Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm tarihin çözülen bilmecesidir.

25 Mart 2022 Cuma

Sokak Köpekleri ve Kapitalizm - Mustafa Güney

Mustafa Güney

Sokaklarda yaşayan köpekler konusunda ne yapılabilir?.. Sokaklarda yaşayan köpeklerin kendi haline bırakılması doğru mu?.. Bu durumda onların saldırdığı insanlar ne yapacak?.. Peki, sokaklar köpeklerin kendileri için sağlıklı mı?.. Farklı bir yol izlenecekse bu yol ne olabilir?.. “Medeni ülkeler”in bu sorunu çözdüğü söyleniyor, onların uyguladığı çözümler uygulanabilir mi?..


Bu sorular, yakın zamanda Türkiye’de ve dünyada yaşanan birçok olayla birlikte, giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Bu soruların etrafında dönen tartışma giderek daha fazla insanın, özellikle “kanaat önderi” olarak bilinen kişilerin, en azından bir fikir belirtme ihtiyacı hissettiği bir tartışma haline geliyor. Bu tartışmanın odağında da biri, sokaklardaki köpeklerin oluşturduğunu düşündükleri güvenlik sorununun ne şekilde olursa olsun çözülmesini isteyen, diğeri ise köpeklerin iyi bir yaşam sürme hakkına sahip olduğunu savunan, bu hakkı onların elinden alacak bir çözümün hangi nedenle olursa olsun uygulanmasına karşı olan iki kesim var.

Bazı okurlar, bu meselenin kapitalizm ile ilgisinin ne olduğunu sormuş olabilir. Öyleyse, köpek adı verilen canlıların dünyadaki diğer canlıların arasına nasıl katıldığını hatırlayalım. Bugün köpek olarak bildiğimiz canlıların tamamı insanlar tarafından yaratılmıştır. Köpekler binlerce yıl önce, evcilleştirilen kurtların genetik olarak değişip, insanlarla yaşamaya uygun hale gelmesi ile oluştu. Dünya üzerinde bulunan bütün köpekler, onlar ile ilgili olan her şey, sokak köpekleri ile ilgili aklımıza gelecek her tür sorun da dâhil olmak üzere insanlık tarafından oluşturulmuştur. İnsanlığın neyi nasıl üreteceğini dünya üzerinde var olan ekonomik sistem belirler. Tek tek ürünlerin yanı sıra insanlığın yaşadığı sorunları yaratan da bu sistemdir. Sorunlara hangi çözümlerin bulunabileceğini, hangi çözümlerin tartışmaya bile açılamayacağını ekonomik sistem belirler. Son 400-500 yıldır dünya üzerindeki sistem kapitalizmdir ve bu süre boyunca insanlık ile iç içe geçmiş diğer her şey gibi, köpeklerin de yaşamını ve onlarla ilgili sorunları bu sistem şekillendirmiştir. 

Burada yazıya bir parantez açıp, konu ile benim ilgilenmeye nasıl başladığımı anlatayım. Sokak hayvanları konusu, son iki yıl içinde tesadüfler sonucunda kendimi içinde bulduğum bir konu. Bundan iki sene önce, bu konu, kulaktan dolma bilgi sahibi olduğum bir konuydu. Kedi/köpek gibi hayvanlardan uzak bir çocukluğum oldu. Bu hayvanların bana temas etmesinden bile korkardım, itiraf edeyim hala bir miktar korkuyorum. Ancak iki yıl önce bir arkadaşımın zorlamasıyla, yaşadığımız küçük yerleşim yerinde hayvan hakları ile ilgili bir organizasyonda aktif rol aldım. Sokağa atılmış veya sokakta doğmuş kedileri ve bir köpeği farklı zamanlarda evimde misafir ettim. Kediler ve köpeklerin sokaklardaki yaşamlarını daha iyi hale getirmek için ve bir yandan da sokakları bu hayvanlardan korkanlar için daha güvenli hale getirmek için büyük çaba harcayan bir organizasyonun içinde yer aldım. Saldırgan köpekleri barınaklarda bir süre misafir eden, her sabah soğuk, yağmur dinlemeden gezdiren, eğiten, sonra da onlara ev bulan, daha sonra da onların durumunu takip eden insanlarla tanıştım. Bu arada, sokaklarda doğan, anneleri ve sahipleri tarafından terk edilen onlarca köpeği ve kediyi yaşatmak için verilen büyük çabaya tanık oldum. Harcanan büyük emeğe ve kimi zaman da harcanan paraya rağmen bu çabanın nasıl sonuçsuz kalabildiğini gözledim. Bunları yaşarken, bir yandan da Türkiye’de sokak köpekleri konusunun adım adım gündeme taşınmasını izledim. Vakit bulduğumda hem sokak hayvanları hem de insanlar için en iyi seçeceğin ne olduğu üzerine kafa yordum. Bu yazı aslında bu düşünme süreçlerimin ürünü… Hakkında yeteri kadar kafa yorduğum tüm meselelerde, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin, hem o meseleyi anlamaya çalışırken hem de o mesele ile ilgili ne yapılacağını bulmaya çalışırken kendini hissettirdiğini düşünüyorum. Sokak köpekleri konusunda da durum böyle…

Sokak köpekleri hakkında sorulması gereken ilk soru, bence cevabı çok açık olan, ancak yine de bu konu ile ilgili her hangi bir fikir üretmeden önce insanların üzerinde düşünmesi gereken bir soru. Sokak köpekleri sokaklara nereden ve nasıl geldiler?.. Evet, bu sorunun cevabını bulmak zor değil. Onları insanlar sokaklara bıraktılar. Elbette bir kısmı sokaklara bırakıldıktan sonra çiftleştiler, sokaklarda yeni köpekler doğdu. Fakat yeni doğan köpeklerin, onları besleyen, hatta hastalandıklarında veterinere götüren insanların var olduğu zaman bile hayatta kalmalarının ne kadar zor olduğunu düşünürsek, önemli bir bölümünün sokak koşullarında birkaç ay içinde hayata veda ettiğini anlayabiliriz. Köpekleri elden geldiğince hızla kısırlaştırsak bile, sokağa yeni bırakılan köpekler nedeniyle yeniden köpek sayısının kontrol edilemeyecek düzeyde artması ihtimali ile karşılaşıyoruz. Bu sorunla sokaklardaki köpekleri olabildiğince hızla sahiplendirerek baş etmeye çalışıyoruz. Yine de, sokakta hiç köpek doğmasa bile, sadece köpek sahiplerinin sokağa bıraktığı köpekler nedeniyle sokak köpeklerinin sayısı kontrolden çıkabiliyor.

İnsanlar neden bu kadar çok köpeği sokağa bırakıyor?.. Bu sorunun cevabı ikinci bir soruda gizli...  Neden bir gün bırakacakları bu köpekler, insanlar tarafından önceden evlerine alındı? Köpeklerin insanlık için rolü nedir?..

On binlerce yıl önce evcilleştirilen ilk köpeğin en önemli işlevleri muhtemelen, kendisini evcilleştiren insanların avlanmalarına ve kendilerini vahşi hayvanlardan ve diğer insanlardan koruma ihtiyacını karşılamalarına hizmet etmeleriydi. Diğer hayvanların evcilleştirilmesi ile köpekler çobanlık yapmak gibi bir işlev daha edindiler. Böylece insan topluluklarında, o toplulukların içindeki görev dağılımın parçası olan canlılara dönüştüler. Zamanla yukarıda saydığım işlevlerin yanı sıra bir işlev daha edindiler. Sürü halinde yaşayan ve etrafındaki diğer türdeşlerine bağımlı olan kurtlardan evrimleşen köpekler, birlikte yaşadıkları insanlara sadık varlıklardı, hatta köpekler, birlikte yaşadıkları insanları, başka hiçbir insanın sevemeyeceği kadar seven canlılar haline geldiler. Bu sevginin arkasında köpeğin başka bir canlıya bağlanma ihtiyacı ve özellikle bu ihtiyacı sadece tek bir insandan karşılayabildiği zaman, o insana duygusal olarak bağımlı hale gelmesinin etkisi vardı.

