Fuat Filizler
Önce biraz sanat tarihi...
“İtalyan Barok sanatında ifadesini bulan, artık yeni bir yaşam
ülküsüdür. .. İnsanın dünyayla ilişkisi değişmiştir, yeni bir duygu âlemi
açılmıştır, ruh, yüce ve sonsuz olanın içinde erimek özlemine kendini
kaptırmıştır: ‘Ne pahasına olursa olsun heyecan ve hareket’.”
Yukarıdaki satırlar, büyük sanat
tarihçisi ve kuramcısı Heinrich Wölfflin’in “Sanat Tarihinin Temel Kavramları”
yapıtından (Çev: Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi).
Wölfflin bu önemli yapıtında, resim,
heykel ve mimari sanatlarında Rönesansla birlikte Klasik’ten Barok’a geçiş
sürecini açıklar ve ikisini karşılaştırır. En önemli bulgusu şudur: Değişen
yalnızca sanatsal form değildir, dünyaya bakış açısıdır, dünya görüşüdür.
Dünyayı yeni bir anlama ve anlamlandırma tarzıdır. Yeni bir dünya, yeni bir
yaşam idealidir.
Sanatın her yeni şeklinde, der;
“evrenin yeni bir muhtevası billurlaşır, sadece başka türlü
görülmemekte, başka şey de görülmektedir.”
Klasik ve Barok sanatçılarının, aynı
dili konuşuyor olsalar bile, yapıtlarında bambaşka dilleri kullanıyor oldukları
hemen fark edilir. Değişen sanatçının ruh halinin ötesinde baştan aşağıya
tasarım tarzı ve amacıdır. Dünya ve nesneleri ve başka insanlar karşısında
yalnızca ne hissettiği ve düşündüğü değil, nasıl hissettiği ve düşündüğüdür.
Bir bütün olarak tutumu ve duruşudur.
Örneğin Barok sanatçılar kapalı ve donuk
şekiller yerine açık ve hareketli şekilleri çizmeyi tercih etmekle yetinmezler,
kapalı ve sabit görünen şekilleri de açık, hareketli ve akış halinde görür ve
yeniden anlamlandırırlar. Klasik sanatın şurasında burasında tek tek değişimler
yapmakla yetinmezler. Bir bütün olarak sanatın dayandığı temel ve genel
prensipleri değiştirirler.
Barok’un her cephede eski sanat
anlayışına karşı saldırıya geçmesi, “Her şeyi altüst etmek konusundaki çocukça
bir heves değildir, tersine bu, kapalı şeklin dar sınırlarını ortadan kaldırmak
isteyen bir iradenin eseridir.” Eski sanat formlarının değerden düşürülmesi,
aslında yeni oluşmakta olan bir dünya görüşünün içine sığmaz hale geldiği eski
dünya anlayışının yıkılmasıydı. Yerine genel bir hareket görüşü, hiçbir zaman
tam çözüm bulamayacak bir gerginlik, bir bekleyiş amacı geçiriliyordu.
Wölfflin, aynı tarihsel dönemde sanat
anlayışında ve düşünce (felsefe) anlayışındaki değişimlerin başa baş gittiğine
değinir. Ancak sanatsal değişimin basitçe düşünsel değişimden
kaynaklanmadığını, her iki değişimin de birbiriyle etkileşim içinde, ancak esas
olarak ortak bir kökte; tarihsel dönüşüm sürecinde olduğunu kuvvetle vurgular.
Bu değişimlerin sanatçıların veya filozofların başına buyruk ve keyfi
yaklaşımları olmadığını, toplumsal-maddi temelleri olan, her çağın her şeyi
kapsayan genel gelişme ve değişimine tabi olduğunu gösterir.
Wölfflin sanat tarihi ve kuramında çok
önemli bir yeri olan yapıtını, bu güçlü belirlemelerle bitirir. Sanat
anlayışının değişiminin temelindeki maddi değişimlerin ne olduğuna hiç girmez.
Ancak sanat yapıtları ve anlayışlarındaki köklü ve kapsamlı değişimlerin,
dünyayı anlama ve yeniden anlamlandırma tarzındaki değişimlerdeki, bunun da
tarihsel, toplumsal-maddi değişimlerdeki köklerini göstermesi, yeterince
anlamlı ve önemlidir.
Bizim konumuz elbette Rönesans sanatında
neyin nasıl neden değiştiği değil. Bizim konumuz, sosyalist kızıl Ekim
Devrimi’nin 100. yılı çerçevesinde, Ekim Devrimi’nin en büyük şairi olan
Mayakovski ve onun şiiri.
Ancak Wölfflin’in güçlü tezleriyle,
-yapıtında modern sanayi kapitalizmi, emperyalist kapitalist dönüşüm,
proletarya, sosyalizm gibi konuların en ufak bir izi olmadığı halde, bunların
ortaya çıkardığı yeni sanat anlayışı arasında, özellikle de Mayakovski arasında
sessiz ama güçlü bir içsel bağ var. Wolfflin’in kitabının Almanca’da ilk
yayımlanma tarihi 1915. Tam da Avrupa, Rusya ve dünya çapında böylesi büyük bir
tarihsel kriz, dönüşüm ve sarsıntılar tarihi.
Kesin olarak şunu söyleyebiliriz:
Wölfflin böylesine hareketli, patlamalı bir dönemde yaşamasaydı, 20. yüzyılın
başlarında ortaya çıkmakta olan yeni sanat akımlarını ve bunların ortaya
çıkmakta olan yeni dünya durumu ile bağlantısını sezmeseydi, Rönesans sanatında
neyin nasıl neden değiştiğiyle sınırlı tuttuğu, ancak örtük olarak tüm büyük
tarihsel dönüşüm süreçleri ile duygu, düşünce, sanat âlemindeki değişimler
arasındaki bağıntıya ilişkin evrensel bir geçerliliğe sahip tezlerini
geliştiremezdi.
