Mahmut Boyuneğmez
“Eğer yazmam gerekirse, hem de iyi ve ayrıntılı bir
şekilde yazmam gerekirse, o zaman benim bildiğimi başkalarının da bildiğinden,
en azından bunu benim bildiğim gibi bildiklerinden kuşku duymam gerekir. İşte
sırf bu nedenle düşüncelerimi açıklarım. Ancak onların bunu bilmeleri
gerektiğini ve bilmelerinin mümkün olduğunu da varsayarım.”
“Feuerbach Üzerine Tezler’in ani parıltılarına
yakından bakan her filozof ışıktan irkilir, ama herkes bilir ki, bir şimşek
aydınlattığından çok göz kamaştırır ve geceyi parçalayan bir ışık parçasını
gecenin uzamına yerleştirmekten daha güç bir şey yoktur. Şeffaflıkları sahte bu
on bir Tez’in muammasını günün birinde elbette görünür kılmak gerekecektir.”
Feuerbach Üzerine Tezler (Tezler)’i, ilk kez okurken anlamak zordur. Bu durum gençler için olduğu kadar, erişkinler için de geçerlidir. Yayınlanması düşünülmediği için Tezler’in, okuyan herkesin anlayabileceği biçimde değil de, özlü bir biçimde yazılmış olması, onları anlama zorluğunun objektif boyutunu oluşturur. Marx bu notları, sonradan kendisine esin kaynağı olsun diye kâğıda döker: “Bunlar, sonradan işlenmek üzere çabucak kâğıt üzerine çiziktirilmiş, hiç de baskı için hazırlanmış olmayan yalın notlardır.” “Feuerbach üzerine Tezler” adı, Marksizm-Leninizm Enstitüsü tarafından konur. Tezler, Marx’ın 1844-47 tarihli ve “Feuerbach’a ilişkin” başlıklı “not defterleri”nde yer alır. Engels Tezler’i 1888’de Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitapçık içinde ek olarak yayınlarken, daha anlaşılır kılmak amacıyla üzerinde bazı değişiklikler yapar.
Marksist teoriyi öğrenme sürecinde, genellikle ilk okunan klasik metinlerden biri olan Komünist Manifesto’da daha net ve anlaşılır formülasyonlar bulunurken, Kutsal Aile, Tezler ve Alman İdeolojisi gibi daha erken dönemde yazılmış metinler için aynı durum geçerli değildir. Marx, Tezler’i 1845 baharında, muhtemelen Nisan ayında yazar. Kutsal Aile, 1844’ün son aylarında, Alman İdeolojisi, Kasım 1845’ten 1846 yaz aylarına kadar uzanan bir dönemde yazılır.[5] Bu iki eser, Marx ve Engels’in birlikte ürettikleri metinlerdir. Kutsal Aile, Tezler ve Alman İdeolojisi’ndeki formülasyonların anlamsal kesinliği daha azdır. Çünkü Marx ve Engels’in yazdığı bu metinler, düşüncelerinde bir netleşme, öncüllerinde bir sentez oluşturma sürecinin ürünleridir.[6] Bu eserlerde, yeni dünya görüşünün tohumu[7], bu görüşün embriyo hali yer alır.
Okurun Tezler’le düşünsel gelişiminin henüz tam olarak oturmadığı gençlik döneminde karşılaşmasıysa, onları anlama zorluğuna sübjektif bir boyut katar. Yine, öğrencilik yıllarında yetersiz tarih ve felsefe eğitimi alan bir erişkinin de, erken dönem Marksizm metinlerini okuduğunda tam olarak kavrayamaması anlaşılır bir durumdur. Bütün bunlar bir yana bırakılırsa, Marksist teori temel argümanlarıyla ve bütününde bir perspektif olarak kavranmadan, özellikle Tezler’in tümüyle anlaşılması mümkün değildir. Nasıl ki bilmecelerin cevabını bulmak için, verdikleri ipuçları çoğu kez yetersizdir ve daha geniş bir düşünme alanı içerisinde akıl yürütmek, cevap olduğu sanılan imgesel kıvılcımların ya da parıltıların, bilmecenin sunduğu bağlamla uyumlu olup olmadığını sınamak gerekir. İşte Tezler’in de öyle bilmecemsi özellikleri vardır; sundukları ipuçları, Marksist teorik sistem[8] içerisinde değerlendirilerek akıl yürütülmezse, anlamları tam olarak kavranamaz. Tezler’i anlamak ve yorumlamak için, Marksist teorinin temel önermelerini bilmek, bütünsel sağlıklı bir perspektifle bakmak gerekir.
Tezler Marx ve Engels’in düşüncesinin gelişiminde, süreklilik bağları içerisinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle özellikle Alman İdeolojisi ve Kutsal Aile’deki temel yaklaşımların bilinmesi gerekir. Alman İdeolojisi, Tezler’i bütünleyici ve açıklayıcı ifadeler, formülasyonlar barındırırken; Kutsal Aile, Tezler’i anlamaya yarayan yaklaşımlar ve kavramlar içerir.
Tezler’i tam olarak anlamak için bilinmesi gerekli olan
bir başka konuysa, Feuerbach’ın felsefesidir. Ayrıca, 18. yüzyıl materyalist ve
idealist filozofların düşünceleriyle, ütopik sosyalist düşünceler hakkında,
genel bir kanı oluşturacak kadar da olsa bilgi sahibi olunmalıdır.
Tezlerde yapılar var mı?
Tezler’i
tek tek ele alıp anlamlarını değerlendirmeye geçmeden önce, bir konuyu
tartışmak gereklidir. Bu konu, “Tezler’de
yapılar var mı?” sorusuna verilecek yanıtla ilişkilidir. Özellikle birinci,
üçüncü ve on birinci tezi değerlendirerek, Tezler’de
öznenin ve pratiğinin içerisinde gerçekleştiği bir “belirlenmişlik alanı” ya da
yapılar yoktur, “yalnızca ve yalnızca ‘koşullar’”dan bahsedilmiştir denebilir.
Bu yaklaşımı Çulhaoğlu şu şekilde ortaya koyar:
“Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’de kurduğu özne ve
öznellik, insan etkinliğini genel olarak “gerçekliğe” ve tarihsel gelişime
dolayımsız biçimde bağlayan, bu anlamda kestirmeci denebilecek bir özne ve
öznelliktir. Daha açığı şu: Gerçi Tezler’de duyumlu ve etkin bir özne, onun
eylemi ve pratiği vardır; ama bu duyumlu ve etkin özne ile onun pratiğinin
içine yerleştirilebileceği bir belirlenmişlik alanı yoktur. Marx, yalnızca ve
yalnızca “koşullar” demektedir. Özetle, ortada bir üretim tarzı, bu üretim
tarzına özgü üretim ilişkileri ve üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı yapılar
yoktur. Bu öznel insan etkinliği ile genel olarak tarih ve gerçeklik arasında
önemli bir boşluk bırakılması demektir (Marx daha sonra yapıları oluşturduğunda
ise, bu kez 1840’larda bıraktığı insan özneye dönmemiştir).”
Öyleyse, Tezler’den bir yılı aşmayan bir süre
sonrasında yazılan Alman İdeolojisi’ndeki
kavramların nasıl geliştirildiğini açıklamak sorun olur. Daha açık söylenirse; Alman İdeolojisi’ndeki “karşılıklı
ilişki biçimi”, “karşılıklı ilişki tarzı”, üretim tarzı, üretici güç,
ideolojiler, toplumsal bilinç, egemen sınıf, devlet gibi kavramlar, yani
“yapılar” hakkında daha kesin anlamlı kavramlar kullanılması, sürpriz bir
gelişme ya da bir tür “kopuş” olarak değerlendirilir. Eğer Tezler’de “yapılardan”
bahsedilmemiştir denecek ve bu notları yazarken Marx’ın düşüncesinde böylesi
yapısal öğelerin bulunmadığı da eklenecekse, birkaç ay içinde Marx’ın düşünsel
gelişiminde belirgin bir sıçramanın olduğu ve Alman İdeolojisi’nde bu sıçrama sonucunda toplumsal yapının
öğelerine yer verildiği de söylenmelidir. Buna karşın, Tezler’de “yapıların” açıkça işlenip geliştirilmesi söz konusu
değildir. Öyleyse, nasıl bir değerlendirme yapmak gerekir?..
Aslında Tezler’de “insan faaliyeti”, “pratik”,
“toplumsal ilişkiler”, “sivil toplum”, “belli bir toplumsal biçim” gibi kavramlar bulunur. “İnsanın özü,
toplumsal ilişkiler bütünü” olarak görülür. Marx’ın Tezler’i yazarken insanları ve faaliyetlerini belli bir toplumsal
biçim olan sivil/burjuva toplum içinde gördüğü kesindir. Bu saptama, Tezler’den
daha önce yazılmış olan Kutsal Aile’deki
değerlendirmelerden ötürü de söylenebilir. Kutsal
Aile’de burjuva/sivil toplum, temelde üretim açısından ele alınır. Buna
karşın, Tezler’de toplumsal yapının
öğelerinin tek tek açıklanmamış,
“üretim ilişkileri” kavramlaştırmasının henüz yapılmamış ve bu kavramdan yola
çıkarak toplumsal ilişkilerin tekil kavramlarda somutlaştırılmamış olduğu da
kesindir. Çulhaoğlu’nun anlatmak istediği de bu olmalıdır... Marx’ın yapıları
ayrıntılı biçimde çözümlediği eserlerindeyse, göreceli olarak daha soyut olan
insan öznesi yerine sınıflar, proletarya ve kapitalistler gibi terimleri daha
çok kullanmaya başladığı da belirtilebilir.
Yukarıdaki
yaklaşıma sahip Çulhaoğlu şu saptamayı da yapar: “Nesnellik ile öznel olanın
ilişkisinde, dışsallık ve kronoloji yoktur. Ne biri ötekinin dışında oluşur; ne
de biri zaman olarak ötekinden önce gelir.”
Bu saptamayı yaptıktan sonra, nesnel bir handikabın varlığından bahseder:
“Yaşanan somut süreçlerde karşılıklı geçişme ve
senkroni (eşzamanlılık) temel olsa bile, bu süreçlerin soyut çözümlenmesi ve
ifadesi, şöyle ya da böyle bir ayrıştırma (anlatımda, iki temel öge arasına
gerçek yaşamda olmayan bir mesafe konulması ve birinin ötekine bu anlamda
dışsallaştırılması) ve bir tür kronoloji (anlatımda, iki öğeden biri sanki
diğerini zaman olarak önceliyormuş gibi bir yol izleme) içerecektir.”
Bu argümanlar,
süreçlerin analizi yapılırken ve sunuş aşamasında geçerli olan bir kuralı
hatırlatır. Özetle bu kural, sunumda öznellik-nesnellik ikiliğinin kaçınılmaz
varlığını, başka deyişle tarihsel-toplumsal gerçekliğin bu iki boyutunun aynı
anda ifade edilmesinin olanak dışı olduğunu belirtir. Bu kural, elbette Tezler için de geçerlidir ve Tezler’in yazılmasından bir süre sonra
üretilen Alman İdeolojisi’nde artık
yapısal öğelerin ortaya konduğu gözlenir. Ayrıca, Feuerbach felsefesi ve başka
birtakım görüşler eleştirilip, ulaşılan düşünceler özlü biçimde ve muğlâk
anlamlarıyla yazılırken, toplumsal yapılara (örneğin devlet, hukuk gibi) tek
tek ve detaylı bir biçimde girilmemesi doğaldır. Çünkü Tezler belirli görüşleri eleştirmeye odaklanmıştır. Öyleyse şimdi, Tezler’in anlamını açıklamaya ve
eleştirilen bu görüşlerin neler olduğuna geçebiliriz.
1. Tez
“Şimdiye kadarki tüm materyalizmin –Feuerbach’ınki dâhil- başlıca
kusuru nesnenin (Gegenstand), gerçekliğin, duyumluluğun (Sinnlichkeit) duyumsal
insan faaliyeti, pratik (praxis) olarak değil, öznel olarak değil yalnızca
nesne (Object) ya da sezgi (Anschauung) biçiminde kavranmasıdır. Etkin yönün,
materyalizmin tersine, idealizm tarafından –ama yalnızca soyut olarak, çünkü
idealizm gerçek, duyumsal faaliyeti bu biçimiyle doğal olarak tanımaz-
geliştirilmiş olmasının nedeni budur. Feuerbach, duyumsal nesneler, düşünsel
nesnelerden (Gedankenobjecte) gerçekten ayrı nesneler ister; ama insan
faaliyetinin kendisini nesnel faaliyet olarak kavramaz. Bunun içindir ki,
‘Hıristiyanlığın Özü’nde, yalnızca teorik tutum, hakiki insan tutumu olarak
görülür, pratik ise ancak iğrenç Yahudice görünümüyle kavranır ve
sabitleştirilir. O nedenle de, ‘devrimci’, ‘pratik-eleştirel’ faaliyetin
önemini anlamaz.”
Feuerbach’ınki dâhil şimdiye kadarki tüm materyalizm türlerinde, “şey”, nesne, algılayan özneyle etkileşimi içerisinde; gerçeklik, insan öznelerin etkinliğini de içerecek şekilde; duyumluluk nesnel olan insan faaliyeti ve onun değiştirdiği gerçeklik arasında bir etkileşim olarak kavranmaz. Gerçekliğin, algıya konu olan şeyler, nesneler yanı sıra, nesneleri değiştiren, onlar üzerinde etkide bulunan, insan faaliyetlerini de içerdiği anlaşılmaz. İnsanların pratiği, eylemleri, faaliyetleri nesnel sayılmaz; bunların, gerçekliğin bir boyutunu oluşturdukları görülmez. Oysa duyumsama, algılama, düşünme, insanın gerçeği değiştirici ve dönüştürücü faaliyetleriyle birlikte oluşur. İnsan aktivitesinin, faaliyetinin kendisi, bu öznel faaliyet, aslında nesnel bir faaliyettir. Bu nesnel ve primer (birincil) faaliyetin sonucu, algı, duyum, düşünce şeklindeki sekonder (ikincil) yansımalardır. Nesne ve gerçeklik, etkileşim ve pratikle kavranır demekle, insanların, nesneyi, gerçeği, onunla etkileşime girerek, onlar üzerindeki değiştirici, dönüştürücü faaliyetleriyle kavradığı ve değişim-oluşum sürecine katıldığı, bu öznel boyutun da gerçek sürecin nesnel bir boyutu olduğu belirtilir.
Filozoflar arasında, özne ve nesne (düşünce ve varlık) arasındaki ilişkinin “edilgen yönü” olarak nitelenebilecek yanını, materyalist filozoflar işler. Bütün materyalizm türlerinde, nesne, “şey”, duyuların ve düşüncelerin kaynağı ya da temeli olarak değerlendirilir. Düşüncenin, düşünen insandan ayrılamayacağı da belirtilir. Ancak, özne ve nesne, bilinç ve varlık arasındaki iki yönlü etkileşim, öznenin edilgen olduğu ve nesnenin bu edilgen öznenin duyularına ve düşüncelerine yansıdığı kabul edilerek, tek yanlı bir biçimde kavranır. Nesnel gerçeklikteki değişim, insanın öznel pratiğiyle değişim sürecine katılması dışarıda bırakılarak soyutlanır. İnsanların, değişimi bu şekilde edilgenlikle kavradığı kabul edildiğinden, metafizik bir eğilimle, edindikleri sezgiler, duyumlar ve düşüncelerle pratiklerini oluşturdukları sanılır. Materyalistlerdeki bu tek yanlı eğilim, onları zorunlulukla şu sonuca götürür: İnsanlar sadece sahip olduğu fikirlerle, ideolojilerle harekete geçer ve pratiklerini oluştururlar. Feuerbach’ın felsefesindeki bu özelliği ele almadan önce, bu konuda bazı örnekler vermek yararlı olacaktır.
Günümüze, en
uzunları bir iki cümleyi geçmeyen, anlamları kapalı ve bilmecemsi olan,
toplamda yaklaşık olarak yüz otuz yedi adet parça “logos”’u ulaşabilen,
Efes’li, ünlü “karanlık” Herakleitos’un düşüncelerinde durum budur.
“Güneş her gün yeni./ Aynı ırmaklara girerler başka
ve başka sular akar. Ve ruhlar nemliden doğar./ Aynı ırmaklara gireriz ve
girmeyiz. Biziz ve değiliz./ Aynı ırmağa iki kez girilmez./ Ruhlar için ölüm,
suya dönüşmektir, su için ölümse toprak olmak. Su topraktan doğar, ruh da
sudan./ Yaşam bir çocuktur taşları sürüp oynayan. Bir çocuğun krallığı./ Tanrı,
gündüz gece, kış yaz, savaş barış, bolluk kıtlıktır. Değişir, nasıl buhurlara
karıştığında dileyen dilediği adla anarsa./ Aynı şeydir burada diri ve ölü,
yaşayan-ölen uyanıklığı ve uykusu, ki genç ve yaşlıdırlar. Çünkü bu şeyler
değişir, birileri ötekiler olur ve ötekiler yeniden değişip öncekilere döner./
Her şey ateşle değişilir ateş de her şeyle, altının mallarla, malların da
altınla değişilmesi gibi./ Soğuk ısınır, sıcak soğur, nemli kurur, kuru
ıslanır.”
Herakleitos,
“görünen”deki değişimi kavrar. Ancak bu değişim içerisinde insan pratiğinin
getirdiği değişim yoktur. Yer yer mistik deyişleri olsa da, “edilgen yönü”
kavradığı varsayılabilir. İnsanın öznelliği ve pratiğiyse, nesnelliğin ve
değişimin bir bileşeni olarak kavranmaz.
18. yüzyıl
İngiliz ve Fransız materyalizminde de “nesne-özne” ilişkisi kavranmamıştır. Bu
durum, toplumsal olgular yorumlanırken de geçerlidir.Koşullar ile “insan” arasındaki ilişkinin
kavranamamış olduğu, bu materyalistlerin öne sürdüğü şu türden önermelerden
anlaşılır: “Eğer insan koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları
insanal olarak biçimlendirmek gerekir.”
“Edilgen yön”, nesnel koşulların insanı biçimlendirmesidir; insanların,
kitlelerin koşullardaki değişimi tarihsel etkinlikleriyle sağladığı görülmez.
Bu nedenle, şunu çaresizlikle söylemek zorunda kalırlar: Koşullar düzeltilmeli,
ilerleme sağlanmalıdır; bunun için ilerletici fikirler yaşama geçirilirse,
koşullarda düzelme olacaktır. 18. yüzyıl “klasik Fransız materyalizmi”ni değerlendirirken
Engels şu şekilde yazar: “Bu materyalizmin (...) darlığı, dünyayı bir süreç
olarak, tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak kavramadaki yetersizliğidir.
Bu, o çağda doğa bilimlerinin ulaşmış oldukları düzeye ve bu doğa bilimlerine bağlı olan metafizik,
yani anti-diyalektik felsefe tarzına uygun düşüyordu.”
Aslında, önemli olan süreçlerin nasıl kavrandığıdır. Bu kavrayış, özne-nesne
ilişkisinin iki yönüyle kavranmaması nedeniyle de, anti-diyalektik sayılabilir.
İnsan pratiğinin, toplumsal gerçekliğin içerisinde değişimi sağlayıcı nesnel
faktör olduğu görülmediğinden, idealist bir eğilim oluşmaktadır. Görülmeyen
nokta şudur: Devrimci/ilerici fikirler, devrimci pratikler var olduğunda
üretilirler. Bu felsefi geleneğe gecikmeli olarak Almanya’dan yapılmış bir
katkı olan Feuerbach’ın geliştirdiği materyalizmde de, aynı “kusur” bulunur.