Toplumsal sistem insanların arasında hiyerarşiler yaratmaya başladığında, köpekler de bu hiyerarşik sistemin parçası haline geldiler. Bir köpek, ailenin, eğer birlikte yaşadığı bir aile yoksa yaşadığı mahalle veya köyün bir üyesiydi. İnsanlarla eşit değildi, çoğu zaman eğer itibar sahibi bir ailesi yoksa, toplumsal sistemin en altındaydı. İnsanlar özellikle köpeklerinin kendilerine itaat etmesini beklerdi. Bekledikleri gibi davranmadıklarında köpekleri acımasızca cezalandırabilirlerdi. Mahalledeki insanlar, özellikle çocuklar köpeklerle eğlenebilir hatta onlara eziyet edebilirdi. Ancak bir köy ya da mahalle nasıl evsiz insanlara sahip çıkıp, onlara hiç değilse bir çorba veriyorsa, köpeklere de sahip çıkar, onlara en azından bir parça ekmek verirdi. Köpeklerin zaman zaman sokaklarda insanlara saldırması o kadar da büyütülmez, mahallenin kendi içinde yaşadığı bir sorun olarak görülürdü. Sokaklardaki köpekler insanlarla daha fazla iç içe olur, bu da onların daha fazla eğitilmelerini sağlardı ve bu sayede büyük bölümü insanlarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini öğrenirdi.

Kapitalizm, dünyanın farklı mahallelerinde, köpeklerle insanlar arasında kurulmuş bu dengeyi yavaş yavaş değiştirdi. İnsanlar yavaş yavaş sokaklardan evlerine çekildiler. Mahalle kültürü yok oldu. Mahallelerde yaşayıp birbirine sahip çıkan bakkal ve manav amcalar/teyzeler, kendi mahallesinden bir çocuk alt mahalleden çocuklarla kavga ettiğinde, hiç düşünmeden kavgaya karışan çocuklar, artık büyük ölçüde yoktu. Köpekler, yaşam koşulları onları, kısmen ya da tamamen sokaklarda yaşamaya mecbur bırakan insanlar nedeniyle sokakları doldurdu.

Bu dönüşümün bir nedeni, insanları büyük ölçüde kendi bireysel hayatları için çalışıp çabalamaya, başka insanların, o insanlar kapı komşuları dahi olsa, sorunlarını düşünme işini o insanlara bırakmaya iten, kapitalizme ait kültürdü. Bu kültür, insanların önemli bir bölümünü evlerinin kapı eşiğinin ötesindeki problemleri sahiplenmemeye itti. İkincisi, evlerinden bir iki saat ötedeki iş yerlerinde çalışan, okullara giden, alış veriş merkezinde vakit geçiren birçok insanın, özellikle beyaz yakalı kesimin, mahallelerindeki, hatta yaşadıkları apartmandaki diğer insanlardan ve canlılardan kopmasıydı. Onları sadece kendi yaşamlarını etkilediği, örneğin gece uyumalarını önleyecek kadar gürültü yaptıklarında hatırlar oldular.

Bu koşullar altında, köpeklerin insanların gözündeki rolü de adım adım değişti. Köpekler ailenin bir üyesi olmaktan çıkarak, bir eşyaya veya bir oyuncağa dönüştü. Köpek almak, birçok insan için bir dizi platformu üyeliğinin, evindeki bir kitabın veya televizyonun alternatifi haline geldi. Köpeklerine çok iyi bakan, sağlıklarına dikkat eden ve mutlu olmaları için çabalayan birçok insan hala var, elbette. Ancak gözleyebildiğim kadarıyla hayvan hakları hakkında bilinç sahibi bir grup insan dışında, bu sevginin/özenin, ne kadarının köpek tarafından hak edildiği, ne kadarının aslında zorunlu olmadığı halde köpek sahipleri tarafından hayvanlarına gösterildiği konusunda, köpeklerin de sahiplerine karşı hakları olduğunu savunacak insan sayısı sınırlı. Köpeklerin haklarını ihlal eden köpek sahiplerinin suç işlediğini ve bu köpek sahiplerine karşı bir mücadele verilmesi gerektiğini düşünen insanların sayısı ise, hayvan hakları aktivistleri arasında bile sınırlı. Sahip olduğu köpeğin her hangi bir hakkı olmadığını düşünen bir insanın o köpeğe gösterdiği özen, bir süs biblosuna gösterdiği özenden farksızdır.

Böyle bir sistemde, insanların artık köpeklerine ihtiyaçları olmadığında ya da mevcut koşullarda köpeklerine bakmak istemediklerinde, köpeklere ne olacağı da bir sorun olarak beliriyor.

Köpek sahiplerinin bir kısmı artık ihtiyacı olmadığında veya ona bakamadığında, bir eşyayı atar gibi köpeği evinden atabiliyor. Hayvanlarını sokağa terk eden insanların bazıları, bundan başka yolları kalmayan kişiler. Örneğin, bir köpek sahibinin yaşadığı apartmanda, onun dışında yaşayan insanlar (komşu kelimesini özellikle kullanmadım), evinde beslediği hayvanın tahliye edilmesi için mahkeme yoluyla bir karar aldırdığında, bu kararın nedeni ne olursa olsun, artık o hayvan sahibinin hayvanı evinde beslemesi yasadışıdır. Hayvanı sokağa atması da yasa dışıdır. Hayvanla birlikte sokakta yaşamak istese, o da yasadışı hale geliyor. Yaşadığı yerde hayvanı bırakacağı bir barınak, köpeği almak isteyen bir tanıdığı veya köpekle birlikte taşınabileceği bir yer yoksa, bu köpek sahibinin yasal yollardan karşılaştığı sorunu çözmesi imkansız hale geliyor. Bu kişi hele bir de çocuğu varsa, belki içi kan ağlayarak köpeğini kuytu bir köşede terk etmek zorunda kalabiliyor.

Köpeklerin, zamanında bir parçası oldukları mahalle kültürü ise artık yok. Sokağa atıldıkları anda, insanların önemli bir bölümü için, yaşadıkları evin etrafında dolaşan tehlikeli bir yabancı ya da evin civarında istemedikleri bir tür atıktan farksız hale geliyorlar. İnsanlar evlerinin etrafında dolaşan güvenmedikleri yabancıların mümkün olduğunca hızla oradan uzaklaştırılmasını ister, ancak onları bir parça olsun kendileri ile özdeşleştirmeyi başarabildikleri için bunu en azından mümkünse onları ikna ederek veya onlara fazla zarar vermeden yapmanın yolunu ararlar. Atıklar ise her hangi bir ahlaki kaygı taşımadan toplanır ve yok edilir.

