Mahmut Boyuneğmez
“Siyasal
İslam’ın demokrasi ile uzlaş(masını)”
imkânsız gören Boratav, “siyasal İslam’ın anti-demokratik özü”nden dem
vuruyor. Bu tamamen bir illüzyondur. AKP bir siyasal İslamcı parti olarak
kuruluşundan itibaren kapitalist demokrasiyle ve liberal ideolojiyle uyum
yakalamıştır. AKP, Refah Partisi’nin liberalizmle ve neo-liberal politikalarla
uyumsuz olan ve “adil düzen” adıyla anılan siyasal perspektifinden ayrışarak, muhafazakâr/İslamcı/liberal
bir perspektifi sahiplenerek kendini sermaye sınıfına kabul ettirmiştir. Sermaye
sınıfının sadece MÜSİAD’la temsil edilen değil, TÜSİAD’la da temsil edilen
kesiminin çıkarları doğrultusunda neo-liberal politikaları hayata geçirmiş,
özelleştirmeleri gerçekleştirmiş (örneğin TÜPRAŞ Koç Holding’e satılmıştır),
taşeronlaştırmayı yaygınlaştırmış, devlet idaresini yeniden yapılandırıp,
başkanlık sistemine geçişle birlikte devlet idaresini merkezileştirmiştir.
Kapitalist
demokrasi, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı ve ara tabakalar arasındaki güç
ilişkilerinin dengesine göre şekillenir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi
sonrasında Türkiye’de siyasal rejim ve kapitalist devlet, toplumsal ilişkilerin
ideolojik boyutu, siyasi partiler ve sendikalar alanı ile günlük yaşam
neo-liberal sermaye birikim biçimi tarafından koşullanan bir değişimden geçmiş,
AKP’nin önce devletin yürütme gücüne gelmesi, sonrasında parti-devlet haline
evrilmesiyle birlikte bu süreçler toplamı bir süreklilik dahilinde bugünlere ulaşmıştır.
1980 sonrası dönemin karakteristik özelliği işçi sınıfı hareketinin ve
örgütlülüğünün zayıflığıdır. AKP’li 23 yılı niteleyense, kapitalist demokrasi
çerçevesi içerisinde işçi sınıfı kutbundaki güçsüzlüğe koşut olarak sermaye
sınıfının siyasal ve toplumsal iktidarının güçlendirilmesidir.
Bu 23 yılda kapitalist demokrasi çerçevesi içerisinde neoliberal otoriter devletin oluştuğu ve yerleşiklik kazandığı görülmektedir. Nedir bu devlet ve demokrasinin özellikleri?
- Kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesi artsa (MB ve üst kurullar, kamu ihaleleri vd.) ve bu müdahalenin biçimi değişse de doğrudan meta ve hizmet üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.
- Neoliberal devlette yasama organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır. Yürütme erki ve idare, devleti örgütleyen ve yöneten güç olarak önem kazanmıştır.
- Yürütmenin devlet bürokrasisi/idare üzerinde siyasi denetimi artmış, idarenin özerkliği yiterek, yürütmeye tabi olmuştur. Devlet bürokrasisi ve yürütme gücü, artık devlet politikasını oluşturmakta ve uygulamaktadır. Böylelikle sadece yolsuzlukların üzerinin örtülmesi kolaylaşmamış, aynı zamanda devlet politikaları toplumsal denetimden tümüyle uzaklaşmış ve iktidarın geçirimsizliği cisimleşmiştir.
- Sermaye sınıfının çıkarına olan düzenlemelerin meşrulaştırılma yeri olan parlamento bu işlevini terk etmiş, devlet politikalarının meşrulaştırılma süreçleri, ara ara yapılan referandumlara ve medya organları gibi yapılara kaymıştır.
- Yasama, yürütme, yargı arasında görece var olan erkler ayrılığı, artık tümüyle ortadan kalkmış, bunlar kaynaşmıştır.