Şimdi,
Feuerbach’ın felsefesini mercek altına alıp, incelemeye geçebiliriz. Feuerbach
da, varlığı, nesneyi, insan zihnine yansıyan temel olarak, düşüncelerin temeli
olarak görür:
“Düşünme ile varlık arasındaki hakiki ilişki sadece
şudur: Varlık öznedir, düşünme yüklem. Düşünme varlıktan çıkar, yoksa varlık
düşünme’den değil. Varlık kendinden ve kendisi nedeniyle vardır –varlık sadece
varlık nedeniyle verilidir-, varlık nedenini kendinde taşır, çünkü sadece
varlık duyudur, akıldır, zorunluluktur, hakikattir, kısacası her şeydir.”
Burada
Feuerbach, bir materyalist olarak “varlığı”, somut, duyuma konu olan varlık
olarak değerlendirir. Varlık kavramına karşıt olan, kavramsal düzlemdeki
“hiçlik” değildir; maddi, nesnel, duyulur varlıktır: “Varlığın karşıtı
–Mantık’ın (Hegel’in eseri kastediliyor-MB) ele aldığı gibi, genelde- hiçlik değil, tersine duyusal, somut varlıktır. Duyusal varlık, mantıksal varlığı yadsır; biri
ötekiyle, öteki diğeriyle çelişkiye düşer.”
O’na göre, madde duyuların ve aklın kaynağıdır. Bu anlamda cevherdir, tözdür.
Ancak akıl ile madde birbirinden ayrılmamalıdır. Akıl ve madde, aralarında
uyumsuzluk, karşıtlık olsa da bir aradadır: “Madde, akıl için cevheri bir
nesnedir. Madde olmasaydı, akıl da düşünmek için bir uyarıma ve malzemeye, bir
içeriğe sahip olmazdı.”
Feuerbach’a
göre kavramları oluşturan duyulardır: “Niteliği düşünmeden önce hissedersin. Acı çekiş düşünme’den önce gelir.”
“Hava olmadan nasıl nefes alınamazsa, ışık olmadan görmek de mümkün değildir;
görmek ışığın tadıdır.”
Duyuların oluşması birey öznenin edilgenliği, nesnenin etkinliğiyle olur: “Ben semizdir, şişmandır –ancak bu, Ben
sadece bir etkinlik değil, aynı zamanda edilgenliktir, anlamına gelir. Ve
Ben’in bu edilgenliğini etkinliğinden türetmek ya da etkinlik diye göstermeye
çalışmak yanlıştır. Tam tersine: Ben’in edilgenliği nesnenin etkinliğidir.”
O’na göre, duyuların oluşmasındaki “edilgen yön” kabul edilmeden, iradenin,
aklın varlığı da kabul edilemez. Kavramları, düşünce nesnelerini, fikirleri
üreten duyulardır. Gerçeklik ile düşünceler arasındaki bağı sağlayan duyumdur.
Duyumsama üzerinde durulsa da, bunun sadece bir insan bireyinin faaliyeti
olduğu kabul edilir. Duyumsama hakkında söylenen şundan ibarettir; duyumsama,
duyular, nesnellikten öznelliğe doğru akışı oluşturur.
“Beden, Ben’in edilgenliğinden başka bir şey değil
de nedir? Sadece iradeyi, duyumsama gibi edilgen bir ilke olmadan nasıl
istihraç edebilirsiniz (çıkarsayabilirsiniz-MB) (anlam bozukluğu olan bu
cümleyi biraz değiştirdik-MB)? İradeyi, kendisine karşı çıkan bir şey olmadan
düşünmek mümkün değildir ve bu irade, istediği kadar ruhsal olsun her
duyumsamada, acı çekme olarak bir etkinlik değildir, ten olarak bir ruh
değildir, Ben-olmayan olarak bir Ben değildir artık”
Feuerbach,
duyumluluğun gerçek bir süreçle oluştuğunu, duyumsama sürecine ait bir olgu
olduğunu, bir bireysel faaliyet olduğunu kavrar. Duyumluluğu, bireyin duyumsama
faaliyetinin ürünü, kendisine nesnelerin verdiği sezgi olarak görür. Feuerbach,
hakikate ulaşmak için, düşünsel nesnelerden ayrı duyumsal nesneler ister. O,
felsefesinde, insan, doğa, sevgi gibi nesnelere, duyu ve duygulara değinir. Ancak,
bunları belli sabit biçimlerde, anlamları sabitlenmiş soyut kavramlar olarak
kullanır:
“Kendi gerçekliği içindeki ya da gerçek olarak
gerçek-olan, duyunun nesnesi olarak gerçek-olandır, duyusal-olandır. Hakikat,
gerçeklik, duyusallık özdeştir. Sadece duyusal bir öz, hakiki, gerçek bir
özdür. Hakiki anlamda bir nesne sadece duyular aracılığıyla mevcuttur, yoksa
kendi için düşünme aracılığıyla değil. Düşünme ile verili ya da özdeş nesne
sadece düşüncedir.”
Feuerbach,
gerçeğe, duyuma, şeye ne kadar vurgu yaparsa yapsın, yine de gerçeği,
varlıkları insan zihninde soyut biçimlerde var olan bir temsile, zihin
tarafından pasiflikle kavranmış ya da sezilmiş, kavramsal nesnelere, objelere,
bilgi halindeki gerçekliğe indirgemek zorunda kalır. “Duyuların sevk ve idaresi
altında felsefe yapılmalıdır.”demektedir.
Ancak O, isteğinin ve vurgusunun aksine, soyut, anlamı sabit kavramlarla
uğraşır durur.
Feuerbach’a
göre, gerçek ile düşünce, varlık ile bilinç, nesne ile özne arasında bir
karşıtlık, “çelişki” ya da uyumsuzluk vardır. Bu uyumsuzluğu ortadan kaldırmak
için duyuya, duyumluluğa önem verir. Ancak aklı, düşünceyi elbette yadsımaz.
Düşünceyle duyumluluk (sezgi) arasında bağ kurulursa, bahsedilen karşıtlığın,
uyumsuzluğun aşılacağını savunur. Feuerbach’ın duyumluluğa önem vermesinde,
“rasyonel mistik felsefe”, “akılcı teoloji”, “teolojik idealizm”
olarak nitelediği Hegel’in idealist felsefesini eleştirmesinin rolü vardır.
Duyumluluğa, sezgiye yaptığı vurguyu, Hegel’in spekülatif nitelikteki
felsefesine karşı geliştirdiği tepkinin ürünü saymak mümkündür.
Buraya kadar
yazılanlardan, şimdiye kadarki tüm materyalist filozoflarda ve Feuerbach’ta
gözlenen düşünsel “kusur”un ne olduğu anlaşılmış olmalıdır. İşte bu kusurlu
tutum, nesneye, gerçeğe tek yanlı yaklaşmaktır, tek yönlülüktür (edilgen yön).
Eski
materyalizmin bu özelliğinin karşıtı olarak, “etkin yön”, idealizm tarafından
geliştirilmiştir. İdealist filozoflar da, nesnelerin, gerçeğin duyumsanması,
düşünülmesi üzerinde durur ve bunu kendilerince sorgular. İdealizmde,
duyumsama, düşünme gibi öznel süreçler, gerçeklik olarak kabul edilir. Bir
idealist filozof düşünürken geliştirdiği kavramları ve duyumsama, algılama,
düşünme sürecinin kendisini, etrafındaki, dışındaki gerçeğe atfeder. Bu öznel
zihinsel faaliyetlerin, soyut biçimde nesnel, gerçek faaliyetler olarak
kavranmasıdır. Bu öznellikten nesnelliğe doğru kuruluş, ister istemez, soyut da
olsa, insanın hareketini, eylemini, deney yapmasını ele almaya yol açar. Bu
durumu örneklerle somutlaştırarak daha iyi anlatabiliriz.
Berkeley’in
yarı Latince, yarı İngilizce olan şu ünlü sözü anlatmak istediğimizi ortaya
koyar: “Their esse is percipi” (Şeylerin özü (varlığı) algılamadır; Latince
“esse est percipi”, varlık algılamadır). Burada, Berkeley her şeyi, nesneleri,
gerçeği, kendisinin, dolayısıyla her insanın algılama, düşünme süreci
içerisinde oluşturur. Öznel olan ve algılanan biçimleri, varlık olarak kabul
eder. Solipsizm (tekbencilik) tuzağına düşmemek için de, insani algıları ve
gerçeği evrensel bir zihnin (tanrı) algısı olarak kavrar.
Hume, deney ve
duyumun, izlenimleri oluşturduğunu, bunların her seferinde sadece konu edinilen
tekil ve özel olgular hakkında bilgi verdiğini, evrensel ve zorunlu olmadığını,
bu nedenle yanılsama (illüzyon) olduklarını belirtir. Örneğin soğutulan bir
sıvının donması olayında, soğuma ve donma arasındaki bağı, nedensel saymaz; bu
ilişkiyi, daha önce birçok donma olayını soğuma sonrasında görmemize bağlar.
Görüngüler arasındaki bağı, öznel kanımıza, çağrışımlara dayandırır. Deney ve
duyumun evrensel olmayıp, sınırlı sayıda olayla ilgili olması nedeniyle, nesnel
gerçekliğin bilinemeyeceğine, tümevarımla “doğru” bilgiye ulaşılamayacağına
varır.
Konumuz açısından burada önemli olan nokta, deney ve
duyumu soyut biçimde, ama bir öznel faaliyet, etkinlik olarak kavramasıdır.
Kant, analitik
yargıların yeni bilgi oluşturmadığını, sentetik (bireşimsel) yargılarla
bilginin oluştuğunu, salt aklın deney ve duyum olmadan kendi başına bilgi
oluşturamayacağını, aşkın (Almanca transzendent) bilgi olamayacağını, deneyden
ve duyarlıktan gelen verilere, sezgiden gelen zaman ve mekân biçimlerinin
katıldığını ve aklın bunları sentezlediğini belirtir. O’na göre, bilgi ne tek
başına duyuların ürünüdür, ne de tek başına usun... Kant, bilgiyi, duyuların ve
aklın birleşik ürünü sayar.
Kant kavramlarla, nesneler arasındaki bağı işte böyle kurar. Kant da, bir
idealist filozof olarak nesneyle özne arasındaki ilişkileri değerlendirirken,
soyut biçimde de olsa duyumluluğu, kavram oluşturma, düşünme işlemini, bir
süreç ve faaliyet olarak ele alır. Çünkü özne, felsefesinde merkezi önemde bir
öğedir. Deney ve duyuyu, bilgiyi oluşturucu bir öğe olarak hesaba katar.
Hegel’in
felsefesinde düşünce süreci olarak geliştirdiği diyalektik açılım, tarihsel
sürece karşılık gelirken, oluşturduğu felsefi sistem, sanki tarihin sonunu ilan
eder. Bu sistemde, açıkça ortaya konmuş mantıksal, soyut bir diyalektik, başka
bir ifadeyle oluşma ya da süreç vardır. Hegel felsefi sisteminde, fikirden
çıkıp fikirlere varmasıyla, somut bir tarihsel-zamansal doğa anlayışına değil,
mantıksal, ussal, soyut bir süreç anlayışına sahiptir.
“Hegel için
insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci –Hegel bunu ‘Fikir’ (‘İdea’)
adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve
mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve görüngüsel (phenomenal)
biçimidir.”
O, insanın
akıl yürütme sürecini nesnelleştirir. Felsefesinde eyleme, oluşmaya, tarihe,
hemen her şeye yer vardır. Hegel, tarih boyunca oluşturulmuş kavramları,
düşünsel bir süreçle birbirinden çıkararak, tarihi düşüncede oluşturur. Bu
zihinsel hareketi yapabilir, çünkü gerçeklikte bu hareket vardır. Hegel’in
getirdiği yenilik, doğadaki ve tarihteki gelişimi, mistik bir kurgu ya da
“metafizik bir imparatorluk biçiminde” de olsa, soyut da olsa, kavramasıdır.
O’na göre, dünyanın nedeni değil ama mantıksal sebebi vardır ve bu ussaldır.
Varlık aklidir ve tüm dünya aklın hareketine uyar.
Özetle,
insanın düşünme eylemi, soyut biçimiyle duyumsama faaliyeti, kavramları
birbirinden çıkarsaması işlemi, akıl yürütmesi gibi öznel süreçler, idealist
filozoflar tarafından gerçekliğe atfedilir. Böylelikle gerçeklik, soyut bir
biçimde öznenin nitelikleri esas alınarak kurulur ve kavranır. Bu işlem
boyunca, deney, insan duyuları ve eylemi gibi öznenin çeşitli özellikleri
incelenmiş olur. İnsana ait bu türden özellikler, öznel olan bu aktiviteler,
nesnelliğe ait bir aktivite ya da işleyiş olarak değerlendirilir.
Şimdi yeniden
Feuerbach’ın felsefesine dönebiliriz. Feuerbach, felsefesinde gerçeğin
bilinmesi için gerekli olan, müdahale edici, etkileyen ve değiştiren, kendisi
de tarih içinde değişen üretim pratiğini dikkate almadığından, insan, nesne
gibi öğeleri, öznenin, kendi zihninin (akıl ve duyum) algılamasına konu olan,
bu zihne yansıyan sabit bir nesnellik olarak görür. Feuerbach, gerçekte var
olan hareketi, insan öznelerin pratikleriyle, üretici etkinlikleriyle gerçeği,
dünyayı değiştirdiklerini ve böylelikle kendi algılarını, zihinsel, kavramsal
dünyalarını da değiştirdiklerini kavramaz. Materyalist bir filozof, kendisi ve
diğer insanlar için şunu düşünür; zihne yansımış, verili kavramlarla
düşünmekten ve bu düşünceleri dışa vurmaktan ayrı bir insani gerçeklik (öznenin
gerçekliği) yoktur. O’na göre, duyumun, düşüncenin oluşması, bir birey öznenin
edilgen kaldığı, nesnenin etken olduğu, bu anlamda edilgenlikle gerçekleşen bir
olgudur. İnsan pratiğinin, sadece düşüncelerin açığa vurulmasıyla oluştuğu
sanılır. Nasıl ki bir filozof olarak Feuerbach, nesnelerin kendisine verdiği
kavramlarla düşünmek, böylece doğru düşüncelere ulaşmak ve sonrasında bu doğru
saydığı düşünceleri insanlara benimsetmek istiyorsa; benzer şekilde, gözlediği
insanların da, sahip oldukları (doğru ya da yanlış) düşüncelerle, bilinçle
harekete geçtiğini ve pratiklerini oluşturduğunu sanmaktadır. Feuerbach,
insanların yaşamsal faaliyetlerini, aktivitelerini primer (birincil)
faaliyetler olarak ya da nesnel olarak kavramaz; insanı, sadece bilince, duyuya
ve duygulara sahip bir nesne olarak ele alır. Böylelikle insanları,
düşüncelerini, duygularını, “teorik
tutum”larını dışa vuran ve bu şekilde bir pratiğe sahip olan, duygu ve
düşünce sahibi nesneler olarak görür. O bir filozof olarak, kavramlarla
düşünceler geliştirerek, düşünceleri eleştirerek doğrulara, hakikate
varabileceğini sanmaktadır. Bu düşünceleri, edilgenlikle elde edilen soyut düşünsel öğeler ya da
algılayan bir zihnin sabit imgeleri saydığından materyalisttir. O, yansıma olan
düşünceleri yanlış ya da doğru kabul eder; eleştirerek vardığını zannettiği
doğru, hakiki düşüncelerle, metafizik soyut kavramlarla uğraşır durur. Onun
için, düşünceler, kavramlar ve sezgilerle uğraşmak demek olan “teorik tutum”, gerçeğin doğru bilgisine
ulaşmak için biricik, değerli yoldur.
Feuerbach, düşünerek, kavrayarak, duyumsayarak, bunları yaşamsal aktivitemiz
içerisinde hep eylemle birlikte yaptığımızı, böylelikle kendi gerçekliğimizi
oluşturduğumuzu ve doğru saydığımız bilgilerimizi, süreç içinde yanlış da
kılabileceğimizi fark edemez.
İnsan
konusundaki bu metafizik eğilim nedeniyle, Feuerbach’ın felsefesinde, pratik,
kaba bir biçimde, düşüncelerin, duyguların dışavurumu
olarak, diğer deyişle “pis Yahudice
görünümüyle” kavranır. O yüzden de Feuerbach için pratik, soyut, donmuş,
sabitleşmiş bir kavram olmaktan öte bir anlam taşımaz. O, toplumda, yaşamda
pratik, somut mücadelelerin, değiştirici ve dönüştürücü oldukları için sahip
olduğu eleştirel gücü, pratiğin devrimci ve eleştirel kapasitesinin önemini
kavramaz. Oysa siyaset, “pratik-eleştirel”
işleve sahiptir. Devrimci siyasetin, komünist mücadelenin, yani pratikteki
eleştirel faaliyetin önemini anlamamasının nedeni budur.
Örneğin,
Fransız devrimi sırasında, “özgür insan niteliklerinin” ya da “insan
hakları”nın tanınması, insanların bu konudaki düşünsel tutumlarının,
fikirlerinin bir dışavurumu olarak gerçekleşmemiştir. Aynı şekilde,
Feuerbach’ın din eleştirisi, felsefi insan-tanrıcı fikirleri de, dışa vurularak
pratikleştirilmemiştir. Bu düşünceler, belirli bir tarihsel gelişme düzeyinde,
belirli bir toplumdaki pratiklerin zemini üzerinde yeşeren düşüncelerdir. Genel
olarak söylenirse, insanların fikirleri ve teorik eleştirileri, toplumsal
pratiklerin doğrudan ya da dolaylı ürünüdür. Fikirler, tarih içerisinde
gelişir. Mutlak doğru olduğu varsayılan fikirler ve eleştiri sonucu ulaşılan
düşünceler yaşama geçirildiği için, toplumsal ilerleme olmaz. Fikirler, yani “teorik tutum”, bir kez oluşturulduktan
sonra, çeşitli pratiklere yön verir. Üstelik realist fikirler ve teoriler,
yaşama geçirilebilir, pratikleştirilebilir de. Ancak tarihin temel devindirici
gücü fikirler değildir. Tek yönlü bir biçimde, tarihsel pratikleri, nasıl
oluştuklarına bakmaksızın hâlihazırdaki fikirlerin uygulanmasının sonucu olarak
görmek, bir illüzyondur. İşte Feuerbach, felsefesiyle bu metafizik-idealist
eğilimi ya da illüzyonu dile getirir ve benimser.
2. Tez
“Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu,
bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin
gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini (Disseitigkeit) pratikte
kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği ya da
gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolâstik bir sorundur.”
Felsefi
düşüncelerin, tezlerin hakikiliği (doğru olup olmadığı, gerçeğe uygun olup
olmadığı) düşünce alanı içerisinde gösterilemez. Toplumsal pratiğin ürettiği
düşüncelerin hakikiliği (doğruluğu, geçerliliği, uygunluğu), yani gerçekliği ve
gücü, “bu dünyaya aitliği”, ancak
insanlarla, nesnelerle, dünyayla etkileşim içerisinde, pratik faaliyetlerle
genel bir anlamda sınanır, değerlendirilir. Bunu yapan insanlardır.
Bu noktada,
matematik ve felsefeyi karşılaştırabiliriz. Matematikte, teoremlerin ispatı
matematiğin alanı içerisinde kalınarak yapılır. Bu konuda bir tartışma olmaz,
çünkü matematikte sabit öncüller, herkes tarafından kabul edilen aksiyomlar vardır.
