çıktılar sunan ve çıktılarına ilişkin
geri bildirim (=dönüt) alan sistemlere, açık sistemler denir. Biyolojik ve
toplumsal sistemler açık sistemlerdir. Açık sistemlerin büyüme yeteneği ve
yapılarını koruma eğilimi vardır. Yeterli girdisi ya da çıktısı bulunmayan
bunun sonucu olarak da geri bildirimi olmayan sistemlere kapalı sistem denir.
Kapalı sistemler, çevresi ile etkileşimde bulunmayan sistemlerdir. Bazı mekanik
sistemler, kapalı sistemlere örnektir.[85]
Her
sistemde, enerjinin tükenmesi, işleyişin bozulması, dengenin kaybolması,
karışıklık ve aksamaların belirmesi ve sonunda sistemin faaliyetlerinin durması
yönünde bir eğilim vardır. Entropi, bu eğilimi ifade eden kavramdır. Kapalı
sistemlerde entropi artma eğilimindedir ve belirli bir süre sonunda sistemi
durduran en önemli faktördür. Açık sistemlerde entropi artışı önlenir. Açık
sistemler çevrelerinden aldıkları bilgi, enerji ve materyal ile entropi
artışının etkilerini negatif hale getirebilir. Açık sistemlerde negentropi
(negatif entropi) vardır.[86]
Açık sistemler, kendilerini yeniden üretir ve regüle eder.
Nedensel ilişkiler diyakronikken (artzamanlı), sistemlerin öğeleri arasındaki
karşılıklı ilişkiler ve sistemlerin çevreleriyle ilişkileri/etkileşimleri
senkroniktir (eşzamanlı). H2O örneğine tekrar bakalım… Oksijen ile
hidrojen atomlarının kimyasal bileşim sürecinin sonucunda ortaya çıkan, basit
bir sistem ya da yapıdır. Bir su molekülünün oluşumunda neden-sonuç ilişkisi
yürürlüktedir. Ancak bu su molekülünün bir sistem olarak daha sonraki yapısı, öğelerinin
karşılıklı ilişkisiyle ve bağımlılığıyla düzenlenir.[87] Senkronik “belirlenim”,
sistemin öğeleri arasındaki ve çevreyle olan ilişkilerindeki eşzamanlı
koşullanmaları anlatır. Yine örneğin, toplumsal formasyonları dikkate alacak
olursak, burada temelin, üst-yapı öğelerini senkronik olarak koşulladığını,
üst-yapı öğelerinin de temeldeki ilişkilerle, süreçlerle senkronik olarak etkileştiğini
söyleriz.
8. Öz , Görüngü (=Fenomen), Görünüş
“(…) nesnelerde,
durumlarda, olaylarda, gerçek olan, iç ve özsel olan, üzerine her şeyin
dayandığı olgu kendini dolaysızca
bilinçte göstermez, ne de giderek ilk görünüş ya da izlenim tarafından
sunulduğu gibidir; tersine, nesnenin gerçek yapısına ulaşabilmek için ilkin
onun üzerine düşünmek gerekir ve
üzerine-düşünme yoluyla bu yapıya erişilecektir.”[88]
Öz, varlıkların/gerçekliğin doğrudan gözlemlenebilir olmayan,
gerekli/zorunlu ve görece değişmez/istikrarlı özellikleridir.[89] Görüngü (fenomen) ise,
varlıkların doğrudan gözlenebilir özelliklerini anlatır; olaylara ve süreçlere
karşılık gelir. Öz, nesnelerin, sistemlerin, süreçlerin kendisine zorunlu
olarak ait bulunan iç, genel ve değişmez belirlenimlerinin toplamı; fenomen ise
bunların dış, bireysel, değişebilir ve rastlantısal özelliklerinin tümüdür.[90] Görünüm ya da görünüş
ise, olayların ve süreçlerin duyumsanış, algılanış şeklidir. Görünüm her zaman
illüzyonlu değildir ve çoğu durumda olaylar (fenomenler) dizisi, gerçeklikte olduğu
şekilde algılanır.
Bir doğa olayı olan “serap” üzerinden anlatalım. Çöllerdeki seraplar, bir
görüntü/görünüm (illüzyon) olarak algılanır; belirli bir uzaklıktaki bir
vahadan gelen ışıkların, atmosferde kırılması ve yansıması
fenomenine/görüngüsüne karşılık gelir. Bu olay dizisinin oluşturucu özü, ışığın
kırılması ve yansıması prensipleri olarak soyutlanır.
Başka örnekler üzerinden devam edelim. Metaların değeri özken, fiyatları
fenomenal bir biçimdir. Değerin özüyse, emektir. Bir toplumsal formasyonda,
aktüel iktisadi olaylar sürekli değişirken, üretim ilişkileri-üretici güçlerin
oluşturduğu temel, özseldir. Doğaya bakalım… Güneş, bir süpernova olarak
patlayacak kadar kütleye sahip değildir. Bu onun özsel bir özelliğidir, fakat
yaşam çevrimi içerisinde bu özsel özellik bile değişim göstermektedir. Örneğin
manyetik alanın belirli bölgelerde yoğunlaşmasıyla oluşan güneş lekeleriyse,
sayısı zamanla değişen fenomenlerdir.
Hegel’in verdiği örnekleri -elbette onun nesnel bir idealist olduğunu
unutmadan- okuyalım:
“Doğal görüngülere yaklaşımımızda da aynı şeyi buluruz. Örneğin
yıldırım ve şimşeği gözleriz. Sık sık algıladığımız bu görüngü tanıdık bir
şeydir. Ama insan salt tanışıklıkta, yalnızca duyusal görüngüde doyum bulamaz,
tersine onun arkasına geçmeyi, ne olduğunu bilmeyi, onu kavramayı ister. Buna
göre onun üzerine düşünür, nedeni genelde görüngüden ayrı bir şey olarak ve
içsel olanı salt dışsal olandan ayrımı içinde bilmeyi ister. (…) Yasalar,
örneğin gök cisimlerinin devim yasaları için de aynı şey geçerlidir. Yıldızları
bugün burada, ertesi gün şurada görürüz; bu düzensizlik insanın ansal
(zihinsel-MB) yapısı için uygunsuz, güvenilmez bir durumdur, çünkü onun bir
düzene, yalın, değişmez ve evrensel bir belirlenime inancı vardır. Bu inançla,
insan üzerine-düşünme yetisini görüngülere çevirerek onların yasalarını
öğrenmiş, gök cisimlerinin devimlerini evrensel bir kipte saptamıştır, öyle ki
bu yasalara dayanarak tüm yer değişimlerini belirler ve önceden bilebilir.-Sonsuz
karmaşası içindeki insan eylemini yöneten güçler açısından da durum böyledir.
(…) Duyuların ulaşamadıkları bu evrensel öğe özsel ve gerçek olarak geçerli
olandır.”[91]
Doğa bilimleri alanında olayların ve süreçlerin, başka bir deyişle
fenomenlerin/görüngülerin özlerine giderek artan derecede nüfuz edilmesi ve bu
özlerin bilimsel yasalar olarak soyutlanması, bir toplumsal faaliyet olan
bilimsel çalışmalardaki pratik ve düşünsel süreçlerle gerçekleşir. Bu noktada, bir
konuyu tekrarlamak yararlı olacaktır. Doğa bilimlerinde pratik ve düşünsel
süreçlerde izlenen yöntemin kapsamında
şunlar vardır: Gözlem, deney, karşılaştırma, hipotez oluşturma, analoji
(benzeşim), modelleme, tümevarım (indüksiyon) ve tümdengelim (dedüksiyon),
retrodüksiyon[92],
analiz ve sentez, ön görüler oluşturma ve bunları test etme.