- Devlet iktidarı, artan bir biçimde merkezileşip yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi, bir Bonapartizm türü olmayıp, devlet iktidarının merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını cisimleştirmektedir. Devlet idaresinin iktidar mekânları ve kanallarının iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi olan başkanlık sisteminde başkan, devlet idaresinin artan siyasi rolünün temsilcisidir. İdari-siyasi düzenekler, başkana bağlanmaktadır.
- Neoliberal otoriter devlette, devlet idaresini birleştirip bütünleştiren, idarenin farklı kolları arasında uyumu, yürütme gücünün tepesindekilere karşı sadakatini ve bağımlılığını sağlayan egemen bir devlet partisine gereksinim vardır. Devlet örgütlenmesi, neoliberal dönemde açık ve yoğun biçimde siyasallaşmıştır. Egemen devlet partisi, devlet personeli içerisinde kadrolaşmakta olduğundan, devlet yapısı ile egemen parti arasında kadrolar açısından geçişkenlik ve örtüşme bulunur. Egemen devlet ve kitle partisi, devlet ideolojisini ve politikalarını kitlelere ulaştırmada, medya organlarıyla birlikte hareket etmektedir.
- Neoliberal otoriter devlet, kapitalist demokrasideki siyasi düzeneklerin artan otoriterizmiyle karakterize dönüşümler içermektedir. Kitleler siyasi karar merkezlerinden dışlanmakta, devlet organları ile yurttaşların arasındaki mesafeler büyümekte, devlet ileri derecede merkezileştirilmekte, örgütlü fiziki baskı artırılmakta ve ideolojik yönlendirmeler güçlendirilmektedir. Bu devlette birçok faşizan düzenek kristalleşmektedir.
- Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak neoliberal otoriter devlet, işçi sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü iyiden iyiye geriletmiştir.
- Neoliberal otoriter devlet, topluma dönük sosyal devlet fonksiyonlarını tasfiye etmiş, neoliberal ekonomi politikalarının ve krizlerin ürünü olan yoksullaşmanın getirdiği muhtaçlığı, hayırseverlik pratikleriyle istismar etmiştir. Siyasi iktidara dönük onay ve bağlılık oluşturma ile oy avcılığı bu hayırseverlik politikasının temel işlevidir.
- İşçi sınıfının mücadelelerinin kapitalist sınıfın hegemonyası için oluşturduğu tehlikeler karşısında, bu mücadeleleri önleyici maddi düzenekler oluşturulmuştur. Sendika bürokrasisi, yandaş sendikalar, devlet-sendika-patronlar-işçiler arasında korporatif ilişkiler bu düzeneklerden bazılarıdır. Sarı/yandaş/korporatist işçi/memur sendikaları Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Toplu Sözleşme gibi organizasyonlarla ve sendika bürokratlarının aynı zamanda devlet bürokrasisinde de yer almalarıyla idari düzeneğin içine yerleştirilmişlerdir.
- Neoliberal kapitalist demokrasilerde, politik özgürlüklerde belirgin bir gerileyiş ve toplumsal ilişkilerin bütün boyutları üzerinde otoriter denetimin genişlemesi yaşanmaktadır.
- Neoliberal dönemin siyasal rejiminde partilerin yöneticileri ile tabanları/katılımcıları arasındaki kopukluk belirginleşmiştir. Bu kopukluğun bir göstergesi kitlelerle doğrudan etkileşimler yerine kamuoyu anketlerine başvurmanın yaygın kullanımıdır. Tabandan gelen ve parti değerlendirmesinden geçen taleplerin, iktidar partisince devlet politikalarının oluşumunda dikkate alınması söz konusu değildir. Milletvekilleri adaylarının belirlenmesi de iktidarın tepesindekilerin ataması şeklinde yaşanmaktadır.
- Neoliberal dönemde partilerin politik yaklaşımları arasındaki farklar yelpazesi iyice daralmıştır. Kapitalist sınıf iktidarının toplum üzerindeki hegemonyasının oluşması, toplumsal güçlerin çoğulculaştırılmasını içerir, fakat düzen partilerinin oluşturduğu çoğulculuk aldatıcıdır. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının oluşturulmasında siyasi partiler, hegemonya yapıları olarak işlevlerinde gerileme içerisindedir. Düzen partilerine kitlelerin bağlılığı eski dönemlerde olduğu gibi güçlü olmayıp, birinden diğerine tercih kaymaları daha rahat gerçekleşmektedir.