Sokaklarda yaşayan köpeklerle ilgili “medeni devletler”in uyguladığı çözümler, sokaklarda dolaşan yabancılara dair çözümleri ile sokaklara bırakılmış atıklara dair çözümleri arasındaki bir yerde. “Medeni devletler” kapitalist sistemin sınırları dâhilinde bir sosyal devlet barındırıyorlar. Her ne kadar bu ülkelerde sermayedarların insanlara satabileceği şeyleri ücretsiz sağladığını ileri sürerek, sosyal devletin sınırlanması hatta mümkünse ortadan kalkması gerektiğini savunanlar olsa da; bu ülkelerde bireyler, ortak sorunlarını organize olarak çözme iradesine sahip olmadıkları için, sosyal devlet, şehirlerde, mahallelerde, ülke genelinde var olan ortak sorunları, büyük şirketlerin çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde çözmek veya en azından hafifletmek için çabalar. Bu çözümler genellikle kendi hakkını savunacak kadar bilinç sahibi, sosyal devlet tarafından önemli görülecek kadar parası olan, çok zengin olmasa da yoksul da olmayanların sorunlarına yöneliktir. Örneğin çocuklar ve evsizler, büyük ölçüde bir önceki cümlede tanımlanmış insanlar onları önemsediği, bir yere kadar da diğer insanlara sorun yarattıkları ölçüde, sosyal devlet tarafından önemsenir.

Sokaklarda yaşayan hayvanların durumu da, sosyal devlet tarafından önemsenen insanların talep ettiği şekilde ele alınır. İnsanların çoğunlukla kendi sorunları üzerinde düşünmeye teşvik edildiği bir sistemde de, sokaklarda yaşayan köpekler öncelikle insanları rahatsız eden ve sokaklardan bir an önce, ne şekilde olursa olsun kaldırılması gereken varlıklardır. Sonrasında insanların bu hayvanlara ne kadar kaynak ayırmak istediğine bağlı olarak, bu köpeklerin barınaklarda yaşamasına izin verilebilir ya da bir kısmı veya hepsi belki bir süre beklendikten sonra öldürülebilir. Öldürme kelimesi insanları rahatsız ettiğinde, bunun yerine “uyutma” adı verilen bir teknik terimi kullanmak mümkündür.

Nasıl “medeni olmayan ülkeler” sokaklardaki çöpleri kaldırma konusunda beceriksizse, ama “medeni ülkeler”de sokaklar tertemizse, sokaklarda yaşayan ve insanları rahatsız eden köpeklerle ilgili sorunu “medeni ülkeler” bu şekilde çözmüş olur, medeni olmayan ülkeler ise bu konuyu çözmeyi başaramaz ve bu ülkelerde köpekler sokaklarda yaşayıp insanları rahatsız etmeye devam eder.

Köpeklerin yaşamlarını daha iyi hale getirmek için çabalayan hayvan hakları örgütlerinin bu denklemin neresinde olduğunu sorabiliriz. Sokak köpeklerinin yaşadığımız ülke ve dünyadaki durumunu anlamak için, hem onların verdiği büyük çabayı hem de bu çabanın etkisinin neden sınırlı kaldığını anlamamız gerekiyor.

Gerek “medeni ülkeler” olarak adlandırılan çoğunlukla görece daha zengin ülkelerde, gerek medeni olmadıkları düşünülen görece daha yoksul ülkelerde, sokaklardaki köpeklerin sorunlarının çözülmesi ve daha iyi yaşamaları için çabalayan, bazıları gece gündüz bu mesele için çalışacak kadar hayatını adamış birçok insan var. Bu insanlar, farklı konular için, örneğin kimsesiz çocuklar, mülteciler, ormanların korunması gibi konular için uğraşan insanlara benziyorlar. Kadın hakları için veya toplumda ayrımcılığa uğrayan kesimlere destek olmak için çaba harcayan gruplarda yer alan kişiler de bunlara benziyor. Geçmişte bu grupların bir kısmının içinde bizzat çalıştım. Bir kısmının içinde çalışan insanlarla konuşma fırsatım da oldu.

Bu gruplarla ilgili yazılması gereken ilk husus, onların yaptığı tüm işlerin kapitalist toplumun işleyişinin bir parçası olduğudur. Kapitalist sistemde kaynaklar, örgütlü toplumsal mücadelenin olmadığı durumda, büyük şirketler, kapitalistler ve ekonomik sistemi ayakta tutmak için en azından bu insanların çıkarlarına aykırı şekilde hareket etmek istemeyecek devletin elindedir. Kaynaklara sahip olan bu kişi ve kurumlar, kaynakları büyük ölçüde kendi çıkarlarına uygun şekilde ve ekonomik sistemin genel çıkarlarına aykırı olmayacak şekilde dağıtırlar. Sivil toplum kuruluşları, bir miktar kaynağın kendilerine aktarılmasına çoğu zaman muhtaçtır. Dolayısıyla, STK’lar çoğu zaman sermayenin ve devletin çizdiği çerçeve içinde hareket etmek zorundadır. Bu çerçeve STK’ların yapabileceklerini sınırlar. Bir süre sonra yeterince sivil toplum kuruluşu bu şekilde yönlendirildiğinde, sivil toplumculuğun nasıl yapılması gerektiğine dair bir anlayış şekillenmiş olur ve yeni kurulan sivil toplum kuruluşları artık yönlendirmeye gerek kalmadan bu çerçeve içinde kalır.

Kapitalizmin sivil toplumculuğa çizdiği bu çerçevenin temelinde, sistemin bireyci bakış açısı vardır. Sivil toplum, insanların bireysel ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Burada ihtiyacı karşılanan insanlar, yardıma ihtiyacı olan mülteciler, sokaklarda yaşayan evsiz insanlar veya kimsesiz çocuklar değil, mültecilerin, evsiz insanların, çocukların durumuna üzülen insanlardır. Ya da hayvanların, örneğin köpeklerin durumuna üzülen insanlar. Bu insanlar üzüldükleri insanlar veya diğer canlılar için bir şeyler yapma ihtiyacı hissederler. Sivil toplum onların bu ihtiyaçlarını gidermeye katkı sağlar. Kapitalizmin çizdiği sınırlar çerçevesinde, insanların, sivil toplum kuruluşlarının ya da toplumun, yardıma ihtiyacı olan insan veya hayvanlara karşı bir sorumluluğu yoktur. Bir sivil toplum kuruluşu, eşi tarafından evden kovulan, çocuğu ile kalacak yer arayan, geçmişte ailesi tarafından eğitim almasına izin verilmeyen, eşi tarafından çalışmasına izin verilmediği için işe giremeyen, parasız, evsiz ve kimsesiz 100 kadına kalacak yer bulabilir, ama o 100 kadının ardından kendilerine gelen bir sonraki 100 kadını reddedebilir. Reddedilen ikinci 100 kişinin bu STK’ya karşı tepki duymaya hakkı yoktur. Çünkü o kuruluş ne onlara ne de ilk kabul ettikleri 100 kadına karşı bir sorumluluk taşımamaktadır. Söz konusu kuruluş hiçbir sorumluluk taşımadan, kendilerini destekleyen insanlardan aldıkları para ve desteğin izin verdiği, bir bakıma bu kurumu destekleyenlerin yeterli bulduğu sayıda kadına, yine bu insanların yeterli bulduğu düzeyde destek olmuştur.

Örneğin İstanbul’da yoksul çocuklara destek olma amacı ile kurulmuş bir vakıf, çoğu zaman yaptıkları çalışmaların şehirdeki genel yoksulluğu nasıl azalttığını veya söz konusu yoksulluğun artmasını nasıl önlediğini anlatmaz. Bunun yerine 1000 çocuğun sağlık kontrolünden geçtiğini, 500 çocuğa kitap dağıtıldığını anlatır. Bir kısmı, söz konusu sağlık kontrolünün o 1000 çocuğun sağlığını, kitabın 500 çocuğun eğitim yaşamını nasıl etkilediğinden bile bahsetmeye gerek duymaz. Bu kuruluşların içinde çalışan, hatta kimi zaman yöneticilik pozisyonuna gelmiş, evsiz insanların, yoksul çocukların veya eğer kuruluş hayvanlarla ilgileniyorsa sokak köpeklerinin tamamının yaşadığı sorunlara karşı kendilerini sorumlu hisseden ve bu sorunların çözülmesini, hiç değilse hafiflemesini isteyen birçok insan vardır. Onlar kapitalist sistemin kendilerine çizdiği çerçevenin içinde yaptıklarının ne kadar az işe yaradığını çaresizce seyrederler ve bu çaresizlikle kendilerini duyarlı oldukları konuya giderek daha çok adar, gece gündüz çalışırlar.