Matematik bu dünyadan, nesnellikten soyutlanmıştır (örneğin tam sayılar) ve
tarihsel gelişim içerisinde giderek özerkleşmiş, dünyada karşılığı olmayan
noktalara ulaşmıştır (örneğin karmaşık sayıların fiziksel gerçekte karşılığı
yoktur). Felsefe de matematik gibi özerkleşmiş bir düşünce alanı olarak
görülebilir, ancak felsefede herkes tarafından kabul edilen öncüller yoktur.
Öncüller ya idealizm ya da materyalizm adına sabitlenir ve bu yapıldıktan sonra
kendi içerisinde tutarlı bir felsefe sistemi geliştirilebilir. Her felsefe bir
başkası tarafından eleştirilebilir, ancak bu eleştiri tarihsel pratik içinde
gerçekleşir. Matematik bu dünyada somut birçok işe yarayan,
herkesin kabul ettiği bir dildir. Felsefeyse bu dünyada ideolojik işlevlere
sahip, toplumsal ilişkilere bağımlı bir düşünce etkinliğidir. Her ikisinin de
toplumsal gelişim içerisinde ihtiyaçlarla ilişkili, saptanabilir bir gelişim
tarihi vardır ve bu durum onların gerçekliğini oluşturur.
Şimdi de, bir
analoji yapalım. “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar”
döngüsünde, verili düşünsel alan içinde kalınarak “başlangıçta tavuğun mu yoksa
yumurtanın mı” var olduğuna karar verilemez. Sadece düşünerek “ilk önce tavuk
yumurtadan çıkmıştır” ya da “ilk önce yumurta tavuktan çıkmıştır”
önermelerinden hangisinin doğru olduğunu bulamayız. Önermelerden birini kabul
etmek, skolastik bir kabul edişe uygun düşer ve diğerinin reddine yol açar.
Burada, somut gerçek olan sürecin bir yönünün kavranıp, diğer yönünün göz ardı
edilmesi söz konusudur. Her iki önerme birlikte bir kısır döngü (fasit daire)
oluşturur. Bu düşünsel döngüde ne kümes, fol, horoz gibi somut öğeler vardır,
ne de bunların oluşturduğu süreçler tüm zenginliği ve bütünlüğü içerisinde
dikkate alınır. Bu döngüden kurtulmanın yolu, spekülatif düşünce sürecini
bırakıp, gözlerimizi yaşadığımız, gerçek dünyaya çevirmekten geçer. Böylece, skolâstik
felsefi düşüncelerden kurtulmak mümkün olur. İşte o zaman, tavuğun evrim
sürecinde nasıl oluştuğunu, yumurtaların nasıl üretildiğini vs. değerlendirmek
olasıdır.
Öyleyse
felsefeyi, ortaya konmuş felsefelerden yola çıkarak mercek altına alalım...
Duyularımızın gerçeği doğru biçimde yansıtıp yansıtmadığı ya da
düşüncelerimizin gerçek ve doğru olup olmadığı üzerine düşünmek, felsefe alanı
(“teori”) içinde hangi sonuçlara
varmıştır? Duyularımızın ötesinde bir şeyin var olup olmadığı bilinemez,
duyularımızın gerçeği doğrulukla yansıtıp yansıtmadığı bilinemez tezi (Hume) ya
da bilinemez bir kendinde-şey (Ding an sich; eşyanın özü, numen, karşıtı fenomen)
vardır tezi (Kant), Hegel idealizmi tarafından “bir bilinemez vardır” savının
çelişkili olduğu sergilenerek çürütülür. Bir bilinemezin veya kendinde-şey’in var
olduğunu ya da daha utangaç bir biçimde var olabileceğini söylediğimizde ya da
düşündüğümüzde, bilinemeze “varoluş” gibi zihni bir kategoriyi uygulamış oluruz
ki bu da onun sahip olduğu anlamla bir çelişki oluşturur.
Daha popüler bir şekilde ifade edilirse; gerçekliği utangaçça da olsa zihinden,
bilinçten bağımsız olarak kabul eden bu agnostisizm (bilinemezcilik), “gerçeğin
içinde bilinemezin var olduğunu nereden bilebiliyoruz?” sorusuyla
çürütülebilir. Öyleyse, “gerçek olan her şey ussaldır” önermesi kabul edilirse
bu çelişkili durum ortadan kaldırılır. Peki, ussal olan nedir? Bu soru Hegel
tarafından “ussal olan gerçektir” cevabıyla, ilk önermeyle birlikte bir döngü
oluşturarak yanıtlanır. Ancak, bu döngü oluşturan önermelerin yadsınması da
mümkündür. Örneğin bu tür önermeleri eleştiren Feuerbach’a göre, “hakikat,
gerçeklik, duyusallık özdeştir.”
Şunu da ekler: “Eski felsefe, sadece rasyonel-olan
hakiki ve gerçektir, derken, yeni
felsefe de, sadece insani-olan hakiki
ve gerçektir, der; çünkü
rasyonel-olan sadece insani-olandır; aklın
ölçütü sadece insandır.”
Bunlardan şu
sonuç çıkar; bütün bir felsefe (“teori”)
alanı içinde olanaklı birçok düşünce, sonu gelmez döngüler oluşturacak şekilde
türetilebilir. Ancak, bütün bu çeşitliliğe karşın, her felsefe madde ya da
düşünceden birini öncül olarak kabul etmek durumundadır. Buna göre bütün
felsefe türleri, ya materyalizm ya da idealizm cephesine katılır. Düşüncelerin
üretiminde yaşamın, yani eylemin, pratiğin kendisinden yola çıkılır, ama farklı
bir dünyaya geçilmez, yaşamın, eylem ve pratiğin içinde kalınır. Felsefi
ideolojiler, toplumsal pratik içerisinde ideolojik işlevlere sahip düşünce
(bilinç) biçimleridir. Onların içeriklerine bakarak hakikatli olup olmadıkları
söylenemez.
Geliştirilen
düşüncelerin, insanların pratiği tarafından ispatlanacağı, deneneceği,
geliştirileceği kabul edilmezse, spekülatif-metafizik bir düşünme alanının
içinde debelenilir. Düşüncelerin gerçekliği ya da gerçek-dışılığı konusundaki
tartışma, tarihsel pratikle bağlarını yitirdiği zaman, skolâstik alana, felsefi
inançla ilgili alana, filozofların tarih boyunca ürettiği sonu gelmez düşünce
döngüleri alanına girmemizi sağlar. Mutlak hakikate ulaşmış bir “teorik” düzlem varsayılabilir, ancak
bunun pratik geçerliliği yoktur. Çünkü tarihsel süreç içinde böyle arı,
değişmeden kalan kavramsal bir boyut görülmez. Yalnızca bir düşünüş biçimi,
birileri tarafından evrensel bir felsefi söylem olarak sunulabilir. Örneğin,
Hegel’in başı ve sonu olan düşünme sürecinden başka bir şey olmayan felsefi
sistemi, sadece düşünerek doğrulanamaz ya da yanlışlanamaz. Bu nedenle, skolâstik
biçimde ya kabul edilir ya da benimsenmez. Hegel’in
düşüncelerinin belirli bir toplumsal ve tarihsel pratik içinde, kendi döneminin
dünyasındaki somut karşılıklarıyla birlikte ele alındığında, bir “gerçekliği”
ve göreli “doğruluğu” vardır. Düşüncelerin “gerçekliği”, kendi varoluşunun
gerçeğinde, içinde bulunduğu toplumsal gerçekte oluşur. Bu dünyaya ait olmayan,
bu dünyadaki toplumsal süreçlere katılmayan, bir süreç ve etkileşim içinde
oluşmayan, kendi başına gerçek olan düşünceler yoktur.
Düşünmek,
kurgulamak, tasarlamak yaşamsal-gerçek, somut bir faaliyet olarak
kavrandığında, felsefi düşünce düzleminin sınırlarını görmek mümkün olur.
Tarihsel süreç içerisinde filozoflar ve diğer insanlar, dünya hakkında çeşitli
düşünüş biçimlerine sahiptir. Her kavramın insanların düşünce süreçlerinde bir
yeri olması, onların tarihsel olmaları anlamına gelir. Ussal olan her şey
(bilgi) tarihseldir, tarih içerisinde oluşur. Her olgu da tarihsel gelişim
içerisinde ussal olarak kavranabilir. İnsan, faaliyet, nesne, düşünce,
gerçeklik gibi öğeler, sadece yorumlanacak, üzerinde düşünülecek, teorinin
işleyeceği soyut kavramlar olarak değerlendirilirse (soyut bir diyalektikle
ilişkilendirilseler bile), metafizik bir felsefi tutum sergilenmiş olur. Tüm
tarih ve gerçekliği, ne kadar kapsamlı olursa olsun bir felsefenin içeriği ya
da düşünsel bir içerik olarak kabul etmek, ideolojik bir illüzyondur.
Felsefenin soyut kavramsal öğeleri, somut tarih içinde, toplumsal ilişkilerle
birlikte değişen toplumsal yaşama ait öğelerin yansımasıdır. Düşünmek,
yorumlamak, felsefe yapmak, toplumsal pratik içerisindeki edimlerdir ve bu
pratik tarafından çeşitli dolayımlarla birlikte de olsa koşullanır.
Feuerbach’ın
felsefesi dâhil eski materyalizmin başlıca kusuru, nesnel dünyayı, felsefenin
soyut düşünsel nesnelerinin dünyası olarak kavramasından kaynaklanır. Oysa
onların felsefi dünyaları, nesnel dünyanın, insan pratiğinin düşünsel bir
boyutudur. 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi ve materyalizmi, gelişen toplumsal
ilişkilerin ideolojik yansımalarıdır. Onların felsefelerinde yer alan ve 17.
yüzyıl metafiziğine (Spinoza, Leibniz vb.) karşı yöneltilen görüşler,
burjuvazinin dine ve kilise kurumuna karşı yürüttüğü mücadelenin
felsefi-ideolojik biçimdeki yansımasıdır.
Toplumsal konulara ilişkin yorumları da, gelişen sivil toplumun çeşitli
yönlerinin, (örneğin ticaret ve mülkiyet özgürlüğüyle, insan hakları
bildirgesinin yazılmasıyla sonuçlanan toplumsal pratik gelişmelerin) felsefi
bilinçle dışavurumudur.
Eski
materyalistler, felsefelerinin soyut kavramlardan oluşan dünyasıyla, kavramsal
dünyalarıyla, somut ve duyumsadığımız dünyayı açıklamaya (“yorumlamaya”)
çalışmış; ancak, felsefi düşüncelerinin, gerçekte değişerek var olan dünya
içerisindeki yerini ve düşünceleriyle gerçeklik arasındaki ilişkiyi, etkileşimi
yeterince değerlendirip, sorgulamamıştır.
Demek ki,
filozofların geliştirdiği düşünceler, yaşadıkları dönemin toplumsal gerçekliği
içerisinde bir anlama sahiptir. Bu anlam, onların ideolojik işlevidir.
İçeriklerine bakıldığındaysa, felsefi düşünceler, içerdikleri soyut
kavramlarla, toplumsal yaşamda doğrudan ispatlanabilir, pratikleştirilebilir
özellik göstermezler. Ancak tarihin genel bir sınamasından elbette geçerler.
Doğal ya da toplumsal süreçleri ve olguları doğru biçimde kavrayıp
kavramadığımızı anlamanın yolu, sadece ve sadece bu doğal ve toplumsal
süreçlere müdahale edebilmekten, onları kısmen de olsa yönlendirebilmekten,
denetleyebilmekten geçer. Doğa bilimlerinin izlediği bu yol, toplumsal ve
tarihsel sürecin incelenmesinde de kullanılabilir tek realist yoldur. Tarihsel
olguları ve toplumsal gelişmeyi kontrol altına alabileceğimiz,
tarihsel-toplumsal pratik tarafından sınanıp geliştirilen düşünceler
oluşturmak, toplumsal süreçlerin incelenmesinde tek geçerli realist yöntemdir.
Bu nedenle, ilerici bir siyasal pratik içerisinde geliştirdiğimiz düşünceler,
bu pratik aracılığıyla toplumsal-tarihsel süreçlere ilerletici biçimde yön
verebildiği, onları biçimlendirmemize izin verdiği ölçüde, realist bir
yaklaşıma sahiptir. Toplumsal hayatın bilimini oluşturmak, toplumsal hayatta,
örneğin siyasette devrimciliği zorunlu kılar.
3. Tez
“İnsanların koşulların ve eğitimin ürünü oldukları, dolayısıyla değişik
insanların başka koşulların ve farklı eğitimin ürünü oldukları biçimindeki
materyalist öğreti, koşulların insanların kendileri tarafından değiştirildiğini
ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. O nedenle, toplumu,
biri diğerinin üstünde yer alacak biçimde, iki kısma ayırmak zorunluluğuyla
karşı karşıya gelir. (Örneğin Robert Owen’da.)
Koşulların değişmesi ile insanın faaliyetinin değişmesinin örtüşmesi,
ancak altüst edici pratik biçiminde kavranıp ussal olarak anlaşılabilir.”
İnsanlar, koşulların ürünüdür. Koşullar ıslah edilirse,
başkalaştırılırsa, düzeltilirse, insanlar da değişir. Bu koşullardan biri de
eğitimdir. İnsanlar daha iyi ve farklı bir eğitimle (reformla) değişecektir.
Eğitimi, daha genel bir anlamda yorumlamak da mümkündür:
“Halvétius’e göre, insan her ne kadar eğitim
tarafından biçimlendirilmiş ise de (ve o eğitimden (...) sadece alışılmış
anlamda eğitimi değil ama bir bireyin varoluş koşullarının tümünü anlar), özel
çıkar ile genel çıkar arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak bir reform
kendini zorladığı zaman, insanın öte yandan böyle bir reformun gerçekleşmesi
için bilincinin dönüşmesine de gereksinmesi vardır: ‘Büyük reformlar ancak
halkların eski yasa ve alışkılar için besledikleri alık saygı güçten
düşürülerek gerçekleştirilebilir’ (...); ya da başka bir yerde dediği gibi
bilgisizlik ortadan kaldırılarak gerçekleştirilebilir.”
Bu görüşler
materyalist olmakla birlikte, eksikli değerlendirmelerdir. Condillac, Halvétius
gibi 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız materyalistlerinin toplumsal konulardaki
teorik görüşleri ve bunların geliştirilmiş, siyasal anlamda pratik karşılığı
olan, ütopik sosyalistlerin (örneğin Robert Owen) düşünceleri böyle bir özellik
gösterir. Bu düşüncelerdeki, “başlıca
kusurun” ne olduğunu aslında belirtmiş durumdayız. Kutsal Aile’de 18. yüzyıl materyalistleri hakkında şu belirlemeler
yapılır:
“İnsanların kökensel iyiliği ve eşit entelektüel
yetenekleri, deneyin, alışkanlığın, eğitimin, dış koşulların insan üzerindeki
etkisi, sanayinin büyük önemi, zevkin törelliği vb. üzerindeki materyalist
öğretiler irdelenince, bu materyalizmi zorunlu olarak komünizm ve sosyalizme
bağlayan bağları bulgulamak için büyük bir görüş keskinliğine gerek kalmaz
(...) Eğer insan koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insanal
olarak biçimlendirmek gerekir. Eğer insan, doğası gereği toplumcul (sociable)
ise, o gerçek doğasını ancak toplum içinde geliştirecek ve doğasının gücü tekil
bireyin gücü ile değil ama toplumun gücü ile ölçülecektir. Bu tezlere ve başka
benzerlerine, hatta en eski Fransız materyalistlerinde bile hemen hemen tıpatıp
bir biçimde rastlanır. Onları yargılamanın yeri burası değil.”
Tezler’de, “Onları” yargılamak
için ilk adım atılır. 18. yüzyıl materyalistlerini ve ütopik sosyalistleri,
daha sonra Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu (1885), Ütopik
Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm (1880) adlı eserlerinde, bu kez Engels
değerlendirir.
18. yüzyıl
materyalistleri ve ilk sosyalist-komünistler, sahip oldukları düşüncelerle,
toplumu iki kısma ayırmak zorunda kalır; toplumun bir kısmı diğerini eğitecek,
koşulları düzenleyecek ve düzeltecek, diğer kısmı da buna uyacaktır. Burjuva
(sivil) toplumdaki gelişmelerin ve Fransız Devrimi’nin doğurduğu bu düşünceler,
Aydınlanma felsefesinde, 18. yüzyılda geliştirilen materyalist ve idealist
felsefelerde, siyasal düşüncelerde yansımasını bulur. Örneğin Fransa’da Üçüncü
Kesim’in azınlıktaki kısmı olan burjuvazi ve onun öncülüğünde gerçekleşen
devrim boyunca yapılacak reformlar, köylüleri, sans-külot’ları ve nihayet
pre-proleterleri eğitmiştir. Bu düşünüş biçimi, eğiticilerin (siyasetçilerinin,
ideologların, felsefecilerin) de eğitilmesi gerektiğini ve koşulları sadece
düzeltenin (burjuvazi ve onun siyasal egemenlik aracı “modern devlet”,
hükümetler, örneğin jirondenler) değil, feodal ilişkileri köklü biçimde
değiştirenin (sans-külot’ların, köylülerin, devrime katılan kitlelerin) de
insanlar olduğunu unutur.
Oysa
koşullarla anlaşılması gereken, tarihsel ve toplumsal ilişkilerdir. Farklı
toplumlarda farklı düzenlenişe sahip ilişkiler ağı, değişik insan
davranışlarının ve eylemlerinin oluşumunda önemlidir. Ancak koşullar, insanlar
tarafından değiştirilir. Tarihi yapan belirli toplumsal ilişkiler, koşullar
içerisindeki insan gruplarıdır. “Dolayısıyla, ortam ve koşullar insanları
yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları
yaratırlar.”
İnsanın özü, değiştirebildiği toplumsal ilişkilerde aranmalıdır. Koşulların
insanlar tarafından değiştirilmesiyle, insanların yaşayış biçimleri ve
alışkanlıkları, zevkleri, dünyayı algılama biçimleri, kısacası toplumsal bilinç
biçimleri de değişir. “Eğiticileri eğiten”, düşüncelerin, ideolojilerin
değişimini sağlayan, koşulların değişmesi, insanların toplumsal ilişkileri
değiştirmesidir.
İnsanların hem
yaşamsal faaliyetlerindeki, hem de kendi koşullarındaki değişimin birbirlerini
karşılıklı koşullandırması, devindirici pratik süreç olarak kavranmalıdır.
Tarihsel hareket ya da süreç böyledir.
Tarihsel
pratik sürecin “dönüştürücü” olduğu gözetilmeden, insanın kendisinin ya da
faaliyetinin değişmesi (örneğin lonca kalfasının proleterleşmesi) ile
koşulların (toplumsal ilişkilerin ve yapıların) değişmesinin nasıl olup da
örtüştüğü kavranamaz. Bu örtüşme dönemleri, toplumsal
devrim dönemleridir.
Bu noktada,
Marx’ın daha sonra geliştireceği “üretim ilişkileri-üretici güçler”
kavramlaştırmasıyla “temel-üstyapı” kavramlaştırması akla gelmektedir. Burada
bu kavramlaştırmalar görülmez. Ancak Marx’ın, insanın üretici faaliyetiyle
toplumsal koşullar arasındaki ilişkiyi bu tezi yazarken kavradığını söylemek
mümkündür.