Nitekim büyük Fransız şairi Blaise
Cendrars’ın, “her şey renk, devinç, ışık, patlama” dizesi, 20.
yüzyılın ilk çeyreğinin olduğu kadar, şiir ve sanatın geçirdiği değişimin en
özlü, en parlak ifadelerinden biridir. 1914-15 yılları, bir yanda emperyalist
kapitalist savaş, diğer yanda Avrupa ve Rusya’da alttan alta devrim
kazanlarının yeniden kaynamaya başladığı, Mayakovski şiirinin de fütürizmden
dev adımlarla devrimci kitle şiiri mecrasına akmaya başladığı dönemdir.
Yeni çağın şiiri
Bu yeni şiirde de “evrenin yeni bir
muhtevası billürlaşmaktadır”: Emperyalist kapitalizm ve proleter devrimler
çağı! Ve bu yeni şairler dünyayı, toplumu, insanları, olayları, tarihi,
geleceği, kendilerini “sadece başka türlü görmemekte, onlarda başka şeyler
de görmektedir.”
Mayakovski’nin daha ilk şiirleri, modern
kapitalist kent üzerinedir:
“Mayakovski’nin ilk şiirleri kent üstünedir. Külrengi ev yığınları,
tabelaların demirden harfleri, alaca bulaca, karmakarışık bir kalabalık, hızla
geçip giden otomobiller, telefon tellerinin ilmekli kapanına takılmış kuğu
boyunlarıyla çan kuleleri, gazla yakılan sokak fenerleri, yağmur olukları, tüm
bunlar, alacalı bulacalı bir biçimde birbiriyle kaynaşmıştı onun yapıtlarında.
Moskova’ydı bu. Ve aynı zamanda sadece Moskova değil, genelde insanın öylesine
tüyler ürpertici, yalnız ve boğuntulu yaşadığı çağdaş kapitalist
kentti.” (V.Şkolovski, S. Vladimirov, D. Moldavki, Mayakovski’nin Yaşam
Öyküsü, Düşün Yay.)
Mayakovski ve Cendrars’ın şiirleri çok
farklı özellikler de gösterse, belki birbirlerini hiç tanımamış ve eserlerini
okumamış da olsalar, ortak noktaları karakteristiktir: Zaman ve mekanda müthiş
bir hareket, çok geniş bir ufuk, patlamalı imgeler, büyük sanayi fabrikaları,
demiryolları, limanlar, elektrik, telgraf, telefon gibi yeni endüstriyel
biçimlerin hem görsel hem gürültülü ritim hem de yeni çalışma ve yaşam
biçimleri olarak şiirin içine taşınması; emperyalist savaş, iç savaş, sosyal
yıkım, açlık, devrim gibi büyük ve kitlesel tarihsel olayların şiirin içine
taşınması; sinema, tiyatro, öykü, çok sesli müzik, hatta heykel gibi farklı
sanat dallarının şiirin içine taşınması ve en önemlisi kitlelerin ve kendi
dönemlerinin çok çeşitli sınıf ve kesimlerinden insanlarının ortaya çıkan yeni
dünya durumu karşısındaki duygu, düşünce ve eylemlerinin şiirinin içine
taşınması.
“Bizden önce var olamayan duygular
tanımaktayız” der Mayakovski, 4 arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı
Fütüristler Manifestosunda (1912).
“Yapıp ettiklerim içlerine sevinç
karışmamışsa pek ilgilendirmiyor beni” der Ben/Kendim başlıklı öz yaşam
öyküsünde. Burada “sevinç” dediği şiirinin karakteristik bir özelliği olan çok
yoğun, adeta kendinden geçercesine yoğunlaşmış coşkulanımsal duygulardır.
Aslında şiirinde oldukça güçlü bir lirik damar var olamaya devam etmekle
birlikte, bunun klasik şairane ince duygusallıktan farkı, büyük tarihsel,
toplumsal dönüşüm süreçlerinin kitselleşmiş duygularının yoğunlaşmış ve içten
dışa patlamalı hale gelmiş biçimi olmasıdır.
“Kurgusala karşı, sanat yoluyla yapılan
entipüften ruh çözümlemesine, estetikçiliğe karşı-eylemci yapıt.” diye
yeniden tanımlar şiiri. Sosyalist inşa hakkındaki en ünlü şiirlerinden biri
olan “İşler İyi”yi “bir bildiri gibi
düşündüğünü” belirtir: “Şiirsel soyut yöntemlerin sınırlanması ve bir
eylem.”
Burada Mayakovski şiirinin bir dizi
ayırt edici niteliğini daha görürüz: Somutluk ve eylem. Şiir, şairin yaşadıklarının
iç dünyasından ve ince dil işçiliğinden süzülmüş bir ifadesi olmanın da ötesine
geçer: Kitleler içinde ve kitlelerle birlikte başlı başına somut, tarihsel,
toplumsal bir emek ve eylem biçimi, bir dünyayı değiştirme biçimi haline gelir.
Sosyalist devrimci siyaseti, büyük
kitlelere coşkulu hitabeti, ajitasyonu, propagandayı, hatta polemiği bile
şiirine taşır. Bu siyasetin salt düşünsel içerik, belli fikirler ve duygular
formunda şiire geçirilmesi değil, bizzat devrimci kitle, devrimci sınıf siyasetinin
toplumsal ilişki, algı, duygu, düşünce, eylem ve bunlardaki değişimler
boyutuyla en başından itibaren şiir tasarımını şekillendirmesidir. Bu yüzden
kitleler onun şiirlerinde yalnızca belli istek ve özlemlerinin bir tercümanını
değil, tüm yaşamsallıkları, canlılıklarıyla dosdoğru ta kendilerini, bizzat bu
istek ve özlemlerini gerçekleştirecek olan tarihin özneleri olarak bulurlar.
Mayakovski inanılmaz bir şeyi daha
başarmış, bir de şiir-gazeteciliği yaratmıştır. Ekim Devrimi sonrasında
Sovyetler Birliğinde yaşanmış tek bir önemli ekonomik, toplumsal, siyasal olay,
hatta gündelik yaşamın ayrıntılarındaki sorun ve gelişmeler bile yoktur ki,
onun şiirine girmemiş olsun. Ancak “somutluk”tan anladığı hiçbir zaman,
olayların düz yansıtılması ve kuru ajitasyon değildir.