Kapitalizmin çizdiği çerçevenin, sivil toplum kuruluşlarının yapabileceklerini sınırlandıran, hatta kimi zaman yaratmak istediklerinin tam tersi sonuçlara yol açmalarına neden olan, iki önemli etkisi vardır. İlki bu sınırlar dâhilinde bulunan çözümlerin bir üst paragrafta bahsedilen boyutudur. Bu kuruluşlar, yardım edilenlerin, örneğin sokak köpeklerinin tamamına değil, sadece onların arasından seçilen bir, iki, 10 ya da 100 tanesine yardım üzerine kuruludur. Bir insanın sokağındaki küçük siyah köpek yavrusunu evinde misafir etmesi takdir edilecek bir şeydir. Ama eğer sokak köpeklerinin tamamının sorununu çözmeyi amaçlayan bilinçli ve örgütlü bir çabanın parçası değilse, sokak köpeklerine genel anlamda her hangi bir fayda sağlayan bir davranış değildir. Evinde şiddete uğrayan 100 kadına kalacak yer temin edip, 101’inciyi reddeden kurum, mesela kadınların gördüğü aile içi şiddeti azaltmak yerine arttırabilir. Böyle bir hareket, şiddete uğrayan kadınların kendisine yardım ediyormuş gibi görünen tüm kurumların, daha fazla insana yardım etme imkânlarının olmadığı gerekçesi ile kendisini reddedeceğini düşünmesine neden olup, bu tür kurumlara güvenini tamamen sarsabilir. Bu durumda eşi tarafından şiddete uğrayıp, evinden çocuğu ile çıkmayı düşünen kadınlar, bu ve benzeri kurumlara güvenerek evlerinden ayrıldıklarında bu kurumlar tarafından sahiplenilmeyip sokakta bırakılabileceklerini düşünerek, evlerinde kendilerine ve bazen çocuklarına yönelen şiddete katlanabilir. Üstelik bir gün aile içi şiddete uğrayan herkesin sorununu çözmeyi amaç edinmiş bir kurum ortaya çıkarsa, bu kurumun insanların güvenini kazanması çok daha zor olacaktır. Bazen sivil tolum kuruluşlarının hafifletmeyi hedeflediği sorunların kalıcı olmasına neden olmaları bile mümkündür.  Özellikle sivil toplum kuruluşlarının yaptıkları çalışmalardan kar eden bir sektör oluştuğunda, bu sektörden kar edenler bu kuruluşların var olmasına neden olan sorunların devam etmesini isteyebilirler. STK’lar üzerinden kar eden şirketler, sadece bu kuruluşlara bir şeyler satan şirketler değildir. Örneğin sokak köpekleri söz konusu olduğunda, kar eden, sadece sokak köpeklerine dağıtmak için mama satan şirketler değil, aynı zamanda sokak köpeklerine yardım eden sivil toplum kuruluşlarına destek olan, bunu reklamları ile duyurup, hayvanlara karşı duyarlı bir şirket imajı çizen kuruluşlardır da. Burada bir not olarak düşelim: Mevcut ekonomik sistemin sınırları içinde bile, bir şirketin hayvanlara karşı duyarlı olması önemlidir. Bu duyarlılığı gerçek anlamda gösterebilen şirketlerin belki bunu şirket imajının bir parçası yapması da, yine kapitalist sistemin sınırları içinde kabul edilebilir. Ama bir sivil toplum kuruluşuna yapılan sınırlı bir yardım, söz konusu şirketin o konuda duyarlı olduğunu göstermez. Bir şirketin hayvanlara karşı duyarlı sayılabilmesi için, yaptığı üretim, attığı atık, ürettiği ürün başta olmak üzere sorumlu olduğu bütün faaliyetlerinin hayvanlara etkisini hesap etmesi gerekir. 

Kapitalizmin sivil toplum kuruluşlarına çizdiği çerçevenin yarattığı ikinci önemli etki, sivil toplum kuruluşlarının toplumda sadece bir konuda hassasiyet gösteren insanları bir araya getirmesidir. Günümüzün sivil toplum mantığı, kuruluşun temel ilgi alanı dışındaki sorunları önemsememesi üzerine kuruludur. Örneğin hayvan hakları ile ilgilenen kuruluşlar, sokak köpeklerinin çocuklara saldırılarını önlemek için çaba sağlamalı mıdır?.. Benim bu soruya verdiğim cevap, evettir. Amacımız sadece sokak köpeklerinin hayat kalitesini yükseltmek bile olsa, bunu sağlamak için köpeklerle genel olarak toplum arasında düzgün bir ilişki kurması gerektiği açıktır. Bu düşünce ile içinde yer aldığım hayvan hakları kuruluşuna yeni katılan gönüllülerimiz ile düzenlediğimiz tanışma toplantımızda şöyle demiştim: “Bizim kuruluşumuz hayvanları seven insanlar kadar onlardan korkan insanlara da hizmet eden bir kuruluştur. Yaşadığımız yerde hayvanlardan korkan, onlarla sorun yaşayan insanları suçlamadan, onlarla iletişim kurmamız ve onların da sokaklardaki köpeklerden korkmadan dolaşabildiği ortamı yaratmalıyız” demiştim.

Ancak mevcut koşullarda sivil toplum kuruluşlarının felsefesi, hayvanlara üzülen insanların, bir şeyler yapma ihtiyacını giderme üzerine kurulu olduğu için, bu felsefenin ötesine geçmek isteyen insanlar için bile bunu yapmak zordur. Hayvanlara üzülerek hareket eden insanlar, hayvanlardan korkan insanların bu duygularını önemsemek zorunda mıdır?.. Yoksa bu insanlar kendi yaşadıkları bu korku ile baş etmenin yolunu kendileri mi bulmalıdır?.. Hayvanlara destek olma ihtiyacımızı gidermek için kurduğumuz organizasyon, neden başka insanların köpeklerden korkmadan sokaklarda dolaşma ihtiyacını gidermek için kaynaklarını harcasın ki?.. Ya hayvanlardan korkan insanlar da organize olur ve köpekleri sokaklardan toplatırsa? O zaman o insanlarla mücadele edip, o insanların talebi ile sokaklardan hayvanların toplanmasına engel olmak için çabalanır. Ancak böyle bir çabaya girmek yerine, o insanları ikna etmek daha akıllıca değil mi?.. Üzüldüğümüz hayvanlar için de olsa, o hayvanlardan korkan insanlarla birlikte çalışılamaz mı?.. Hayvanlarla ilgili eylemleri tek tek köpekleri beslemek ve sağlıkları ile ilgilenmek olan bir kuruluşun hayvan hakları mücadelesinin, bu tür eylemlerin üzerine kurulu bir dünyada böyle bir şeyi organize etmesi çok zordur. Hayvanlardan korkan insanlarla nasıl iletişim kurulur? Onların kaygıları nasıl giderilir? Onların da ihtiyaçlarına yanıt verecek bir hayvan hakları temelli organizasyon nasıl inşa edilir? Bu soruların cevaplarını bulmak ne kadar iyi niyetli olursa olsun, küçük ve yerel bir hayvan hakları organizasyonu için zordur. Daha büyük ve kendilerine kaynak aktaran kurumların daha fazla güdümüne girmiş organizasyonlar için ise çok akıllıca değildir. Bu nedenle köpeklere hayatlarını adamış insanların bile, sokaklarda köpeklerin saldırısına uğrayan çocukların sokaklarda güvenle dolaşması için bir çözüm bulması, hatta bu konuyu içinde bulunduğu organizasyonda tartışmaya açması kolay değildir.