İnsan bilimleri alanındaysa, bu yöntemler ilgili bilim dalları tarafından
uygunlukları ölçüsünde kullanılır. Bu bilim dalları için düşünsel süreçlerle,
görüngülerden özlere, ampirik somutlardan, düşünülmüş somutlara ulaşılır.[93]
9. İçerik ve Biçim
İçerik, varlıkların özelliklerinin, süreçlerinin, ilişkilerinin, içsel ve
dışsal etkileşimlerinin, çelişkilerinin ve gelişme eğilimlerinin birliğidir.[94] Biçim, içerik tarafından
belirlenir ve içeriğin dışavurum tarzıdır.[95] İçerikteki gelişim, eski
biçimle uyumsuzluk doğurur ve oluşan yeni içerik, yeni bir biçimle dışa
vurulur. Örneğin, monarşik, oligarşik, demokratik, despotik, faşist, otoriter,
sosyalist biçimlere sahip devletlere biçim kazandıran, barındırdıkları sınıflar
arası ilişkiler ve etkileşimler, sahip oldukları siyasal kurumlar arası
ilişkiler ve bunların organizasyon yapısı, iktisadi süreçlerle olan ilişkileri,
taşıdıkları gelişme eğilimleri vb.’dir. Başka bir örnek verelim. Farklı
ülkelerde kapitalist üretim tarzı sahip olduğu somut üretim süreçlerinin
özellikleriyle, barındırdığı süreçlerle, öğeleri arasındaki ilişki ve
etkileşimlerle bir içeriksel bütünlük gösterir. Bu içerik farklı ülkelerde
kapitalist üretimin somut biçimlenmeleri olarak kendini gösterir. Üstelik
kapitalist üretimin tarihsel gelişimi içerisinde, bazı ülkelerde, örneğin
serbest rekabet, meta ihracı gibi süreçler ve özelliklerin yerini bunlar
korunsa da, daha ön plana çıkan tekelleşme ve sermaye ihracı gibi yeni
özellikler ve süreçler alır. İçerikle birlikte, biçimde de değişim gözlenir.
Yine örneğin, içerik olarak değerlendirilmesi gereken emek nesneleri, bilgi
dâhil emek araçları ve üreticiler arasındaki ilişkiler ve etkileşimler, belirli
bir üretim ilişkileri biçimini oluşturur. Farklı tarihsel çağlardaki farklı
üretim tarzlarında, üretim ilişkilerine
o üretim tarzına özgü biçimini veren bu içeriklerin özellikleri ve
etkileşimleridir.
Doğadaki bir örneğe yakından bakalım… Çevreleriyle olan etkileşimlerindeki
ve genetik yapılarının içeriğindeki değişiklikler sonucunda Darwin
ispinozlarının 15 türü evrimleşmiştir. Aralarındaki temel farklılık,
gagalarının büyüklük ve şeklidir. Bu farklı gaga biçimleri, farklı besin
kaynaklarıyla ilişkilerinde, uyumlu gaga yapısına sahip bireylerin doğal
seçilim mekanizmasıyla hayatta kalmaları ve “gen akışı”yla soylarını
sürdürmelerinin sonucudur. Güney
Amerika anakarasından Galapagos adalarına göç eden atasal bir
ispinoz türünden, ayrı adaların ayrı şartlarına adapte olması sonucu
evrimleşmişlerdir (bkz; resim 7).
Resim 7: Farklı besin kaynaklarıyla ilişkili olarak farklı gaga
biçimlerine sahip Darwin ispinozları
10. Tekil-Tikel-Tümel, Bireysel-Genel-Özel-Evrensel
Her nesne, olay, süreç, ilişki vb. tekildir ve diğer benzerlerinden
ayrılır. Örneğin, bu makale, bu makaleyi okuma süreciniz, İstanbul, yerdeki
belirli bir taş vb. Bir grup nesne, olay, süreç, ilişki vb.’ne özgü olan; bir
türün birkaç bireyine ilişkin olan, bunlarda ortak olan özellikler tikeldir.
Örneğin, Darwin ispinozlarının türleri tikel bir grup oluşturur. Tümel ise,
soyutlanmış bir kavram olarak, bir sınıfın tümüne işaret eder. Örneğin, kuş, bitki,
ülke, gezegen, toplum gibi…
Bireysel kavramı, bir varlığı, diğerlerinden ayrıksı kılan, ona özgü olup,
başkalarında olmayan yapılanışını, özelliklerini, ilişkilerini anlatır ve ona
içkin ayrıcalıkları ifade eder. Örneğin, biyometrik güvenlik sistemlerinde iris
(göz bebeğinin etrafındaki renkli halka) veya retina (gözün içerisinde arka
kesimdeki ağ tabakası) tarama/tanıma kullanılır. Her bir kişide iris ve retina,
neredeyse %100 oranında özgündür.
Genel kavramı, nesnelerin, olayların, süreçlerin, sistemlerin belirli
özellikleri, ilişkileri, etkileşimleri ve gelişiminde benzer ya da ortak olan,
tekrarlanan, içeriklerinde paylaşılan yanları anlatır. Burada dikkat edilmesi
gereken husus, bireysel olan ile genel olanın sadece kavramsal düzeydeki
soyutlamalar olmaması, gerçeklikte de var olmalarıdır. Bireysel olan,
varlıkların ve süreçlerin içeriklerinde ortak yanlar bulunmadan, bir tekil
olarak, ayrıksı haliyle var olmaz. Üstelik bireysel olanlar başka tekilliklere
dönüştüğünden, aralarında ortak özellikler olması doğaldır. Genel olan da,
bireysel olanların var olma dolayımı olmadan, nesnel gerçeklikte bulunmaz.
Nesnelerde, süreçlerde, olaylarda genel ile bireysel olan yanlar, her tekil
durumda bir aradadır.
Özel olan, bireysel olandaki farklılıktır, diferentia spesifica’dır (ayırt
edici özelliktir). Örneğin, Darwin ispinozlarının her bir türünde genel olan
özellikler, çevreyle etkileşim tarzları vardır, fakat bir türün tekil bireyi
ayrıntılarda eşsiz özellikler gösterir. Bir bireyde belirli bir gende gözlenen
mutasyon sonucunda gaga şekli değiştiğinde ve farklı bir çevreye uyum
gösterdiğinde, çoğalarak yeni bir tür oluşturduğunda, bu özel farklılık,
giderek oluşan yeni türün genel bir özelliği olmaya başlar. Hekimlikten bir
örnek verelim… Hekimlikte belirli bir hastalığın tedavi şekli genel olarak
verilidir, fakat her bir hastanın tedavisi özel farklılıkları dikkate alarak,
birey bazında yapılmalıdır.
Genel özellikler, özle ilişkili olabileceği gibi, ilişkisiz de olabilir.
Örneğin insanlar, yumuşak kulak memesine sahip tek canlı türüdür. Fakat
insanların bu genel özelliği, özsel değildir.[96]
Nesnel idealizmin tekil bir formu olan, aynı zamanda diğer nesnel idealist
felsefeler, örneğin Platon felsefesi açısından bakıldığında bu felsefelerle
genel özellikler barındıran Hegel felsefesinde, genel/tümel kavramlar, bireysel/tikel
varlıklardan soyutlanmış şekliyle düşünülüp, bireysel/tikel olanların düşünsel
oluşumunda kullanılır. Marx, bu düşünme sürecini anlatan “kurgusal hile”yi
örneğin Alman İdeolojisi’nde
eleştirir. Kutsal Aile’de ise “meyve”
örneğiyle açıklar.[97] Okura Hegel’in spekülatif
düşünme sürecini parlak biçimde serimleyen bu sayfaları okumasını önermekteyiz.
Belirli koşullar var olduğunda, her durumda ve bağlamda geçerli olan
özellikler, süreçler, ilişkilere evrensel denir (genelgeçer). Örneğin, ışık
hızı (c), evrendeki bütün madde/enerjinin ulaşabileceği maksimum hız olarak
evrenseldir. Nedensellik ilişkisi, evrenseldir. Kütle çekimi yasası
evrenseldir.