- Neoliberal kapitalist devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır. Profesyonel orduya geçişle, sözleşmeli askeri personelin ağırlığının artırılmasıyla, bedelli askerliğin kapsamının genişletilerek işçi ve köylü gençlerin askerlik sürelerinin kısaltılmasıyla, özel polis birimlerinin kuruluşuyla vd…
- Neoliberal kapitalist devlet, bir holdinge benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.
Elbette
başka bir zamanda daha oturaklı bir tanım verebilir, fakat mülakatta Boratav’ın
“faşizm”e ilişkin söyledikleri şunlar:
“Siyasal
plüralizmi reddeden, güçler ayrılığını sistematik olarak çiğneyen, baskı
yöntemlerini adım adım yoğunlaştıran, 2015’e kadar da ekonomiyi neoliberalizme
tam teslim eden bu rejimi ben İslamcı faşizm olarak nitelendiriyorum.”
AKP’nin
neo-liberal politikaların uygulayıcısı olduğu doğru. Bunu bilmeyen yok. Güçler
ayrılığının otoriter kapitalist devlette olmadığını da belirtmiştik. “Baskı
yöntemlerinin yoğunlaştırılması” konusunda ise şu söylenmelidir: Baskı, kapitalist demokrasilerdeki güçler
dengesine göre dönemsel olarak azalıp, artabilen bir olgudur. Örneğin, işçi
sınıfı hareketlenmesi belirginse ve örgütlülüğü gelişkinse kapitalist devletin baskı
uygulamalarında artış yaşanır. Yine neoliberal otoriter devletin işçi sınıfında
belirgin bir hareketlenme olmadan da sermaye sınıfının siyasi ve toplumsal
iktidarını korurken/sağlamlaştırırken/pekiştirirken gerici ideolojik
yönlendirmelerin dozundaki artışla birlikte baskıcı pratikleri de devreye
soktuğu gözlenmektedir. “Siyasal çoğulculuk” konusunda ise, neo-liberal dönemde
bunun büyük oranda bir aldatmaca olduğunu belirtmek gerekir. Burjuva parti
fraksiyonlarının oluşturduğu yelpaze sahtedir. Düzen partileri arasındaki
nüanslar belirgin bir önem taşımamakta, hepsinin liberalizm şemsiyesi altında
toplandığı görülmektedir.
“ 'Otoriterlik' sözcüğünün Anglo-Sakson siyaset bilimi yazınından kaynaklanan, iyi
tanımlanmamış, “kavram” mertebesine layık olmayan bir terim olduğunu düşünürüm.
Bu yüzyılın başlarında Batı emperyalizmi saldırganlaşırken dünya çapındaki
kutuplaşmayı demokrasi ile otoriterlik arasında bir mücadele çerçevesinde
tanımladı. Bu kutuplaşmanın içeriğine baktığımızda Suudi Arabistan, Ukrayna,
Modi’nin Hindistanı, Erdoğan Türkiyesi demokrasiler arasında yer alıyor.
Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Esad’ın Suriye’si, Rusya, Çin,
Venezuela, Küba, Nikaragua otoriter rejimler olarak sıralanıyor.
Otoriterlik teriminin muğlaklığı, tutarsızlığı, bir kavram olarak işlevsizliği
ortada değil midir?”
Böyle
buyurmuş Boratav. “Otoriterlik” bir terimmiş, fakat bir “kavram” değilmiş. Oysa
her terim aynı zamanda bir kavramdır. Burada açık bir mantık hatası var.