Sokaklarda yaşayan köpeklerin büyük bölümü çok kötü şartlarda yaşamaktadır. Üstelik Türkiye’de giderek daha çok insan bu köpeklerin sokakta yaşayan insanların güvenliğini tehdit ettiği algısını taşımaya, bu sorunun ne şekilde olursa olsun çözülmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Bu algı ve düşünce kuvvetlendikçe “medeni ülkeler”in çözümlerinin benzerlerinin Türkiye’ye uyarlanması olasıdır.

Köpeklere ait sorunların temelinde, artık bu hayvanların toplumumuzun dahası çoğu zaman içinde yaşadıkları toplumun esaslı bir parçası olamamaları yatmaktadır. Ancak aynı apartmanda yaşadığımız insanlarla bile aynı toplumun bir üyesi olduğumuz, birbirimize karşı sorumluluk taşıdığımız algısının ciddi şekilde sarsıldığı bir dünyada, bunu sağlamak ciddi bir emek gerektiriyor.  İlk atmamız gereken ve belki en zor olan adım, kapitalizmin zihnimize çizdiği sınırları aşmak oluyor.

En azından toplumun bir kesimi köpeklerin, sadece bir iki tanesinin değil, tamamının sorumluluğunu üstlenmeli, onların yaşam standardını yükseltmek için neler yapabileceğini tartışabilmeli, elbette bu konuda yapılacakların diğer toplumsal meselelere etkisini de hesaba katarak ve bu etkilerin olumsuz olmaması için ne gerekiyorsa yaparak… 

Köpeklerin günümüz dünyasındaki yaşam koşullarının temelinde, onların alınıp satılma üzerine kurulu, onları bir mal haline getiren ticaretin yattığını düşünüyorum. Köpekler konusunda duyarlı insanların, bir köpeğe bakmak isteyen kişilerin, bu hayvanları pet-shop olarak bilinen dükkânlardan satın almak yerine, sokaklarda yaşayan köpeklerin arasından birini evlerine almaya teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Birçok insan sokaklardaki köpeklerin hastalık taşıyabileceğini veya eğitilmesinin zor olacağını düşünüp, evlerine bu şekilde köpek almaya çekinebilir. Ancak bu kaygılar, köpekler için uğraşan insanların bu hayvanlarla sahiplenecek aileler arasındaki uyum sürecine katkı sağlamaları ve gerekirse özellikle ailenin sahip olduğu koşullar artık köpeğe bakmak için yetersizse söz konusu köpeği geri almayı kabul etmeleri ile aşılabilir. Hali hazırda bunu yapan organizasyonlar var. Ancak köpeklerin yaşam standardının arttırılabilmesi için bunun bir kültür haline getirilmesi gerekiyor. Sokaktaki köpeklere ev bulmak için çoğu zaman başvurulan bireysel hesaplardan Facebook ve Instagram yolu ile ilan verilmenin ötesine geçmek, evlerinde bir köpekle yaşamak isteyen kişilerin büyük bölümünün başvuracağı bir organizasyon kurmak ve hayvan sevgisinin, köpek satın almak yerine köpekleri bu şekilde sahiplenmeyi gerektirdiğini vurgulayan bir kültür oluşturmak gerekiyor.

Sokaklardaki köpeklerin sistematik bir şekilde kısırlaştırılması zorunludur. Bir zamanlar bu konuda ihtiyatlıydım, ama bu konuda çalıştıktan sonra anladım ki, köpeklerin özgürce doğum yapması, her yıl sokaklarda çok sayıda yavru köpeğin ölmesi demek. Bunu önlemenin tek yolu köpeklerin sahip olacağı yavru sayısını denetlemekten geçiyor. Bu konuda gösterilen çabada ulaşılmak istenilen hedef sokaklardaki bütün köpekleri kısırlaştırmak olmalı. Kaynakları sınırlı küçük bir organizasyonun bunu yapmasının çok zor olduğunu biliyorum. Ancak küçük boyutlu bir organizasyon bile bu hedefe nasıl ulaşılacağını tartışabilir ve konuyu gündemde tutup, günü geldiğinde daha büyük organizasyonlarla işbirliği yaparak bu hedefe ulaşmak için çabalayabilir. Bu çabanın yıllarca bir işe yaramasa bile, böyle bir hedefi hiç gündemde tutmamak ile kıyaslandığında faydalı olacağını düşünüyorum.

Köpeklerin bir bölümünün eğer onlar için güvenli hale getirilirse sokaklarda yaşaması sağlıklı mıdır? Bilmiyorum. Ancak yakından tanıdığım köpeklerin tamamının sokaklarda dolaşmayı sevseler de, gerektiğinde dönebilecekleri bir ev olmasını, onları sahiplenmiş bir insana ihtiyaç duyduğunu net bir şekilde gördüm. Ancak eğer sokaklarda yaşayacaklarsa, bu köpekler en azından onları önemseyen insanlar tarafından, hatta eğer bir gün bu mümkün hale gelirse bütün toplum tarafından eğitilmelidir. Sadece insanlarla ilişkileri açısından değil, köpeklerin birbirleri ve diğer sokak hayvanları ile ilişkisi açısından da bu gerekli. Köpeklerle ilgilendiğim iki yıl içinde bu hayvanların neredeyse hepsinin eğitilebildiğini gördüm. Bunun için çaba sarf etmek isteyen insanlar olduğu zaman, köpekler insanlara, hayvanlara hatta birbirlerine saldırmamaları gerektiğini öğreniyor. Bunu öğrenmekte güçlük çeken köpeklerin de bir süre barınaklarda tutulması, eğitilmesi, gerekirse sahiplendirilmeleri mümkün.

Kısacası köpeklerin ülkemizdeki yaşam standardını anlamlı bir şekilde arttırmak için, olabildiğince çok insan, mümkünse tüm toplum tarafından konunun tartışılması, bir strateji belirlenmesi, bu stratejinin sahiplenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor. Bunun için de kanımca kapitalist sistemin içinde yaşamaya devam etsek bile, bir gün kurulacağını düşündüğüm sosyalist sistemin insanları gibi düşünmeliyiz.

İzleme Önerisi: HAYIRSIZADA-ANİMASYON

2010 Cannes Film Festivali'nde en iyi kısa film ödülünü alan Hayırsızada (Chienne d'Histoire) oldu. Yönetmen Ermeni asıllı Fransız Serj Avedikyan'ın 2010 yılında hazırladığı ve 1910 Sivriada (Hayırsızada) Köpek Katliamı'nı anlatan yürek burkan belgesel filmidir. Sulu boya tablolar gibi yapılan animasyon filmde, İstanbul'un artan sokak köpeklerinin toplanıp Hayırsızada'ya götürülmeleri, açlıktan, susuzluktan, birbirlerini kırarak ölmeleri anlatılıyor...

9 Mart 2022 Çarşamba

Genç Marx ve Din

Mahmut Boyuneğmez


Bu yazıda Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı-Giriş (HHFEKG)’i baştan sona değerlendirip, ne anlattığı üzerinde durmayacağım. Marx’ın bu metinde din konusundaki eleştirel tutumuna odaklanıp, Türkiye solunda bu metindeki dine dair yazılanların anlaşılmasındaki yanlışlıklara ve yetersizliklere işaret edeceğim. Umarım bu çabam, bu metnin din üzerine değerlendirmelerinin doğru kavranmasına yarar ve Marx’ı bu konuda haksız yere suçlamanın önünü alır. Başlamadan hemen belirteyim, yazdıklarımın daha iyi anlaşılması için, https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2021/12/hegelin-hukuk-felsefesinin-elestirisine.html adresinde Auguste Cornu'nun, Marx'ın bu Giriş'teki din konulu pasajlarına dair açıklamalarının okunması yararlı olacaktır.