11. Katmanlılık ve Beliriş (Emergence)
“(…) madde hareketinin
niteliksel olarak farklı birkaç seviyesi vardır. Bu niteliksel farklılık ne
demektir? Bu, bir düzeyin niteliksel özgüllüğü bir diğerinin niteliksel
özgüllüğü üzerinden açıklanamaz demektir. Örneğin, biyolojik örgütlenme,
fiziksel dünya resmi çerçevesi içinde açıklanamayan kendine has anlama sahiptir.
Yaşam aleminde uyum, metabolizma, büyüme ve çoğalma, yaşam mücadelesi,
değişebilirlik ve kalıtım türü görüngülerle ilgileniriz. Bunlardan hiçbiri
inorganik doğada yoktur (…) Madde örgütlenmesinin her düzeyi, kendine özgü özel
yasalara tabidir.”[98]
Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri olarak gördüğümüz
temel gerçeklik katmanları şunlardır. Atomik ölçek ve atom altı parçacıklar
(mikrokozmos) katmanı, atomların ve moleküllerin etkileşimlerini içeren kimya
katmanı, cisimlerin ve enerjinin hareket yasalarını içeren makrokozmos
katmanı/fiziksel katman, organizmaların işleyişini ve çevreleriyle
etkileşimleri sunucu evrimleşmelerini kapsayan biyolojik katman, zihin/bilinç
katmanı, toplumdaki değişimleri ve gelişimi içeren toplumsal katman olarak sıralanabilir.
Bu katmanlar hiyerarşik bir yapılanma oluşturmadan birbirleri içerisinde
bulunurlar ve birbirlerinin üzerinde yükselirler. Bir katman, onu kapsayan
diğer katmanın zeminini oluşturur. İçerisinde daha alt düzeyde katmanları
barındıran daha gelişkin bir katmanda işleyen süreçlerin, olayların özünü
belirleyen, bu gelişkin organizasyon düzeyinin yapısı, yani düzenlenişi,
işleyişi ve öğelerinin karşılıklı etkileşimidir.[99] Örneğin toplumsal
katmanın düzeni ve işleyişi (yapısı), biyolojik katmandaki yasalarla
açıklanamaz; her ne kadar biyolojik katman toplumsal katmanın varoluşu için
zorunlu bir zemin oluştursa da. Temel katmanların daha önceki katmanlarda
bulunmayan yeni nitelikleri ve özelliklerine, “belirmiş” (zuhur etmiş) diyoruz.
“Bir cisim veya karmaşık bir sistem, parçalarının özellikleriyle
açıklanamadığı ve tanımlanamadığı ya da bu özelliklere ve onların ilişkilerine
indirgenemediği zaman, onun belirmiş olduğu söylenir.”[100] Yeni
niteliklerin/özelliklerin, belirmesine yol açan, bütünün/sistemin organizasyonu
yani örgütlenmesidir.[101] Örneğin, su, su buharı
ve buzun atomik ölçekte hiçbir niteliksel farkı yoktur (temel nitelik, iki
hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmasıdır), fakat sıcaklık ve basınç
parametrelerinin denetiminde gözlenen faz geçişleriyle kazanılan yeni
nitelikler/özellikler (temel olmayan nitelikler, katı-sıvı-gaz halidir), su
moleküllerinin oluşturduğu yapının örgütlenişinde/organizasyonundaki dönüşümle
belirir. Yüksek basınç altında grafitten elmasa faz geçişinde de, karbon atomlarının
yapısal düzenlenişi dönüşür.
Örneğin, zihin/bilinç, tümüyle sinir sistemindeki fizikokimyasal
işlemler/süreçlerden oluşur, fakat sinir sisteminin organizasyonu (yapısı,
yapılanışı, düzenlenişi ve işleyişi), içsel ve dış çevreyle olan etkileşimlerle
birlikte, onun belirmiş özelliklerini açıklar. Toplumsal bilinç biçimleri de,
toplumsal pratiklerin içerisindeki insanların ilişkileri tarafından belirlenen,
toplum ölçeğinde belirmiş olan, fakat bireylerin beynindeki fizyolojik süreçler
ve psikolojik mekanizmalar zeminine yaslanan özellikler gösterir. Yine örneğin,
hücrelerin iç organizasyonu, sahip olduğu öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle
oluşan yapısı, çevreleriyle olan etkileşimleriyle birlikte, onlara metabolizma,
bölünme, mutasyon, iç determinizm ve regülasyon gibi karakteristik özellikleri
kazandırır.[102]
Canlılık, cansız varlıklara göre bir beliriştir; temelinde cansız varlıklardaki
süreçler bulunur, fakat yeni organizasyon düzeyiyle, ortaya çıkan yeni
süreçler, etkileşimler ve dolayısıyla nitelikler/özellikler vardır. Başka bir
örnek; “emek”, hayvanlarda da gözlenen biyolojik bir temele sahiptir, fakat
insanlarda belirmiş bir özelliktir, çünkü toplumsal ilişkilerin örgütlenişini
yansıtır.
Sıcaklık, katı-sıvı-gaz halleri, temel parçacıkların veya atomların
özelliği değilken, belli miktardaki parçanın/öğenin bir araya gelip bir
organizasyon oluşturması durumunda belirirler. Protonların ya da elektronların
rengi yoktur, bunlar atomlar halinde organize olduklarında, ışığın belli dalga
boylarını emip, diğerlerini yansıtarak renklere sahip olurlar. Sürtünme de
temel parçacıklar arasında yoktur, fakat maddenin daha karmaşık yapılarını
oluşturduklarında bu özellik belirir.[103]
12. Nitelik, Nicelik, Ölçü, Niceliğin
Niteliğe Dönüşümü Örüntüsü (Faz Geçişleri, Eşik Etkisi)
Varlıklara, bağımsızlık, sınırlanmışlık, göreceli istikrar sağlayan[104] özellikler, durumlar,
işlevler ve ilişkiler, onların nitelikleridir.[105] Nicelik ise, sayı,
büyüklük, hacim, yoğunluk, küme, sınıf veya belirli bir özelliğin kendini
ortaya koyuş derecesidir.[106] Bir atom çekirdeğindeki
protonların niceliksel değişimleri, elementlerin niteliğinde değişime yol açar.
Oksijen (O2) ve ozon (O3) gazları arasındaki niceliksel
farklılık, onların niteliklerini farklılaştırır.
Değişim ve gelişimde, süreklilik ile kesintililik birlikte gözlenebilmekte,
niceliksel birikimler, niteliksel dönüşümlere yol açabilmektedir. Fakat her
niceliksel değişim, niteliksel dönüşüme yol açmaz. Niceliksel değişimlerin
niteliksel değişimlere neden olmadığı sınırlara “ölçü” denir.[107] Belirli bir ölçü sınırı,
eş deyişle “eşik değeri” aşıldığında, niteliksel dönüşüm oluşur. Bir
nitelikteki dönüşüme, sıçrama denebilir. Örnekler verelim. Yaşamın ortaya
çıkışı (belirmesi), canlıların yeni türlerinin oluşumu, bir toplumsal
formasyonda başka üretim ilişkilerinin koşulladığı toplumsal ilişkilere
devrimle geçiş, sıçrama örnekleridir.[108]
Hegel’in verdiği, sonra Engels’in Doğanın
Diyalektiği adlı eserinde alıntıladığı ünlü suyun faz geçişini anımsayalım:
“Böylece örneğin suyun
ısı derecesi ilkin sıvılığı açısından ilgisizdir; ama sıvı ve akıcı suyun
ısısındaki artma ya da azalma ile öyle bir noktaya gelinir ki, burada bu
kohezyon durumu kendini nitel olarak değiştirir ve su bir yandan buhara ve öte
yandan buza değişir.”[109]
Lineer olmayan olaylarda, “eşik etkisi” ile bağımsız değişkendeki değişim
belirli bir değeri aştığında, bağımlı değişkende sıçramalı etki (sonuç)
oluşmaktadır. Örneğin, fotoelektrik etkide, nöronlarda aksiyon
potansiyellerinin oluşumunda bu durum geçerlidir. Fotoelektrik etkiye yakından
bakalım…
Resim 8: Yüksek enerjili bir
elektromanyetik ışımanın madde tarafından soğurulması sonucu, o maddeden
elektron koparılması olayına fotoelektrik
etki, kopan elektronlara fotoelektron
denir. Einstein, ışığın tanecikli olduğu varsayımını yaparak fotoelektrik
olayını açıklamış, enerjinin korunumu kanununu kullanarak fotoelektrik olayı
açıklayan bir eşitlik elde etmiştir.