“Bütün yaşamım boyunca beni en çok çarpan
şey sosyalistlerin olayları çözmekte, evreni belli bir görüşe sokmakta
gösterdikleri yetenektir.” der öz yaşam öyküsünde. Bundan kastettiği
elbette gündelik olayların, süreçler karmaşasının iç yüzüne nüfuz eden,
yakalanacak halkalarını bulup çıkaran tarihsel-diyalektik materyalizmdir. Hatta
diyebiliriz ki, Mayakovski’nin özellikle de Ekim Devrimi sonrası şiirlerine en
büyük gücünü veren, “somut durumun somut tahlili”nin edebi biçimi olmasıdır.
“Ustalık duygusu. Herhangi bir konuyu
toparlama yeteneğim var. İyice yaklaşma yeteneği. Konunun baş sorununu
getiriyorum ortaya. Devrimci konunun.” diye anlatır bunu. “Bir günlük
olaylar gereci üzerinde” bile şiirsel “çalışma yönteminin bulunması.
Kendi içlerinde anlamsız (görünen-bn), ama geleceğin doğru yönüne bir adımı
gösterebilen etkileyici alay.” Örneğin “fiyatların inişi” veya “sokaklara
elektrik lambalarının takılışı” gibi konuları ele alan şiirlerinde, bu
olayların tarihsel anlamını ortaya koymaya çalışmakla yetinmez, kitlelerin
bireysel ve yığınsal öz bilinç ve yaşam deneyimlerinde buna uygun -düşünsel
olduğu kadar- duygusal ve eylemsel çağrışımları da örgütler.
İhtiraslı gerçekçilik
“Somut tahlilin edebi biçimidir”
demiştik Mayakovski’nin şiirine. Konu edindiği durumlar yalnızca zihinsel bir
çözümlemeden gelen somutlama olmakla kalmaz onun şiirinde. Aynı zamanda son
derece yoğunlaşmış, coşkulanımsal bir duygusal somut haline gelir.
“Yazdığı her dizeye bütün varlığıyla, kaslarıyla, sinirleriyle katılır.
Onun şiirlerinde çok güçlü, güçlülüğü oranında da tedirgin, duyarlı bir
gövdenin bütün kasılmalarını, tepkilerini görürsünüz. Bu yanıyla belki de
tektir dünya şiirinde.” (Sait Maden, Mayakovski, Pantalonlu Bulut, Varlık
Yay.)
Böylece duygular da insanın iç
dünyasında yaşadığı bir şeyler olmanın ötesinde, ses tonlamalarıyla, yüz
ifadeleriyle, beden hareketleriyle, kas ve sinir etkileşimleriyle ve en
önemlisi kaynayan kitlelerin enerjisiyle, adeta bedenselleşir ve elektrik akımı
gibi yayılır onun şiirinden.
Mayakovski’nin şiiri, bireysel, sessiz,
içten okumaya göre değildir. Böyle okunduğunda değerinden ve etkisinden çok şey
yitirir. Bu şiir, doğrudan ve yüksek sesle kitlelere okunmak – daha doğrusu
haykırılmak, canlandırmak, hatta bir nevi sahnelenmek için- yazılır, yüksek bir
hitabet ve dramatizasyon yeteneği ile okunur. Yoğun ve sahici bir
performans’tır. Aslında buna şiir “okumak”tan çok, kitlelere şiir söylemek ya
da canlandırmak demek gerekir. Nitekim Mayakovski’den çok etkilenen Gorki, onu
“şiir okuyan” değil “şiir söyleyen çocuk” olarak tanımlar. Böyle bir şiirin,
daha tasarlanışından başlayarak, “bireysel iç ses” şiirinden baştan aşağıya çok
farklı prensiplere dayanacağı açıktır.
Marx’ın “ihtiraslı gerçekçilik”,
Lenin’in “gerçekçi düş gücü” dedikleri şeyin, en iyi cisimleşmiş biçimlerinden
biridir Mayakovski’nin şiiri.
Mayakovski, kendinden önceki aydın işi,
bilgiç, ince sembolizm ve dış vezne, söz ustalığına dayalı şiirden kesin ve
devrimci bir kopuştu. O zamana kadar görülmemiş, basamaklı dizeler, iç tempo,
iç vezin, çınlamalı imgeler, çelişkin kavram ve sesler, cayırdayan bir sentaks
(söz dizimi), iç ve dış geçişlilikle zenginleştirilmiş uyaklar, sarmal gelişen
semantik (anlam), coşkulu lirizm, keskin bir alaycılık, sarsıcı çağrışımlar, geniş
ufuklu mecazlar, geniş soluklu bir zaman-mekan ve hareket algısı, sosyalist
edebi gerçekçi düş gücü… Görünüşteki gerçeği alır, parçalar, iç yüzündeki
zihinsel, duygusal, eylemsel temel halkalarını kesin biçimde yakalayıp
düşümdeşleştirerek yeniden, yeni bir temelde bütünleştirir.
Mayakovski, “evrenin algısı” dediği bu
yeni şiirin açtığı olanaklarla, hem şiirin/şairin dünyayı algılama/özümseme hem
de anlatım gücünü, hem de şiir okurlarının şiiri ve şiir yoluyla dünyayı
anlama/anlamlandırma ve değiştirme olanaklarıyla birkaç misli artırmıştır.
Sosyalist devrimin en büyük şairi
Mayakovski’nin şiirin biçim, biçem ve
tekniğinde yaptığı devrimci yenilikler üzerine daha çok şey söylenebilir. (Ne
yazık ki Türkçe tercümelerinde, özellikle de ikinci dilden tercümelerinde, bu
zenginliğin büyük bölümü kaybolmaktadır.) Ama bütün bunlar bize şunu
unutturmamalıdır: Bu şiirin devrimci yeniliği, teknik ve ifade yapısı kadar ve
aslında ondan çok dünyaya yepyeni bir bakış açısı, yepyeni bir dünya görüşü,
neredeyse tüm yönlü yeni bir toplum ve insan algısı ve anlayışı getirmiş
olmasındadır.
Eski şiirle karşılaştırıldığında,
“bunlar beğenileri ve dünyaya karşı ilgileri başka yönlerde olan iki ayrı dünya
görüşüdür.” (Wölfflin)
Mayakovski fırtınasının arkasında, yeni
bir dünya görüşü, yeni bir insan anlayışı ve Ekim Devrimi fırtınası vardır.