Önce yanlış anlamalara ve yetersiz kavrayışa örnekler vermek istiyorum. İlk örneğimiz, Ceren Tuğlu Olpak’ın kolektif yazılan bir kitap olan Marx’ın Düşüncesi’ndeki İlk Adımlar: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı makalesinden. Olpak şunları yazıyor:

“Dinin toplumların afyonu olduğuna dair meşhur tespitini ilk kez 1844 yılında kaleme alınan ‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı-Giriş’te dile getirecek ve tüm diğer genç-Hegelciler gibi Hegel’le Hegel’in zemininde kavga edecekti. Marx bu metinde her ne kadar sonradan alacağı tutumun oldukça gerisinde dursa da, dinin devletin ve toplumsal bilincin tersine çevrilmiş hali olduğunu söyleyerek, halkın gerçek mutluluğu için öncelikle halka vaat edilen bu sahte mutlulukla mücadele edilmesi gerektiğini belirtecekti. Eleştirisinde dinsel anlayışa karşı giriştiği tutum hala dinsel öğelere Hegel düşüncesinde verilen merkezi yeri temelinden sarsamıyor olsa da (…)” (Editör: Nevzat Evrim Önal, Tarihsel Gelişimi İçerisinde Marx’ın Düşüncesi içinde, Ceren Tuğlu Olpak, İlk Adımlar: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Yazılama Yayınevi, 2. Baskı, 2021, s. 13)

Birincisi: 1843 sonu ya da 1844 başında yazılan HHFEKG’te Marx, Hegel’le “kavga etmez”. Hegel’le kavga ettiği çalışması, HHFEK’nın kendisidir. İkincisi: Marx’ın HHFEKG’te din konusundaki tutumu, hayatı boyunca özünde değişmemiş, fakat içeriğinde gelişmiştir.  Başka bir deyişle, bu metindeki dine karşı tutumu, sonradan aldığı varsayılan bir tutumun gerisinde değildir. Üçüncüsü: Bu metinde Marx, dinin, “devletin ve toplumsal bilincin tersine çevrilmiş hali olduğunu” söylemez. Şunu söyler: “Bu devlet, bu toplum, bir ters çevrilmiş dünya-bilinci olan dini üretir (…)” Dördüncüsü: Marx bu metinde ve başka hiçbir eserinde, “halkın gerçek mutluluğu için öncelikle halka vaat edilen bu sahte mutlulukla mücadele edilmesi gerektiğini” belirtmez. Marx’ın bu metin dâhil hiçbir eserinde, halkın gerçek mutluluğu için, dinle mücadele edilmesi gerektiği şeklinde bir önerisi yoktur. Beşincisi: Marx bu metindeki felsefi din eleştirisiyle, din konusuna dair materyalist tarih anlayışının ilk nüvelerini oluşturur. “Hegel’in düşüncesinde (dine-MB) verilen merkezi yeri temelinden sarsamıyor” demek, Marx’ın yazdıklarını kavramamanın bir sonucu olabilir.

Diğer örneğimiz, Nevzat Evrim Önal’ın Feuerbach’tan Günümüze Militan Ateizmin Diyalektik Eleştirisi adlı makalesinde bulunuyor. Bakalım:

“(…) dinin ilgasına yönelik mücadelenin, ezilenlerin içinde bulunduğu maddi koşulların değiştirilmesi için verilen mücadelenin ilk adımları olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca aynı yerde Marx, ezilenlerin sahip olduğu dinsel yanılgıların, maddi koşulların acımasızlığı karşısında hem bir sığınak hem de bu koşullara yönelik bir protesto olduğunu vurgular. Yani dinsel ideoloji, egemen sınıf ile ezilen sınıf arasındaki diyalektik sömürü ilişkisinin düşünce dünyasında bir yansımasıdır ve egemenler yönetmek için dine nasıl ihtiyaç duyuyorlarsa, ezilenler de içinde bulundukları ağır yaşam koşullarının acısı karşısında dinsel teselliye ihtiyaç duymaktadırlar. Afyonun ezilenler açısından zararı (bir pozitivistin zannedeceğinin aksine) aklı bulandırıp “gerçeğin” görülmesini engellemesi değil; acıyı hafifletip mevcut koşulları katlanılır kılması ve ezilenleri o koşullardan kurtaracak yıkıcı eylemi geciktirmesidir.” (Nevzat Evrim Önal, Feuerbach’tan Günümüze Militan Ateizmin Diyalektik Eleştirisi, s. 301, http://bilimveaydinlanma.org/content/images/pdf/mdt/mdtc1s4/feuerbachtan-gunumuze-militan-ateizmin-diyalektik-elestirisi-3.pdf , Erişim tarihi: 08.03.2022)

“Yine de Marx’ın bu aşamada halen, ezilenlerin maddi kurtuluşuna giden yolda dinsel yanılgılardan kurtuluşu bir başlangıç olarak gördüğü, dinin eleştirisinin ve ilgası yönünde yapılacak çağrının, maddi koşullardan kurtuluşu kolaylaştıracak bir aydınlatıcılık taşıyacağını düşündüğü açıktır.” (a.g.e, s. 301)

“Marx’ın “afyon” soyutlamasının bu sorunlu yönü, pek çok kaynakta, eksik alıntılamaya bağlanır ve “öyle demek istemedi”ye getirilir. Bu, Marx’ın eserlerine yönelik ahistorik bir okumadır ve onun düşüncesinin de bir gelişim sürecinden geçtiğini göz ardı eder. Oysa Engels, 1845 öncesinde Marx’ın ve kendisinin “Foyerbahçı” olduğunu ve birlikte kaleme aldıkları ilk eser olan Kutsal Aile’de bunun izlerinin çok belirgin olduğunu söyleyecek kadar açık sözlüdür (Engels, 1992, s.18). Nitekim Marx, Alman İdeolojisi’nin kaleme alınmasından sonra bir daha din konusuna tekrar dönmemiş (Riazanov, 1997, s.43), Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’nın önsözündeki ölçüde genel nitelikte hiçbir tespitte bulunmamıştır.” (a.g.e., s. 301, dipnot10)

Birincisi: Marx HHFEKG’te, dinin ilgasına yönelik bir mücadele çağrısına sahip olmadığı gibi, böyle bir mücadeleden dahi bahsetmez. İkincisi: Dolayısıyla Marx bu metinde, “dinin ilgasına yönelik mücadelenin”, “ezilenlerin maddi koşullarının değiştirilmesi için verilen mücadelenin ilk adımları olduğunu” ne yazmıştır, ne de vurgulamıştır. Üçüncüsü: Dine ilişkin olarak “afyon” metaforunu Marx, hem ezilenlerin dünyevi “acılarını hafifletip katlanılır kılması”nı sağladığından, hem de yaşama bir “mana”/keyif kattığı için kullanır. Fakat ezilenlerin yaşamına katılan bu anlam, gerçeğin algılanmasını olduğundan farklı kılar.  Marx, bu algılamaları, “yanılsamalı” (“illüzyonlu”) olarak niteler. Dördüncüsü: Marx, ezilenlerin kurutuluşuna giden yolda, dinsel illüzyonlardan kurtuluşu bir başlangıç olarak görmez. Dinin felsefi/teorik eleştirisini ve dinin ilgası yönündeki (yapmadığı bir) çağrıyı, ezilenlerin kurtuluşunu kolaylaştıracak bir aydınlatıcılığa sahip olarak düşünmez. Beşincisi: Marx’ın eserleri tarihsel bağlamı içerisinde okunmalıdır elbette, fakat önce okunanlar teorik bağlamı içinde kavranmalıdır. 1845 öncesinde Marx ve Engels, Feuerbachçı değil, fakat ondan etkilenmiş iki beyindir. HHFEKG’te, din konusuna yaklaşımda materyalist tarih anlayışının nüve halindeki fikirlerini geliştirmiş olan Marx, Feuerbach’ın “doğalcı” materyalizminin ötesinde konumlanmakta ve yeni bir dünya görüşünü geliştirme yolundadır. Altıncısı: Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nin yazılmasından sonra da, örneğin Anti-Dühring ve Kapital’de din konusundaki fikirlerini daha da geliştirirler. Bu eserlerinde Marx ve Engels, din konusunda “genel nitelikte hiçbir” değil, birçok tespitte bulunmuşlardır.