Fotoelektrik etki (olay)’da şu
bağıntılar söz konusudur: i) Belirli bir eşik frekansına gelene kadar ne kadar
şiddetli ışık tutulursa tutulsun metal yüzeyden hiç bir elektron kopmaz. ii) Eğer
frekans eşik değerinin üzerindeyse ışığın şiddeti ne kadar az olursa olsun
elektron kopar. iii) Fotoelektronun kinetik enerjisi ışığın frekansı ile
doğru orantılıdır ve ışığın şiddetinden bağımsızdır.[110]
Şimdi de nöronlardaki aksiyon
potansiyellerin oluşumuna bakalım:
Resim 9: Nöronların akson
tepelerinde oluşan ve akson boyunca ilerleyen aksiyon potansiyeli
Nöron hücrelerinde istirahat hücre zarı potansiyeli -70 mV’tur. Bu
potansiyel, hücre zarının en fazla K+ iyonuna olmak üzere, Na+, K+ ve Cl-
iyonlarına karşı geçirgenliğiyle oluşur. Bir nöronun yaklaşık -55 mV olan eşik
potansiyele ulaştıracak kadar stimilus (uyarı) gelmişse, depolarizasyon başlar.
Bu eşik değere ulaşılmamışsa, hiç bir şey olmaz. Eşik değere ulaşıldığında Na+
kanalları açılır ve Na+ iyonları hücre içerisine akar. Böylece hücre zarındaki
potansiyel farkı artar ve bu da kısa dönemli bir pozitif geri beslemeyle daha
fazla Na+ kanalının açılmasına neden olur. Hücre zarı potansiyeli yaklaşık 50
mV’a ulaştığında, Na+ kanalları hızlıca inaktif duruma geçer, K+ kanalları ise
açılmaya başlar. K+ iyonları hücre dışına çıkarak zarın potansiyelinin
düşmesine ve böylelikle repolarizasyon oluşmasına neden olur. K+ iyonlarının
hücre dışına akış hızı, bazal düzeyden daha hızlı olduğundan hiperpolarizasyon
oluşur ve hücre zarı potansiyeli -80/-90 mV düzeylerine kadar düşer. Sonunda K+
iyonlarının hücre dışına akış hızı bazal düzeyine döner ve bir sonraki uyarıyla
eşik potansiyeli geçilene kadar, zar potansiyeli -70 mV düzeyine gelir. Tüm bu
sürecin oluşabilmesi için hücre zarının içerisi ve dışarısında iyon gradiyenti
olmalıdır. Bu iyon konsantrasyon farklılığını sağlayan Na+/K+ ATPaz adı verilen
ve her 3 Na+ iyonunu hücre zarı dışına geçirmesine karşılık, 2 K+ iyonunu hücre
zarı içine geçiren pompadır (bkz; resim 9).[111]
Görüldüğü üzere, fotoelektrik olayda ışığın frekansındaki artışın bir eşik
değere ulaşmasıyla, nöronlarda aksiyon potansiyellerinin oluşumunda ise
stimilusların belirli bir eşik değeri yakalamasıyla yeni bir süreç
başlamaktadır.
Öte yandan tarihsel-toplumsal incelemelerde kullandığımız evrim ve devrim
kavramları, öz ile ilişkili olarak niteliksel değişimleri anlatır:
“Devrim, eski niteliksel
temelde radikal bir kırılmaya ve söz konusu nesnel şeyin özünde bir değişime
yol açan bir sıçramadır.
“Evrim, nesnel şeyin
verili özü içinde yeni bir niteliğe dönüşüme neden olan, var olan niteliksel
temelde radikal bir kırılma yaratmayan sıçramadır.”[112]
Bu noktada, devrimlerin, toplumsal ilişkilerin özündeki niteliksel ve
ilerici bir dönüşümü anlattığı, geriletici niteliksel dönüşümlerin karşı-devrim
olarak adlandırılması gerektiği unutulmamalıdır.
13. Karşıtlık (Antagonizma), Karşıtların
Birliği ve Mücadelesi, Çelişki
Farklılık, özdeş olmama, benzeşmezlik ilişkisidir ve çeşitliliği oluşturur.
Öze dair bir farklılığın ya da aynı özün farklı yanlarının en uç noktadaki
ifadesi bir karşıtlıktır.[113] Örneğin mıknatısların
zıt kutupları arasındaki kuvvet çizgileri, ne kadar bölünürlerse bölünsünler
yeniden oluşur. Kutuplar, aynı özün farklı ve birbirlerine bağımlı yanlarını
anlatır. Proletarya ile kapitalist sınıf, karşıtların birliği içindedir.
Bunların aralarındaki ilişki simetrik içsel bir ilişkidir. Biri olmadan diğeri
de olmaz; birbirlerine bağımlıdırlar. Karşıt süreçler ya da bir sürecin zıt
yönleri, olağan zamanlarda dinamik bir
denge oluşturur.
Karşıtların birliği ve mücadelesi örüntüsünün, “zorunluluk ve rastlantı”,
“neden ve sonuç”, “pozitif ve negatif”, “sevgi ve nefret”, “iyi ve kötü”,
“kuzey ve güney” gibi zıtlıkları konu edindiği[114] önermesi doğru değildir.
Zıt anlamlı kavram çiftleri (antonim[115], yani sinonimin tersi),
bu örüntünün kapsamında yer almaz. Yine örneğin, matematikteki artı ve eksi de
karşıt anlamlıdır, fakat karşıtların birliğiyle kastedilen bu değildir.
Karşıtların birliği, farklı ve
birbirine zıt süreçlerin, süreçlerin yönlerinin, eğilimlerin birliğini ve
karşılıklı bağımlığını anlatır. Bu birliktelik ve karşılıklı bağımlılık, çoğu
durumda bir uyum/ahenk ve eşgüdüm oluşturur. Örneğin hücrelerdeki katabolizma
ve anabolizma süreçleri karşıt eğilimlere sahip süreçlerdir ve birlikte var
oluşları metabolizmanın uyumlu bütünlüğünü oluşturur. Başka bir olaya bakalım:
Bir cisme uygulanan çekme/itme kuvveti ile sürtünme kuvveti, hareket süreci
içerisinde farklı ve karşıt yanları anlatır. Örneğin, bir atomda, çekirdekteki
protonların çekme kuvveti ile elektronların yörüngelerde olasılık dağılımıyla
bulunması arasında, uyumlu bir karşıtlık vardır. Öte yandan, kapitalist
üretimin egemen olduğu bir toplumsal formasyonda, kent ile kır arasında, kafa
emeği ile kol emeği arasında bazı uzlaşabilir faklılıklar ve karşıtlıklar
vardır. Karşıt yönler, süreçler, eğilimler birliktelik/bağımlılık içerisinde
olup birbirlerini tamamladığı kadar, birbirlerini dışlarlar da. Buna
karşıtların mücadelesi denir.
