1. Giriş: Carr'ın Akademik Kimliği ve Çalışmalarına Genel Bakış
Edward
Hallett Carr (1892-1982), çağdaş anlamda profesyonel bir tarihçi olmaktan
ziyade, diplomatik geçmişi ve gazetecilik deneyimiyle tanınan bir düşünürdür.
Richard J. Evans'ın giriş yazısında belirtildiği üzere, Carr'ın tarih alanında
ne lisans eğitimi ne de üniversitelerin tarih bölümlerinde ders verme deneyimi
bulunmaktaydı. İlk eğitimini Klasik Çağ üzerine Cambridge'de almış, ardından 20
yıl Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmıştır. Bu süre zarfında Rus yazarlar ve
düşünürler üzerine biyografiler kaleme almıştır. 1936'da bakanlıktan ayrılarak
Aberystwyth Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler profesörü olarak görev
yapmış, 1941-1946 yılları arasında ise The Times gazetesinde yayın yönetmen
yardımcılığı yapmıştır.
Carr'ın
tarihe olan ilgisi, 1917 Rus Devrimi'nden sonra başlamış ve özellikle İkinci
Dünya Savaşı yıllarında Sovyet Rusya üzerine yaptığı kapsamlı çalışmalarla
derinleşmiştir. "Sovyet Rusya Tarihi" başlıklı 14 ciltlik anıtsal
eseri, ellili yaşlarında başladığı bir projedir. Evans'ın belirttiği gibi, bu
çalışma onu "Nedensellik ve Rastlantı, Özgür İrade ve Determinizm, Birey
ve Toplum, Öznellik ve Nesnellik" gibi temel meselelerle yüzleştirmiştir.
"Tarih Nedir?" adlı eseri ise emeklilik yaşını geçmişken, 1961
yılında Cambridge Üniversitesi'nde verdiği George Macaulay Trevelyan
Konferansları'nın metinlerinden oluşmaktadır. Bu eser, Carr'ın uzun yıllara
yayılan düşüncelerinin bir derlemesi niteliğindedir ve özellikle Karl Popper ve
Isaiah Berlin gibi filozofların tarih hakkındaki "aptalca sözlerine yanıt
vermek" amacıyla yazılmıştır.
2.
Tarihçi ve Olgular: Olguların İnşası ve Yorumun Rolü
Carr,
"Tarih Nedir?" adlı eserinin ilk bölümünde, tarihçinin olgulara
yaklaşımını sorgulayarak, 19. yüzyılın "olgular fetişizmi" anlayışına
karşı çıkar. Dönemin hâkim görüşüne göre, tarihçinin görevi "gerçekte
olduğu gibi" olayları sunmaktır. Lord Acton'ın Cambridge Modern History
projesindeki "hiç kimse yazarlar listesine bakmadan, Oxford piskoposunun
yazısının nerede bittiğini ve yazıya Fairbairn'in mi yoksa Gasquet'nin mi,
Liebermann'ın mı yoksa Harrison'un mu devam ettiğini anlayamamalı"
şeklindeki talimatı, olguların tarafsız ve değişmez olduğu inancını yansıtır.
Ancak Carr, bu görüşü reddeder: "Bugün her gazeteci bilir ki, kamuoyunu
etkilemenin en etkin yolu, uygun olguların seçilmesi ve düzenlenmesidir.
Olguların doğrudan doğruya kendilerinin konuştukları söylenirdi. Bu, elbette,
doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar; hangi
olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran
tarihçidir."
Carr,
bir olgunun tarihi bir olgu haline gelmesinin, tarihçinin yorumuyla olan
ilişkisine bağlı olduğunu savunur. Viktorya döneminde bir zencefilli çörek
satıcısının öldürülmesi örneğini vererek, bu olayın Dr. Kitson Clark tarafından
vurgulanmasıyla ancak "seçkin tarihi olgular kulübü üyeliğine aday"
olduğunu belirtir. Olgunun tarihi statüsü, "Dr. Kitson Clark'ın
kanıtlamak için bu olayı ileri sürdüğü tez ya da yorumun öbür tarihçilerce de
geçerli ve anlamlı olarak kabul edilip edilmemesine bağlı olacaktır. Olayın bir
tarihi olgu sıfatıyla durumu, bir yorum sorusuna yol açacaktır. Bu yorum ögesi
her tarihi olgunun içinde vardır."