“Mayakovski, milyonlar adına, milyonlara, milyonların yazgısından söz
ederek, tarihin en büyük toplumsal hareketinin sözcülüğünü
yaptı.” (Lunaçarski)
“Mayakovski, şiirin milyonlara, dünyayı yeniden biçimlendirmek
isteyenlere seslenmesi gerektiğini öğretti.” (Aragon)
“Eseri, yeni insanın doğuşunun kutlanışıdır. Mayakovski’nin evrensel
önemi, kendini şiirlerinde, özgürce gelişen sosyalist kişilik olarak, öylesine
parlak biçimde gösterebilmesinden kaynaklanır.” (Johannes Seeher)
“Mayakovski’nin asıl önemi, şiirle sosyalist devrim düşüncesini
birleştiren ilk şair olmasından ileri gelir.”
O yeni bir çağın, yeni bir toplum ve
insanın, en başta da Sosyalist Ekim Devrimi’nin yeni dünya görüşünü, yeni
duygular âlemini, yeni eylemli ve somut güzellik anlayışını yansıtmıştır.
Mayakovski’nin kişisel mizacının ve
yeteneklerinin kuşkusuz yapıtında önemli rolü vardır. Fakat Wölfflin’in de
vurguladığı gibi, mizaç kendi başına sanat eseri meydana getirmez. Bir çağ
dönümü, bir sınıf dönümü ve kişisel dönemeçler birbirini işleyip kopuşu ve
yenilenmeyi derinleştirip yoğunlaştırdığında ise… öznel bir yaratıcı üslup bir
çağın, bir toplumsal hareketin tarihsel anlamının ve güzellik idealinin en
geniş, en materyalist ifadesi haline gelebilir.
Mayakovski ve kübizm-fütürizm
Mayakovski’nin iç huzursuzluk ve
gerilimi, verili yaşam ile bağdaşmazlığı, henüz 1905 devrimi yenilgisi
sonrasındaki, Çarlık rejimi altında, babalarını kaybetmiş Gürcistan’dan
Moskova’ya taşınarak ayakta kalmaya çalışan yoksul bir ailenin çocuğu olarak
ilk gençliğe geçiş döneminde başlar. Okuldaki tekdüzelikten sıkılır, resim,
şiir gibi yaratıcı etkinliklere ilgi duyar, başta Cervantes’in Don Quisot’u ve
Jules Verne olmak üzere “düş gücü zengin” yazarları yutarcasına okur. Siyaseten
devrimci çevrelere, ilk şiirleriyle de fütürist bir çevreye katılır. Her ikisi
nedeniyle de baskı görür, okuldan atılır, birkaç kez kısa sürelerle tutuklanır.
Fütürizm, kapitalizmin daha geriden
geldiği ancak hızlı geliştiği, köhnemiş üretim ilişkileri ve üstyapı ile
çelişkilerin çok keskin olduğu İtalya ve Rusya gibi ülkelerde gelişen,
endüstriyel gelişmeye hayran olan ve eski gelenek ve kültürel birikimi tümüyle
reddeden, maksimalist-ütopik bir akımdır. İtalyan fütürizmi milliyetçilik,
endüstriyelizm, rasyonalizm, ulus devlet, aşırı modernizm fanatiğidir, İtalyan
işçi sınıfının yenilgisinin ardından bir tür “makine-toplum” ve “üst-insan”
anlayışına (faşizme) doğru evrilir.
Rus fütürizminin ise, İtalyan
futurizmiyle bir ilgisi yoktur. 1905 devriminin yenilgisinden sonra bizzat
Bolşeviklerin içinde de ortaya çıkan boykotçuluk, maksimalizm, sol kominizm
gibi eğilimlerden belli bir etkilenme taşısa da, aslen, Çarlık rejiminin
çürümüşlüğü kadar burjuva ve batı taklitçisi kültür, sanat ve değerlere karşı
çıkıyorlar, yerine kaba, plebyen, neşeli, alaycı ve öfkeli, gürültülü, panayır
havasında, sansasyonal, sarsıcı ve şoke edici bir tarz geçirmeye çalışıyorlardı.
(Rus fütürizmi daha sonra Nazım Hikmet’in Türkiye’deki “Putları Yıkıyoruz!”
kampanyasına da esin kaynağı olacaktır.)
Bu gençlik dönemi şiirleri keskin bir
çelişkiler yumağıdır. Biçim ve üslupta yenilik denemelerini son sınırına ve
uçkunluğa kadar zorlar, bakış açısı ve içerikte ise devrimci, isyankâr
ışıltılar ile mutsuzluk, melankoli, yalnızlık, adeta Dostoyevski tarzı
felaketçilik ve mesihçilik iç içedir. Son derece kırılgan bir lirizm ile
gürültülü bir şamatacılık iç içedir. Keskin bir zekâ ile uçkun bir kendinden
geçme (vecd/trans) hali bir aradadır. Çürümüş çarlık ve aristokrasi ile
burjuvaziden nefret ile bazen tüm topluma yönelen bir nihilizm bir aradadır.
Ancak daha bu çılgınca arayış ve
denemeler döneminde bile onun şiirini kitlelere sevdirmeye başlayan temel
damarlarından biri, şiirine, bütün hareketliliği, neşesi, kavga gürültüsü,
çığırtkanlığı, renkliliği, keşmekeşi, acayiplikleri, serbestliği, hayal gücü, sansasyonelliği
ve rezaletleri ile bir halk panayırı, bir sirk havası katmasıdır.
O dönemki halk panayırları, sirkleri,
halk matinelerinin (sinema, tiyatro, konser, şiir) farklı bir yeri vardır. Üst
ve orta sınıfların, aydınların sanat âlemlerinden net bir sınıfsal ayrım taşır.
Tekelci kapitalizmin popüler kitle kültürü çerçevesinde, ucuz melodram,
gülmece, heyecan ile her şeyin kaba ve abartılı sergilendiği yerlerdir ama bir
yanıyla da emekçi sınıf damarının olduğu, kitlelerin kendini daha serbest hissettiği,
tartışma, forum, ajitasyon alanlarıdır.