Bu tez’deki
ifadeler Marx tarafından sonradan geliştirilip netleştirilir. Netleşmenin sonucu
özetle şöyledir: İnsanların faaliyeti üretici güçler-üretim ilişkileri
bütünlüğü (çelişkili birliği) ya da sınıf savaşımları içerisinde
soyutlanabilir. Tarihsel gelişmenin itici gücü, en temelde bu çelişki ya da
savaşımdır. “Üretici güçler-üretim ilişkileri” kavramlaştırması, Alman İdeolojisi’nde belirmeye başlar ve
net olarak Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı’nın Önsöz’ünde ortaya
konur.
Öte yandan, Türkiye solunda yapılan değerlendirmelerin ve Marksizm’i öğretme
niyetiyle yazılmış el kitaplarının çoğunda, üretimin teknik bir süreç olarak
kavranıp, basit bileşenlerine ayrılması sonucunda, üretici güçlerin sabit
nesneler ve güçler olarak kavranması yanlışlığı yapılır. Bu kavramın insanları
da kapsayan bir anlamı olduğunu söylemek de yetersizdir. Üretim güçleri
arasında üretim ilişkileri vardır. Sermaye, kapitalist üretim sürecinde aktif
bir üretici değilse de, üretimde yer alan bir güçtür. Kapitalist üretim
ilişkilerinin çelişkili doğası, örneğin Felsefenin
Sefaleti (FS)’nde ve Kapital’de
açıklanır.
Bir yanda sermaye birikimi olurken, diğer yanda sefaletin, açlığın,
yoksulluğun, cehaletin, sağlıksızlığın vb. birikimi oluşmaktadır. Üretici
güçteki bu yoksunlaşma, genel bir eğilimdir ve bir kısım üretici gücün işini
yapabilmesi için eğitilmesi ve iyi koşullarda yaşaması da gerekir. Üstelik
sömürü ilişkileri olan üretim ilişkileri, üretici güçlerde oluşturduğu genel
yoksunlaşmanın sınıf mücadelesine yol açmasıyla, yoksunlaşma eğilimini
dengeleyecek karşıt bir eğilim de oluşturur. İşçilerin bütünsel insani
yeteneklerindeki yoksunlaşmaya ve sadece biyolojik ihtiyaçlarının
karşılanmasına yönelen eğilimle birlikte, insanın üretici pratiğinin iyiden
iyiye sınırlanması, onları sarıp sarmalayan ideolojik düşüncelerin devasa
boyutta bir çeşitlilikle oluşumuna yol açar. İnsanlar genel olarak hayvani
nitelikleriyle sınırlanmaya doğru itilirken, düşünceleri, duyguları ve
davranışları bin bir çeşit ideolojik motifle örülür. Bilimsel faaliyet, teknik
gelişme, eğitim, sanat ve bir ölçüde siyaset, büyük insan kitlelerinin
denetiminden çıkmış, onları denetlemenin araçları olmuştur. İdeolojilerin
oluşumunda fetişleştirmenin kökeni
buradadır. Bu köken siyasete, sınıf savaşımına da yol açmasıyla, komünist düşüncelerin
ve sonunda insan yeteneklerinin özgürce gelişmesinin, sömürüden, muhafazakâr
ideolojilerden kurtuluşun da temelini oluşturur.
4. Tez
“Feuerbach, dinsel kendine-yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri
dinsel, tasarlanmış dünya, ötekisi gerçek dünya olmak üzere ikileşmesi
olgusundan hareket eder. Onun uğraşısı, dinsel dünyayı, cismani temeline
oturtmaktan ibarettir. Ama bu uğraşı sonuca ulaştırdığında, yapılması gereken
esas işin hala el atılmayı beklemekte olduğunu görmez. Cismani temelin kendi
kendinden koparak, özerk bir krallık gibi, bulutlara yerleşmesi olgusu, ancak
bu cismani temelin içsel çekişmesi ve iç çelişkisiyle açıklanabilir. Öyleyse bu
da ilkin kendi çelişkisi içinde anlaşılmalı ve ardından da bu çelişkinin
kaldırılmasıyla pratik içinde devrimcileştirilmelidir. Demek ki, örneğin
dünyevi ailenin, kutsal ailenin gizi olduğu bir kez keşfedilince, bu kez de bu
birincisinin teorik olarak eleştirilmesi ve pratik olarak altüst edilmesi
gerekir.”
Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü (1841) adlı eserinde
dinsel “yabancılaşma”yı ortaya koyar:
“Din, en azından Hıristiyanlık dini, insanın
kendisiyle daha doğrusu kendi esas varlığıyla olan ilişkisinin ifadesidir;
ancak insan, esas varlığıyla başka bir varlıkmış gibi ilişki kurar. Kutsal
varlık, insanın kendisinden başka bir şey değildir; başka bir deyişle, bireysel
varlığın sınırlarından soyutlanmış (halinden –MB) veya gerçek, cismi ve
kendisinin dışında bir varlık olarak nesnelleştirilmiş insandan başka bir şey
değildir. Kutsal varlıkla ilgili tüm saptamalar, bu nedenle, insanın varlığıyla
ilgili saptamalardır.”
Feuerbach, Geleceğin Felsefesinin İlkeleri (1843)
adlı eserinde bunu tekrarlar. “Dinsel kendine-yabancılaşma” olgusudur yine konu
edilen:
“Tanrı, genel teolojinin nesnesidir, hem de herhangi
başka duyusal bir nesne gibi; ama aynı zamanda yine onun öznesidir, hem de
insani özne gibi: Tanrı kendi dışındaki şeyleri yaratır, kendisiyle ve başka,
kendi dışında var olan özlerle ilişki içindedir, kendini ve aynı zamanda başka
özleri sever ve düşünür. Kısacası, insan kendi düşünce ve duygularını tanrının
düşünce ve duyguları, kendi özünü, kendi görüş açısını tanrının özü ve görüş
açısı haline getirir.”
“Yabancılaşma”
olgusundan hareketle O, dünyanın, dinsel-tasarlanmış dünya ve gerçek dünya
şeklinde ikileşmesini ortaya koyar:
“İnsanın varlığında olmayan, onun kendi bilinci ve
dünya bilinci içinde yer almayan hiçbir şey, dinin esasları arasında yer almaz.
Dinin kendine özgü bir içeriği yoktur. Roma’da korku ve endişe duyguları için
tapınaklar inşa edilmişti. Hıristiyanlar da, zihinsel durumlarını varlıklara ve
varlıkların niteliklerine, baskın duygularını da dünyaya egemen olan güçlere
çevirmişlerdi. Kısacası, varlıklarının –bildikleri ya da bilmedikleri-
niteliklerini, bağımsız birer varlık olarak düşünürler. Şeytanlar, cinler,
cadılar, hayaletler, melekler vs., dinsel yaradılışın insan aklı üzerindeki
etkisi devam ettiği sürece kutsal varlıklar olmaya devam edeceklerdir.”
Feuerbach,
dinsel açıklamanın dünyevi, nesnel temellerini sadece sezer. Bu temeller
üzerinde durup, onları incelemez:
“Gereksinim ve ıstıraptan doğan zorluklarla mutluluk
tasarımı ve duygusu birbirinden ayrılmaz. Mutluluk, sadece mutsuzluğun karşıtı
olarak bir realitedir. Tanrıyı doğuran, insanın çektiği sefalet, yoksulluktur.
Tanrı tüm belirlenimlerini yalnız insandan alır. Tanrı, insanın olmak istediği
şeydir; insanın, gerçek öz olarak tasarlanmış kendi özü, kendi ereğidir.”
O’nun
uğraşısı, “dinsel dünyayı, cismani-laik temeline oturtmaktan ibarettir”:
“Hıristiyanlık yadsınmıştır –akılda ve yürekte,
bilimde ve yaşamda, sanatta ve sanayide yadsınmıştır; radikal, bir daha
düzelmez, geri alınamaz bir şekilde yadsınmıştır, çünkü insanlar artık
hakiki-olanı, beşeri-olanı, kutsal olmayanı benimseyip, özümsemiş, böylece
Hıristiyanlığın elinden tüm muhalefet gücünü almıştır. Bugüne kadarki yadsıma
bilinçsizdi. Bu yadsıma, bugün ya da ileride, insanın en önemli itkisinin, yani
politik özgürlüğün önündeki engellerle Hıristiyanlık birbirine daha çok
karışınca, bilinçli, iradeli, dolaysız ulaşmaya çalışılan bir yadsımaya
dönüşecektir. Dinin bilinçli yadsınışı, yeni bir çağın, yeni, açık yürekli,
artık dinsel olmayan, Hıristiyanlığa kesinlikle karşı bir felsefenin
zorunluluğunun esasını teşkil etmektedir.
Felsefe artık dinin yerine geçer; ama böylelikle
tamamen değişik bir felsefe de eski felsefelerin yerine geçer. Bugüne kadarki
felsefe dinin yerini tutamazdı; o felsefeydi, ama din değildi, dini yoktu.
Dinin has özünü kendi dışında bıraktı, kendini sadece bir düşünce biçimi olarak
savundu. Felsefenin, dinin yerine geçmesi gerekirse, o zaman felsefe dine dönüşmek,
dinin özünü teşkil eden şeyleri, felsefeden önce dinin sahip olduğu şeyleri
uygun bir tarzda kendine katmak zorunda kalır.”
Yine de,
Feuerbach “yapılması gereken esas işin hala el atılmayı beklemekte olduğunu
görmez.” Dinsel açıklamanın oluşumu, ancak gerçek dünyadaki çelişkilerle
açıklanırsa materyalist ve dolayısıyla bilimsel olunur. Çünkü bu durumda sonuç
değil, neden kavranır ve nedenin ortadan kaldırılmasının yolu görülür. Bu
noktada, Marx’ın, bu düşünceye daha önce, 1843 Aralık-1844 Ocak aylarında
yazdığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi. Giriş’ adlı makalesinde ulaştığını belirtebiliriz:
“Dinin eleştirisinin temeli şudur: İnsan dini
yaratır, din insanı yaratmaz. Din, gerçekte henüz kişiliğini kazanmamış ya da
kazanıp kaybetmiş insanın kendine saygısı ve kendi bilincidir. Ama ‘insan’,
dünyanın dışında sürüklenip duran soyut bir varlık değildir. ‘İnsan’, insanın
dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine dönmüş bir
dünyadır ve tersine dönmüş bir dünya anlayışı olan dini doğurmuştur. Din bu
dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özeti, popüler mantığı, manevi
şerefi, heyecanı, ahlak yaptırımı, ciddi ve kasvetli bir temaşası ve genel
avuntu ve mazeret kaynağıdır. O, insanın hayali bir gerçekleşmesidir, çünkü
insan hiçbir doğru gerçekliğe sahip değildir. Dine karşı savaşım, dolayısıyla
ruhsal karakteri din olan dünyaya karşı savaşımdır.
Dinsel acı çekmek, aynı zamanda hem gerçek acı
çekmenin bir dışavurumu hem de gerçek acı çekmeye karşı bir başkaldırmadır.
Din, baskı altındaki yaratığın umutsuz soluğu, kalpsiz bir dünyanın
duyarlılığıdır. Gerçekte, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.
Halkın aldatıcı mutluluğu olan dinin ortadan
kaldırılması, onların gerçek mutluluklarının istemidir. Onların yaşama koşulları
hakkındaki hayali terk etmeleri istemi, hayali zorunlu kılan yaşama koşullarını
terk etmeleri istemidir. Bundan dolayıdır ki, dinin eleştirisi, gizil güç
olarak, halesi din olan gözyaşları vadisinin eleştirisidir.”
Yıllar sonra Kapital’de ise, belirtilen ilkenin, şu
şekilde yeniden ifade edildiği de görülür:
“Dinin imgesel yaratıklarının bu dünyadaki özlerini
inceleyerek bulmak, aslında, tersinden giderek, yaşamın gerçek ilişkilerinden
yola çıkarak, bu ilişkilerin kutsallaştırılmış şekillerini bulmaktan çok daha
kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolayısıyla biricik
bilimsel yöntemdir.”
Dünyaya ait
olan çelişkilerin dinsel, manevi dünyanın yaratıcısı olduğu görüldükten sonra,
dünyevi olanın çelişkileri kavranır kavranmaz, bu çelişkinin ortadan
kaldırılmasının yolları görülmelidir. Dinin varoluşu, dünyevi ve toplumsal bir
olguysa, bu dünyanın, toplumun teorik olarak eleştirisi yapılır ve bu eleştirel
faaliyetin pratikte gerçekleşme koşulları anlaşılır. Öyleyse, bu doğrultuda
çalışılması gerekir. Eleştiri ve devrimci pratik birbirinden ayrılamaz.
Eleştiriyle ulaşmak istenilen amaca, ancak pratikte çözüm oluşturularak
varılabilir.
Marx’ın, dine
karşı savaşımın, onu yaratan dünyaya karşı savaşım olarak yapılması gerektiği
yönündeki düşüncesi, Alman İdeolojisi’nde
de işlenmiştir. Alman İdeolojisi’nde,
genç-hegelciler’in din konusundaki tutumları bu bakış açısıyla eleştirilir.
Genç-hegelciler, “tumturaklı laflarla” (dinle) savaşmak isterken, “dünyanın
yalnızca tumturaklı laflarına” karşı savaş açtıklarından, gerçekte var olan ve
dini üreten dünyaya karşı savaşmış olmaz. Bunlar, sadece yeni tumturaklı laflar
üretir.
Dinin
toplumsal hayattan tamamen silinmesi, dini kavramların eleştiriyle kafalarda
yok edilmesi veya insanlara eleştirel düşünme yöntemini kazandırmakla
gerçekleşmez. Bunun için, toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi gerekir.
Dolayısıyla, bizim tarih anlayışımız;
“(...) pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin
oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar; bu yüzden de, bütün bilinç biçimlerinin
ve ürünlerinin zihinsel eleştirisi sayesinde, (...) çözümlenemeyecekleri, ama
bu idealist saçmaları doğuran somut toplumsal ilişkilerin pratik olarak
devrilmesiyle yok edilebilecekleri sonucuna varır. Tarihin, dinin, felsefenin
ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir.”
Bu noktada,
Marx ve Engels’in din konusunda hayatları boyunca, 1844 yılında yayımlanmış
olan Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi. Giriş adlı makaledeki yaklaşımı temelde koruduklarını
belirtelim. Ancak, sonraki eserlerinde dinin tarih içerisindeki gelişimini ve
oluşum mekanizmasını daha ayrıntılı ve yetkin biçimde değerlendirdikleri de
vurgulanmalıdır. Bu konuda ulaştıkları düzeyin gelişkinliği, Kapital’deki ve Anti-Dühring’teki ilgili yerlere bakılarak görülebilir.
5. Tez
“Soyut düşünceyle tatmin olmayan Feuerbach, duyumsal sezgiye başvurur;
ama duyumluluğu, duyumsal-insanın pratik faaliyeti olarak kavramaz.”
Bu tez,
aslında birinci tez’in belirli bazı yönlerinin tekrarı olarak görülebilir. Bu
nedenle, bu tezi açıklama çabasında bazı tekrarların yapılması kaçınılmazdır.
Ancak burada, Feuerbach’ın felsefesi hakkında daha önce değindiğimiz
saptamaların genel bir sunumunu yapmak için de, uygun fırsatı yakalamaktayız.
Daha sonraki tez’lere geçmeden önce, belirli bir netliğe ulaşmak, böylelikle
mümkün olacaktır. Feuerbach’ın materyalizmi hakkında genel ve derli toplu bir
değerlendirmeyi şu şekilde ortaya koyabiliriz:
i. Feuerbach, felsefenin soyut
kavramlar dünyası içinde akıl yürütmekten, soyut düşüncelerden tatmin olmaz.
Bunu aşmak ister. “Duyum”, “duyusal olan”, “duyumsal sezgi (duyumsal görüş)”,
“duyumsal varlık”, “duyumsal bilinç”, “duyumsal bilincin nesnesi olan varlık”,
“gerçek varlık”, “söylenemeyen” türünden kavramları sıkça kullanır. Bunlarla
“düşünce nesneleri”, “mantıksal olan”, “katışıksız varlık”,
“düşünülmüş varlık”, “düşünce” vb. arasında bir “çelişki” ya da “uyumsuzluk”
olduğunu vurgular.
Duyulara,
duyumluluğa verdiği önem felsefesinin her yerine sinmiştir. Ancak duyumluluğu
soyut biçimde kavrar. Duyumluluğu öylesine abartır ki, onu varlığın kanıtı
sayar:
“Sevgi tutkudur ve varoluşun simgesi sadece
tutkudur. İster gerçek ister olası olsun sadece tutkunun nesnesidir var olan
(...) Duyumsamalarda, hatta günlük, sıradan duyumsamalarda bile en derin ve en
yüce hakikatler gizlidir. Sevgi de, kafamızın dışında bir nesnenin varoluşuna
ilişkin hakiki ontolojik bir kanıttır. Varlık’ın kanıtı, sevgiden, genel olarak
duyumsamadan başka bir şey değildir. Varlığı sana sevinç, olmayışı da keder
veren şey mevcuttur sadece. Nesne ile özne, varlık ile olmayan arasındaki fark,
hem sevindirici hem de keder verici bir farktır.
Yeni felsefe sevginin hakikatine, duyumsamanın
hakikatine dayanır. İnsanlar yeni felsefenin hakikatini sevgide, genel olarak
duyumsamada kabul ve itiraf ederler. Yeni felsefe, tabanıyla ilişkisi içinde,
duyumsamanın bilinç düzeyine çıkarılmış özünden başka bir şey değildir; o her
insanın –gerçek insanın- yürekten onayladığı şeyi sadece akılda ve akılla kabul
eder. O, anlak (akıl –MB) düzeyine çıkarılmış yürektir. Yürek, soyut metafizik
ya da teolojik değil, gerçek, duyusal nesneleri ve özleri ister.”
ii.
Feuerbach’ın felsefesinde var olan gerçeklik, büyük ölçüde değişimi içerisinde
ele alınmaz. Oluşturulan gerçeklik bilgisinde değişim, oluşma, ilerleme
türünden kavramlara gereken yer verilmez. Duyumsama, bireyin nesne tarafından
etkilenmesidir ve burada diyakroniye yer yoktur.
iii.
İnsanların gerçekle etkileşimini, gerçeği değiştirici aktivitelerini hesaba
katıp, algının, duyumsamanın, düşünmenin toplumsal pratik (temelde üretim
pratiği) tarafından oluşturulduğunu göremez. Düşünmeyi bireyin düşüncesi,
duyumsamayı bireyin duyumluluğu olarak görür. Gerçeğin ya da gerçekteki
değişimin bir boyutu olan ve ayrıca gerçeğin kavranmasında, duyumsanmasında
temel olan toplumsal praksisi (deney ve çalışma, üretim, üretici etkinlik),
insanların pratiğini algılamaz. Bu özellik, gerçekliğin, tarihsel-toplumsal
süreç göz ardı edilerek dikkate alınmasıdır. Bugüne kadarki tüm materyalist
filozoflarda da görülen bu “kusur”lu tutum, nesneye, gerçeğe tek yanlı
yaklaşmaktır, tek yönlülüktür.
Feuerbach,
duyumsama ya da duyumluluğun kendinden menkul bir şey olmadığını, duyumsayanın
insan olduğunu, duyumluluğun insana ait bir özellik olduğunu bilir. Ancak,
“gerçek tarihsel insan”ı, aktivitesiyle, pratiğiyle etki oluşturan insan
kuşaklarını, duyumluluğu üretici etkinliğiyle oluşturan insanların toplumsal
dünyasını göremez. “Feuerbach’ın yanlışı (...) son tahlilde, duyumsal dünyayı,
ona filozofun ‘gözleri’yle, yani filozof
‘gözlükleri’yle bakmadan ele alamayışıdır.”