Hareketi oluşturan zıt yönlü kuvvetlerin arasında, proletarya ile kapitalist
sınıf arasında, anabolizma ile katabolizma arasında vd. bir dışlama ilişkisi,
yani mücadele de bulunur. Örneğin, mutasyon süreçleri (değişim eğilimi) ile
genlerin kalıtımsal aktarım süreçleri (koruyucu eğilim) arasında bir karşıtlık
ve mücadele her zaman vardır.
Hegel’e göre “genel olarak Dünya’yı devindiren şey çelişkidir”[116]. Çelişkiyi şu şekilde
kavrar:
“Çatışkıların gerçek ve
olumlu anlamları genel olarak edimsel her şeyin kendi içinde karşıt
belirlenimler kapsıyor olmasından oluşur ve böylece bir nesneyi bilmek ya da
daha doğrusu kavramak onu karşıt belirlenimlerin somut bir birliği olarak
bilmek demektir.”[117]
Hegel’e göre edimsellikteki karşıt belirlenimler, akılda kapsanarak aşılır.
Bir örnek vermek gerekirse; anlak’taki “fark” ve “özdeşlik” ayrımı ve
karşıtlığı, “devinim/hareket” tarafından kapsanarak kaldırılır.
Bize göreyse çelişki, karşıtların arasındaki mücadelenin “çatışma” halini
aldığı, karşıtların birbirini tamamlayıcılık özelliliğinin yitirildiği zaman
kesitlerine ortaya çıkan karşıtlar arası bir etkileşim türüdür. Dinamik
dengenin bozulduğu ve bir “kriz” sürecini anlatan bu zamansal kesitlerde,
karşıtların arasındaki çatışma zorunlulukla bir çözüme varır.[118]
Çelişkiler, önce karşıtlık şeklinde “doğar”, karşıtların birliği/birbirlerine
bağımlılığı ve mücadelesi şeklinde var olurlar. Sonra “çatışkı” evresinde,
karşıtlar birbirlerini yok etmeye yönelirler. Aslında karşıtlar bu evrede
çelişki formunu alırlar. Üçüncü evredeyse, “çözüm” oluşur, karşıtlık aşılır.[119]
Organizmayla
çevre arasındaki ilişki üzerinden bir örnek verelim. Biston betularia (Biberli
Güve)’nin açık renkli formunun yaşama ve üreme süreçleri ile avcılar tarafından
fark edilip avlanma süreçleri arasındaki karşıtlık, sanayileşme sonucu oluşan
kirlilikle birlikte bir çatışma/bir çelişki formuna bürünür. Bu çelişkinin
çözümü 19. Yüzyılın ilk çeyreği civarında, Cortex adlı gendeki bir mutasyonla
siyah formunun ortaya çıkması/evrimleşmesi ile birlikte çözülmüştür (Bkz; resim
10 ve metin kutusu[120]).
Resim 10: Biston betularia’nın
renk varyantları: A) tipik, B) insularia, C) carbonaria
Toplum ile doğa arasındaki ilişkiden örnek verelim: İnsanların doğal
süreçlere egemen olması, onları kontrol etmesi eğilimi ile doğanın güçlerine
olan bağımlılık arasında bir karşıtlık bulunur. Bu karşıtlık/mücadele, tarih
boyunca ilk eğilim giderek kuvvetlense de, nihayete ermeyecek bir karşıtlık gibi
durmaktadır. Doğanın, toplum yaşamına izin vermeyecek ölçüde tahribi
gerçekleşirse, ortaya bir çelişki çıkmış olacaktır.
Yeni üretici güçler ile sahip oldukları üretim ilişkileri, eski üretici
güçlerle ve aralarındaki ilişkilerle çelişki içerisindedir. Bu çelişki, mevcut
bir üretim tarzının çökmeye başladığı tarihsel kesitte oluşur. Günümüzde somut bir
kapitalist toplumsal formasyonda ya da genel olarak kapitalist üretim tarzında,
ücretli emek ile sermaye ilişkisi, başka bir ifadeyle kapitalist üretim
ilişkileri uzlaşmaz bir karşıtlık ilişkisidir. Sistemin krizlerinde, bu
uzlaşmaz karşıtlık ilişkisi, çelişkili olmaya başlar.[121] Ya bir devrimle ortadan
kalkar ya da kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden tesisiyle denge durumuna
geri döner.
Bu kısımda yazılanlardan çelişkinin, klasik mantıktaki dört temel kategorik
önerme arasındaki ilişkilenmeyi anlatan “karşıtlık” (contrariety) ve “çelişki”
(contradiction) terimlerinden farklı olduğu kavranmış olmalıdır. Materyalist
diyalektik teoride (MDT), epistemolojik düzeyde değerlendirdiğimiz bu
kavramların, ontolojik karşılıkları bulunmaktadır. Başka bir deyişle, önermeler
arasında değil de, gerçeklikteki karşıtlıklardan ve çelişkilerden
bahsetmekteyiz. Öte yandan, önermeler öne sürerken, resim 11’deki
ilişkilenmeleri dikkate almama durumumuz söz konusu olamaz.[122] Özetle mantıksal karşıtlık ve çelişki ile gerçek karşıtlık ve çelişki
birbirine karıştırılmamalıdır.
Resim 11: Klasik mantıkta önermeler arasındaki ilişkilenme türleri
Çelişkinin birkaç anlamı bulunuyor.
Birincisi; çelişki, tutarsızlık anlamına geliyor ve metafor (eğretileme) olarak
kullanılabiliyor. Örneğin “Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin başkenti
Kinşasa’dır” ve “Kinşasa, bir Avrupa kentidir” cümleleri birbirleriyle
tutarsızdır. Bu cümleler arasında çelişki vardır denir. Popüler deyişle “bu ne
yaman çelişki anne”deki çelişki böyledir.
İkincisi; Çelişki kelimesi, çıkar çatışması/gerilim anlamında da
kullanılabiliyor. Örneğin, “Ali ile Mehmet arasındaki çelişki halen devam
ediyor” cümlesiyle, bu iki kişinin arasında bir gerilimin varlığından
bahsedilir.
Üçüncüsü; çelişkinin bir anlamını ise “mantıksal çelişki” oluşturuyor. “Tüm
kediler, kuyrukludur” ile “bazı kediler, kuyruksuzdur” (Manx kedileri,
gerçekten kuyruksuzdur) önermeleri arasında mantıksal çelişki bulunur. Aynı
şekilde “hiçbir kedi, kuyruksuz değildir” önermesi ile “bazı kediler
kuyruksuzdur” önermesi arasında da çelişki bulunmaktadır.
Hegel’de de “çelişki” kavramlaştırması, düşünsel düzlemde bulunur.
“Varlık-yokluk” arasındaki düşünsel çelişki, “oluş” kavramı ile kaldırılır.
Özdeşlik ile farklılık arasındaki kurgusal “çelişki”, değişim/devinim ile
kaldırılabilir. Burada olmak ile olmamak arasında düşünülen “çelişki”, hareket kavramlaştırmasıyla
giderilir vd… Oysa oluş, değişim, hareket, nesnel gerçekliğin nitelikleridir.
Materyalist perspektif, karşıt güçleri, öğeleri, süreçleri gerçekliğin
içerisinde bularak soyutlar.
Dördüncüsü; gerçeklikteki çelişkilerdir. Gerçeklikte karşıt eğilimler, süreçler, bu
süreçlerin yönleri bulunmaktadır. Yaygın olan diyalektik kavrayışta, bu
karşıtlar birbirleriyle mücadele halindeyse, birbirlerini dışlıyorsa, etkileşimleri
bu şekildeyse, aralarında bir çelişkinin var olduğundan bahsedilir. Örnekler
verelim… Proletarya ile kapitalist sınıf, başka bir ifadeyle emek ile sermaye
arasındaki karşıtlık ve mücadele, bir çelişki olarak kavranır. Bu ikili
birbirlerini doğurur ve birbirlerine karşıt çıkarlara, taleplere sahiptir. Bir
taraf ya da kutbun tatmin edilmesi, öteki tarafın ya da kutbun zararına gerçekleşir.