Mayakovski bunu işleyip dönüştürerek
sanata, kitle sanatını da sarsıcı ve dönüştürücü hale getirerek bu alanlara
taşımıştır. Burada 20. yüzyılın sosyalist ve demokratik sanatında öncüsü olduğu
çok önemli iki yenilikten bahsetmek gerekir. Birincisi, melodram, gülmece, acayiplikler
gibi kitlelerin her daim ilgisini çeken popüler kültür öğelerini işleyip
dönüştürerek, eleştirel düşünce ve öğrenme ile birleştirmek. Eğlendirerek,
duygulandırarak, şaşırtarak, heyecanlandırarak düşündürme. İkincisi, bunları
sivriltici ve sonuna kadar götürülmüş imgelemler haline getirerek, egemen sınıf
ve ilişkilerin etkisi altındaki bilinç formlarını, duygu, düşünce ve değer
yargılarını, sarsmak. Bu yöntemler, 20. yüzyılın eleştirel sanatında çok önemli
bir rol oynamaya devam edecektir: Örneğin Charlie Chaplin ve Bertolt
Brecht
Ekim Devrimi sonrasında ve 1920’li
yıllarda Rusya ve Sovyetler Birliği’nde sık ve yaygın halk şenliklerinin; kitle
ajitasyon ve propagandası, siyaset, sanat, eğitim, aşağıdan katılım ve
inisiyatif, yaratıcılık, tartışma, forum, oyun, eğlenceyi birleştirerek,
kitlelerin sosyalist savaşım ve gelişimde çok önemli bir rol oynadığını da
belirtelim.
Mayakovski ve Shakespeare
Voltaire Shakespeare’in Hamlet’i üzerine
şunları söyler:
“Bu yapıtın sarhoş bir yabanılın fantezisinden doğduğu sanılabilir. Ama
İngiliz tiyatrosunu böyle saçma ve barbar kılan kaba biçim bozmalarında,
Hamlet’te, önemli kendine özgülüklerden başka, gerçek bir dâhinin yüce
düşünceleri bulunur.”
Voltaire’in bu sözüne atıfta bulunan
Engels, Shakepeare, der;
“Yüce ile aşağılığın, korkunç ile gülüncün, kahramanca ile parodinin
kendine özgü karışımıdır… Yalnızca ‘Şen Kadınlar’ın ilk perdesinde bütün Alman
yazınında olduğundan daha çok yaşam ve gerçeklik vardır…. Karşıtlık şuradaki,
Shakespeare çoğu kez teklifsiz bir tarzda çözümlerinin hakkından gelir ve buna
uygun olarak usandırıcı, ama gerçek yaşamda kaçınılmaz olan gevezeliği kısa
keser.”
Engels başka bir mektubunda,
Shakespeare’in “o çağın olağanüstü renkli plebyen toplumunun dünyasını”,
dramayı canlandıran ve gerçekçi kılan tümüyle yeni bir gereç haline getirdiğini
vurgular.
“Feodal bağların çözüldüğü o çağ boyunca ortaya çıkan özellikle
etkileyici tipler, aylak dilenci krallar, işsiz ücretli askerler ve her türlü
serüvenciler betimlenir…” ve bu tarihsel dramada büyük bir etki yapmakla
kalmaz, sınıfsal-toplumsal olarak son derece gerçekçi, canlı ve zengin bir arka
plan sağlar ve tarihsel-toplumsal-sınıfsal hareketleri gereğince
aydınlatır. (Marx, Engels, Yazın ve Sanat Üzerine-1, Sol yay.)
Mayakovski’nin Shakespeare’den
etkilendiğine veya esinlendiğine dair hiçbir kayıt yok. Fakat ikisinde ortak
olan, iki farklı çağ dönümünün, tarihsel-toplumsal arka planlarıyla,
çözülen gelişen açığa çıkan tüm sınıf ve kesimlerinden etkileyici tiplemelerle,
ince ile kabayı, yüce ile aşağılığı, korkunç ile gülüncü, destansılık ile alayı
iç içe geçiren, son derece zengin, canlı, gerçekçi ve teklifsizce bir
doğrudanlıkla yansıtılmasıdır.
Mayakovski ve Marx
Mayakovski öz yaşam
öyküsünde, “Marx’ın Önsözü kadar vurulduğum bir sanat yapıtı yok” der.
Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı’ya ünlü önsözü (Çev: Sevim Belli, Sol yay.):
“Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasi ve
entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey,
bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal
varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici
güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya
da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine
ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler,
onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.
İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst
eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim
koşullarının maddi altüst oluşu ile – ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak
saptanabilir- , hukuki, siyasi, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca,
insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri
ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi
için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş
dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde
tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın
çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki
çatışmayla açıklamak gerekir.”
Mayakovski, Marksist tarihsel-diyalektik
materyalizmin bu en temel teorik formülasyonunu kendisini en çok
etkileyen “sanat yapıtı” olarak tanımlamakla
kalmaz. Mayakovski’nin tüm sanatı gerçekte bunun üzerine kuruludur ve bu
çelişkinin kendi zamanında had safhada keskinleşmesinin ve proleter devrimlerle
çözülme zorunluluğunun ifadesidir.
Mayakovski’nin fütürizm dönemindeki
sanatsal uçlaştırma tutumu bile, bu çatışmanın artistik olarak bilincine
vardığı ve onu sonuna kadar götürmeye çalıştığı ideolojik biçimlerinden biridir.