“İtiraf edelim ki, Feuerbach ‘katıksız’
materyalistlere* göre, insanın da bir ‘duyumsal nesne’ olduğunu fark etmek gibi
büyük bir üstünlüğü vardır; ama burada da yine teori alanında kalıp, insanları
verili toplumsal bağlamları içinde, mevcut yaşam koşulları içinde ele
alamadığından ötürü, insanı ‘duyumsal faaliyet’ olarak değil de, yalnızca
‘duyumsal nesne’ olarak ele alıyor olması bir yana, gerçekten var olan,
faaliyet halindeki insanlara da hiçbir zaman varamıyor, ‘insan’ soyutlamasını
aşamıyor ve bu insanı duyulara sahip ‘gerçek, bireysel, etten kemikten insan’ın
ötesine götüremiyor (...) Güncel yaşamın koşullarının eleştirisini yapmıyor. Bu
yüzden, duyumsal dünyayı, onu meydana getiren bireylerin canlı duyumsal
faaliyetinin toplamı olarak kavramaya erişemiyor ve sözgelimi sağlıklı insanlar
yerine bir açlar, sıracalılar, bitkinler, veremliler sürüsü görünce, ‘yüksek
sezgi’ye ve ‘türlerin’ düşünsel ‘ödeşmesi’ne sığınmak zorunda kalıyor; bu
yüzden de, komünist materyalistin sanayide olsun, toplumsal yapıda olsun köklü
bir dönüşümünün hem zorunluluğunu, hem de koşulunu gördüğü yerde, idealizme
düşüyor.”
iv. Onun
felsefesi, “açık yürekli duyusal bir felsefedir.”
Duyumsayan, edilgen bir şekilde algılayan, soyut bir insan, bu felsefenin
merkezi öğelerinden biridir: “Humo sum, humani nihil a me alienum puto**;
bu tümce, en evrensel ve en yüce anlamı
içinde alındığında, yeni felsefenin
sloganıdır.”
“Yeni felsefe, doğa da dâhil olmak üzere
insanı, insanın temeli olarak, felsefenin tek, evrensel ve en yüce nesnesi haline, yani fizyoloji de dâhil olmak üzere antropolojiyi
evrensel bir bilim haline getirir.”
“Yeni, tek başına olumlu felsefe, hakiki-olanı
içermelerine karşın tüm ekol felsefelerinin yadsınmasıdır, soyut, tikel, yani skolâstik
nitelikteki bir felsefenin yadsınmasıdır: Yeni felsefenin parolası, özel bir
dili, özel bir adı, özel bir ilkesi yoktur; o düşünen insanın kendisidir;
doğanın kendi bilincinde olan özü, tarihin özü, devletlerin özü, dinin özü olarak
kendini bilen ve var olan insandır (...)”
v. Hegel’in
soyut, skolastik-metafizik felsefesine karşı duyduğu tepki ve O’nu eleştirmesi,
Feuerbach’ın felsefesinin bir diğer yönünü oluşturur. Feuerbach, aynı tezleri
tekrar tekrar ortaya koyup, bir filozof titizliğiyle detaylandırırken,
soyutlamalarını geliştirdiğini düşünür. Hegel’i eleştirerek, onun düşüncelerini
geçersiz kıldığı kanısındadır. Eleştirisinin bir toplumsal işlevi olduğuna
inanır. Bu işlev eskimiş Hıristiyanlık dininin yerine kendisinin laik, hümanist
görüşlerini ve insan-tanrıcılığını geçirmektir.
vi. Feuerbach,
duyumsal dünyanın, nesnel bir faaliyet olan insanın üretim faaliyetiyle
oluştuğunu kavramadığından, duyumluluğu ve ona sahip olan insanı yüceltir ve
sonuçta insanı tanrı olarak değerlendirir. İnsanların pratiğini, toplumsal
praksisini ve üretim etkinliğini değil de, “yalıtılmış”
“insan” kavramını düşüncelerinin merkezine koyan Feuerbach, bu hümanizmiyle bir
ideolojik illüzyon içine düşer ve idealizme varır. O’nda “tarihsel akış”ın kavramı bile yoktur:
“İnsanlığın geçirdiği evreler yalnız dinsel
değişikliklerle birbirinden ayrılır. Sadece insanın yüreğine işleyen tarihsel
bir hareket temele iner. Yürek dinin bir biçimi olmadığı gibi, dinin yürekte
olması da gerekmez. Bu dinin özüdür.”
vii.
Feuerbach’ın siyasi-ideolojik perspektifi, anlam bakımından son analizde
“insanlar birbirinizi sevin” (İncil) türünde ideallerden ibarettir:
“Eski felsefe ikili bir hakikate sahiptir: Biri,
insanlarla ilgilenmeyen kendi için hakikat, yani felsefe, öteki, insanlar için
hakikat, yani din. İnsan felsefesi olarak yeni felsefe ise önemli ölçüde
insanlar için de bir felsefedir; yeni felsefe, teorinin onur ve bağımsızlığına
zarar vermeden; hatta onunla manevi bir uyum içinde, pratik, hem de en yüce
anlamda pratik bir yönsemeyi barındırmaktadır kendinde; o dinin yerine
geçmekte, dinin özünü içinde taşımaktadır; o gerçekte dinin ta kendisidir.”
viii.
Feuerbach, daha önce belirttiğimiz gibi, dini laik temellerine oturtmaya
çalışır. İnsan-tanrıcılığı benimsetmek, yaymak ister:
“Tekrar dindar olmak zorundayız –politika dinimiz
olmalıdır-, ama bu, politikayı din haline getirecek yüce bir öğeyi görüşümüze
katarsak mümkün olur.
Politika içgüdüyle din haline getirilebilir; ama söz
konusu olan, son defa söylenmiş bir neden, resmi bir ilkedir. Bu ilke –olumsuz
ifadesiyle- ateizmden farklı bir ilkedir, yani insandan farklı bir tanrının
terk edilmesidir.”
Laik,
cumhuriyetçi ve hümanist olan Feuerbach şöyle yazar:
“İnsan-tanrıcılık anlak düzeyine getirilmiş yürektir;
insan-tanrıcılık yüreğin kendi tarzında söylediklerini anlağa özgü bir tarzda
kafada ifade eder. Din sadece duygulanım, duygu, yürek, sevgidir, yani
yadsımadır, tanrının insanda eriyip, çözülmesidir. Bu nedenle yeni felsefe,
dinsel duygulanımın hakikatini reddeden teolojinin yadsınması olarak, dinin
yerini almıştır. İnsan-tanrıcılık kendi bilincinde olan dindir, kendini anlayan
dindir.”
Feuerbach’ın
yapamadığını yapmak, farklı bir gözle dünyaya bakmaksa mümkündür. Bunun için, Alman İdeolojisi’ne bakmak gereklidir.
Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi temeller, dogmalar değildir.
Bunlar, gerçek bireyler, onların eylemleri, devraldıkları ve eylemleriyle
oluşturdukları maddi yaşam koşullarıdır. Fakat bu öncüllerin soyutlamaları,
ancak bilinçte, imgelemde yapılabilir. Öyleyse düşünsel olarak oluşturulan
öncüller ancak gerçek, ampirik verilerden hareketle oluşturulmalıdır.
Bu materyalist felsefi bakış açısı, politik bir bakış açısıyla, komünizmle
bütünleşir. Bu bakış açısı, insanı örneğin bir işçi olarak ele alır ve içinde
bulunduğu koşulları sorgular.
Duyumsal
dünya, insanların pratik aktiviteleriyle, duyumsanabilir olan faaliyetlerle,
insanların toplum içerisindeki üretim faaliyetleriyle oluşur önermesi, yeni bir
perspektifin varlığına işaret eder. Bu perspektif, üretim faaliyetini, insanlar
arası ilişkileri, toplumsal yapıyı dikkate alır, konu edinir. Bu görüşe göre,
maddi yaşamın üretimi, iktisadi faaliyet, kısaca “üretim (...) bütün duyumsal
dünyanın temelidir.”
Toplumsal yapının durumu ve işçi sınıfının içinde bulunduğu koşullar da, bir
devrime işaret eder. Kısacası bu, komünist-materyalist’in bakışıdır ve
toplumsal görüngülerin nedenlerini saptadığı, görüşlerini buna göre kurduğu
oranda, realisttir.
Geldiğimiz bu
noktada, Feuerbach’ın neden soyut bir insan kavramını, felsefesinin merkezi
öğelerinden biri olarak kabul ettiğini ve tarihsel bir perspektife niye
ulaşamadığını da değerlendirebiliriz... Bu durum, Almanya’nın o dönemki
koşullarının kavranmasıyla açıklanabilir. Engels, bu saptamayı Tezler’in ve Alman İdeolojisi’nin yazılmasından yıllar sonra yapar:
“Feuerbach, ölesiye nefret ettiği soyutlama
ülkesinin dışına çıkamıyor ve canlı gerçeğin yolunu bulamıyor. O, bütün gücü
ile doğaya ve insana sımsıkı tutunur, ama doğa ve insan onun için basit
sözlerden ibaret kalır. Ne gerçek dünya konusunda, ne de gerçek insan konusunda
bize kesin olarak hiçbir şey söyleyemiyor. Oysa Feuerbach’ın soyut insanından
yaşayan gerçek insanlara, ancak bu insanlar tarih içinde eylem halinde dikkate
alındığı zaman geçilebilir. Ama Feuerbach buna yanaşmaz ve bunun içindir ki,
anlamamış olduğu 1848 yılı, onun için ancak gerçek dünya ile kesin bir kopma ve
yalnızlığa çekilme anlamına gelmiştir.”
Feuerbach’ı
“acı bir biçimde yıkıma terk etme” suçu işlenmiştir. Engels bu “suç”un
sorumlularını ve oluşumunu da ortaya koyar. Bunun sorumluluğu;
“(...) kendilerini karış karış aşan Feuerbach, küçük
bir köyde köylüleşmek ve tozlanıp örümceklenmek zorunda kalırken, kurnaz ve
seçmeci (éclectiques) kılı kırk yarmakla vakit geçirenlerin felsefe kürsülerine
el koymalarına yol açan Almanya’nın içler acısı koşullarındadır yalnızca.”
“İnziva, sonluluk ve sınırlılıktır,
toplumsallık ise, özgürlük ve sonsuzluktur. Kendi için insan insandır (alışılagelmiş
anlamda); insanla birlikte insan –Ben ve Sen’in birliği- tanrıdır.”
Bu satırları
yazan Feuerbach’tan başkası değildir. Ancak, Marx’ın zorunlulukla Almanya
dışına çıkmasına yol açan politik gazetecilik faaliyeti gibi, aktif bir politik
etkinliği olmayan Feuerbach, felsefe dışında tarih ve iktisat gibi konularla da
ilgilenmez. Daha çok doğa bilimleriyle ilgili konuları okuduğu, yazılarında
hissedilir. Almanya’nın diğer Avrupa ülkelerine oranla geri toplumsal ortamında
kalan Feuerbach için Marx, O’nun Felsefe
Reformu İçin Geçici Tezler (1842) adlı yazısı 1843 başlarında
yayımlandıktan kısa bir süre sonra, şu gözlemi yapar (Ruge’ye yazdığı bir
mektupta): “Feuerbach’ın özdeyişleri beni yalnızca şu anlamda doyurmuyor;
bunlar doğaya çok fazla, ama siyasete çok az önem veriyorlar. Fakat siyaset
günümüzde felsefenin gerçek haline gelebileceği yegane bağdır.”
Marx, Feuerbach’a yazdığı 3 Ekim 1843 tarihli mektubunda, Deutsche-Französische-Jahrbücher’de (Alman-Fransız Yıllıkları) yayımlanmak üzere, Schelling’in
felsefesini eleştiren bir makale yazmasını ister. 11 Ağustos 1844’te yazdığı
mektubunda da, O’nun devrimci eyleme katılmasını sağlayabileceği umudunu hala
taşır. Ancak, bu çabaları sonuç vermez.
Böylelikle,
görüyoruz ki;
“(...) toplumsal alanda, ‘ileri doğru’ bir tek adım
atamayan ve 1840 ya da 1844’teki görüşünü aşmayan bizzat Feuerbach oldu ve bu
da, gene, özellikle onun, tecrit edilmiş durumundan ileri geldi, bu durum onu,
-başka herhangi bir filozoftan çok daha fazla toplumla ilişkiler kurmak, fikir
alışverişinde bulunmak için yaratılmış olan Feuerbach’ı- kendi değerindeki
insanlarla işbirliği ya da çatışma içinde fikirler yaratacak yerde, inzivaya
çekilmiş beyninden fikirler çıkartmak zorunda bıraktı.”
6. Tez
“Feuerbach, dinsel özü, insan özüne indirger. Ama insan özü, tek tek
her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal
ilişkiler bütünüdür.
Gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla:
1. Tarihsel akıştan koparak, dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek
ve soyut –yalıtılmış- bir insan bireyini öncülleştirmek;
2. O nedenle, bu özü, olsa olsa, ‘tür’ olarak, birçok bireyi salt doğal
biçimde birbirine bağlayan içsel, dilsiz genellik olarak kavramak zorunda
kalır.”
Feuerbach,
insanın toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini kavramadığından ve bu
toplumsal ilişkileri eleştirmediğinden, dini, bir soyutlama olan “insanın
özü”nden yola çıkarak açıklar. Oysa insanın özü, her bireyin doğasında,
biyolojik varlığında bulunan bir evrensel maya değildir. “Her bireyin ve her
kuşağın mevcut veriler olarak buldukları bu üretici güçler, sermayeler,
toplumsal karşılıklı ilişki biçimleri toplamı, filozofların ‘töz’ olarak ve
‘insanın özü’ olarak tasarladıkları, göklere çıkardıkları ya da
savaştıkları şeyin somut temelidir (...)”
İnsanın özü, toplumsaldır; bu öz insanların değiştirebildiği toplumsal
ilişkiler bütünlüğü ya da birliğidir.
Feuerbach,
dinsel özü, tanrıyı, insanın özüne indirger. İnsanın özünü, toplumsal
ilişkilerde aramak ve bu ilişkileri değerlendirmek yerine, soyut bir insan
kavramlaştırmasıyla tanrıyı, dini açıklamaya çalışır. Onun için insani öz,
“‘tür’ olarak, birçok bireyi doğal
biçimde birbirine bağlayan içsel, dilsiz genellik”tir:
“ ‘Tanrı bu yüzden her şeyi bilendir’ diyen Aquinolu
Aziz Thomas, (ekler; -MB) ‘çünkü o tek tek her şeyi bilir.’ Bu, insanın
başındaki saçları bir perçem halinde saygısızca bir araya getirmeyip, onları
tek tek sayan, tel tel tanıyan bir bilgidir (...) Bu yüzden burada, insanın
tanrı hakkındaki tasarımının bireyin kendi türü hakkındaki tasarımı olduğu, tüm
realitelerin ya da yetkinliklerin simgesi olarak tanrının, insanlar arasında
paylaştırılmış, tarih boyunca kendini gerçekleştirmiş türe ait özelliklerin, sınırlı
bireyin yararı için yoğun şekilde bir araya getirilmiş simgesinden başka bir
şey olmadığı gerçeğinin, açık bir örneğini görürüz. Doğa bilimleri, nicel
kapsamı nedeniyle, tek tek kişiler için uçsuz bucaksız, sınırsız bir alandır.
Gökyüzündeki yıldızlarla ipek böceğinin gövdesindeki kasları ve sinirleri aynı
anda kim sayabilir? Lyonet ipek böceğinin anatomisi üzerinde çalışırken kör
olmuştur. Aydaki tepeler ve çukurlar arasındaki farkla sayısız amonit ve kolsu
ayaklılar arasındaki farkı aynı anda kim gözlemleyebilir? Ancak tek kişinin
başaramadığını ve bilemediğini, insanlar birlikte başarır ve bilir. Aynı anda
her ayrıntıyı bilen tanrısal bilginin realitesi, demek ki, türün
bilgisindedir.”
Evet,
Feuerbach, dinin varlığını, soyut “insani özün” yabancılaşması olgusuna bağlar.
O, Hıristiyanlığı inceler ve Hıristiyanlığın tanrısının, bazı insani
özelliklerin dışsallaştırılmış bir imgesi olduğunu görür. O’na göre,
“Hıristiyan tanrısı da insan sevgisinden bir soyutlamadır, onun bir imgesidir”;
“dinin başı da, ortası da, sonu da insandır”;
“din, içinde kendi görüşlerimizin ve duygularımızın bize yabancılaştığı, bizden
ayrı birer varlık olduğu bir düştür.”
Ancak O, tarihsel gelişime ve toplumsal olgulara gözlerini kapar.
“Biçim bakımından O, gerçekçidir, hareket noktası
olarak insanı alır; ama bu insanın içinde yaşadığı dünya kesinlikle söz konusu
değildir, onun için de bu insan, din felsefesinde uzun tumturaklı sözler
söyleyecek o hep aynı soyut insan olarak kalır. Bu insan anasının bağrında
doğmamıştır, tek tanrılı dinlerin tanrısından meydana çıkmıştır, demek ki,
tarihsel olarak oluşmuş, belirlenmiş gerçek bir dünyada da yaşamaz; öteki
insanlarla pekala ilişki içindedir, ama bu öteki insanların her biri onun kadar
soyuttur.”
Feuerbach’ın
felsefesinde insan, tarihsel ve toplumsal belirlenimden yalıtılır. O’nun
Hegel’i eleştirirken kullandığı üslupla belirtilirse; insanı insan yapan
özellikler çıkarılırsa, yapılacak bu soyutlama sonucu -toplumsal- bir “varlık”
olan insandan geriye “hiçlik”ten başka ne kalır?..
Feuerbach’ın felsefesinde insan, Robinson ve Cuma gibi ele alınır. Feuerbach
bize adeta bu öyküyü anlatır; bir adada görülebilecek ilişkileri geneller. Bu
öyküde, “tarihsel akış”tan ve
toplumdan ayrılan iki insan arasında, koşullardan kaynaklanan bir tür dostluk
ya da sevgi gelişir.
“Din, Feuerbach’a göre, şimdiye değin gerçekliğin
gerçeksiz bir yansısında –insan niceliklerinin gerçeksiz yansıları olan bir ya
da birçok tanrının aracılığında- kendi gerçeğini arayan
ve şimdi artık onu doğrudan ve dolaysız olarak sen ile ben arasındaki
sevgide bulan, insanların kendi aralarındaki sevgi ilişkisi, kalp ilişkisidir.”
Dini,
insanların doğal, biyolojik ortak özellikleriyle ilişkilendirmek, aslında onu
bir adada toplumsal ilişkilerden yalıtılmış, adları Robinson ve Cuma olan iki
insan arasındaki dostluğa ve sevgiye indirgemektir. Oysa “bir sarayda bir
kulübedekinden başka türlü düşünülür” (Feuerbach). İnsanı değerlendirirken bu
öyküyü bile dikkate alsak, dinin, köleliğin, paranın ve diğer insana atfedilebilecek
özelliklerin, aslında insanlar arası ilişkilerle oluştuğu ve değişebildiği
anlaşılır. İnsanların duyguları, düşünceleri, algıları değiştirilen toplumsal
ilişkilerle birlikte değişir ve gelişir. İnsan, dünyadaki tek
tarihsel-toplumsal canlıdır.
Bu tez’in
anlamını bu şekilde açıkladıktan sonra, bir konuyu ele alıp değerlendirmek
yararlı olacaktır. Bu konu, “insanın özü”nün ne olduğu ya da bu özün nasıl
belirlendiği konusudur.