Bize göre, kapitalistler ile işçiler arasındaki karşıtlık, örneğin grev
durumunda, çelişki halini alır. Çünkü dengedeki süreçlerde bozulma oluşmuştur.
Elbette doğada da çelişkiler vardır. Bir örnek verelim. Akciğerlere sürekli
bir biçimde ulaşan bakteriler (mikroplar), burada sayıca çoğalıp zatürre
yapmaya çalışırken, vücudun savunma hücreleri bunlara karşı sürekli bir “savaş”
vermektedir. Bakterilerin çoğalma ve dokulara ilerleme süreciyle, savunma
hücrelerinin ve onların salgıladıkları çeşitli maddelerin, bakterileri yok etme
süreci arasındaki karşıtlık ve mücadeleye, yaygın diyalektik kavrayışa göre “çelişki”
denir. Oysa örneğimizde zatürre oluşmadıkça, bu karşıt süreçlerin mücadelesi,
bir dinamik dengededir. Zatürrenin oluşumu, ilk sürecin, çeşitli kolaylaştırıcı
faktörlerin de yardımıyla üstün gelmesinin bir sonucudur. Yani denge
bozulduğunda, ortaya zatürre tablosu çıkmaktadır. Bize göre, dinamik dengenin
bozulmasıyla birlikte bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Antibiyotiklerin
yardımıyla zatürre tedavi edildiğinde, iki karşıt süreç arasındaki dinamik
dengeye geri dönülmektedir.
Beşincisi; Kanımızca gerçeklikteki çelişkilerin, karşıtların birbirleriyle
mücadelesinde dinamik denge durumunun yitirildiği ve karşıtların birinin
diğerini yok etmeye yöneldiği süreçlerde bulunduğunu gözetmek gerekir. Tıpkı
proletaryanın devrimci durum kesitinde, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını
yok etmeye yönelmesinde olduğu gibi… Bir karşı-devrim yaşanırsa, proletarya ile
kapitalist sınıf arasındaki karşıtlık taşıyan ilişki, denge durumuna
dönecektir.
Özcesi, çelişkiler doğada ve toplumda vardır. Bize göre, karşıt süreçler ve
eğilimler, her zaman ve durumda çelişki oluşturmazlar. Her karşıtlık, bir
çelişki oluşturmaz. Fakat her çelişki bir karşıtlık içerir.
Görüldüğü gibi materyalizmde “çelişki” konusunda iki ayrı yaklaşımdan
bahsedilebilir. Birincisinde, karşıtların birliği ve mücadelesinin var olduğu
durumlara “çelişki” denir ve bazı zaman kesitlerinde çelişkilerin etkisiyle
denge durumundan uzaklaşılmaktadır. İkincisi ve bizim benimsediğimiz yaklaşım
ise şudur; doğada ve toplumda dinamik denge durumlarında karşıtların mücadelesi
vardır, denge bozulduğunda aralarında çelişki açığa çıkar ve bir çözüme
kavuşur.
Epilog
Bu
çalışmanın daha da zenginleştirilebileceği açıktır.
23.02.2022
[1]
Isaac Deutscher, Das Kapital’i Keşfetmek,
Tartışma Defterleri, sayı 5, Haziran 1987’den aktaran Metin Çulhaoğlu, Doğruda Durmanın Felsefesi 1. Cilt, 1.
Baskı, 2002, s. 32
[2] G. W. F.
Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi,
Üçüncü Baskı, 2004, s. 64
[3]
Kütleli nesnelere, dar anlamıyla “madde” denir. Fakat felsefi olarak madde ile
varlıkların tümünü kastederiz. Kütleli nesneler yanı sıra, enerji, kütlesiz
parçacıklar, kütle çekim kuvveti, zayıf ve güçlü çekirdek kuvveti ve
elektromanyetik kuvveti oluşturan bozonlar da madde/varlık kavramıyla ifade
edilmelidir.
[4] Doğruluk ve hakikat nedir?.. İki örnek vererek bu konuyu açıklamak
istiyoruz. Soyer’in şu değerlendirmelerinde
hakikat payı azdır: “Kapitalizmde sınıf yapısından kaynaklanan dolayım,
gerçekliğin farklı biçimlerde deneyimlenmesini gerektirdiği için her türlü
hakikat sınıfsal belirlenimin konusu haline gelir. Bu anlamda hakikat,
gerçekliğin öznenin merceğine yansımış halidir (…)” Can Soyer, Marksizm ve Siyaset-Yöntem, Kuram, Eylem,
Yordam Kitap, 1. Baskı, 2020, s. 53. Sınıfların günlük yaşamdaki ideolojik
perspektiflerinde doğruluk ve yanlışlık içeren düşünceler bir arada bulunur. Bu
perspektiflere en bloc farklı
hakikatler atfetmek doğru değildir. Farklı bireylerin farklı hakikatleri olur
ya da işçi sınıfı ile kapitalist sınıfın hakikatleri faklıdır önermeleri doğru
değildir. Bireylerin, sınıfların farklılıklar ve benzeşimler gösteren
inançları, değerleri, ilkeleri, düşünme şekilleri ve davranış kalıpları vardır.
Bunların birliğine ideolojiler diyoruz. Metafizik inançların doğruluğu ya da
yanlışlığını gösterecek gözlem, deney düzeneği hazırlama gibi bilimsel bir yol
yoktur. Bu inançların içeriği, gerçekleştirilip sınanamaz. Realist inançların,
örneğin bilimsel bilgilerin ise içeriği test edilebilir ve
pratikleştirilebilir. Başka bir deyişle doğrulukları kanıtlanabilir ya da
yanlışlıkları gösterilebilir. Bir başka örnek verelim: Haziran-Temmuz-Ağustos
ayları yaz aylarıdır önermesi doğru mudur? Hem evet, hem hayır... Kuzey yarım
kürede bu aylarda yaz yaşanırken, güney yarım kürede bu aylarda kış yaşanır.
Kuzey yarım küredekiler için Ağustos yaz ayıdır önermesi doğruyken, güney yarım
küredekiler için Ağustos kış ayıdır önermesi doğruluğa sahiptir. Peki bu
örnekte “hakikat” nedir?.. Dünyanın yaklaşık 23,5 derecelik eksen eğikliği
nedeniyle aynı anda dünyanın kuzey ve güney yarım kürelerinde birinde yaz
yaşanırken, diğerinde kışın yaşanmasıdır. İki yarım küredeki birer gözlemcinin
doğruları (Ağustos bir yaz ayıdır ile Ağustos bir kış ayıdır doğruları) kendi
konumlanma noktalarından doğruluk taşımaktadır. Dünyaya uzaydan bakan bir
gözlemci için ise hakikat sentezlenebilir; dünyanın eksen eğikliği aynı anda
farklı yerlerde iki farklı mevsimin oluşmasını sağlamaktadır. Bu bilgi, bu
fenomenin hakikatidir. Yani aslında hakikat arayışı, özü bulma çabasıdır ve
bilimsel faaliyetin karakteristik niteliği budur. Gerçeklik ise özneden
bağımsız nesnel olarak var olan, bizim bilgimizden bağımsız olarak var olandır
zaten. Bu konuda yararlı bir video önerisi: https://www.youtube.com/watch?v=4D1yZaxW3Hw
[5] “İlk
Tutum (…) üzerine düşünme yoluyla Gerçeklik bilinebilir ve nesneler
gerçekten oldukları gibi bilincin önüne getirilebilirler inancını kapsar (…) Başlangıç evrelerindeki tüm felsefe, tüm
bilimler, giderek bilincin gündelik etkinlik ve işleyişi bu inanç içinde
yaşarlar.” Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e.,
s. 93
[6]
Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol
Yayınları, Üçüncü Baskı, 1979, s. 115-6. Hegel’in düşünme yöntemini kendisinden
okuyalım: “Mantıksalın biçim açısından üç yanı vardır: (a) soyut ya da anlayan, (b) eytişimsel
ya da olumsuz-ussal, (c) kurgul ya da olumlu-ussal. Bu üç yan Mantığın üç bölümünü oluşturmazlar, ama mantıksal-olgusal
her şeyin, e.d. her Kavramın ya da genel olarak gerçek olan her şeyin kıpılarıdırlar (momentleridir-MB)” (Bkz;
G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 151).