Mayakovski, daha ilk devrimcilik ve
şairlik dönemlerinden itibaren Marx’ın bu önsözünü biliyor. Ve onu, aynı
zamanda, yeni çağın toplumsal edebiyat güçlerinin gelişiminin önünde engel olan
eski edebiyat anlayış ve prensiplerine karşı cepheden savaş açmak için
kullanıyor. Hatta Puşkin ve Tolstoy bile fütüristlerin bu “skandal” olarak
nitelenen saldırı ve alaylarından payını alıyor. Fütüristler eski edebiyatın
dokunulmaz ve tartışılmaz sayılan kült isimlerine ve eserlerine saldırmakla
kalmıyor, “Halkın Beğenisine Şamar” bildirgelerinden görülebileceği
gibi asıl eski edebiyat çerçevesinde, dünyayı bir algı, anlama ve anlamlandırma
tarzına, bir dünya görüşüne, eskimiş ve engelleyici bir yaşam ideali ve
normlarına saldırıyorlar. Sorun ettikleri yalnızca bir edebiyat formunun yerine
bir başkasını geçirmek değildir; ne düşünüldüğü ve hissedildiği
kadar nasıl düşünüldüğü ve hissedildiğini değiştirmektir. Başka
deyişle yalnızca edebi formu değil, asıl onun arka planındaki edebi üretim ve
yeniden üretim tarzını değiştirmektir. Bu “her şeyi altüst etmek isteyen
çocukça bir heves olmaktan çok, yeni çağın duygu, düşünce, estetik, beğeni
gelişiminin artık içine sığmaz hale geldiği eski artistik üretim tarzının
yıkılması ve ondan özgürleşmek iradesidir.” (Wölfflin)
Puşkin’i, Tolstoy’u alaya almak aşırılık
mı? Evet, ama her devrimde aşırılıklar olur. Sosyal ve siyasal devrimler gibi
onun bir bileşeni olan artistik devrimlerde de olur. Bu eskimiş ve toplumsal
ihtiyaçlara artık yanıt vermediği ve yanıt verilmesinin de engeli olduğu halde
halen dokunulmaz ve tabu özelliğini koruyan normları sarsmak, sınırları, eski
kalıpları parçalamak için gereklidir. Eskinin hâkimiyeti yıkılmadan
yeninin tohumları gelişmez.
Ardından bu ilk evrenin ölçüsüz
uçkunlarını bir düzeltme evresi gelir: Yeni gelişip kendi ayakları
üzerinde durmadan eski hakkıyla sorgulanamaz ve onda neyin yadsınacağı neyi
özümsenerek aşılacağı tam yerine oturtulamaz. Mayakovski gibi Nazım da
“Putları Yıkıyoruz!” kampanyasından bir süre sonra, olgunluk döneminde, bunun
bir özeleştirisini vermiştir. Fakat bu kökten yıkıcı hamleye girişmemiş
olsalardı, onlar yeni şiirin, sosyalist şiirin Mayakovski’si ve Nazım’ı
olamazlardı.
Mayakovski için tipik olan, daha pek
tanınmamış genç bir şairken, tüm edebiyat âlemini ve dahası dil uzattıkları ve
çöpe atılmasını istediklerinin bir çoğu “ulusal değer” kapsamında olduğundan
devleti, ve dahası halkın bunlara dönük bağlılığı ve bağımlı beğenisini
karşısına almak pahasına, böyle cüretkar bir harekete girişmesidir. Çünkü
Marx’ın Önsöz’ünü okumuştu! Çünkü toplumsal üretici güçlerin, yeteneklerin,
ihtiyaçların, arayış ve özlemlerin, artık bu eski edebi üretim kalıp ve ilişkilerine
sığmaz hale geldiğini, bunun sınıf mücadelesinin bir biçimi olduğunu ve yeninin
eninde sonunda kazanacağını biliyordu! Ve Engels’in çok önceden söylemiş
olduğu bir şeyi daha biliyordu: Aristokrasi gibi burjuvazinin de
alabildiğine muhafazakârlaşmış olduğu, her türlü köktenci yenilikten ödü
patladığı halde, işçi sınıfının özellikle de kendi sorun, istek, ihtiyaç ve
özlemlerine hitap eden yeniliklere her zaman daha açık olduğunu!
Yanılmadı! Bir süre sonra yeni durum ve
ihtiyaçları sezen, eski edebiyatta buna dair hiçbir şey bulamayan işçilerin de
sempatisini kazanmaya başladı. İşçilerin 1905 devriminin ağır yenilgisinden
sonra yeniden canlanmaya başlamalarının da bunda kuşkusuz etkisi vardı.
Mayakovski’nin bunu yaparken kullandığı yöntemler ayrıca tartışılır, fakat bir
şey var ki tartışılmaz: İnandığı dava yolunda tutkulu kararlı soluklu
yılmak bilmez savaşım gücü ve hangi toplumsal güce dayanacağını
bilmek! Mayakovski bütün gücüyle kitlelere, işçi sınıfına, onların değişen
dünyayı kendi istek ve özlemleri doğrultusunda anlama ve yeniden anlamlandırma
çabalarına hitap edecek, bir kitle şiiri üretim ve yeniden üretim tarz ve
ilişkilerini bulup çıkarmaya hasrederken, işçi sınıfı da yeniden canlanan
mücadeleleri içinde onu eğitti, olgunlaştırdı.
Mayakovski’nin en büyük sanat yapıtı olarak
gördüğü Marx’ın önsözü, birçok şiirine girmiştir. Lenin destanında burjuvaziyi
şöyle anlatır:
İnsan eti yedi,
insan kanı içti,
Şişti.
Kendi boyunu
aştı sonunda.
Çalışmaz oldu.
Niye? Köleleri çalışsın!
Ve koflaşıp serildi kaldı
tarihin yolunda
dünyayı kaplayan karyolasında.
Tıkadı bütün yolu geçidi,
bağlandı insanlığın eli kolu.
Onu havaya uçurmaktı,
kurtulmanın tek yolu!
Mayakovski ve Rusya edebiyatı
Aslında 19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Rus edebiyat ve sanatındaki -dünyada kısmen Fransa dışında bir benzeri
olmayan- görülmemiş canlılık ve evrensellik, bir bütün olarak bu çatışmanın
gelişiminin yoğunlaşmış artistik bir ifadesi ve yaklaşan devrimci fırtınanın
ifadesidir: Puşkin, Lermantov, Nekrasov, Blok, Gogol, Gonçarov, Şçedrin,
Çernişevski, Bielinski, Dobrolyubov, Çehov, Tolstoy, Dostoyevski…
Rusya’da bu müthiş edebi zenginliğin bir
nedeni, Çarlık otokrasisinin katı baskı ve sansürünün açık siyaset olanaklarını
sınırlandırması, siyaset, bilim, felsefe, ideoloji, sınıflar, arayışlar… hemen
her şeyin kendini edebiyat ve sanat içinden ifade etmek durumunda kalmasıdır.