Şimdi, HHFEKG’teki ilgili cümleleri/pasajları İngilizcesinden (The Introduction to Contribution To The Critique Of Hegel's Philosophy Of Right, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/critique-hpr/intro.htm ) çevirerek aktarmak ve peşi sıra bazı saptamalar yapmak istiyorum:

“Almanya için, dinin eleştirisi esasen tamamlanmış bulunuyor ve dinin eleştirisi diğer tüm eleştirilerin ön koşuludur.”

(…)

“Dinin karşısında konumlanan eleştirinin temeli şudur: İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz. Din aslında, henüz kendini bulamamış ya da çoktan kendini yeniden yitirmiş insanın, kendisi hakkındaki bilinci ve kendisine verdiği saygınlık/değerdir. Fakat insan dünyanın dışına kamp kurmuş soyut yaratık/var oluş değildir. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, bir ters çevrilmiş dünya-bilinci olan dini üretir, çünkü bunlar birer ters duran dünyalardır. Din bu ters duran dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik öğretici özeti, onun popüler formdaki mantığı, onun ruhsal point d’honneur’ü (onur sorunu), onun kuvvetli arzuları, onun moral yaptırımları, onun ağırbaşlı tamamlayıcısı, bu dünyadaki mazur gösterme/haklı çıkarma ve tesellinin evrensel temelidir. Din, insanın özünün fantastik realizasyonudur,  çünkü insanın özü hakiki hiçbir realite kazanmamaktadır. Dine karşı savaşım, bu nedenle, dinin spiritüel (ruhsal) aroması olduğu bu dünyaya karşı dolaylı/indirekt bir kavgadır.

Dinsel çile, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın dışavurumudur, hem de gerçek acılara karşı protestodur. Din ezilen yaratığın iç çekişi/yakarması, kalpsiz bir dünyanın kalbidir, sefil/ruhsuz durumların keyfi/ruhudur. O, halkın afyonudur.

“Halkın yanılsamalı mutluluğu olan dini ortadan kaldırmak, onların gerçek mutluluğunu talep etmektir. Onlara içinde bulundukları koşullara dair yanılsamalarını terk etmeleri için çağrı yapmak, yanılsamaları gerektiren bir durumu terk etmeleri için çağrı yapmaktır. Dinin eleştirisi, bu yüzden, embriyo halinde, dinde kutsallaştırılan dünyevi acıların eleştirisidir.

Eleştiri zincirlerin üzerindeki imajiner çiçekleri koparır, insan fantezisiz veya tesellisiz bir şekilde bu zincirleri taşımaya devam etsin diye değil, zincirleri fırlatıp atsın ve gerçek çiçekleri toplasın diye. Dinin eleştirisi insanı yanılsamalarından arındırır, yanılsamalarından kurtulmuş ve duyularını yeniden kazanmış bir insan olarak, kendi realitesi hakkında düşünsün, eylesin ve davransın diye, kendisinin gerçek güneşi olarak kendi etrafında dönsün diye. Din, insan kendisini eksen alarak kendi etrafında dönmediği sürece, insanın etrafında dönen aldatıcı güneştir sadece.

Bu yüzden, tarihin görevi, gerçekliğin öteki dünyası yitirildiğinde, bu dünyanın hakikatini saptamaktır. Tarihin hizmetinde olan felsefenin acil görevi, bir kere insanın öz-yabancılaşmasının kutsal formlarının maskesi düşürüldüğünde, kutsal olmayan formlarındaki öz-yabancılaşmayı ortaya çıkarmaktır. Böylelikle gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.

İzleyen serimleme (HHFE’nin ana metnini kastediyor –MB) –bu taahhüde bir katkı-, doğrudan orijinaliyle değil, bir kopyayla, Alman devlet ve hukuk felsefesiyle ilgileniyor. Bunun tek nedeni, Almanya ile ilgilenilmesidir.”

Saptamalarımızı sıralayalım:

1. Feuerbach’ın felsefesiyle birlikte Almanya için, dinin teorik/felsefi eleştirisi büyük oranda tamamlanmıştır. Bu eleştirinin, düşünsel düzlemde, yani felsefi olarak yapıldığının altı çizilmelidir. Marx da din hakkında teorik/felsefi bir değerlendirme yapmaktadır. Fakat Marx’ın HHFEKG’teki felsefi din analizi, Feuerbach’ın dine dair değerlendirmelerinden farklı bir kulvarda, yeni bir felsefenin (tarihsel materyalizm) ilk nüvelerinin oluştuğunu gösterir. Feuerbach, dini yaratanın antropolojik düzlemdeki insan olduğunu saptamanın ötesine geçmez.  Marx ise insanı, bu dünya ve toplum içerisinde değerlendirir ve dini düşüncelerle duyguların işlevini bu temelde açıklar. Marx’a göre dini üreten, ki o dünyanın tersine dönmüş bilincidir, insanın içerisinde yaşadığı toplum/dünyadır. 

2. Marx’ın ve Feuerbach’ın dini teorik/felsefi düzlemde eleştirmesi, hukukun, siyasetin ve toplumun, kısacası dini üreten bu dünyanın eleştirilmesine giden yolda Marx için bir uğraktır. Yabancılaşmanın kutsal formu olan dinin felsefi eleştirisi tamamlandığından, şimdi sırada yabancılaşmanın kutsal olmayan formlarının incelenmesi ve eleştirisi bulunmaktadır.  

3. Dinin felsefi eleştirisi, teorik olarak bir demistifkasyon sağlayıp, yanılsamalardan (illüzyonlardan) kurtulmanın tarihsel olanağını verir. İnsanların zincirlerinden kurtulmasını sağlamaz, fakat buna tarihsel açıdan bakıldığında olanak yaratır. Çünkü bu eleştiri Marx’ın gözünde toplumsal ilişkilerin devrilmesi gerekliliği sonucuna ulaşır ve bu işin öznesi proletarya olarak açıkça belirtilir. Öte yandan Marx, HHFEKG’teki felsefi din eleştirisine, bazı cümlelerinde “yanılsamalardan arındırıcı” bir işlev tanır. Fakat sadece bir-iki cümlesinden çıkarsanabilen (“Eleştiri zincirlerin üzerindeki imajiner çiçekleri koparır (…)” cümlesi ve ardından gelen cümle) bu bakış açısı nedeniyle Marx’ı eleştirmek, haksızlıktır. HHFEKG’teki bu cümlelere takılıp kalınacağına, onun dini, hukuku, devleti oluşturan yabancılaşma biçimlerinin incelenmesi ve eleştirilmesi gerekir şeklindeki önermesini ön plana çıkarmak uygundur.