Emperyalist devletlerin politik temsilcilerinin çeşitli siyasal rejimler için “demokrasi”
ya da “otoriter rejim” nitelemelerini temel alıp, buna göre düşünecek ve
hareket edecek değiliz. Onların hedef aldıkları bazı rejimleri “otoriter”
olarak nitelemeleri, bizi Marksist yaklaşımdan uzaklaştırmamalıdır. Biz “otoriter
kapitalist devlet” derken, buradaki kavramın siyaset bilimi kapsamında
kullanıldığı açıktır.
“Üstelik
günümüz Türkçesinde “otoriter kimlik” öğretmenler, futbol hakemleri,
antrenörleri için kullanılan, sempati, saygı çağrıştıran bir anlam da içerir.”
Doğrudur,
“otorite”, isteyerek emirlere uymayı ve lider sayılan aktörün peşinden gitmeyi,
liderliğin kabiliyetleri ve toplumsal konumuna kişiler ya da grup tarafından
onay vermeyi, fiziksel şiddet uygulaması ya da uygulanacağı iması
gerektirmeksizin itaati anlatır. Ebeveyn otoritesi, mesleki otorite (örneğin
hastanede hastalara ilişkin hekim otoritesi), ahlaki otoriteler, siyasal lider
otoritesi örnektir. Otorite, sevgi, güven, saygı, değer verme gibi duygu ve
tutumlarla, menfaatle, bazı durumlarda ise ideolojik bağlılık ve bağlanmayla
gerçekleşir. Güzel, peki otoritenin anlamı budur diye otoriter siyasal
rejimleri anlatmak için kullanılan “authoritarianism” (İngilizce) terimi/kavramından
vaz mı geçilsin?.. Bu çocuksu bir düşünme tarzıdır.
“Bana
kalırsa dünya sisteminin çevresinde yer (alan-MB) bazı ülkelere özgü popülist
rejimlerden söz etmek uyundur: Halk sınıflarının iktidarda olmadığı, fakat
siyasal ağırlıkları, bazen de örgütleri sayesinde bölüşüm ilişkilerinde
sistematik olarak gözetilen rejimler…”
Boratav’ın
“popülist rejimler” hakkındaki bu cümleleri bilim ve gerçek-dışıdır. “Popülizm”
kavramı muğlak ve çok anlamlıdır. Bu konuya burada girmeyeceğiz. Fakat “popülist
rejimlerden” ziyade “popülist siyasi stratejilerden”, “popülist söylemlerden”
ve “popülist politikalardan” bahsetmek anlamlıdır. Popülist strateji, göçmen karşıtlığını,
elitlere karşıtlığı, milliyetçi ideolojik motifleri, dinsel-kültürel motifleri,
Batı-karşıtlığını, sahte halkçı söz ve vaatleri kullanarak, devletin yürütme
gücüne gelme ya da bu gücü elinde tutma stratejisidir. Halkın gönlünü okşayan, kitleleri
gururlandıran ideolojik temaların politik seslenmede kullanılması, geçici ve sorun
çözücü olmayan hayırseverlik pratiklerinin benimsenmesi, popülist söylem ve
stratejiler kapsamında yer alır.
“Faşizm
kavramı günümüzde dünya sisteminin çevresinde halk sınıflarını baskı altında
tutarak uluslararası veya yerel sermaye tahakkümünü yerleştiren ülkeler için
kullanılabilir; ancak, geleneksel İtalya-Almanya faşizminden farklılıklar
gözetilerek… Demokratik bir öz taşıyan popülist rejimlerle faşizm kesinlikle
karıştırılmamalıdır. Tarihsel bellekte haklı olarak kötü çağrışımları
içerdiği için faşizm kavramı (en azından “neo-faşizm” olarak) korunmalıdır. Öte
yandan (yakından bildiğimiz ve üçüncü dünya deneyimleri çok zengin olan) askerî
faşizmler ayrıştırılmalı veya laikliği düşmanlaştırdığı için Türkiye ve İran’da
İslamcı, Hindistan’da Hindu nitelikleri eklenerek kullanılabilir.”