Yazılanları pekiştirmek için McTaggart’tan bir alıntı yapalım: “Diyalektik
sürecin nedeni, çelişkilerdir (…) Varlık ile Yokluk’un hakikatini Oluşta,
yalnızca Oluşta bulduğumuzu itiraf etmek zorundayız, çünkü onları kendi
başlarına, senteze kavuşturulmamış olarak almaya çabalarsak, karşımızda
uzlaşmaz bir çelişki buluruz.” John Ellis McTaggart, Hegelci Diyalektik, Fol Kitap, 1. Baskı, 2021, s. 21
[7]
Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği,
Sol Yayınları, Yedinci Baskı, 2002, s. 75
[8]
Friedrich Engels, a.g.e., s. 27
[9]
Brosius “yadsımanın yadsıması” ilkesini güzel anlatır. Bkz; Bernhard Brosius,
Tarihin Yapıları-Tarihsel Materyalizme Giriş, Yordam Kitap, 2010, s. 45-50
[10]
Aleksandr Spirkin, Felsefenin Temelleri,
Yazılama Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s. 237
[11] G. W.
F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, İdea
Yayınevi, 2. Baskı, 2004, s. 22
[12]
Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol
Yayınları, 9. Baskı, 2003, s. 212. Engels, bu eserinde yadsınmanın yadsınması
“yasası”na jeolojiden, matematikten, tarihten ve felsefe tarihinden de örnekler
verir. Matematikten verilen örnek şöyle: “Herhangi bir cebirsel büyüklüğü,
örneğin a’yı alalım. Bunu yadsırsak, -a’yı elde ederiz. Bu yadsımayı, -a’yı –a
ile çarparak yadsıyalım, a2’yi, yani ilk olumlu büyüklüğü elde
ederiz; ama daha yüksek bir derecede, ikinci derecede.” (a.g.e., s. 213). Açıkça yazmak gerekiyor; Engels burada, keyfi bir
akıl yürütme tarzına sahiptir. Yine örneğin “eksi bir büyüklüğün bir şeyin
karesi olması bir çelişkidir, çünkü kendi kendisiyle çarpılmış her eksi
büyüklük artı bir kare verir.” (a.g.e., s. 194) ifadesi sağlıklı değildir. Engels,
‘karekök -1’in imajiner bir sayı olan “i” olduğunu bilmiyor olabilir. Burada bir
“çelişki” olduğunu yazmasıyla yanlış bir yorum yapmıştır. Yeri gelmişken belirtelim, Engels’i küçümseyen, suçlayan, karalamaya çalışan yazarlarla aramızda
“Çin Seddi” bulunmaktadır. Biz, teorinin “geliştirilebilir” olduğunu düşünmekte
ve buna çabalamaktayız.
[13] Aleksandr P. Şeptulin, Marksist-Leninist
Felsefe, Yazılama Yayınevi, 1. Basım, 2017, s. 190-1
[14]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
191
[15] Bu dört
özellik, Cemal Yıldırım’ın düşüncesinde
“bilimin ussallık ölçütleri” olarak bulunur. Bkz; Cemal Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi, İmge
Kitabevi, 2. Baskı, 2008, s. 199
[16]
Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı
ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin
“yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre,
bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir.
Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla ve içerdiği yeni/farklı
ilişkilerin kavranmasıyla, eski bilimsel teoriler yenileri tarafından
kapsanarak aşılabilir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut
paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin
yanlışlanabilirliği, aslında geliştirilebilirlik
olarak okunmalıdır.
[18] Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, 9. Baskı, 2004, s.70
[19] Bu
şemanın oluşturulmasında yararlanılan kaynaklar; i) Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, s. 58, ii) Cemal
Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi,
s. 47, iii) Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e.,
s. 112-23
[20]
Karl Marx, Grundrisse, Birikim
Yayınları, 1. Baskı, 1979, s. 168-9. Hegel “amprik somuttan soyut kavramlara,
onlardan da düşünülmüş somuta ilerleme” konusuna değinir. “Kavramın doğasına
göre çözümleme önce gelir, çünkü verili görgül-somut gereci her şeyden önce
evrensel soyutlamalar biçimine yükseltmesi gerekir ki, bunlar ilk kez o zaman
tanımlar olarak bireşimli yöntemin önüne koyulabilirler.” (Bkz; G. W. F. Hegel,
Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, Üçüncü
Baskı, 2004, s. 310)
[21]
Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony Smith, Yeni
Yüzyılda Diyalektik, Yordam Kitap, 2011
içinde, Bertell Ollman, Niçin
Diyalektik, Niçin Şimdi?, s. 25
[22] Bertell
Ollman, Diyalektiği Dansı: Marx’ın
Yönteminde Adımlar, Yordam Kitap, 2. Baskı, 2008, s. 71-131
[23] Bertell
Ollman, a.g.e., s. 45-131
[24]
Aristoteles, Kategoriler, İmge
Kitabevi, 2. Baskı, 2002, s. 87
[25]
Aristoteles, Fikir Mimarları-13
Aristoteles içinde, Oluş ve Bozuluş
Üzerine, Say Yayınları, 1. Baskı, 2007, s. 166
[26] Samih Rifat, Herakleitos Bir Kapalı Söz Ustasıyla
Buluşma Denemesi içinde, “Herakleitos-Parçalar”, parça 6, 12, 49a, 91,
36, 67, 88, 90, 126, YKY, Üçüncü Baskı, 2004, s. 29-83
[27] G. W.
F. Hegel, Mantık Bilimi, İdea
Yayınevi, Üçüncü Baskı, 2004, s. 169
[28] Bertell
Ollman, a.g.e., s. 87
[29] Türk
Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, 10.
Baskı, 2009, s. 1830
[31] Ian Marshall&Danah Zohar, Kim
Korkar Schrödinger’in Kedisinden: A’dan Z’ye Yeni Bilimin Kılavuzu, Paradigma
Yayıncılık, 4. Baskı, 2006, s. 164-5
[33]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 176
[36]
Hegel, “özellik” ile “niteliği” ayırt eder. Özellikler, nesnelerin/belirli
varlıkların değişebilir yanını, “nitelikler” ise ortadan kalktıklarında,
nesnelerin de var olamayacağı yanını anlatır. Bkz; G. W. F. Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, Üçüncü
Baskı, 2004, s. 216
[37]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
132
[38]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 143
[39]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 143
[40]
Aristoteles, Kategoriler, İmge
Kitabevi, 2. Baskı, 2002, s. 11
[41]
Homeostaz (dengeleşim), “ (…) fizyolojide, ekolojide, klimatolojide, iktisatta
ve herhangi bir kalıcılık gösteren tüm sistemlerde gözlenen kendi kendini
düzenlemedir. Dengeleşim, pozitif ve negatif geribildirim devrelerinin
etkinlikleri yoluyla meydana gelir.” Bkz; Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony
Smith, Yeni Yüzyılda Diyalektik,
Yordam Kitap, 2011 içinde, Richard
Levins, Diyalektik ve Sistem Kuramı,
s. 67
[43]
Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony Smith, a.g.e.
içinde, Richard Levins, Diyalektik ve
Sistem Kuramı, s. 67
[44]
Ian Marshall&Danah Zohar, a.g.e, s. 222-4
[45]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 146
[46]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 146-7
[47]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 147
[49] İnternet görseli, Erişim tarihi: 12.02.2022
[54]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 240-1
[57] V. İ.