Bu yüzden Rusya’da edebiyat ve sanat, büyük Fransız devrimi öncesindeki aydınlanma
felsefesi ve edebiyatının oynadığı kadar önemli bir rol oynamıştır. Nitekim
daha derindeki neden, Rusya’da çözülmemiş tarihsel toplumsal ekonomik
demokratik sınıfsal ve her düzeydeki sorunların çığ gibi büyümesi ve
çelişkilerin giderek keskinleşmesiydi. Lenin, Tolstoy’u demokratik devrimin,
yani köylülüğün (yarım) aynası sayar, ama gerçekte, tüm bu büyük sanatçılar bir
bütün olarak, toplumsal üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri ve üst
yapısı arasındaki, çeşitli sınıflar arasındaki büyüyen çelişki ve çatışmanın,
doğrudan veya dolaylı artistik, duygular ve düşünceler alemindeki
ifadeleriydiler.
Çünkü sanat, eskimiş toplumsal kurum ve
ilişki biçimlerinin gelişen yeni toplumsal ihtiyaçlara artık yanıt vermediğini,
-ancak bunun henüz yaygın ve gelişkin bir bilimsel kavrayış haline gelmediği ve
bunu değiştirecek bir toplumsal gücün de henüz tam anlamıyla kendini
gösteremediği koşullarda, genellikle bunu ilk sezen ve kendi yöntem ve
araçlarında da buna uygun yenilikler yaparak ilk ifade eden, buna dair ciddi
sorular sorarak çözüm aramaya çalışan, özgül bir etkinlik
biçimidir. Sanatı gerçek sanat yapan da budur. Rusya’nın tüm büyük ve
evrenselleşmiş sanatçılarının da, bu ön sarsıntılar ve büyüyen basınç
koşullarında, çok çeşitli sınıf ve kesimler, anlayışlar ve arayışlar ve canlı,
zengin, güçlü tipleştirmeler nezdinde, bu tarihsel-toplumsal durumu açığa
çıkarmak ve canlı tablolarını çizmektir. Çağ dönümlerinde İtalya’nın bir
Dante’si, İngiltere’nin bir Shakespeare’i, İspanya’nın bir Cervantes’i varsa, Rusya’nın
büyüyen kriz ve çağ dönümünde Danteleri, Shakespeareleri, Cervantesleri adeta
sayısızdır ve sanki topraktan fışkırmaktadır. Hissettikleri büyük ve yeni
tarihsel-toplumsal sorunları, çelişkileri, resmediş biçimleri ve vermeye
çalıştıkları yanıtlar, bulmaya çalıştıkları çözümler, yeni yaşam idealleri ne
olursa olsun, tam oturmayan, huzursuz, tedirgin, gergin bir bekleyiş hali…
Bu gibi yeni çağ dönümü sanatında ve
özellikle de Rusya edebiyatında epey tipik olan bir durum da şudur: Bir yandan
insanın dünyaya bakışının değişmesi, yeni bir duygu âlemin açılması, diğer
yanda ise artan toplumsal sıkıntı, huzursuzluk, iç gerilim… ile sanatçı ruhunun
yeni, yüce ve sonsuz olanın içinde erimek özlemi (Wölfflin). Bu, Dostoyevski’de
ve Tolstoy’un yaşlılık dönemi eserlerinde mistik, idealist, dinsel biçimiyle
çok belirgindir. Ama Gorki bile bir dönem “Tanrıkur”culuk akımına kendini
kaptırmaktan alamamıştır. Mayakovski’nin fütürizm dönemindeki şiirlerinde de,
yeninin devselliği ve maksimalist imgelemlerinde vardır. Ekim Devrimi
sonrasındaki şiirlerine de, şiirinin başlıca temasının ve kahramanın Ekim
Devrimi, Sosyalizm, büyük proletarya ve kitleler olmasıyla, yüce ve sonsuz olan
yeni yaşam ideali ve yaratıcılarının içinde vecd içinde duygusal olarak erime,
bütünleşme özlemi olarak kendini gösterir.
Ancak bunun Dostoyevski veya Tolstoy’dan
derin farkı, dini ya da mistik bir şey değil, son derece maddi, toplumsal,
canlı, yaşayan bir tarihsel ve kitlesel-öznesel bir yıkıcılık ve kuruculuk
etkinliği ve gerçekleştirilebilir bir yeni yaşam idealine, komünizme
adanmışlıktır: Ne pahasına olursa olsun hareket ve bu doğrultuda
ilerleme! Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrasındaki şiirlerinde, bu,
giderek ustalaştığı somut edebi çözümleme ve ilerletici halkaları gösterme ile
vecde varan maksimalizmi arasında sık sık bir gerilim olarak kendini gösterir.
Bir yanda Ekim Devrimi’nin, yeni bir yaşamın yüceliği ve devasa, sonsuz ufku
içinde eriyip gitme özlemi, diğer yanda gerçek durum ve bunun içinde bu
doğrultuda dişle tırnakla ilerleme öğelerini bulup çıkarma gereği… Bu ikisini
kaynaştırmayı başardığında, ortaya hakikaten insanın yüreğini hoplatan, başını
döndüren bir enerji patlaması ortaya çıkar. Gerçekliğin somut edebi yeniden
üretiminin de ateşi tutkulu gerçekçilik/gerçekçi düş gücü’dür.
Mayakovski’nin eski Rusya edebiyatıyla
hesaplaşmadaki keskinliği bu açıdan anlaşılabilir. Bu edebiyat, toplumsal,
siyasal, kültürel, bireysel her düzeydeki bunalımı hissetmiş ve yansıtmış, pek
çok şeyi sorgulamış, ancak yeni bir yaşam amacı ve bunu gerçekleştirecek
toplumsal güç konusunda ortaya hiçbir şey koyamamıştı. Koyamazdı, çünkü yalnız
mevcut edebi formlar değil edebi üretim ve yeniden üretim ilişkileri/tarzı,
buna elvermiyordu. Kitleleri, kitlelerin toplumsal çalışma, yaşam ve yönetilme
koşullarını, bunlardaki değişimi, en önemlisi de kitlelerin eylemlerini, maddi
üretimin ulaştığı gelişme düzeyi ve çelişkilerini kapsamına almıyordu.