“Popülist
rejimler” olarak nitelenen rejimlerde (örneğin Hindistan, Macaristan, ABD,
Türkiye vd.), “popülizmin” bir siyasal söylem, tarz, üslup ve strateji olarak
var olduğunu belirtmiştik. Başka bir ifadeyle bu siyasal rejimleri, “popülist
rejimler” diye adlandırmak doğru değil.
Neo-faşizm
olgusuna gelirsek… Neo-faşizm, 1950’lerden sonra Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde
ortaya çıkan, milliyetçi, popülist ve anti-göçmen söylemleri benimseyen, Avrupa’da
İslamofobik bir jargona sahip olan, klasik faşizmi nostaljik biçimde anan ve yücelten,
kapitalist demokrasiler içerisinde kendilerine yer bulan siyasal hareketlere
denmektedir. Neo-faşizm, bir siyasal rejimin değil, kapitalist demokrasi
çerçevesinde faaliyet yürüten bazı siyasal parti ve hareketlerin adıdır.
Faşizmi
karakterize eden baskı veya baskının dozunda artış değildir. Faşizm,
olağanüstü/istisnai bir siyasal rejimdir. Kapitalist sınıf iktisadi krizden ve
hegemonya krizinden çıkış yolu olarak faşizme başvurmuştur. Almanya ve İtalya’daki
faşist diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde
kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış
yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. Almanya ve İtalya’da kriz döneminde,
işçi sınıfı hareketi güçlenmiştir. Faşist hareket, sermaye sınıfı için bir
tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini ve komünistleri tasfiye etme
işlevini yerine getirmiştir. Faşizm, yürütmenin faşist partinin “lideri”
odağında merkezileştirildiği ve güçlendirildiği, açık bir diktatörlüktür.
Faşizm, totaliterizmdir.
Emperyalist
hiyerarşide alt basamaklarda yer alan bağımlı ülkelerdeki askeri/sivil
diktatörlükleri ya da otoriter yönetim biçimlerini ise, faşizm olarak nitelemek
doğru değildir. Faşizm ile bu siyasal rejimler arasında milliyetçilik,
ırkçılık, lider fetişizmi, baskının ön planda devrede oluşu, başkalaşmış
biçimde de olsa korporatizmin varlığı, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması,
kitlelerin edilgenleştirilmesi gibi benzerlikler vardır. Bu yönetimlere/devlet
biçimlerine faşizmi andırdığı için “faşizan” (“fascist” değil “fascistic”) denebilir.
İki dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin mirası, artık kapitalist
demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir. Kapitalist
demokrasilerde siyasi ve toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik
nitelikler yanı sıra faşizan nitelikler kazanmıştır. Neoliberalizmin otoriter
yönetim ihtiyacı ve eğilimiyle birlikte 1980’lerden günümüze uzanan tarihsel
kesitte bu faşizan özelliklerin kapitalist demokrasilerde belirginleştiği ve
kristalleştiği dikkati çekmektedir.
Siyaset
bilimi literatüründe “darbe”nin anlamı açık olsa ve “İmamoğlu operasyonu”na
darbe denmesi mümkün olmasa da 19 Mart olayını “sivil darbe” olarak
niteleyen Boratav’dan bir alıntı daha yapalım:
“İslamcı
faşizme muhalefet hem halkı savunmayı üstlenen hem de iktidarı hedefleyen bir
direnme ve yeniden inşa cephesi olarak örgütlenmelidir. “Seçimlere de dönük”
olacağı için CHP doğal olarak o aşamanın ön safında yer alacaktır. “Yeniden
inşa” neoliberalizmden tam arınan, bu nedenle sermaye blokundan sızmaları da
dışlayan radikal bir program gerektirir. Altılı Masa’nın talihsiz deneyimi,
bugünün koşullarında bu tür bir cephenin bileşenlerine dönük bir ders vermiş
olmalıdır: İslamcı akımın tortuları dışlanmalı; iş birliği ve katılımlar
Cumhuriyetçi ve Sosyalist Sol ile sınırlı olmalıdır.”
“Bugünkü
direnme hareketinin de Kürt Hareketi’ne doğal müttefiklerini bir kez daha
gösterdiğini umuyorum.”