Lenin, Karl Marx-Marksizmin Bir
Açıklaması ve Kısa Bir Biyografik Özeti, Eriş Yayınları, 2. Baskı, s. 20
[58]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 240
[59] Bernhard Brosius, a.g.e, s. 30-41
[60]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 156
[61]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 158-9
[62] Roy
Bhaskar, Gerçekçi Bilim Teorisi,
Akılçelen Kitaplar, 2018, s. 202-3
[63]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 160
[64]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
148-9
[65]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 160,
163. Bu noktada Einstein,
Louis de Broglie ve David Bohm gibi bilimadamlarının, nedenselliğin
mikrokozmosta da geçerli olduğunu, araştırma/incelemedeki yetersizliğin
olasılıksallığı getirdiğini düşündükleri bilinmektedir. Einstein'in ünlü sözü
"Tanrı zar atmaz" bunu anlatmaktadır. Dolayısıyla, bu konudaki tartışma
bir sonuca ulaşmış olmayıp, eğer "sorun" aşılacaksa, bunun belki de
yeni bilimsel incelemelere bağlı olacağı söylenebilir.
[66]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 161
[67]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
151
[68]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 173
[69]
Mervyn
Hartwig, Dictionary of Critical Realism,
“Causal law” maddesi, s. 51
[70]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 176
[71]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
153
[72]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 176
[73] Roy
Bhaskar, Naturalizmin Olanaklılığı-Çağdaş
İnsan Bilimlerinin Felsefi Bir Eleştirisi, Pratika Kitap, 2013, s. 105-147
[74]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 203
[75]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 203
[76]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 204
[77]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 205
[78]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
167-9
[79]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 206
[80] Metin
Çulhaoğlu, Doğruda Durmanın Felsefesi 1.
Cilt, 1. Baskı, 2002, s. 191-5
[82]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 210
[83] “Beliriş”in kullanımını, maddenin
organizasyon düzeyleriyle ilişkilendirmek bize daha uygun görünmektedir.
[87]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 169
[88] G. W.
F. Hegel, a.g.e., s. 80
[89] Gérard
Bensussan, Georges Labica, Marksizm
Sözlüğü, Yordam Kitap, 2012, s. 716’daki Öz maddesi’nde şöyle yazıyor: “Felsefenin bin yıllık kategorisi
olan öz, bir gerçekliğin gerekli ve değişmez özelliklerinin bütününü ifade
eder.”
[90] Manfred
Buhr-Alfred Kosing, Bilimsel Felsefe
Sözlüğü, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, 1999, s. 323
[91] G. W.
F. Hegel, a.g.e., s. 81
[92]
“Demek oluyor ki, retrodüksiyon gözlemlerimizi, gözlem dışı kalan nesne veya
süreçler tasavvur ederek açıklamayı sağlayan bir çıkarım biçimidir. Örneğin,
Toriçelli öğretmeni Galileo’yu da şaşırtan bir olguyu, bir emme tulumbanın suyu
ancak 10 m. kadar çekebildiği gözlemini, gözlemine konu olmayan ‘hava basıncı’
diye bir şeyi tasavvur ederek açıklamıştır.” Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, 9.
Baskı, 2004, s. 72
[93]
“Pekâlâ, amprik somutun görüngü dediğimiz gerçeklik parçalarına denk düştüğünü,
buna karşılık düşünülmüş somutun da öz adı verilen gerçeklik parçalarını ifade
ettiğini söylemek mümkün.” Can Soyer, a.g.e,
s. 48-9
[94]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 218
[95]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 219-20
[96]
“Belirtilmiştir ki, insanlar, hayvanlardan ayrı olarak, kulak memelerinin
olması olgusunda birbirleri ile ortaktırlar. Ama açıktır ki, şu ya da bu
insanın kulak memesinin olmaması onun varlığının başka yanlarını, karakterini,
yeteneklerini vb. etkilemezken (…)” (Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 268)
[97] Karl
Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile,
Sol Yayınları, 3. Baskı, 2003, s. 85-88
[98]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 102
[99]
“Alt biçim (maddedeki hareketin temel biçimleri kastediliyor –MB), daha üst
biçim içinde bulunmakla beraber, belirleyici değildir ve üst biçimde ikincil
bir yer işgal eder. Üst biçim belirleyici rol oynar ve maddenin söz konusu
hareketini temsil eden fenomenlerin özünü belirler.” Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 77
[100]
Ian Marshall&Danah Zohar, a.g.e., s.116
[101]
“(…)’her örgütlenme düzeyiyle birlikte yeni özellikler ve mantıklar ortaya
çıkar.’ (…) Verili bir örgütlenme düzeyinin özellikleri parçalarına bağımlı
halde kalır, ama salt onlardan çıkarsanamaz.” Hazırlayanlar: Bertell Ollman,
Tony Smith, a.g.e içinde, Lucien
Séve, Belirmenin Diyalektiği, s.
137-8
[102] M.
Yılmaz Öner, Canlıların Diyalektiği ve
Yeni Evrim Teorisi, Gençlik Basımevi, 1978, s. 20-1
[104]
Manfred Buhr-Alfred Kosing, a.g.e.,
1999, s. 298
[105]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 223
[106]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 224
[107]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
173
[108]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 226-7
[109] G. W.
F. Hegel, a.g.e., s. 193
[112]
Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s.
178
[113]
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 230
[114] Bertell Ollman, Yabancılaşma,
Yordam Kitap, Birinci Baskı, 2012, s. 106
[115]
Antonim, “zıt” kelimeleri anlatır. “Sıcak/soğuk” ikilisinde olduğu gibi
dereceli antonimler, “çekme/itme” gibi tamamlayıcı antonimler,
“öğretmen/öğrenci” ikilisinde olduğu gibi ilişkisel antonimler vardır.
“Aristoteles dört tip karşıtlığı (antikeimena) birbirinden ayırır: 1) göreceler
(pros ti), 2) zıt (enantion), 3) yoksunluk (sterêsis)
ve 4) çelişki (antiphasis).” Bkz; Kaan Kangal, Engels ve Diyalektik –bir tartışmanın tarihçesi-, Kor Kitap, 1.
Baskı, 2021, s. 121
[116] G. W.
F. Hegel, a.g.e., s. 209
[117]
G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 120.
“Eğer herhangi bir nesnede ya da Kavramda çelişki gösteriliyorsa (ve genel
olarak içinde çelişkinin, e.d. karşıt belirlenimlerin gösterilemeyeceği ve
gösterilmemesi gereken hiçbir şey
yoktur (…)” (Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e.,
s. 169-70)
[118]
“Çelişki türlerinin farklılığı bundan dolayıdır: Onlardan bazıları ahenge yol
açar, diğerleri ise düzensizliğe.”
Aleksandr Spirkin, a.g.e., s.
232. Bu önerme sağlıklı değildir. Bize göre, her karşıtlık, bir çelişki
oluşturmaz. Fakat her çelişki bir karşıtlık içerir.
[119]
“(…) çelişki kendisini fark ve farklılaşma şeklinde, yani bir terimden diğerine
geçiş ve zıtlık şeklinde (zımni çelişki); çatışkı şeklinde (şiddetlenmiş çelişki);
ve nihayet bağdaşmazlık (çözümleme ve aşma uğrağı) şeklinde dışavurur.” Henri
Lefebvre, Diyalektik materyalizm,
Sel Yayıncılık, 1. Baskı 2018, s. 26. “Ancak karşıtların bütünlüğü ve
mücadelesi, bir çelişkinin orta noktasında durur – bir anlamda, yaşam süresini
kapsar. Bunu, çelişkinin oluşumu –doğumu- önceler; daha sonra ise çöküş –yani
ölüm- vardır.” Bernhard Brosius, a.g.e.,
s. 100
[121]
Bu çelişkili etkileşimlerin detaylı bir anlatımı için bkz; Bernhard Brosius, a.g.e., s. 91-111, s.112-148