4. Marx’a göre, dine karşı teorik düzlemde/felsefi olarak yapılacak bir mücadele, dolaylı olarak da olsa, dini üreten topluma/dünyaya karşı bir savaşımdır. Marx’a göre insanların yanılsamalı mutluluğu olan dini ortadan kaldırmak şuna tekabül eder: insanların gerçek koşullarını değiştirerek, gerçek mutluluklarını sağlamak. Başka bir deyişle Marx bu metinde, dinin ortadan kalkmasının, gerçek toplumsal koşullardaki dönüşümle olacağını bilmektedir. Yine Marx bu metinde, insanların koşullarına dair yanılsamalarını terk etmeleri için çağrıda bulunmanın, ancak yanılsamaları üreten durumlarını değiştirmeleri yönündeki bir çağrıya tekabül ettiğini anlatır. Dinin felsefi eleştirisi, toplumun (devletin, hukukun vb.) detaylı eleştirisiyle geliştirilmediği müddetçe, dünyevi koşulların ve bu koşulların ürünü olan acıların henüz embriyo durumundaki eleştirisidir.

5. “Afyon” metaforu hakkındaysa şunlar söylenebilir: Afyon (opium), haşhaştan elde edilen bir alkaloittir. Ağrı kesici, yatıştırıcı, sedasyon sağlayıcı etkileri yanı sıra keyif verici etkisi de vardır. Adı “afyon ruhu” olan, bir afyon tentürü bile bulunmaktadır. Marx, “dini halkın afyonu” olarak görürken, dünyevi koşullardan kaynaklanan acıları dindirmesini ve “ruhsuz/sefil koşulların ruhu” olarak hayata “mana” katmasını/keyif vermesini kast eder.

6. Yazdıklarımı pekiştirmek ve vurgulamak için metnin ileriki bir kısmından bir alıntı daha yapmak istiyorum:

“Alman teorisinin radikalizminin, dolayısıyla pratik enerjisinin açık kanıtı, dinin gözüpek ve olumlu şekilde ortadan kaldırılmasından yola çıkmasıdır. Dinin eleştirisi, insan için en yüce öz insandırı öğretmekle sonlanır, dolayısıyla insanı alçaltılmış, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir öz haline getiren bütün ilişkilerin devrilmesi kategorik buyruğuyla sonlanır, bu ilişkiler, bir Fransız’ın, köpekler hakkında bir vergi getirilmesi planlandığı zamanki feryadından daha iyi tarif edilemez: Zavallı köpekler! Sizlere insanlar gibi davranmak istiyorlar!”

Burada dinin “olumlu” şekilde ortadan kaldırılmasıyla Marx, toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesini (“radikal devrim”, “genel insan kurtuluşu”) kast eder. Marx, insanları yabancılaştıran tüm ilişkilerin devrilmesi fikrine, dinin felsefi eleştirisinin sonucunda ulaşır. Marx bu metinde, ne halkın gerçek mutluluğu için, dinle mücadele edilmesi gerektiğini söyler, ne de ezilenlerin kurtuluşuna giden yolda dinsel yanılsamalardan kurtuluşu bir başlangıç olarak görür.

****

Okurdan af dileyerek, bu noktada Marx’ın Düşüncesi adlı kitaptaki gözüme çarpan iki sorunu da yazmak istiyorum. Bunlardan birincisi, kitaba katkı koyan birçok yazarın ağız birliği etmişçesine, “kopuş” safsatasını tekrarlayıp durmasıdır. Örnekler verelim:

“Marx her iki anlayıştan (‘Hegel’in diyalektik anlayışı’ ve ‘Feuerbach’ın materyalizm görüşü’ kastediliyor –MB) da kopuşu öngören bir zeminde, kendi devlet ve hukuk yaklaşımını toplumsal insan ve gerçek toplumsal ilişkiler üzerine inşa etmeye başlıyordu.” (Ceren Tuğlu Olpak, s. 36)

“Ama bu Kutsal Aile ile bir kopuş yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor.” (Erhan Nalçacı, s. 57)

“Daha açık ifade etmek gerekirse, diyalektik materyalizmin bu iki düşünceyle (Hegel ve Feuerbach kastediliyor –MB) de ilişkisi, bir süreklilik değil ayrı ayrı birer kopuş ilişkisiydi.” (Nevzat Evrim Önal, s. 70)

“Marx’ta ve Engels’te bir kopuş olduğu kuşkusuz doğrudur ama bu kopuş, Alman İdeolojisi’nden önce yaşanmış, bu iki büyük devrimci, ayrı ayrı, proletaryanın devrimci sınıf niteliğinin (yani bir maddi gerçeğin) farkına vardıklarında (ya da en azından bunu sezdiklerinde) gerçekleşmiştir. Bu, Marx açısından 1844 Elyazmaları, Engels açısından İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’dur. Bu kopuş, felsefi ya da epistemolojik değil, siyasidir; felsefi, ideolojik, teorik başka ne kopuş varsa, bu kopuşun türevidir.” (Nevzat Evrim Önal, s. 77)

Görüldüğü gibi, Marx ve Engels’in düşünsel gelişiminde ne kadar çok ve ne kadar çeşitli “kopuş” varmış(!).. Bu “kopuş safsatası” Althusser’in mirasıdır. Elbette, alıntıladığım yazılarda Althusserci bir kopuştan bahsedilmiyor. Fakat gençlik dönemi eserlerinin birçoğunda bir türlü “kopamayan” ya da sürekli "kopan" 😂 Marx ve Engels tasviri sorunludur. Oysa 1842-1848 yılları arasında Marx ve Engels, yeni bir dünya görüşünü oluştururlar (genezis). Bu dönemin kabaca ilk yarısında Hegel’den ve Feuerbach’tan etkilenmişlerse de, ne kelimenin gerçek anlamıyla Hegelci, ne de Feuerbachçıdırlar. Bu tarihsel dönemde, bu iki düşünürün görüşlerinden ayrı bir kulvarda yeni bir dünya görüşü oluşturmaya başlarlar ve bu dünya görüşünü geliştirerek, Hegel’in ve Feuerbach’ın felsefelerini tarihsel olarak aşarlar. Bu gelişimin temel koşullayıcısıysa, siyasettir; Marx ve Engels’in nezdinde komünizm-tarihsel materyalizm bütünleşik bir gelişim yaşar.

İkinci sorun, üç tane yanlış aslında: i. “’Giriş’ (HHFEKG kastediliyor –MB), Marx’ın oluşmaya başlayan yeni teorisinde işçi sınıfının, adı zikredilmeden arandığı bir metin olur.” (Anıl Çınar, s. 132). Marx bu metinde, proletaryadan açıkça bahseder ve onu Almanya “radikal devrim”inin öznesi olarak görür. ii. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde tarihteki çağlarda egemen sınıflar ile egemen düşünceler arasındaki ilişkiyi işledikleri pasajı aktaran Önal, sonrasında bu düşüncelerin ilhamının nereden kaynaklandığını şöyle yazıyor: “Bu düşüncelerin ilhamının, Hegelciliğin dönemin düşünsel ortamındaki egemenliği ve bu düşünsel egemenliğin hem sınıfsal hem de ‘devletli’ niteliği olduğu açıktır.” (Nevzat Evrim Önal, s. 75). Kanımca bu önerme, Önal’ın öznel bir sanısı (doxa) olarak görülmelidir. Bir ilhamdan bahsetmek uygun olur mu, bilemedim doğrusu; varsa bir “ilham”, kaynağının saptanabilir ve “açık” olduğunu düşünmek iddialı… iii. “(…) Ren Gazetesi’nde 1842’de çalışmaya başlar. Bu, Marx’ın halen burjuva demokrasisine inandığı liberal dönemidir (…)” (Erhan Nalçacı, s. 48). Kanımca Marx, bu gazetede çalıştığı sırada radikal bir demokrattır, bir liberal değil.

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]