Çulhaoğlu’na
göre, “solun yöntemle ilgili sorun alanları”ndan birincisi, “belirleme
kavramının içinin doldurulmasıyla ilgilidir.” Çulhaoğlu, Marx’ın ‘belirleme’
sözcüğünü ayrı ayrı olgular için farklı anlamlarda kullandığını belirtir ve
ekler “belirleme sözcüğünün mutlak nedensellikten, koşullamaya, oradan genel
bir çerçeve çizmeye dek uzanan esneklikte kullanımı sakıncalı sayılmamalıdır.”
Öyleyse, “insanın özü toplumsal ilişkiler bütünüdür” cümlesini nasıl okumalı?..
Bu öz, toplumsal ilişkiler tarafından belirlenir mi, yoksa bu ilişkilerce
koşullanır mı?..
Geras Marx ve İnsan Doğası adlı eserinde,
altıncı tez’in ve özellikle üçüncü cümlesinin (“Bu öz, toplumsal ilişkiler
bütünüdür”) anlamını inceleme konusu yapar. Geras’a göre, bu cümleden “insanın
tabiatının toplumsal ilişkilerce belirlendiği” anlamı çıkarılamaz. Geras,
insanın biyolojik özelliklerinin, ihtiyaçlarının, doğuştan gelen doğal vasıflarının olduğunu belirtir.
Geras’ın
inancının aksine, insanların doğuştan gelen biyolojik özellikleri ya da çeşitli
doğal ihtiyaçları, tarihsel gelişme açısından önemli bir faktör değildir.
Kölenin, serfin ya da ücretli işçinin zor gücüyle veya “aç kalma özgürlüğüyle”
çalışmasını düşünelim. Köle ve “ücretli köle”nin durumunda olduğu gibi, emekçi
ya üretim araçlarının mülkiyetinden yoksundur ve ilki için zor gücüyle,
ikincisi için “aç kalma özgürlüğüyle” çalışmak zorunludur ya da serfin
durumunda olduğu gibi, emekçi biyolojik ihtiyaçlarını karşılayacak toprağı
işlemek için, baskı gücünün zorlamasıyla toprak-beyi için de çalışmak
zorundadır. Her üçü için de, biyolojik ihtiyaçların karşılanması, sadece
kendilerini yeniden üretmeleri ölçüsünde önemlidir. İnsanların biyolojik
ihtiyaçları (açlığını gidermesi, ısınması gerekliliği vb.), toplumsal yaşamın
sadece ilkel topluluklar evresinde, üretim için doğrudan bir önem taşır.
Sınıflı toplumlarda insanı, insani özellikleri, insani fenomenleri anlamak için
ana, asıl ya da temel belirleyici faktör, toplumsal ilişkiler ve bunun temeli
olan üretim ilişkileridir. Örneğin, birey ölçeğinde değil de toplumsal ölçekte
ele alındığında, doğumların, ölümlerin, beslenmenin, beslenememenin,
hastalıkların ve sağlığın bile, belirli bir üretim biçimine göre şekillenmiş
toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiği görülür.
Antropoloji
bilim dalının verilerine bakarak, insanı “insan yapan”ın ne olduğunu görmek
mümkündür. İnsanın biyolojik özellikleri, toplumsallaşma için bir zemin
oluşturur, ancak üretime, dolayısıyla toplumsallaşmaya neden olmaz. Dik yürüme
hariç insanın diğer ayırt edici biyolojik özellikleri (büyük beyin, başparmağın
opozisyon hareketi, küçük çene, konuşma vb.) toplumsallaşma süreciyle birlikte,
üretim etkinliğine bağlı olarak gelişir. Hominidlerin evriminde giderek
biyolojik yollarla oluşan doğal seçilime karşı bir güç olarak, takım yaşamı
içinde alet üretimi gelişir. Emek etkinliği doğal seçilimim etkisini
yönlendirir. Homo sapiens’le birlikte toplumsallaşma ve emek etkinliği
(çalışma) doğal seçilim sürecine üstün gelir. Örneğin, neandartaller alet
üretse de, muhtemelen doğal seçilimle yok olur. Ancak homo sapiens’in
geliştirdiği toplumsal koşullar (ilkel topluluktaki ortaklaşa üretim ve bunun
getirdiği ilişkiler) artık başat durumdadır ve insan yaşamı için belirleyici
olmaya başlar. Sonuçta, insanı “insan yapan” üretim eylemidir.
Bu noktada,
önemli bir konuya da değinmek gerekir. Günümüzde “komünizmi insan doğasının
yabancılaşmadan kurtuluşu” gibi ahlaki-ütopik bir boyutta benimsemek, tek
başına bu formülasyonla yetinmek, teorik geriliktir. Türkiye solunda, teori
yapmak adına, ilkel topluluğun, komünal özelliğini öne çıkararak kavrayan
(aslında bu topluluğun ilkelliği belirgin bir özelliktir); sınıflı toplumları,
ilkel topluluğun yadsınması, komünizmi de sınıflı toplumların yadsınması olarak
değerlendiren, sonuçta tarihi süreci “yadsımanın yadsınması” türünde tek bir
ilkeyle açıklayan yaklaşımlara rastlamak bile olasıdır. Burada “Marx’ın Kapital’in
birinci cildinin sonlarına doğru böylesi bir-iki cümlesi var ama” denmemelidir,
çünkü Marx’ın bıraktığı külliyatın yanında sadece bu tür cümleleri yinelemekle
yetinenlerin çapının esamisi okunmaz. Yani bu topraklarda, bazı arkaik
yaklaşımların teorik nitelikte önermeler olarak sunulmasına, yabancı
kalmadığımız kesindir...
7. Tez
“İşte bu nedenledir ki, Feuerbach, ‘dinsel duygu’nun kendisinin bir
toplumsal ürün olduğunu ve tahlil ettiği soyut bireyin, belirli bir toplumsal
biçime ait olduğunu görmez.”
“Feuerbach
materyalist olduğu zaman tarihten uzak duruyor ve tarihi hesaba kattığı zaman
da materyalist olmaktan çıkıyor. Feuerbach’ta tarih ve materyalizm
birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir (...)”
O, duyumsal dünya, doğa konusunda, toplumun, toplumsal ilişkilerin bu doğa
üzerindeki etkisini dikkate almadığından, insanların bir “tarihsel doğa”
oluşturduğunu görmez; insan, “insan ile insan” arasındaki ilişki ve din gibi
toplumsal-tarihsel konuları ele aldığındaysa, tarihsel gelişimi
incelemediğinden, materyalist olmaktan uzaklaşarak metafiziğe ve idealizme
yönelir.
Feuerbach,
insanlar arası ilişkileri, tarihsel gelişim içerisinde kavramadığından; insan
soyutlamasını tarihsel gelişmeyi hesaba katarak yapması gerekirken, bunu
yapmadığı için, “dinsel duygu”nun
kendisinin bir “toplumsal ürün”
olduğunu görmez. “Dinsel duygu”yu “tarihsel akış”tan koparır. Onu, gelişim
süreci içerisinde ele almaz. Dini, bir bireyin duygusu ya da iki birey
arasındaki ilişki olarak görür.
Oysa
insanların tarih boyunca ürettiği tüm ideolojiler, insanların belirli somut
toplumlar içindeki aktivitelerinin bir yönüdür. Düşünce, duygu ve davranış
biçimi kalıplarıyla ideolojiler, toplumsal ilişkilerin bir boyutudur.
İdeolojiler tarihsel-toplumsal ürünlerdir. Dinsel kavramların, duyguların,
davranış biçimlerinin kendinde bir tarihleri yoktur, aksine bunların
toplumların tarihinde, gelişim seyrini izlemek mümkündür.
Feuerbach,
tahlil ettiği soyut bireyin, hangi çağda, hangi toplum biçiminde yaşadığını
dikkate almaz. O, somut tarihsel insandan yola çıkmaz. Tarihin, insanların
devraldıkları koşullar içerisinde yürüttükleri faaliyetlerle oluştuğunu
kavramaktan uzaktır. Tahlil ettiği soyut, “yalıtılmış”
birey, aslında yaşadığı çağın ve “belirli
bir toplumsal biçim”in bireyidir. Feuerbach, bu bireyin varlığını sezer ve
bu bireyin illüzyonlu bir düşüncesine katılır. Feuerbach, burjuva (sivil)
toplumun bireylerinin kendileri hakkındaki
illüzyonlu, “baş aşağı duran” ideolojik düşüncesini paylaşır. Bu toplumun
bireyleri, kendilerini birer “atom” olarak görür. Oysa bu “atom”lar arasında
toplumsal ilişkiler ve onların temelinde üretim pratiği vardır. Kutsal Aile’de bu durum daha önce
açıklanmıştır:
“Atomun gereksinmeleri yoktur, o kendi kendine
yeter; dünya, onun dışında mutlak boşluktur, yani atom kendinde tüm bütünlüğe
sahip olduğu için, ne içeriği, ne yönü, ne de anlamı vardır. Burjuva toplumun
bencil bireyi kendi duyulur olmayan tasarımı ve yaşamsız soyutlamasında,
kendini bir atom, yani en küçük bağlantısı olmayan, kendi kendine yeten,
gereksinmesiz, mutlak olarak dolu tam bir mutluluk içinde bir varlık olarak
görmeye dek boşuna şişinir; mutsuz duyulur gerçeklik, o, bu bireyin imgeleme
yetisine kulak asmaz; ve duyularının her biri, onu kendi dışında var olan
dünyanın ve bireylerin anlamına inanmaya zorlar; ve kutsal olmayan midesine dek
ona kendi dışındaki dünyanın boş olmadığını, tersine kendisini, gerçek anlamda
dolduran şey olduğunu her gün anımsatmayan şey yoktur.”
Feuerbach, ne
kadar izole olmuş olursa olsun, toplumundaki olguları duyumsayan bir Alman’dır.
Ancak, duyumsamayı soyut ve bireysel bir işlem olarak düşündüğü ve insanların
faaliyetleriyle ilişkilendirmediği için, bunu tam olarak kavramaz. Örneğin,
kiraz ağacının belirli bir tarihte belirli bir toplumdaki ticaret yoluyla
Avrupa’ya getirilmesi sonucunda, kendisi için bir “duyumsal kesinlik” haline
geldiğini göremez...
Evrenin ve
toplumun yasalarına tabi olmak ile evreni ve toplumu değiştirebilme yeteneği;
birey insan ile toplum ve doğa arasında var olan karşıtlık... Bu durum, doğa
güçlerinin, insanların ortaklaşa üretimlerinin, tek tek bireyler olarak onlara
dışsal-yabancı bir güç olarak görünmesi şeklinde de ele alınabilir
(filozofların “yabancılaşma” dedikleri şey). Tarih tek tek bireylerin eseri
değil, toplumsal ilişkilerin varoluşudur. Tarihin öznesi insan değil, toplumsal
ilişkiler içindeki insanlardır. Bireyler, tarihsel-toplumsal üretim pratiği
içerisinde yaşamaya, düşünmeye ve eylemde bulunmaya mahkûmdur. Üretim
pratiğindeki ilişkileri oluşturansa, toplumlara ve sınıflara bölünmüş
insanlardır.
8. Tez
“Toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün
giz’ler, ussal çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında
bulur.”
Düşüncelerdeki
mistik, açıklanamaz, metafizik yönlerin oluşumu, insanların toplumsal
ilişkilerine ve toplumsal pratiğe dayanır. İdeolojilerin, mistik düşüncelerin
eleştirisi, bu görüşlerin üretimini sağlayan toplumsal pratik değerlendirilerek
yapılmalıdır. Bu düşüncelerin tarih içinde geçirdiği değişiklikler de
insanların toplumsal pratiğindeki değişimle birlikte ele alınmalıdır.
Fikirlerin, anlayışların, görüşlerin, dinin, felsefenin ve her tür ideolojinin
(“teori”) bu şekilde çözümlenmesi
gerekir. Onların bağımsız, kendinde bir tarihi yoktur.
Düşüncelerin üretildikleri tarihsel-toplumsal ilişkiler içerisinde değerlendirilmesi
ve toplumsal pratikle ilişkilendirilmesi, bu düşüncelerin taşıdığı gizemi
aydınlatır. Bu rasyonel çözümleme biçimini olanaklı kılan, toplumsal yaşamın
özüne bakıldığında pratik olmasıdır.
Tez’in
anlamını bu şekilde açıklamak mümkündür. Ancak, bu tez’in önemi bu
açıklamalardan anlaşılamaz. Bu tez, Marx ve Engels’in ideolojiler hakkındaki ve
özellikle din konusundaki yaklaşımlarının ana kaynağıdır. Bu tez’de
ideolojilerin nereden kaynaklandığı belirtilir, ancak nasıl oluştuğu
sergilenmez. Bu nedenle, Marx ve Engels’in ideoloji ve özellikle de din
konusundaki yaklaşımlarının nasıl geliştiğini ortaya koymak, bu tez’in önemini
anlamamızı sağlar. Bu noktada, bunu elden geldiğince kısa bir biçimde
değerlendirmeye çalışalım.
Bu tez ve
ideoloji konusunda Alman İdeolojisi’nde
yer alan ifadeler, daha sonra geliştirilmeye uygun bir arke-tip sunar.
“Arke-tip”le kastımız, Marx ve Engels’in eserlerinde hep aynı türden bir
kalıbı, ideolojilerin oluşumunu açıklamak için kullanmasıdır. Bu kalıp,
“gerçeği baş aşağı etme”, “camera obscura”,
“cisimlerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmaları”
gibi ifadelerle ya da örneklerle ortaya konmaktadır.
Alman İdeolojisi’nde yer alan ideoloji konusundaki
formülasyonun özü şudur:
“(Bu) bireylerin zihinlerindeki fikirler, gerek
onların doğa ile olan ilişkileri hakkındaki, gerek kendi aralarındaki
ilişkileri hakkındaki, gerekse kendi öz doğaları hakkındaki fikirlerdir. Şurası
besbellidir ki, bütün bu durumların hepsinde, bu fikirler onların gerçek
ilişkilerinin, gerçek eylemlerinin, üretimlerinin, karşılıklı ilişkilerinin
(Verkehr), siyasal ve toplumsal örgütlülüklerinin –ister gerçek olsun, ister
hayali- bilinçli ifadesidirler. Bunun tersi bir varsayımı ileri sürmek, ancak
maddi olarak koşullandırılmış gerçek bireylerin tini dışında daha başka bir
tini, özel bir tini varsaymakla mümkündür. Eğer bu bireylerin gerçek yaşam
koşullarının bilinçli ifadesi hayal ürünü ise, eğer kendi kafalarında gerçeği
baş aşağı ediyorlarsa, bu olay da gene onların sınırlı faaliyet biçimlerinin ve
bundan doğan sınırlı toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur.”
Bu
formülasyondaki “gerçeği baş aşağı etme”, “camera obscura” ya da “cisimlerin
gözün ağtabakası üzerinde ters durmaları” gibi örneklerle de benzeşim kurularak
açıklanır.
Marx, yıllar
sonra yazdığı Kapital’de bile, dinin
oluşumunu değerlendirdiğinde, Alman
İdeolojisi’ndeki yaklaşımını ve özellikle “sınırlılık” temasını korumuştur.
Kapital’de din konusu ele
alındığında, “insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki toplumsal
ilişkilerin karşılıklı” “sınırlılığı”na değinilir.
Ayrıca Marx, “meta fetişizmi” konusunu değerlendirirken verdiği “ışık-görme
siniri etkileşimi” örneği ile din ideolojisine sahip öznelerin gerçekliği baş
aşağı algılayışı arasında benzerlik kurmaktadır.
Bu örnekte, nesnelerden yansıyan ışığın görme siniriyle etkileşimi üzerinde
durulur; burada insanların (öznenin) görme sinirinde fiziksel bir etkileşim
olmasına rağmen, sonuçta insanların nesneleri kendilerinin dışındaki mekânda
gördükleri belirtilir. Bu örnekle anlatılmak istenen, Alman İdeolojisi’ndeki “camera obscura” örneğiyle anlatılmak
istenenle uyumludur. Marks ve Engels, “hayali” (metafizik, içeriği
gerçekleştirilebilir olmayan) düşüncelerin, yani bu türden ideolojilerin,
özneler tarafından algılanma biçimini, hep aynı “arke-tip”le açıklar.
Şimdi, Marx ve
Engels’in Tezler ve Alman İdeolojisi’nin yazılmasından
yıllar sonra, din konusunda geliştirdikleri düşünceleri inceleyelim:
“Bu âlemde
(din alemi -MB), insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi
görünür, ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler.”
İnsanların tanrıları bu şekilde üretişine “fetişleştirme” denebilir. İnsanların
zihinsel ürünlerinin, onlar tarafından bağımsız varlıklar olarak algılanması ve
kendilerini bu varlıkların denetimi altında görmesi “tepe taklaklık”la,
“gerçeği baş aşağı etme”yle nitelendirilebilir. Bu durumu anlatmak için,
“camera obscura” ya da “ışık-görme siniri etkileşimi” örnekleri verilmiştir.
Aslında bu zihinsel düzenek, Feuerbach’ın “dinsel yabancılaşma” adıyla
değerlendirdiği olguya işaret eder. Fetişleştirme düzeneği, dinsel düşüncelerin
oluşumunda temel bir zihinsel mekanizmadır.
Düşünceler,
insan pratiğinden doğar. İnsan ile doğa arasındaki ilişki (üretim) ve insan ile
insan arasındaki ilişki (toplumsal ilişkiler) birlikte, temel insan pratiği
olarak tanımlanabilir. Üretim pratiği, toplumsal ilişkileri koşullar,
sınırlandırır; toplumsal ilişkiler de çeşitli yapılar aracılığıyla (sınıflar,
devlet, hukuk vb.) üretim pratiğini denetler ve şekillendirir. Üretim pratiği,
işbölümü ve insanların iradeleriyle oluşturmayıp katılmak zorunda kaldıkları
nesnel üretim ilişkileri ve bunun üzerinde yükselen toplumsal ilişkiler
tarafından kısıtlanmıştır. Bu sınırlılık, insanların ilişkilere hükmedemeyişi,
onu egemenliği altına alamayışı, ideolojik algılamaları koşullandırır. Doğal ve
toplumsal güçlerce nesnel olarak sınırlanmış insan pratiği, sınırlanmış insan
bilinci demektir. İnsanların egemen olamadığı pratiğin bilinci, yani sınırlı
pratiğin bilinci ideolojik özelliktedir.
Örneğin
Hıristiyanlığın doğuşunda, Roma İmparatorluğu’ndaki sınıfsal-toplumsal
ilişkiler yüzünden ezilen, sömürülen, yoksulluk çeken, sefalet ve ıstırap
içindeki insanlar, köleler; mevcut üretim ilişkilerini,
toplumsal ilişkileri din ve ahlak adı altında, değişmez yazgı, kader biçiminde,
“sağ yanağına kim vurursa, ona öbürünü de çevir”, “düşmanlarınızı sevin ve size
baskı yapanlar için dua edin” gibi fikirlerin düzleminde yeniden üretmiştir.
Ancak bunu yaparken, kötülük yapanlar, ezenler, zengin olanlar yadsınmış
(örneğin, “hem Tanrı’ya, hem de zenginlik ilahına uşaklık edemezsiniz”);
iyiler, acı çekenler, ezilenler ise olumlanmıştır (örneğin, “göksel Babanız
yetkin olduğu gibi, sizler de yetkin kişiler olun”).
Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nda ezilenlerin, kölelerin, cüzamlıların,
körlerin ve diğer dışlanmış kesimlerin çektikleri acının, çilenin oluşturduğu
duygudaşlıkla yayılmış bir dindir. Bir duygu birliği aracılığıyla, tarikat
halinde bir arada durma ve yardımlaşma yoluyla, gizli dua ve ibadetle yayılmış;
ezilenler açısından, ezenleri pasif de olsa reddetme, kendi varlıklarını,
saygınlıklarını olumlama ve yeniden kazanma işlevine sahip olmuştur. Egemen
sınıf tarafından önce yok edilmeye çalışılan bu din, çekilen acıların
algılanışını hafiflettiğinden, doğuşundan kabaca dört yüzyıl sonra Roma
İmparatorluğu’nda “egemen düşünce” haline gelmiştir.
Dinin
oluşumunda önemli olan mekanizma, kabaca bu şekilde ortaya konabilir. “Din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından
başka bir şey değildir.”
Ancak, onun tarih içinde geçirdiği değişimle birlikte anlaşılması gerekir.
Anti-Dühring’te Engels, dinin tarih içerisinde uğradığı değişim
için şunları belirtir:
“(...) her din, insanların günlük yaşayışını
egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel
yansımalarından, dünyasal güçlerin içinde dünya-üstü güçler biçimine
büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir. Tarihin başlangıçlarında bu
yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında çeşitli halklar arasında çok çeşitli
ve çok değişik kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir. Bu ilk
sürecin, karşılaştırmalı mitologya aracılıyla Hint Veda’larında, hiç olmazsa
Hintli-Avrupalı halklar için kaynağına değin çıkılmış ve Hintliler, İranlılar,
Yunanlılar, Romalılar ve Germenlerde ve yeterince belgeye sahip bulunduğumuz
ölçüde de Keltler, Litvanyalılar ve Slavlarda bu süreç, ayrıntılı bir biçimde
gösterilmiştir. Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve
başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısına dikilen
güçler olan toplumsal güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal
zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile
egemenlikleri altına alırlar. Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli
güçlerinin yansıdıkları düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler
kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler. Tanrısal kişiliklerin
bu daha sonraki ikili niteliği, zamanla mitologyalara giren karışıklığın (...)
bir nedenidir. Böylece bazı Germen aşiretlerinde savaş tanrısı, İskandinavların
eski dilinde Tyr, eski Almanca’da Zıo adını taşır ve Yunanca Zeus ile Latince
Diupiter yerine Jupiter’e karşılık düşer; başka bazılarında Er, Eor adını taşır
ve Yunanca Ares ile Latince Mars’a karşılık düşer.”
Marx, Kapital’de bunlara sanki eklemeler
yapar:
“Eski Asyatik ve öteki eskiçağ üretim biçimlerinde,
ürünlerin metalara dönüştürülmesi ve bu nedenle de insanların meta
üreticilerine dönüşmeleri ikincil bir yer tutar; ne var ki, bu ilkel
topluluklar dağılmaya yüz tuttukça bunun önemi de artar. Gerçek tüccar
kavimler, Epiküros’un tanrılarının küreler arasında ya da Yahudilerin, Polonya
toplumunun gözeneklerinde yaşaması gibi, eski dünyanın ancak çatlaklarında
yaşarlardı. Bu eski toplumsal üretim organizmaları, burjuva toplumuyla
karşılaştırıldığında, son derece basit ve saydamdı. Ama bunlar, ya ilkel kabile
topluluğu içerisinde birlikte yaşadığı kimselerle göbek bağını henüz kesip
atamamış olan insanın, birey olarak henüz olgunluğa ulaşmamış gelişmesi üzerine
ya da doğrudan zorbalık ve kölelik ilişkileri üzerine kurulur. Ancak bunlar,
emeğin üretkenlik gücünün gelişmesi düşük bir aşamanın üstüne çıkmadığı ve bu
nedenle de maddi yaşam alanında insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki
toplumsal ilişkilerin karşılıklı olarak sınırlı olduğu zamanlarda ortaya
çıkabilir ve var olabilir. Bu sınırlılık, eskinin doğaya tapınmasında ve halk
arasında yaygın dinlerin öteki öğelerinde yansır.”
Marx’ın
kaldığı yerden Engels devam eder. Tek tanrılı dinlerin gelişimine geçer:
“Evrimin daha da gelişmiş bir aşamasında, çok
sayıdaki tanrıların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insanın
yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tanrıya
geçirilir. Tarihte, çöküş durumundaki bayağı Yunan felsefesinin son ürünü olan
ve dört başı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal
tanrısı Yahova’da bulan tektanrıcılık, işte böyle doğmuştur. Bu elverişli,
kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında din, insanlar o
güçlerin egemenliği altında kaldıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve
toplumsal güçlere göre dolaysız, yani duygusal biçim olarak varlığını
sürdürebilir. Oysa bugünkü burjuva toplumda insanların, gene kendileri
tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş
üretim araçları aracıyla, sanki yabancı bir güç aracıyla yönetilir gibi
yönetildiklerini birçok kez görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın
gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de varlığını sürdürür.”
Hıristiyanlık
meta üretimi yapan toplumsal biçimlere uygun din biçimi olarak saptanır. Bu
üretimin kapitalist tarzına ise Hıristiyanlığın reforma uğratılmış biçimleri
uygundur:
“Üreticilerin, genel olarak, ürünlerini meta ve
değer olarak ele alarak birbirleriyle toplumsal ilişkilere girdikleri ve
böylece kendi bireysel özel emeklerini türdeş insan emeği ölçütüne
indirgedikleri meta üretimine dayanan bir toplum için –böyle bir toplum için-,
soyut insan cultus’u ile Hıristiyanlık ve hele onun burjuva gelişmesi olan
Protestanlık, Yaradancılık vb. en uygun din biçimiydi.”
Demek ki,
animizm, totemizm, Şamanizm, mitolojik inançlar, gök-tanrıcılık, Hinduizm,
Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi çeşitli din biçimlerinin
oluşumu, kendi dönemlerinin ilkel topluluk, Asyatik toplumlar, köleci toplum,
feodal toplum, kapitalist toplum gibi belli toplum ve üretim biçimlerindeki
ilişkiler incelenerek aydınlatılabilir. Burada gözden kaçırılmaması gereken
nokta Alman İdeolojisi’nde
vurgulanmış durumdadır:
“Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin
fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler
biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf
yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun
egemenliğinin fikirleridirler.”
“Maddi
ilişkiler” değiştiğinde, egemen düşüncelerde de değişiklikler, reformlar
gündeme gelir. Egemen sınıfın ideologları, ideolojik düşünce, duygu ve davranış
biçimlerini sistemli hale getirme, mükemmelleştirme işini üstlendiği gibi,
onları başkalaştırma, reforma tabi tutma işini de gerçekleştirir. Büyük
dinlerin doğuşu esnasında ya da bir süre sonra, onlara biçim veren, onları
sistemli hale getiren, revizyona, reforma tabi tutan, egemen sınıfların felsefecileri,
ideologları, teologları, din adamları, mezhep ya da tarikat kurucuları olur.
Bu
değerlendirmeler şu sonuca ulaştırır:
“Gerçek dünyanın, dinsel yansıması, kaçınılmaz
olarak, günlük yaşamın pratik ilişkilerinin insana, onun öteki insanlar ve doğa
ile ilişkilerini tam anlamıyla anlaşılır ve akla uygun bir ilişki olmaktan öte
bir şey sunmadığı zaman, ancak o zaman yitip gider. Maddi üretim sürecine
dayanan toplumun yaşam süreci, kendisini saran mistik tülü, üretimin, serbestçe
bir araya gelen insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak
bilinçli bir biçimde düzenlenmesi sağlanmadıkça, soyup atılamaz. Ne var ki bu
da toplum için, belli bir maddi temeli, ya da kendileri de uzun ve zahmetli bir gelişme sürecinin kendiliğinden oluşmuş ürünleri olan bir dizi
varoluş koşulunun bulunmasını öngörür.”
Din hakkındaki
bu değerlendirmeyle bir nokta açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Marx ve Engels’in
din konusunda, önce sekizinci tezle ve kısa bir süre sonra Alman İdeolojisi’ndeki daha gelişkin formülasyonlarla yola çıkıp,
bunlardaki yaklaşıma sadık kalarak, Anti-Dühring
ve Kapital’deki değerlendirmelere
belli bir süreklilikle ulaştıkları görülmektedir. Sekizinci tez’in önemi
buradadır; yani bu sürekliliğin başlangıç noktalarından biri olmasındadır. Bu
sürekliliği, Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi. Giriş adlı makaleden başlatmaksa daha doğru olacaktır.
Bu tez’i
yorumlamayı bitirmeden önce, bir noktaya daha değinilebiliriz. Burada, Marksizm’in
ideolojilerin genel olarak oluşum mekanizmalarını nasıl değerlendirdiğini
incelemiyoruz. Ancak, yaptığımız değerlendirmeye bir-iki saptama eklemek de
gerekir. Bu ekleyeceklerimiz, özellikle on birinci tez’in anlamının
kavranmasında önemlidir: Her düşünce, bir yansıma olsa da, “hayali” (hayal
ürünü, metafizik) değildir. Bilimsel faaliyet sonucu oluşturulan düşünceler,
pratikle kurulan bağları nedeniyle, “gerçekçi”dir. Bilimsel düşünceler, üretim
faaliyetinin ihtiyaçlarından (“ar-ge” çalışmaları üretim içindir) ya da
laboratuvardaki faaliyetten (laboratuvar kelimesindeki “labor” (emek) köküne
dikkat edilsin) kaynaklanır ve yine bu faaliyetlerle sınanır, gerçekleştirilir.
Teknik-teknoloji böylelikle gelişir. Bilimsel faaliyet gerçekliği
dönüştürücüdür; bilimsel düşünceler bu “dönüştürücülük” üzerinde kurulur. Marksizm’in
realist düşüncelere sahip olmasıysa, komünist siyaset ve ideoloji aracılığıyla,
toplumsal pratikle kurulan ilişkiyle açıklanabilir. Marksist düşünceler,
toplumsal-tarihsel pratik tarafından sınanır ve geliştirilir. Komünist siyasal
faaliyet, kapitalist toplumsal ilişkileri, bu toplumsal biçimdeki nesnel olan
insan pratiklerini dönüştürücü güçtür. Marksist düşünceler bu dönüşümün, yani
“devrimin” üzerinde kurulur.
9. Tez
“Sezgisel materyalizmin, yani duyumluluğu pratik faaliyet olarak
kavramayan materyalizmin vardığı en üst nokta, tek tek bireylerin ‘sivil
toplum’ içindeki sezgisidir.”
Kutsal Aile’de “sivil toplum”; “sanayi, evrensel rekabet, kendi ereklerini özgürce
izleyen özel çıkarlar toplumu”, “kendi kendine yabancılaşmış anarşi, doğal ve
tinsel bireycilik rejimi”, “sanayi ve ticaret özgürlüğü”, “insanı insana,
bireyi bireye karşıt çıkaran evrensel savaşım” gibi nitelendirmelerle
betimlenir. “Burjuva (sivil) toplum”, din özgürlüğünü (laiklik, dinden kurtulma
değil), mülkiyet özgürlüğünü, girişim özgürlüğünü içerir.
“Modern ‘kamu durumuna’, yani gelişmiş modern
devlete temel hizmeti gören şey, (...) kaldırılmış ve yok edilmiş ayrıcalıklar
toplumu, henüz siyasal bakımdan ayrıcalıklar içinde engellenmiş bulunan yaşam
öğelerinin özgürleşmiş oldukları gelişmiş burjuva toplumdur (...) ayrıcalıklar
engellerinden kurtulmuş temel yaşamsal güçlerin evrensel ve dizginsiz
hareketinden başka hiçbir şey değildir bu toplum.”
18. yüzyıl
İngiliz ve Fransız materyalistlerinin toplumsal konularda yaptığı yorumlarda,
kavradıkları, bu “sivil toplum”dur. Bu filozoflar, burjuva (sivil) toplumdaki
ilişkileri, olguları ideolojilerinde “tek yanlı” biçimde kavrar. İnsanların
üretim faaliyetlerini ve bu faaliyetle koşulları değiştirdiklerini göremezler.
Sivil toplumdaki olumsuzlukları, kötülükleri eleştirirler. Kavradıkları sadece sonuçlardır;
olumsuzlukların nedenlerini sorgulamazlar. Yaptıkları eleştiriyi olanaklı
kılansa, toplumsal pratikteki ilerleme ve bir ilerleme eğilimi oluşturan
çelişkilerdir.
Feuerbach, bu
materyalizm geleneğine, biraz gecikerek de olsa Almanya’dan katkısını sunar. Bu
gecikmenin temel nedeni, Almanya’nın iktisadi-toplumsal geri kalmışlığıdır.
“18. yüzyıl Fransız Aydınlanma felsefesi ve hele
Fransız materyalizmi, sadece var olan siyasal kurumlara karşı, sadece var olan
din ve tanrıbilime karşı savaşım vermekle kalmamış ama bir o kadar da 17.
yüzyıl metafiziğine karşı ve tüm metafiziğe, özellikle Descartes, Malebranche,
Spinoza ve Leibniz metafiziğine karşı açık bir savaşım, bildirilmiş bir savaşım
vermişlerdir. Felsefe metafiziğe karşıt çıkarıldı; tıpkı Feuerbach’ın ilk kez
olarak Hegel’e karşı kesinlikle tutum aldığı gün, felsefenin soğuk açık
görürlüğünün kurgunun sarhoşluğuna karşıt çıkarılması gibi. Yerini Fransız
Aydınlanma felsefesine ve özellikle 18. yüzyıl Fransız materyalizmine bırakmak
zorunda kalan 17. yüzyıl metafiziği, alman felsefesinde ve özellikle 19. yüzyıl
kurgusal alman felsefesinde tutkun ve özlü bir yeniden kuruluş (restauration)
olanağı buldu. İlkin Hegel, dâhice, bu metafiziği tüm bilinen metafizik ve
alman idealizmi ile birleştirdi ve evrensel bir metafizik imparatorluğu kurdu;
sonra tanrıbilime karşı saldırıya, 18. yüzyılda olduğu gibi, yeniden kurgusal
metafiziğe karşı ve tüm metafiziğe karşı saldırı karşılık düştü. Metafizik bundan
böyle, kurgunun kendi çalışması aracıyla tamamlanan ve insancılık (humanisme)
ile örtüşen materyalizm karşısında her zaman yenik düşecektir. Oysa eğer
Feuerbach teori alanında insancılık ile örtüşen materyalizmi temsil
ediyorduysa, Fransız ve İngiliz sosyalizm ve komünizmi de, onu pratik alanında
temsil ediyorlardı.”
Kutsal Aile’deki bu satırlarda Feuerbach’ın çabası
abartılmıştır. Zaten Tezler ve Alman İdeolojisi’nde O’nun eleştirisi
yapılmaktadır. Yıllar sonra, Feuerbach ve felsefesinin, Kutsal Aile’de övgüyle, abartılmış bir biçimde ele alınmış olduğu
da belirtilir.
Bu nedenle yukarıdaki alıntı, bu nokta dikkate alınarak okunmalıdır. Aslında
Feuerbach, Almanya’nın toplumsal gelişimindeki gerilik ve geciken burjuva
devrimi nedeniyle, toplumsal görüşlerinde idealist bir hümanizmin
(insancıllığın), laik bir bakış açısının ötesine gidememiştir. Onun
düşüncelerinin “abartılı edebi stili”nden ve “sevgi yoluyla insanlığın
özgürlüğe ulaşacağı”
kanaatinden esinlenen “Hakiki Sosyalistler”in düşünceleri (örneğin Karl Grün)
de bu koşulların ürünüdür.
Feuerbach
materyalizmiyle, “sivil toplum”u açıklıkla kavramaz, sadece sezer.
Duyumluluğun, üretim pratiğiyle oluştuğunu kavramaz; üretimi duyumsal dünyanın
temeli olarak görmez; materyalizmi tarihsel değildir; “sivil toplum” ilkel bir
biçimde sezilir. Feuerbach insanı, “sivil toplum” çerçevesinde,
“bırakınız-yapsınlar” (“laissez faire”) kapitalizmiyle uyumlu olan liberal
bireyci bakış açısıyla değerlendirir. “Sivil toplum” denince akla ilk gelen,
homo ekonomikus (homo economicus) nitelemesi veya “insan insanın kurdudur”
(Latince homo homini lupus est) sözü olmalıdır. “Sivil toplum”, “Hegel’in,
anlayışını gayet iyi özetleyerek, ‘ihtiyaçlar
dünyası’, yani tikel iradeleriyle, kişisel çıkarlarıyla, kısacası
‘ihtiyaçlar’ıyla tanımlanan bireyler
ilişkisi’ne (...) indirgenen bir dünya diye adlandırdığı şey” olup, 18.
yüzyıl siyasal iktisadında (Smith, Turgot, vs.) ve filozofların (Locke,
Helvétius, vs.) görüşlerinde yansımasını bulur.
Feuerbach da “sivil toplum”daki bireyleri, felsefi ideolojik bir görüşle
değerlendirir.
“Özüm ne ise, varlığım da odur. Balık sudadır, ama
onun özünü bu varlıktan ayırman mümkün değildir. Zaten dil varlıkla özü özdeş
hale getirmektedir. Sadece insan yaşamında, ama sırf anormal, aykırı durumlarda
varlık özden ayrılmaktadır; bu, insanın varlığına, ama özüne de sahip olduğu
yerde bulunmadığı, ancak bu ayrılık nedeniyle de gerçekten, yani bedeniyle
olduğu yerde hakikaten, yani ruhuyla bulunmadığı durumlarda meydana
gelmektedir. Sadece yüreğin neredeyse, sen de oradasın. Ancak tüm özler -doğaya aykırı durumlar dışında- neredeyseler orada ve
ne iseler öyle olmayı isterler, yani özleri varlıklarından, varlıkları da
özlerinden ayrılmamıştır.”
Feuerbach,
bireylerin varlığını, aynı zamanda özleri olarak kabul eder. Toplumsal
ilişkilerinden yalıtık olarak değerlendirilen bu bireyler, sevgi ve dostluktan,
her zaman birbirlerine ihtiyaçları olduğu için kurulu-verili ezeli ilişkilerden
başka ilişkilere sahip değildir. Öte yandan, proleterlerin içinde bulunduğu
koşullardan memnun olmamalarını, yani varlıklarının onların “öz”leriyle
uyuşmazlığını, bir anormallik, “katlanılması gereken kaçınılmaz bir şanssızlık”
olarak görür.
Feuerbach insanlar arasındaki ilişkileri sezer ama sığ bir ideolojik bakış
açısına yönelir. O’nun toplumsal olgulara dair kavrayışı oldukça yüzeysel ve
ilkeldir.
Sonuçta bu
bakış açısı, gerçekte var olan toplumu ve taşıdığı ilişkileri değil, yalnızca
bireyleri dikkate alır. O da, bu bireylerin sahip olduğu ideolojinin illüzyonlu
biçimiyle... Burjuva (sivil) toplumda bireyler, kendilerini nasıl yalıtık,
kendi özgürlüğüne sahip bireyler olarak görüyorlarsa; Feuerbach da, bireylerin
kendilerine dair illüzyonlu ideolojik algısını paylaşır. Bu noktada,
“atom”ların kendilerine dair fikirlerindeki illüzyon hatırlansın...
Feuerbach’ın, duyumluluğu üretim pratiğiyle oluşan bir olgu olarak kavramayan
sezgisel materyalizminde, üretimiyle, tarihiyle gerçek insanlar konu edilmez.
İnsanlar, çelişkiler içeren toplumsal yapı içinde, gerçekte olduğu haliyle
değerlendirilmez.
10. Tez
“Eski materyalizmin bakış açısı, ‘sivil’ toplumdur; yeni materyalizmin
bakış açısı ise, insan toplumu, ya da toplumsallaşmış insanlıktır.”