“Tortu” olarak nitelediği Deva, Gelecek gibi partileri dışarda bırakan, CHP’nin önde lider pozisyonda konumlanarak, sosyalist sol ve DEM Parti’yi arkasına alacağı bir “direnme ve yeniden inşa cephesi” önerilmektedir. Üstelik CHP’nin “neoliberalizmden tam arın(acağı)” asılsız beklentisiyle birlikte. Boratav’a “hoca” diyenler olabilir, fakat bu cümleleri sarf eden birine "hocaefendi" ya da “hazretleri” sıfatı daha uygun olabilir.
Belirli
sol çevrelerde CHP’ye dönük olumlu algıların canlandığını son 1-2 yıldır gözlemliyoruz.
Fakat artık “faşizme karşı birleşik cephe”den dem vurulmakta ve CHP’ye bu
cephenin liderliği payesi verilmektedir. Yavaş yavaş da olsa Türkiye sosyalist
hareketinin bazı bölmelerinin CHP’nin kuyruğunda hizalanacağı yönünde işaretler
belirmiş bulunmaktadır. Bu politik yönelim şiddetle reddedilmelidir.
CHP'nin
politik ufku, has bir burjuva ideolojisi olan liberalizmle sınırlıdır. Son zamanlardaki
politik söylemlerindeki keskin tonlamalar kimsenin aklını/gönlünü çelmemelidir.
Bu partinin laiklikle ilgili hiçbir mücadelesi olmamış, özelleştirmelere karşı
sahici bir karşı duruş sergilememiş, emek yanlısı bir politikası olmamıştır.
Geçmişte AKP’yi “kömür, makarna dağıtıyorlar” diye eleştirirken, şimdi
yönetiminde bulunduğu belediyelerde hayırseverlik uygulamalarıyla,
yoksullaştırılan halkımızın sempatisini kazanmaya çalışmaktadır. Hayırsever
belediyecilik, toplumcu/kamucu belediyecilik değildir. NATO ve AB gibi
emperyalist örgütlere bağlılıkları ise tamdır.
Sosyalistlerin
sosyal demokratik liberalizme yakınlaşması, eylemlerde ve söylemde dayanışmaya
gitmesi, CHP’nin toplumsal gücünü ve itibarını artırmaya yarayacaktır. Türkiye
solunun CHP’yle güç birliği yapmaktan elde edeceği bir kazanç yoktur.
Alıntılar
için kaynak: https://www.birgun.net/makale/korkut-boratav-mucadele-halk-muhalefeti-ve-saray-arasinda-620351
Gereksiz marxsizim ile iliskili gibi sundugunuz guzel usluplu elestiriniz Boratsvi hakli cikariyor.
YanıtlaSil1. Italya almanya fasizmi liberallerin ve sosyal demokratlarin destegini 1920 yillarinin kriminella gunumuzde ise yeni liberaller sosyal demokratlara n görece destedine bagliyorsunuz. Dogrudur ancak Liberaller ile kuresel sermayenin yeni liberal silahsörleri arasinda isim benzerligi disinda hic bir baglanti yoktur.
Islam konusundada kaddafi dahil sosyalizim adina ortak bir nokta dahi görulmemektedir. Uluslarin dogusu, buyumesi ve ölumu kacinilmazdir. Tarihin cilvesi yeni liberaller ulus devleti gömmektedirler. Sözde devletci Marxsistler ise tam tersi yolu secmislerdir. Devletin bekasi masali Leninde ve Kemalde kelimesi kelimesine aynisinin tipkisidir.
Marx ile alakali bir durum yoktur.
Marx pazar iliskilerinin ögretisidir. Ulus devleti soslistleaecegi ile bir tek makalesi dahi bulunmamaktadir. Pazar konusunda ise sebest pazar masali liberallerindir. Yeni liberallerin gundeminde serbest piyasa yoktur. Her ikisi de pazar daralmasina karsi fasizmi tercih etmek zorundadir.
Saygilar. Camlari devirdiysek afola.