Carr,
tarihçinin geçmişle kurduğu ilişkinin dinamik olduğunu vurgular: "Tarihçi
ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile
geçmiş arasında bitmez bir diyalog." Tarihçinin, çalıştığı döneme
kendi çağının gözüyle baktığını ve geçmişin sorunlarını bugünün sorunlarının
anahtarı olarak incelediğini belirtir. Grote, Mommsen, Trevelyan ve Namier gibi
tarihçilerin çalışmalarının, yaşadıkları dönemin toplumsal ve siyasal
koşullarının bir yansıması olduğunu gösterir. Örneğin, Namier'in muhafazakâr
bir bakış açısıyla 18. yüzyıl İngiltere'sini incelemesi, onun kendi dönemindeki
değişim korkusunu yansıtır. Carr'a göre, "Bir toplumun niteliğinin, ne
tür tarih yazdığı ya da yazmadığından daha güvenilir bir göstergesi
yoktur."
3.
Toplum ve Birey: Karşılıklı Etkileşim ve Büyük Adamlar
Carr,
tarihsel süreçte birey ile toplum arasındaki ilişkiyi incelerken, bu ikilinin
ayrılmaz ve birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu savunur. "Toplum ve
birey birbirlerinden ayrılamaz, karşıt değil birbirlerine gerekli ve
tamamlayıcıdırlar." Robinson Crusoe efsanesini örnek göstererek,
toplumdan bağımsız bir birey düşüncesinin imkansızlığını ortaya koyar.
Bireycilik kültünün, kapitalizmin ve Protestanlığın yükselişiyle bağlantılı
olarak 19. yüzyılın yaygın bir miti olduğunu belirtir.
Carr,
tarihte "büyük adamlar"ın rolünü de ele alır. Kötü Kral John teorisi
veya Miss Wedgwood'un "insanların birey olarak davranışları benim için
gruplar ya da sınıflar olarak davranışlarından daha ilginçtir" şeklindeki
görüşüne karşı çıkar. Bireysel eylemlerin genellikle niyetsiz sonuçları
olduğunu ve toplumsal güçlerin bu sonuçları şekillendirdiğini belirtir. Carlyle
ve Lenin'in "siyaset kitlelerin bulunduğu yerde başlar" şeklindeki
sözlerine atıfta bulunarak, tarihte önemli olanın bireylerin kişilikleri değil,
adsız milyonların oluşturduğu toplumsal güçler olduğunu savunur. "Tarihte
önemli olan sayılardır."
Büyük
adamların tarihteki rolüne ilişkin olarak, Carr, Hegel'in tanımını benimser: "Çağın
büyük adamı, çağının istemini dile getirebilen, çağına isteminin ne olduğunu
söyleyebilen ve bu istemi yerine getirebilen kişidir. Onun yaptığı, çağının
yüreği ve özüdür; o çağını gerçek kılar." Büyük adamlar, ya var olan
güçleri temsil eder ya da yeni güçlerin oluşumuna yardımcı olurlar. Tarih, bu
anlamda, bireylerin toplumsal varlıklar olarak girdikleri toplumsal bir
süreçtir.
4.