Feuerbach’ın materyalizminde
ve 18. yüzyıl’ın İngiliz ve Fransız materyalist filozoflarının fikirlerinde
yansıyan, “sivil”
toplumdur. “Filozof gözlükleri”yle olaylara bakan eski materyalizmin bakış
açısına göre; yalıtılmış insan bireyleri (“atomlar”), bir nicelik oluşturarak
ve birbirlerine ihtiyaçları olduğundan bir arada durarak, fikirlerini
uygulayarak doğayla olan ilişkilerini geliştirip, bu toplumda yaşamaktadır. Bu
bakış açısıyla, insanlar arası ilişkiler bütün yönleriyle kavranmaz. İnsanların
üretim pratikleriyle, yaşadıkları toplumu, koşulları değiştirdikleri görülmez.
Onlar özünde, yurttaşların mülkiyet özgürlüğünün, din özgürlüğünün (laiklik),
girişim özgürlüğünün önündeki engellerden kurtulmasını ister. Kendi dönemleri
için bu nedenle ilericidirler. Ütopik sosyalistlerse, sonuçlarla,
olumsuzluklarla, toplumsal görüngülerle ilgilenir, bunların nedenlerini
araştırmaz.
Yeni
materyalizmin bakış açısına göreyse, “sivil toplum”daki üretim faaliyeti, yani
“doğanın insan tarafından biçimlendirilişi”, “insanın insan tarafından
biçimlendirilişi”nin
nasıl olacağını (tüm toplumsal ilişkileri, dolayısıyla devleti, hukuku,
ideolojileri) koşullar. Bu anlayışta, insanların gerçek yaşama koşulları
(üretim faaliyeti) ile onların bu koşullara dair bilinçleri arasındaki
(toplumsal yaşam-pratik ve ideolojiler arasındaki) ilişki materyalist açıdan
kurulduğu, kavrandığı için, realist bir değerlendirme yapılır.
“Bu tarih anlayışı, demek ki, gerçek üretim
sürecinin, yaşamın dolaysız maddi üretiminden başlayarak açıklanmasına ve bu
üretim tarzına bağlı ve onun tarafından yaratılmış karşılıklı ilişki biçimlerinin,
yani değişik aşamalarındaki sivil toplumun, bütün tarihin temeli olarak
kavranmasına; ve onun Devlet halindeki eylemi içinde gösterilmesine, bütün
değişik teorik ürünlerinin ve bilinç, din, felsefe, etik, vb., vb. biçimlerinin
açıklanmasına ve bunların kökenlerinin ve gelişmelerinin bu temelde ele
alınmasına dayanır; bu da, doğal olarak, işi bütünlüğü içinde göstermeye (ve
değişik yönlerinin karşılıklı etkisini incelemeye) olanak verir.”
Böylelikle,
kapitalist toplum, tarihsel materyalist bakış açısıyla değerlendirilir.
Toplumsal görüngülerin nedenleri anlaşılmaya başlanır. Toplumsal görüngülerin
ardındaki öz araştırılır. Sonuçlarla neden, görüngülerle öz arasında saptanan
tarihsel ilişkiler, realizmin oluşmasında önemli olur.
Yeni
materyalizm ile “insani toplum”
ya da “toplumsallaşmış insanlık”ın
oluşma koşulları kavranır. “İnsan-dışılığın”, “doğaya aykırılığın”, “iktisadi
yabancılaşmanın”, “insanal kendi kendine yabancılaşmanın” ortadan kaldırılması
gerektiği görülür. Bu ortadan kaldırma komünizmde gerçekleşecektir. Sefalet,
proletaryanın yapacağı devrimin koşulu ve verdiği mücadelenin nedenidir.
Proleterlerin içinde bulunduğu koşullar, onu devrim yapmaya zorlar.
Ütopik
sosyalist görüşlerde, ilk sosyalist ve komünist düşüncelerde, işçilerin içinde
bulunduğu sefalet koşulları, onların insanlık-dışı duruma düşürülmeleri,
siyasal ve ideolojik yansımalarını bulur. Yansıyan bu ideolojik çerçevenin
içinin, iktisadi incelemeler sonucunda doldurulması, görünüşlere, sonuçlara
karşılık gelen özün ve nedenin anlaşılması çabası bilimselliğe doğru atılan
adımlardır.
Sonuç yerine: 11. Tez
“Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa
sorun onu değiştirmektir.”
Bütün
filozoflar, kendilerinden önceki düşünceleri eleştirerek, dünya hakkında çeşitli
yeni yorumlar geliştirdiği kanısındadır. Tüm filozoflar hakikati düşünce
dünyasında arayıp durur. Onlar, sadece düşünerek, fikirlere değer ya da
doğruluk gibi özellikler atfedebileceklerini zanneder.
Oysa
“başlangıçta eylem vardı” (Goethe, Faust). Felsefi düşüncelerdeki değişim,
toplumsal değişimlerle gerçekleşir. İnsanların toplumsal gerçeklerini
değiştirmeleri, felsefi bilinçlerindeki değişime yol açar. Filozofların farklı
farklı yorumlar üretmesini sağlayan budur. Felsefenin doğruluğa, hakikate ulaşması
kendi alanı içerisinde mümkün değildir. Felsefi fikirlerin gerçekliği, kendi
dışında, her filozofun fikirlerini geliştirdiği dönemin toplumsal gerçeği
içinde oluşur. Dünya fikirleri üretir ve sınar. Önemli olan bu dünyanın,
toplumsal gerçeğin değiştiğini kavramak ve bu değişim sürecine bilinçli olarak
katılmaktır. Fikirlerimizle toplumsal gerçeği doğru bir biçimde kavramanın
yolu, toplumsal-tarihsel pratiğin içerisinde bulunduğumuzu bilerek, bu pratiğin
bilinçli bir değerlendirmesini yapmak ve toplumsal değişimle fikirlerimizi
örtüştürmekten geçer.
Bu nedenle,
toplumsal gerçeğin taşıdığı değişim eğilimiyle birlikte, gerçekçi bir yorumunu
yapma işi (teori), devrimcileşmiştir. “Tarihsel hareketin bir ürünü olan bilim,
bu andan sonra kendisini bilinçli olarak tarihsel hareketle birleştirmiş,
doktriner olmaktan çıkmış ve artık devrimci olmuştur.”
Teorinin devrimci ve realist olması pratik aracılığıyla ve pratikte oluşur.
Teori, devrimci pratiğe katılmadan realist olmaz. Teoriye gerçekçilik
niteliğini kazandıran, pratikle kurulan bağdır; onun realizminin bir ölçütü
olan yeni olguları, süreçleri açıklayabilme yeteneği de buradan kaynaklanır.
Kapitalist toplumun ya da dünyanın dönüşümünü inceleyen devrim teorisi, içinde
bulunduğumuz tarihsel dönemin toplumu, kapitalist toplumun dönüşümünü
sağlayacak toplumsal güç olan işçi sınıfının siyasal hareketi
içerisinde üretilmiş/üretilmektedir ve böylelikle devrimci olur. Bu üretim,
toplumsal pratikten dolayısıyla ideolojilerden yalıtılmış değildir. Kapitalist
toplumun dönüşümünü inceleyen devrim teorisi, kendisi için laboratuvar
olabilecek tek ortam olan toplumsal pratikte gerçekleşir. Parti,
siyasal-ideolojik pratik gibi araçlardan ve diğer somut koşullardan bağımsız
bir devrim teorisi üretmek mümkün değildir.
Çağımıza kadar
toplumsal dünyayı yorumlamak ve değiştirmek, birbirleriyle doğrudan bağı
olmayan ya da toplumsal pratiğin tüm alanı içinde dolaylı olarak birbirlerine
bağlanan etkinlikler, farklı öznelerin elinde gerçekleşen işlerdi. Artık tek
bir hareketin, komünist hareketin, toplumsal gerçeği, dünyayı köklü bir biçimde
değiştirirken, aynı zamanda bu süreci yorumlaması olanaklıdır. Teori ve pratik
birleşmiştir; devrim teorisi devrimci pratikten ayrılamaz. Teorinin
gerçekçiliğini sağlayan budur.
Artık şu
netlikle kavranmış olmalıdır: “...gerçekte ve pratik materyalist için, yani komünist
için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek (revolutionieren), var
olan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.”
Ayrıca; “(...) gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek
bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını (...)” da bilmekteyiz; çünkü
“ ‘kurtuluş’ zihinsel değil, tarihsel bir iştir...”
On birinci
tez’in anlamını değerlendirdikten sonra gelinen noktada, “Marksizm’de felsefenin
bir yeri var mıdır?” diye sormak mümkündür. Bu konuda kısa ve genel bir
değerlendirme yaparak bitirilebiliriz.
Marksizm,
felsefe, bilim ve siyasetin özgül bir bileşimini barındırır. Marx ve Engels’in
1840’ların başından ölümlerine kadar geçen süreçte, tarihsel materyalist paradigma gelişmiş ve bir teorik sisteme
dönüşmüştür. Tarihsel materyalizm, toplumsal görüngülerin yorumlandığı alanda
felsefeden bilime geçiş çağında doğmuştur. Fakat tarihsel materyalizm bir bilim
dalının adı değildir. Bu felsefi perspektif, tarihin ve toplumun bilimsel
incelemesi için bir referans çerçevesi sunar. Tarihsel materyalizm,
toplumsal/tarihsel süreçlerin bilimsel incelemesinden çıkarılan sonuçların
sentezi olan, daha sonraki bilimsel çalışmalar ve siyaset pratiği için kılavuz
işlevine sahip, yapılan çalışmalar sonucunda daha da zenginleşen felsefi bir
ideolojidir. Tarihsel materyalizm, bilimsel çalışmalara, siyasal incelemelere
kılavuz olan ve bu incelemelerle yeniden geliştirilerek üretilen realist
bir paradigmadır:
“Spekülasyonun (kurgunun) bittiği yerde - gerçek
yaşamda - gerçek, pozitif bilim; pratik aktivitenin, insanların pratik gelişme
süreçlerinin temsili başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter ve gerçek
bilgi onun yerini almalıdır. Gerçeklik tanımlandığında, bilginin bağımsız bir
kolu olarak felsefe varlık ortamını yitirir. En iyi durumda, onun yerini sadece
insanların tarihsel gelişiminin gözlemlenmesinden kaynaklanan soyutlamalar ve
en genel sonuçların bir özeti alabilir. Gerçek tarihten koparılarak düşünüldüklerinde,
bu soyutlamalar kendi başlarına herhangi bir değer taşımazlar. Onlar sadece
tarihsel materyalin düzenlenmesini kolaylaştırmaya, tarihsel materyalin ayrı
ayrı katmanlarının sıralanışını göstermeye hizmet eder. Fakat hiçbir şekilde,
felsefenin yaptığı gibi, tarihsel dönemleri güzel bir biçimde süsleyip
düzenlemek için bir reçete ya da şema oluşturamazlar. Tersine,
sıkıntılarımız/problemlerimiz, ancak tarihsel materyalimiz, ister geçmiş bir
dönem, ister içinde bulunduğumuz zaman olsun, incelemeye ve düzenlemeye -gerçek
tanımlama- konulduğu zaman başlar. Bu güçlüklerin kaldırılması, burada (hemen,
bir çırpıda) ortaya konması imkânsız olan hipotezlerle (varsayımlarla)
sağlanır; ancak gerçek yaşam sürecinin ve her çağın bireylerinin
aktivitelerinin incelenmesi bu varsayımları aşikâr kılacaktır. Biz, burada, bu
soyutlamaların bazılarını seçeceğiz ki bunları ideolojistlere karşıtlıkla kullanıyoruz
ve onları tarihsel örneklerle resmedeceğiz.”
Marksizm,
kendisinden önce belli bir birikime ulaşmış felsefe, tarih yazımı/bilimi,
siyasal iktisat, ütopik sosyalist ve eşitlikçi siyasal düşünceler, diyalektik
mantık gibi öğelerin sunduğu zemin üzerinde, bir sentez sürecinin ürünü olarak
doğmuştur. Marksist teorik sistemin değişik boyutlarını oluşturan toplum bilim,
siyaset teorisi ve felsefi incelemeler ayrılmaz bir bütünlük oluşturur. Bu
sistemde felsefenin bir bakış açısı, bir ideoloji olarak kullanılması söz konusudur. Tarihsel materyalistler için felsefe,
spekülatif düşünce üretimi değildir.
Özet: Tezlerin yapılanışı
Yapılan
değerlendirmeden, Tezler’in
yapılanışı hakkında şu özet çıkarılabilir:
Birinci ve
ikinci tez, materyalizmin ve idealizmin eleştirel değerlendirilmesi; felsefenin
bir düşünce alanı olarak sınırlarının görülmesi; genel olarak toplumsal pratiğin,
aktivitenin, eylemin öneminin ve özel olarak üretim pratiğinin teorik olarak
kavranışı; felsefe (düşünce) ve gerçeklik (toplumsal pratik) arasındaki ilişki
gibi öğeler etrafında yapılandırılır. Değinilen temalar, eski materyalizm
türlerindeki ve Feuerbach’ın edilgen duyumcu felsefesindeki “başlıca kusur”; idealizmdeki “etkin yön”; insanın üretim pratiği ve
toplumsal pratiğinin gerçeklik içindeki yeri; toplumsal-siyasi pratiğin “devrimci”, “pratik eleştirel” niteliği; felsefi skolâstik kabul ediş ve
felsefenin sınırıdır.
Üçüncü tez’de,
18. yüzyıl materyalist filozoflarının toplumsal konulardaki görüşlerinin ve
ütopik sosyalist görüşlerin reformist özelliği açıklanır. Bunların,
tarihsel-toplumsal gerçeği açıklamadaki yetersizliğinden bahsedilir. Belli
başlı temaları, değişim içindeki koşullarla insanların üretici faaliyetleri
arasındaki etkileşim ve devrim dönemleri dikkate alınmadan tarihsel gelişimin
tam olarak açıklanamayacağıdır.
Dördüncü,
beşinci, altıncı ve yedinci tez’de, Feuerbach’ın materyalizminin tarihsel
süreçler, toplumsal ilişkiler konusunda sığ ideolojik kavrayışı ve idealizme
sürüklenişi; “dinsel duygu”nun,
insanların toplumsal ilişkileri ve üretim pratikleri dahilinde
değerlendirilmemesinin olumsuzluğu; dinin bilimsel olarak nasıl incelenmesi
gerektiği; dinin ortadan kaldırılmasının yolu değerlendirilmiş ve işlenmiştir.
Bu fikirler işlenirken değinilen konular arasında, Feuerbach’ın “yabancılaşma”
değerlendirmesi; edilgen duyumculuğu; “soyut
-yalıtılmış- bir insan bireyi” varsayımı ve dini bununla ilişkilendirmesi;
bu soyut insan kavramının kaynağı (“belli
bir toplumsal biçim” olan sivil toplumdaki ilişkileri görememesi,
duyumluluğu öznel etkin yönle kavrayamayışı); dini “toplumsal ürün” olarak göremeyişi; dinin, ancak dünyevi
çelişkilerle oluştuğu kavrandığında sağlıklı ve gerçekçi bir yaklaşım
yapılabildiği ve bu çelişkilerin kaldırılmasıyla yok olacağı değerlendirmesi
yer alır.
Sekizinci
tez’de düşünceleri mistikleştiren temele değinilir; ideolojilerin oluşumu
hakkında genel bir yaklaşım ortaya konur.
Dokuzuncu ve
onuncu tezler’de, 18. yüzyıl materyalistlerinin ve Feuerbach’ın fikirlerinde, “sivil toplum”un ideolojik yansımasının
bulunduğu belirtilir. Yeni materyalizmse, “insani
toplum” demek olan komünizmin bakış açısıyla değerlendirme yapmaktadır. Bu
iki tez’de açıkça yazılmamışsa da, sanki ele alınmak istenen bazı konular
vardır. 18. yüzyıl materyalistlerinin ve Feuerbach’ın felsefesinde, toplumsal
ilişkilerin tek yanlı biçimde ele alınması, bu felsefelerde sadece bireylerin,
o da illüzyonlu bir biçimde sezilmesi; bu materyalizmin insan kavrayışının,
sivil toplumun içindeki insanların kendileri hakkındaki illüzyonlu kavrayışına
benzemesi; oysa toplumsal ilişkilerin tüm yönleriyle ve üretim merkeze konarak
incelenmesi gerektiği gibi çeşitli temaların, değerlendirilmek istendiği
yönünde bir eğilim sezilir.
On birinci tez, toplumun
realist biçimde değerlendirilmesinin (teori), siyasal bir pratik
sergilendiğinde mümkün olduğu; artık tarihin realist biçimde kavranmasının,
dolayısıyla bilinçli olarak yapılmasının mümkün olduğu fikri ekseninde
yapılandırılmıştır. Açıklama (teori), değiştirme (devrim) sürecinde yapılır. Ancak, devrim
yapmak, değiştirmek için, açıklama (teori) gerekir. Öyleyse, açıklama
değiştirmeyle örtüşmelidir (realizm). Bu tez’in temaları, yorumlama (teori) ve
değiştirme (devrimci siyasi pratik) ile bunlar arasındaki ilişkidir.
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ündeki “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce,
bir toplumsal şekillenme asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri,
bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan,
asla gelip yerlerini almazlar” cümleleri, kapitalist üretim ilişkilerinin
ortadan kaldırılması sürecini değil, bu ilişkilerin ilkin İngiltere’de ve sonra
diğer Avrupa ülkelerinde, feodal toplumun bağrında doğması sürecini anlatır. Bu
ilişkileri geliştiren üretim güçleridir; bunlar egemen iktisadi güç olana ve
siyasal iktidarı devirene kadar belli bir olgunlaşma, gelişme süreci yaşarlar.
Feodal üretim ilişkileri çözülür ve kapitalist üretim ilişkileri aynı toplumda
zaman içinde gelişirken (özellikle tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin
gelişmesi anlamına gelen “tarımsal devrim” yoluyla), feodal üretici güçlerde
değişim kaçınılmazdır. Bu feodal ilişkiler-güçler, yeni ve daha ileri üretim
ilişkilerine ayak bağı olur ve onlarla çatışır, ama dönüştürülür. Bu dönüşen
güçler, yeni kuşaklar boyunca yeni üretici güçlerin safında yer alır.
Üst-yapıya bu dönüşüm sürecinin yansıması farklı ülkelerde, farklı biçimlerde
ve farklı zaman sürelerinde olur (bu konuda bkz; Karl Marx, a. g. e., 8. Kısım: “Sözde İlkel
Birikim”, s. 729-794). Marx’ın yukarıdak ifadeleri, araştırmalarından edindiği
bir izlenimi ortaya koyar. Tarihsel ilerlemede bir “mantık” olduğu, bu şekilde
soyutlanmıştır. Ömrünün sonuna doğru, Rusya’daki gelişmeleri değerlendirdiği
mektuplarında, kapitalizmin by-pass edilebileceği yönünde bir yaklaşımı da
bulunmaktadır.
Ludwig Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü, Çeviren: Devrim
Bulut, Öteki Yayınevi, Birinci Basım, 2004, s. 37-38. Başka örnekler de
verilebilir: “İnsan, -dinin sırrı budur işte- varlığını nesnelleştirir, sonra
kendini bu nesnelleştirilmiş varlığın nesnesi; özneye dönüşmüş, insan olmuş
biri haline getirir.”; “Tanrı, gerçekte, insanın dışa vurulmuş,
maddileştirilmiş halidir.” (bkz; Ludwig. Feuerbach, a. g. e., s. 56, 57).