Koyamazdı, çünkü bütün bunları değiştirecek asıl toplumsal güç, proletarya,
daha sınırlı bir oluşum sürecindeydi.
Bu edebiyat yine de büyük bir ilerleme,
sorgulayıcılık, tutkulu bir arayış, büyük bir birikim içeriyordu; fakat
Dostoyevski ve Tolstoy ile hem doruğuna çıkmış hem de kendi iç sınırlarına
dayanmış ve özellikle de 1905 devriminden sonra iç çelişkileri, geriye
kırılmaları belirginleşmişti. Bu iç sınır yalnızca kullanılagelen edebiyat araç
ve yöntemlerinde değil, asıl dünyaya bakış tarzlarında, en ilerisinin ufkunun
bile kapitalizm ve demokrasiyi aşamayışındaydı. Bu noktada Mayakovski’nin
en çılgın hareketlerinin bile, kişisel mizacından kaynaklanan özgüllükler ne
olursa olsun, onun başına buyruk ve keyfi yaklaşımları olmadığını,
toplumsal-maddi temelleri olan, “her çağın her şeyi kapsayan genel gelişme
ve değişimine tabi olduğunu” görürüz. Gündemde olan sosyalist kitle
edebiyatı, devrimin edebiyatıydı, ve Mayakovski’nin fütürizm yankı ve
sarsıntıları bile sadece buna bir hazırlık evresiydi!
Mayakovski ve Lenin Destanı
Türkçe’de ne yazık ki Mayakovski’nin
Ekim Devrimi sonrası şiirlerinin halen pek azı çevrilmiş durumda. Türkçe’ye
dünyanın bir çok büyük ve önemli şairinden seçme şiirleri kazandırmış usta
çevirmen Sait Maden bile, Mayakovski’nin Ekim Devrimi öncesi fütürizm dönemi
şiirlerini çevirmeye ağırlık verirken, Mayakovski’nin bu dönemini “çılgın,
isyankar, bağımsız, özgür” şiir diye tanımlarken, Devrim sonrası şiirleri için
“bağımsızlıklarını yitirdiler” deme pervasızlığını kendinde görebiliyor!
Mayakovski’nin devrim öncesi şiirlerinin önemine karşın, onun asıl Ekim
Devriminin, sosyalist devrimin, dünyanın halen görmüş bulunduğu en büyük devrim
ve sosyalizm deneyiminin en büyük şairi olduğunu düpedüz gözlerden gizliyor.
Tıpkı Nazım’ın komünist bir şair olduğunun gizlenmesi, komünist şiirlerinin
yayın tekelini elinde bulunduran Koç’un Yapı-Kredi yayınları tarafından
sansürlenmesi, düzen tarafından böyle evcilleştirilmek istenmesi gibi.
Mayakovski kendini asıl Ekim Devrimi’yle
buldu. Ekim Devrimi’nin dünyayı sarsan büyüklüğü, kesin olarak proleter
devrimler çağını açan yeni bir yaşam ufku, ileriye doğru attığı her adım kadar
çetin zorlukları ve sorunları da, en iyi ifadelerinden birini Mayakovski’de
buldu. Türkiye’de Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiir ve diğer sanat
çalışmalarının (tiyatro, sinema, resim, grafik, vd) büyük bölümünün
bilinmemesi, Ekim Devrimi’nin yeterince bilinmemesi demektir. Çünkü Ekim
Devrimi’yle birlikte açılan, kitlelerin, sınıfların, yeni eylemli duygu âleminin
(bir eylemli düşünce âlemi kadar) bilinmemesi demektir. Sosyal devrimin
yalnızca eski hükümet, iktidar ve mülkiyet ilişkilerini yıkmakla kalmayıp
hayatta eskimiş, çağ dışı kalmış ne varsa hepsine, eski yaşam tarzına da, eski
duygu ve beğeniler âlemine de, eski anlama ve anlamlandırma tarzına da son
verdiğini ve değiştirdiğini bilmemek demektir. Mayakovski’nin Ekim Devriminin
yalnızca tüm edebi-sosyo-psikolojik atmosferini yansıtmakla kalmadığını, Ekim
Devrimi’yle birlikte “çağlara, Tarihe ve Evrene” seslendiğini, çağın büyük
proleter devrimci gerçeğini dile getirdiğini bilmemek demektir.
Neoliberal kapitalizm ve postmodern
zırvalığı işçi sınıfına, sosyalizme, Ekim Devrimi’ne, yeni bir yaşam özlem ve
mücadelesine karşı on yıllardır öylesine bir kusmukçu saldırı yürüttü ki,
sosyalist sanat da bundan fazlasıyla nasibini aldı. Sosyalizme, sosyalist
proleter sanatına karşı on yıllardır süre giden karalamaları kabullenmek ama
sosyalist devrimciliğin ilk ve belki de halen en büyük şairini incelememiş
olmak da, Türkiye’nin pek “özgürlükçü” aydınlarının tuhaflığından biridir.
Öyleyse buyurun, ilk ve son sözü “yeni ve daha güzel bir dünya özlemi sona
ermiştir” olan post-modern edebiyatına: Cinci hocalara, sufizme, Şamanizme!
Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası
şiirlerinden Türkçeye çevrilmiş nadir biri olan Vlademir İlyiç Lenin destanının
burada bir değerlendirmesine girmeyeceğiz. Yalnızca Lenin’in ölümü üzerine
yazılmış şiirin, giriş bölümünden bir dizeyi vurgulamakla yetineceğiz:
Dünyada Lenin kadar canlı kimse yok!
Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümündeyiz
ve bugün külliyen çürüyen dünya ve Türkiye kapitalizmi karşısında, toplumsal
proletarya ve üretici güçlerin görülmemiş gelişmişliğiyle, yeni bir çağ
dönümünün eşiğindeyiz.
Keşke sadece bunun için okusaydınız
Mayakovski’yi!