Tarih, Bilim ve Ahlak: Nesnellik, Nedensellik ve Değer Yargıları
Carr,
tarihin bir bilim olup olmadığı tartışmasına da girer. İngilizce dışındaki çoğu
dilde tarihin bilim kategorisinde yer aldığını belirterek, İngilizcedeki bu
ayrımın kültürel bir önyargıdan kaynaklandığını savunur. 19. yüzyıl bilim
anlayışının "önce olgularınızı toplayın, sonra bunları yorumlayın"
şeklindeki tümevarımcı yöntemine karşın, modern bilimin hipotez ve gerçeklik
arasındaki etkileşimle ilerlediğini belirtir. "Tarihçinin, bugün
kendini bilim dünyasının içinde hissetmek için, 100 yıl önce olduğundan daha
çok nedeni vardır."
Carr,
tarihin benzersiz olaylarla ilgilendiği, dolayısıyla genellemelerin mümkün
olmadığı görüşünü eleştirir. "Tarihçi gerçekte biriciklerle değil,
biricikler içindeki genel olanla ilgilenir." Tarihçiler, Peloponnesos
Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı'nı "savaş" olarak adlandırarak
genelleme yaparlar. Tarih, genellemelerle beslenir ve bu genellemeler, geçmişi
anlama ve gelecekteki eylemlere rehberlik etme amacı güder.
Nedensellik
konusunda Carr, tarihçinin görevinin olayların nedenlerini araştırmak olduğunu
vurgular. Tek bir nedene bağlı kalmak yerine, olayların birden çok nedenini, bu
nedenler arasında bir hiyerarşi kurarak açıklamaya çalışır. Gibbon'un Roma
İmparatorluğu'nun çöküşünü barbarlığa ve dine bağlaması veya 19. yüzyıl Whig
tarihçilerinin İngiliz gücünü anayasal özgürlüğe atfetmesi gibi örnekler
üzerinden, her tarih tezinin nedenlerin önceliği sorunu etrafında döndüğünü
gösterir.
Carr,
tarihte determinizm (gerekircilik) ve rastlantı sorunlarına da değinir. Popper
ve Berlin'in determinizme karşı eleştirilerini ele alarak, gündelik hayatta
bile her olayın bir nedeni olduğuna inandığımızı belirtir. Smith'in garip
davranışları örneği üzerinden, neden arayışının insan davranışlarını anlamak
için temel bir varsayım olduğunu gösterir. "Günlük hayat insan
davranışlarının ilkece doğruluğu araştırılabilir nedenler tarafından
belirlendiği varsayılmadıkça imkânsız olurdu." Rastlantının ise,
tarihçinin anlamlı bulduğu neden-sonuç dizilerinin arasına giren, ancak genel
yorumun içine dahil edilemeyen ilgisiz olaylar olduğunu savunur. Kleopatra'nın
burnu ya da Lenin'in erken ölümü gibi olaylar, tarihin akışını etkilese de, tarihsel
anlamda bir genellemeye yol açmadıkları sürece "rastlantısal" kabul
edilirler.
Ahlaki
yargılar konusunda Carr, tarihçinin kişisel ahlak yargılarında bulunmaması
gerektiğini belirtir. Ancak, olaylar, kurumlar veya siyasetler hakkında ahlaki
yargılarda bulunmanın tarihçinin görevinin bir parçası olduğunu ifade eder. "Tarihi
yorumlarsa her zaman ahlak yargılarıdır - isterseniz daha tarafsız görünen bir
terimle söyleyelim, değer yargılarını işin içine katarlar." Carr,
soyut kavramların (özgürlük, eşitlik, adalet) tarihsel bağlam içinde anlam
kazandığını ve değerlerin olgulardan ayrılmaz olduğunu vurgular. "Değerler
olguların içine girerler ve onların vazgeçilmez bir parçasıdırlar."
5.
İlerleme Olarak Tarih: Geleceğe Yöneliş ve Genişleyen Ufuklar
Carr,
tarihin "gizemin" veya "kinikliğin" ötesinde, "geçmiş
üstüne yapıcı bir bakış açısı" sunması gerektiğini savunur. Klasik
uygarlıkların tarihsizliğine karşılık, Yahudi-Hıristiyan geleneğinin tarihe bir
anlam ve amaç (teleolojik görüş) kazandırdığını belirtir. Aydınlanma Çağı'yla
birlikte bu teleolojik görüş laikleşmiş ve tarih, insanlığın yeryüzündeki
konumunu mükemmelleştirme hedefine doğru ilerleyen bir süreç olarak
görülmüştür.
Carr,
ilerleme kavramının evrimden farklı olduğunu vurgular: evrim biyolojik
kalıtımla, ilerleme ise kazanılmış becerilerin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla
ilgilidir. "Tarih, edinilmiş becerilerin kuşaktan kuşağa iletilmesi
içinde bir ilerlemedir." İlerlemenin belirli bir başlangıcı ve sonu
olduğu varsayımına karşı çıkar; ilerlemenin sonsuz ve sürekli değişen bir süreç
olduğunu savunur.
Carr,
20. yüzyıldaki kötümserliğe rağmen, tarihte ilerlemeye olan inancını sürdürür.
Ona göre, "ilerlemeye inanmak, otomatik ya da kaçınılmaz herhangi bir
sürece değil, insan yeteneklerinin ilerleyen gelişmesine inanmak
anlamındadır." Bu ilerleme, maddi kaynakların, bilimsel bilginin ve
teknolojik egemenliğin birikimiyle birlikte, insanın çevresine ve kendisine
olan egemenliğinin artmasını ifade eder.
Son
olarak Carr, tarihin ufuklarının genişlemesi üzerine odaklanır. 15. ve 16.
yüzyıllardaki yeni kıtaların keşfiyle başlayan coğrafi değişimlerin, 20.
yüzyıldaki Asya ve Afrika devrimleriyle çok daha geniş bir kapsam kazandığını
belirtir. Tarihin artık sadece Batı Avrupa veya İngilizce konuşulan dünyanın
değil, tüm dünya halklarının ve kültürlerinin deneyimlerini kapsadığını
vurgular. "Aklın yayılması özünde, şimdiye kadar tarihin dışında kalmış
grupların ve sınıfların, halkların ve kıtaların tarihe girmeleri
demektir."
Carr,
modern toplumdaki bilgi birikimini ve bireyselleşmeyi ilerlemenin işaretleri
olarak görür. Ekonomik yasaların nesnelliği inancından, ekonominin bilinçli
planlanabilir olduğu inancına geçişin, aklın insan işlerine uygulanmasındaki
bir ilerleme olduğunu ifade eder. Ancak, bu ilerlemenin getirdiği tehlikeleri
de göz ardı etmez; özellikle kitleleri manipüle etme potansiyeli olan
propaganda ve reklamcılık gibi yöntemlerin aklın kötüye kullanılmasına yol
açabileceğini belirtir.
Carr,
"Tarih Nedir?"in ikinci baskısı için aldığı notlarda, bilimin ve
edebiyatın da sosyal ve kültürel bağlamdan etkilendiğini vurgular. Bilimsel
bilginin göreceliğini ve hipotezlerin öngörü niteliğini sorgular. Tarihsel
araştırmanın mevcut krizini, sığ ampirizm ve aşırı uzmanlaşma ile
ilişkilendirir. "Tarih temel değişim süreçleriyle ilgilenir. Bu
süreçlere alerjiniz varsa tarihi terk edip sosyal bilimlere sığınırsınız."
Ancak, genel tarihin ve disiplinler arası bir yaklaşımın önemini vurgulayarak,
tarihin sosyal bilimlere malzeme sağladığı kadar onlardan teori için de
faydalandığını belirtir.
Carr'ın
eserinin kalıcılığı, Evans'ın da belirttiği gibi, "Tarihçiyle olguları
arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında
bitmez bir diyalog" olduğu gerçeğini ısrarla vurgulamasından ve
tarihçilerin kendi zamanlarının bireyleri olarak bakış açılarının kaçınılmaz
olduğunu tekrar tekrar ispat etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu görüşler,
tarihçilik mesleğinin temel bir parçası haline gelmiştir.